Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]

Mabed

Üye
  • Content Count

    114
  • Joined

  • Last visited

  • Days Won

    16

Posts posted by Mabed


  1. Fethullah Gülen Hocaefendi`yi bir Hızır Aleyhisselam ile kıyaslamadıkları kalmıştı, o da oldu. Zaman Gazetesi yazarı, Hocaefendi`yi "kaderin eli" ilan etti!

     

    Birkaç yıl evvel, Ergenekon Operasyonu`nu çok yakından bilen, devletin hassas kurumlarından birinde yer alan, "Cemaatten" bir dostumuza şöyle bir cümle sarfetmiştik:

     

     

    "1980 öncesinde de tüm ülke, sağ-sol olarak ikiye ayrılmış, insanlar bunlardan birini seçmeye mecbur bırakılmış, ülke karanlığa sürüklenmişti. Benzeri bir `safları sıkılaştırma` işlemi yapılıyor gibi. Bu iş kontrolden çıkarsa çok tehlikeli olabilir."

     

     

    Aradan zaman geçti, işler iyice zıvanadan çıktı.

     

    Ama doğru ama yanlış, bu işin tüm günahı da cemaatin üstüne kaldı.

     

    Eleştiriler karşısında soğukkanlılığını iyice yitiren Cemaat, gittikçe saldırganlaşmaya ve hata üstüne hata yapmaya başladı.

     

    Hatalara karşı yapılan eleştiriler ise, ya Ergenekonçu yaftası ile, ya da zımni olarak neredeyse "imansızlık" suçlamaları ile karşılanır oldu.

     

     

    Bugün ise, bir "zirve noktası" gerçekleşti. Zaman Gazetesi Yazarı Ali Ünal, Fethullah Hocaefendi`yi Hızır Aleyhisselam ile mukayese eden, O`nu, "kaderin eli" ilan eden bir yazı kaleme aldı. Yazının tamamını aşağıda yayımlayacağız. Lakin edilmesi gereken üç beş çift lafımız var:

     

     

    Fethullah Gülen Hocaefendi`nin şahsında somutlaşan Cemaat, artık eleştirilerde dost-düşman tanımaz oldu.

     

     

    Haydi, Devlet Bahçeli, bazı konularda sicili kabarık bir isim ...

     

     

    Acaba, Cemaat, mütedeyyin kitlede kendisine yönelik büyük rahatsızlığın farkında mı? Mesele, sadece devlet de değil; Devletin, Özel Sektörün, kısacası hayatın her alanında başkalarına hayat hakkı tanımayacak şekilde davranıyorlar.

     

     

    Açıkça söyleyeyim, kendileri dışındaki tüm ama tüm diğer cemaatlerde Fethullah Gülen Hocaefendi Cemaati`ne karşı gittikçe artan bir kırgınlık söz konusu.

     

     

    Bizzat yaşayanlardan dinlediğim sayısız örnek var ama kişiler ve kurumlara zarar vermemek için, sadece iki örnek yazacağım, diğerleri bunların türevleri:

     

     

    Birincisini, Tarikat ehli bir genç bir dostumdan bizzat dinledim. Bu dostum, devletin en önemli kurumlarından birinde orta düzey bir memur. Bana: "İsmail Bey, burada devamlı birlikte cemaat halinde namaz kıldığım Fethullah Gülen Hocaefendi`nin cemaatinden dostlarım var. Birlikte secde ediyoruz, ayrımız gayrımız yok sanıyordum. Bir gün yurtdışına gittik kafile halinde, sabah namazına beni kaldırmadan kendileri cemaat yapmışlar. Aralarından bana daha yakın olan safça bir tanesine sordum, "Valla ben de anlamadım, sordum Ağabey`e, O gelmese de olur, bizden değil" mealinde bir cevap aldım dedi.

     

     

    İkinci olay, nur cemaati dışındaki diğer cemaatlerde bugünlerde sıkça konuşan konulardan biri. İsmi lazım olmayan bir bakanlığa yeni atamalar yapılmış. Yapılan atamalardan %70`inden fazlası sadece Fethullah Gülen cemaatinden olduğu halde, kıyameti kopartıyorlar, "Müsteşarın kellesini isterük" tehditleri savuruyorlarmış.

     

     

    İnanın çok daha çarpıcı örnekler var. Bizzat yaşadığımız korkunç işler var. Ama bir yerde durmak zorundasınız, fitne çıkarmak değil amacımız.

     

     

    Şunu da söylemeden geçemeyeceğim. Yine devletin içinde, hem güvenlik ve istihbaratta, hem de diğer devlet kurumlarında, gördüğümüzde bize "Allah"ı hatırlatan, Nur Talebesi dostlarımız var. Allah onlardan razı olsun.

     

     

    Ama cemaat artık yanlışı görmek zorunda ...

     

     

    Şu tarikattan desen, "Onlar zaten Milli Görüşcü", bu tarikat desen, "Onlar zaten Ergenekoncu", bu cemaat desen, "Onlar MİT ilişkili", cemaati olmayan cami cemaati desen, "Onlar gerçekleri bilmiyor, biz herşeyi biliyoruz, anlatırız" ... Neredeyse, Fethullah Gülen cemaatinden olmayan kimse "müslüman" kabul edilmeyecek. Herkes hatalı, herkes yanlış görüyor, herkeste kusur var.

     

     

    En çirkini ise, iki kelam eleştiri yapanın, özel hayatındaki yanlışların bir sürü "Mütedeyyin" gazete tarafından ortaya dökülmeye başlaması! "Nasıl olsa günahsız insan yok! Buluruz bir açığını sustururuz!". Bu nasıl bir "müslüman ahlakıdır"? Basit bir müslümanın ellerini başına koysa, "ben ne yapıyorum, nereye gidiyorum? Ahlaksızlaştım" diye hayıflanacağı vahim hatalar, bir Cemaat tarafından yapıldığında "kurumsallaşıyor" ve bunun hiçbir sorumlusu olmuyor, öyle mi? Bir de üzerine, "Hızır Aleyhisselam" kıssası anlat, yedirebildiğine yedir! Ayıptır! Günahtır!

     

     

    Madem Kur`an meali yazabilecek bir din alimisin, öğrenci evlerindeki binlerce pırıl pırıl Anadolu Evladı`na, "Şura Suresi"ni, "Hurma aşılama" hadisini anlat!

     

     

    Allah-u Teala, Kur`an-i Kerim`de, apaçık bir şekilde, hem de Peygamber Efendimiz`e "Herkesin fikrini özgürce söyleyebileceği ortamda karar almayı emrediyor".

     

     

    Hadis-i Şerif`de ise, bizzat Peygamber Efendimiz`in ağzından, "Dünya işlerinde bana da muhalefet etmelisiniz" deniliyor.

     

     

    Üstad Bediüzzaman, "Asya`nın bahtının miftahı meşveret ve şuradır" diyor... "Herkesin bir reyi var, benim de bir eşit reyim var" diyor...

     

     

    Ali Ünal ise tutmuş, işine gelen gelen şekilde, hem de haddini fazlası ile aşarak, vaziyeti "Hz. Hızır" kıssasına uyduruyor!

     

     

    Parası ve gücü olmayan kişi ve gruplar küçümseniyor. Gayrimüslimler ile olan "diyalog" çabasının yüzde biri bile öz be öz müslümanlara karşı gösterilmiyor. Diyalog olsa ne olacak? "Ne istiyorsun?" diye sorulacak. Biz söyleyelim, sadece modernist kesim değil, mütedeyyin insanlar da "Cemaat dayanışması"nın "liyakat"in önüne geçmesinden fazlası ile rahatsız. Bırakın devleti, gidin ticaret yapanlara sorun, bir dokunun, bin ah işitin!

     

     

    Din alimlerinin bir kısmının caiz görmediği bir iş yapılıyor: Zekat paraları kurumsal olarak toplanıyor. Bu durum ise, "Gayrimüsleri ısındırmak amacı ile caiz görülmüştür" diyerek savunuluyor. Aslında bireylerin bizzat ihtiyaç sahibini bularak vermesi gereken bu paralar ticarethenelerde değerlendiriliyor, üstüne üstlük diğer ticaret erbabına haksız rekabet oluşturuyorsa vay bu işi yapanların haline! Vay ki vay!(Ticarette değerlendirildiği konusunda kesin bir bilgiye sahip değiliz, müfteri durumuna düşmek istemeyiz, ama zekatların cemaatçe toplandığı bilgisi çokça yazılıp çizilen, tartışılan bir uygulamadır)

     

     

    ABD`nin beşinci sınıf üniversitesinde üçüncü sınıf bir akademisyen, Fethullah Gülen Hocaefendi ya da Cemaat hakkında akademik değeri meçhul bir çalışma yaptığında, manşetlerden görülüyor, ama pek çok akil insan endişelerini dile getirince her birine ayrı kulp bulunuyor. Bu nasıl bir komplekstir? Irkçı Jirinovski`yi bile, nedendir bilinmez, cemaat hakkında bir iki iyi laf etti diye manşetlerine taşıdılar. Övgüye bu kadar meftun olmak İslam`ın neresinde yer alıyor? Şöhrete bu kadar meraklı olmanın hükmü nedir? Hele ki bu övgüler Jirinovski gibilerinden geliyorsa?

     

     

    Müslüman, elinden belinden dilinden emin olunan kimsedir. Eğer mütedeyyin kesimden çok fazla tepki gelmiyorsa, bunun yarı sebebi fitne çıkmasın kaygısı, diğer yarısı ise, insanların Cemaat`in tepkisinden emin olamamasıdır.

     

     

    İslam`da, Allah-u Teala`nın zatına tapmak asıldır. Cemaat ise, Allah-u Teala`nın "Muktedir(CC)" sıfatına tutunmuş gidiyor. "Kudret"e kendisinden başka hiçbir ortak istemiyor. Bu durum, Allah korusun, zamanla imani zaafiyetlere de yol açar. Tek sıfatın tecellisi ile kemalat bulunmaz!

     

     

    İyi niyetle yazıyoruz, gördüğümüz gerçekleri, gözlemlerimizi aktarıyoruz. Cemaat iyi yolda değil. Rahatsızlık, sadece "laik hassasiyetleri olan şeklinde tabir edilen" kesimden gelmiyor. Bizzat mütedeyyin kesimde büyük bir rahatsızlık var.

     

     

    Ali Ünal`ın aşağıdaki yazısı da, artık işlerin zıvanadan çıktığının delili sayılabilir mi, bilemiyoruz. Ama şunu söylemek isteriz: Abdülkadir Geylani Hazretleri(KSA), "Benim ayaklarım tüm evliyanın omuzlarındadır" dediğinde, Ahmed Er-Rufai Hazretleri(KSA) binlerce kilometre uzakta başını eğmiştir.

     

     

    Evliyanın kibir gibi gözüken işi aslında kibir değildir, emirle olur. Eğer Hocaefendi`ye böyle bir söz söyleme emri verilir ise, kendi ağzı dili var, kendisi söyler. Bu söz karşısında başını eğecek olan da eğer!

     

     

    Ama bu iş, Ali Ünal veya bir başkasının üzerine vazife değil. Herkesin haddini bilmesi gerek!

     

     

    İsmail Kizir/ tumgazeteler.com

     

     

     

    Ali Ünal`ın Zaman Gazetesi`ndeki yazısı

     

     

    Hz. Musa-Hz. Hızır kıssasını anlamayan

     

    1980 yılında İsmail Kıllıoğlu Bey anlatmıştı: "Bir arkadaşım var. Askerliğini yedek subay olarak bir kurmay subayın yanında yapıyor. Kurmay subayın `Türkiye`de Dinci Hareketler` isimli bir çalışması var. Subay, bu çalışmasında şu değerlendirmede bulunuyor: "Komünistleri anlıyor ve çözebiliyoruz. Ülkücüleri anlıyor ve çözebiliyoruz. Fakat dincilerin örgütlenme ve haberleşme yapısını hiç anlamıyor ve çözemiyoruz. Bir hadise oluyor, Erzurum`daki dinci ile İstanbul`daki dinci aynı anda aynı tepkiyi veriyor; bu haberleşmeyi anında nasıl sağlıyorlar, bir türlü çözemiyoruz."

     

     

    Hadiselere sadece zahirî sebep-sonuç ilişkisi penceresinden, yani materyalist açıdan bakan, dinî aklîliği veya rasyonaliteyi bilemeyen, Din`e ya Hıristiyanca veya materyalist bilim açısından yaklaşan insan, İslâm`ı da, Müslüman`ı da, Müslümanların davranışlarındaki maksadı, sebep ve faktörleri de anlayamaz; anlayamayınca herhangi bir hadiseye Erzurum`daki "dinci" ile İstanbul`daki "dinci"nin aynı anda aynı tepkiyi vermesinde bir örgüt yapısı ve örgüt haberleşmesi arar; ortada böyle bir şey olmadığı için aradığını bulamaz; bulamayınca uydurur. İşte, Fethullah Gülen Hocaefendi ve bütün faaliyetleriyle "cemaat", bu anlayamamanın, daha da kötüsü, yanlış anlamanın ve uydurmanın kurbanıdır.

     

     

    Kur`an-ı Kerim`de anlatılan Hz. Musa (as) ve Hz. Hızır (as) kıssası, bize Hocaefendi`yi, "cemaat"i ve "cemaat" etrafındaki spekülasyonları anlamamıza ışık tutuyor. Bu kıssada insanlık tarihindeki bütün hadiselerin manâsını, hadiselerdeki hikmetleri, Kader-insan iradesi münasebetini, hiçbir hadisenin başka hadiselerden bağımsız tekil bir hadise olmadığını, konjonktür dediğimiz şeyin aslında Kader-insan iradesi münasebetleri temelinde hadiseler bileşkesi olarak Kader`in örgüsünden ibaret bulunduğunu ve manânın madde üzerindeki hakimiyetini okuruz.

     

     

    Söz konusu kıssa, Hz. Musa ile Hz. Hızır`ın bir yolculuğunu anlatır. Hz. Musa, insanlık âleminin zahirinde, Hz. Hızır ise bâtınında vazifelidir. Hadiseleri anlamak, zahir ile bâtını birlikte görmeyi gerektirdiği için, Cenab-ı Allah (cc) bâtında yaptırdığı bu yolculukla Hz. Musa`ya bir bakıma seyr u sülûkünü veya miracını tamamlatır. Bu yolculukta Hz. Hızır, bindikleri gemiyi sağlam gemileri gasbeden kraldan kurtarmak için deler; büyüdüğünde şerli olacak, anne-babasını da yoldan çıkaracak diye bir çocuğu öldürür; yıkılmakta olan bir duvarı doğrultur ve karşılığında ücret almaz. Yapılan bu üç işten birincisi sahibinin izni olmadan yapıldığı için, ikincisi ise mutlak manâda Şeriat`ın zâhir hükümlerine terstir; bu bakımdan Hz. Musa itiraz eder. Önce hemen belirtelim ki, Hz. Hızır, yaptıklarını zâhir veya maddî âlemde yapmamıştır; öyle yapmış olsaydı, Hz. Musa itirazlarında elbette haklı olurdu. Çünkü, meselâ gelecekte şerli biri olacak diye masum bir çocuk öldürülmez. Hz. Hızır, yaptıklarını bâtın, manâ veya sırf Kader âleminde yapmıştır; onları maddi âlemde icra eden ise başkaları olabilir. Yani bir başkası keyfî olarak gemiyi delmiştir veya gemi bir kayaya vurarak delinmiştir. Çocuk zahirde başka bir sebeple ölmüştür. Hz. Hızır, sırf Kader`in elidir, hadiselerdeki manâyı ve asıl hikmeti temsil eder. Onun sırf Kader, bâtın veya manâ âleminde yaptığını, maddî âlemde bir başkası bir başka sebeple icra eder. Kader, hem aslî hem zahirî sebeple neticeye bir bakar; yani sebep ve netice için iki ayrı kader yoktur. Masum çocuk bir sebeple ölür veya onu bir başkası bizzat iradesiyle öldürür; oysa onun ölümüne hükmeden Kader`dir. Fakat Kader hükmünü verirken, onu icra edecek iradeyi de elbette nazara alır. Dolayısıyla kimse yaptığından Kader`i sorumlu tutamaz.

     

     

    Hocaefendi, bir bakıma manânın, Kader`in elini temsil eder. Manâ hükmünü verdiği zaman, (donmuş) nazik suyun demiri parçaladığı gibi, madde onun önünde duramaz. Her şeye maddî açıdan bakanlar da ortada örgüt arar, "ordu" arar; bulamayınca da uydururlar ve kendilerini mahkûm edecek hata üstüne hata yaparlar; Bahçeli ve diğerleri gibi.

     


  2. Bin Ladin "yine" öldü!

     

    Bu satırların yazarı, son üç-dört yıl içindeki kimi dost sohbetlerinde, söz bir şekilde Bin Ladin, El Kaide veya 11 Eylül'den açıldığında aynen şöyle diyordu: "Günlerden bir gün, bir sabah uyandığımızda; ABD Başkanı'nın 'Bin Ladin'in bir silahlı çatışma sonucu ölü ele geçirildiği' yalanını dünyaya ilan ettiğini hep birlikte göreceğiz. Bekleyelim, görelim!"

     

    *

     

    İşte o "küresel gözbağcılık" günü, dündü.

     

    ABD Başkanı Obama...

     

    Bin Ladin'in, Pakistan'ın başkenti İslamabad'ın kuzey doğusundaki Abbotabad kentinde düzenlenen bir operasyon sonucunda "öldürüldüğünü" ve "cesedinin ele geçirildiğini" iddia ediyordu.

     

    Obama, "El Kaide'ye karşı savaşta büyük başarı" antetli "HİKAYE"sini, özelde Amerikan halkına, genelde dünya kamuoyuna ballandıra ballandıra anlatıyordu!

     

    Hakikat şu ki, Bin Ladin, 2007'de eceliyle (böbrek yetmezliğinden dolayı) ölmüştü.

     

    Daha önce Yeni Şafak'ta birkaç kez "Üsame Bin Ladin'in hayatta olmadığı" gerçeğine dikkat çekmiştim.

     

    "Forrest Gump, Bin Ladin'le tokalaştı mı?" (6 Ocak 2008), "Bin Ladin Piyangosu hangi başkana isabet eder?" (19 Haziran 2008) başlıklı yazılarım bunlara örnekti...

     

    "Bin Ladin'den Benazir Butto'ya" başlıklı yazımda ise fabrikasyon görüntüler ve sahte ses kayıtları sayesinde...

     

    Dünya kamuoyunun Bin Ladin konusunda "ihtiyaca binaen" taammüden yanıltıldığından söz ederek, aynen şöyle demiştim:

     

    " (..) Bütün bu haberler 'afiyetle yememiz' için, 'psikolojik harekat' mutfaklarında itina ile hazırlanıyor.

     

    Vakti geldiğinde, Washington'ın Ladin'i bir köşede kıstırarak 'ölü ele geçirdiği' yolundaki flaş haberi de yine afiyetle yiyeceğiz!" (22 Mayıs 2009)

     

    *

     

    Dün birçok ekranda "Bin Ladin çatışmada öldürüldü" başlıklı Amerikan yemeğini hiçbir kuşku duymadan "gözleri bağlı" yiyen...

     

    Washington'ın "YALANLAR" mutfağında pişirilen bu yemeğin üzerine afiyetle "uyumlu" analizler döktüren gazeteciler, yazarlar, akademisyenler, siyasiler vs. sahne almışlardı.

     

    Bazıları "Terörle mücadeledeki bu büyük başarının ardından, El Kaide misilleme yapabilir" diyordu!

     

    *

     

    Diğer bir yandan da, "El Kaide'nin üst düzey ideologlarından birisi"nin "intikam" açıklaması yaptığına haberler dair dünya basınında yer alıyordu.

     

    "El Kaide" dediğimizde, aslında "Amerikan Markası" bir örgütten söz etmiş oluyoruz. Bin Ladin, bu dünyadan göçmüş olsa da, ABD'nin El Kaide'ye ihtiyacı var!

     

    *

     

    Ekranlar, "gururlu" Amerikan halkının, Beyaz Saray önündeki sevinç gösterileriyle dolu...

     

    Yıllardır hakkında "fellik fellik arandığı" yanılsaması oluşturulan, aslında hiç aranmayan, "aranıyormuş gibi" yapılan...

     

    Aranmayıp da beslenen...

     

    Washington hesabına derin vazifeler yapmış; Fidel Castro'nun dile getirdiği gibi, "Her zaman Dabılyu Bush'un emrinde çalışmış"...

     

    Sonunda "saklandığı!" yer altı konutunda böbrek yetmezliğinden ölmüş bir adamın...

     

    Dört yıldır "kurmaca görüntülerle manen yaşatıldıktan sonra; "en uygun zamanlama" gözetilerek, resmen "öldürülmüş" olmasına...

     

    Çılgınca sevinen, "gururlu" Amerikan halkını izledik, "gözlerimiz fal taşı gibi" kapalı!

     

    İsrail Başbakanı Netanyahu da...

     

    "Bu, teröre karşı omuz omuza mücadele eden demokratik ülkelerin paylaştığı bir zaferdir" diyerek, ABD Narkozu'nu pekiştiren "yardımcı rolde" oynuyordu.

     

    *

     

    Şu satırların yazıldığı esnada, ABD makamları hala daha "çatışmada öldürdüklerini" iddia ettikleri Üsame Bin Ladin'in cesedine dair herhangi bir görüntüyü gösterime sokamamışlardı! Bin Ladin'e ait olduğu ileri sürülen bir ceset fotoğrafının "photoshop"la üretildiği, kısa süre içinde ortaya çıkıverdi...

     

    Peki ya ne yapmışlar?

     

    Cesedi denize atmışlar!

     

    Demek ki, sakladıkları bir hakikat var:

     

    Çatışma görüntülerini filan geçtim, Ladin'in cesedini dahi gösteremiyorlar.

     

    ABD'nin illüzyonu, işte bu noktada tamamen çuvallamış oluyor.

     

    Doğrusu, Washington'dan çok daha inandırıcı bir "halkla ilişkiler" çalışması veya daha başarılı bir gözbağcılık numarası bekliyordum! Şu ana kadar, o bile yok.

     

    Şayet, "Tam yediremedik galiba" diye bir kuşkuya kapılırlarsa, hiç olmazsa şu saatten sonra, belki bir kurmaca "ceset görüntüsü" hazırlığı falan yaparlar!

     

    Ladin'in cesedini gösterebilmeleri de, gayet tabii hakikati değiştirmez ama bu numarayı dahi sergileyemediler, şu saate kadar!

     

    *

     

    İki yıl önce, Pakistan lideri Zerdari'nin Ladin'in hayatta olduğuna inanmadığına dair açıklamalarını hatırlıyorum, şu dakikalarda...

     

    Ladin'in Pakistan'daki bir operasyonda resmen "öldürülmüş!" olması hakkında, Zerdari'nin ne düşündüğünü pek merak ediyorum...

     

    *

     

    "Kurgusal" 11 Eylül Saldırısı ile başlayan, "Kitle İmha Silahları" mizanseniyle devam eden Resmi Amerikan Yalanları dizisinin en çarpıcı örneği dünden itibaren gezegenimizin dört bir yanında vizyona girmiş bulunuyor.

     

    ABD'nin Bin Ladin atraksiyonu...

     

    Son dönemde eski popülaritesini kaybetmiş olan Obama'ya bir nevi "kan iğnesi" hükmüne geçerken; asıl, Afganistan'dan çok geçmeden çekilmek zorunda kalacak olmalarına "elverişli bir gerekçe oluşturma" operasyonudur!

     

    *

     

    Sam Amca, Başkan Obama'ya söylettiği bu devasa "Bin Ladin öldürüldü" yalanıyla bütün dünyaya, hepimize bir bakıma "Yerseniz!" demiş oluyor... Dolayısıyla, işbu yazı da bir tür "Yemezler!" yazısıdır!

     

     

    YENİ ŞAFAK-Tamer Korkmaz

     

     

     


  3. Sizde diyorsunuz ki: "bu yahudiler neden zorbalık yapıyor, vahşi birer yaratık gibi sağı solu parçalama, işgal etme çabası içerisinde." Adamların kendi elleriyle yazdığı kitap böyle olmalarını istiyor da ondan. Okudukları kitap, onları kan emici birer zorba kalıbına sokuyor. 6 yaşında öğrenmeye başladıkları tahrif edilen tevrat, bir ömür boyunca "vur, kır, parçala" diyor onlara. Nihayet kan emici, vahşi, sinsi ve aynı zamanda sapık bir Yahudi çıkıyor meydana. Zorba bir Yahudi, katil bir Yahudi, terörist bir Yahudi yetişiyor.

    İşte bu nitelikleri kazandıran o kitaptan birkaç örnek:

    YEREMYA BAB: 51 A: 19-23 S.: 777... Ve Israil onun mirasının sıptidir; ismi ordularin RABBIDIR. Sen benim topuzum ve cenk silahimsin; ve seninle milletleri kiracagim; ve seninle ülkeleri helak edeceğim. Ve seninle atı ve binicisini kiracagim. Ve seninle cenk arabasini ve binicisini.kıracağım; ve seninle erkegi ve kadını kiracagim; ve seninle kocamış adami ve genci kıracağım; ve seninle genç adami ve ere varmamis kizi kiracagim; ve seninle çobanı ve sürüsünü kıracağım; ve seninle çiftçiyi ve çiftini kıracagım; ve seninle Valiyi ve Kaymakamı kıracağım.

    TSEFENYA BAB: 2 A: 5 S.: 887... Ey Kenan, Filistinliler diyarı, RABBIN sözü size karsidir; seni yok edecegim, öyle ki artık sende oturan kimse olmayacak.

    TESNIYE BAB: 9 A: 22-23 S.: 185

    22- Ve tanrın RAB o milletleri senin önünde azar azar kovacak; onları çarçabuk bitiremezsin, yoksa senin üzerine kır hayvanı çogalir. 23- Ve tanrın RAB onları senin önünde ele verecek, ve onları helak edinceye kadar büyük kırgınla kıracak.

    TESNIYE BAB: 20 A: 10-17 S.: 197 13- VE Allah'in RAB onu senin eline verdigi zaman, onun her erkegini kiliçtan geçireceksin; 14ancak kadinlari, ve çocuklari, ve hayvanları, ve şehirde olan her seyi, bütün malını kendin için çapul edeceksin; ve tanrın Rabbin sana verdigi düsmanlarının malını yiyeceksin. 15-Bu milletlerin sehirlerinden olmayip senden çok uzakta bulunan bütün sehirlere böyle yapacaksın. 16- Ancak tanrın Rabbin miras olarak sana vermekte oldugu bu kavmlarin sehirlerinden nefes alan kimseyi sag birakmayacaksin; 17-fakat onları, Hittileri, ve Amorileri, ve Kenanlilari, ve Prezzileri, ve Hivileri, ve Yabusileri, Allahin Rabbin sana emrettigi gibi tamamen yok edeceksin;

    HEZEKIEL BAB: 39 AYET: 18-20 S.: 828 Et yiyin, kan için 18- Yigitlerin etini yiyeceksiniz ve dünya beylerinin kanini, koçlarin, kuzularin, ve ergeçlerin, bogalarin kanını içeceksiniz hepsi Basanin semiz hayvanlarıdır. 19- Sarhoş oluncaya kadar kan içeceksiniz.

    ISAYA BAB: 65 AYET: 12 S.: 722sizi kılıcin kısmeti edecegim, ve hepiniz bogazlanmak için igileceksiniz.

    YEREMYA BAB: 16 AYET: 4 S.: 739Acıkli ölümlerle ölecekler; onlar için dövünen olmayacak

    YEREMYA BAB: 12 AYET: 3 S.: 736onları kasaplik koyunlar gibi ayir, ve öldürme günü için onlari hazirla

    ISAYA BAB: 13 AYET: 15 S.: 683Ele geçen her adamın gövdesi delik-deşik edilecek ve tutulan her adam kılıçla düşecek. Yavrulari da gözleri önünde yere çalınacak, evleri çapul edilecek ve karılari kirletilecek.

    YEREMYA BAB: 26 AYET: 32-35 S.: 749 32- Ordularin Rabbi söyle diyor: İşte milltten millete bela çıkacak, ve dünyanın uçlarından büyük kasırga kopacak. 33-Ve o gün yerin bir ucundan yerin öteki ucuna kadar Rabbin öldürdüğü adamlar olacak; onlar için dövünmeyecekler, ve ...... ve onlar gömülmeyecekler; toprağın üzerinde gübre gibi olacaklar; leşleri de yerin canavarlarına ve göklerin kuşlarına yem olacaklar.

    YEREMYA BAB: 51 AYET: 19-23 S.: 777 Sen benim topuzum ve cenk silahımsın; ve seninle milletleri kıracagım; ve seninle ülkeleri helak edecegim. Ve seninle atı ve binicisini kıracagım. Ve seninle cenk arabasını ve binicisini kıracagım; ve seninle erkegi ve kadını kıracağım;.......ve seninle kocamis adami ve genci kiracagim;......ve ere varmamis kizi kiracagim;...

    I. SAMUEL BAB: 15 AYET: 3 S.: 286onların herşeylerini tamamen yok et, ve onlari esirgeme; erkekten kadina,......çocuktan......emzikte olana.....öküzden koyuna, deveden eşege kadar hepsini öldür...

    HEZEKIEL BAB: 9 AYET: 5-6 S.: 794ihtiyary, genci ve ere varmamys kisi ve çocuklarla kadinlari helak için vurun, gözünüz esirgemesin, ve acimayin;

    TESNIYE BAB: 7 AYET: 1-3 S.: 184Ve tanrın RAB onlari senin önünde ele vereceği, ve sen onları vuracağın zaman; onları tamamen yok edeceksin; onlarla ahdetmeyeceksin ve onlara acımayacaksın.

    ISAYA BAB: 33 AYET: 12 S.: 697Ve kavmlar kirecin yanmasi gibi, kesilip atesle yakilan dikenler gibi olacaklar.

    HEZEKIEL BAB: 23 AYET: 25 S.: 810burnunu ve kulaklarini kesip düşürecekler, ve senden arta kalan kiliçla düsecek,

    ISAYA BAB: 54 AYET: 17 S.: 714Sana karsi yapilan hiçbir silah işe yaramayacak; ve hükümde sana karşı kalkan her dili suçlu çıkaracaksın.

    Son ayete dikkat ettiniz mi? "Suçlu çıkaracaksın" diyor. Kimi? "sana karsi kalkan her dili". Filistinden toprak satmayan Abdülhamid Hanı "kızılsultan" diye yaftalayanlar yahudi değil miydi?

    Yahudiler işte böyle gaddar, barbar ve cani insanlardır. Bu vahşiliği kendi tahrif ettikleri kitaptan almışlardır. Bir tarafında "öldürmeyin" diyorsa diğer tarafında "yok edin, katledin, sağ bırakmayın" diyor.

    Korsan bir devletin, korsan bir milletin dayandığı, tahrif edilmiş bir kitap. Vahşiliği, zorbalığı, kan dökmeyi zorunluluk sayan bir kitap. Tahrif edilmiş tevrat, zorba yahudilerin, torba kitabı.

    www.ismailaga.info--


  4. Allah dostlarından feyiz alabilmek üç şeye bağlıdır.

     

    Birincisi: İhlas

     

    İkincisi: Edeptir.

    Çünkü Allah dostlarından feyiz elde etmek ancak onların kalplerinden alınabilir.

    Böyle olduğu halde bir mürid ki, onun kalbi ihlas elbisesinden soyulmuş, ya da Allah dostları hakkında edebe zıt hareketi varsa, bu durumda o müride, o zatların feyizle dolu iç alemleri meyletmez.

     

    Üçüncüsü: Allah dostlarına muhabbet etmek ve onları örnek kabul etmektir.

    Çünkü muhabbet, feyzin çokluğuna ve son derecede artmasına sebeptir.

     

    Şu halde bir müritte söylenen üç şey; ihlas, edep ve muhabbet ne kadar çok bulunursa, hiç şüphe yok ki elde edilecek feyzinin de o kadar artacağı kesin ve tam bilinen bir şeydir.

     

    Feyz elde edebilmenin birinci şartı, kamil mürşide muhabbet beslemek ve onu örnek kabul etmektir.Ayrıca bu sevginin yapmacık ve zorlama olmaksızın, doğruluk yani gayri samimi olmaması ve gösterişten uzak, yakin yani şüpheden uzak olarak bulunması gerekir.

     

    Çünkü muhabbet, müridin iç aleminden mürşidin içine akan, manevi bir nehir gibidir.Onun sayesinde devamlı olarak feyiz alma imkanını elde bulundurur.Bu manevi nehrin genişliği, müritteki muhabbetin az veya çokluğuna bağlıdır.

     

    Bazen muhabbetin coşması anında o manevi nehir, deniz gibi olup müridin kalbi, mürşidin tarafına teveccüh eder.Hatta bu muhabbetin çokluğu sebebiyle kalbini şeyhine yönelten mürid, şeyhinde fani olup, mürşidinin bütün halleri bir anda müridin kalbine aksetmiş olur.

     

    Tasavvufi terbiyede önemli yer tutan muhabbet, diğer iki emri yani edep ve ihlas sahibi olmayıda gerekli kılar.Çünkü seven bir kimse, sevdiğine karşı edebe riayet ve ihlasa (samimi olmaya) sürat edegelmiştir.Seven kişilerin, sevdiğine karşı yaptığı fedakarlık bunun bariz bir delilidir.

     

    ''Bir şeyi sevmen, kör ve sağır eder''

    Buna göre seven kişi, sevdiğinde kusur göremez ki, aksi takdirde sevgisinde samimi olmadığını gösterir ve böylece kendisinden ihlas ve yakin yok olur.

     

    Hak dostuna bağlayıcı özelliği olan bu maddelerin bir kişide mevcud olması, onun feyiz almasına sebeptir.Evliyaullah'a bağlı olmasada bu muhabbet ve sevgi sebebiyle feyiz elde eder.

     

    Yeterki samimi ve saf bir niyet ile beraber olsun.


  5. Facebook adlı sosyal paylaşım sitesi belki haberleşmede çok önemli bir konuma sahip. Yayınladığınız bir videodan binlerce kişi haberdar olabiliyor. Bir hadisi şerif-i binlerce kişiye ulaştırabiliyorsunuz. Bunlar masum tarafı. Birde felaket tarafı var bu sitelerin.

    BAYAN PROFİLİ OLŞTURUNCA! Face'nin ne amaçla kullanıldığını tesbit etmek amacıyla kullanıcılar arasına girelim dedik. Bir arkadaşımız bu facebook sitesinde bir bayan profili oluşturdu. Profil resmi olarak da Türkiye bayrağını koydu. İslami paylaşım yapan, dini içerikli hatta ismailağa cemaati gibi ifadeler yazan sayfaları beğendi. Sayfalardaki yazılara yorum yaptı. Yorumlara cevap yazdı. Peki, sonuç ne?

    Bir hafta içinde tam 250 erkek profili tarafından arkadaşlık isteği, 85 mesaj geldi. Mesajlarda "İsminiz çok güzel, tanışabilir miyiz?, arkadaş olabilir miyiz? Ne güzel yorum yapıyorsunuz, beni tanımak ister misiniz?" gibi ifadelerle karşılaştık.

    TEHLİKENİN FARKINDA MISNIZ? Evet bunu yapanlar o sayfalarda Allah korkusundan bahseden, ahiret ve cehennemden konu olunca mangalde kül bırakmayan Müslüman profilli insanlar. Çok acı bir tablo.

    Dinimizde kadınların yabancı bir erkekle muhabbet etmesi caiz midir? Elbette hayır. Ama bakın Face'de ne oluyor; bir bayan paylaşımlara yorum yazıyor, onu yüzlerce erkek okuyor. Erkek de o yorumun altında yorum yapıyor "ne güzel ifade etmişsiniz" diyor. Bayanda: "teşekkür ederim" diyor. Yorumlaşmalar, cevaplaşmalar, methiyeler uzayıp gidiyor.

    İşte büyük tehlike.

    Belki ses yok ama yazı var. Not var, mesaj var. Yazılan mesajda aynı ses gibidir. Mesajı okuyan kişi onu beyninde kodlayarak adeta bir bayan sesine çevirir. Çünkü yazan kişi bir bayandır ve oda bayanın yazdığını bilmektedir. Dolayısıyla o düşünce ile okumaktadır.

    Bir paylaşım sayfasında talebe olduğu anlaşılan bir bayan çarşafı savunuyor, Efendi Hazretlerine olan sevgisini anlatıyor.

    Senin Efendi Hazretlerine azıcık muhabbetin olsaydı oralarda işin olmazdı. Saçını haram olduğu için göstermiyorsun belki ama senin yazdığın bir mesajdan etkilenen, beyninde değişik düşünceler canlanan bir erkeğin vebalini nasıl çekeceksin?

    Çarşafın içine girersin, tesettüre bürünürsün, erkeklerden kaçıyorsun. Facebook'takiler erkek değil mi? Onlarla mesajlaşmak, muhabbet etmek caiz mi? Erkekler tarafından bakarsak bir bayana arkadaşlık teklif etmek ne manaya geliyor? Onlara mesaj atmak, muhabbet etmek caiz mi?

    Arkadaşlar çok tehlikeli bir durum bu.

    İslami bir sayfaya bakıyorsunuz beğenenler var. Bir bayanın profil resmi iki erkek profil resminin ortasında gözüküyor. Bu ne lahana turşusu, bu ne rezalet ve adeta felaket, büyük bir hezimet.

    Bayanların facebook gibi siteleri kullanmasını doğru bulmuyoruz. Bu sebeple Facebook sayfamızı da kapattık. Uyarıyoruz! Tehlikeyi fark edin, kafirlerin tuzağına düşmeyin. Şeytanın oyununa gelmeyin. İpinizi nefsin eline vermeyin.

    Kaynak. www.ismailaga.info

    • Like 3

  6. antakya_medeniyetler_ittifakc4b1_korosu_medeniyetler_korosu.gif?w=224&h=222

    Logoları çok açık mesaj veriyor. Bu işi başlatan Vatikan ve Hıristiyan dünyasının simgesi haç çok büyük ve en önde. Hemen arkasında Müslümanları (korodaki Müslüman olduğunu iddia edenleri) temsil eden (oradaki hilal kesinlikle bizi temsil etmiyor) hilal. Yahudileri temsil eden 6 köşeli üçgen.

     

    KORO TAM BİR REZALET TABLOSU

     

     

     

     

     

    antakya_medeniyetler_ittifakc4b1_korosu_medeniyetler_korosu-1.jpg?w=570&h=222

     

     

    Şu resme bakın. Tam bir fiyasko. İçlerinde Müslüman varmış. Kimseyi dinsizlikle suçlamıyoruz haddimize değil ama Hadi bulun bakalım hangisi Müslüman!

     

    Medeniyetler ittifakı oyunu ile dinler arası diyalog çalışmaları hız kesmeden sürüyor. Hangi dinden oldukları belli olmayan insanların oluşturduğu bir koro şimdilerde de yahudilerin “nobel ödülüne” adaymış. Haber şöyle:

     

    “Müslüman, Yahudi ve Hıristiyan dinlerine mensup 120 kişiden oluşan Antakya Medeniyetler Korosu 2012 Nobel Barış Ödülü’ne aday gösterildi.

     

    Medeniyetler Korosu Derneği Başkanı Yılmaz Özfırat, kendilerini izleyen ve koro hakkında bilgi edinen bazı bakan, rektör, bilim insanları, büyükelçi, profesör, sanatçı ve Nobel ödüllü kişilerin önerisiyle, ödüle aday gösterildiklerini söyledi. Koroda, imam, papaz, rahibe, öğrenci, öğretmen, manifaturacı, ev hanımı, kuyumcu, mimar ve emekli gibi farklı meslek gruplarından kişiler bulunduğunu belirten Özfırat, korodaki Alevi, Sünni, Katolik, Ortodoks, Ermeni ve Musevi vatandaşların dostluk ve kardeşlik mesajları verdiklerine dikkat çekti. Özfırat, ödül için adaylık dosyasını kapsamlı bir şekilde hazırladıklarını kaydetti.

     

    İlk yurtdışı konserlerini New York’ta verdiklerini belirten Özfırat, Washington Büyükelçisi Namık Tan ve Türk Amerikan Dernekleri Federasyonu’nun katkısıyla ABD’de turneye çıkacaklarını da vurguladı.”

     

    Haberi tekrar tekrar okuyun… İmam, papaz, rahibe ve hahamlar birbirlerinin ilahilerini söylüyorlar.

    Yukarıda hangi dine mensub olduğu belli olmayan dedik çünkü bu koro; kabul etmediği Müslümanların Peygamberin’e salavat getiren bir yahudi, Allah’ın “onlar size düşmandır, birbirlerinin dostudur” buyurduğu yahudi kavmini öven ve İsa’nın tanrılığını iddia eden bir müslüman(!) ve bu her ikisini yapan bir hıristiyandan oluşuyor.

    Okudukları ilahiler bu yazılanlardan oluşuyor. yahudi salavat getiriyor, müslümanda onların ilahilerini ve ayetlerini okuyor.

    Ben müslümanım diyen bir insan inandığını iddia ettiği kendi Kitabında:“Ey iman edenler, Yahudi ve Hıristiyanları dostlar (veliler) edinmeyin; onlar birbirlerinin dostudurlar. Sizden onları kim dost edinirse, kuşkusuz onlardandır. Şüphesiz Allah, zalimler topluluğuna hidayet vermez.”(5/51) buyrulmuşken bu koroya dahil olamaz.

    Oyunu görüyorsunuz değil mi?

    Ey müslümanlar! Bu koroda bulunan müslümanlar gittiği ülkelerdeki programlara “İslamı temsilen” katılıyor ve bu iş görünürde Türkiye’nin önderliğinde oluyor.

    Türkiye Müslümanları bunu kabul edemez. İslam alemine yüzyıllardır ehl-i sünnet inancı ile yön veren Osmanlı evlatları bunu kabul edemez.

    Ey Müslümanlar, Osmanlı’nın yetim torunları, Allah’ın mücahit kulları bu oyunu bozmamız gerekmektedir. Herkes elini taşın altına koyacak. Bu oyunu bozacağız inşallah.

    Bu nedenlede bu oyunu her mekanda ve alanda, bu yazıyı her yerde paylaşmanızı istiyoruz. Paylaşın ve bu sesi duyurun.


  7. Ve dünyada iken ayeti kerimede kendilerine hitap olunduğu gibi: La havfun aleyhim ve la hum yahzenun

    Onlar için korku ve huzun yoktur.

    Denizin kenarına kadar, ayakların izi vardır. Ama denize girdikten sonra, ne iz kalır, ne nişan..

    Yüce ruhlar büyük şahsiyetler iman etmiş,amel etmiş,nefislerini ruhlarına,ruhlarını Rabblerin iradesine teslim etmiş,

    (bir sınavda bir dâhi olsa ona sınav olmaz ona cevapları açsan da bir açmasan da)Rabbeleri de onlardan razı olduğundan Rableri de onların kalp gözlerini açmış yüce halikin yeryüzündeki nişanelerini hikmetlerini müşahade etmiş bir nevi ölmeden önce ölmüşlerdir.Onlar için bu dünya hayatı bir hancının bir ağacın altında dinlemesidir.

    Bu yüzden dünya hayatına ehemmiyet vermemiş ahreti dünyada iken müşahade etmiş ve ona göre yaşamışlardır.

    Ki evliyadan öyle zatlar çıkmış ki ben oturduğum yerden levhi mahfuzu okuyorum demiştir.

    Bir diğeri enel hak derken mevcudatta her şeyin haliki ile var olduğunu hatta hiçbir şeyin mevcut olmadığını sadece hakkın baki olduğunu ifade etmiştir.

    İşte Necip Fazıl’da bu katre misali,ölümün yaratık olduğu gerçeği “ölümün” ruhun ölümü olduğunu ruhun ölümünün de nefse ittiba ve tevessül ile kendini kaybettiğini dile getirmiştir.

    Aslında dile getirdiği ummandan bir damladır.

     

    Baki Selam ve Dua.Hayli uzun tuttuk affola.

    • Like 1

  8. “Mutu gable ente mutu”

     

    Ölmeden evvel ölünüz!

     

    Halk içinde, hak ile beraber olmak..

    Hak içinde, halk ile beraber olmak..

    Hak ve halk iç içe olmak..

    Gönül çeşmesinden abdest alanlardan sâdır olan bu sözler, cebrî ölümden önce İhtiyari bir ölümü geçirmiş,nefsini tahkik ederek fenafillah makamına ermiş bir erin sözü ile başlayalım.

    Fenâfillah olmak (ölmeden önce ölmek)

    Buna akıl yoluyla cevap arar isek, varacağımız nihaî nokta vahimdir.Akıl ki,varlık iddiası içinde bir sultan.Ve ölüm varın zıttı var olan her şeyin zıttı.Varlık ve yokluk.Hem bilgi hem de hal olarak eksik olduğumuz giz!

    Akıl zaman ve mekan dışı tecellilere boyun eğmez,Mutlaka adi kıymet mantığını gütmek için kurcalar,irdeler ne için?

    Kendi hak ve imtiyazını tevil ve tezini gütmek adına.

    Akıl kendi haddini aşan bilgi ve hikmeti reddeder, Ölmeden evvel ölme gibi his ve vehimden soyut, vecd ve ilahi kurbiyyet ile alakalı bir mertebe ve merhaleyi akıl gibi mahdut bir mahlukun kabul etmesi mümkün müdür?

    Zira aşamadığı bir sınır,vasıflandıramadığı bir sır mevzu bahistir.

    Akıl ki, ondan büyük nimet ve yine ondan ziyade külfet yoktur.

     

    Bu sebebten mutevellit Üstad:

    Kendinden geçmek iman, kendinde olmak küfür!

    Dizeleri ile aklı bedâhat etmiş,

    İslami bir inkıyat, teslimiyeti tebliğ etmiştir.

    O vakit “iki zıt bir araya gelemez” ibaresi gereğince,aklın ölümü öldürmek gibi fena ve beka makamına icaz ve işaret eden bu makamı algılaması için kendi körlüğünü görmesi,mantık çerçevesini kapatıp,ilahi hikmet ve himmete teslim olmalıdır.

    Hikmet Allah’ın yüksek bir ihsanıdır ki tasvir ve tavsif olunsa (özellikleri sayılsa) onunla, güneş kapkaranlık olur. O öyle bir derecedir ki,

    İlahi hikmetlere sahip bir zat demiştir ki: “Hikmet nuru kalbime ineli otuz yıldır ki dilimden, söylediğime pişman olduğum bir tek söz çıkmamıştır.”

    İşte o akıl ki, her avın kelepçesi,İlahi aşkın müdâhin sevgilisi,zira ilahi aşk yokluktur,ama akıl öyle mi?

    İki zıt şeyin sevgisi bir kalbte, bir arada yerleşemez. Cem-i zıddeyn muhaldir. Yani iki zıddan birini sevmek, diğerine düşmanlığı icap ettirir. O halde ilahi diriliş için akıl bize ya nimet ya külfet olacaktır.

    Zira bu iş ne akılla ne de akılsız olur!

    Lazım gelen vera’ül akl’dır.Bu olgunluk akıl ötesidir,akıl da duygularımız gibi mahduttur bir yere kadar gider,gider ………………… ve kalış!

    Mevla akıl ötesidir yani vera’ül akl veranında verasında veranında verasında veradan da vera!kevn ve hendese ile ölçülecek şey midir?

    Zira aklın ihatası eksiktir.

    Nasıl ki bir karınca insanı gördüğünde ancak gördüğü kadarıyla kavrar. O insanı tarif edemez ki onun ruhunu hiç tasvir edemez. Bir sütun olarak görür.

    Bu hususta şu kıssayı anlatmak isterim.

    Hintliler karanlık bir ahıra bir fil getirip koymuşlar. Fili merak eden bir çok kişi oraya toplandı. Karanlıkta fili görmek mümkün olmadığı için, her biri elini dokundurarak fili tanımaya çalışıyordu.

    Birinin eline filin hortumu değdi. Dedi ki: ‘Bu fil bir oluğa benziyor.’

    Başka birinin eli filin kulağına dokundu. Fil ona yelpaze gibi göründü.

    Birisi elini filin ayağına sürünce, ‘Filin şekli sütun gibi’ dedi.

    Bir diğeri elini hayvanın sırtına değdirdi ve ‘Bu fil bir taht gibi’ dedi.

    Böylece, zanları yüzünden sözleri birbirine uzak düştü. Oysa ellerinde bir mum bulunsaydı hepsi aynı şeyi göreceklerdi.

    Bu da şunu gösteriyor ki bilgi ihatayla sınırlıdır akıl da.

    Yalnız bir farkla ruh! Müstesna bir cevher olan ruh Rabbin, sıfatlarıyla mücehhez olup sınırlarla ihatalarla zapt edilemez ki mesela;

    Rüyada 5 saniyede bütün dünyayı gezer uzaktaki yavrusunun acısını hisseder, muhabbet,sevinç ve tasa da ortak olur.

    Aklın ulaşamayacağı bilgilere izin verildiğinde!vakıf olur ki Efendimiz s.a.v.:

    Ben sizi arkamdan da görüyorum buyurmuştur.

    Yüce bir ruh aynı anda farklı mekanlar da ve zamanlarda bulunabilir ama sen onu yanında sanırsın.

    Hazreti Ömer bir hutbe irâd eder iken Ya Muaz! Cebel, cebel! demiştir. Sahabe bu olayı not etmiş. Gazve dönüşü sahabeler bu olayı mücahitlere sual edince sesi duyup tedbir aldıklarını söylemişlerdir.Ruha hudud yoktur.Yüce ruhlar cennette veya Rabbin huzurundadırlar.

    Zatın birine sormuşlar: Bu ne hal?Ben ol da bil! Buyurmuşlardır, bu halleri yaşamadan bilemeyiz.

    Bu durumda ki zatlar için gerçek bir ölüm yoktur.

    Nitekim Eflatun: İradeyle öl! tabiâtla diril! buyurmuşlardır.

    İradi ölüm masivaya mahal veren her şeyi öldürmektir. İradenin kunhunu meşgul eden her ilim ve bilimden, bedenini şehevî arzulardan uzaklaştırması, yani ölmeden önce ölmesi; bir başka ifadeyle riyazet kastedilmektedir.

    Mevlânâ, Eflatun’da olduğu gibi1 doğal ölümle ruhun hapishane olarak kabul edilen bedenden kurtularak Allah’a kavuşmayı şu sözlerle belirtir:

    Riyazetle bedenin ölmesi diriliktir, şu bedene zahmet vermek canı ölümsüzlüğe ulaştırmaktır.

    “Ne mutlu o kişiye ki, ölümden önce öldü; Yani bu bağın, bu üzümün aslından bir koku aldı.”

    Yukarıdaki ifadelerde de görüldüğü gibi iradî ölüm, kişinin özgür iradesiyle bedensel istek ve arzulardan uzaklaşması, her türlü şehvetin azaltılması anlamına gelmektedir.İnsan varlık ridasını soyunup hiçliğe kuşanınca Allah’ a vasıl olması yakindir.Zira hadisi kutside: Utriki ve teali;kendini terk et bana gel! buyurulmuştur. Ve yine kendinde olmak küfür!

    Ruhun fena ve bekası; Denilir ki,kulun bütün nefsani hazlardan fani olup nefs adına herhangi bir şeyden haz ve lezzet almamasıdır.

    Üstad bunu en veciz şekilde kaleme alanlardandır.

     

    Bu kapıdan kol ve kanat kırılmadan geçilmez;

    Eşten, dosttan, sevgiliden ayrılmadan geçilmez.

    İçeride bir has oda, yeri samur döşeli;

    Bu odadan gelsin diye çağrılmadan geçilmez.

    Eti zehir, yağı zehir, balı zehir dünyada,

    Bütün fâni lezzetlere darılmadan geçilmez.

    Varlık niçin, yokluk nasıl, yaşamak ne, topyekün?

    Aklı yele salıverip çıldırmadan geçilmez.

    Kayalıklı boğazlarda yön arayan bir gemi;

    Usta kaptan kılavuza varılmadan geçilmez.

    Ne okudun, ne öğrendin, ne bildinse berhavâ;

    Yer çökmeden, gök iki şak yarılmadan geçilmez.

    Geçitlerin, kilitlerin yalnız O'nda şifresi;

    İşte, işte o eteğe sarılmadan geçilmez!

    Ne ulvi seda ve tevessül.

    İşte iradi ölüm tüm irade gayesi Hakta muvaffakiyet olup, zelle kadar muhalefet içermemekte!

    Beşeri yönünü hakkaniyette öldürmüş, ilahi rızaya ulaşma yolunda taharet ve neka içinde.

    Yine Ebu Said-Ul Harraz bu husustaki sorulara:Ölümü öldürmek yani fenanın alameti tüm dünyevi ve uhrevi lezzetlerin alınmasıdır buyurur.

    Yunus’un dizelerindeki ilahi mesaj,

    Cennet Cennet Dedikleri, Birkaç Melek Birkaç Huri, İsteyene Ver Onları, Bana Seni Gerek Seni...

    Ruhun terbiye ve terakkisini izhar eden sözler.

    İcaz ve işareti anlamak için seyr-u suluk basamaklarını aşındırmak gerek.

    Acizane yorumum şu ki,bu hal Cenab-ı Hakkın emrinin kulunu tamamen kaplaması,yani Subhani Hakkın varlığının kulunun varlığına galip gelmesidir.Hayvani ruhun nefsin esaretinden kurtulup nurani ruh vasfına bürünmesidir.

    Zira ruh bedenden ayrılınca vehim kuvveti idrak vasıtasıyla kendisine geçer. O vakit ruh mana alemini muşahade eder.İşte burada bahsedilen ölüm iradi ölümdür.Ruhul hayattır.

    Buna binaen ayet şöyle ifade eder:O ki ölü idi biz onu dirilttik.

    Bu ayette işaret edilen Hazreti Hamza r.a.tır.İman şerefi ile muşerref olunca nazil olmuştur demek ki kişi hayatta olsa bile iman cevherinden mahrum olunca ölü sayılmaktadır.

    İman ona diri vasfını kazandırıyor.O halde ölümü öldürmek ruh ile mümkündür.Dostun dostu kucaklamasıdır.Burada vehim ve hayale yer yoktur.Dilin bile kemeri hali ifadeden aciz!

    Burada yine bir ibareye yer vermek isterim: İki kez doğrulmayan insan semanın melekütüne vakıf olamaz.Birinci doğum alemi mülk ikinci doğum ise melekut alemi yani manevi doğuştur.

    Caferi Sadık (r.a.)bu hususta ben Ebu Bekr’den (r.a.)ikinci kez doğdum diyerek neseb yani “varlık doğuşu” değil ilahi yani “tasavvuf yolu” ile murşidin batınından melekut alemine doğuşunu kastetmiştir. Yine hadisi şerifte:Yeryüzünde yürüyen bir ölüyü görmek isteyen Ebu Bekr’e baksın diyerek Efendimiz,s.a.v. bu halin en iyi timsali olarak onu işaret etmiştir.

    Buradan anlayacağımız ölümü öldürmek zaman ve mekan ile alakalı olmayıp Allah’ı tanıma ve kullü aklın şuası olan ruhun istidadını seyr-u suluk ile kurbiyyet teharrisi içinde yani mucerred iman ve havf ile iktifa etmeyip İlah-i aşkın eşiğinde sema etmektir.

    Bize düşen basiret gözü ile yakini kazanmak,bu yakin ile asli vatanımıza yani alem-i ervah’a mebde-i teayyüne ulaşmaktır.Zira ruh arşın fevkinden gelmiştir bu sebebten hiçbir zaman beden,zaman ve mekanla alaka kuramaz hep bir arayış ve bocalama içindedir.Zira ruh ne kadar kamil ise insan yani nefis o kadar cahildir.

    İnnel insane zelumen cehula;İnsan ziyadesiyle zalim ve cahildir.

    Muhtevasındaki ilahi şifrelerden bihaber olmakla kalmayıp, içindeki safi cevheride kirletmektedir.İşte ruhun asli vatanına kavuşması için ilahi, marifet rejiminin basamağı tasavvuf ve nefsin kırbacı şeriat…

    Ah o telakki o telakki!Kurbanlık koyun kadar saffet ve teslimiyet ve ebedi istikbal ve iştiyak!,

    Ölüm ki ebediyete açılan kapı,

    Nasıl mı?

    Hadise binâen: Kıyamet günü ölümü bir koç suretinde getiriler ve işte bu ölümdür bugün ölümü öldürüyoruz! Ki bunun üzerine cehennemlikler ümitsiz,cennettekiler bahtiyar olmuş,

     

     

     

     

     

     

    • Like 1

  9. Fransız yazar Claude Ferrere'den tarihle ilgili hayret verici ifadeler: "Size tuhaf birşey söyleyeceğim: Günümüzün cumhuriyetçi Türkleri, kendilerini Bayezid'in torunları değilde Timurun torunları sayıyorlar. Cumhuriyet donanmasında bir zırhlı var. Almanların eski 'Goben' zırhlısı... Bu geminin adını değiştirmek ve milli bir isim vermek gerekti.Çok haklı olarak 'YAVUZ SELİM' adı teklif edildi.Ama çankaya hükümeti buna razı olmadı. Kısaca 'YAVUZ' denmesini uygun buldu. Osman'ın (Osman Gazi'nin) kanı Ankradaki adamlar için tarihten silinmesi gereken ,nefret edilecek bir şey haline geldi. Tahripkar ve hain Cengiz'le,Timur;sayısız saraylar yaptıran,mabetler inşa ettiren,yollar açan,bunca eyaleti Türk topraklarına katan hükümdarlara(padişahlara) tercih edilmektedir... Cumhuriyet Türkleri cetlerinin mirasını hor görmeye başladılar"

    Yabancıları bile dehşete düşüren bu redd-i miras,sadece şahsiyetlere münhasır kalsaydı ,belki tahribat bu seviyede olmayacaktı.Hazinki aşiretten beylik,beylikten devlet çıkaran ve devleti enaz 300 sene cihanın hemen yarısına hakim kılan temeller-ki en başta din gelir-de tahrip edildi. Akif'in hicranla dile getirdiği gibi "inkilap ümmetinin şanı yakıp yıkmaktı"Eski adına ne varsa yerle bir edilmeliydiki enkazın üzerinde yeni bir devlet kurulabilsin.Yeni devletin tellakileri gibi insanlarıda 'modern' olacaktı. Örnek vardı Avrupa... Her vesileyle kuyumuzu kazan, her fırsatta haçlı güruhunu üzerimize saldırtan Avrupa...Onun gibi giyinecek, onun yazısıyla yazacak kendi kültür kaynaklarımıza sırt çevirip tarihimizi inkar ederek onun kaynaklarına yönelecektik. Papanın teklifini kabulle hıristiyan olmadığı için Fatih'i kınayacak ,Yavuz'u 'kanlı katil' ilan edecek, Abdulhamid'e 'kızıl sultan' diyecek, bütün tarihi 'hanedan tarihi' ilan edip Etilerden Sümerlerden, Moğollardan ecdad arayışına çıkacaktık. Nazarlarında Tarih bir ilim değil bir sanattı.Objektif olmasının önemi yoktu. Sadece 'milli' olmalıydı bunun içinde 'dini' unsurlardan ayıklanması gerkiyordu.Yani geçmiş reddediliyor, yok ediliyor 'yok'un üzerine geleceği inşa etmek gibi imkansız bir hayalin peşinde koşuluyordu. Üniversitelerdeki tarih kitaplarında bu milletin nasıl böyle yozlaştırıldığına dair çarpıcı ifadeler var.Bir kısa bölümü aktarıyoruz: "Harf devriminin tek amacı ve hatta en önemli amacı okuma yazmanın yaygınlaşmasını kolaylaştırmak değildir" "... Devrimin temel gayelerinden biri yeni nesillere geçmişin kapısını kapamak, Arap-islam dünyasıyla bağları koparmak ve dinin toplum üzerindeki etkisini zayıflatmaktı. Milliyetçiler yeni bir toplum meydana getirmek isteğindeydiler.Toplumun geçmişiyle bağları nekadar kuvvetli olursa,toplumu değiştirmek okadar güçlü olurdu.'' Yeni nesiller eski yazıyı öğrenemeyecekler yeni yazıyla çıkan eserlerin muhtevasını ise milliyetçiler denetleyebileceklerdi. Türk yazısı ile arap yazısı başka olduğundan, araplarla kültür bağı zayıflayacak ve Türkiye batıya yönelecekti. Din eserleri eski yazıyla yazılmış olduğundan okunamayacak,dinin toplum üzerindeki etkisi azalacaktı. Malesef dinin toplum üzerindeki etkisi azaldı. Millet, batı istikametinde 60 küsür yıl yürüdü veya cebren yürütüldü. SONUÇ;Kültürden kaçan, kütüphanelere mezarlık gözüyle bakan,günlük sadece 2,5 - 3 milyonu gazete okuyan bir toplum... Şark'ı küstüren, garp tarafından da reddedilen az gelişmiş bir ülke ve boşlukta bırakılan nesillerin batının ''izm'' leriyle birbirlerini vurması. İşin en acı tarafı ise bu tablodan mesul bulunanların hala alkışlanıyor olması.......

    Yavuz Bahadıroğlu'nun YAVUZ SULTAN SELİM adlı eserinden alınmıştır...


  10. DÖRT KÖŞE MEYDAN……….

    Yarabbi; (11 Mayıs 1953 Pazartesi akşamı, Ankara Hapishanesi revirinde dişçi odası, saat 7.30) bu satırları karaladığım, şu anda, senden, bu dünya cehennemine bir kartpostala bakar gibi, yanmadan ve kavrulmadan, sadece ibret ve haşyet gözüyle baktıracak ruh kuvvetini istiyorum. Yarabbi, bu kuvveti bana ver; ve içinde yandığım alevleri, onlardan alınacak ders ve ahlâk mahfuz, içimde kartpostallaştır! Onu kendime ve bütün dünyaya, senin için, hikmetlerin adına, emniyet ve hâkimiyetle gösterebileyim...

    Ah, bu dört köşe meydanın, çepçevre dört çizgi halindeki yollarında duyduklarım!.. Eğer Allah ile aramdaki sırların hududunu örselemek korkusu olmasaydı, birkaç kelimeyle sizi fena edebilirdim. Tek kelime dinleyemez hâle gelir ve etinizden kılçık çeker gibi, bu bahsi kafanızdan atmaya, çıkarmaya, itrah etmeye, kayyetmeye mecbur kalırdınız.

    Var ne, yok ne, ayniyet ne, zıddiyet ne, tek ne, çift ne, adet ne?...

    "- Hiçbir nefse takatından fazla yüklemem!"

    Buyuran Hakka ne diyebilirdim?.. Çekiyordum, çekecektim. Halimden sadece (fizyolojik) bir iki tezahür kaydedeyim: Sinirlerim o hâle gelmişti ki, dört köşe meydanın pencerelerinden gözüme çarpan Malatya ışıklarını sarımtırak beyaz değil de, kırmızı, kan rengi kırmızı görüyordum. Süt beyaz kara baksam yine o renk... Ve dehşetler içinde görüyordum ki, yatağımda veya dışarıda ve daima herkesten gizliyordum ki, gözyaşları, artık gözümden, (firijider)den çıkmış gibi, buz gibi gelmektedir. Katiyen insanı kandırmıyan ve cümudî bir bünyeden sızdığı hissini veren bu soğuk, buzdan soğuk göz yaşlarını, 40 küsur yıllık hayatımda ilk defa olarak, Malatya'da görüyordum. Bir müddet sonra, Kâinatın Efendisine, Peygamberlerin Başbuğuna ait bir düstur olarak öğrendim ki, en makbul gözyaşı, ruhanî gözyaşı buymuş; gözden buz gibi gelen yaş... Fakat ben kendimi böyle bir hâle lâyık görmediğim için teselli hissemi çıkaramıyordum.

    Bu hâlin, farkındasınız, ruhî arazlarını tam anlatamıyorum; onlar bende kalacak, belki tohumlaşıp, nice esere gövde verecek, fakat aslâ oldukları gibi gösterilmeyecek ve dudaklarımın ucunda kalmış olarak benimle mezara girecektir. Fakat sakın bunları, telâfisi derhal mümkün ve çoğu maddeye bağlı dünya sıkıntılarına ait şeylerden doğma sanmayın!

    Elektrikleri kesilmiş evim, açlığa bırakılmış çocuklarım, matbuat isimli esatirî yalan ve tezvir makinesine duyduğum hınç, dâvamızı içeriden ve dışarıdan sürükledikleri çıkmaz, çamaşırlıktaki namaz takkelerine kadar didiklenen Müslümanların hâli, artık bana "Mektubunu aldım, fakat ürküyorum, cevap veremem" demekten bile korkan dostların vaziyeti... Bütün bunlar belki sıkıntılarımın başıydı, ilk kritikleriydi. Fakat yangın çıktıktan sonra bunlara yer kalmadı. Bunların hepsi birden ikinci plâna geçti. Sadece ilâhî hikmet, mücerred çile, yanmak için yanmak, Allah için yanmak... Bunlar kaldı. Bunlar ve ben... Bulunmazı bulmaya, düşünülemezi düşünmeye, muhali kurcalamaya mahkûm ben:

    -Nokta ne, çizgi ne, satıh ne, cisim ne, renk ne, ışık ne, ruh ne?.."


  11. 5632.jpg

     

    Yakup Kadri çarşafı nasıl yazmıştı?

     

    Bu metni basmamak için yıllarca Yakup Kadri'nin Erenlerin Bağından ve Okun Ucundan kitabı basılmamıştır. 70'li yıllarda Kültür Bakanlığı'nın bastığı nüshada ise yoktur, kitaptan çıkarılmış ve geri kalan metinler basılmıştır.

    25 Haziran 2009 Perşembe 10:35

     

    Bu çirkin asrın ve bu çirkin muhitin yegâne süsü, ye­gâne güzelliği sizin çarşafınız, sizin peçenizdir. Yalnız bunlardır ki gözlere hâlâ bakmak tahammülünü, bakmak arzusunu veriyor. Niçin onlardan müşteki gibisiniz? O mazrufa bu zarftan daha muvafık ne olabilir? Sizi böyle gördükçe bir kadının başka türlü nasıl giyinebileceğim düşünüyorum ve çarşafsız, peçesiz bir kadın tahayyül ede­miyorum.

     

    Siz bizim aşkımızın, hürmetimizin, siz bizim kıs­kançlığımızın muti mahbubeleri değil misiniz? Vücudunu­zun şeklini alan bu dilfirib mahbesi sizin etrafınıza, sizin yüzünüz üstüne biz ördük; bizim ihtimamımız, bizim mu­habbetimiz ördü.

     

     

    Sizi güneşten, havadan, sizi kem nazar­dan sakındık da böyle yaptık. Yazık değil mi ki o saçlara güneş vursun, o yüzü havalar, tozlar hırpalasın! Yazık de­ğil mi ki -maazALLAH!- o gözlerin harimine, kolayca, laubali bir yabancı gözün kıvılcımı sıçrasın? Düşündük ki, belki bilmiyerek, belki farkına varmıyarak birine gülüverirsiniz. Nazarlarınız belki, bilâihtiyar, birinin üstünde fazlaca tevakkuf ediverir. Anın için yüzünüzü örttük. Zira tebes­sümlerinizin, bakışlarınızın kıymetini biz anlıyor, biz bi­liyorduk. Gönlümüz onların, öyle lüzumsuz yere heder ol­masına acıdı da bir ipek mahfaza içinde muhafazalarına lüzum gördü. Çünkü, siz hilkaten müsrifsiniz, hazineleri­nizin bahasını bilmezsiniz; her şeyde bahil olan tabiat, bü­tün cömertlik kabiliyetini size verdi, sizin kalbinize dök­tü, fakat öyle bir ifrat ile ki, nihayet böyle bir tedbire ihtiyaç messetti. Zaten insanların yegâne vazifesi tabiatın ha­talarını tashihe çalışmak değil midir?

     

    İnsanlar, kadınlara tahakküm ettikleri gündür ki ta­biata galip geldiler. Cemiyetlerin ve medeniyetlerin esa­sını bir erkeğin kıskançlığı kurdu.'Memleketlerden, vatan­lardan evvel ilk müdafaa edilen kadındı. Bana inanınız, bütün bu evler, bu mabetler ve bu şehirler sizin için ya­pıldı ve sizin açıldığınız ve sizin kıskançlık mahbesini yık­tığınız yerlerde derhal evler yıkıldı, mabetler harap oldu, şehirler çöktü. Çünkü, sizin mahbesleriniz o yerlerin surları idi, kaleleri idi.

     

    Niçin başka cinsten kadınlara bakıp ta başınızda ga­rip mütalealara meydan açıyorsunuz? Onlardan size ne? Siz, başlı başınıza bir âlemsiniz; ben o âleme girdiğim da­kikadan itibaren hariçte bir başka mevcudiyet var mı, yok mu? unuttum bile. Siz niçin kendinizde herkesi unut­muyorsunuz?

     

    Söze başlarken size demiştim ki bu çirkin asrın, bu çirkin muhitin yegâne süsü, yegâne güzelliği sizin çarşa­fınız, sizin peçenizdir. Memnun ve müsterih yaşamak için bu kanaat size kifayet etmez mi? Halbuki benim ruhumu sadece bu kanaat dolduruyor: Peçeniz ve çarşafınız... Bun­lardır ki bana muhabbeti öğretiyor, hayata muhabbeti, aşka muhabbeti, memlekete muhabbeti öğretiyor; bahusus memlekete muhabbeti... Zira, sizin bu örtüleriniz, bu süs­leriniz değil midir ki minarelerden ve o al rayetten sonra bu serseri ruha bir raz âşinâ melce ve bir emin mersa saa­deti veriyor. Peçenizin kudsiyetini şuradan anlayınız ki, bir yabancı elin ona uzanması ihtimali bile gayz nedir, hırs nedir, intikam nedir, kin nedir hiç bilmiyen bu tenbel ve yorgun ruhda beldeler yıkacak, burç ve barular devirtecek bir ateş alevliyor.

     

     

    Gördünüz mü? Peçenizden bahsederken haşin adımlarla yüksek surlar etrafında dolaşan bir eski kahraman gibi söz söylemiye başladım. Belki, bunların hiç birini yapmıyacağım, fakat emin olunuz ki şu dakikada çok samimi­yim. Size, sizin örtülerinize ve süslerinize doğru teveccüh edince kendimi her şeye kadir farz ediyorum. Tarih, menakib-i beşeriyeyi dolduran en büyük kahramanlıklar bana birer çocuk oyunu gibi geliyor.

     

    Sakın onları çıkarmayınız, sakın onları atmayınız. Bu çirkin asrın, bu çirkin muhitin ortasında asalet ve zarafete yegâne dâl olarak bunlar, sade bunlar kaldı. İnsanlar, senelerden beri, insanlığı terzil için ve cemiyetlere manzara­ların en fenasını vermek için sevimsiz bir cinnetle her şeyi devirdiler. Bu güruha peyrev olmak size yakışır mı? Ben sizi zamanların ve insanların fevkinde, onların haricinde biliyorum. Siz mestur ruhlardan değil misiniz? Dünya yüzünde tek başına kalan ulvî bir dinin ilâhı sizi bu sıfatla sair mahlûkat arasında mümtaz kılmamış mıydı? Siz onun halkettiği cennetâsa âlemin meleklerisiniz. O, «Kitab»ında sizin isminizi zikretti, o vakitten beri siz mu­kaddesat meyanına girdiniz; artık ne hale, ne maziye, ne de atiye mensupsunuz. Yalnız unutmayınız ki, sizi bu mer­tebeye, bizim aşkımız, bizim hürmetimiz, bizim kıskançlı­ğımız ıs'ad etti.

     

     

     

    Kânunuevvel 1331/ 1915 Aralık

     

    Yakup Kadri Karaosmanoğlu

    • Like 1

  12. 22632.jpg

     

     

    Çarşaf giymek isteyen?

     

     

     

    Ben sana bi baş kaparım, diyen Marihuana abla işi çözmüş: “Hangi açıdan çizerseniz çizin, çarşaflı kadın resmi hep aynıdır”

     

    22633.jpg

     

    Başörtü tartışmaları bir parlayıp bir sönse de son zamanlarda gündemimizi en çok işgal eden konulardan biri. Bir yandan başörtülülerin hak ve özgürlükleri, kılık kıyafetleriyle okulda okuma ve çalışma serbestlikleri tartışılırken diğer yandan İslami camia kendi içinde tesettürün bir yozlaşmaya maruz kaldığını konuşuyor.

     

     

    Allah rızası için mi örtünüyoruz?

     

     

    Örtünmenin artık dini bir vecibeden çok kültürel olarak algılandığı ve yeni nesille birlikte bunun daha da belirgin olacağı açık. Anneler başörtüsünü sadece saçlarını ve güzelliklerini örtmek için kullanırken aynı annelerin kızları örtünmenin yanında şık olmayı, yakıştırmayı, modaya uymayı, trendleri takip etmeyi ve bunun gibi onlarca şeyi zihinlerinin bir köşesinde tutuyorlar. Bir annenin bildiği şey saçını göstermemekken, kızı onlarca marka ve başörtü bağlama şekli arasında seçim yapabilecek bir kültürel düzeydedir. Bu durum bize örtünmenin dinsel algıdan çok kültürel itkilere dayandığını yeterince gösterse gerek. Örtünmede bir moda ve trend olmadığını düşünüyorsanız, neden bu sene tesettürlü kızların yüzde sekseninin lacivert pardösü edindiğini açıklamanız da mümkün olmaz.

     

     

     

     

     

    Tabi mesele bu safhayı aşalı çok oldu. Hatta tesettürde modanın iyi ve doğru olup olmadığı da az da olsa tartışıldı. Benim asıl merak ettiğim konu, tesettürde bir yozlaşmanın olduğu, Vakko’nun bile başörtüsü ürettiği, mendil gibi eşarpların peyda olduğu, markaların sektörü işgal ettiği bu zamanlarda neden “çarşaf”ın hala gündeme gelmediğidir. Öyle ya, en harbi tesettür çarşaf değil midir? Zaman gelir de çarşaf da başörtüsü gibi kapitalizmin oyuncağı olur mu bilemeyiz ama şimdi öyle bir tehlike yok en azından. İbrahim Tenekeci’nin deyimiyle “çarşaf, kapitalizmin kapısına bırakılmış siyah çelenktir.”

     

     

     

    Çarşafı kabul edebilir miyiz?

     

     

     

    Bu demir leblebiyi kapitalizm yutabilir mi sorusunu boş verip bunu biz yutar mıyız, kabul edebilir miyiz bunu düşünmemiz gerek. Şık görünmekten, tarz sahibi olmaktan, Armani’den vazgeçebilir miyiz? Ya da tüm bunlar umurumuzda değilse bile daha iyi bir tesettür gündemimize girebilir mi?

     

     

     

     

     

     

     

    Sizi boşuna yormayacağım, cevap: Hayır! Çünkü çarşaf dindarlar tarafından tam olarak kabullenilebilmiş bir şey değildir. Kötü bir örnek olmasına rağmen, CHP’nin o gerzek çarşaf açılımı bile, çarşaf üzerinde tesettür bağlamında bir tartışmayı tetikleyemedi. Bırakın Kemalistleri ve laikleri dindarlar, muhafazakarlar için bile çarşaf bir aşırılıktır. Başörtülüler, dindarlar bir yandan kendi tesettürleri için hak ararken, birçok platformda Kemalist zihniyetle çarpışırken öte yandan çarşafı aşırılık olarak görmeye devam edecekler, “o kadarına da gerek yok canım” diyecekler.

     

     

     

    Hayrunnisa hanım, ilkokulda örtünmeyi aşırı bulmadı mı mesela? Devlet erkanının eşlerinden bir tanesi çarşaflı mı, sorusu bizi aynı kapıya götürür: çarşaf kabullenilmemiştir. Tabii bunu anlamanın kızlar için basit bir yöntemi var: Akşam eve gidince “anne ben çarşaf giymeye karar verdim” deyin ve izleyin kopan gürültüyü.

     

     

     

    Tesettürün yozlaşmasını engellemek mümkün mü?

    Oysa çarşaf şuan tesettürün yozlaşmasına dair dert edindiğimiz şeylerden bizi kurtarır. Kapitalizmin suratına tükürdüğü gibi evden çıkarken ayna karşısında harcadığımız süreyi de oldukça kısaltır. Doğal bir haremlik selamlık halidir üstelik. Hangi başörtüyü hangi tuniğe, hangi ayakkabıyı hangi feraceye yakıştıracağımız zahmetinden ve çilesinden bizi kurtaran bu yobaz icat bir hanımın güzelliğini yabancı gözlerden en iyi saklayan (tabii hala böyle bir şeyin gerekliliğine inanıyorsanız) örtünme biçimidir. Dindar camianın hanım yazarlarının çoğu tesettür ve benzeri konularda her şeyi konuştukları halde, modernizmden kapitalizmden yozlaşmadan ve bunların zararlarından tonlarca laf ettikleri halde bir türlü çarşaftan bahis açamıyorlar. Allah İbrahim Tenekeci gibilere ilham vermese entelektüel dünyada “çarşaf” kelimesine neredeyse rastlamak mümkün olmayacak.

     

     

     

     

    Çarşafın siyasete ettikleri

     

     

    Burada, çarşaf kabullenilmemiştir, deyip bırakmak, iyi bir insaf örneği olur. Bunu sorgulamamız gerek, modern dindarlığın, narin, kırılgan, makyajlı suratının bunu kaldırmadığını anlamamız gerek

     

     

     

    Subhaneke okuyan başörtülü kız

     

     

    Müslümanlar üzerindeki modernizm baskısı o kadar kuvvetli ve tazyikli ki zaman zaman vurgun yiyoruz. Bu suratımıza gülümseme ve makyaj olarak yansıyor bazen, ılımlı ılımlı sırıtıyoruz. “hey dostum şekle şemale takılıp kalma” diyoruz, “bırak bu şekilci ayakları” diyoruz, bir fırt daha modernizm çekiyoruz, kafayı buluyoruz. Kafayı bulmuş çocuklar İhl Sözlük’te başörtüsü ile alakalı yüzlerce başlık açmışlar: hamburger yiyen başörtülü, nenesini öpen başörtülü, converce giyen başörtülü, süpaneke okuyan başörtülü, cart başörtülü, curt başörtülü… Onlara kızmamak gerek, sadece başörtülülerle ilgileniyorlar, bu bile iyi sayılır.

     

     

     

    İslamdan koşarcasına kaçma çabasındaki muhafazakar camiada sanatın, estetiğin hazla ve ancak sınıf atlama imkanı getirdiği müddetçe revaçta olduğu bir dönemde, Müslüman çocuklar artık kierkegaard, wittgenstein okumaya başlamışken, bir yandan da CRR’den konserleri takip edip caz ustalarının isimlerini ezberlemeye çalışırken, çarşaftan konu açmak kimsenin estetik zevkine uygun değil, biliyorum. Yeni yeni sanat galerilerini gezip ressamların tablolarını incelerken, sinemada Kieslowski, Tarantino, Dagur kari’den falan “işte estetik efendim” diye bahsederken çarşafı gündeme getirmek ayıp telakki edilir, elbette biliyorum.

     

     

    Her neyse bir dahaki sefere çarşaflı kızlar neden okullarda okuyamıyoru bile değil, erkekler de bu zihin kirletici okulları neden ‘boykot edilmelidir’ i konuşuruz. Bugün bu kadar yobazlık yeter. Zaten siz bile oldukça kızmış görünüyorsunuz.

     

     

    Abdullah Kibritçi

    • Like 2

  13. MUHALİFİM.

     

    1. Her gerçek aydın kötülüklere, sapıklıklara, zulümlere karşı muhalif olmalıdır.

    2. Kötülüklere, zulümlere muhalif olmayan kişi aydın değildir, aydın müsveddesi veya karikatürüdür.

    3. Gerçek aydın asla ve asla yalakalık, yağcılık, dalkavukluk, meddahlık yapmaz.

    4. Gerçek aydın köpek değildir ki, kemik için kuyruk sallasın, önüne atılan kemiği yalayıp yesin.

    5. Bendeniz aydın ve faziletli bir kişi olduğum için değil, sıradan vicdanlı bir vatandaş olarak muhalifim.

    6. Benim muhalefetim siyasî/politik muhalefet değildir.

    7. Elimden geldiği kadar yapıcı bir muhalefet yapmaya çalışırım.

    8. Bir Müslüman yanlış bir iş yaparsa ona da muhalif olurum.

    9. İslâmî bir rejim kurulsa ve bu rejim İslâm'a uymayan işler yapsa ona da (yıkıcı olmamak) şartıyla muhalif olurum.

    10. Muhalefet etmeyeceğim tek sistem Mehdî sistemidir. Mehdi Allah'ın korumasıyla ve Resulullah Efendimizin ruhaniyeti bereketiyle bozuk işler yapmaz. Zuhur ettiğinde ona itaat ve biat etmek her Müslümanın vazifesidir.

    11. Haram yenmesine muhalifim.

    12. Yolsuzluğun her türlüsüne muhalifim.

    13. İhalelere fesat karıştırılmasına muhalifim.

    14. Haram rantlara, komisyonlara, rüşvetlere muhalifim.

    15. Belediyelerin bütçelerinin hortumlanmasına muhalifim.

    16. Hem salih Müslüman ve dindar geçinen, hem de Nemrud ve Firavun gibi lüks, israf, aşırı tüketim, gurur, kibir sergileyen beyinsizlere muhalifim.

    17. Hangi tarikattan olursa olsun hakikî, gerçek, icazetli şeyhlere çok hürmet ederim ama sahtelerine muhalifim.

    18. Müslümanların paralarını zimmetlerine geçirenlere muhalifim.

    19. Zekâtları Kur'ân'a, Sünnete, icmâ-i ümmete, fıkha, Şeriata aykırı olarak toplayanlar ve aykırı olarak sarf edenlere muhalifim.

    20. Allah'ın âyetlerini ucuza satanlara muhalifim.

    21. İslâm'ı doğru dürüst bilmediği halde, mürşidlik taslayarak peşine takılanları yanıltanlara muhalifim.

    22. Müslümanlara çok hürmet eder, onları severim ama İslâmcıların tümüne muhalifim.

    23. Kendisinde Ümmet ve büyük cemaat şuuru olmadığı halde futbol kulübü tutar gibi hizip, fırka, grup, cemaatçilik militanlığı ve fanatizmi yapanlara muhalifim.

    24. Başına rengarenk bir eşarp dolamakla tesettüre girdiğini sanan, toplumda açık kadınlardan fazla göze batan sahte tesettürlülere muhalifim.

    25. Kur'ân'ın "Allah katında tek hak din İslâm'dır" beyanına rağmen, İslâm'ı reddeden Ehl-i Kitabın da Cennetlik olduğunu söyleyenlere muhalifim.

    26. Mezhepsizliğe, Sünnet ve fıkıh düşmanlığına, bütün bid'at cereyanlarına, Yüce Kur'ân'ın re'y ve heva ile yorumlanmasına, ehliyetsiz ve icazetsiz naylon müçtehitlere hep muhalifim.

    Muhalif olduğum için kendimi üstün ve faziletli görmem.

    Muhalefetim dolayısıyla dünyaya yönelik maddî ve mânevî menfaat, prestij, şöhret, nüfuz istemem.

    Anonim tenkitler yaparım, fitne ve fesat çıkartmaktan kaçınırım.

    Müslüman olduğum halde, islâmî kesimi olumlu ve uyarıcı şekilde tenkit ederim, özeleştiri yaparım.

    Muhalefetimi, tenkitlerimi paraya, mala, zenginliğe, nüfuza çevirmeyi aklımın köşesinden geçirmem.

    Sırf bana ait fikir, yorum, tenkit, görüşlerde hatâ etmem mümkündür ama muteber kitaplardan nakl ettiğim kesin dinî hükümlerde ve değerlerde hatâ etmem mümkün değildir.

    Ben kim miyim?

    Ben hiç olmak isteyen, onu da olamayan bir kimseyim.

    M.Ş EYGİ


  14. Mehmet Akif Bey,İstikal Marşı'nı kitabına almamıştır.Gerekçesi tam da Akifçedir:"Bu şiir,artık bana ait değildir.Onu millete hediye ettim.Artık o milletindir.Benimle alakası kesilmiştir."

     

    Millete ait olan bu şiirin nasıl ve hangi duygularla yazıldığını da şöyle anlatır:

    "İstiklal Marşı...O günler ne samimi ne heyecanlı günlerdi.O şiir,milletin o gün ki heyecanının bir ifadesidir.Binbir facia karşısında bunalan ruhların,ıstırıplar içinde kurtuluş dakikalarnın beklediği bir zamanda yazılan o marş,o günlerin kıymetli bir hatırasıdır

    O şiir bir daha yazılamaz... onu kimse yazamaz...Onu ben de yazamam...

    Onu yazmak için o günleri görmek,o günleri yaşamak lazım.

    Allah bu millete bir daha İstiklal Marşı yazdırmasın!

     

    Şairimiz,İstiklal Marşı'nı yazdığı sırada Yunanlıların attıkları top sesleri,Ankara'nın yanı başından duyuluyordu.

    Bu sebeple "Korkma"diye başladı şiirine...Tıpkı Hicret sırasında düşman takibine uğrayarak mağaraya saklanan Efendimiz'in yol arkadaşı Hz.Ebubekir'e Korkma Allah bizimle beraberdir demesi gibi...

    Zira imanı tam olanın,yüreğinde korkuya yer kalmaz.

    Mu'min elinden geleni yapar ve sonra da tevekkül eder ve teslimiyyet duygusuyla Allah'a güvenip dayanarak huzur bulur.

     

    İstiklal Marşı'nın yazıldığı günlerde Ankara bile tehlikedeydi.Batı'nın şımarık çocuğu Yunanlılar,yalnız,kimsesiz,bitkin Osmanlı'yı vatanında boğmaya gelmişlerdi.

    Yunanlılar kanla,ateşle ve asırlık bir hınçla gelmişler ve neredeyse Ankara'ya dayanmışlardı.

    Böyle bir ortamın ürünü olan İstiklal Marşı için, Akif onu ben bile bir daha yazamam,diyecektir.

    O şartlar altında İstiklal Marşı'nı yazabilmek için sadece şair olmak yetmezdi elbette.

    Aynı zamanda kesin ve keskin bir imanın sahibi olmak gerekirdi.

     

    Her okuduğumuzda bizi derin bir mana mıknatısına çeken bu ulvi şiir elbette ki şerefli bir ömre talip olmuş olan Asım neslinin önderi Mehmet Akif Ersoy'a yakışır ve yaraşır idi.

    Rabbim onun gibi kimlikli ve kişilikli olmayı nasip eylesin.Selam olsun Asım'ın nesline..

    • Like 2

  15. Gençlerin ve toplumumuzun şiirlerine eserlerine ve yaşantısına önem verdiği Kısakürek'in Nakşibendi tarikatına bağlı olduğu pek bilinmiyor. Tam bir mutasavvıf olan Necip Fazıl Kısakürek tasavvuf şeyhlerinden Seyyid Abdülhakim Arvasine bağlanmıştı. Bu yolun tadını ve lezzetini alanlardandı. İşte Üstad ''O ve Ben" adlı eserinde tarikatın esaslarından olan rabıtayı ve yaşadıklarını anlatıyor:

     

     

    Rabıtanın daha evvel 'sırası gelecek' dediğim gayesi insanda bir kendinden geçme hali. Bu hal doğuncaya kadar bilhassa zikirde rabıtaya devam edilecek. Bu halin doğması huzuru işareti. Büyük huzur tüyleri ürpertici huzur. Huzur meydana gelince de rabıta bırakılacak ve o hal üzerinde kalınacak. Yoksa gaye dururken vasıtaya bağlı kalmak gibi bir tehlike doğuyor ki huzurun kaybolmasına yol açıyor.

     

     

    Uçakla Kafdağının tepesindeki billur saraya konduktan sonra tayyarede kalınmaz; köşke girilir.

     

     

    Gördünüz mü inceliği? Neredeymiş o 'Allahla kul arasında vasıta olmaz' diyenler? İşte vasıtanın yeri bu noktaya kadar. Olur ama bu noktaya kadar olur. Ve bu noktaya kadar vasıtasız hiçbir şey olmaz.

     

     

    İrşad edicinin heceler ve kelimeler üstünde radyo mevceleri halinde nurunu emme ve o yoldan erme işi olan rabıta öyle bir hayat iksiri ki gözünüzü kapayıp da kalbinizi mürşidinize açtığınız an sizi aç bir kuzunun anne memesine yapışması gibi bir halet sarıyor. O zaman kafanızda bütün lambaları söndürüyor ve ne ilim ne fikir hiçbir şey bırakmıyorsunuz. Tam cehle yüzde yüz bilgisizliğe çıkıyorsunuz. Marifet burada işte!...

     

     

    Ve her şeyin oradan geldiğini o nur memesinden ağzınıza ve yüzünüze döküldüğünü görüyorsunuz. O memeye kurutacak kadar asılmayı bilirseniz ne mutlu size! O meme kurumaz; bütün insanlığı Ağustos sıcağında büyük sahrada toplasanız da hepsini birden tek mürşide rabıta ettirseniz yine kurumaz.

     

     

    Benimse rabıtam sadece şekilde cesette kalan bir taklit özenti olmasına rağmen birdenbire yakıcı bir tecelliye kavuştum. Binbir günah rezalet ve gaflet içinde yuvarlanarak kıldığım namazların kaadelerinde yani ikişer rekât sonlarındaki oturma yerlerinde 'Et tahiyyatü' okurken içime anlatılmaz ifadeye sığmaz bir baygınlık tutulma cezp edilme hissi çökmeğe başladı. Hayır başka yerlerde değil yalnız orada 'Et tahiyyatü' de… Ve müthişlerin müthişi: Dizlerimiz üstündeki parmaklarımı kaba ve şekilsiz parmaklarımı Efendimin ince ve uzun vezinli ve soylu parmakları şeklinde görür gibi olmaya başladım. Parmaklarımın rengini bile değiştiriyor esmerleşiyordu.

     

     

    BANKADAN AYRILIŞ

    Necip Fazıl Kısakürek aynı eserinde yıllarını vererek çalıştığı bankadan nasıl ayrıldığını da anlatıyor:

     

     

    O devirde beş yüz liradan fazla aylık aldığım bankadan bir yıldır istifa etmiş bulunuyorum.

     

     

    1938 yılında bir gün bankanın Ankara'daki Umumi müdürlük binasındaki odamda aşağı yukarı dolaşırken şöyle demiştim kendime:

    - Ne olacak senin halin böyle? Dolap beygiri gibi yok müfettiş yok müdür diye dolanıp duracak mısın? Efendi Hazretleri gibi bir kurtarıcıya kavuşturdu seni Allah… Çık bu hesap makinesinin seksek oyununun içinden; içtimai meşruiyetin neyse ona atıl ve ne olacaksan olmaya bak! Batında olmazken hiç olmazsa zahirde bir şey olmaya çalış! Davanın cemiyet planına bağlı sözcüsü fikircisi aksiyoncusu.

     

     

    Ve bir hamlede on yıllık emeğim bulunan bankadan istifa etmiş. İstanbul'da bir akşam gazetesinin birinci sayfasında bir fıkra yeri almış birde yüksek tahsil kademesinde bir hocalık bulmuştum. İki yerden aylığım bankadakinin ancak yarısını buluyordu ama ne çıkar? Asıllarda başlayan içtimai memuriyetimin eşiğine ayak basmıştım ya…

    Kaynak:www.ismailağa.info


  16. Almira

     

    Sen hiç ırmakların dilinden ağladın mı?

    Almira

    menekşe gözlü kız

    çizdin mi sevdasını bulutlara, rüzgarın

    hayatın isyanına dokunup titredi mi yüreğin

     

    Gelincikler

    hep boynu bükük mü bu şehirde

    hep böyle is mi kokar perdeler?

    salkım söğütler hep ağlar mı nazlı nazlı

    hep böyle küskün mü baharlar?

     

    Sözcükler yeter mi

    bir sevdayı anlamaya, anlatmaya

    İnsanın dili sevgice değilse

    nasıl anlatılır

    nasıl anlaşılır

    donmuş duygularla sevda

     

    “Anlat! ” diyorsun

     

    Nasıl anlatırım Almira

    sözcükler yeter mi

    bir sevdayı

    anlamaya

    anlatmaya

    dil yeter mi?

     

    Sen hiç sevdalandın mı?

    gökteki kuşa

    yerdeki suya

    annesiz bir çocuğun

    gözlerindeki acıya

    oğlunu yitirmiş bir babanın yüzüne

    bakıp ağladın mı Almira?

    bakışlarını bağışladın mı bir ama’nın gözlerine?

     

    Ormanlarda kuşlarla

    denizlerde balıklarla

    gökyüzünde bulutlarla

    konuştun mu hiç?

     

    Bilir misin

    akşam evine ekmek götüremeyen

    işsiz bir babanın ezikliğini

    hapishanede tütünü bitmiş bir mahkumun hüznünü

    ırzına geçilmiş bir kadının çaresizliğini

    duydun mu hiç yüreğinde?

     

    Sen kelebeklerin,

    sen çiçeklerin,

    özğürlüğün dilince konuştun mu hiç?

    kinden, düşmanlıktan uzak

    dostluk ve kardeşlik dilince

    konuştun mu Almira?

    ırmakların dilinden ağladın mı hiç?

     

    Yaşam

    bir oyundur Almira

    bir filmde bir rol

    maskeli bir balonun

    önceden hazırlanmış

    tekstleridir elimizde

    okuruz

     

    aptalca, sahtekarca ve derinliksiz

     

    Sevda

    kardeşlikle bütünleşmemişse

    beslenmemişse dostlukla

    tüm kaygılardan uzak

    savaş ve düşmanlıklardan uzak

    özgürlük ve dostluk üzerine kurulmamışsa

    sevda, sevda değildir Almira

     

    Sevda, sevda demekse

    ve

    sevdan sevdama denkse

    işte o zaman

    işte o zaman

    işte o zaman

    sevdan, sevdamdır Almira

     

    kaygısız, yalansız ve içten

     

    Nuri CAN

    • Like 1

  17. Şahsi çıkarları uğruna asaletini devir, olmayan karakterini bile satacak bir adam kalkıp da bir de milliyetçilik ve de vatanperastlik gibi dudağında iğreti duran sözlerden dem vurmuyor mu beynim zıngıldıyor yahu.Allah'tan ilahi adalettir ki bozuk saat misali arada bir nev-i şahıslarına munhasır mefluç dimağlı mefkure fikirlerini ibraz edebiliyorlar!


  18. İmanın kıyafetteki tezahürü tesettürle ortaya çıkar. İman eden bir kadın iman ettiği değerlere göre kıyafetini belirler. İman ettikten sonra nefsi davranamaz. Nefsi davrandığında inancıyla çelişir. Buna da günah denir

     

    Günah işleyenler işledikleri günahın cezasını ahirette çekeceklerdir.

     

    Örtünmek, ‘tesettür’ simgedir, İslam’ın alametlerindendir.”

     

    İman eden kadınların nasıl giyineceğini Rabbimiz bildirmiş, Peygamber Efendimiz de en ince ayrıntısına kadar açıklamıştır. Müslüman kadın kıyafetini buna göre belirler. Nefsinin ve çevresinin isteğine göre bu çizginin dışına çıkamaz. Çıkarsa haram işlemiş olur.

     

    İslam ile ilgili bir emri yaparken veya bir yasağı terk ederken önemli olan ALLAH’ın rızasını en önde tutmaktır. Her şeyden önce bütün amellerimizde olduğu gibi, bu tesettür konusunda da ALLAH’ın rızasını ön plana almamız gerekmektedir. Niyetimiz, ALLAH’ın rızasını kazanmak olmalıdır ve ALLAH Teala ne buyurdu ise zorlamaya gerek kalmadan, doğrudan doğruya kendi içimizden gelerek, teslim olarak uymak durumundayız. Biz tesettürümüzü/örtünmemizi kadın-erkek olarak yeniden ALLAH’ın muradı doğrultusunda gözden geçirmek durumundayız

     

    Örtünmek, tesettür Kur`an’da yoktur, tesettür konusu ta hicri 2. asırdan bu yana hep problem olagelmiştir.” gibi sözler, ALLAH’a iftiradır, Peygamberimize iftiradır. ALLAH’ın ayetlerini az bir bahaya satmaktan başka bir şey değildir

     

    Kadının yabancı, yani evlenme yasağı bulunmayan erkeklere karşı avret yerleri, yüz ve elleri hariç vücutlarının her tarafıdır. Ayakların avret olması konusunda değişik görüşler olmakla birlikte kadının ayaklarını da avret yerine dahil eden görüşler ağırlıktadır.

     

    Kadının mahrem, yani evlenmesi haram olan erkekler için göğüsten diz kapağına kadarki avret yeri aynı şekilde toplumumuzda hukuken bulunmayan cariyeler için de geçerlidir. Cariyelerin sadece mahremi olan erkeklere karşı değil, bütün erkeklere karşı avret yeri göğüsten diz kapağına kadarki yerleridir. Dolayısıyla cariye, İslam toplumunda baş açık ya da kolları açık veya diz kapağından aşağısı açık gezdiği zaman günah işlemiş olmaz, o şekilde onu gören erkekler de günaha girmiş olmazlar

     

    İslamî kıyafetin 4 ilkesi/şartı vardır. Bu şartları kendisinde bulunduran herhangi bir kıyafet İslamîdir. 1. Kıyafet avret yerlerini örtecek. 2. Elbise vücut çizgilerini belli edecek derecede dar olmayacak. 3. Kıyafet dışarıdan bakılınca içini gösterecek şekilde şeffaf olmayacak. 4. İslam’dan başka bir dinin simgesi olmayacak. Bu şartları taşımayan elbise veya kıyafet ile farz olan örtünme yapılmış olmaz. Bu şartlar hem erkek hem de kadın kıyafetleri için geçerlidir.

     

     

     

    Gerek avret yerlerinin tarifine, gerekse İslamî kıyafetin ilkelerine baktığımız zaman anlıyoruz ki, tesettür sadece başı örtmek değil, aynı zaman da, bütün vücut hatlarını gösteren “giyinik ama çıplak” diye tarif edilen giyinme de farz olan örtünme yerine geçmez.”

     

    Müslüman kadın elleri ve yüzü hariç bütün vücudunu vücut hatlarını belli etmeyecek şekilde örtmesi farzdır. Genel kural budur. Bu örtünmenin neyle nasıl yapılacağına örfe ve iklime göre kişi kendisi karar verebilir.

     

    Günümüzde Müslümanlardaki yozlaşmanın en önemli göstergelerinden biri de kadınların tesettürüdür. Müslüman kadınlar ve kızlar maalesef tesettür konusunda ALLAH’ın ve Resulünün sınırlarını çiğnemektedir. Gün geçtikçe bu konudaki savrulma artmaktadır

     

    Cahiliyye devrinin kadınlarının kıyafeti günümüzde moda olarak Müslümanlara özendiriliyor ve giydiriliyor. İslam’dan sonraki cariye kıyafeti bugün hürlerin tercihi oldu. Sokaktaki kadınların kıyafeti erkekleri tahrik etmekten başka ne işe yarar acaba? Buna tesettür denebilir mi? ALLAH bundan razı olur mu? Bu kıyafette dolaşan kardeşlerim gerçekten hesap gününe inanıyorlar mı? Bu giyimlerinden dolayı hesaba çekileceklerini biliyorlar mı? Hem kendilerini hem de felakete sürükledikleri erkeklerin günahının bir mislini yüklendiklerinin farkındalar mı?

     

    Bu ölçülere göre kadınlarımız kendilerini gözden geçirmelidir. Kıyafetimiz Müslümanlığımızın bir parçasıdır. Nefse uyarak şeytanı sevindirmeyelim.

     

    Selam ve dua ile…

     

     

     

    Prof.Dr. Orhan Çeker

    • Like 2

  19. Esrar ile Galib

     

    Bir Molla Celâl var bir de Tebrizli Şems bilinen en güzel dostluk hikâyesi olarak… Beş asır sonra Esrar ile Gâlib doğar sevda burcundan, aynı pınardan ama dolunay olamadan, hilal iken bitecektir bu hikaye…

     

     

     

    İkisinin de asıl ismi Mehmet. Esrar ve Gâlib seçtikleri mahlaslar, şairdirler kendileri... Gâlib Yenikapı Mevlevihanesi'nin kıymetli zatlarından olan babasının ışığında yetişir, mum dibini aydınlatır yani, söylenenin hilafına. Evde ilim için önünde, tekkede edeple arkasında, yanında hep. Bir evin bir oğlu, tek çocuk. Nazlı, kıymetli, şık, sadece beyazdır kıyafetleri, hep beyaz… Ve güzel mi güzel, nurlu mu nurlu bir yüzü vardır. Öyle ki bir yerden geçtiği zaman nuru ve kokusu kalır ardında. Mum gibi, lamba gibi ona bakıp başka yöne bakıldığında aksi kalır, o görülür yine… Lâkâbı vardır halk arasında:"Zamanın Yusuf'u", "İkinci Yusuf"...

     

     

     

    On yedi yaşında bir divan tertib edecek kadar şiiri olur. Bu yaşta divan sahibi olmak o devrin şartlarında çok yüksek bir zekayı, ilmi ve fikri seviyeyi gerektirir. Zamanın büyüklerinden birinin kendisine verdiği Es'ad mahlasını herkeste bulunduğu için değiştirir. "Son beytinde Es'ad ismi geçen iyi şiir için şiire yazık, kötü şiir için bana yazık.." diyerek... Seçtiği Gâlib mahlası, divanından sonra ikinci şaşırtıcı olay olur onunla ilgili. Oldukça iddialı bir isim çünkü. O yaşta bir tıfıl için fazla iddialı... Ama Gâlib'in esas vurgunu, yirmi beş yaşındayken üç ayda yazıp tamamladığı bir mesnevi ile olur. "Artık böyle bir mesnevi yazılamaz!" denince Nabi'nin Hayrabad'ı hakkında, "Allah, Kur'an ile güzel söz söyleyenlere meydan okuyor, hadi onun gibi bir söz söyleyin diyerek. Eğer her devirde güzel söz söylenmeyecek olsaydı Allah Teâlâ niçin ebedi olan sözünde böyle buyursun?" düşüncesi ile: "Ben yazabilirim Allah'ın izniyle!" der. Hüsn ü Aşk böyle bir mantık, inanç ve vakarın kitabı ve divan şiirinin son mükemmel mesnevisi. Bomba gibi düşer o zamanın zevk meclislerine! Ve hep olan, ona da olur. Çabuk tüketince kolay ulaşılanları, zorluklara sıra gelir genç yaşta. Kaçıp Konya'ya gider; çile çekecek, beşinci boyutta gezinecek, Hüsn ü Aşk'ın ateşten denizinde mumdan gemiler yüzdürdü ya, bakacak nasıl oluyormuş bu işler... Anne baba dayanamaz onun hasretine, himmet dileyip getirtirler Yenikapı'ya.

     

     

     

    Suskun ve boynu bükük geçen bir kaç yılın ardından otuz yaşında icazet alır. Tıfıl iken "dede" olmuş bir civan. Bir can, can-aver(can alan) olmuş, hayret ki hayret Cenab-ı Rabbi'l-Alemin'in işlerine! Tam o günlerde... Galata mevlevihanesi şeyhi vazifesinden azledilir, "küstahlık" etmiştir. Konya'dan bir şeyh efendi çağırılır, o ise Allah'a yalvarır, son nefesi Mevlânâ hazretlerinin eşiğinde versin, duası kabul olur. Elde kim var başka: Gâlib Dede... Galata'nın o kozmopolit, o karmaşık, o esmer gündemine ince bir gül dalı gibi düşer Zamanın Yusuf'u… "Galata Mevlevihanesi'nin tıfl-ı nazenini" kimsenin dilinden düşmez artık.

     

     

     

    Bir mecliste suratını asmış, efkarlı ve bunalımlı oturup duran Esrar'a: "Sen de mi Galata'nın tıfl-ı nazeninine tutuldun, nedir bu hal?" diye çatılınca duyar Esrar onun adını. O zamanlar orta yaşlarını süren, ağır oturaklı, ciddi adamdır o. Ağır abilerden yani... Hafife alır hayatının hatasını yaparak... "Onu bir gören bir daha eteğinden ayrılamıyor" diyenlere "Eh görelim bakalım tılsımını şeyhinizin, yarın gidiyorum, hem de dizinin dibine, tekkeye!" der. Esrar mı aldın be Esrar, nasıl bir söz ettin böyle, yazık ettin kendine!.. Ateşe karşı yiğitlik olur mu, denize meydan okunur mu, rüzgâr alıp götürmez mi yaprağı; gönül işlerinde cür'etin yeri var mı?

     

     

     

    Oysa Gâlib, Hakk'ın haberdar etmesiyle bilmektedir ruhuna kanat olacak kişinin az sonra şu kapıdan içeri gireceğini ve çıkmayacağını. Tebessümle seyreder yağmurlu, rüzgarlı sokaktan yağmurla da, rüzgârla da, kendisiyle de kavga ede ede geleni...

     

     

     

    Cür'etin bedeli vurgundur, bilen bilir; yare karşı haddini bilmeyenin, gözleri de yanacaktır gönlü de...

     

     

     

     

     

    Kartal kanatları gibi kalkık omuzlarla huzura giren Esrar'ın omuzlarının inişi, kalbinin yanmasından sonra olacaktır. Edep sevdadan sonra gelir, teslimiyet de... Buraya kadar herşey güzel… Bulunca insan, bir müddet şükürle sarılır nimetlere, sonra yavaş yavaş ülfet gelir kurulur sevdanın tahtına, o zaman can çekişmeye başlar ruh.

     

     

     

    İki Mehmet, Şeyh Gâlib ile nevniyaz(yola yeni giren dervişe derler) Esrar, Mevlana ve Şems gibi, birbirlerinin hem hocası hem talebesi olurlar. O bunu yetiştirirken bu da onu yetiştirir aslında...

     

     

     

    Semada selamlaşma(mukabele) vardır; semazenler karşılıklı eğilirler, göz göze... Bu eğiliş insanın özündeki "Ve nefahna" sırrınadır, o bakış O'na... Az önce denize karşı oturup Rahman'ın tecellilerini seyretmiş iki dostun, sema gibi bir sonsuzluk seyahati öncesi birbirinin gözlerinde, kendisini tamamlayacak olanı selamlaması ne sarsıcı ve ne çarpıcıdır!Teveccühtür tasavvufta en özel eğitim şekli, bir talebenin gözlerinin içine bakmak... Şeyh Gâlib Esrar'ının gözlerinin içine bu manada da bakmaktadır.

     

     

     

    Bir kaç zaman sonra, ben diyeyim bir ay, siz deyin bir yıl; Esrar'ın gözleri perdelenmeye başlar. Gözlerinde bir esmerlik, bir gölgelenme... Ufak ikazlar; bir gamze, bir kaş çatış... Hayır, tesir etmez; bir süre aydınlık, sonra yine bulutlar kapatır güneşi.Tarihe geçmemiş ne olduğu, ya bir alışkanlık eseri esrar içmesi yahut kadın-kız meselesi... Bir gece Şeyh Gâlib tam da âleminin zirvesinde, Esrar'a görünüverir sırlı bir boyuttan! Sadece bir görüntü! O kadar... Cübbesinin savruluşunu görür Mehmet Esrar; bir de, bir de o savruluşun rüzgârı yüzüne vurur, nefesini keser bir an.Koşar eşiğe ama "Şeyh halvette... Kimseye izin yok!"

     

     

     

    Başlamıştır, yanında bile gurbet günleri. Sürgün günleri. Tecrid… Uzaklığın en koyusudur bu. Bakar ama eskisi gibi değil… Söyler, ellere der gibi. Tutar, buz gibi... Tecrid... Bir ağacın yapraklarını dökmesi gibi hazana döner Esrar. Ne yapsın?

     

    Bir şiir yazar özür beyanında:

     

    Kâküllerine ol mehin, ey şâne, dokunma

    Zencîri kırar bu dil-i dîvâne, dokunma

     

    Gül-berk misâli ciğerim pâreliyorsun

    Ey bâd-ı seher, ol gül-i handâne dokunma

     

    Feryâd-ı ene'l-Hak eder âvâz-ı tanîni

    Fâş etmesin esrârını, peymâne dokunma

     

    Bünyân-ı nizâm-ı felek, ol kûy-ı belâdır

    Âlem yıkılır bu dil-i vîrâne dokunma

     

    İçtikleri hep hûn-ı ciğerdir fukarânın

    Şeyhâ, kerem et, hâtır-ı rindâne dokunma

     

    Eğlenceleri zülf-ü dil-ârâm-ı elemdir

    Dinle, ne siyah gûndur o efsâne, dokunma

     

    Şâhım, senin Esrâr sadâkatli kulundur

    Lûtfeyle, o derviş-i perîşâne dokunma

     

    O dolunaya benzeyen sevgilinin saçlarına sakın dokunma ey sevgilinin tarağı, yoksa deli gönlüm zincirlerini kırar kıskançlığından… Böyle saçlarını taradıkça sen, dertlerim artıyor, imtihanlarım ağırlaşıyor iyice… Onun saçları karardıkça kararıyor bahtım…

     

    Rüzgâr kokusunu getiriyor her seher, dayanılmaz oluyor bu gönülden düşmüşlük…

    Ey seher rüzgârı, goncanın bağrına sokulup yapraklarını dağıttığın gibi ciğerlerimi paramparça ediyorsun, o benim gül yüzlü sevgilime dokunma…

    Benim gönlüm her neye baksa Rabbini görür, O'nu anar gizli sırlarla; bu gönül kasesini kırma ki sırları açığa çıkmasın…

    Ey zavallı Esrar, âlemin nizamı Hak erenlerinin mahzun gönüllerindedir, onların gönüllerini kırma ki kâinat yerle bir olmasın…

    Dervişlerin içtikleri kendi ciğerlerinin kanı oldu bir nice zamandır; şeyhim, kerem eyle, müridlerinin gönlüne dokunma…

    Onların tek zevkleri senin huzur veren elemlerindir, dinle ne acıklı hikayelerdir onlar, aman acıyıp da o elemleri bizden alma, dokunma… Senin derdin bize dermandır, senin kaş çatışın bize ilaçtır, senin uzak duruşun bize çağrıdır… Eşikteki kalbimdir, bas da geç şeyhim! Ama ne olur öyle bakma, yanıyor yüreğim sızım sızım...

    Sultanım, Esrar senin sadık bir kölendir, lûtfeyle bu

     

    derviş-i perişâne dokunma…

     

    "Dokunaklı bir gazel olmuş Mehmet efendi..."

     

     

     

    Böyle der, evet evet, sadece böyle söyler Şeyh Gâlib gazeli dinleyince... Ah!!.. Hani dargınlığını azcık gösterse alıp dağlara kaçıracak Esrar onu, savuracak bir uçurumdan ötelere ama hayır, sanki hiç bir şey yaşanmamışçasına yabancı durur işte! Karar verir, bu böyle olmaz; ben bunu daha fazla kaldıramam! (Ne güzel, kaçıp sığınacak bir yerleri var o zamanlar aşıkların.. ) 1001 gece sürecek olan büyük "çile"ye girme isteğini arzeder sultanına. Gâlib: "Madem öyle istiyorsun, öyle olsun..." der, öyle umursamaz, ne halin varsa gör! (Ah, güzel gözlü, güzel yüzlü Gâlib, Yusuf-u Sani, kimbilir ne denli yakıcıydı bakışları öyle bigâne çevirirken yüzünü... Ve nasıl da sızlıyordu kalbi en derinden!)365+365+271=1001… İnsan hiç mi özlemez? Bir kez bile, kapıdan bari bakmaz mı? Bu sevda, bu bekleyiş yakar pişirir Esrar'ı... Gözyaşlarının tükeneceği kadar zaman eder bin bir gece...

     

    Bin birinci gece bir Miraç kandiline denk gelir. Ve o gece ay dolar Esrar "dede"nin hücresine: Gâlib ziyaret eder onu gece sehere devrilirken! Bu ne lûtuf sultanım! Hoş geldin, Hoş geldin! Sabaha dek sohbet, halvet, sükût olsa, bin yıllık özlemi bitirmeye yeter mi bir gece?

     

    Sabaha doğru Gâlib hücreden çıkar, öyle munis, öyle mesud... Sabah namazından sonra cenazesini çıkarırlar Esrar Dede'nin.

     

     

     

     

     

     

    Şeyh Gâlib bu doyamadığı dostuna çok içli bir mersiye, ağıt yazar ki canlar dayanmaz! Ama bir nebze olsun anlaşılabilir manzara:

     

     

     

    Kan ağlasın bu dide-i dür-barım ağlasın

    Ansın benim o yar-ı vefa-darım ağlasın

     

     

     

    Çeşm ü dehan u arız u ruhsarım ağlasın

    Baştan başa bu cism-i siyeh-karım ağlasın

     

     

    Ağyarım ağlasın bana, hem yarim ağlasın

    Guş eyleyen hikayet-i Esrar'ım ağlasın

     

     

     

    Nadide bir güher telef ettim dirig u ah

    Hak içre defn edip geri gittim dirig u ah

     

     

     

    Zat-ı şerifi âleme bir yadigâr idi

    Fakr u fena vü aşk-ı hüner ber-karar idi

     

     

     

    Her şeb misal-i şem benimle yanar idi

    Saye gibi yanımda enis-i nehar idi

     

     

     

    Hakka tamam âşık idi yar-ı gar idi

    Birkaç zaman muammer olaydı ne var idi

     

     

     

    Allah verdi aldı yine kurb-ı hazrete

    Biz kaldık intizar ile ruz-ı kıyamete

     

     

     

    Ahir nefeste sohbeti oldu muhabbet ah

    Bir yara vurdu bağrıma, ah derd-i firkat ah

     

     

     

    Gelmez mi hiç kalb-i fakire bu suret ah

    Ey kaş etmeyeydim o âşıkla sohbet ah

     

     

     

    Yakmazdı belki canımı bu nar-ı hasret ah

    Telh etti kamımı o zehir-nak şerbet ah

     

     

     

    Eyvah elden o gül-i handanım aldı mevt

    Esrarım aldı, dil ü canım aldı mevt

     

     

     

    Olsun mübarek ol mehe kabr-i saadeti

    Mevlâ müyesser ede makam-ı şefaati

     

     

     

    Bitmiş ne çare dane vü gelmiş saati

    Dehrin budur hemişe muhibbana âdeti

     

     

     

    Tefrik içindir etse de izhar vuslatı

    Zehri yutulmaz ağza alınmaz harareti

     

     

     

    Ben gördüğüm bu dar-ı fenanın fenasıdır

    Bâkî Huda rızası beka Hak bekasıdır

     

     

     

    Meydan-ı mevlevide nişan aşikar edip

    Pervaz ederdi şevk ile anka şikar edip

     

     

     

    Eylerdi nay u defle sema ah u zar edip

    Bulmuştu kan-ı meşrebi hakta karar edip

     

     

     

    Almıştı müjde kuyuna yârin güzar edip

    Gitti ne çare Galib'i hasretle bar edip

     

     

     

    Olsun visal-i hazret-i piranla kam-yab

     

    Kıldı karin-i kabr-i Fasih-i felek-cenab

     

     

     

    Bıraksın yaşla dolu gözlerim yükünü, ağlasın! O benim vefalı yârim ağlasın! Gözlerim, ağzım, yüzüm, yanaklarım ağlasın! Baştan başa bu siyah cismim ağlasın! Bana hem dostum ağlasın hem de düşmanım; Esrar'ımın hikayesini duyan ağlasın!.. eşsiz bir mücevher kaybettim ben, eyvah, vah! Toprağa gömüp geri çekildim eyvah, vah!

     

    Varlığı âleme bir armağan idi; fakr, fena ve aşk hüneri vardı onda; her gece mum misali benimle yanar, gündüz gölgem gibi yakınım olurdu. Hâkîki bir aşık idi, Hazreti Ebubekir gibi mağara arkadaşı, can dostum idi; ne olurdu birkaç zaman daha yaşasaydı! Allah verdi, yine O aldı kendi katına, bize kıyamet gününü beklemek düştü…

     

    Son nefesinde muhabbeti söyledi, ayrılık acısı bağrıma nasıl bir yara vurdu! Bu fakirin kalbine bu manzara nasıl gelmez artık? Keşke onunla hiç yakınlık kurmasaydım! O zaman bu hasret ateşi canımı yakmazdı; lezzetimi nasıl da acıya çevirdi o zehirli şerbet! Eyvah, ölüm elimden gülyüzlü dostumu aldı; Esrar'ımı aldı, kalbimi ve canımı aldı!

     

    O ay yüzlü dosta kabri mübarek olsun! Mevlâ makam-ı şefaati lutfetsin. Ne çare, rızkı tükenmiş, saati gelmiş… Kaderin sevenlere âdeti budur işte: Kavuşturması ayırmak içindir ki vuslattan sonra ayrılık, zehir gibi bir acı ve dayanılmaz bir ateştir. Benim gördüğüm bu fani dünyanın yalnız fenalığı, kötülüğüdür; Bâkî olan Allah'ın rızası, beka Hakk'ın bekasıdır…

     

     

     

    Mevlevîlik yolunda iz bıraktı. Şevk ile kanat çırparak yüksek yerlerde uçar, anka gibi mânâları avlardı. Ney ve defle sema edip ah ile inlerdi. Hak yolunda karar kılıp yaratılış gayesine ermişti. Yârin yurduna ulaşmış ve müjde almıştı ondan. Ne çare, Galib'e hasreti yükleyip gitti… Kader onu Fasih hazretlerinin kabrine komşu eyledi. Hak dostlarının mübarek ruhlarına kavuşup mesud olsun!

     

     

     

    Bir yıl geçer aradan… Şeyh Gâlib, bir akşam rahlesinde talebelerinden birinin notunu bulur:"Bu derece yüksek mertebedeki bir zatın, dış görünüşüne bu derece dikkat etmesi nasıl olur?" Halden ve gönülden ve hiç olmazsa dilden anlamayanların elinde kalmış bir bülbül gibi titrer Gâlib... Derler ki bu, içine iner Şeyh'in, üç gün hasta yatar ve canını Canan'a arz eder.. Hem de Esrar Dede'den bir sene sonra, aynı gün…

     

     

     

    Babası musallada son kez yüzüne bakınca: "Bu siyah sakal bu tahtaya hiç yakışmamış!" diyerek ağlayacaktır ve kapatacaktır o nurâni yorgun gözlerini, gün doğmaz akşamlara; ak sakalına dökülen son birkaç damla yaşla ve boğazına düğümlenen son kelamıyla, “Geçti Gâlib Dede candan Ya Hû”…

     

    Ümmügülsüm Vural

    • Like 1
×
×
  • Create New...