Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]

Horanta

Üye
  • Content Count

    133
  • Joined

  • Last visited

  • Days Won

    4

Posts posted by Horanta


  1. Yukarıdakiler öyle istedi 14 yıldır hücredeyim

     

    İBDA-C ile örgüt liderliği ilişkisi ispatlanamadığı halde önce idam sonra 'ağırlaştırılmış müebbet hapis' alan gazeteci-yazar Salih Mirzabeyoğlu ilk kez konuştu. Son 10 yıldır tek kişilik hücrede 'tecrid' altında tutulan Mirzabeyoğlu; 'Yukarıdakiler öyle istiyor diyerek yargılandım. Yukarıdakilere selam söyleyin!' diye konuştu. Son 4 aydır yürümekten kesildiğini söyleyen Mirzabeyoğlu, 'Amaçlarını biliyorum. Beni deli gibi göstermeye çalışacaklar' dedi.

     

     

    19 Haziran 2012 Salı 09:43

     

    yukaridakiler_oyle_istedi_14_yildir_hucredeyim_h696.jpg

    14 yıldır hapiste, son 10 yıldır tecrit altında... Suçunun ne olduğunu, onu yargılayan hakim bile çözemedi. 60'a yakın kitabın yazarı Salih Mirzabeyoğlu 14 yıllık tutsak hayatında ilk kez Yeni Şafak'a konuştu. Mirzabeyoğlu, Yeni Şafak'ın Bolu F Tipi Yüksek Güvenlikli İnfaz Kurumu'nda yüz yüze yapılan 4 saatlik görüşmede yargılama sürecinden başlayarak günlük yaşamını anlattı. '14 yıl geçti. 9 yıldır da hücrede yaşıyorum. Geçmişe baktığımda itibarsızlaştırma, aşağılamanın bir arada olduğu bir süreç görüyorum 28 Şubat böyle bir şey... Beni sorgulayanlar 'Yukarıdakiler öyle istiyor' diyerek yargıladı' diyen Mirzabeyoğlu, bundan sonraki yargı süreciyle ilgili olarak, 'Bu kadar hukuksuzluğa uğramış bir adam olarak ne düşünebilirim ki...' diyor. Telegram yoluyla yıllardır işkence maruz kaldığını söyleyen Mirzabeyoğlu, 'Beni bu yöntemle delirtmiş gibi göstermeye çalışıyorlar. Amaçları itibarsızlaştırmak' diyor.

     

    14 YIL SONRA İLK KEZ

     

    Burası 'Bolu F Tipi Yüksek Güvenlikli Cezaevi'... Yuvarlak bir masa etrafına muntazam dizilmiş üç sandalye... Kırmızı karton kapaklı bir defter ve tükenmez kalemle o masada bekliyorum. 'Acaba ne kadar yaşlandı. Elleri titremeye başlamış mıdır?' diye içimden geçirirken, mahkum ve tutukluların ziyaretçi odasına giriş yaptıkları demir kapı açılıyor. Önce açık mavi gömleği üzerinde apoletlerin olduğu genç bir infaz memurunu görüyorum. Ardından bir memur daha... Bana 'mahkumla ilgili' bir şeyler söylemeye geldiklerini düşünürken, ardından saçları ensesinde Mirzabeyoğlu görünüveriyor.

     

    'NASILSIN' DİYE O SORDU

     

    Cezaevi öncesi fotoğraflarda siyah saçlarıyla aklıma kazınan Mirzabeyoğlu, 48 yaşında iken tıkıldığı bu hücrede şimdi 62 yaşında ama düşündüğümden daha dinç gözüküyor. Kalemi defteri bırakıp ayağa kalkıyorum. Aradaki 3 metreyi ağır adımlarla yürüyerek bulunduğum masaya doğru, hafif tebessüm eşliğinde gözlerime bakarak ilerliyor. Hiçbir şey söylemeden gözlerine bakıyorum.

     

    Kendimi tanıtmayı unuttuğum o andan sonra adımı ancak söyleyebiliyorum. 'Nasılsın' sorusunu ise önce ben değil o soruyor. Utandığım için 'İyiyim' bile diyemiyorum. Garip bir his... Bir dahlim var mı bilemem ama sanki olup biten ne varsa kendi hesabıma düşen bir sorumluluğu yerine getirmemişim gibi hissettiriyor yaşadıklarım.

     

    YARGI HİÇ BU KADAR HIZLI OLMAMIŞTI

     

    Türkiye'de şikayet edilen yargılama uzunluğu bir anda tarih olmuş, 1998'de başlayan yargılama 2003'te noktalanmıştı. 99 suçun faili birkaç yılda sadece bir tek adamın üzerine yıkılarak bulunmuştu. Davanın ilk hâkimi olan Sedat Karagül, emekli olduktan sonra, DGM hâkimliği sırasında hep baskı gördüğünü itiraf edecekti. Bu yüzden Adalet Bakanlığı'nın açtığı davadan dolayı da tazminatla cezalandırılacaktı. Davayı bir an önce sonuçlandırmadığı için dönemin Adalet Bakanı Hikmet Sami Türk tarafından görevden alındı. Ancak vitrindeki sebep, hatalı kararlardan dolayı görevden alındığı' yönünde olacaktı.

     

    'ÖRGÜTSEL FAALİYETİ YOKTUR'

     

    Önce Metris, Kartal F Tipi ve son olarak Bolu... Yıllarca bir tür zihin kontrol yöntemi olan Telegram işkencesine maruz kaldığını söyledi. Geçtiğimiz 22 Ocak'ta annesi vefat ettiğinde onu hiç kimse duymadı. Hatta gözaltına alınmadan önce, yakalanması için talimat gönderen Adana Devlet Güvenlik Mahkemesi'nin talebine İstanbul DGM 'Kendisi kitap basan, dergilerde makaleleri çıkan bir şahıs. İstanbul hudutları dâhilinde hiçbir örgütsel faaliyete katıldığı, talimat ve emir verdiği bilgisi yoktur' diye cevap verdiğinde bile O'nun sesini kimseler duymayacaktı.

     

    Beni sorgulayanlar iBDA-C'nin ne olduğunu bile bilmiyordu

     

    'Tarih 28 Aralık 1998... Saat 14.30... Yer Tuzla... O zaman için ilkokula giden çocuğumu okuldan almak için bekliyorum... Çocuk okuldan çıkıp, onu beklediğim caddenin karşısına geliyordu ki, hızla yaklaşan birkaç sivil otomobil, ani bir frenla ikimizin arasına giriverdi. Hatta araç biraz daha geç frene bassaydı, çocuğuma çarpabilirdi. Otomobilden inen kişiler hiçbir kimlik, arama, yakalama vb. karar ibraz etmeksizin "gidiyoruz' dedi... Onlara "ne demek gidiyoruz, siz kimsiniz?" deyince, "kim olduğumuzu şubede görürsün" diyerek ellerime kelepçe, gözüme bandaj takıp beni İstanbul Terörle Mücadele Şubesi'ne götürdüler. Terörle mücadelede günlerce gözaltında kaldım. Sorgudan geçirildim. Dönemin İstanbul İl Emniyet Müdürü Hasan Özdemir ve savcı olduğunu tahmin ettiğim dördüncü kişi de sorgu sürecine katıldı. Bizim dava başı sonundan belli bir tiyatroydu. Zaten bunu açıkça da ifade ettiler. Komiser Bahri bana, 'Aslanım, kimse kitaplarını okumayacak. Buradan savcının önüne ne giderse o...' diyerek, bu sorgulamanın asıl amacına dair işareti veriyordu. Bizi hiç tanımadıkları sordukları sorulardan belliydi... O güne kadar yazdığım onlarca kitabın birini bile okumamışlardı. İBDA'nın ne olduğunu bile bilmiyorlardı.

     

    LİDERSİZ ÖRGÜT OLUR MU...

     

    Terörle mücade kapsamında gözaltına alındım. 4-5 gün gözaltında tutuldum. Hakkımda açılan davanın mahkeme kararında ise 'Kumandan Salih Kod Salih İzzet Erdiş'in örgüt mensuplarının gerçekleştirdiği eylemlere doğrudan doğruya katıldığı tespit edilememiş olmakla beraber... Lidersiz bir örgüt düşünülemediği gibi örgüt mensuplarının gerçekleştirdiği eylemlerden de örgüt liderinin sorumlu tutulmaması eşyanın tabiatına aykırı düşer' ifadeleri yer aldı.

     

    Jandarmanın copuna çarptı

     

    Tutuklandıktan sonra 6 ay boyunca duruşmalara katılmayan Mirzabeyoğlu için 25 Ocak 2000'de sabaha karşı, Metris Cezaevi'ne büyük bir operasyon yapıldı. Noel Baba operasyonu ile Mirzabeyoğlu'na kaydadeğer bir 'yeni yıl hediyesi' verildiği düşünülüyor olmalıydı. Mirzabeyoğlu adliyeye getirildiğinde, ağır işkenceden geçtiği anlaşılıyordu. Ayakta zor duruyordu, saçı sakalı zorla tıraş edilmişti. Yüzü kanlıydı. Medya olayı, 'Metris'in üç aslanı yolunmuş tavuk', 'İşte bu kadar', 'Kafasını jandarmanın copuna çarptı' gibi başlıklarıyla verdi. Akıl tutulması gibi atılan manşetlerin en dikkat çekeni Star Gazetesi'nin 27 Ocak 2000 tarihli 'Tıraş olurken yüzünü kesti' başlıklı manşeti oldu. Gazete işkenceyi alaylı bir üslupla 10 başlıkta veriyordu: '1- Jandarma koğuşa dalınca uyanıp alnını ranzaya çarptı. 2- Sendeleyerek kalktı, ayağı kayınca burun üstü düştü düştü. 3- Kalkayım dedi, uyku sersemiydi. Dipçiğe gözünü vurdu. 4. Kendini topladı. Kapıdaki askılığı görmedi, kulağını taktı. 5. Jandarma sıkı sıkı sarılınca boynuna kan dolandı. 6. Koğuştan çıkıyordu, kapıyı açık zannetti...

     

    28 Şubat: Aşağılama itibarsızlaştırma ve yıpratma

     

    Mirzabeyoğlu, muhabirimizin "28 Şubat size ne hatırlatıyor" sorusuna '14 yıl geçti. 9 yıldır da hücrede yaşıyorsunuz. Geçmişe baktığınızda manzara size ne söyletiyor' diye soruyorum. 'İtibarsızlaştırma, aşağılamanın bir arada olduğu bir süreçti' cevabı verdi.

     

    Yürümekten kesildim dışarı çıkamıyorum

     

    'Günüm, Telegram'ın bendeki etkisine göre değişiyor. Üç hücrenin ortak kullandığı bir havalandırma var. Her gün 13.00 ile 16.00 arasında buraya çıkılabiliyor. Ancak saat 13.00'e geldiğinde, ben çıkmak istesem de Telegram'ın üzerimde bıraktığı etki sebebiyle bitkinlikten o havalandırmaya çıkacak halim bile olmuyor. 4-5 aydır yürümekten kesildim. O yüzden dışarıya çıkamıyorum. Kimi zaman namaz kılarken bile Telegramcıların sözlü ve fiilî tacizlerine uğruyorum. Meselâ secdeye varıyor, "Subhanerabbiyel alâ..." diyorum... O ânda bile, küfürlü sözlerle karşılık veriyorlar. Bu yüzden namazlarımda zorlanıyorum. Bazen namazımı kesmek durumunda kalıyorum. Kur'an okurken, özellikle bazı harfler üzerine geldiğimde adeta şok uyguluyorlar. Genelde saat 17.00'de yatıyorum. Akşam saat 20.00'de sayım yapılıyor. Sayım sonrası 22.00'den sabah 6-7'ye kadar yazı yazıyorum. Ancak bu sistematik değil. Telegram'dan dolayı bu program kimi zaman tam tersi şeklinde gelişiyor. Bazı günler hiç yazamıyorum."

     

    Başı sonu belli tiyatro

     

    Ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasına çarptırılan Mirzabeyoğlu, "Ne yaptınız da bu cezayı aldınız" sorusunu şöyle cevapladı: Bu süreç öncesinde, beni şu anda nasıl görüyorsanız, sivil hayatımda da aynı yaşantımı sürdürüyordum. Yani yazıyordum. Benim niyetim belli. En başında ben Müslümanım. Hayatımı buna göre şekillendiririm. Böyle olduğuna göre yazdıklarım da bu çizgide şekillenir. Şimdi ben de size subjektif bir takım yargılarla yaklaşabilirim. Buraya benimle görüşmek için gelmişsiniz, sizi polis de göndermiş olabilir. Savcı tarafından görevlendirilmiş de olabilirsiniz. Bir kere, ben öyle görmek istedikten sonra size bu ön yargıyla yaklaşır ve her hareketinizi bu kurguya nispetle değerlendiririm. Tekrar ediyorum; bizim dava, başı sonundan belli bir davaydı, bir tiyatroydu...

     

    Sokakta yakaladılar hücrede basıldı dediler

     

    Bizim davada sürecin nasıl işletildiğine dair televizyon haberleri, en bariz örnektir. Ben Tuzla'da, evimin yakınındaki okulun önünde saldırıya uğradım, gözaltına alındım. Ama buna rağmen birçok tv. kanalı haberi çok farklı bir şekilde verdi. Meselâ zannediyorum Show TV'deydi... Haber, 'Hücre evine baskın' başlığıyla geçti... Haberde, sanki aranıyorduk, sanki kaçıyorduk ve sanki kaçtığımız yerde yakalanmışız gibi göste-rildik... Yakalandığımız yer olarak da koyun ağılı gibi bir yeri gösteriyorlardı... Benimle birlikte Saadettin Ustaosmanoğlu'nu da almışlar, güya korumammış. Oysa ki Mahmut Ustaosmanoğlu'nun yeğeni olan S. Ustaosmanoğlu'nu o zamana kadar ilk ve son kez Bursa'da görmüştüm. Ben İstanbul'un bir ucunda ikamet ediyordum. O ise Fatih'te... Ve buna rağmen benim korumam olduğu söylendi.

     

    Komiser Bahri, araya İBDA-C sıkıştır

     

    Gözaltına alındığım Aralık 1998 tarihi, Ramazan ayına denk gelmişti. Kimi zaman 14 saat aralıksız sorguda kalıyordum. İrademi kırmaya çalışıp, tüm suçları üzerime yıkmak niyetindeydiler. O kadardı ki, ifademi yazıya döken Komiser Bahri'nin yanında bulunan bir diğeri Bahri'ye, 'Bu ifadelerden birşey çıkmaz. Araya İBDA-C falan sıkıştır' tavrıyla ifadelerimi çarpıtıyordu. Günlerce süren polis safahatı, ardından savcılık, bir de oruçlusun... İnsan bir müddet sonra öyle bitkin düşüyor ki, 'ne olacaksa olsun' aşamasına gelebiliyor.'

     

    Bu kadar hukuksuzluğa ne diyebilirim ki

     

    Geçtiğimiz ay CHP milletvekili Veli Ağbaba'nın kendisine yaptığı ziyareti değerlendiren Mirzabeyoğlu, şöyle konuştu: "Evet Veli Bey, avukatıyla ziyarete gelmişlerdi. Kendilerinin bu ziyareti sadece bana özel değildi elbette ancak beni de ziyaret etme nezaketini gösterdiler. Ben kendisine teşekkür ettim. Buradan ne çıkar ne çıkmaz. Önemli değil. Bu kadar hukuksuzluğa uğramış bir adam olarak ne düşünebilirim ki... Siyaset; bir keyfiyet işidir. Keyfiyeti getirmenin işidir. Kim, hangi keyfiyete mâlik olarak ne getirecek... Sistem çapında kim, ne teklif ediyor. Evvelâ bunun konuşulması ve ortaya koyulması lâzım. Basit itiş-kakışların haricinde birşey yok. Çünkü olması gerekene dair kimsenin söyleyecek birşeyi yok. Hücremde bir televizyon var. Telegram'ın yoğun olduğu zamanlar tv. işkenceyi daha yoğunlaştırıcı bir etki yapabiliyor. O yüzden çoğu zaman televizyon seyretmiyorum."

     

    Devlet telegram yok desin

     

    On dört yıldır ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasını çeken gazeteci yazar Salih Mirzabeyoğlu, son 10 yıldır telegrama "uzaktan manyetik dalga kontrolü" maruz kaldığını söylüyor. Her defasında 'İncelensin' dediği telegramla ilgili şu ana kadar tek bir incelemenin dahi yapılmadığını anlatan Mirzabeyoğlu, 'Devlet manyetik yolla böyle bir etkinin olamayacağını açıklasın' diye konuştu. Bolu F Tipi Cezaevi Müdürü Cevat Berber, Mirzabeyoğlu'nun iddialarıyla ilgili inceleme yaptınız mı sorumuza, 'Hayır. Olsa ben bilirim' cevabını veriyor. Bolu Cumhuriyet Başsavcısı Mehmet Yurtseven ise 'Resmi bir incelemeye gerek yok' yanıtıyla 'araştırmaya gerek olmadığını' söylüyor.

     

    ÖLÜM ODASI B-7

     

    Kaldığı hücrenin numarası B-7. 2.80'e, 3. 50 bir hücre... Yemek, yatak, tuvalet, banyo, kitap okuma hepsi orada. Cezaevine geldiğinden bu yana şikâyetinin bilindiğini söyleyen Mirzabeyoğlu, bugüne kadar tek bir incelemenin yapılmadığını belirterek, 'Eğer bu telegram teknik olarak yapılabilecek bir iş değilse devletten açıklama bekliyorum. Denilsin ki, böyle bir şey mümkün değil' diyor.

     

    İSTİHBARAT DEVLET İŞİDİR

     

    Mirzabeyoğlu, yapılan manyetik etkinin bedeninde izler bıraktığını söylüyor. Ancak altını çizdiği nokta 'Telegram altında bir fizikî rahatsızlığın bile, ondan mı yoksa tâbiî bir şekilde bünyeden mi olduğu' konusunun anlaşılamaması... Bu etkinin 'Bizzat bunu yaşayan için bile birbirine karışan bir mevzu' olduğunu söyleyen Mirzabeyoğlu, 'Zaten bu muğlaklıkla birlikte sağlam insanın tıbbî tedaviye tâbi olması, hele 'kafayı bozmuş' niyetine tedavi bir yana böyle zannettirilmesinin' amaçlandığını söylüyor. Yapılanın asıl amacının itibarsızlaştırma olduğuna değinen Mirzabeyoğlu, 'Takdir edersiniz ki, bilgi almasından psikolojik savaşına, bir adamı itibarsızlaştırma gayesine kadar istihbarat bir devlet işi olduğuna göre, bir bakıma hâdiseyi yapanı hadiseyi yapana şikâyet gibi bir komiklik var' diyor.

     

    12 YILDIR UYGULANIYOR

     

    2000 yılının başından beri kesintisiz telegram altında olduğunu anlatan Mirzabeyoğlu, 'zihin kontrolü'nün genel anlamına nisbetle hususilerinden olmak üzere, 'ilaçla, şu, bu' çeşitlerinden psikolojik nitelikte olanlara kadar hepsinin içinde, telegram davasını genel niteliğiyle vurgulayan bir eser yazdım. Ondan sonra, onunla ilgili olsa da, ondan mustakil eserler. Giderek, onun üzerimdeki fizikî ve ruhî tesirlerinin nefs muhasebesi mevkiinde, yine kendi öz mevzuu ile çerçeveli eserler; telegram altında, onunla birlikte, ama yaşayan bir adam... Karın açlığını telegrama benzetirseniz, onun ne kadar tesirinde olsa da, neticede çevresindeki mevzuların kendisindeki çözümlerini bir hayat refleksi hâlinde gösteren adam. Yat kalk, telegramın senin etrafındaki hadisevî kurgularını ve tekrar tekrar fizikî tesirlerini anlatmaya çalışarak 'kafayı üşütmek' yerine, nefes alma tabiîliğimle bu...'

     

    'OLSAYDI BİLİRDİK'

     

    Bolu Cumhuriyet Başsavcısı Mehmet Yurtseven, Mirzabeyoğlu ve avukatlarının 'telegram' iddialarına inanmıyor. Başsavcısı, "Elimin altındaki bir yerde böyle bir şey olsa, benim haberim nasıl olmaz' dedi. Bolu F Tipi Yüksek Güvenlikli Cezaevi Müdürü Cevat Berber de Mirzabeyoğlu'nun 2002'den beri Bolu F Tipi Cezaevi'nde bulunduğunu yaklaşık 10 yıldır burada kaldığını söylüyor. Kendisinin cezaevi müdürü olduğunu söyleyerek, 'Buranın yöneticisi olarak, cezaevi içerisinden böyle bir şeyin yapılamayacağını söyleyebilirim' diyor.

     

    Nokta vuruşla zihin kontrolü

     

    Telegram zihin kontrol operasyonlarının genel adı. Telgraf gibi beynin belirlenmiş bölgelerine nokta vuruşlarla gerçekleştiriliyor. Dünyada sayısı pek çok mağduru vardır fakat ispat edilmesi oldukça güç olduğu için "psikiyatrik vaka" olarak değerlendiriliyor.

     

    Mirzabeyoğlu ise aslında kelime anlamı olarak telegram diye bir sözcük olmadığını, bu kelimeyi ilk defa Kartal Cezaevi'nde, yani ilk kez uzaktan zihin kontrolüne maruz kaldığını söylediği süreçte, kendisine bu zihin kontrolünü yapanlar tarafından söylendiğini belirtiyor. 'Bu kelimeyi Kartal Cezaevi'ndeki 'uzaktan zihin kontrolü' yapan kişi bana bizzat aynı yoldan alay olsun diye söyledi. Kelime 'uzaktan haber iletilmesi' anlamına geliyor. Böylece hâdiseyi ifşâ etme imkanı bulmuş olduk. Kelime aslî anlamına nazaran kazandığı muhtevayla, yüzde yüz Türkçe bir muhtevaya bürünmüştür'

     

    Dersim İsyanı ile hiçbir ilgimiz yok

     

    Salih Mirzabeyoğlu, nereli olduğu ve babasının Dersim İsyanı'na katılıp katılmadığı ile ilgili basında yer alan haberleri hatırlattığımda noktayı şu sözlerle koyuyor. 'Ben Dersim'li değilim. Muşluyum. Büyük büyük dedem de, dedem de, babam da öyle... Dersim'le hiçbir alakamız yok. Bu mevzu ben yargılanırken, istihbarat kaynaklı bazı dosyaların mahkemeye sunulmasından kaynaklandı. Dersim İsyanı ile de alakamız yok' diyor. Mirzabeyoğlu, ailece Konya'ya yapılan sürgünün nedeni olarak Şeyh Sait İsyanı'nı gösteriyor. Büyük büyük dedesi Hacı Musa Hamidiye Alayları'nda ünlü bir komutan... Onun oğlu izzet bey de tanınmış isimlerden biriymiş. ... Dedesi İzzet Bey Şeyh Sait İsyanı'na karışmış. O yüzden de memleketleri Muş'tan dedesi İzzet Bey ve babası Muammer Şerif ile birlikte Konya'ya sürgüne gönderilmişler.

     

    Her günümü yazsam 50 ciltlik kitap olurdu

     

    Salih Mirzabeyoğlu, telegramın fiziksel etkilerinin birbirinden çok farklı olduğunu belirterek, 'Vücut mimiklerden beden hareketlerine kadar etki altında kalır. 13 senede her günü yazmaya kalksaydım, ortaya 50 cilt çıkardı ki buna lüzum yok...'

     

    Yenişafak


  2. Kaya: “28 Şubat Yargı Kararları İptal Edilsin!”

     

    Özgürder Başkanı Rıdvan Kaya: '28 Şubat sürecindeki yargılamaların ister talebe bağlı olsun, ister olmasın, mutlaka bu dosyaların yeniden ele alınmasını, açılmasını ve bununla alakalı mağduriyetleri n mutlaka giderilmesi gerektiğini düşünüyoruz'

    12 Haziran 2012 Salı - 13:19

     

     

     

    11399_digipaket.jpg

     

    Röportaj: Fazıl Duygun

    ** *** *** ** *** ** ** ** **

    Rıdvan Bey 5 Haziran günü İHH Başkanı Bülent Yıldırım Bey, Mazlum-Der Genel Başkanı Ahmet Faruk Ünsal Bey, Büyük Doğu Fikir Ocakları Genel Başkanı Erdinç Trabzon Bey’le beraber Bolu F Tipi Cezaevi’nde kalan başta Sayın Salih Mirzabeyoğlu olmak üzere, İslâmî örgt davalarından ceza almış olan, Rıdvan Çağrıcı, İrfan Çağrıcı, Can Özbilen, Osman Erdemir ve İsmail Şah Balta'yı ziyaret ettiniz. Bu ziyaretinizin sebebi hakkında bilgi verir misiniz?

     

    Burada öncelikle biliyoruz ki, Salih Mirzabeyoğlu’nun aldığı ceza olayı son dönemlerde epey bir gündem oldu, tartışıldı… Daha genelde 28 Şubat sürecindeki yargılamalar gündeme geldi. Arkasından Salih Mirzabeyoğlu’na verilen ceza yoğun bir şekilde tartışıldı. Bizler de bu konuyla alakalı olarak, doğrudan kendisiyle bu meseleyi değerlendirmek istedik. Aynı zamanda da özellikle 28 Şubat sürecinde çeşitli İslamî Davalardan yargılanan kişilerin, mahkemeler tarafından aldıkları cezalar, bu insanlara verilen mahkumiyet kararlarının hukuken herhangi bir zemini olmadığına ilişkin bir kamuoyu oluşturmak istiyoruz. Özetle, 28 Şubat süreci yargılamalarının kamuoyu gündeminde tekrar tartışılmasını ve bir şekilde gündemleşerek bu mağduriyetlerin giderilmesine yönelik bir kamuoyu oluşturma çabamız var. Bu çerçevede bu ziyaret gerçekleşti.

     

    Adalet Bakanlığı bu ziyaretlere herhangi bir zorluk çıkardı mı? Yoksa prosedür tabii olarak işledi mi?

     

    Engel çıkartılmadı. Başvuru yapılmıştı. Görüşülmek istenen isimler belirtilmişti. Süreç içerisinde isimleri çoğaltmamıza rağmen bir engel oluşturulmadı. Burada Adalet Bakanlığı’nın olumlu bir tavrı olduğunu düşünüyorum. Umarım bundan sonraki prosedürlerde bu olumlu tavır devam eder.

     

    Peki nasıl bir şeyle karşılaştınız? Rıdvan Çağrıcı, İrfan Çağrıcı, Can Özbilen, Osman Erdemir ve İsmail Şah Balta bu ziyaretinizi nasıl karşıladılar, neler anlattılar ve talepleri nelerdi?

     

    Biz öncelikle Salih Bey’le görüştük. Uzun bir görüşme oldu. Bir saatten fazla görüştük. Tabi şu da iyi oldu; açık görüş yaptık. Dolayısıyla cam arkasından, telefon kabininden konuşmak yerine, yüz yüze görüşmek elbette daha kolay iletişim sağladı. Önce Salih Bey’le, vakit de sınırlı olduğu için diğer arkadaşlarla daha kısa görüşebildik.

    Şunu görüyoruz; tabii herkesin kendine göre özel durumları var. Örneğin Salih Bey’in ısrarla üzerinde durduğu bir Telegram meselesi var. Bu konudan dolayı ciddi anlamda bir mağduriyet yaşadığını ifade ediyor. Onun haricinde İrfan Çağrıcı, ağırlaştırılmış müebbet cezası aldığı için tek kişilik hücrelerde kalıyor. Ciddî anlamda bir tecrit yaşıyor. Meselâ, İsmail Şahbalta’nın ciddi bir rahatsızlığı var, tedavisiyle alakalı sıkıntılar var. Tabii Bolu F Tipi Cezaevinde kalan çok sayıda müslüman arkadaşımız var. Fakat hepsiyle görüşme imkânı olmadığı için sadece bazı isimleri seçmek zorunda kaldık. Fakat şunu gördük; seçtiğimiz her ismin uzun uzun anlatacağı, uzun uzun aktarabilecekleri ciddi mağduriyetleri , sıkıntıları var. Bunlar bir araya geldiğinde de maalesef Cezaevi sorunu dediğimiz olguyla yüzyüze geliyoruz.

     

    Buradan şunu çıkartabilir miyiz? F Tipi Cezaevi sistemi bizim insanlığımıza, adaletimize aykırıdır diyebilir miyiz?

     

    F Tipi Cezaevleri bir ara çok yoğun bir şekilde tartışıldı. Fakat maalesef süreçte baskıcı uygulama ağırlığını hissettirdi. F Tiplerine karşı Cezaevlerinde ortaya konulan direniş başarılı olamadı. Kamuoyu da bunu sürecin uzamasıyla beraber kanıksamış bir halde… Cezaevleri her zaman kamuoyunun gündeminden uzaktır. Tecridin yoğunlaşmasıyla beraber çok daha uzaklaşmış bir halde… Dolayısıyla bu anlamda ciddi bir sıkıntı var. En temelde şunu görmek lazım… Uygulama , Adalet Bakanlığı tarafından geçmiş hükümetler döneminde de, halen de çeşitli gerekçelerle kamuoyuna sevimli gösterilmeye çalışılıyor. İşte buradaki “düzen”, “temizlik”, “yemekler”, işte bazı farklı uygulamalar, “sıcak su” saatleri filan gibi şeyler üzerinden, bir takım teknik ayrıntılar üzerinden bu uygulamaların makûl olduğu, cezaevinde kalanlar için daha yaşanılabilir bir ortam olduğu ifade ediliyor. Fakat atlanan, görmezden gelinen bir şey var; en temelde olayın kendisi, teknik ayrıntılardan bağımsız olarak gayrî insanî bir durumdur. İnsan Rabbimiz tarafından sosyal bir mahlûk olarak yaratılmıştır. Bu noktada tecrid uygulamasına tabi tutulması, insanın bizatihi fıtrî özelliklerine terstir. Özellikle burada fıtrata, vicdana, insan olamaya aykırı gelen, insan olmakla çelişen bir durum olduğunun kabul edilmesi lazım. Bu gün F Tipleri ile alakalı kamuoyunda duyarlılık olsun yada olmasın, bu konuyla ilgili talepler direniş boyutunda gündeme gelsin yada gelmesin, F Tipi uygulaması gayrî insanîdir, gayrî İslâmîdir. Tecrit insani bir durum değildir. Dolayısıyla müslümanlar açısından da hem fıtrî kimlikleriyle, hem insanî özellikleriyle bu uygulamalara maruz kalan insanların, baştan mağdur edildiklerini kabul ederek olaya yaklaşmamız lazım.

     

    Yani şimdi şunu görüyoruz…

    Gerek Türkiye’de, gerek dünyanın pekçok yerinde, bütün baskıcı uygulamalarda Cezaevleri bizatihi kendisi bir caydırma, bir yıldırma aracı olarak kullanılıyor. Normalde hukuk mantığı açısından şu olmalıydı: Bir insanı ailesinden, eşinden, dostlarından, yakınlarından ayrı tutmak, onu dört duvar arasında tutmak zaten cezanın kendisidir. Cezaevinde bulunmak bir cezadır zaten. Ama siz Cezaevinin koşullarını da ayrıca “cezalandırma” unsuruna dönüştürmüş olursanız bu iki kere cezalandırma olur. Dolayısıyla, “ceza” olayına girmeden söylüyorum; (“suç var mı”, “suçlu mudur” ayrı bir tartışma) velev ki “suçlu” dahi olsa, hiçbir kimse iki kere cezalandırılmamalıdır. Burada tecrit, suçlu kabul edilen insanın ikinci defa cezalandırılması uygulamasıdır. Bunu böyle kabul etmek lazım.

     

    Rıdvan Bey, malûm gündemde Özel Yetkili Mahkemeleri değiştirme veya kısıtlama meselesi var. Şimdi biliyorsunuz, Özel Yetkili Mahkemeler eski Devlet Güvenlik Mahkemeleri’nin devamı… Bu durumda DGM’lerde alınan bütün kararların tekrar gözden geçirilmesi, hukuk mantığı açısından gerekmez mi?

     

    Doğrusu bu hukuken, yargı mekanizması anlamında çok ciddi bir zorluk ve yük çıkartacaktır. Dolaysıyla buna kolay kolay cesaret edilebilir mi, ondan emin değilim. Ama adaletin gereği, vicdanın gereği olarak şunu görmek durumundayız: Türkiye Cumhuriyetin’de İstiklâl Mahkemeleri’nden gelen bir yargı geleneği var. Dolayısıyla bunu bugüne ait bir usulsüzlük, hukuksuzluk olarak göremeyiz. Sistemin bir şekilde yargı mekanizması zaten zulüm üzerine oturmuş bir anlayışı temsil ediyor. Fakat bu süreç, özellikle darbe dönemlerinde çok daha yoğun ve sistematik hukuksuzluklara, hak ihlallerine yol açtı. 28 Şubat da bir darbe süreci olarak, yakın bir zamanda yaşanmış bir darbe süreci olarak bu anlamdaki hukuksuzlukların, bir anlamda zirve yaptığı bir dönem oldu. Şunu görmek lazım; bu davaların, şu anda konuştuğumuz şahıslar yada diğer müslümanlarla alakalı, yargılandıkları davaların bir kısmı 28 Şubat öncesinde başlamıştı. Fakat sonuçta şunu gördük. 28 Şubat sürecinde medyanın yargının brifing tezgahından geçtiğine şahit olduk hep birlikte... İşte askerler yargıçları bütün üst mahkemelerden başlayarak, bütün etkili konumda olan savcıları yargıçları topladılar, onlara bir takım talimatlar verdiler. Ülkenin ciddi bir “irtica” tehdidi altında olduğunu ve buna karşı hep beraber mücadele edilmesi gerektiği anlamında bir talimat yönelttiler. O talimatın da ciddî anlamda sonuçları olduğunu gördük. Nasıl gördük? Geçmişte de hukuksuzluklar vardı. Geçmişte de uygulamalarda bir takım yanlışlar vardı fakat bu süreçte bu yanlışlıklar ivme kazandı. Daha önce daha az cezâ istenilen insanların, eğer davaları bitmemişse bu süreçte daha ağır cezalar istenmesine dair maddelerin değiştiğini gördük. Davaları bitmiş ve cezâ almış insanların dosyaları eğer Yargıtay’a taşınmışsa, Yargıtay’da aleyhinde bozularak geri döndüğünü gördük. Yani bu süreçte 28 Şubat’taki o “Brifing” olayının özellikle İslâmî kimlikten dolayı yargılanan kişiler, hangi örgütsel yapıya mensub olmakla filan suçlanırsa suçlansın bütün müslüman tutuklularla alakalı olarak ciddi hukuksuzluklar şeklinde, ciddi baskılar şeklinde geri döndüğünü gördük. Bununla alâkalı olarak pek çok örnek var. Sadece ben daha somut olma açısından Sivas Davası’nı örnek olarak vermek gerekir diye düşünüyorum.

    Sivas’ta 93’teki hadiseden sonraki ilk yargılamada mahkeme bazı sanıklara 15’er yıl ceza verdi. Ölüme sebebiyet vermekten ceza verdi ve tahrik indirimi yaptı. Aziz Nesin’in konuşmalarından dolayı… Biz doğrusu orada da polis ifadeleriyle bu insanların bu cezaları aldığına itiraz etmiştik. Bunun haksız bir ceza olduğunu düşünüyorduk. Fakat 28 Şubat sürecinin devreye girmesiyle beraber bu dava Yargıtay’a gitti. Yargıtay’da sanıklar aleyhine bozuldu. Dolayısıyla bizim ağır bulduğumuz, haksızlık olarak gördüğümüz 15 yılı da görmezden gelerek, çok sayıda sanığa idam cezası verildi. Şimdi burada ölüme teşebbüs suçu ortadan kaldırıldı, tahrik görmezden gelindi. Doğrudan ortada hiçbir örgütsel yapı olmamasına rağmen, bu insanlar örgüt adına “düzeni değiştirmeye kalkışma” suçlamasıyla 146. Maddeden idam cezası aldılar. Yani burada buna benzer dediğim gibi pek çok örnek var.

    Burada şunu görmek lazım: Bugün güzel bir gelişme… 28 Şubat’ın failleri yargılanıyor. Haklarında davalar açılıyor. Tutuklanıyorlar. Bu anlamda adaletin gereği olarak atılan bu adımlardan dolayı seviniyoruz, hamdediyoruz. Ama bu insanların hangi fiillerinden dolayı tutuklandıklarını düşünmemiz lazım. Bu insanlar tutuklanmayı gerektirecek neler yaptılar? İşte, hükümeti devirmeye kalktılar. Toplumu baskı altına aldılar, fişlediler ve mahkemelere talimatlar verdiler. Yargı sistemini bir anlamda yeniden düzenlediler. Peki bu insanlar bu suçlamalarla yargılanırken, eylemlerine konu olan mağduriyetleri görmezden mi geleceğiz?

     

    Sorun orada zaten…

     

    Evet… Bunun mutlaka gündeme gelmesi lazım. Yani yargıya talimat vermek bir suçsa, talimat alan yargının işlemleri de mutlaka tartışılmalı ve gözden geçirilmeli. Eğer bu yapılmazsa burada kesinlikle adalet yerini bulmamış olur.

    28 Şubat sürecindeki yargılamaların ister talebe bağlı olsun, ister olmasın, mutlaka bu dosyaların yeniden ele alınması nı, açılmasını vebununla alakalı mağduriyetleri n mutlaka giderilmesi gerektiğini düşünüyoruzç.

     

    Peki, sizin düşüncenize göre bu hükümet böyle bir eyleme girmek ister mi, girer mi veya girebilir mi?

     

    Bu olayın siyasî bir maliyeti olacağı gibi ayrıca hukuken, yargı prosedürü açısından da çok zor olduğunu baştan söylemiştim. Bu yüzden bunu göze alabilirler mi emin değilim. Ama adil olmak istiyorlarsa, tutarlı olmak istiyorlarsa bunu yapmak zorundalar. Bu anlamıyla da şunu söyleyeyim : Ümitsiz değilim, çünkü kişisel olarak da şunu ifade etmek istiyorum… Mevcut hükümeti pek çok açıdan eleştiriyoruz. Eleştirilmesi gereken pek çok eylemi, pek çok fiili var. Ama geçmişte adım atmadığı konuda, adım atmadığı için eleştirilen pek çok konun belki biraz gecikmeyle de olsa süreç içerisinde işlerlik kazandığını gördük. İşte 28 Şubat sürecinin faillerinin yargılanması uzun bir aradan sonra gerçekleşti. İşte Şemdinli Davası, diğer darbe yargılamaları… Bunlara baktığımız zaman umudun olduğunu düşünüyorum. Başörtüsü ile ilgili düzenleme, katsayı meselesi… İşte bu yıl gündeme geldi; mesela İmam Hatip Okulları’nın kesintisiz eğitimin dayatmasının kaldırılmasıyla beraber tekrar açılmasıyla birlikte gecikmeli de olsa toplum vicdanında bir şekilde yankı bulan konuların, bir şekilde ele alınabildiğini görüyoruz. Eksik olmakla beraber, geç olmakla beraber, tam anlamıyla yerine getirlmemekle beraber bu konuda atılan adımların umuyorum ki 28 Şubat sürecinin yargı alanında doğurduğu mağduriyetlere yansımasını inşallah ilerdeki günlerde göreceğiz… Burda tabii daha iyi olan şey şu: Hükümetin ne yapacağından öte, özellikle İslâmî alanda çalışan kamuoyu kuruluşlarının, Sivil Toplum kuruluşlarının, derneklerin, vakıfların, cemaatlerin, yapıların bu konuda sorumluluğu üstlenmesi lazım. Ve öncelikle bu konuyla ilgili olarak hükümeti de gündeme almaya zorlayacak bir kamuoyu oluşturması için çaba sarfetmesi lazım…

     

    Rıdvan Bey, biraz da Salih Mirzabeyoğlu konusuna dönmek istiyorum… Ziyaretinizde neler konuştunuz, talepleri neydi rica etsem biraz daha detaylı anlatabilir misiniz?

     

    Ben şunu söyleyeyim: içinde bulunduğu durumu şahsi gözlemim itibariyle iyi görmüyorum. Ciddî bir sıkıntı içerisinde. Çok aşırı bir yorgunluk hissediliyor. Uyku uyuyamadığını söylemişti. Hatta ilk karşılaştığımızda bazı arkadaşları tanımakta zorluk çekti. Yani burada şunu görüyorum: Telegram İşkencesi konusu açıkçası çok öznel bir olay. Nesnel olarak ele alınabilmesi, tartışılabilmesi çok kolay değil. Dolayısıyla ben bu konuyla alakalı olarak elbetteki olayın muhattabı olarak kendisi taleplerini, iddialarını, tezlerini ortaya koyacaktır. Ama bu boyuttan ayrı olarak, bu boyutu bir kenara bırakarak üzerinde herkesin objektif olarak hiç kuşku duymayacağı ve tartışamayacağı tecrit diye bir gerçek var… Bu kişi hiçbir şekilde silahlı bir fiil içerisinde olmuş bir insan değil. Örgütsel ilişki itibariyle, örgütsel ilişkinin bir yerinde olduğuna dair somut bir delil yok. Suçlama da yok. Bu anlamıyla bir takım çıkarımlar yoluyla ortada işte “şöyle bir örgüt var, o örgütün bir lideri olması lazım, o lider de bu kişidir” şeklinde çıkarsama yoluyla ceza hukukunda hüküm konulmasının bizatihi hukuk mantığına ters olduğunu görüyoruz…

     

    Hukuku katlediyorsunuz yani!..

     

    Evet… Dolayısıyla burada tabii biz genel 28 Şubat sürecinden bahsettik. Bu süreçte Salih Mirzabeyoğlu’nun da karşılaştığı bu durumun mutlaka acilen yargı tarafından gözden geçirilmesi lazım. Bu konuyla alakalı olarak, bu kişiye verilen ceza hangi somut delil yada gözlemlere dayandırılmıştır? Bunun ortaya konulması lazım. Böyle bir şey olmadığına göre de bu suçlamanın mutlaka geri alınması lazım. İllegal silahlı bir örgütün lideri olma iddiasındaki bir kişinin kamuoyunda bilinen kimliğiyle, işte kitap yazan, makale yazan, düşünce üretiminde bulunan pozisyonunda olması bir kere mantığa aykırıdır. İllegal bir örgütün üst düzey kadrosunun illegal pozisyonda olması lâzım. Fakat bunun böyle olmaması, bizatihi aslında savcı ve yargıçları şüpheye düşürmesi, tereddüte düşürmesi gerekirken, tam tersi bir “mantık”la davranıldığını görüyoruz. Bu yönüyle, demin bahsettiğim gibi işte, Sivas davası örneğinde olduğu gibi, başka davaların örneğinde olduğu gibi, Salih Mirzabeyoğlu’nun davasında da verilen kararın ben bütünüyle dönemin koşullarını ve o dönemde yukarıdan verilmiş bir kararın bir anlamda tatbik edilmesinden ibaret olduğunu düşünüyorum. Somut anlamda bir yargılama yapılmamıştır. Bilinen anlamda hukukî çerçeve içerisinde yargılama görülmemiş., önceden verilen hükmün bir anlamda prosedür neticesinde karara bağlanmasıyla karşı karşıya olduğunu düşünüyorum.

     

    Emir-komuta zincirinde bir hukuk(!) diyorsunuz…

     

    Evet… Evet…

     

    Peki, Telegramla ilgili olarak kendisinin talebi ne oldu?

     

    Bununla alakalı şöyle bir şey oldu: Uzun süre neler hissettiğini, nelere maruz kaldığını ifade ettikten sonra ben de şunu ifade ettim; konun bu boyutunu bizim gündeme getirmemiz çok kolay değil. Çünkü kamuoyunda hukuk çerçevesinde bir talep gündeme geldiğinde bunun objektif koşullara dayanması gerekir. Bu olay çok öznel bir olay. Dolayısıyla bunun tartışılması kolay değil. Ama bizim daha ziyade kendisinin maruz kaldığı hukuksuzluk üzerinden konuyu gündemleştirebileceğimizi ifade etmiştik. Şunu ifade etti: Kendisinin çok uzun süredir bu sıkıntıyla, bu mağduriyeti yaşadığını, dolayısıyla yeniden bir mahkeme süreci görüldüğünde ne tür yönlendirmelere maruz kalacağı konusunda şüphesi olduğunu ifade etti. Bu süreçte bir takım, normalde beklenmedik bir takım sözler, beklenmedik bir takım fiiller serdedilecek olursa bunun buradan kaynaklanmış olabileceğini bilgisinin bizim de dikkate almamız gerektiğini hatırlattı.

     

    CHP Malatya Milletvekili Sayın Veli Ağababa’nın cezaevindeki ziyaretinden sonra kendisi televizyonda anlatmıştı: “Niçin Telegramcıları , psikiyatriste, doktora gitmiyorsunuz mealindeki sorusuna; “eğer Telegramcıları bulacaklarsa o zaman giderim” diye bir şart koyduğunu söylemişti. Size de böyle bir şey söyledi mi acaba?

     

    Bu anlamda bir konuşmamız olmadı.

     

    Peki , bu Cezaevi ziyaretleriniz devam edecek mi tekrar?

     

    Açıkçası bu konunun gündemleştirilmesi, şunu kabul edelim ki, kamuoyunda İslâmî camia da dahil olmak üzere Cezaevleri konusunda ciddi bir duyarsızlık var. Ciddi bir uzaklık var. Bu konuyu gündemleştirmenin bir takım zorlukları var. Bunu baştan kabul etmemiz lâzım. Ama bununla alâkalı olarak, biz Bolu’yu gördük fakat Türkiye’nin muhtelif yerlerinde kesinlikle 28 Şubat darbe koşullarının sonucunda yatan pek çok kardeşimiz var. Bunlarla alakalı olarak da elbette elimizden geldiğince bu konuyu gündemleştirmeye çalışacağız. Başka müslümanların da özellikle İslâmî medyanın da bu konunun takipçisi olmasının gerektiğini düşünüyoruz. Şu anda hükümeti çeşitli açılardan eleştirebiliriz ama en azından bu talepleri hiç olmazsa dinleyebilecek insanların olduğunu düşünüyorum hükümet kadrosunda... Yani 28 Şubat döneminde ne yaparsak yapalım dinleyecek muhatap bulma imkanımız yoktu. Bugün en azından bizi dinleyebilecek insanlar var. Sorumluluk alırlar mı bilmiyorum ama en azından dinleyebilecek olmaları bir avantajdır. Bunu değerlendirmemiz lazım. Bu konuyla alakalı çok çeşitli cezaevlerinde, çok çeşitli sorunlar var. Cezaevlerinde hasta olan müslüman tutsaklar var. Bunların tedavilerinin yapılmasıyla alakalı sıkıntılar var. İşte, Batman Cezaevi’nde mesela Fikret Bayram’ın yaşadıklarını biliyoruz. 2010’da Hizbullah Davası’ndan Cahit Durmaz’ın bir anlamda cesedi ailesine teslim edildi. Aylarca bu kişinin tedavi görmesi gerektiğine ilişkin hastane raporu, adli tıp raporu olmasına rağmen kolon kanserinden muzdarib oluğu için 30 kiloya düştükten sonra ancak oradan çıkmasına izin verildi ki, zaten “alın gömün” anlamına geliyordu bu.

    Bakın şöyle, cezaevlerindeki herkes, siyasî görüşü ne olursa olsun, hatta adlî veya siyasî ayrımı olmaksızın herkesin insanca muamele görme hakkı vardır. Fakat bilhassa İslâmî davalardan dolayı cezaevlerinde bulunan kardeşlerimizin kamuoyu oluşturabilme konusunda ciddi engelleri var. Diğer tutuklular konusu az çok gündeme gelebiliyor.

     

    İslâmî camia dışında meselâ, solcular bu insanî talebi oluşturabiliyorlar. İslâmî camia kendi insanına sahip çıkmada, hakkını aramada, zulme rıza göstermeme konusunda bir türlü istenilen seviyeye gelemiyor. Sizce bunun sebebi nedir?

     

    En temelde, İslâmî camia dediğimiz geniş kesim de cezaevleriyle alakalı ciddi bir gündem olmadığını görüyoruz. Cezaevleri sorunlarına karşı bir daralma var. Dolayısıyla bunun dışında yaşananlara da algılamakta zorluk çekildiğini düşünüyorum. Ama ayrıca şunu da ifade edelim ki; Cezaevlerinde bulunan müslümanların da kurdukları ilişkilerle dışarıya kamuoyu oluşturma konusundaki en azından irtibatta oldukları insanların bu konudaki çabaları çok yetersiz.

    Mesela ben şimdi şunu söyleyeyelim: Güler Zere olayını hatırlarız. Kanserdi ve çok sıkıntı çekti., çok zulum gördü. Ama arkadaşları Türkiye kamuoyuna ses getirecek bir duyarlılık oluşturdular. Bir çaba ortaya koydular. Bunu da görmemiz lazım. Yani mesela Cahit Durmaz olayını hatırladığımız zaman aynı yoğunluğun olduğunu göremiyoruz… Şunu kabul edelim: Sol yada PKK davalarından yargılanan insanların medyada ele alınış biçimleriyle, müslüman tutsakların ele alınış biçimi birbirine benzemiyor.

     

    Bu da insanî ilişkilerdeki zayıflığı göstermiyor mu?

     

    Elbette… Bu konularla alakalı ciddi bir duyarlılık eksikliği var. Geçmişte de bu böyleydi. Şu anda Türkiye’nin çok gündeminde değil ama işkence olaylarında da benzeri durumlar vardı. Algılamakla alakalı sıkıntı var. Bir örnek olması açısından şunu söyleyeyim: 94’te İzmir’deki iİslâmî Hareket Davası’ndan biliyorum… 5 kişi tutuklanmıştı hatırladığım kadarıyla. Birisi hanımdı. O hanım kardeşimizin gözaltı sırasında başörtüsünün açıldığına ilişkin bilgi kamuoyunda çok yankı yaptı. Ama o hanımın, diğer dört müslüman için “çırılçıplak soyulmuş ve işkencede çığlıkları yükseliyordu” şeklinde anlatımları bizim kamuoyunda ciddi bir yankı bulmadı. Konuya bütünlük içinde bakamamanın, siyasî perspektif eksikliğinin olduğu ortaya çıkıyor.

     

    Sadece kendi içinde bulunduğu cemaatın acısına bakılıyor. Aslında acılar ortak olmalı. Ümmet şuuru, insan olma şuuru gereği olarak… Ötekini görmeyince yeri gelince onlardan destek de bulamıyorsun.

    Mesala Yakub Köse’nin 28 Şubat’ın yargılanma sürecine dair büyük katkıyı, ordudan atılan ve bir çok dernek adı altında toplanmış yüzlerce subay, astsubay, Yakup Köse’nin, Özgür Der gibi sivil oluşumların desteğiyle açtığı süreci devam ettiremiyorlar. Oysa onların yolları o kadar açık ki… Zulmü seslendirme, ona karşı çıkma cesaretleri yok. Bunun kırılması gerekiyor.

     

    Haklısınız…

     

    Röportaj ve cezaevleri üzerindeki faaliyetleriniz için çok teşekkür ederim. Çalışmalarınıza başarılar dilerim.

    Ben de teşekkür ederim.


  3. 28 Şubat sürecinde 14 yaşındayken tutuklanan ve hakkında idam cezası verilen Yakup Köse, Bandırma Cezaevi'nde hücreye konulduğundan kendisine destek olan "hücre ağabey"sini yazmış.

     

    HÜCREMDEKİ NEFESİM

     

    Yakup Köse

     

    Geçtiğimiz günlerde bir dost meclisinde bakmam için uzatılan bir fotoğrafta, 16 senedir zindanda olan “hücre ağabeyimi” görünce bir an o günleri tekrar yaşadım. Bandırma Cezaevi’ndeki hücreye atıldığımda ilk duyduğum ve o andan itibaren duymak isteyeceğim ses onundu: “Senin ne işin var burada” diye sormuştu.

     

    Ben 14 o ise 25 yaşındaydı. Öyle mütevazıydi ki, sanki ben 25 o 14 yaşındaydı. Her işime koşar, benim seviyeme inip benle öyle muhatap olurdu. Kaprislerimi çeker, “Köse gene delirdi” derdi. Esprileriyle beni sakinleştirmeye çalışırdı.

    Bedenen zayıf olmam hasebiyle kendisine gelen karavanayı da bana yetirtmeye çalışır, “Yemeyeceğim” dediğim zaman da, çok hoşuma giden üslubuyla “Yi Yakubum, Yi” derdi. Kendi eliyle bana yemek yedirmeye çalışırdı.

     

    Hücrede o benim nefesimdi. Hücrede çok dallandığım zaman, Üstad Necip Fazıl Kısakürek’in devamlı dile getirdiği âyet-i kerîmeyi okurdu: “Allah, kimseye kaldıramayacağı yükü yüklemez”! Ve eklerdi: “İnanlar üstündür”!

     

    Ailem ziyarete geldiğinde, o bir saatlik görüş saatinde bana refakat eder ve ailemi teselli ederdi: “Yakup iyi, onu düşünmeyin. Ona iyi bakıyoruz.” derdi.

     

    Hani derler ya “Dost zor günde belli olur”, işte o, her bir taraftan kurşun ve bombanın yağdığı “Noel Baba” operasyonunda, ölümle burun burnayken bile yanımdaydı. Kolumdan yaralandığımda yaramı saran, kendisi G3 mermisiyle yaralandığı hâlde benle ilgilenmeyi sürdüren, beni almaya gelen timin başındaki ceberut komutana, “O çocuğun kolu kırık, dikkatli götürün” diyebilecek kadar kendinden geçmiş Anadolu’nun has bir evladıydı.

     

    İşte beni o günlere götüren fotoğraftaki isim, hâlen hapishanede olan İsmail Uysal’dı. “Müslümanlar kardeştir” ölçüsünü kendisine şiar edinmiş “hücre ağabeyim” Uysal, 1996 yılında Taraf Dergisi’ni dağıtırken gözaltına alınmış ve brifingden geçmiş ‘hukuk’un kararıyla müebbet hapse mahkûm edilmişti.

     

    Hapishaneye, hanımını ve 2 çocuğunu evde bırakarak giren İsmail Uysal, 16 senedir zindanda olmasına rağmen “Her şey Allah için” diyen bakışıyla bize çok şey anlatıyor.

     

    28 Şubat’la hesaplaşma ancak o sürecin verdiği mahkûmiyet kararlarının iptal edilmesiyle olur. O gün, bizlerin yapması gerekenleri yapıp, “Allahsız ordunun silâhına inanmıyorum” diye meydana çıkanları bugün zindanda unutursak, bu bize vebal olarak her iki âlemde de yeter de artar!.. Değil mi ki “Haksızlığa karşı susan dilsiz şeytandır”, haksızlığa uğramış Müslümanların haklarını almalarına yardımcı olalım. Onların bize değil, bizim onlara ihtiyacımız var; çünkü ahiret var!..

     

    06.06.2012 / Milat Gazetesi


  4. Eflatun’dan, Sokrat’ın veraset ilamını sormak

     

    Salih Mirzabeyoğlu: Necip Fazıl, beş asırlık tarih dilimimizle birlikte çağımızın nabzını yakalayan ve ideali aramayla toprağa bağlanma arasındaki bir berzahta kıvranan insanoğlunun oluş ıstırabını hakikatin hakikatine nisbetle heykelleştiren adam, İslâm’a muhatap anlayış davasının remz şahsiyetidir.

     

    Üstad Necip Fazıl Kısakürek’in vefat yıldönümü vesilesiyle ve 28 Şubat Hukuku mağdurlarının adil yargılanma talepleri çerçevesinde Salih Mirzabeyoğlu ismi gündeme oturdu. Müslümanından liberaline hatta solcusuna, hak ve hakkaniyet duygusu sahibi tüm köşe yazarları, onunla ilgili yazdılar. Hukuki boyutu hukuk adamlarına bırakarak, Necip Fazıl-Salih Mirzabeyoğlu fikir ilişkisi üzerine Yalçın Turgut ile konuştuk.

     

    - Necip Fazıl-Salih Mirzabeyoğlu ilişkisi nasıl başladı?

    - Benim çarpılışım, Allah’ın bir lütfu olarak lise yıllarında Salih’le ve onun sayesinde Büyük Doğu ile tanışmamla gerçekleşti. Bu, 180 derece değişen hayatımın miladı oldu... Sonraki yıllarda birlikte çıkardığımız Gölge Dergisi’nin iki dönem yayın yönetmenliğini yürüttüm. Akabinde Akıncı Güç dergisini çıkarttığımız günlerde (nasıl cüret ettiğime bugün bile ürperirim) ondan habersiz, üç genç arkadaşıma Akıncı Güç’ün çıkmış sayılarını vererek Üstâd’ı ziyarete yolladım.

     

    Bundan sonrasını Üstâd’dan dinleyelim:

     

    “Müjdelerin müjdesi

    Birkaç gün önce...

    Büyük Doğu Yayınları’nın idare yerine birer meşale kıvraklığında üç genç geldi. Oturdular ve tek kelime söylemeden bana bir dergi uzattılar; Akıncı Güç... Bunlar bu dergiyi çıkaran ve güden gençlerdi...

     

    Gece yatağıma uzanıp dergilerini açtığım zaman ne görsem iyi? Bir baştan öbür başa Büyük Doğu idealinin destanı... Hem de en derin fikir tabakalarına kadar nüfuz edici ve bugünkü aydın İslam gençliğini Büyük Doğu mihrak ve istikametinde gösterici bir tahlil, terkip, tefekkür ve tahassüs ifadesiyle... Alkol kokulu cenaze çelenklerinden daha adi pohpohlamalarla değil... Duyarak, düşünerek ve yaşayarak...

     

    15 yıllık oluşunun harcı içinde alın terim, hummalı nefesim ve olanca kımıldama gücüm yatan Milli Türk Talebe Birliği’nin nihayet ölü kalıplar içinde donduruluşu, tek ümit halinde yöneldiğim Ülkücü gençliğin de henüz ruh adalelerine büyük vecd ve tefekkür cereyanını vermeye fırsat bulunmayışı önünde, bu, en beklenmedik yerden kendi kendisine yükselen ses, bana müjdelerin müjdesini getirdi:

    Onlar benim ardımdan gelmeyecek, ben onların arkasından koşacağım!” (Büyük Doğu Rapor 7)

     

    Üstad’ın “Büyük Doğu’nün düşük çocukları” dediği beslendikleri ocağı günlük politikaya satan zümreyi ve biraz mürekkep yalamayı Üstad’a ulaşmak sanan güdükleri bir kat daha çıldırtan, işte bu son cümleydi...

     

    - Üstad gibi bir şahsiyetin kimse için sarfetmediği böyle bir cümleyi sarfetmesi “Ben onların arkasından koşacağım” demesi çok ağır bir sorumluluk yüklemiyor mu?..

     

    - Elbette... Salih Mirzabeyoğlu’na dağlar gibi bir sorumluluk yüklüyordu... Ama o zaten “Binbir başlı kartalı” omuzlarında her an taşıyan bir genç adamdı...

    Muhatap oydu. O genç...

     

    Nitekim, Salih Mirzabeyoğlu’nun Rapor 10’da yer alacak “Ön Meselelerimiz” başlıklı yazısını teslim ettiğimde, Üstad süratle yazıya göz atıp, gözlüklerinin üzerinden bana bakarak; daha sonra yazılarında da zikredeceği: “Bütün bir ömür boyu bir genç adam aradım... Elime bir geçti, pir geçti...” diyecekti...

     

    - Üstad’la Salih Mirzabeyoğlu’nun ilk görüşmeleri nasıl oldu?..

     

    - Gönderdiğim dergileri inceleyen Üstad, yazısında da belirttiği gibi, Ankara dönüşü, bizi Erenköy’deki eve akşam yemeğine davet etti. Bahçede hazırlanmış sofrada Üstad’la Salih ve biz dört kişi, yenilen yemek, ayakta Üstad’a hizmet eden oğulları...

     

    Akabinde, bahçede, Üstad’ın arkasında kılınan akşam namazı. İşte Salih Mirzabeyoğlu’nun “Beş asırlık tarih dilimimizle birlikte çağımızın nabzını yakalayan ve ideali aramayla toprağa bağlanma arasındaki bir berzahta kıvranan insanoğlunun oluş ıstırabını hakikatin hakikatine nisbetle heykelleştiren adam” dediği, “İslâm’a muhatap anlayış davasının remz şahsiyeti” dediği Üstad’ıyla ruberu ilk görüşmesi...

     

    - Akıncı Güç’ü kapatarak, yeni dostları olarak Üstad’ın Büyük Doğu Rapor’larına dahil olmanız nasıl gerçekleşti?

     

    - Akıncı Güç’te Salih Mirzabeyoğlu’nun kaleme aldığı “Gölge I. dönem, Gölge II. dönem ve Akıncı Güç... İlk haykırıştan sonuncusuna kadar herbiri, Büyük Doğu şuuruna doğru yükselen basamakları gösterici ve bu şuura bağlı olarak kendi dereceleri içindeki hareketin vasıtaları... Kafası esen rüzgâra göre yön değiştirenlere karşılık bu çizgiyi, aynı kaynaktan beslenerek aynı hedefe doğru «gelişen» bir şuur diye ifade edersek, sebebini, bağlı olduğumuz «doğru yol» anlayışını işaret niyetinde arayın. Şimdiye kadar belirttiğimiz küçük görünüşlerin üstüne bir perde çekiyor ve «büyük zuhur»a kadar, oluşumuzu tamamlamak üzere Büyük Doğu mihrakında toplanıyoruz. Büyük aksiyon ruhu, kültür edası, sanat ve estetik anlayışı, dâva aşk ve ahlâkı içinde, “Kim yolumuzu en sarsılmaz ve taviz vermez istikamet bilgisiyle gösteriyorsa liderimiz odur!» dersek, tâbi olanı ve olmayanıyla herkes bunun kim olabileceğini, kendi öz babasının isminden daha iyi bilir. Böyle bir liderin maiyetine girmenin bir liyakat işi olduğundan habersiz başıboşlara karşılık, maiyet olmanın ve yetenekleri liderin emrine vererek kendini ortaya koymanın ne demek olduğunu göstermek de bizim borcumuz” şeklindeki deklarasyon yayınlanarak dergi faaliyetlerini durdurdu...

     

    Akıncı Güç’ün bu son sayısında Üstad’ın, Salih Mirzabeyoğlu’nun şahsında “Akıncı Güç Kadrosu’na İthaf İdeolocya Örgüsü’ne Ek” başlıklı yazı da yer aldı: (Yazının Üstad’ın el yazısıyla orijinali arşivimdedir)

     

    İslâm yenilenmez. Anlayışı yenilemek gerekir.

    Anlayış mı?.. Nurun aynadaki aksi... Aynayı yenilemek

    Güneş yenilenemez, Göz yenilenir.

    Dört büyük halifenin sırayla şiarları olan merhamet, celadet, edeb ve akılda tam ikmalli ve teçhizatlı olarak, 15. İslâm Asrının eşiğinde, İslâmı yenileme davasını çözümlemeye güçlü nesilden, ana rahmini tekmeleyici sesler duyuluyor. Aya gitmek hüner değil, bu sesleri güneşten duyulacak derecede fikirde ve aksiyonda yükseltmek marifet...”

     

    O günleri Büyük Doğu Rapor 7’de Üstad şöyle anlatıyor:“Nihayet beklenmedik bir tecelli bana hasretini çektiğim gençliğin, ben farkında olmadan tohum atmış örneklerini kendi ayaklarıyla kapıma getirdi. «Akıncı gençler»den «Akıncı Güç» halinde kopup Büyük Doğu idealine bağlı olmaktan başka yol ve gayeleri olmadığını haykıran bir zümredir; ve kendi markalarını taşıyan dergilerini kapamak, Büyük Doğu’ya katılmak, şartlar imkân verince de teşkilâtını kurmak üzere şimdiden tek mihver etrafında kümelenmişlerdir. Hikâyelerini eski «Rapor»larda gördüğümüz bu gençler, ellerimin teması olmaksızın, derinliğine ve genişliğine Allah’ın bahşettiği hacim sayesinde ve bir şimşek aydınlığı denecek kadar kısa bir temas neticesinde 40 yıldır aradığım gençliğin heykel kalıbını bana gösterdiler ve hem dergi, hem dernek noktasından ilerideki oluşumuza değin «Rapor»larda benimle beraber tecelli vazifesini üzerlerine aldılar.”

     

    - Böylece Üstad’ın vefatına kadar sürecek birlikteliğiniz başladı.

     

    - Madde plânında evet. Salih Mirzabeyoğlu için ruhi birliktelik Üstad’la tanışmadan önce de vardı... Hâlâ da sürüyor. Üstad’ın defalarca “Salih, beni bir tek sen anlıyorsun” hitabının henüz yaşayan şahidiyim.

    Yine Üstad’ın “Sen yalnız bana yazıyorsun. Fikri şekere bulayıp, herkesin anlayacağı tarzda yazmalısın” sözlerinin de canlı şahidiyim.

     

    - Üstad bir tanedir, yaşamış, veda etmiş, halef bırakmamıştır, deniyor. Ne dersiniz?..

     

    - Üstad’ın Büyük Doğu ideolocyası etrafında ördüğü kütüphanelik çapta Büyük Doğu Fikriyatı’nı bir tekke veya bir bakkaliye zannederek ona halef ya da varis arayan fikir fukaralığına ne söylenebilir? Ne söylense anlayabilir?.. Böylesi hamakat, Eflatun’dan, Sokrat’ın veraset belgesini sorar...

     

    Nasıl-niçin ilişkisini Büyük Doğu’ya nisbetle İBDA kütüphanesi olarak 67 cilt eserle ortaya koyan Salih Mirzabeyoğlu gibi bir fikir adamının fikrî varisliğinin tasdikini fikir fakiri adamlardan mı bekleyeceğiz?.. Üstad’la karşılaşmış, konuşmuş, yanında vakit geçirmiş olmayı Üstad’ı tanımak, anlamak ve ulaşmak(!) zanneden taifeye söylenecek tek söz var:

     

    Üstad’ın aşçısı, aynı çatı altında, sizin topunuzdan daha uzun süre yaşamış ve her gün onunla defalarca konuşmuştur!..

     

    - Salih İzzet Erdiş, niçin Mirzabeyoğlu müstear ismini kullanıyor?..

     

    - Salih, Şerif Muammer Bey’in oğludur. Dedesi İzzet Bey’dir. Büyük dedesi Hacı Musa Bey cennetmekân Ulu Hakan Abdülhamid Han’ın mutemet dostudur. Geçtiğimiz günlerde gazetemizde neşredilen ve Nutuk’ta da yer alan, Mustafa Kemâl’in kendisine gönderdiği ve Ermeni mezâlimine karşı yine yardımını talep ettiği mektuptan hatırladığımız Hacı Musa Bey...

    Salih’in büyük büyük dedesi ise Mirza Bey’dir...

    Bu yüzden Mirzabeyoğlu imzasını kullanıyor.

    Salih Mirzabeyoğlu’nun soy kütüğü Halid Bin Velid’e dayanır ve iki kere değil, upuzun bir bey soyunun son halkasıdır.

     

    29.05.2012 / Yeni Akit


  5. Seyfullah Türksoy'la İstanbul Adliyesine!

    [/left]

    18 Mayıs 2012, 19:07

    [/left]

    Hakkımızda İstanbul Cumhuriyet Savcılığına Gazeteci Seyfullah Türksoy ve avukatlarının başvurusu ile soruşturma açılmıştı. Velhasıl geçtiğimiz günlerde Telefonumuzun eski olması sebebi ile mesaj gönderipte ulaşılamadığı için olayı polise havale eden savcılık ifademize başvurdu. Ve Bugün'de telefonumuza düşen bir mesaj ile mahkeme sürecinin başlatılmış olduğunu öğrendik.

     

     

    Mevzuuya bahis olan 'Haber' hala daha internet sitelerinde asılı duran ve bizimde iktibasen yayınladığımız Seyfullah Türksoy ile alakalı bir alıntı haber. Haberin içeriği o günlerde İstanbulda işlenen 'Çeçen Cinayetleri ve Seyfullah Türksoy' bu bağlamda hakkımızda 'adil yargılamayı etkileme' ve 'suç uydurma ' suçlarından savcılık dava açmış bulunmaktadır.

     

     

     

    Seyfullah Türksoy ismi hemen hemen hepimizin aşiyane olduğu bir isim. Velhasıl, 'Türksoy'la İpekyolu' adlı bir program ile adını duyurmuş olan bu gazeteci'nin Kadirov ile beraber çekilmiş fotoğraflarını google'da aratırsanız hemen hemen heryerde karşınıza çıkacaktır. Seyfullah Türksoy Kadirov'u tanıyor mu? diye bir haber yayınlasaydık sitemizde bu da suç unsuru olacakmıydı acaba? Gerçekten merak ediyoruz... Velhasıl Büyük Gazete'lerde bile bu yönde haber yapılmış olması ve bizimde onu alıp yayınlamamız bizim mahkemeye çıkmamıza vesile oluyorsa burada oturup düşünmek gerekiyor...

     

     

     

    Bizler haber değeri gördüğümüz her bilgi ve belgeyi sitemizde yayınladık. Bahsi geçen haberi'de önemine binaen yayınlamış ve daha sonra'da sitemizle alakalı bir problem yüzünden o haber dahil yüzlerce haberi silmiştik. İnternet kullanmayı bilenler ve internette habercilik ve benzeri işlerle uğraşanlar gözden kaçan kişilik haklarına aykırı veya Kişilerin manevî şahsiyetlerine eleştiri sınırları ötesinde saldırı bulunduğu taktirde, bizzat şahsının veya vekilinin talebi doğrultusunda o yazıyı sileceğini taahhüt eder. Bu kanunlara görede böyledir ve bir çok kez bazı haberlerimize uyarı gelmiş ve bu yönde başvuranların isteklerine karşılık vermişizdir.Kaldı ki bahsi geçen haber hakkında suç unsuru oluşturabileceği ihtimalini bilen Türksoy bize bu yönde bir istekte bulunmamıştır.

     

     

     

    Seyfullah Türksoy ya da avukatları bahsi geçen haberi alıp kopyalayıp yapıştırıp direk olarak savcılığa hakkımızda 'suç' isnad ederek başvurmuş ve savcılıkta bunu ka'ale alarak soruşturma ve mahkemeyi başlatmıştır.

     

    Elbette ki bu hususta bizleri zan altında bırakan bu soruşturmanın ayrıntı ve ifadelerini sizlerlede paylaşacağız. Bunun yanında o olmuş bu olmuş meselesinden ziyade 'Anadolu Haber Günlüğü' olarak bugüne kadar yaptığımız yayınların yasal bir format içerisinde sürdürmeye çalıştığımızın bilinmesinde fayda vardır. Yasal olarakta yürütsek demek ki dava açılacaksa açılıyormuş bunuda gördük... Önümüzde ki günlerde ve ya aylarda Kendisi müşteki ve ben deniz'de sanık olarak İstanbul 4. Asliye Ceza Mahkemesi sandalyelerinde olacağız.

     

     

    Gelelim Çeçenistan ve Kadirov meselesine...

     

    Kadirov denilen kişi hakkında hemen hemen hergün Türkiye'de bir yığın haber ve bilgi akışı gerçekleşiyor. Kadirov denilen ve Rus işgali altında bulunan Çeçenistan'da Rus'larla beraber Çeçenistan'ı yöneten bu adamın neden Türkiye'de meşrulaştırılmaya çalışıldığını anlayabilmiş değilim. Olaya hem Türkiye'nin hem de bağlı bulunduğumuz İslam medeniyetinin stratejik konumu açısından bakarsak,Rus emperyalizminin Çeçenistan'da işlediği katliam ve soykırım tatbikatlarını eline ilk fırsat geçtiğinde bizzat Anadolu topraklarında da işleyeceğini söylememize gerek var mı? Kaldı ki Kadirov Avusturya mahkemeleri tarafından bizzat suikast ile katledilen Çeçen asıllı müslümanların Katili olarak gösterilmiştir. Bu adamı Türkiye topraklarında kim neden ve niçin ve nasıl savunabilir ki?

     

    Geçtiğimiz günlerde mevzuumuz ile alakalı olrak İstanbul'da gerçekleşen ve benim çok önemsediğim bir konferansa da değinmeden edemeyeceğim.Gerçekten Türkiye Devlet olarak Asya ve Afrika ve de Ortadoğu'da bir liderlik iddiasında ise o konferansta alınan kararları kendi stratejisi olarak deklare etmelidir. Konferansın en önemli maddesi 'Bağımsız ve Birleşik Bir Kafkasya' platformunun oluşturulmasıydı..

     

    Hakkımızda açılan dava'nın niteliği ve ayrıntıları hakkında henüz iddianame elimize geçmediğinden bir bilgi sahibi değiliz. Lakin Türkiye'de bu hususta şayet bizim gibi şahsına munhasır yayın yapan ve Anadolu'da ki bütün insanları kuşatıcı bir şekilde yayınlarını sürdüren bir siteye soruşturma açılması aklımızda bir yığın soru işareti doğurmaktadır. Çeçenistan'a ulaşan sesimizin, Afganistan, Filistin, Doğu Türkistan, Irak ve işgal altında ki o aziz ve mukaddes topraklarda da yankılanacağı günün hasretini çekiyoruz. Yukarı da bahsettiğimiz konferans'ta alınan 'Bağımsız ve Birleşik bir Kafkasya' idealini savunmak ise suçumuz o halde sonuna kadar bunu haykırmaya devam edeceğimizi bir kez daha deklare ediyoruz.

     

     

     

    Yaşasın Tam Bağımsız ve Birleşik Kafkasya!

     

     

     

    Tuncay Aksoy

     

     

     

    www.anadoluhaberim.com

     

    [/left]


  6. Alposka kardaş, ne başkası türkleşsin ne de sen kürtleş...

     

    Milli-resmi dil tek olmalıdır tabii ki...

     

    Ancak azımsanamayacak nüfusta ve yöresel olarak yoğun yaşayan "farklı dil" deki vatandaşlara sahip bir ülkede yaşıyoruz.

     

    "Farklı dilleri konuşan insanların bir arada yaşamaları Allah'ın bir yansıması olan tabiat kanunlarına terstir. " demişsin.Ve ayetlerce -kendince- bu görüşünü desteklemişsin. Birarada pekala yaşayabiliriz, yaşanmıştır ve yaşanacaktır.

     

    Resmi ve milli dile riayet edildiği müddetçe mesele olmaz.Bulunduğu yerde geçerli ve ortak dile riayet yeterlidir.Misal: Samsun'da yaşayan bir kürt vatandaş bakkaldan ekmeği Türkçe isteyecektir, zira muhatabı Türktür.Ahali kahir ekseriyeti Türkçe konuşmaktadır. Lakin Siirt'teki adam kürtçe isteyebilir.

     

    Mesele "niyet" de düğümleniyor aslında. Bütün ümmet tek bir devlet (başyücelik) olmadıkça bunları daha çok tartışırız.


  7. Mısır’da Hz. Ayşe’ye hakaret eden oyuncak

     

    Mısır’da Çin malı bir oyuncağın ses çıkardığında Hz.Ayşe’ye hakaret ettiği saptandı. Bunun üzerine Mısırlı bir milletvekili konuya ilişkin adım atılması talebiyle oyuncağı da yanına alarak meclise gitti.

     

    08 Mayıs 2012 Salı - 12:23

     

     

     

    Betül Akyüz / TIMETURK

     

    Mısır çarşılarında satılan Çin yapımı bir oyuncağın Peygamber efendimizin (s.a.s.) hanımı Ayşe annemize (r.anha) hakaret ettiği ortaya çıktı. Mısırlı milletvekillerinden biri oyuncak mevzuunun ele alınması için Pazartesi günü mecliste toplanılmasını talep etti.

     

    Mısırlı milletvekili Mustafa Musa, tabanca şeklindeki; müminlerin annesi Hz. Ayşe’ye (r.anha) hakaret eden oyuncağın ülkede satışının yapılmasının kapsamlı bir biçimde ele alınmasını istedi. Bu gaye ile oyuncağı parlamentoya getirdi. Musa bu oyuncağın 5 cüneyhe satıldığını, bunun dışında internet üzerinden Mushaf-ı Şerif’e ve kutsal mekanlara atışın yapıldığı oyunların da bulunduğuna dikkat çekti.

     

    Mısırlı milletvekili Kuveyt Parlamentosu’nun geçtiğimiz hafta, müminlerin annelerine hakaret edenlere idam cezasını yasalaştırdığı ifade ederek kendilerinin Allah Resulü’nün (s.a.s.) hanımı Hz. Ayşe’ye hakaretin önüne geçebilecek bir yasa ya da kararlarının olmadığına dikkat çekti.

     

    Halk Meclisi Başkanı Dr. Muhammed Saad El Ketatini ise talebi, oyuncağın Çin’den ithal edilmiş olmasına dayanaraktan; ithal ve ihraç işleri ile ilgili olduğu gerekçesiyle halk meclisindeki dini komite yerine iktisadi komiteye sevketti.

     

    Bilindiği üzere Kuveyt Parlamentosu geçtiğimiz hafta Allah Resulü’ne (s.a.s.) ve hanımlarına (r.anhunne) hakaret eden ve kendilerini kötüleyen herkese idam cezasını büyük çoğunluğun onayıyla yasalaştırdı. Tasarının yasalaşmasına 6 Şii milletvekili dışında kimse karşı çıkmadı.

     

    Bazı kesimler, peygamber efendimiz (s.a.s.) ve hanımları (r.anhunne) ile alay edilmesinin önüne geçmek için bu adımı tüm Arap ülkelerinin atması gerektiği görüşlerini ortaya koydu.


  8. Ş.PERWER-K.BURKAY-İ.TATLISES-İ.BEŞİKÇİ VESİLESİYLE KÜRT SOLU-SİYASİ HAREKETİ İNTİHAR EDİYOR

    23 Nisan 2012, 14:59

    Bu makale 53 kez okundu

    Sezai Dilbilen

    Milletlerin bağımsızlığında üç esas unsur vardır; Fikirde, Ahlakta, Eylemde kendiyle, halkıyla, komşularıyla barışık olmak… Bunlardan herhangi biri eksik olduğunda gerçek bir bağımsızlıktan bahsetmek imkansız hale gelir…

    Hangi örgütsel yapıda olunursa olsun; kendi halkının öz kültürüne yabancı, kahramanlarına uzak, alimlerine saygısız bağımsızlık yanlısı hareketler, hakikatte kendi milletine karşı savaşan ve onları ezmeye, gütmeye çalışan bir başka güçtürler. Ellerine geçirdikleri imkanlar yada şartların getirdiği sebepler neticesi halkını idare etmeye kalkan bu yapıda ve anlayışta ki örgütler, devrim ve bağımsızlık mücadelesinde kültür emperyalizmine, kültürel yabancılaşmaya ve milli şuur çözülmesine her defasında yenik düşmektedirler. Sebebi gayet basit olan bu mesele; hiçbir millet yabancı olduğu bir kültür, inanç ve ahlak için varını-yoğunu feda etmez keskinliğinde hayat bulmaktadır. Allahsız bir rejime Kürd’ün muhabbet duyması, dini ve örfi anlayışları afyon, melanet, ilkel davranış olarak tanımlayan Marksist, Leninist, Maoist anlayışlara Kürd’ün ruhunun kapısını açması onun felaketi olmaya başlamıştır. Nihayetinde bu tür hareketlerin tarihi seyri malumdur ki; hiçbiri milletlerin derdine derman olmamış, aksine onların; ruhsuz, fikirsiz ve kendilerini boşlukta hissetmeleri sebebi ile ekonomik, siyasi, fizyolojik ve psikolojik travmalara trajedilere düşmelerine sebeb olmuştur. 1990 itibari ile kitleler halinde süren bu trajedi ve travmalar hali hazırda bu milletlerin başka milletlerin fuhuş kaynakları, işçi ve emekçi kaynakları olmanın dışında bir şey olmamıştır.

    Bu, Kürd’ü Marksist ideoloji ile yetiştirmeye ve eğitmeye çalışıp diğer yandan çok uluslu güçlerin, şirketlerin ve İsrail gibi sicili bozuk devletlerin aynası hükmünde fikir ve eylem beyan etmek ortaya koymak, aslında “Kürd’ün kendi öz Milli Şuuru, Kültürü ve Ahlakı olmasında” ne olursa olsun, demektir. Kürd’ün tarihi geçmişini hiçe sayan, kültürel birikimini hafife olan bu durum kendi milletine güvenmemekten, inanmamaktan başka bir şey değildir. “Benim gibi düşünmeyen Kürd yanlış düşünüyordur” ön yargılı tavrı, Kürd’ü aptal yerine koymaktan ve “Bu Kürdler cahildir, bilmezler” gibi kemalist aşağılamadan başka bir şey değildir. Ve biz, “üstünlüğü takvada gören biz”, Türk’ü Kürd’ü Arab’ı ; Fikirde, Ahlakta, Eylemde samimi, inançlı ve izzetli görmek isteyen biz, elbette Kürd’e yapılan böylesine bir muameleye şiddetle karşıyız… İsmail Beşikçi, Kemal Burkay gibi Kürt Solu Siyasi hareketinin bir dönem öncülüğünü yapmış insanları bir kalemde silmeye kalkışmak, Şivan Perwer gibi sanatçıların sırtından yıllarca nemalandıktan sonra ihanetle suçlamak feodalist hastalığın getirdiği nevrotik bir vakadır. Emperyalizme karşı savaşmak yerine, işin kolayına kaçıp kendi milletine, kavmine, kavminin dostlarına komşularına savaş açmak, düşmanlık beslemek herhalde kolay anlaşılır bir şey değildir. Bu insanlar Kürt kültürünün bir parçasıdır, eksik veya gedik. Ama Marks Kürt kültürünün neresindedir, İsrail Kürt kültürünün neresindedir.

    Feodalite bir rejim değil, feodal’da siyasi bir unsur değildir fakat güçlerini fikirle yeterince olgunlaştıramamış örgütler veya kadrolar için, tenkid ederken içinde kayboldukları ve bilfiil tenkid ettikleriyle aynileştikleri bir sosyal olgudur… Daha açıkçası, Fikir-Ahlak-Eylem üçlemesinden bütün fikir şartı ve sistem şuuru çıkaramayanlar bu hastalığa kapılmaktan kurtulamazlar ve örgütsel düzenleri feodal bir yapı halini alır. Yeni bir yıkılması gereken “feodal yapı” olarak cemiyet içinde yer alan bu gruplar, örgütler kesinlikle “tıpkı feodallerde olduğu gibi” yanlış yaptıklarını, yapabileceklerini kabullenmezler… Onlara göre kesinlikle yanlış yapan halktır, çünkü onlar bilmezler, halkı çabucak aldatılabilen, kandırılabilen sürü yerine koyarlar ve yine onlara göre kendileri gibi düşünmeyenler ajandır, düşmandır… Göz öylesine körleşir ki, kendi halkının ileri gelenlerini, bilgelerini, sanatçılarını, vekillerini, alimlerini infaz etmeyi meşru görür. Sonra da geçer bu haline delil-delavet arar. Oysa bu durumu bir Kürd atasözü ile ifade edecek olursak; “Şahdê rovi duvkê wiye. - Tilkinin şahidi kuyruğudur.” ‘den başka bir şey değildir.

    Merak edilen bir şey var; siz neye karşısınız ve ne teklif ediyorsunuz? Burası inanılmaz derecede mühimdir. Teklif ettiğiniz sistemin emperyalistlerle ilgisi ne? Hangi kültürü milletiniz için uygun görüyorsunuz, Laik Kemalistlerin pırıl pırıl! demokrasileri gözlerinizi kamaştırdı da sizde mi batlılılaşmak, uygarlaşmak istiyorsunuz? Peki ya Şeyh Said Niçin şehid oldu; Obama için mi, Marks için mi, İsrail için mi? Ahmede Xani nasıl bir Kürd tahayyül ediyordu, Allah’a, kitaba söven, dine imana hakaret eden, kendi gibi düşünmeyen Kürd’ü ihanetle suçlayıp kıran bir Kürd Milleti mi hayal ediyordu. Asla! Hiçbir Kürt buna rıza göstermediği gibi, Kürd’ün tarihinde yeretmiş hakiki- orijinal şahsiyetlerde buna rıza göstermemiştir. Sözü Mahabad Kürt Cumhuriyeti lideri Kadı Muhammed’e havale edersek; “Allah'a ve Peygamberine inanın ve Allah'tan gelen her şeye güvenin ve mümkün olduğunca dini görevlerinizi (ibadetlerinizi) yerine getirin. Birlik ve beraberliği savunun, kötü işler yapmayın, özellikle sorumluluk ve hizmette birbirinizi kıskanmayın.”

    Kürt Sol Siyasi hareketi Kürtlerle barışmak zorundadır, Kürtlerin kalplerini kazanmak için Kürt Milli Şuurunu ve ahlakını süsleyen Kürt tarihinin, edebiyatının, ilminin ender yetişen alimlerine, kahramanlarına, aydınlarına benzemek zorundadır… Kürd’ü Rus gibi değil, Avrupalı gibi değil, İsrailli gibi değil Kürd’ü Kürd gibi yetiştirmek için onun inancıyla, ahlakıyla, giyimiyle, komşularıyla, davasıyla kendini uzlaştırmak zorundadır. “Hiçbir Kürt Amerikan payandası, İsrail ayakçısı, Rus hayranı değildir, olamazda” diyebilmeli ve bu deyişinin hakkını vermelidir. Kürdleri tehdit ederek, Kürt aydınlarını Kemalistlere benzer bir işkence ile ademe-yokluğa mahkum ederek, Kürd dünyasını, şirket mantığı ile müşteri olarak görüp, tekelleşme sağlayarak bir yere varılamayacağını bilmelidir. Laik Batıcı Türklerin 90 yıldır tek problemi malum olduğu üzere başta İslam olmak üzere Anadolu’da yaşayan milletlerin inancı ve kültürüdür. Onları reddetmekle işe başlayan Laik batıcı Türkler, İslam cephesine toslamakla beraber aynı zamanda Kürt milletini de büsbütün karşılarına almışlardı. Uzatmadan laik batıcı Türkler İslam’a, kendi milletine ve Kürde düşmanlıktan başka nasıl bir halt bilmiyorlarsa laik batıcı Kürtlerde kendi milletine ve Türk’e düşmanlıktan başka bir şey bilmiyor. Her ikisi de “Laik Batıcı Kürt’te Laik Batıcı Kürt’te” ülkelerinin gerçek işgalcisi, sömürücüsü ve gençlerini kırdırıcısı fesat ve fitne takımı Siyonist Batıya karşı onurlu bir tavır almamaktadır. Aksine İsrail’le kolkola gezmeyi, ABD ile stratejik bilmem ne anlaşmaları imzalayıp birbirlerine karşı pusu kurmayı, ABD ve İsrail için kan dökmeyi “devrimcilik ve devletçilik” sanan zevatlar Kürd’ü, Türk’ü mahçup etmekte, başını yere eğdirmekte ve birbirlerine karşı nefretle bakmayı sağlamaktadır. Buraya bir not düşmekte fayda var. Komşusunun malını kundaklamak-yağmalamak devrimcilik değil aksine zulümdür. Kürd’ün başını öne eğdirmek, onu yaşadığı ortamda mahçup etmek ve yeni bir esaretin kapısını aralamaktır. Oysa Kürd’e onur ve izzet katacak, adından kahramanlar gibi söz ettirecek gerçek devrimcilik ve bağımsızlık mücadelesi; emperyalist odaklara, Siyonist işkencecilerin fesat yuvalarına, Anadolu’nun kanını emen Çok Uluslu Şirket ve uzantılarına, Batı ve batıcı siyasi örgüt ve tatbik edici –Mason, Rotary, NATO, İncirlik- gibi kurumlara karşı yapılandır. Kürt dünyası kendilerine böyle bir onur ve izzet katacak kahramanlarını özlemle bekliyor… Artık başı öne eğik, mahcup olmak istemiyor… Ancak belli ki bu komşusunun malını kundakçılıktan başka bir şey bilmeyenlerin işi değil. O zaman Kürt dünyası evlatlarından Kürd’ün tarihinde, kültüründe yeretmiş alimler, kahramanlar gibi davranmalarını istemek zorundadır. Buna zorlamalıdır.

    Özetle Kürd’ün kabuğunu (cismaniyetini-cesedini) alıp ruhunu reddetmekten, inkar etmekten biran önce vazgeçmeli ve Kürd’e düşmanlığı, Kürd’ün şerefli ve izzetli tarihine bir yabancı gibi bakmağı bırakmalıdır. Molla Muhammed El-Karadağî(Milâdî 1798) gibi Süleymaniye’li bir alimin cesedini Kürt diye kabul edip, Kürt alim, Kürt edebiyatçı diye övünecek ama onun bağlı olduğu ruha sırtını döneceksin, böyle bir şey Kürtlere zulümdür, ihanettir onu cahilliğe mahkum etmektir. Fatih Sultan Mehmet’in hocalarından ve Bursa kadılarından Molla Goranî gibi izzetli ve şerefli bir Kürt alimini tanımak ve onun gibi davranmak, 19. yüzyılın en mühim şahsiyetlerinden Mevlânâ Halid Nakşibendî-i Şehrizorî Hazretlerinin (1777-1826) davasına sahip çıkmak, Melayê Batê’nin yazdığı Kürtçe Mevlüt, Ahmedê Xanê’nin yazdığıNûbıhar, Siirtli Mela Xelil’in yazdığı ve dili Kürtçe olan Mehc’ül-Enam ve Ahmedê Xanê’nin Eqida İmanê kitabları Arabça-Kürtçe Lûgat ve ayrıca çok sayıda Arabça ve Kürtçe dinî kitab okutulduğu medreselere yol açmak emperyalizme karşı vurulacak en büyük darbedir. Ki eğer ki Kürt Solu-Siyasi Hareketi gerçekten Kürd’ün bağımsızlığına düşkünse ve bu hususta samimi ise…

    Bizim tavrımız ise belli; Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu’nun söyleyişiyle “Kavim, fikrin tecelli imkânıdır; buna nisbetle de, İslam’ın hakikatine yaklaşıldığı kadar kavim hakikati ortaya çıkar… Yani Kürt, Türk, Arab, ilkel bir psikoloji içinde kavmiyle böbürlenen değil, İslam’ın hakikatini yaşatandır... İnsan ve kavim, bu hakikate yaklaştığı kadar azizleşir, uzaklaştıkça da süflileşir… Anlaşılıyor ki değer keyfiyettedir; şu veya bu kavme ait olmak kimsenin elinde değildir ve insan ancak kendi emeği derecesinde şereflenir…”(Adımlar, Kürd’ün Meselesi)

     

     

     

    Baran Dergisi, 220. Sayı


  9. 277725.jpg

    Ürdün Kralı İsrail yönetimini uyardı

    3 Mayıs 2012 Perşembe 19:32

    Ürdün Kralı Abdullah, Kudüs'te yeni yerleşim birimleri kuracağını açıklayan İsrail yönetimine sert çıktı

     

    İsrail'in Kudüs'te 1100 dairelik toplu konut yapma planına tepki gösteren Ürdün Kralı Abdullah, "İsrail'in tek taraflı karar alması bölgedeki gerginliği artırarak istikrarsızlığı artıracaktır. Dolayısıyla İsrail, bu planından vazgeçmelidir" dedi.

    Haaretz gazetesi 1 Mayıs'ta yayımladığı haberde, İsrail İçişleri Bakanlığının Kudüs'te bir otel ve 1100 konutun yapılması için onay verdiğini duyurmuştu.


  10. Ümmetin başındaki fitnelerin -belki de- en büyüğü...

     

    Kendini ümmet gören, kendinden başkasını ümmet dışı gören bir anlayış...

     

    Takıyye ve karaktersizliğin ruhlara işlediği bir yapı...

     

    Öyke ki, müslümana bile diş bilemeye kadar...

     

    Bunlara karşı dikkati ve tedbiri elden bırakmadan, içlerindeki aldatılmış masumları kurtarmak ilk vazifemiz olmalı...

     

    Bediüzzaman , bizim değerimizdir, alimimizdir.Evliyamızdır.


  11. İBDA Kıyamı Atlanarak 28 Şubatla Hesaplaşılmaz

     

    Kazım ALBAY

     

     

    23 Nisan 2012, 12:36

     

     

     

     

    28 Şubat’la gerçekten hesaplaşmak için öncesi ve sonrasını da görmemiz lazım. Bilhassa İBDA’nın 1999’u “Kurtuluş Yılı” ilanı ve Metris merkez olmak üzere aksiyona geçişini, 28 Şubatçılara önemli bir darbe olarak görmek lazım. Süreklilik arzeden ve dışarıdan da destek bulan Metris isyanlarında bilhassa 5 Aralık 1999’da 200’den fazla askerin rehin alınması ve onlarcasının yaralanması tarihi süreçte belirleyici bir hadise idi. 28 Şubatçıların daha ileriye gitmesine mani olunduğu gibi onların tasfiye sürecine de girilmesine yol açtı. Daha sonraki bütün çırpınışları 28 Şubatçıların daha da batmasıyla sonuçlandı. Çünkü Kumandan Mirzabeyoğlu’nun 1999’daki tesbitiyle, “domuz alnından kurşunu yemiştir”.

     

    2003-2004’lerdeki Ayışığı, Sarıkız ve Balyoz darbe planlarının başarısızlıklarını İBDA’nın 1999 hurucunun tesirinde aramak lazım. Amerika’nın 28 Şubat’ın devamı olan Ergenekonculara destek vermemesinin sebebini de İBDA’cılar karşısında tutunamamaları ve hiçbir halk desteği bulamamalarında aramak lazım.

     

    Amerika, İBDA’nın aksiyonu karşısında taşeronunu değiştirmek zorunda kalmıştır. Köktenlaik Ulusalcı-Ergenekonculara oynamaktan vazgeçen ABD, Ilıman İslâm projesini ortaya atmış ve ona uygun ve halk desteği olan İslâmcı gruplara yönelmiştir. Fethullah Gülen ve AKP’yi de bu açıdan değerlendirmek lazım. Bilhassa Fetullah Gülen’in 28 Şubat’taki tavrına dikkat etmek lazım. Fethullah Gülen, 28 Şubatta Refah Partisine ve Erbakan Hocaya tavır almış ve devrilmesini desteklemiştir. AKP’de ABD mamulü olarak ve icazetli olarak kurulmuş fakat şimdi ortamın müsait olmasından dolayı bazı şeylerin hesabını sorar vaziyete gelmiştir. Fakat AKP’nin 28 Şubat’la hesaplaşması yüzeyseldir ve işin temeline inmek istememektedir. Çünkü 28 Şubat’la temelli hesaplaşmak rejimle hesaplaşmaya varır ve beslendiği ve iktidarı olduğu rejimle böyle bir hesaplaşmaya AKP girmek istemez, giremez.

    Fakat İBDA’nın aksiyonu nasıl o gün 28 Şubatçıları tökezletmişse, bugün de onları ve onların zihniyetini takip ve tarassut altına almakta ve fener vazifesini ve istikamet çizgisini korumaktadır.

    Tabîi bütün bunların bedeli olmuş dışarıda birçok eylem gerçekleştirilirken, Metris ve Bandırma Cezaevlerinde isyan ve direnişlerde şehidler verilmiş ve onlarca İBDA’cı, asker kurşunlarıyla yaralanmış ve can vermiştir. Nice gönüldaşlar da 15-20 yıldan idama kadar muhtelif cezalar almıştır.

    1990 yılında Kumandan Mirzabeyoğlu’nun Nokta dergisindeki meşhur röportajı, “Şeriat için Silahlı Mücadele” başlığıyla verilişi. 1990 Ak-Doğuş dergisi. Akabinde Körfez Krizi ve Körfez Savaşı ve İBDA’nın Cuma gösterileri. İBDA-C Taraf dergisi ve süreklilik arzeden eylemlilikler 1990’lı yıllara damgasını vurmuştur. Batıcı hayat tarzına ve pislik yuvalarına peşpeşe yapılan akınlar, İslâm düşmanlarına anında verilen cevaplar. CHP’lilerin mecliste İBDA-C Taraf dergilerini İslâm ihtilalinin ayak sesleri olarak ilan etmeleri, şunlar bunlar. Ve 28 Şubat 1997’de meşru hükümete karşı zorla imzalatılan 28 Şubat kararları ve Refah yol hükümetinin yıkılışı… Hasan Mezarcı ve Müslüm Gündüz’ün de Metris İBDA-C koğuşuna gelişleri. 28 Şubatçı medyada “Topyekün Savaş” çığlıklarının atılışı. Askerin medyayı kontrol etmesi ve hakim ve savcılara brifingler verilişi. Sokaklarda sarıklı-şalvarlı avı başlatılması, Kuran Kurslarının basılışı, imam-hatiplerde türbanlı kız öğrencilerin üzerine uzun namlulu silahlarla polislerin gönderilişi. Ve 1999 yılında Kumandanın tüm yurtta isyanı başlatışı. “Nihaî darbe” vurulamasa bile domuzun alnından kurşunu yiyişi, ölümcül darbeyi alışı. 2002 yılında Kumandana idam cazası verilişi. Kumandanın Kartal Cezaevinde feda eylemine başvurmak zorunda kalışı. Telegram işkencesine karşı koyuşu ve eserlerini sıralayışı. Telegramcı emekli binbaşı İhsan Güven’in İBDA’cılar tarafından suikaste uğratılarak öldürülmesi.

     

    Kısaca söylersek 28 Şubat 1997’nin öncesine baktığımızda ta 1990 lardan gelen hareketlilikten dolayı 28 Şubat’a İBDA’nın sebeb olduğunu söyleyebiliriz ve 28 Şubat 1997 sonrası hareketlere baktığımızda- 1999 Metris isyanları ve İBDA hareketinin altın yılı oluşu- 28 Şubatı akamete uğratanın da İBDA olduğunu söyleyebiliriz.

    28 Şubat’a karşı direnişi ateşleyen 28 Şubat’ı nekahet dönemine sokan 1999 İBDA-Metris isyanlarıdır. Salih Mirzabeyoğlu İslâmın öncü Kumandanı olduğunu bu direnişiyle de göstermiş ve şu anda da istikamet çizgisini hiç bozmamıştır.

     

    Milat olarak alınması gereken, 1999 yılı İBDA’nın “Ümmetin Kurtuluş Yılı” ilanı ve aksiyonudur. 1999, öncesi ve sonrasıyla irdelenmelidir. AKP’nin daha sonra neden iktidara taşındığı da bu sürece göre değerlendirilmelidir. Malcolm X’in şu sözünü de 1999 yılından nemalananlara hatırlatmakta fayda var: “Sizin adam yerine konmanız bizim gibi aşırılar yüzündendir.”

     

    İBDA-C eylemliliği olmasaydı, ulusalcılar aynen devam edecekti, onların tasfiyesine gerek kalmayacaktı. İBDA-C eylemliliği ve 99 hareketliliği olmasaydı, “muhafakazar-demokrat” kesimi iktidara taşımaya ihtiyaç duymayacaktı ABD. Celal Bayar’ın 1950 seçimleri için söylediği “barajın ardında su birikmişti” tesbiti buraya da denk gelir. Fakat İBDA, bütüne taliptir, ölüm gösterilip sıtmaya razı edilemez. Köktenlaik ulusalcılar gösterilip ılıman laikliğe yani muhafakazar-demokrat veya liberal-demokratlara razı olunamaz. Çünkü İslâm bütündür ve Allahın iktidarı kulla paylaşılamaz. Şeriat muvazayı kabul etmez. Çünkü Allahın yanına eş katmak şirktir. Pazarlıksız Allah ve Resûlü çizgisinin fikir ve aksiyonda tek temsilcisi de İBDA’dır. Salih Mirzabeyoğlu 1975’lerde ilk ihtilalci ses GÖLGE dergisinde ne dediyse bugün de aynısını demektedir:

     

    Ne Uzlaşma, Ne Teslim, Ne Hiçlik!

    Yalnız MUTLAK FİKİR’de birlik!

     

    Antiemperyalist tavır da, tam bağımsızlık da, İslâmı pazarlıksız ve eklemesiz savunan BD-İBDA fikir ve aksiyonu saflarındadır.

    99’dan herkes nasiplendi. Çünkü 1999, mücadele tarihimizde küfre kafa tutuşun ve çıtayı İslâm inkılabına yükseltişin yılıdır. Öyle ki, İslâm inkılabına ramak kalmıştı. Müslümanların Cumhuriyet boyunca mücadele tarihlerinde daha önceki seviyelerinin en üstünü idi 1999. Kimi bu kazanımların yüzusuyu hürmetine iktidara geldi, kimi rahat etti. Ama İBDA Mimarı çilesini ve mücadelesini yürütmeye devam etti. İBDA Mimarına nisbetle de herkes çapını gördü. Gerçek aydın ve mücadele adamı tavrı pek az görünse de dava istikametindedir, çünkü İBDA var.

    “Mirzabeyoğlu kimdir, İBDA hareketi nedir?” sualini de doğru cevaplandırmalıyız. Kumandan Mirzabeyoğlu için “mağdur” ve “mazlum” tanımlaması onu ifade etmez, Mirzabeyoğlu fikir, aksiyon ve sanat adamıdır, Mirzabeyoğlu devrimcidir; Üstadın davasını gerçekleştirmeye talip İslâm inkılapçısıdır Mirzabeyoğlu. Hayatını bunun için ortaya koymuş ve çileli hayatı bunun için seçmiştir, bağlıları da bu ideal için Mirzabeyoğluna bağlanmıştır. Takım tutar gibi cemaatçilik ve grupçuluk değil, bir ideali iktidara taşımanın mücadelesidir İBDA hareketi…

     

    Medya dünyasından şu çarpıcı ve bizce bilinçli benzeşmeyi de verelim: 1990’ların keskin Kemalistleri önünde en büyük engel İBDA-C Taraf dergisi ve İBDA’cı akıncılar idi. Ulusalcılara büyük darbe vurmasına rağmen defterlerini dürmek ise ismiyle, logosuyla, tarzıyla İBDA-C Taraf dergisini taklit eden ve 5-6 senedir çıkmakta olan Amerikancı ve liberal Taraf gazetesine nasip oldu. Yani bizim bitiremediğimiz işi onlar tamamlıyor ama bir batıl giderken başka bir batıl geliyor, Zaten Ulusalcı tasfiye olmuş Küreselci gelmiş, bizim için fark eden bir şey yok. İBDA ise Başyücelik modeli ve sistemiyle alternatif olmaya devam ediyor.

     

    Şu hususu özellikle vurgulayalım: 1999’u atlayarak 28 Şubat anlaşılamaz. Çünkü herkes 1999 sürecinden nasiplendi. Öyle ki Dışişleri bakanı iken Abdullah Gül bir gönüldaşımıza 28 Şubat süreciyle ilgili şöyle demiştir: “En çok korktukları sizlersiniz (İBDA’cılar). Bunlar bir şeye dayanıyor yoksa bu kadar emin durmazlardı, diye düşünüyorlar hakkınızda. Gölcük’te alınan kararla, nokta hedefleri seçip 1 saat içinde 60.000 kişiyi, 1 hafta içinde 140.000 kişiyi imha etmeyi hedeflemiş, özel birlikler kurmuşlardı. Sizin (İBDA’cılar) tavrınızdan dolayı bir takım şeyleri göze alamadılar. Bu korkularından dolayı Mirzabeyoğlu’nun Metriste çöplerini bile karıştırıyorlardı.”

     

    10 yıllık cezaevi hayatım bittikten sonra Aralık 2004’te Mahmud Efendinin çağırması üzerine ziyaretine gitmiştim. Benim şahsımda İBDA bağlılarını kastederek Mahmud Efendi şöyle demişti:

    “Siz (İBDA’cılar) boşuna yatmadınız. Büyük ecir kazandınız. Sizden onlar (Kemalistler) çok korkuyor. Bundan da biz çok memnunuz. Sizler bizim koruyucularımızsınız. Biz de sizlerin duacılarınız.”

    1999 yılında Kumandanın dediği şu söz ise o günden beri tazeliğini ve gerçekliğini muhafaza etmiş ve bugün ortaya dökülenlerden de bu gerçeklik ispatlanmıştır.

     

    “Müslümanlar dik durun! Karşınızda leşler var.”

     

    28 Şubat’la gerçekten ve temelli hesaplaşma ancak böyle olur. Mazlum edebiyatı yaparak olmaz. Çünkü hâkim davaya mahkum tavır yakışmaz. İslâm haktır, asıldır ve asildir, mahkumluğu kabul edemez. Necip Fazıl’ın, Gençliğe Hitabesindeki “dininin, dilinin, beyninin, ilminin, ırzının, evinin, kininin, öcünün davacısı bir gençlik…” de ancak yürüyen Büyük Doğu olan İBDA saflarında gerçekleşebilir.

    28 Şubat’la hesaplaşmak rejimle hesaplaşmaktır ve ancak BD-İBDA İslâma muhatap anlayışıyla bu temellendirilebilir. Yoksa, birkaç sembolik cezalandırma olur ama Batıcı rejim yaşamaya devam eder. Müslümanın istediği bu değildir ve “Hakimiyet Hakkındır” düsturunun artık mahyalaşması vakti gelmiştir.

    Surda açılan gedik artık çok büyüktür ve bizlere içeri girip sancağı dikmek kalmıştır. Allahın izniyle bu kutlu vazifeyi de kutlu insanlar yerine getirecektir.

     

    abdulkadirpolatder.jpg

     

    www.barandergisi.net


  12. Umut var Anadolu kıtasında; ruh var çünkü...

    umut-var-anadolu-kitasinda-ruh-var-cunku-45739n.jpg

     

    Yazar Yusuf Kaplan, Anadolu izlenimlerini yazdı. Anadolu'nun bir şehrinde sokakta yürürken karşılaştığı bir manzarayı anlatan Kaplan, gördükleri karşısında ruhunun ışıdığını anlattı.

     

     

    23 Nisan 2012, 02:43

    kullanici.png

     

    Anadolu'yu bir uçtan diğer uca dolaştığını anlatan Kaplan, "Umut var Anadolu kıtasında; ruh var çünkü, ruh..." başlıklı yazısında şunları yazdı;

    Önceki haftalarda 'fildişi kule'mden çıkarak, Anadolu kıtasında, bir uçtan diğer uca, uzun bir yolculuğa çıktım: İstanbul'dan Ankara'ya, Diyarnakır'a Mardin'e, Niğde'ye ve Kayseri'ye uzanan bir tür 'Anadolu turu'na...

    İşte size bu yolculukta yakaladığım, Schumacher'in 'küçük güzeldir' gözlemini doğrulayan görünüşte küçük bir 'enstantane': Anadolu kıtasının bir noktasında, caddede yürürken, önümde güle oynaya giden iki kişinin birdenbire durduklarını, yerden bir şey alıp öperek bir duvarın boşluğuna yerleştirdiklerini fark ettim: Onlar oradan uzaklaşınca, duvarda boşluğa yerleştirdikleri şeye baktım yaklaşarak: Bir parmak ucu kadar bir ekmek parçasıydı bu! Ruhum ışıdı! Bir anda bütün dünyalar benim oldu: Şükrettim Rabbime.

    'Ne var bunda?' demeyin lütfen! Ekmeğin kudsiyetine duyulan böylesine incelikli bir saygıdır insanı yatay ve dikey boyutlarda aynı anda varedici bir yolculuğa çıkaran. İnsana ve hayata ruh katan, anlam kazandıran.

    İşte medeniyet bu! Bir ekmek parçasına duyulan bu saygı, aslında bir rızık olarak ekmeğe, o ekmeği veren Rızk'ın Sahibine duyulan katışıksız saygının ve teşekkürün bir nişânesi. Ekmeğe saygı duymayan insanların emeğe saygı duyabilmeleri mümkün mü?

    * * *

    Anadolu'yu herhangi bir toprak parçasından ayıran, insanlığın umut kaynağı bir kıtaya dönüştüren işte bu ruh, bu tevazu, bu ince hassasiyettir. Bu topraklarda yaşanan hayatın şiiriyetinin kanatlandırıcı ve insanlık çapında, insanlık adına umutlandırıcı resmidir bu.

    İşte bu insan, hâlden anlar: Çünkü etnik-ötesi, ulus-ötesi, dünya-ötesi bir gerilim hattında yaşar: Kendisi dışındaki insanları ve varlıkları kucaklayan bir medeniyetin çocuğudur: Eğer Anadolu'da bunca propagandaya, yıkıma, kışkırtmaya, 'medyatik operasyon'a rağmen, hâlâ etnik bir çatışma yaşanmıyorsa, bundandır: Anadolu kıtası bilincinden. Anadolu'nun herkese bağrını açan yüce gönüllüğünden. Ruhundan...

     

    * * *

    İşte bu ruh, Mardin'de katıldığım Münazarat Sempozyumu'nda birkaç kez hatırlatıldığı gibi, bir Kürd'e, Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri'ne, 'Türkler, İslâmiyet'in yılmaz hâdimleridir; saadetimiz Türklerle beraber olmaktır' dedirtebilmiş, sadece bu toprakların değil, bütün insanlığın şiddetle ihtiyacını hissettiği yegâne varedici kardeşlik ruhudur.

    İşte bu ruh, Niğde'de YAZSANBİR'in (Yazarlar ve Sanatçılar Birliği) düzenlediği bir panelde, eski Nizam-ı Alem Ocakları Başkanı Yavuz Ağıralioğlu'na, 'Türk, Arnavut kadar Arnavut, Kürt kadar Kürt, Arap kadar Arap olduğu zaman Türk'tür' dedirtecek bir medeniyet şuuru yeşertmiştir Anadolu kıtası büyüklüğündeki bu mübarek topraklarda.

     

    * * *

    Biz, bu ruhu fenâ hâlde örseledik: Siyasî darbelerle, kültürel darbelerle, zihnî darbelerle vesaire! Ama bu ruh ölmedi. O yüzden, bir ekmek parçasının yerden alınıp öpülerek duvara yerleştirilmesi bile umudumuzu diri tutmaya, bu ruhun yaşadığını göstermeye yetiyor.

    O yüzden, DP eski Genel Başkanı, Anadolu kıtası'nın çocuğu Süleyman Soylu Bey'e, Niğde'deki panelde, modernleşme tarihimiz boyunca yaşadığımız serüveni, 'başkalarını, bizim dışımızdakileri ötekileştirmek' olarak tanımlatacak kadar özeleştiri özgüveni kazandıran, derinlerde kök salan bu ruhtur.

    YAZSANBİR'in heyecanlı, çalışkan, mütevazi ve hayalleri sınır tanımayan başkanı Hayrullah Eraslan'ın öncülüğünde Niğde'de düzenlenen 'darbeler' panelinde söylenenlerde değil yalnızca; aynı zamanda panelin düzenlenişinde, panele katılan ve salonu hıncahınç dolduran insanların üç saatten fazla bir süre söylenenleri pürdikkat dinleyişinde de kendini gösterdi bu ruh. Öyle ki, Niğde Valisi Alim Barut, Belediye Başkanı Faruk Akdoğan ve -gece teheccüd namazları kıldığı için büyük saygı duyulan- Niğde'nin alçakgönüllü ve parlak milletvekili Ömer Selvi üç saatlik paneli sonuna kadar ilgiyle takip ettiler.

     

    * * *

    Panelin dışında, YAZSANBİR ekibinin düzenlediği bir sohbete katıldım Öğretmenevi'nin serin, şirin ve geniş bahçesinde genç arkadaşlarla.

    Niğde'nin idealist Milli Eğitim Müdürü Cemalettin Ekinci Bey oradaydı; üstad Sezai Karakoç üzerine master çalışması yapan emniyet görevlisi, sıkı entelektüel Mehmet Baş oradaydı; hızlı 'twitter gazetecisi' (!) Halil İbrahim Tongur ve edebiyatçı Murat Akalın oradaydı.

    Genç arkadaşlar, Sezai Karakoç okumaları yapmışlar Niğde'nin şairi ve hikâyecisi Murat Soyak kardeşimin rehberliğinde. Şimdi de, Cahit Zarifoğlu okumalarına başlamışlar. Ne kadar sevindim bilemezsiniz! O yüzden, o gün orada bulunan genç arkadaşlarla kaç saat sürdüğünü bilemediğim derin, hasbî ve kanatlandırıcı bir sohbetin ortasında buldum kendimi.

     

    * * *

    İsmail Halis kardeşim, 'ikinci yurdu' Niğde'ye gideceğimi öğrendiğinde, 'hocam, Anadolu'ya açılın, söylediklerinizi sınama imkânı bulursunuz' demişti.

    Gerçekten de öyle oldu Niğde'de son bulan bu Anadolu kıtası yolculuğum: Yenilendim. Meyvelerini siz de yersiniz bu yenilenmenin; zaten yiyorsunuz el'an!

    Anadolu kıtası, diyordum ya; kıtaymış gerçekten: Su katılmamış ruh, burada gizli hâlâ. Umut da...


  13. 28 ŞUBAT DARBSİ'NİN 1 NUMARASI!..

     

    1984 Haziran'ında Kara Harp Akademisi Öğretim Üyeliği Görevinden, Genelkurmay Başkanlığı Özel Harp Dairesi Karargahına tayin oldum.

     

    Yarbay Rütbesindeydim.

     

    Birkaç ay geçmeden, PKK'nın Eruh ve Şemdinli baskınları yaşandı. Terörle mücadelenin içine girdik. Gecemizi gündüzümüze katarak bu beladan ülkemizi kurtarmanın gayreti içindeydik.

     

    Zannederim 1984 yılının son ayları veya 1985 yılının ilk ayları idi.

     

    Kara Kuvvetleri Karargahında görevli bir devre arkadaşım ziyaretime geldi.

     

    Bana “Yeni bir ihtilal komitesi kuruluyor. Seni de içinde görmek istiyorlar” dedi.

     

    Şaşırıp kalmıştım.

     

    Ciddiye almadım.

     

    12 Eylül 1980 İhtilal İdaresinin, Devletin Yönetimini, Sivil Hükümete devretmesinin üzerinden henüz bir yıl geçtiğini, böyle bir oluşumu tasvip etmediğimi ve içinde bulunmak istemediğimi ifade ettim.

     

    Arkadaşım, Kara Kuvvetleri Personel Başkanlığında görevliydi. Personel Başkanı da o zamanki rütbesi ile Tümgeneral İsmail Hakkı Karadayı idi. Kara Kuvvetleri Komutanı Org. Haydar Saltuk, Genelkurmay başkanı da Org. Necdet Üruğ idi.

     

    Bu gün geriye bakıp, taşlar yerine konulunca, 28 Şubat Cuntasının temelinin o günlerde atıldığı anlaşılıyor.

     

    06 Kasım 1983 tarihinde Genel Seçimler olmuş, seçim öncesinde, Emekli Orgeneral Turgut Sunalp'a kurdurulan Milliyetçi Demokrasi Partisinin (MDP) kazanması için; 07 Kasım 1982 tarihinde yapılan Anayasa Referandumu ile Cumhurbaşkanı seçilen, 1980 Darbesinin Milli Güvenlik Konseyi Başkanı ve 7. Cumhurbaşkanı Kenan Evren, çok gayret sars etmiş; ancak 8. Cumhurbaşkanı Turgut Özal'ın kurduğu Anavatan Partisi (ANAP) % 45'in üzerinde bir oyla 400 milletvekilliğinden 211'ini alarak, seçimin galibi olmuş ve hükümeti tek başına kurmuştu.

     

    Muhtemelen, Merhum Özal'ın uygulamaya soktuğu politikalar ve liderlik yetenekleri fark edilince, ileride bu siyasi hareketin kontrolü için, 12 Eylül Darbe Liderlerinin kontrolünde bulunacak, Silahlı Kuvvetlerin içinde yeni bir cuntanın oluşturulmasına karar verilmiş olabilir.

     

    Yeni oluşum için düğmeye, Genelkurmay Başkanı Org. Necdet Üruğ mu? Yoksa bizzat Cumhurbaşkanı Kenan Evren mi bastı? Bunun kendilerinden ve mahiyetindekilerden başkası tarafından bilinmesi mümkün değildir.

     

    Ama kesine yakın olan bir şey var ki, o da, bu Cuntanın içinde o zamanın Kara Kuvvetleri Personel Başkanı görevindeki Tümg. İsmail Hakkı Karadayı'nın olduğudur.

     

    Zaten kendileri de; 2009 yılında basına yansıyan konuşmalarında “kendisinin sicilinin bozuk olduğunu, 1960 ve 1980 darbelerinde aktif görev yaptığını, 1980 darbesinden bir yıl önce haberdar olan bir kaç kişiden biri olduğunu, kritik yerlere atamaları (o zaman, Tuğg. Rütbesinde ve Kara Kuvvetleri Tayin Daire Bşk.'ı idi.)kendisinin yaptığını” ifade ediyor.

     

    1995 yılında tuğgeneral rütbesi ile İstanbul'da, Kartal'daki 2. Zh. Tugay Komutanı idim. Yılın başından itibaren, İslami inancını yaşamak isteyen Silahlı Kuvvetler personeli üzerinde yoğun bir baskı uygulanmaya başlanmıştı.

     

    Şubat ayı içinde bir gün, Tugay Komutanları olarak, bağlı olduğumuz İzmit'te ki 15. Kolordu komutanlığında toplantıya çağırıldık. Kolordu Komutanımız, 1994 yılı Aralık Şurasında görüşüldüğünü değerlendirdiğim bazı konularda açıklamalar yaparak, her birimizin eline birer kağıt tutuşturdu. Bana verilen belgede başlık ve imza hanesi yoktu.

     

    Üzerinde ise; “Aşağıda isimleri bulunan, birliğinize mensubu subay ve astsubayların irticai faaliyetlerde bulunduğu tespit edilmiştir. Kendilerine bu faaliyetlerden vazgeçmeleri telkin edilecek. Tutumunda değişiklik olmayanlar hakkında, Silahlı Kuvvetlerden ilişik kesme işlemi yapılacak. Bu işlemleri yapmayan amirleri hakkında da işlem yapılacaktır.” mahiyetinde bir yazı ve altında da dört subay ile on dört astsubayın ismi bulunuyordu.

     

    İki buçuk yıldır bu tugayın komutanı idim. İsimleri belirtilen personel, birliğimizin en çalışkanları arasındaydı. Ama, inançları ile ilgili olarak, bu belgede yazılan özelliklerini bilmiyordum. Bu kişiler hakkında, üst makama bir bilgi gönderilmiş olsaydı, benim bilmem ve imzam ile gitmesi gerekirdi. Kolordu Komutanımızın da bilgisi bu belge vasıtasıyla olmuştu.

     

    O zaman, bu personelin ismi ve inançları ile ilgili özellikleri, birliğimizin içinden birileri tarafından, komuta kanalları atlanarak, gönderilmişti.

     

    Geriye bakıp o günleri düşündüğümüzde ve “28 Şubat Darbesi” ve “Batı Çalışma Grubu” ile ilgili olarak, E. Org. Çevik Bir'in, basına yansıyan ifadesinde; “yaptıklarımızı, Milli Güvenlik Kurulunun (MGK) emri ve Milli Güvenlik Siyaseti Belgesinin (MGSB) gerekleri olarak yaptık. Yapmasaydık, suçlu olurduk.” anlamına gelen sözleri değerlendirildiğinde, 28 Şubatın baş aktörünün tanınması için, “Batı Çalışma Grubunun” kuruluş tarihi ile MGSB 'de irticanın iç tehdit olarak birinci sıraya konduğu tarih önem kazanmaktadır.

     

    Önce MGSB'de irticanın öncelikli tehdit haline hangi tarihte geldiğini irdelemeye çalışalım.MGSB'nin hazırlanma sorumluluğu Bakanlar Kuruluna aittir. Bu belge genelde MGK Genel Sekreterliğince ve Genelkurmay Başkanlığı direktiflerine göre hazırlanıp, özellikle zayıf koalisyon hükümetlerine, bütün ayrıntıları gösterilmeden onaylatılan, ayrıca da darbelere gerekçe yapılan bir belge olduğu için, 1994:1995 tarihlerindeki Cumhurbaşkanı, Başbakan ve Genelkurmay Başkanının kim olduğu önem kazanmaktadır.

     

    30: 08. 1994: 30. 08. 1998 Tarihleri arasında Org. İsmail Hakkı Karadayı Genelkurmay Başkanı; 20.11. 1991: 16.05.1993 tarihleri arasında Süleyman Demirel,25.06.1993:06.03.1996 tarihleri arasında da Tansu Çiller Başbakan; 17.04. 1993 tarihinden önce Turgut Özal, 16.05. 1993 tarihinden sonra da Süleyman Demirel Cumhur Başkanı idi.

     

    Normal şartlarda; Org. Doğan Güreş'in görev süresi bir yıl uzatılmasaydı, 30.08.1993 tarihinde emekli olacak, yerine de Org. Muhittin Fisünoğlu Genelkurmay Başkanı olacaktı. Anlaşılan, bu görev süresinin uzatılması ile, 1984 yılında belirttiğimiz cunta bağlantısı nedeniyle, Org. İsmail Hakkı Karadayı'nın önü, Süleyman Demirel tarafından açılmıştır.

     

    Birliğimizdeki inançlı insanların listesi, 1994 Aralık Şurasına, Komuta kanalı dışında gönderildiğine göre, “Batı Çalışma Grubunun” bu tarihten önce işe başlamış, bu grubun teşkiline ihtiyaç gösteren MGSB'de ondan önceki bir tarihte, Süleyman Demirel'in Başbakan olduğu dönemde, zamanın Cumhurbaşkanından gizli olarak değiştirilerek irtica birinci tehdit olarak gösterilmiş olmalıdır. Zaten, Süleyman Demirel Başbakanlığı sırasında, mutad olan haftalık görüşmeler için Cumhur Başkanlığı köşküne gitmezdi.

     

    Sonuç; MGK Destekli 28 Şubat 1997 Askeri Darbesinin ve bu darbeyi yapan Cuntanın perde arkasındaki gerçek Lideri 1984'lerde yeni Cuntayı oluşturan Lider değil ise, Genelkurmay Başkanı Org. İsmail Hakkı Karadayı dır, diyebiliriz. Yetkiyi sivillere devredecek darbecilerin, müteakip darbeye kadar, yeni bir cunta oluşturmaları ve bu cuntayı kontrollerinde tutmasının doğal bir korunma tedbiri olduğu da akıldan çıkarılmamalıdır.

     

    Kanaatimce; 28 Şubat 1997 Askeri Darbesinin birinci dereceden sorumluları, o tarihteki MGK 'nun asker üyeleri olan Gnkur. Bşk. Org. İsmail Hakkı Karayı, KKK Org. Hikmet Köksal, Dz.KK Ora. Güven Erkaya, Hv.K.K. Org. Ahmet Çörekçi, J.Gn.K. Org. Teoman Koman, MGK Gn. Sek. Org. İlhan Kılıç ile Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel;ikinci dereceden sorumluları, o tarihlerdeki Yüksek Askeri Şura'nın Asker üyeleri,üçüncü dereceden sorumluları da darbeye destek veren Yüksek Yargı, YÖK, Basın ve STK'lar dır.

     

    Yargılamanın asıl sorumlulara ulaşması dileğimizdir. 18 NİSAN 2012

     

    Adnan Tanrıverdi

     

    Emekli Tuğgeneral

     

    ASDER Onursan Bşk.


  14. 203569_139976821757_4595145_q.jpg

     

     

    “Çok yakın mesafede birbirini takip eden arabalar... Arkamdaki gri-siyah bir araba, birkaç keredir beni sollamaya çalışıyor... Oysa, mecburi istikamet olarak asıl ana caddeye çıkacağımız yolun köşe yerinden dolayı, zaten dur-kalk ilerliyoruz ve beni sollamasının bir manası yok... "Salak herif!" diye düşünüyorum... Nihayet beni solladı ve muradına erdi... Yanımdan geçerken, salak herifin arabasında kendinden başka iki kişi daha olduğunu gördüm... Hissimin tercümanı halinde, belli belirsiz bir düdük sesiyle protesto ediyorum... Araba önüme geçer geçmez, şoförün yanındaki hızla kapıdan fırladı ve silahını çekerek 4-5 metre mesafede, ayakları nişan alma vaziyetinde yana açık, sol eliyle silah bulunan sağ elinin bileğini kavramış, tam karşımda dikildi... Hiddetten çok, korku ve heyecan taşıyan bir insanın telaşeli suratı... İlk anda aklıma gelen şey, benim düdük çalmamın kabadayılığına dokunduğu bir tip olması... Beni vurmak isteyen bir örgüt elemanı da olabilir... Kuzu kuzu vurulmaktansa, onu ezmek için şansımı deneyeyim mi?.. Hafif sakallı, meşin ceketli, şişmanca iri ve yuvarlakça suratlı tip, bir yandan "in aşağı!" diye bağırırken, öte yandan elindeki silahla işaret ediyor... Acaba bu, protestom cakasına dokunan bir sivil polis mi?.. Belki 5-10 saniye içinde cereyan eden bu sahneye, birden arabamın kapısının açılması, arkadan gelmiş üç dört adamın beni arabadan dışarı çekmesi ekleniyor... Müthiş bir telaş içindeler. "Kimsiniz siz?" diyorum ve yarı mukavemet ediyorum... "Yakasını tut, paçasını tut!" gibi bir heyecan içinde, üstümde silah araması yapıyorlar... O arada "Silah ihbarı var!" diye bir laf... Demek bunlar polis... "Polis misiniz siz?"... İçlerinden biri "polis!" deyip kimlik gösterse, mesele tamam. Oysa benle güreşir gibi bir halleri var ve o anda korkudan beni vurabileceklerini düşünüyorum... "Kim olduğumuzu görürsün!" diye bir söz sırıtıyor gürültü arasında... "Beni kaçırmak isteyen bir örgüt olmasın?.." Kafamdan şimşek gibi geçen bu ihtimal üzerine, "kimsiniz ulan siz orospu çocukları!" diye bir küfürle ümitsiz bir mücadeleye giriyorum... Biri benim altımda ve arabanın kaportasının üstünde... Kafama inen tabanca kabzası... "Polise mukavemet ha!" diye sesler... Karga tulumba, evin orada gördüğüm arabanın içine sokulurken, birkaç kişi de benim arabamın arkasındaki bu arabanın arkasındaki arabaya binmek üzere koşuyor... "Demek bunlar polis!"... Arabanın arka koltuğundayım; sağımda ve solumda, silahlarını kafama dayamış iki kişi... Sırtımdaki paltoyu kafama geçirdiler ve öndeki iki koltuk arasına doğru eğdiler... İçimde bir kurt; bunlar gerçekten polis mi?... Arabayı kullanana saldırıp, bir yere çarpmasını sağlamak veya en azından arabanın yalpalamasından çevrenin dikkatini çekeceğini düşünüyorum; çünkü, eğer kaçırılıyorsam, nasıl olsa beni öldürecekler... "Polisseniz kimlik gösterin!" diyorum. Şoför telsizi gösteriyor ve açıp konuşmaya başlıyor;

     

    -"Emaneti aldık, tamam!"

     

    Hududunu aşan her şeyin tersine inkılap etmesi gibi, hadise boyunca duyduğum korku ve heyecan, yerini "her şey olacağına varır!" ve "inceldiği yerden kopsun" hissinin umursamazlığına bırakıyor... O anda kendimi değil de evdeki eşimin bana ne olduğunu bilmemesinin telaşesini, kendisini karşılayacağım misafirlerin yanında bizim evin adresinin olup olmadığını düşünüyorum... Acaba içlerinde insani bir duygu kıvılcımı varmı ümidiyle, yaralı kekliğin kendini yakalayan köpeklerin merhametine hitabetmesi şeklinde sesleniyorum:

     

    -"Şuradan eve bir telefon edin, sonra nereye götürürseniz götürün!"

     

    -"Merak etme, kolay iş!"

     

    Arabanın içine kafamdan kan damlıyor... Dilimde, düşüncemde ve kalbimde, "La havle"den başka bir mana mevcut değil... Allah'tan başka davranış ve kuvvet sahibi yoktur!..

     

    Araba duruyor ve iniyoruz... Paltom, etrafımı göremeyeceğim şekilde kafama örtülü... Ve beni yere eğik vaziyette tutuyorlar... Sağımda ve solumda kollarımdan tutan iki adam ve bir kişi de ensemden bastırıyor... Karşılayan bir takım adamların sesleri... Beni yakalayanlardan biri, belki yaptıkları işi mühimsetmek ve mühim bir işi başarıyla gerçekleştirdiklerinin takdirini devşirmek üzere şöyle diyor:

     

    -"Hayret yahu!... Ne kadar soğukkanlı adam!... Herifin umurunda değil!"

     

    Bir diğeri onu destekliyor:

     

    -"Helal olsun!.. Delikanlı adammış!"

     

    Ortadan söyleniyormuş gibi serdedilen bu laflardan, karşılayıcılarım arasında amirlerinin olduğu neticesini çıkarıyorum... Gözlerimi bağlıyorlar.”

     

    Gözlerimi bağlıyorlar... Ve MİT’te başlayan, Siyasî Şube’de devam eden işkence maceram... O hikâye de, bir vehim, bir hayal, bir misâl sırasında varolana döndü!.. (69)

     

    Sene 1987... Ademe mahkûm edilmeye çalışıldığım dönem... Şimdi 1991... Gerisini işkencehâneden nakletmek lâzım!..

     

    MİT’teki sorgulama gibi, Siyasî Şube’deki sorgulamada da hazır bulunan «Hoca» damdan düşercesine ve güya beni kıpırdıyamamacasına sıkıştırmış bir hakikati ifâde edercesine haykırıyor:

     

    - «Senin üstünde kim var, senin üstünde olanın adını söyle!»

     

    - «Benim üstümde hiç kimse yok!»

     

    Hayvanî bir ses tonuyla bağrıyor:

     

    - «Yalan söyleme! Senin üstünde Saddam var!.. Ondan emir alıyorsun!»

     

    Irak Devlet Başkanı’ndan emir almam gibi ahmakça bir irtibat kuruş karşısında insan ne diyebilir ki?.. Sözün, bu hıyar keyfiyeti karşısında büsbütün âciz kalacağını gördüğüm için, ses çıkarmıyorum... Seninki büsbütün coşuyor:

     

    - «Susuyorsun değil mi?.. Bilmiyoruz sandın!»

     

    - «Ne söyleyebilirim ki?»

     

    - «Yalan söyleme!.. Doğrudan doğruya ondan emir aldığını itiraf et!.. Ne yapmanı istiyordu, söyle!»

     

    - «Ben bütün hayatım boyunca Üstadım’dan başka kimseye bağlı olmadım!»

     

    Onun ahmaklığına mukabil Davut, biraz yontulmuş ve haberdar olduğunu gösterici şekilde araya giriyor:

     

    - «Necip Fazıl ölünce, tek başına sen kaldın!.. Peki o senin ne yapmanı isterdi?»

     

    O ânda da Üstadım’la sarmaş dolaş bir muhasebe içinde olduğumu, ondan cesaret ve mukavemetini dilediğimi anlayabilir miydi acaba?

     

    «Hoca», benim «Tilki Günlüğü» isimli eserimdeki «İbda’nın Şark cephesini örgütleme» cümlesi etrafında perendeler atıyor... Tutturmuş, «E’den bahset, E’den» diyor... Ne E’si?..

     

    - «Neyi kastetdiğinizi anlamıyorum?»

     

    - «Bal gibi anlıyorsun!.. Sen anlatacaksın!»

     

    Ivır zıvır tuzakların avladığı abur cubur lâflardan sonra, benim söylemediğimi(!) o söylüyor:

     

    - «Erzurum, Erzurum!... Erzurum'u merkez almadınız mı?.. Doğu'daki olayları sen tertiplemedin mi?»

     

    - «Nasıl ben tertipledim?»

     

    - «Soru sorma!.. Herşeyi açıkça anlat!.. Batman olaylarını sen tertipledin; senin adamların yaptı!»

     

    Vay canına!... İş, şakadan kakaya dönüyordu ve bu adamların meslekî başarı uğruna yapmayacağı şey yoktu... Benim, "neye dayandırarak bunu söylüyorsunuz?" sözüme, Davut hışımla cevap verdi:

     

    - «Fikri sen üflüyorsun, ajite ediyorsun; ondan sonra da hiçbir şey yapmamış gibi kenara çekilip seyrediyorsun!.. Sen bir hâinsin, devlet düşmanısın!»

     

    Ne garip bir durum!.. Dışarıda, fethettiğim alanda fatihçilik oynayan ve ittifak hâlinde "yediği çanağa sıçan soyu" olarak benim inkârıma giden lüpçü ve parsacılara karşılık, burada "davadaki telif hakkım" tescil ediliyor ve dışarıda o türlü, MİT ve Şube'de de bu türlü işkenceye maruz kalıyorum... Üstadım bir "Noktalama"sında şöyle diyordu:

     

    -"Söyledik de söylenecek ne varsa, - Bize seyretmek düştü, elâleme parsa!"

     

    Ve bana söylediği şu söz:

     

    -"Biz bu davanın enayisiyiz!"

     

    "Enayi" lâfı üzerine gayr-ı ihtiyarî "estağfurullah efendim!" deyince, hemen şu cevabı yapıştırmıştı:

     

    -"Allah'a şükrederim!"


  15. * "Kendisine hiçbir tecelli zemini aramayan bir tevekkül zarfına bürülü, sessiz ve sedasız, ortada görünenlere su taşıyıcı fikir sakası Fethi Gemuhluoğlu...”

    * Rahmetli Fethi Gemuhluoğlu... Üstadım’ın çizdiği onun portresine benim ekleyebileceğim tek husus, ömründe bu kadar hasbî, kendini bu kadar silen, bu vasıflarını da tersinden riyâ hâlinde tecelli bakmayan bir ikinci şahıs görmemiş olduğumdur... Fakat ona karşı duyduğum hürmet ve sevgiye zıt bir cereyan hâlinde, benim mizacımın sarmaşacağı bir insan değildi!..

    * Sene 1971... Ben yaklaşık birbuçuk iki senedir, İstanbul’dan uzağım... Beyazıt’taki Eskişehir Yurdu kapanmış, yerine Aksaray’da sahici bir yurt yapılmıştı; bir hanın üçüncü katındaki çiriş, kösele ve deri kokulu –sidik kokusunu unutmayayım- yurdun yerine yapılan yurt, eskisine nisbetle saray... Ama öbürüne nisbetle iki üç kat pahalı... Aramızda hiçbir zaman “yavrum, evladım” ilişkisi oluşmamış babama –binbir sıkıntıyla- bana verdiği aylığı yükseltmesini söylüyorum –ki o zaman talebe bursu 350, bana verilen 300 lira- ve şu cevabı alıyorum:

    - "Senin hakkına bu kadar düşüyor!”

    Nefsinde hiçbir "evlât hakkı” hissi bulunmayan ben, onun çevresindeki gençlerin benle kıyas edilemez rahatlıklarına rağmen ondan istifade etmelerine karşılık, verdiği cevaptan rahatlıyorum bile... Nitekim 100 liram olmadığı için Eskişehir’den İstanbul’a imtihana gelemediğim oldu... Yenilsem bile Türkiye Kulüplerarası Boks ikincisi olacağım maça da, aynı şekilde gelemedim; ben yaz-kış üzerinde aynı kadife pantolonla üç senedir dolaşa durayım, şık takım elbisesi ve yeni ayakkabılarıyla karşısına geçen bir genç, ayakkabıyı yeni aldığını ama parasızlıktan (!) bir senedir aynı takım elbise ile dolaştığından yakındı ve tam 700 lirayı cebe indirdi... Ben maça gelmek için para istediğimde, yoktu!..

     

    * Sözkonusu şartlar içinde, Abdullah Kucur isimli İstanbul’da konfeksiyonculuk yapan bir ağabeyimiz ile, o zaman Teknik Üniversite’de asistan (şimdi Eskişehir Anadolu Üniversitesinde Profesör) Cengiz Malkoç isimli ağabeyimiz, Fethi Gemuhluoğlu ile konuşmuşlar... Fethi Gemuhluoğlu o zaman, karşılıksız burs veren bir vakıf başında... Yanılmıyorsam, Türkiye Petrolleri adına... Benim oraya gitmem, binbir iç kavgasından ve neden sonra!..

    * Taksimde nefis bir han... Bilmem kaçıncı kat... Etrafı çepeçevre sandalyeler dizili çok büyük bir salon... Her tarafı rahatça görebilecek bir masa ve başında da Fethi Gemuhluoğlu oturuyor... Sandalyelerde oturan 10-15 genç ve orta yaşlı, mübalâğalı bir saygılı çehre sergiliyor... İçeri giren, “tak tak” ses çıkmasın diye, papuçlarının uçucuyla yürüyor... Ve ben: Omuzlarıma inen uzun saçlar –ki o zaman alaburus dedikleri “milliyetçi ve mukaddesatçılar”ın saçlarına ne kadar zıt-, üniformam hâlindeki balıkçı yaka kazağım, üzerimde omuzlarıma atılmış amelelere mahsus deri ceketim ve ayağımdaki postallarla, onlarla aramdaki mesafeyi ne kadar açıyorum... O zamanki kılığımı matah bir şey diye anlatmıyorum: Ama o zamanki gençliğin, itminana ermiş bir ruhun vakur, mütebessim ve dingin bir çehrenin izlerinden uzak, bön ve iştiyaksız çehrelerine biçtiği munisliğe düşmanlığımın bir dışa vurumu diye alınabilir... Başlıca farikası pasiflik olan badem bıyıklı tontonlardan ayrıyım!..

     

    * Tedirgin, asabî, burs almaya değil de yanında patlamaya gelmiş gibi, Fethi Bey’in yanına yaklaştım... Salondaki sükût büsbütün fena... Kendime yabancı bir sesle, ismimi söyledim... Fethi Bey, mübalâğalı bir rahatlık ve alâkalı bir tavırla, “aleykümselâââm!” dedi ve ekledi:

    - "Ben de ne kadar zamandır seni bekliyorum!”

    Bana, bursun karşılıksız olduğunu, kitaplarımın parasını ayrıca vereceklerini, istersem bana yurt da göstereceklerini söyledi... Milliyetçi ve mukaddesatçı bir genç olarak bana düşen tek şeyin, dersimi çalışmak olduğunu, ideolojik kavgalara girmememi, okulu bitirdikten sonra Üniversitede asistan olarak kalmamı sağlayabileceğini, müslümanlar için kadrolaşmanın zorunluluğunu... Besbelli ki ben, “oh oh! O da çalışıyor, bu da!” cinsinden ve ölen babasının yerine-yetişmiş!- genç olarak onu yerini alıp düzenin bir çarkı olan –netice hep böyle olmuştur- bu zihniyetle bağdaşamazdım... Paraya da ihtiyacım var?

     

    * Fethi Gemuhluoğlu ağabey, o zaman herhâlde 50-55 yaşlarında olsa gerek... Aslında sistemli ve örgütlü bir çalışma içinde olsa –meselâ bugün İBDA’da-, müthiş verimli... Elini sıktığı adam, kim olursa olsun, adeta sinekten yağ çıkarırcasına bir fayda zihniyeti güden bu güzel adama meftun... Meselâ ondan vaktiyle burs alıp okumuş adam, nereye giderse gitsin onun tarassutu altındadır; günü gelir, filâncanın işi için o falanca işe yarar... Müthiş geniş bir çevre ve her kesimden, her partiden insanlar... Hiç kimse, kendi kesesinden şahsiyet devşirmeye bakmayan bu insandan rahatsız değil... Ama bana gelince!..

    * Fethi Bey’in, benim anormal ve küstahlığa bakan tedirginliğim karşısında takındığı alabildiğine babacan ve tatlı tavrı, olmayan duvara yaslanan adamın boşluğa düşmesine benzer bir sarsaklığa yol açması bakımından beni kızdırıyor... Meselâ her seferinde, zımnen tanıdığı babamı sorar ve ekler:

    - "Babanın ellerinden öperim!”

    Eli öpülecek adam, karşısındakinin duruşunu kırmak için –burnunu diyelim- böyle yapıyor!..

     

    * Karşılıksız burs alışım, gururumu incitiyor ve ne yazık ki bu hâlim... Geçelim... Sonra; bana para verdiği için ne olmam ve nasıl olmam gerektiğini de söylüyor ki, ilerleyen seneler boyunca görülen farklı bakışımın o ânda toplu ruhîyatını gözönünde tutarsınız, büsbütün çileden çıkıyorum... Ben istediğimi yaparım, onun ne haberi olacak?.. Kendimi kendime karşı intihara götürecek böyle bir şeyi de ben yapamam; ben, o gün değil, bugün de, “söz namustur” ukdesine giriftarım... Güyâ alâkadar oldukları adamın lâfını daha kapıdan çıkarken unutanlar anlar mı?.. Geçelim... Ve geçmeyelim: Necip Fazıl hep “ben” der, ne yapalım, arasıra onun nefsini yemlemek gerekir... Fethi Bey, o herkesi hoşgörücü saka ve onunla temas edenlerle olan temasımda böyle bir baygınlık... Dangalaklık dememeye gayret ettiğim anlaşılıyor herhâlde... “Benim gözümde Necip Fazıl nedir?”, İBDA kütüphânesi söylesin... Başta “Maveracılar” denen o çevre himayesindekiler ise, hem sanat ve hem fikirde ahlat çıktılar; geldiler, geçtiler... Zaman benim doğruluğumu ortaya çıkardı... Şükrederim!..

     

    * Üç-beş ay, sözkonusu sıkıntılar içinde burs aldım... Ama takatim tükendi... Fethi Bey’in karşısına son çıkışım... Yanına gelişim yine suratsız; sanki iyiliği gören ben değilim... Bu sefer beni ciddî karşıladı ve yanındaki sandalyeye oturttu:

    - "Bak; şu salonda şu kadar insan var, talebesi var, doçenti var... Sana hepsinin içinde söylüyorum: Sen bizim davamızın cins atısın, sana herkesten farklı davranıyorum!.. Ne bu surat yahu?.. Okulunu bitirirsin, sonra bana bursu geri ödersin... Bana bir şey borçlu değilsin ki!.. Senin gibi bir gence burs verebildiğim için ben minnettarım!.. Ben seni tanımıyorum mu zannediyorsun?.. Cengiz herşeyi anlattı... Asil aile çocuğusun, babanı da biliyorum!.. Buraya her gelişinde, sırf senin hâlini kırayım diye “babanın ellerinden öperim, babaannenin ellerinden öperim!” diyorum... Ben senin büyüğünüm yahu!”

    Mehmet Akif... Sadaka vermek ister, ama cebinde parası yoktur... Safahat isimli eserinde şöyle der:

    - "Ya himmetim olmasaydı, veya param olsaydı!”

    İçimde yaşattığım aşkla, o aşka muhatap imkân arasındaki uçurum... O senelere ait bir şiirimden mısralar:

    - "Bıktım usandım kuşlar – Bıktım usandım – Ne olursunuz – Beni de uçurun!”

    Uçurmadılar!..

     

    * Fethi Bey böylesine bir yakınlığa girmişken, ben, beni rahatlatıcı kararımı açıklıyorum:

    - "Benim artık burs almaya ihtiyacım kalmadı, onu haber vermeye gelmiştim!”

    - "Nasıl kalmadı?”

    Yalan söylüyorum:

    - "İş buldum!”

    - "Ne işi buldun, nerde?.. Bana adresini ver, seni arayacağım!”

    Ve o gün ilk defa hürmet hissimi ifâdeye vesile diye ayrılırken elini öpmeye davranıyorum... Gerçekten eli öpülecek güzel bir insandı... O günden sonra, ne yaptım ne ettim teftişine uğramamak için yanına gitmediğim Fethi Ağabeye, aracılar vasıtasıyla hep selâm ve hürmetlerimi sundum, elinden öptüm!

     

    *Salih MİRZABEYOĞLU, Tilki Günlüğü-Ufuk ile Hafiye, İBDA Yay. c. 5, s. 502-508

    [/right]

    • Like 1
×
×
  • Create New...