Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]

HEZ-EZ

Editor
  • Content Count

    137
  • Joined

  • Last visited

  • Days Won

    10

Posts posted by HEZ-EZ


  1. Posta Kodu: Aşk


    87postakoduask.jpg

    Hiç mektup yazdınız mı bugünlerde? Yo, yo, bir kaç dakikada tuşa getirilmiş SMS'leri kasdetmiyorum. Elektronik postaların ekrana düşen yalnızlığında da mektup tadı yok. MSN'lerin, Palktalk'ların ayak üstü buluşmaları da mektup olmaktan hayli uzakta. Şöyle mürekkebin aşkla şevkle damladığı, kalemin dost için anlamları kıvrım kıvrım ya(ka)ladığı, parmak uçlarının her dokunuşta biraz daha hasrete bandığı, kâğıt kokulu, zarf zarafetli, ucu yakılası sahici mektuplarını kastediyorum. Öyle hemencek cevap alınmayan, öyle hemen okunmaya ayarlı olmayan; postacının elinde yol alırken, posta kutusunda beklerken gönderenin gönderilene suskun anlayışlar bahşettiği o mektuplar nerede?


    İzmir'in yabancı ve uzak bulvarlarını bir dost sıcaklığı ile bana tanıtan, yüzünde şiirin kekremsi hüznünü okuduğum sevgili Mehmet Şamil, mektup küskünlerine, zarf yoksullarına, bekleyiş yetimlerine yeni, yepyeni bir yol açıyor: Posta Kodu AŞK.


    Kırk mektup var kitapta. Kılı kırk yaran, kırk ay kırk alev... Her satırında bir kalbin düştüğü, her hecesinde hasretlerin nefeslendiği, demlenmiş suskunluklar, beklemeyi göze almış mektuplar var.


    Öteden beri şairlerin nesir yazmasını okuyucuya şefkat olarak görürüm. Onlar şiire yükledikleri cevher anlamlarını bir nesrin açıklığına emanet edebilecek cesaretin sahibidirler. Şiirle biriktirdikleri susku barajının kapağını açabilecek cömertliğe sahiptirler.


    Şair cömertliğini ve cesaretini ikinci tekil şâhısa, "sen"e, muhatap olmanın kolay görünen ama yaralayıcı akışında gerçekleştiriyor. "Kalbime örtüyorum sakladığın sözleri." Meçhul ancak yakın, nazlı ancak sırdaş kalan o "sen"in ayakları dibinde, kalbinin gizli atışlarını yağmalıyor, gönlünün sırça köşklerini hoyrat rüzgârlara açıyor.


    Ne uzun zaman geçti içimizin denizlerinden "sana" diye inciler devşirme dalgıçlığına soyunamayalı? Ne oldu da bize "sen" dediğimizin umursamaz gözleri önünde sırlarımızın kıyısından çakıl taşları toplamaktan korkar olduk? İncilerimiz mi yaralandı? Yalnızlığa razı olacak, "sen"in gözlerinde kendi sûretimize bakacak yalınlığı mı kaybettik?


    "Yüreğimin sana ayrılmış yerinde bir selam var, onu al. Kurtar beni. İçimde durdukça, durup durup seniNLE öldürüLÜyorum."


    Sanıyorum, içimizin rüzgârlarını dindirdik. Gayba aşinâ bakışımızı eşyanın yüzünde dondurduk. Taş kesildi yüreğimiz; taştan da taş; öyle ki üzerimizden, bağrımızdan suların akışına ket vurduk. Lâl çığlıklarımızı yuttuk. Sonsuzluğa sözlü olduğumuzu unuttuk. Sevdalarımızı an'lık, günlük, aylık, mevsimlik avuntuların avuçlarında uyuttuk.


    Mehmet Şamil'in açtığı o yara hâlâ kanıyor.. İyi ki kanıyor; canlı olduğumuza alıştırıyor bizi. İyi ki kanıyor; acıyan yanlarımızla tanıştırıyor bizi...


    "Her şeyi yazmak ve paylaşmak mı dediniz? Kim ısınır uzaktan bu ateşin harında. Üşüten nedir ve yanan kim?" Yazmaya cesaretimiz yok belki.. Peki ya, okumaya? Hiç olmazsa, okuyabilir miyiz tesellisiz bıraktığımız, elsiz dilsiz eylediğimiz sızılarımızı?


    Kalplerimizin ezelden gönderilmiş mektuplar olduğunu bu sancılı beden zarfları içinde, Mehmet Şamil'in hatırına olsun, bir daha hatırlayabilir miyiz? Mektup türünün farklı imkanlarını ön plana çıkaran şairin, aşkın tanıklığına olan davetine katılabilir miyiz?


    Sahaf kokulu sayfalara bir mektup daha ekliyorum sana ulaşması umudunu şerh ederek. Gece üç nokta boyu derinleşiyor zarfın üzerinde. Kıvranıyor kumsaati akmamak için zamandan hızlı. Tekfin ve teçhizi tamamlıyorum. Kalbimi çıkarıp yapıştırıyorum bir kez daha. Katlıyor ve gömüyorum yine yola çıkmaya tutkulu düşlerimi.


    "Rabbim sadrımı şerh eyle... Zarfını aç bu ebede yazılı kalbimin. İşlerimi kolay eyle. Çöz düğümü dilimden. Beni ok(un)ur eyle. Ta ki anla(şılı)r olayım."

     


  2. rss.gif

     

     

    ABD’de demokrasinin çöküşü(1): Banka ordudan daha tehlikelidir

     

    By my on Oct 20, 2012 in ABD: Demokrasi mi oligarşi mi?, Demokrasi, Kriz Çıkarma Özgürlüğü, Liberalizm

     

    abd-kriz-demokrasi.jpgSunuş: Amerika Birleşik Devletleri’nde demokrasi son nefesini veriyor, halkın seçtiği liderler değil bankaların seçtiği liderler yönetiyor artık bu ülkeyi. Bankacılar çekirge sürüsü gibiler, geçtikleri yerde bir daha ot bitmiyor. Avrupa’ya da el atmış olan bu kravatlı barbarlar kimdir? Ne istiyorlar? Yöntemleri ve zayıf yönleri ne? Türkiye kendisini savunabilir mi? Bu yazı dizisinde bunları ele alacağız. (MY)

    “Yakın gelecekte ülkemi tehdit edecek bir kriz görüyorum. Büyük şirketlerin tahta oturduğu, yolsuzluğun iktidara sirayet ettiği, bütün paranın bir azınlıkta toplandığı bir kriz bu ve cumhuriyet yıkılıyor. Bu kadar büyük bir endişeyi savaşın ortasında bile hissetmemiştim.
    (Abraham Lincoln, ABD’nin 16cı başkanı)

    “inanıyorum ki bankalar sınırlarımızı tehdid eden ordulardan daha tehlikelidir [...]
    Fonlama adı altında gelecek kuşakların ödeyeceği harcamaları yapmak büyük çapta istikbal dolandırıcılığından başka bir şey değildir [...] Kâğıt paranın bir değeri yoktur, o paranın hayaletidir,kendisi değildir”
    (Thomas Jefferson, ABD’nin 3cü başkanı)

    Ekonomik kriz: Kaza mı soygun mu?

    Bilmem hatırlar mısınız, bundan 20 sene önce Batı’da hayat fena değildi. Para vardı, bankalar kolaylıkla kredi veriyordu. Evet, işsizlik yükselmekte idi ama olsundu. Tüketim kredileri tüketimi körüklüyor, yatırım kredileri sanayicilerin işini kolaylaştırıyordu…

    Siyasetçiler de memnundu zira GSMH hızla yükseliyordu ABD, Fransa, Almanya… 1980’li yıllardaki bu bolluk garip bir ideolojinin güçlenmesine sebebiyet verdi: Ekonomik faaliyetler hukukun dışında tutulmalıydı. Bu anlayışa göre kanun, polis, mahkeme gibi “lüzumsuz” şeyler ekonomiyi yavaşlatıyor, insanların zenginleşmesine engel oluyordu. “Deregulation / Liberation” gibi etiketlerle özel bankaların faaliyetleri giderek kanun dışı bir zemine kaydı. Eskiden “suç” sayılan fiiller serbest bırakıldı. Shadow banking, bilanço dışı işlemler, CDO gibi teminatsız sigorta faaliyetleri… Batı’da Adalet’in içi boşalıyor, bu kavram yerini bir tür racona bırakıyordu.

    Sonra ne olduysa, birden bir “PAAAT!” sesi duyuldu. Eğlence bitmişti. Çılgınca dans eden Amerikalılar ve Avrupalılar ışıkları yaktılar. Hemen herkesin cüzdanı, mücevherleri çalınmıştı. Bazıları donlarına kadar soyulmuştu. Fakat yavuz hırsız ev sahibini bastırdı: Hırsızlar kaçmak yerine salonda baş köşeye oturdular ve soydukları insanlara emirler yağdırıyorlar şimdi. ABD’de ve Avrupa Birliği’nde hazine ve ekonomiden sorumlu bakanlıklar ve borsalar bankacılar tarafından yönetiliyor. Atina, Madrid ve Roma’daki örneklerde gördüğümüz gibi halkın seçtiği liderler değil bankaların tercihleri yönetiyor ulus-devletleri. Gücünü Ulus’tan alan, yetkisi Ulus ve Vatan ile sınırlı olan devletler küresel güçlerle dans edemiyor. Sorunlar küresel, çözümler ise (sadece) ulusal. Demokrasi namına hâlâ kaldı mı bir şeyler? Halkın iradesi ara sıra siyaset üzerine etki edecekse bile artık bu etki finans sektörünü rahatsız etmeyecek bir çerçeve içinde kalacak.

    Serbest piyasa iyidir, başıboş piyasa kötüdür

    Eve hırsız girdiğini hemen fark etmezsiniz. Her sabah olduğu gibi uyanırsınız önce. Bazı şeyler yerinde yoktur. Sokak kapısı açıktır. Bir şeyler “normal” değildir. Jetonunuz düşene kadar belli bir vakit geçer. ABD ve AB’de halkların parası ütüldü. Daha da acısı rejim değişti. Özgürlükler ütüldü. Ama yavaş yavaş uyanıyor Batı. Nasıl oldu bütün bunlar? Neden önlem alınmadı? Ulus-devlet uyuyor muydu?

    Öncelikle meşru borsa işlemleri ile spekülatif hisse alım satımı arasına bir çizgi çekelim: Sermaye piyasasında kâr edeceğini umduğunuz bir firmanın hisse senedini satın alıyorsunuz. Kâra ve zarara ortaksınız. Bunda bir sorun yok. Eğer riski azaltmak isterseniz çok sayıda hisse senedi içeren portföyleri de alabilirsiniz. Böylece bütün yumurtalarınızı aynı sepete koymazsınız.

    İkinci bir “piyasa” düşünün ki firmaların kâr ya da zarar etmesi önemli değil, herkesle birlikte hareket ederek hisseleri alıp satıyorsunuz. Bir tür kumarhane. Arkanızdan gelen, sizden daha iyimser yatırımcılar (=oyuncular) olduğu müddetçe fiyatlar yükseliyor. Öyleki hisse senetleri gerçek değerlerinin çok üzerinde alıcı buluyor. Aman sesinizi çıkarmayın, yolunacak yeni kazlar bulduk, korkutmayın onları! Evet, bu kumarhane-piyasada siz aldığınız fiatın çok üzerinde satabiliyorsunuz. Birkaç gün ya da haftalığına ortak olduğunuz firma binlerce insanı işten atıyor, fabrika kapatıyor, yıl sonunda zarar edeceğini açıklıyor ama yine de hisse senetleri yükselmeye devam ediyor. Çünkü talep var, kazlar sağolsun.

    Dikkat edin, iki piyasa arasında ciddi fark var: Birinci piyasa sanayicilerin ihtiyaç duydukları parayı küçük yatırımcıdan toplayabilmesi için kurulmuş rasyonel bir sistem. Riskler, teminatlar ve sorumlular belli. Dolaşan para miktarı ile ekonominin gerçek büyüklüğü arasında normal bir ilişki var. Kötü idare edilen firmalar yıl sonunda vaad ettikleri kârı dağıtamadıkları için piyasada (yatırımcıların gözünde) değer kaybediyorlar. Gerekli bilgileri toplamayan “kötü” yatırımcı da “kötü” patron gibi zarar ediyor. Kazanç, bilgi, kâr ve risk arasında meşru ilişkiler var.

    Kumarhane-piyasalarda ise sürekli artan bir bilgi kirliliği görüyorsunuz. Sağlam gözüken firmalar bir gecede batabiliyor. “Sağlam” ulusal ekonomilerin saygın bankaları vergi cennetlerinde bilanço dışı işlemler yapıyorlar. Kanunî kontrollerden uzak yapılan bu işlemlerin hacmi bankanın meşru iş hacminin çok üzerine, yasal olarak bloke edilen provizyonun yüzlerce kat üzerine çıkabiliyor . (Bkz. Amerikan sigorta şirketi AIG) Haliyle bu gayrı meşru sahadaki dalgalanmalar bankaları batırıyor. Almanlar, İsveçliler, İngilizler yaşlılık günleri için kenara koydukları paraları bir gecede kaybediyorlar. Borsanın önünden bile geçmemiş insanlar borsa yüzünden fakirleşiyor. Yatırımcılara yön veren aracı kuruluşlar kendi müşterilerini de kazıklıyorlar bir yandan. Sadece devlet tahvili gibi “MUTLAK” güvenilir yatırım araçlarına verilen “AAA” notu nedense aşırı riskli emlâk kredisi sigortalarına verilmiş bu sefer. (Bkz. Goldman Sachs, Abacus, Moody’s ve Fitch) Risk gerçekleşiyor. ABD’de ve Batı Avrupa’da bazen belediyeler bazen de koca koca devletler borçlarını ödeyemez hale geliyorlar. Bankaların birbine dahi güveni kalmayınca krediler, yatırımlar ve dış ticaret felç. İşin belki en acı tarafî bütün bunların sorumlusu olan bir avuç bankacı hapise atılmıyor. Bunun yerine yüksek primlerle ödüllendiriliyorlar. Göstermelik para cezaları veriliyor ama bunlar da söz konusu firmaların bir iki haftalık kârlarına eşdeğer.

    Bu kumarhane-piyasaların gerçekten var olmasını mümkün kılan neydi peki? Öyle ya, zincirleme olayları, ara sebepleri okuyan biri “iyi ama insanları aldatmak neden yasak değil? Devlet neden önlem almadı?” diye sorabilir. Bu yasaklar eskiden vardı, 1929 krizinden sonra konmuştu. Zira Amerikalılar serbest piyasa ile başıboş piyasa arasındaki farkı öğrenmek için ağır bir bedel ödemişlerdi. Riskli finansal faaliyetler mevduat bankacılığından ayrı tutuluyordu meselâ. Vergi cennetlerindeki operasyonlar daha çok vergi kaçıranları, teröristleri vs kapsıyordu. “Gölgedeki” işlem hacmi marjinal sayılabilirdi. Özel bankaların aldıkları riskler merkez bankalarındaki teminat miktarıyla orantılıydı. Bu sebeple “sadece muz cumhuriyetlerinde banka batar” diye bir inanış hakimdi, doğruydu da. Nitekim 2001’deki krizde batan Türk bankaları ve hortumcular T.C.’nin o devirde adam gibi bir devlet olmadığını bütün dünyaya ilân etti.


  3. Duasında Kendini Unutan Adam - Mehmet Şamilduasinda.jpg

     

    bir gelincik tarlasına benzeyen gülüşü gizem

    bırak da öpeyim yalnızlığını

     

    Sen hiç gelincik gördün mü?
    Bir kere yapraklarına tutayım dedim, eriyip kaldı ellerimde. O zaman ağlamadığıma ağlarım şimdi.

     

    Saklandığım türkülere söylediğim şiirler vardı. Alıp götürsünler diye sesimi sana verdim. Tutanağa geçen sözlerimin sebepsiz bekleyişleri de çâre olmadı yeni türkülerime. Bunun içindir ki güvercin bakışlı olmak heyecan veriyor bana. Bunu biliyor ve ağlamıyorum. Ağlasam ne değişecek? Bunu da bir zarfın üstüne yazarak postalıyorum aşka. Cevabı ilginç olduğu kadar yakıyor yüreğimi:
    “Bul ve tanış kendinle, hayat sende anlam kazanmadıkça sana verebileceğim bir şey yok.”

     

    Neden kendime yabancı kalmışım diye eğilip topluyorum çiçeklerini hüznün.

    Unuttuğum bir şey vardı: akşam olduğunda saatlerce dönüp duran bulutları görünce rüzgâra bırakılmak ve çıkıp gitmek hayalden öte sandığım isimler zincirine. Biliyorum bir gün gelecek ve defterinin arasına bıraktığım her şeyi saksıdaki çiçeğin köklerine bırakacak
    duasında kendini unutan adam
    .
    Çiçek filiz verecek ve aldığı soluğun anlamına varacak. Sen hangi dalında açacaksın çiçeğin?

     

    Dostluğun yarım açılan kapılarından geçip merdivenlerden hızla tırmanan bir postacının elindeki zarfa tutuşan bir kelebek olmayı ne çok istedim. Sitem ve hüzünlerin orta yerinde
    oturup gözyaşlarını sayan bir çocuk
    olmak içimi kemiriyor. Kapıyı açtığımda bir tebessüm vermiyor bana eski dostlar. Ben hangi yüzümle tırmanayım mutluluk merdivenine? Bıraktılar âh yazık, çekemediler tesbih tanelerini. Pos
    tacımız
    nergis
    in bile
    iki
    m
    iz
    e tahammülü sınanıyor bak!

     

    Ağlayışlarına anlam katamadılar eski sevinçlerimin. Lirik bir şiir diye kalbime kazındı adın. Sana bir ömür gülümseme borcum var diye mahkûmun oldum.

     

    Yazdıklarımın anlamlı olmasını ve tüm yazdıklarımda beni bulmayı istiyorsan bütün yazdıklarımı birbiri ardına okuman yeterlidir demiştim. Hiç kimse doğru dürüst okumadı. Kapının altından bıraktığım dipnotlar benim en büyük itiraflarım oldu. Fakat hiçbir zaman bir şiirle anlatmadım kendimi. Saklandığım şeylerdi mısralarım.

     

    Mektuplarım ve şiirlerim hüznümün paylaşılmaz yalnızlığını vururken kıyıya, akşamları beni düşlerinde bulacak bir kalbim olsun istemiştim. Sebepsiz bir acımaya dönünce satırlar ve bakışlar, söz vaktinde bana susmak düştü hep.

    Yüreğinize su serpen bir soluk dahi olsa, her kelime içine bir ateş gibi düştükçe, insanın tutunası gelmiyor hayatın gözbebeğine. Âh... Uzak bir ihtimal değil sokaklarda bir gülün yaprağını yere düşürmek ya da kendi gölgesinden kaçarken yakalanmak kör bir dilencinin donuk bakışlarına. Beni kimler anlayacak diye kaygısının olmaması ne güzel yüreğimin.
    Yaşayıp gidiyorduk, sanki kalbimi boydan boya çizdirecek ne vardı
    ?

     

    Artık / rüya
    sına da yenik düşüyor insan. Sabahları kapımda ağlayanın, minareden sarkan serçe kuşunun bir kanadı olsaydım. Âh bir olsaydım! Gideceğim sadece bir pervaz vardı. Hüzünler bir yangını söndürmüyormuş demek. Gittikçe çoğaltıyormuş gökyüzü güllerimde alevlerini.

     

    Ne yazacağını bilmeyen adam, alıp çıktı güneşin saçlarını gizlediği memlekete doğru aşkını. Vuslat vuslat olalı böyle ayrılık görmedi. Yolu ezber bilinen aşklar yürüsün, biz kalkmayalım zamanın durduğu bu masadan.

     

    Ey ülkesi dua kokan günlerin melikesi, sana anlatmak istediğim çâresizliğimin bin dildeki ifadesidir bu. Dua diye ellerimi kaldırsam unutur dilim heybemde fakirliğimi. Îcâza yeltenen sözlerin bilmediği bir akışla akıyorum sana. Bu yüzden dağılıyor duyuşun ritmine mest olan niyaz.

     

    Kendimin tanığıysam dalgınlığımın şevkine zindedir her dem yüreğim. Hüküm sevmekse, ben aşk mahkûmluğu için giydiğim elbiseyi çıkarmam. Bütün sıfatlardan arınarak karşında olmayı da bir erdem sayıyorum. Aşk yarasına kan bedeli istemem. Yeter ki
    sükûna ermesin hiç fer/yâdımız. Bitmesin hücremizde vuslat huzuru
    .

    Galebe çalıyor ruhuma zulmet. Dua ışığına kavuşmak için sevginin gayesine sımsıkı tutunuyorum. Sabah olmadan yine akşama çıkıyorum. Ya Hayy. Bu nasıl cefadır senden gelip sana ulaşamayan. İçimde kızgın bir çöl gibi kanAdıkça susayan…

     

    Göğsüm, arı peteği; ateşe su vuruyor göz göz. Bu hazin ruhumun yok mudur saltanatı. Açık bıraksam uçar gönül kuşu eşiğimizden. Ağrıyan yalvarışta önemi var mıdır seslerimizin? Diz çökmeye gelseydim tülden bir duvara nakışladığım söz, sıcak bir sızıyla dolanırdı ömrüne anlam katan şefkati.

     

    Kendimden geçtim diye kaybettim kimliğimi. Yandım ki ten çölümün her zerresi aşk bulutundan merhamet dileniyor. Vecde gelmez mi zaman?

     

    Kavlimi dara çeken bir sükût bırakmışsın.
    Ve ben nasıl oluyor da yağmurunu bekliyorum göklerin;
    kendimi arıyorum senin için/de.

     

     

    MEHMET ŞAMİL


  4. buraya kadarmış....hilal(1).jpg

     

    Koca bir ömür bıraktım arkamda. Ellili yaşların eşiğindeyim. Bugün ölecek olsam, "olabilir!" denecek. "Üstü kalsın!" diyebileceğim kadar yaşadım. Mezar taşımda bundan sonra yazacak rakamlar kimseyi şaşırtmaz. Artık yaşamıyor oluşu kanıksanacak biriyim. Sorunlu bir çocukluk geçirdim. Derin yaralarım var. Bir çoğunu iyileştirmek bir yana, dokunamadım bile. Korkularım var. Önyargılarım var. Komplekslerim var. Kapris yaptığım, kalp kırdığım dönemler de oldu. Şöhretle sınandım; kaybettiğim günler oldu. Param bol olduğunda kaybettiğim sınavları parasız kaldığımda fark edebildim ancak. Pürüzsüz değilim. Arızalı yanlarım var. Çoğu zaman dağınık, bazen dalgınımdır. Nadiren dağıttığım olur. Ayağımın kayacağını bal gibi bildiğim alanlarım vardır. Suizanda bulunduğum, gıybetini ettiğim, helalleşmekten utandığım kardeşlerim var. Çok uzak gördüğüm günahların eşiğinde bocalarken buldum kendimi. Övgüler aldığımda, utanıyorum, çok utanıyorum. Alkış aldığımda iki türlü utanıyorum. Birincisi, zaten hak etmediğimi bildiğim için; ikincisi, alkış beklediğimi sandıklarını sandığım için.

    Yetişkin ve günahları olan bir insanım. Öyle ki, bazen bana hayranlıkla bakan bir çocuğun masum gözlerinin içinde erimeyi delicesine istediğim oluyor. Geçmişimi üzerimden kirli bir elbise gibi sıyırıp yürümek istiyorum. Kulları şahit kılmak men edilmeseydi eğer, yaptıklarımın hepsini açıkça anlatıp başka kimsenin, ama hiç kimsenin benim hakkımda benim itiraflarımdan daha ayıplı ihbarlar yapamaz hale gelmesini isterdim. Hani bir sahabenin, Peygamber'den (asm) çok ciddi bir konuda çok ağır bir azar işittiğinde, "keşke o olaydan sonra Müslüman olsaydım!" deyişi var ya, ben de öyle haykırmak istiyorum. Öncesinde ve sırasında Müslüman oluşumdan utandığım isyanlarım var. Ama... Ama... Şimdi burada vazgeçilmez bir bedenin içinde yürüyor olmak vazgeçiriyor beni itiraftan. Son nefesin dibine kadar üzerine titrediğim itibarım tutuyor elimden itiraflarımın. Ben bana "sırdaş" olarak kalıyorum. Kendi içime kıvrılıyorum çaresiz. Aynadaki ben ve aynaya bakan ben karşılıklı susuyoruz, utana sıkıla.

    Aynada gözlerinin içine baktığım adamı utandırıyorum, utanıyorum o adamdan. Gözlerimi kaçırıyorum gözlerinden. "Başka bir seçenek yok muydu ey Allah'

    ım" diyesim geliyor. Yaşadıklarımın hepsi kayıtlı, biliyorum. Musalla taşına sessizce bırakılsın diye beslediğim bedenime bakıyorum; yazık ettin diyorum. O cenazeye ettiğin kötülüğe bak; hiç acımadın mı? Hiç itirazsız toprağa konulacak yüzümü seyrediyorum; "olmadı!" diyorum. Topraklaşmasını kabul ettiğin yüze değdirdiklerine bak... Bir Yusuf kuyusu gibi geçmişe gömülü resimlerime bakıyorum; "ayıp ettin adama" diyorum. "Kolundan tutup nerelere sürükledin adamcağızı!" Hayıflanıyorum. Çok sık hayatı yeni baştan yaşasam dediğim oluyor. Ama olan oldu bir kere...


  5. eller1.JPG

    Ya Bedi!

    Hiçligi varlikla taçlandiran sensin

    Varligi yokluktan çikarip süsleyensin

    Sen ki her seyi essiz bir güzellikte yaratirsin

    Essiz yakinligina al beni

    Sen ki her isi özenle ve incelikle tamamlarsin

    Inceden inceye sev beni

    Ya Baki!

    Ne zaman lezzet alsam tükenince elem çekerim

    Lezzetleri daim eyleyen sensin

    Ne zaman kavussam ardindan ayriligi beklerim

    Kavusmalari sahici eyleyen sensin

    Ne kadar çok sevdam varsa o kadar çok veda beslerim

    Kalbime ebedi sevdalar düsüren sensin

    Ömrüm kisa elim yetismiyor kalbim kandir

    Baki olan ancak sensin Beka bahset imanima

    Ya Varis!

    Yok bildiklerim senin nazarindadir

    Yitirdiklerim senin katindadir

    Bitirdiklerim senin yanindadir

    Unuttuklarim senin hatirindadir

    Unutulmuslari sonunda sen anarsin

    Gidene de kalana da Varis sensin

    Ebedi kavusmaklar ver bana

    Ya Resid!

    Ya Rab sensin hakiki biricik mürsit

    Yönümü sana çevir yolumu sana getir

    Ya Sabur!

    Eyyub’a(as) sabri sen ögrettin

    Eyyub’a(as) sabri sen verdin

    Sen ki sabri için Eyyub’a(as) översin

    Sensin Sabur asil sabreden sensin

    Sabur sensin sabredenleri seversin

    Sabrin öyle ki ben kuluna hilmin çok

    Sabredersin ki cezalandirmak ta acelen yok

    Sabrin var ki pisman olacaklara mühletin çok

    Sabrin öyle ki sabretmeyenlere bile sabirsizligin yok

    Sen ki bütün sabredenlerin sabir sebebisin

    Muhabbetine mahzar olan sabilinden eyle beni

    ~ AMIN ~

    Senai Demirci

     

     


  6. Kalbi Kırmak..

     

    Filed under: Edebî İktibaslar — La Reverie @ 19:12

     

    kalp-kirmak.jpg

    Konuşurken hani, istemeden de olsa çıkar ya bazen yanlış bir kelime ağzınızdan… Aslında öyle demek istememişsinizdir; ama geri dönüşü yoktur artık. Hele bir de kırmış iseniz muhatabınızın kalbini; işte o an yazık etmişsinizdir; hem sevdiğinize, hem kendinize, hem de duygularınıza… O kelimenin söylenmemiş olmasını bin bir pişmanlık içinde dilersiniz, fakat sözünüz bir ok gibi yüreğine saplanmıştır bir kere muhatabınızın… Hani en masumane bir sözünüz, iyi niyetle söylediğiniz, hiç ard niyet taşımadan kurduğunuz sıradan bir cümleniz, muhatabınızın gönül dünyasına bir bomba gibi düşer ya bazen… Siz farkında bile olmadan; sevdiğinizi, dostunuzu, arkadaşınızı, kardeşinizi, eşinizi, çocuğunuzu, ana veya babanızı kırmışsınızdır artık. Söylediğiniz basit bir söz, kurduğunuz hesapsız bir cümle ya da ağzınızdan öylesine çıkıveren bir ifade; hiç tahmin etmediğiniz manalar yüklenerek en sevdiğinizin yüreğinde volkan gibi patlar da bundan haberiniz bile olmaz çoğu zaman… Sizin haberiniz olmamıştır; ama en sevdiğiniz, uğruna canınızı hiç düşünmeden feda edebilecek kadar değer verdiğiniz, “ona değil de bana gelsin” diyerek göğsünüzü kurşunlara, bela ve zorluk oklarına hedef kılarak isar ve fedakârlıkta bulunduğunuz insanın kalbi parça parça olmuştur bir kere… Hani bazen beklemediği bir insandan, beklemediği bir söz işitir ya insan… Ya da en basitinden beklemediği bir davranış veya hiç beklemediği bir anda yüzünde farklı anlamlar çıkarabileceği mimikler bulur ya bazen… Böyle bir karşılığa maruz kalan bir insanın gönül dünyasının altüst olmaması, kalbinin inkisara uğramaması, yüreğinde korkunç fırtınaların kopmaması, gücenip darılmaması hiç mümkün müdür? Hem kıran, hem de kırılan olarak zaman zaman bu tip durumların ve duyguların tam merkezinde; bazen etken, bazen de edilgen olarak odak noktasında yer almadık mı çoğumuz?.. Kalp kırmak!.. Ağzımızdan bir çırpıda çıkıveren ve iki kelimeden müteşekkil bu basit masdar, sonuçları itibariyle ne kadar da ağır manalar ihtiva ediyor, öyle değil mi? Her insanın kalbi, onun gönül evidir. Bütün duyguların, sevgilerin, güven ve itimadın uzun zaman süreci içinde ve birtakım tecrübelerden sonra şekillendiği, vücut bulduğu, ete kemiğe büründüğü; sonrasında ise bütün bir yaşamın vücut bulan bu duygular eşliğinde sürdürüldüğü merkezdir insanın kalbi…

    İşte kalp kırmak; vücudun merkezini, gönül dünyasının harekât üssünü, maddi olanın dışında kalan bütün duygu ve hislerin toplanma karargâhını insafsız bir bombardımana tabi tutmakla aynı anlamı taşımaktadır. Hiç şüphesiz bilmeden, istemeden, kast etmeden, hedef belirlemeden söylenen bir söz; vücudun merkezinde, gönül dünyasının harekât üssünde ve bütün duygu ve hislerin toplanma karargâhında bombardıman etkisine neden olmuşsa, artık iş işten geçmiştir. Kalp kırılmış, duygu evi yıkılmış, gönül dünyası tarumar olmuştur. Hele kalbi kıran en çok sevense ve kalbi kırılan en çok sevilense… İşte bu çok daha vahimdir ve kalpte bıraktığı etki çok daha yakıcıdır. İnsani tecrübelerimiz; kalp kırıklığının, kırılan hiçbir şeye benzemediğini öğretmiştir bizlere… Öyle ya, kol kırılırsa, alçıya alınıp sağlam bir hale gelebilir. Bir dal kırıldığında, uygun bir müdahaleyle hiç kırılmamış gibi yeniden meyve verebilir. Bir testi kırıldığında, eski haline getirmek mümkün olabilir; ama kırılan kalp ise, hiçbir müdahale, onu eskisinden daha iyi bir duruma getiremez. Maddi şeylerin, kırıldığında birbirine tutturulmasına benzemez çünkü kalbin onarılışı… Hem maddi şeyler, ne kadar değerli olursa olsun kırıldığında yerine yenisini ve ondan daha iyisini koyma imkânı her zaman bulunabilir… Fakat kırılan kalp ise; yerine bir yenisini koymak mümkün olmadığı gibi, kırık kalbin sahibi dostun yerini de başka hiçbir şeyle doldurmak mümkün olamaz. Kalp kırılmalarının, küskünlük, dargınlık, kırgınlıkların çoğunun yanlış anlaşılmaktan veya yanlış sonuçlar çıkarmaktan kaynaklandığı da bir gerçektir. En iyi dostlarımızı ve en sevdiğimiz insanları bir yanlış anlamaya kurban verebiliyoruz ne yazık ki bazen… Ya da söylenen hak ve doğru bir söz; üslup ve ses tonumuza bağlı olarak bazen en dar anlamıyla algılanıp bir hakaret gibi görülebilir muhatabımız tarafından… Hassasiyetler, özellikle dostlar ve aralarında sevgi bağı olan kişiler arasında çok daha fazladır. İşte bu nedenle dilimizin keskin bir kılıç, davranışlarımızın tahrip edici bir gülle, mimiklerimizin delici bir mızrak olmaması için çok dikkatli olmak zorundayız ilişki ve konuşmalarımızda… Dil yarasının en acı yara olduğu söylenmiştir. Hakeza gönül yarasını bütün sonuçlarıyla iyileştirecek dermanı, bizden öncekiler keşfedemediği gibi, bizden sonrakiler de keşfedecek gibi görünmüyor ne yazık ki… Madem öyledir; o halde bu yarayı açmaktan, böylesine büyük sonuçlar doğuran bir tahribata sebep olmaktan olanca gayretimizle kaçınmalıyız. Gönül yarasına sebebiyet vermek, Ahirete intikal eden bir sorumluluğu da beraberinde getirmektedir çünkü. Hiç kuşkusuz Ahirette ana-babamızın, eş ve çocuklarımızın, kardeş ve dostlarımızın kalbini kırmış, gönül binasını yıkmış, darılıp küsmelerine neden olmuş bir şekilde sorguya gitmek, hesaplaşmak, helalleşmek; en küçük bir sevaba bile ihtiyacımızın olduğu o korkunç günde bize sonsuz pişmanlıklar yaşatabilecektir. Müslüman olmak; konuşmalarımızda, davranışlarımızda, ilişkilerimizde, üslubumuzda muhatabımızı dikkate almamızı gerektirmektedir. Muhatabımızın ince kalpliliği, yanlış anlamalara müsaitliği, kırılgan ve alıngan bir yapıya sahip oluşu gibi sebepler, sözlerimizi ölçüp tartmamızı gerekli kılmaktadır. Bazen söylememiz gereken bir sözü, yapmamız gereken bir davranışı, takınmamız gereken bir tavrı, muhatabımızın hassasiyetlerini ve kırılabileceği ihtimalini düşünerek ertelemek veya tamamen vazgeçmek, İslamî ahlakın bizden istediği şeylerdendir.

    Kendi kalbimizin kırılmasını ve gururumuzun rencide olmasını, muhatabımızın kalbini kırmaya ve gururunu incitmeye tercih etmeliyiz. Bırakalım sevdiğimiz kırılacağına, biz kırılalım. Kendimizi kontrol altına alıp duygularımıza yön vermek, sevdiğimizin kırılan kalbini onarmaktan çok daha kolaydır çünkü. Bazı şeylere karşılık vermeden yutkunmayı bilmek, sevdiğinizin hatırı için onu olduğu gibi kabullenmek ve hassasiyetlerine dokunmamak için onu tanımaya çalışmak, uzun süreli sarsılmaz dostlukların ve kopmaz sevgi bağlarının oluşmasına zemin hazırlayacaktır. Galiba her konuda olduğu gibi; dostlarımızın, kardeşlerimizin, sevdiklerimizin, aile bireylerimizin, akrabalarımızın, komşularımızın, iş arkadaşlarımızın ve ilişkide olduğumuz her kim olursa olsun; kalplerini kırmamak, gönül dünyalarını önemsemek, yüreklerinde müstesna bir yere sahip olmak ve onlarla güzel geçinmek için, Resul-i Ekrem Aleyhisselatu Vesselam’ın ahlakıyla ahlaklanmak gerekiyor. Çünkü O, “… Pek büyük bir ahlak üzerinde” (Kalem: 4) olan ve kendi ifadesiyle “Güzel ahlakı tamamlamak için gönderilen” (Buhari) yüce bir Peygamberdir. Onun ahlakına bürünmek; bu dünyada izzet, Ahirette ise saadettir. İnsanlar arasında aranan biri olmak, herkes tarafından sevilip sayılmak, güven ve itimad sahibi birisi olmak, Peygamber Efendimiz Aleyhisselatu Vesselam’a benzemekle mümkündür ancak. Ona benzemek, Onun ahlakını edinmeye çalışmakla olabilir. İmanın kâmil olması da güzel ahlaka bağlanmıştır. “Mü’minler arasında imanca en kâmil olanı, ahlakça en güzel olanıdır. En hayırlınız da ailesine hayırlı olandır” (Tirmizi, Ebu Davud) hadis–i şerifini iyi anlayıp amel etmeliyiz. Hiç kuşkusuz ‘ahlakça en güzel olanın’ ahiretteki makamı da o oranda yüksek olacaktır. “İnsanlarla iyi geçinme özelliğiyle” (Beyhaki) gönderilmiş olan Peygamber Efendimiz Aleyhisselatu Vesselam; asırlar öncesinden şu müjdeyi vermiştir çünkü:

    “Ben, haklı bile olsa münakaşayı terk eden kimseye cennetin kenarında bir köşkü garanti ediyorum. Şaka bile olsa yalanı terk edene de cennetin ortasında bir köşkü, ahlakı güzel olana da cennetin en üstünde bir köşkü garanti ediyorum.” (Ebu Davud)

    Cennetin kenarında, ortasında veya en üstünde köşkler kazanmak bu kadar kolay işte…

    Naşit TUTAR

    • Like 1

  7. Tek bildiginin hic birsey bilmedigini soyleyen sokrat (:

    hic birsey bilmiyorsan birsey bilmedigini nerden biliyorsun, hic birsey bilmedigini bilerek aslinda birsey bilmis olmuyormusun (: paradoksmudur nedir bu felsefe adami terletir (:

    püf nokta orda zaten deryada damla görünmez:)

    • Her bildiğini söyleme, fakat her söylediğini bil. Marcel Lenoir


  8. Kerbela Olayı ve Hz. Hüseyin

     

    28 Aralık 2011 Çarşamba

     

    Hz. Hüseyin Peygamberin torunu ve Hz. Ali ile Hz. Fatıma’nın ikinci çocuğu idi. O zamana kadar Araplar arasında pek rastlanmayan bu adı ona Hz. Muhammed vermiş idi. Bazı kaynaklarda Hüseyin doğduğu zaman Hz. Muhammed’in kulağına “ O cennet çocuklarının efendisi (Seyyid)dir.” diye seslendiği yazılıdır.

     

    Peygamber Hz. Hasan ile Hz. Hüseyin’i çok severdi.

     

    “Bunlar benim oğullarımdır, kızımın oğullarıdır; Allah’ım ben onları seviyorum, sen de onları sevenleri sev.” dediği birçok kaynakta yazılıdır. İmam Hüseyin’in çocukluğu Peygamberin derin sevgi ve şefkati içinde geçti. Ancak bu durum kısa sürdü. Daha 5 yaşındayken dedesini yani Hz. Muhammed’i ve kısa bir süre sonra da annesi Hz. Fatıma’yı kaybetti. Bu durumun onu oldukça etkilediği muhakkaktır. Daha çocukken bir gün İkinci halife Ömer minberde hutbe okurken Hz. Hüseyin’in Ömer’in yanına giderek “Babamın minberinden in ve babanın minberine git.” diye çıkıştığı da kaynaklarda yazılıdır.

     

    Üçüncü halife Osman’a karşı gerçekleşen isyanda Hz. Ali onu ve abisi Hz. Hasan’ı halifenin evine göndererek eve kimseyi sokmamalarını emretti (656). İsyancılar buradan içeri giremediler, ancak başka bir evden geçerek Osman’ı öldürmeyi başardılar. Bunun üzerine Hz. Ali oğullarını sert bir şekilde azarladı. Hz. Hüseyin babasının halife olmasıyla birlikte Kûfe’ye gitti ve onunla bütün seferlere katıldı. Hz. Ali’nin şehadeti sonrasında abisi Hz. Hasan’a itaat etmeyi yeğledi. Çünkü babası ölürken ona abisine uymasını vasiyet etmişti. Ancak abisinin Muaviye’nin hileleriyle zehirletilerek şehit edilmesinden sonra yaşanan gelişmeler onun o zaman kadarki durumunu değiştirdi. Yezid’e biat etmemekteki kararlılığı onun bu yolda sonuna kadar gideceğini gösteriyordu.

     

    Daha önce de söz ettiğimiz gibi, Muaviye ölmeden önce çeşitli hile ve tehditlerle halkı oğlu Yezid’e biat ettirmiş; Hz. Hüseyin ve bazı ileri gelenler biat etmemişlerdi. Yezid ilk iş olarak babasının yarım bıraktığı bu işi tamamlamak üzere, Velid’e yolladığı mektupta “her ne suretle olursa olsun Hz. Hüseyin, İbn-i Zübeyr ve İbn-i Ömer’in biatlerinin sağlanmasını, eğer bu mümkün olmazsa, boyunlarının vurulup, başlarının kendisine gönderilmesini” istiyordu. İktidar hırsının iştahlarını kabarttığı Emeviler’in yapamayacakları iş yoktu. Babası Muaviye’nin izinden giden Yezid, gerekirse Peygamberin sevgili torununun dahi başını kesmeye, Ehli Beyt’e zulüm etmeye kararlıydı.

     

    Doğal olarak Hz. Hüseyin, Yezid’e biat etmedi ve Velid’in çabaları sonuç vermedi. 4 Mayıs 680 gecesi kardeşi Muhammed Hanefi’nin de tavsiyesiyle bütün aile fertleriyle birlikte Mekke’ye gitti. Ayrıca bu sırada Hz. Hüseyin’in Mekke’ye gittiğini öğrenen Kûfeliler de Hz. Hüseyin’e elçiler göndererek Kûfe’ye davet ederek kendisini halife olarak tanımaya hazır olduklarını bildirdiler. Bunun üzerine Hz. Hüseyin de amcaoğlu Müslim b. Akıyl’i oradaki durumu yerinde görmek ve uygun bir zemin sağlamak üzere Kûfe’ye gönderdi. Önceleri Müslim Kûfe’deki çalışmalarında başarılı oldu ve Hz. Hüseyin de bunun üzerine Mekke’den Kûfe’ye doğru yola çıktı. Hz. Hüseyin kendisini Kûfe’ye gitmekten alıkoymaya yönelik girişimlere “Rüyasında dedesi Hz. Muhammed’i gördüğünü ve başladığı iş ister lehine ister aleyhine olsun, dönmeyeceğini” söylüyordu.

     

    Bu arada Müslim’in faaliyetleri Yezid tarafından haber alınınca, Kûfe Valiliğine zalim Ubeydullah getirildi ve Müslim yakalanarak idam edildi. Ubeydullah’ın Kûfe valiliğine atanması şüphesiz anlamlıydı. Çünkü o Muaviye’nin Irak Valisi Ziyad b. Ebih’in oğluydu. Zalimlikte babasından aşağı değildi. Ubeydullah’ın Kûfe Valiliğine atanmasıyla Hz. Hüseyin’i davet eden on binler korku ve tehditle sindirildi.

     

    Hz. Hüseyin, Mekke’den Kûfe’ye doğru yola çıktığında amcaoğlu Müslim, Yezid’in adamlarınca öldürülmüştü. Hz. Hüseyin kafilesiyle ilerlerken yolda, ünlü Arap Şair Ferezdak ile karşılaşıldı. Hz. Hüseyin ondan Kûfe’deki durumu sorunca, Ferezdak, “Halkın kalbi seninle, kılıçları ise Beni Ümeyye(Emeviler) iledir; kaza ise gökten iner ve Allah dilediğini işler.” dedi. Hz. Hüseyin de “Doğru söyledin, Allah’ın dediği olur.” dedi ve yola devam edildi. Hz. Hüseyin Müslim’in Yezid’in adamlarınca acımasızca öldürüldüğünü yolda öğrendiğinde oldukça üzüldü. Kûfelilerin kalleşliği ve dönekliği ortada olduğu, Müslim’e oynanan oyun her şeyi gösterdiği halde, hatta kendisi için baş koyduklarını söyleyenler dağılıp kaçtığı halde o, Mekke’den yola çıkan ailesi ve fedakâr dostlarıyla, yola devam etmekten çekinmedi. Hatta ordunun geldiğini haber alınca yanındakilere zaman varken kendisinden gece ayrılabileceklerini ifade ettiyse de, yanında bulunanlar “hayatlarını kurtarmak için onu terk etmek alçaklığını yapmayacaklarını ifade ettiler. Hz. Hüseyin ya başarıya ulaşacak, Müslümanları eşitlik, kardeşlik ve adalet ülküleri içinde yaşatacak, Yezid’in saltanatına son verecek ya da bu yolda boyun eğmeden şehit olacaktı. İşte Hz. Hüseyin, bu asil duyguların esiri olarak adım adım Kerbela’ya, her neye mal olursa olsun gidecekti.

     

    Burada ana hatlarıyla ele alacağımız bu olay, sadece İslam tarihinin değil insanlık tarihinin de en kara ve acıklı sayfalarını oluşturur. Peygamberin cennetin efendileri olduklarını söylediği iki sevgili torunundan Hz. Hüseyin’in acımasızca şehit edildiği bu olayı Emevi yandaşı zavallıların açıklarken nasıl kılıktan kılığa büründüklerini ibret ve hayretle görüyoruz.

     

    Hz. Hüseyin ve beraberindekiler Kerbela’ya geldiklerinde hem susuz bırakılmış, hem de binlerce kişilik ordu tarafından sarılmış durumdaydılar. İnsanlık değerlerinden yoksun Kûfe Valisi zalim Ubeydullah, Hz. Hüseyin’in geri dönmek, Yezid’le görüşmek veya İslam sınırlarından herhangi birine gitmek isteklerinden hiçbirini kabul etmedi. Esasen onun görevi Yezid’in emrini yerine getirmek yani Hz. Hüseyin’i şehit etmekti. Çünkü biliyordu ki, Hz. Hüseyin yaşadığı sürece efendisi Yezid’e rahat yoktu.

     

    Şimdi sözde Müslümanlardan oluşan koskoca bir ordu, kendi dinini kuran Hz. Muhammed’in her yönden üstün yaratılış ve niteliğine sahip torununa ve onun ailesine saldırıyor, öldürmeye çabalıyordu. Karşılarındaki bir avuç insan ise günlerdir susuzdu. Hararetten insanların dudakları çatlamış, dilleri kurumuş, bağırları yanmıştı. Fakat karşılarındaki paralı askerlerde insaf yoktu, acıma bilmiyorlardı, kana susamışlardı, şan ve şöhretin esiriydiler. Meğer insanoğlu, servet, şöhret ve makam için sırasında ne kadar küçülüp, alçalabiliyordu.

     

    Nihayet 10 Ekim 680 (Hicri 10 Muharrem 61) günü Hz. Hüseyin son hazırlıklarını yaptı ve Yezid’in ordusuna yaklaşarak onlara hitap etmek istedi. Ancak bu çok veciz konuşma gözleri dönmüş azgınlardan oluşan bu orduyu pek etkilemedi. Hz. Hüseyin’in bu sözlerinin edebi bakımdan da ayrı bir değeri vardır. Allah’a hamd ve sena, Hz. Muhammed’e, meleklere ve nebilere salattan sonra şöyle diyordu: “Peygamberimizin kızının oğlu, vasisinin oğlu, amcasının oğlu ben değil miyim? Şehitlerin efendisi Hamza babamın amcası değil midir; şehit Cafer Tayyar amcam değil midir? Tanrı elçisinin benim için ve kardeşim için, cennet halkı çocuklarının seyyidleridir ve sünnet ehlinin gözbebekleridir, sürurlarıdır, dediğini duymadınız mı?” “İmdi benim soyumu araştırınız ve benim kim olduğumu görünüz. Sonra kendi vicdanlarınıza eğiliniz, onları ayıplayınız ve beni öldürmenin haram ve yasaklanmış olan kanımı dökmenin sizin için helal olup olmadığını düşününüz.” Bu konuşma bir başka kaynakta ise şöyle nakledilir: “ Hz. Hüseyin atını sürerek iki ordu arasında bir yerde durdu ve Yezid’in ordusuna hitaben: “Ey Kûfe halkı benim kim olduğumu ve sonra da vicdanınızın sesini dinleyiniz. Ben Peygamberin torunu değil miyim? Benim katlim size helal olur mu? Peygamberin hadisini ne çabuk unuttunuz. O, bizler için “Siz ehlibeytin seyyitlerisiniz” diye buyurmuştu. Bunu bilmiyor musunuz? Ben o büyük Peygamberin kızının oğlu, vasisi ve amcazadesi olan zatın oğlu değil miyim? Şayet bu hadisi unuttu iseniz, içinizde bunu size hatırlatacak kimseler vardır. Benden ne istiyorsunuz? Medine’de Resulullahın ravzai mübarekesinin yanında kendi halimde yaşarken beni orada bırakmadınız. Mekke’de itikâfa çekilmeme müsaade etmediniz. Davetnameler göndererek, ricalar ederek, yalvararak beni buraya kadar çağırdınız. Ben sizin bu davetiniz üzerine buralara kadar geldim. Şimdi beni öldürmek istiyorsunuz. Bu akıbete müstahak olabilmek için ben sizlere ne yaptım? İçinizden birisini mi öldürdüm? Yoksa birinizin malını mı gasp ettim? Eğer beni istemiyorsanız bırakınız gideyim. Bu ne gaddarlık ve bu ne hilekârlıktır...”

     

    Hz. Hüseyin’in bu hitabı sonrasındaki gelişmeleri Fuzuli şöyle nakleder: “Cemaat bir ağızdan yaptıklarını inkâra kalkıştılar. Hazreti İmam, mektupları onların önüne koyup böylece inkâra mecal bırakmadıktan sonra mektupları ateşte yaktırdı. O zaman Ömer b. Sa’d gelip: - Ey Hüseyin! Dedi, bu hikâyelerden bir sonuç çıkmaz. Ya Yezid’e biat edersin yahut da ölümü göze alırsın. Bu sözleri söyledikten sonra eline bir ok alıp: - Ey Kûfe halkı, şahit olun ve Ubeydullah b. Ziyad huzurunda da şahitlik edin ki, Hz. Hüseyin’le savaşa tutuşan ilk defa ben oldum. Bunları söyleyerek o oku Hz. Hüseyin’e doğru fırlattı. Hz. Hüseyin sakalını eline alarak: - Ey kavim Allah’ın gazabı Yahudilere “Aziz Allah’ın oğludur!” dedikleri zaman son şiddetini bulmuştu. Ve yine Tanrı’nın kahrı, Hıristiyan kavmine “Mesih, Allah’ın oğludur” dedikleri zaman, indi. Allah’ın gazabı bugün de size Al-i Resule (Ehli Beyt’e) kastettiğiniz için erişmektedir. Bedeninizdeki her kıl, demirine su verilmiş bir hançer olsa “Allah sabırlıları sever...” emrinden dışarı çıkmam. Ve her biriniz ayrı ayrı bana kastetmek için kin tutan askerlerden olsanız, “Allah sabırlıları sever!” buyruğunu bırakmam. Rivayet ederler ki, Yezid’in askerleri İbni Sa’d’ın gayretini gördüğünde ona uyup Hz. Hüseyin’i öyle bir ok yağmuruna tuttular ki atılan oklardan güneş görünmez oldu. Hz. Hüseyin bu hücum karşısında süvarilerine dönüp yanındakilere şunları söyledi: - Ey vefakâr arkadaşlar ve benim için canlarını ortaya koyan insanlar! Kavgaya kendinizi hazırlayın ki, kanların döküleceği zamandır. ”

     

    Çok dengesiz bir şekilde başlayan savaşta Hz. Hüseyin’in 23 süvari ve 40 piyadeden oluşan askerleri öğle üzeri olduğunda iyice azalmış durumdaydı. Hz. Hüseyin de bu az sayıda susuz ve bitkin insanla yaya olarak savaşıyordu. Sonunda Şimr’in emriyle her yandan hücum edilerek Hz. Hüseyin şehit edildi. Peygamberin torunu Hz. Hüseyin’in vücudunda otuz üç ok, otuz dört kılıç ve kargı yarası vardı (10 Muharrem 61-10 Ekim 680). Hz. Hüseyin’in şehadetini Kastamonulu Şazi eserinde şöyle dile getiriyor:

     

    Yüzü üstüne bıraktı Seyidi Kesti başını hemandem o lain. Kanı yere çün döküldü ol zaman. Zelzele düştü yere-ü darügir. Gulgula kıldı melayik ağladı. Yer gök oldu karagû ol zaman. Çaldı pıçağı işit kim neyledi. Hem şehit oldu Hüseyn-ü pâk din. Düştü kavga âleme oldu figan. Göğe değin çıktı feryad-ü nefir. Ay güneş nurunu ol dem bağladı. Yaradılmış cümlesi kıldı figan.

     

    Bir başka Maktel yazarı Kâzım Paşa’nın ise ünlü beyiti şöyledir: Düştü Hüseyn atından Sahrayı Kerbelâ’ya, Cibril var haber ver Sultanı Enbiyaya. Hz. Hüseyin’in şehadeti ardından kadınlar feryada başladılar. Aczî’nin ifadesiyle: Bir taraftan ahü feryadü figan-ı Ehli Beyt Bir taraftan nara vü cuş ü huruş-ı eşkıya.

     

    Sonra çadırlar ve kadınlar yağma edildi, hasta ve yatakta olan İmam Zeynel Abidin Ali de öldürülmek istendi. Bu kanlı savaşın bitiminde İmam Zeynel Abidin yatak ve yorganlara sarılarak saklanmıştı. Hz. Hüseyin’in şehit edilmesi sonrasında çadıra koşan Şimr “Hüseyin’in bir oğlu daha olacak o nerede?” diye aramaya başladı. Çadırın her tarafını arayıp çocuğu buldu. Fakat bu esnada çadırda bulunan kadınlar Şimr’e hücum ederek Zeynel Abidin’i bu caninin elinden kurtardılar. Bu çirkin savaşın en küçük kurbanı ise daha altı aylık bir bebek olan Hz. Hüseyin’in oğlu Ali Asgar’dı. Hz. Hüseyin’in yanındakilerden şehit olanlar yetmiş iki kişi idi. Yezid ordusunun komutanı, bu şehitlerin başlarını Vali Ubeydullah’a gönderdi. Hz. Hüseyin’in kızları, kız kardeşleri ve çocuklar da Kûfe’ye Ubeydullah’ın huzuruna getirildiler. Ubeydullah’ın Peygamberin soyuna karşı davranışı çok çirkin ve kaba idi; kendilerine hakaretler ve tehditler savurdu, hatta İmam Zeynel Abidin’i öldürmek dahi istedi. Ubeydullah bundan sonra İmam Zeynel Abidin’in ellerini bağlatıp, Kerbela’da öldürülenlerin kesilmiş başlarını, çoluk çocuğu Şam’a Halife Yezid’in yanına yolladı. Şam’a vardıklarında onları götüren Züheyr, Halife Yezid’in yanına girip başarıyı(!) müjdelemiş ve Kerbela savaşının ayrıntılarını anlatmıştı.

     

    Hz. Hüseyin’in ailesini getiren kafile Yezid’in sarayına getirilmişti. Kısa süre sonra ehlibeyt kadınlarını Yezid’in huzuruna çıkardılar. Kadınlar İmam Hüseyin’in kesik başını Yezid’in önünde görünce feryat ve figan etmeye başladılar. Kadınlarla birlikte zincirli bir şekilde İmam Zeynel Abidin de Yezid’in huzuruna getirilmişti. Manzaranın dehşetinden Yezid’in yanında bulunanlar bile dehşete kapılmışlar ve bunu açıkça belirtmişlerdi. Yezid Hz. Hüseyin’i ortadan kaldırdıktan sonra artık rahatlamış sayılırdı. Şimdi Ehli beyte yalandan da olsa saygılı davranabilirdi. Derhal Zeynel Abidin’in zincirlerini çözdürdü. Yezid’in kadınları da Ehli beyt kadınlarını teselli etmeye çalışıyorlardı. Artık Yezid yaptığı kötülükleri ve cinayetleri unutturabilmek için Ehli Beyt’e iyi davranıyor, sarayda onlarla konuşuyor, her isteklerinin yerine getirileceğini belirtiyordu. Daha sonra Numan bin Beşir komutasındaki bir muhafız kıtası eşliğinde onları Medine’ye kadar götürdü. Yezid, Zeynel Abidin’i uğurlarken şu yalanı bile uydurabiliyordu: “Allah, İbni Mercame’ye lanet eylesin. Vallahi ben olsaydım babanın her isteğini yerine getirirdim. Lakin kaderi İlahi böyleymiş ne yapalım!”

     

    Ne Allah’tan korkuları vardı, ne de Peygamberden çekinmeleri vardı, ne de utanma biliyorlardı. Şu da muhakkak ki, yeryüzünde Yezid gibi ahlak yönünden düşük insana az rastlanabilir. Onun bu işleri yapan eli Ubeydullah ise kötülük ve ahlaksızlıkta, zalimlikte efendisi ile yarış halindeydi. Şunu da bilmek lazımdır ki, Kerbela’da hak yolunda kendisinin yüz katı bir orduya karşı duran Hz. Hüseyin’in bu kahramanlığına da rastlamak imkânsızdır. Sonuç olarak Kerbela Olayı yüzyıllara damgasını vurmuş hüzünlü bir destandır. Öyle ki yabancı araştırmacı Gibbon “Yıllar sonra bile insanlar nerede olurlarsa olsunlar Hüseyin’in bu trajik ölümü en soğukkanlı okuyucuyu bile üzecektir...” demektedir.

     

    İmam Hüseyin’in ve yanındakilerin Kerbela’da böyle feci şekilde katledilmeleri ve Peygamber sülalesinin akla gelmedik şekilde ihanete cüretleri halkı o kadar etkiledi ki, adeta Emevi saltanatı kökünden sarsıldı. Olay İran ve Hicaz'’a duyulunca halkta Emevilere karşı büyük bir kin ve ayaklanma istekleri başladı. Bu durum karşısında da Yezid’in paralı kulları büsbütün kudurdu. Zulüm yolunda hiç çekinmez oldular.


  9. KEZBÂN: "YALANCI" MI "HANIMEFENDİ" Mİkezban.jpg

     

    İsimlerimizdir bize yoldaşlık eden, bizi toplum önünde tanımlayan, tanıtan, bilindik kılan. Varlıkları birbirinden ayrıştırmaya yarayan; varlığa karşılık bulmamıza imkân sağlayandır isimlerimiz. İsimsizlik bir kaostur. Nitekim Rabbimiz, Hz. Adem'i yarattığında ona ilk olarak eşyanın bütün isimlerini öğretmiştir. Peygamberimiz de, kişinin çocuğuna güzel bir isim vermesini çocuğun babası üzerindeki haklarından biri olarak kabul etmiştir. Çocuklarımıza verebileceğimiz isimler, o ismin tarihî geçmişi ve anlamı bağlamında değer gördüğünden iyi ya da kötü bir isim tasnifine maruz kalmaktadır.

     

    Geçmişte "
    yavuz
    " ismi
    kötü, fena, azgın
    gibi anlamlarda kullanılıyorken; tarihi bir şahsiyete sıfat olduğunda
    yaman, güçlü, müstesna
    gibi olumlu anlamlarını ön plana çıkarmıştır. Bunun tersi örnekler de çoktur. Bu bağlamda köken olarak güzel bir isim olan "
    kezbân
    " isminin de günümüzde çeşitli sebeplerle kötü olarak tanımlanan isimler arasında yer aldığını görmekteyiz. Aslında bu, ismin anlamı hususundaki yanlış kabullerden ve bilgilerden kaynaklanmaktadır. Kezbân isminin kökeni üzerinde kısa bir araştırma yaptığımızda, bunun Farsça "ked" ve "bânû" kelimelerinin birleşmesiyle ortaya çıktığına şahit oluyoruz.

    Ked
    :
    ev, yuva
    anlamındadır ve terkiplerde isimlerin başına gelerek yer ve mahal anlamı verir. Mesela
    kedhudâ
    :
    ev reisi, köy önderi (muhtar), kâhya, vezir, nazır, idareli harcayan
    gibi anlamlara gelir ki Osmanlı toplumunda bilinen ve çok kullanılan bir kelimedir.

    Bânû
    kelimesi ise: becerikli ve soylu kadınların isimlerine bir saygı edatı olarak eklenir.
    Hanım, hanımefendi ya da kâhya kadın
    anlamına gelen bu kelime; Osmanlı sarayında hanım sultanlara
    Hafsa Sultan, Hürrem Sultan
    denilmesi gibi Sasaniler döneminde hanedana mensup hanımların da bânû ek ismiyle anıldıkları görülür. Sasani hükümdarı
    Yezdigerd
    'in kızlarının isimleri bu şekildedir:
    Şehr Bânû (Şehriban), Mihr Bânû (Mihriban), Pars Bânû, Nik Bânû, Naz Bânû.
    Görülüyor ki hanım anlamına gelen bânû kelimesi isimlerde tek başına kullanılan bir kelime olmayıp bir ismi güçlendiren bir sıfat niteliğindedir.

    Ked ve bânû kelimelerinin birleşimiyle oluşan
    kedbânû
    kelimesi ise
    evi idare eden kadın
    anlamına gelir ki ev sahibinin eşidir. Hanımefendidir. Bu tamlamanın aslı "bânû-yı ked" şeklinde bir terkipdir. Terkiplerde kelimelerin yer değişmeleri neticesinde gülzar, gülru ve gülberg kelimelerindeki gibi terkipsiz bir tamlama oluşur ki kedbânû da buna bir örnektir. Ancak kelime birleştiğinde sondaki vav harfi okunuş kolaylığı açısından zamanla düşmüş ve kelime kedbân şeklini almıştır.

    Fehreng-i Ziya'da belirtildiği üzre, eski müneccimler, çocuğun talihinde ruhun deliline kedhudâ dedikleri gibi cismin deliline kedbânû demekteydiler. Çocuğun ömrünün keyfiyet ve kemiyeti ile onun delillerinin bu asıldan ortaya çıktığını söylerlerdi. Çünkü kedbânû, cisim; kedhudâ, ruh menzilesinde olup kedbânû kedhudâsız, kedhudâ kedbânûsuz bir işe yaramaz demekte ve bu iki asıldan biri olmazsa çocuğun yaşayamayacağını söylemekteydiler. Ayrıca kedbânû kelimesine yani evin hanımına Yunanca'da hîlâc denilir ki anlamı hayat çeşmesidir. O sadece bir evin hanımı değil hanım efendiliğiyle kendinden gayrısına da hayat verendir.

    Şiirlerini Farsça söyleyen Mevlânâ da bu kelimeyi aynı anlamda kullanmıştır: "
    Nefset kedbânû-yı men / men kedhudâ ve şevi-yi o
    "
    Nefis benim kadınımdır yani benim iradem altındadır, ben ise evin efendisi ve onun kocasıyım.

     

    17. yüzyıla kadarki yazma nüshalarda görülen Farsça imlada zaman zaman dal harfleri, dal'dan önceki harf a,e,i,u sesli harfleriyle bittiğinde, noktalı yani zal şeklinde yazılmıştır. Bu imla, kendinden önceki harfin sesli harf olduğunu belirtmek amacıyla yapılmış ancak kelimenin telaffuzu yine dal harfi şeklinde olmuştur. Bu bakımdan kedbân kelimesi de Farsçada kezbân ya da kezbânû şeklinde yazılmıştır. Bu kuralı bilmeyenler, kedbân şeklinde değil kezbân şeklinde okumuşlardır. Bu tarzdaki kullanım böylece dilimizde yaygınlık kazanmıştır. Tıpkı Arapça bir kelime olup dal harfiyle yazılan ve "hıdmet" şeklinde okunması gereken kelimenin bugün "hizmet" şeklinde dilimizde kullanılıyor olması gibi. Bununla birlikte dal sesindeki sertliği yumuşatmak ve kelimenin okunuşuna bir letafet kazandırmak niyetiyle bu imla kuralının bilerek göz ardı edilmesi ve bu tarz kullanımların yaygınlaşmış olması da imkân dâhilindedir.

    Türklerin 10. yüzyılın ortalarına doğru, Farsça konuşan Samaniler döneminde kitleler halinde Müslümanlaşmaya başlamaları; dinî literatürlerinde Arapçanın yanında
    namaz, abdest oruç
    gibi Farsça kelimeleri kullanmalarına neden olmuştur. Dilimize intikal eden Arapça kelimeler de doğrudan Arapçadan değil, Farisilerin kendi kelime hazinelerine katmış oldukları Arapça kelimeler üzerinden Türkçeye geçmişlerdir. Kezbân kelimesi de bunlardan biridir.

    Kezbân kelimesi, bugün hem Arapçada hem de Farsçada sesdeş olarak kullanımdadır. Meseleye Arapça açısından baktığımızda; Rahman Suresi'nde sıklıkla tekrar edildiği üzere kezibe üçlü fiil kökünden gelen "
    -
    kezzibân
    " kelimesini görmekteyiz. Kezibe kökü fe'lân vezninde
    kezbân
    olur ki yalancı anlamına gelir.

    Bu bilgiler ışığında, Osmanlı isim kültürüyle nesilden nesile aktarılan kezbân kelimesi, acaba Farsça kedbân ya da hatalı okunuşuyla kezbân (hanımefendi) kelimesinden mi yoksa Arapçadaki kezbân (yalancı) kelimesinden mi hareketle çocuklarımıza isim olarak tercih edilmiştir. Hangi baba kızına bile bile yalancı anlamına gelen bir isim verebilir ki.

    Oysa Farsça kedbânû kelimesinden habersiz olan âlimlerimiz ve dahi çok okumuşlarımız kültürle birlikte yarına taşıdığımız kullanımdaki
    kezbân
    kelimesini Kur'an-ı Kerim'deki
    tü-kezzibân
    sanıp yalancı anlamına gelen bu ismin çocuklara verilmemesini tavsiye etmişler ve halen etmektedirler. Hatta Türkçe sözlüklerimizde bu kelimeye yakın döneme kadar
    yalancı, çok yalan
    söyleyen
    anlamı verilmekteydi. Son yıllarda bunun bir hata olduğu anlaşılmış olmalı ki TDK sözlüğü de kelimeye "
    kâhya kadın, bir daireyi idare eden kadın
    " şeklinde anlam vermiştir. Son yıllarda çıkan çocuk isimleri kitaplarında ise artık yalancı anlamını daha az görmeye başladık diyebiliriz. Yine de binlerce baskı yapan kitaplarda kelimenin anlam karşılığının yalancı olması üzüntü vericidir.

    Kızına, anlamına bakmadan kezbân ismini veren anne-babaların nasıl oldu da çocuğumuza yalancı anlamında bir isim verdik diye ah vah içine düşmeleri; kızların yetişkin olup isim değişiğine gitmeleri toplumumuzda var olan bir sosyal olgudur. Dahası arkadaşlıkların yalancı anlamındaki bir isim dolayısıyla soğuması, kezbân ismini taşıyanların psikolojik bir rahatsızlığa düşmelerinin kabul edilir bir gerçek olmadığını kim söyleyebilir.

    Umulur ki kelimenin anlamı üzerinde Farsça bilgisine istinaden Dr. Ali Ertuğrul ile yapmış olduğum küçük bir sohbet neticesinde kaleme alınan bu yazı ile adı Kezbân olanların yüreğini ferahlatmış olalım ve artık Kezbân'ın "yalancı" değil bir "hanımefendi" olduğunu ismi Kezbân olan dostlarımızla paylaşalım. Kezbân ismini içine düştüğü kötü imajdan hanımefendiliği ile çıkartabilelim.

     

    sayı: 29

     

     

    • Like 2

  10. Sevr'de tesellidir oruç...ramazan_gunluk_22.jpg

     

    Geldi Ramazan ve fısıldadı can kulağımıza:
    "Lâ tahzen, innallahe meânâ..
    " [tevbe, 40]

    Sevr Mağarası'nda ikinin ikincisinin yerine koydu bizi. Allah'ın Elçisi gibi avuçlarında dindirdi yüreklerimizin çırpınışlarını. Ve dedi ki "Üzülme..." Nice örümceklerin ağ örmesine yetecek uzunlukta ümitlerin eşiğine getirdi kalplerimizi. Nice güvercinin yuva yaptığı geniş vakitlerin gölgesinde tuttu ümitlerimizi. Tuttu bizi oruç, zalimlerin şerrinden uzak tuttu. Aciz bıraktı bizi; peşimizde dolaşan arsız şehvetler bizden ümitlenemez oldu. Fakir yaptı bizi; izimizi süren cimriliğin ve bencilliği geri çevirdi kapımızdan.

    Bir de ne görelim, elimiz hiçbir şeye ulaşamaz olmuş. Meğer, bize erişenlerin bize erişmesi Allah'ın izniyleymiş. O izin verince doyabiliyoruz. O izin verince kanabiliyoruz suya. O izin verince dudağımıza dokunuyormuş lokma... Meğer başkaları değilmiş yanımızda olan, sadece Allah'mış... Allah olmasa yanımızda, yanımızda hiçbir şey olamazmış... Allah yanımızda olduğu için her şey yanımızda olurmuş...

    Geldi Ramazan ve fısıldadı can kulağımıza: "Üzülme kaybederim diye... Seni kaybetmeyen, senin kaybettiklerini kaybetmeyen Allah'la beraberiz biz..."

    • Like 1

  11. “O ve Ben”’i bitmemiş bir serüvenin hikâyesidir. Bir Allah dostunun şefkat ve mahviyet ummanında boğularak yeniden dirilen genç ve büyük şairin bu ummanda son nefesine kadar kulaç atmaktan geri durmayacağının ama bunun böyle de gitmeyeceğinin apayrı bir şiiridir,”O ve Ben”. Tüm varlığını inkâra da varsa, aşkın hakkını veren bir şairin şiiridir… Belki gözyaşları içinde tamamladığı şu satırlarla bitmemiş bir serüvenin bile iddiasını taşımayan bir şiir:”Güya seni yazdım (…) Soluk bir kumaş üzerinde hareli lekeler güneşi ne kadar gösterebilirse, bu kargacık, burgacıklar da seni o derecede anlatabilir.” Sonra bu serüveni diğerlerinden ayıran, onu biricikleştiren ve bizi de can kuşumuzdan yakalayan ifadelerle abideleşen bir şiir: “Aç bana Kapı’yı, artık aç!… Allah’tan izin iste ve ardına kadar aç!…”

    “O ve Ben” ,bir müridin mürşidine bakışıdır: müridane bir bakıştır bu içerikten daha ziyade kitabın bizatihi üstadı Adulhakim Arvasi hazretlerini anlatıyor olması dolayısıyla Necip Fazılın esere verdiği kıymet de tam anlamı ile müridanedir. “Bu eser, dünyaya gelişimden bu güne kadar en hususi renkleri, çizgileri ve sesleriyle hayatımın hikâyesi ve asıl O’nu tanıdıktan sonra manasını anlamaya başladığım vücut hikmetinin bende tecelli eden yakıcı ifadesidir. Bu bakımdan kendilerini görünceye kadar malik olabildiğim bir buçuk esere nispetle bugün 60 cildi aşan ve hepsini birden onura borçlu bildiğim eserler arasında, şimdikinin başköşeye oturtulması lazım ve en mahrem iç ve dış iklimlere doğru bir belirtiş olarak takdim ederim.” İfadeleri bunu gösterir.

    “O ve Ben” her şeyini inandığı idealler için feda etmiş bir büyük mütefekkirin, damarından kalemine kan çekerek yetişmesine uğraştığı bir nesil için en mahrem ve en hususi kalması gereken bir yönünü, seslerin, sözlerin, işaretlerin ardındaki sırlı dünyasını paylaşma çabası… Tam da Yunus gibi:”Ballar balını buldum”/ Kovanım yağma olsun” dercesine…

    M.Lütfü Arslan yorumu.

    • Like 1

  12. Anlamayı beğenme olarak genelde yorumlarım ben çünkü yazılan bir yazı ne kadar nesnel bir veri olarak elimezde yer alsada onu gören ve ilgili ileti kanallara gönderen bir ınsan ve insan neyin içinde olursa olsun öznelliğini kullanır.İnsan, gençliğinde öğrenir, yaşlandığında anlar. ( E.Eschenbach)

    • Like 1

  13. Ne "muhafazakâr" ne de "dindar" terimi "mümin"i tanımlamaz. Mümin olmak adam olmanın hakkını vermektir.

     

     

    “Dindarlık”tan istifamdır…

    Geçenlerde yabancı bir misafirim yazdıklarımı bilerek sordu: “Are you personally religious?” (Peki siz de şahsen dindar mısınız) Önce “Evet!” dedim. Sonra düzeltmek zorunda kaldım. “Ama sizin sandığınız gibi değil…”

    Doğru cevap: “Dindar değilim!”

    Açıklayabilirim:

    Ortada bir varoluş gerçeği var. En iyi bildiğimiz gerçek bu değil mi? Hepimiz bu gerçeğin şahidi değil miyiz? Göğü denizi, ormanı nehri, dağı deresi, çölü ovasıyla, canlısı cansızıyla muhteşem bir cümbüşün orta yerindeyiz. Bu varlığın bir anlamı var. Bu varlığın ortasında düşünen bir insan olarak bulunmanın da bir anlamı var. Bu muhteşem varoluşun muhataplarıyız. İşitebilen, görebilen, akıl yürütebilen, iradesini kullanabilen varlıklarız. Kasten buradayız ve kasten varlığa muhatap edildik. Sanat galerisindeki sanatları takdir etmek üzere çağırılmış davetliler gibiyiz. Öyle seyrettiğimiz de sanat, seyreden bizler de sanat seyretmesini bilen apayrı sanatlarız.

    Peygamberler ve kitaplar, insanı bu varoluş karşısında sorumluluk almaya çağırır. [Ki bu anlamda Kur’ân’ın üçte ikisi varlıktan söz eder ve muhataplarını “insanlar” olarak seçer. Kitab din adamlarına, dindarlara hitap etmez; aklı olanlara, görenlere, duyanlara, konuşanlara, düşünenlere seslenir!] Adam olan adamdan kendisini ve muhatabı olduğu evreni var edene karşı görevinin ne olduğunu sorması beklenir. Üç duraklık minibüs yolculuğunu bile “Nereden geliyorsun? Nereye gidiyorsun? Burada işin ne?” sorularını cevaplamadan yapmayan bir insanın koskoca ömrüne bu soruları sorması niye yadırganır ki?

    Aklı başında her insanın sorusu olmaya değmez mi şu soru: “Hiç kimsenin yolunu gözlemediği, var olmasını ummadığı biri iken, anılmaya değer bir şey bile değilken ben, niye bu varlık sürpriziyle karşılaştım, niye varım ki ben?” Gören ve işiten her insanın merakı değil midir şu: “Sonsuzluğu bu kadar sevdalıyken ben, neden ölümlüyüm? Neden ayrılıyor sevdiklerim benden ve ben sevdiklerimden?”

    Bu sorular “insan” sorularıdır; “dindar” soruları değil. Sonlu bir ömürde sonsuzluğa aç bir kalple yaşamanın çelişkisi adam olan herkesin sorunudur, muhafazakârların takıntısı değil. Bu muhteşem varoluş karşısında muhteşem bir bilinçle durmamın anlamını bulmak kafası olan herkesin işidir, “mistik”lerin hobisi değil.

    İşte bu yüzden, işte bu apaçık gerçek hatırına, “Peki sen dindar mısın?” sorusuna cevap vermiyorum. Biliyorum ki, “dindar” sıfatıyla kategorize edecekler beni, bir kenara koyacaklar. Camiye ya da kiliseye daha düzenli ve daha sık giden insancıkların davranış biçimidir “dindarlık”. Soruyu soran ve beni “dindar” diye tanımlayan kendince normaldir ama ben biraz marjinalimdir. Rengim koyu yeşile kaçar. Normallik onda kalır, ben olurum tuhaf. Hem sonra ben “muhafazakâr”ımdır, “tutucuyum”dur; onlar açık fikirlidir, geniş görüşlüdür. Evrensel değerler onlara aittir, bana ise dar ve kıytırık bir din köşesi kalmıştır. “Zavallı” ben; onlar tanımlamasa adım bile olmayacak, anılmayacaktım. Şükür ki paketlediler, etiketlediler ve bir kenara koydular beni (!). Varlığın ihtişamı karşısındaki hayretsizliklerine ve gördükleri sayısız iyilik karşısındaki minnetsizliklerine “normal” adı koyup, kutsal laiklik huzuruna gark oldular.

    Oysa, Yaratan’a karşı sorumluluk bilinciyle yaşamak ana varoluş seçeneğimizdir. Elimizde bi’tane kâinat var, onun da bir Allah’ı var. Bu biricik gerçekliğe kendini ayarlamak "dindarlık" ya da "muhafazakârlık" diye küçümsenemez; dar bir alana hapsedilemez.

    Güzelliğe ve ihtişama hayran olmak, iyiliğe ve ikrama minnet duymak adam gibi adam olmanın icabıdır. Standarttır ve evrenseldir. Güzellik karşısında hayretsiz kalmak, iyilik karşısında şükran duymamak kabalıktır ve kazmalıktır.

    İbadet, insanın varlığın ihtişamı karşısında hayretini ifade etmesidir ve bu ihtişamın her detayının her an kendisine iyilik olarak sunulmasına karşı minnetini seslendirmesidir.

    "Dindar" ve "muhafazakâr" terimleri, kendi hayretsizliğini ve teşekkürsüzlüğünü standart sananların hayret ve şükür ehline taktığı etikettir. Ben kabul etmiyorum, iade ediyorum.

    Ne "muhafazakâr" ne de "dindar" terimi "mümin"i tanımlamaz. Mümin olmak adam olmanın hakkını vermektir. İman etmek ve imanına uygun eylemlerde bulunmak, varlığa karşı insani bir sorumluluktur. İman etmek ve ibadet etmek bir kategori değil hayattır. Hayatın ta kendisidir. Din, insanın Allah karşısında esaslı duruşudur; minnet ve şükran, hayret ve tefekkür borcudur.

    Ben “din adamı” değilim, “dindar” değilim, “muhafazakâr” hiç değilim. Hayret etmeyi meslek edinmiş bir adamın tutuculuğu mu olur? Ölüme razı olmuş, ölümünü düğün bilen bir adamın muhafaza ettiği mi olur?

    Sizin kategoriniz size kalsın, ey dini “dar” sananlar.

    s.a bu sorunuzun cevabını bence en güzel yanıtlayan senai demircinin yazısı olucak inş sorunuzun cevabını bulmuş olursunuz...

     

    • Like 3

  14. ŞİMDİ, KİM İSLAMCI DEĞİL?

     

    a4-172x172.jpg

    Ali İzzet Begoviç, “Doğu/Batı Arasında İslam” adlı eserinde “Bu kitap teoloji değildir, yazarı da teolog değil. Bu bakımdan kitap, doğrusu aranırsa İslamı bugünkü neslin konuştuğu ve anladığı dile “tercüme” teşebbüsüdür. Bu husus bazı hata ve noksanlıklarını izah edebilir; çünkü kusursuz tercüme yoktur” der…

    İslamı bugünkü neslin anlayıp konuştuğu dile tercüme” gailesinin üzerinde durmakta fayda var. Benzeri refleksMehmet Akif’in “asrın idrakine söyletmeli İslam’ı” çıkışında da var. Veya günümüz düşünürlerinden Dr. Ali Allawi’nin “İslam Uygarlığının Buhranı” adlı kitabında; dokusu zedelenmiş, işgal veya dikta rejimlerine mahkum olmuş, bilimsel devinimini yitirmiş, yoksulluğa mahkum, yaratıcılığın çöktüğü bir düzeyde, “İslam Devleti Bundan Sonra Nereye Gider” sorusu da aynı minvaldedir.

    İslamcı düşünce, ilk popüler kıpırdanış vakitlerinde (Said Halim Paşa’yı zikredebiliriz) Batı karşısındaki yenilgilere karşı cevaplar ararken belki bu “yenilgi” bilançosu ilkin kaybedilen topraklar, sömürgeleştirilen ülke ve toplumları işaret ediyordu… Daha sonralarıysa Batı karşısında bu yenilgi hissiyatı, giderek daha büyüdü ve mücerret bir karşılaşmayı işaret eder oldu… Bu sefer sadece işgal güçleri veya diktatörler değildi İslamcıları öze dönüş tashih hareketine sevk eden… Modernizmin yeni nesli sürüklediği amorf yitiklik ve kaybedilen İslami kimlik adına daha büyük (yaygın) bir Doğu/Batı hesaplaşması vardı İslamcıların önünde…

    Bu yüzden Begoviç’in işaret ettiği ve tercümeyi gerektiren o büyük zaman aralığı ciddi bir sorunsaldı. Ve bugün de Doğu/Batı arasında en ciddi, hayati karşılaşma “zaman ve hayat” bağlamındadır. Begoviç’in maneviyatçı, mistik diye adlandırdığı Hıristiyan idealizminde zaman; sanki Hz.İsa ve havarilerinin resmedildiği eski bir gravürde donup kalmış gibidir. Bunun karşısındaki maddiyatçı, realist ve materyalist duruş ise açıklayamadığı ruh ve insan kavramlarıyla “zaman”ı sadece lineer bir şekilde ileriye doğru giderken kurgulanabilir, üretilebilir bir projeden ibaretleştirdiği için oldukça fakirdir… İşte İslam veya İslamcı devinim; derin dondurucuda tutulan o mistik zaman’cılıkla, kullanışlı ama manyetik plazmayı andıran katı ötesi diğer zaman’cılık arasında bir sarkaç gibidir… Zaman, dünü bugünü olduğu gibi ahireti de olan çok boyutlu, gidişli gelişli bir hafızadır. Hafıza, her an Rab karşısında kul oluş bilinciyle anlam kazanan bir devir daim, canlı toplumsal bir fıkıh, bir hal’dir… Bu onun unutkanlığını önler, bu onu illa ki zafer pragmatizminden de korur. Ama usta bir mekik dokuyucu gibi, an’ın içinde dünü ve yarını sürekli rasat eder. İslamcı rahatsızdır, huzursuzdur, zamanın tercü- mesini yapan kişidir…

    ***

    Okuyucularımdan sıkça aldığım bir eleştiriye cevap vererek meseleyi hafifleteyim; “niçin Müslümanım demekle yetinmiyorsunuz da İslamcı gibi bir laf çıkarıyorsunuz” deniyor. 1996’da katıldığım Uluslararası Diyaloglar Enstitüsü’nün Hollanda ve Ürdün’deki oturumlarında ben de benzeri itirazlar getirince Margot Bedran işi şöyle kolaylaştırmıştı; “Sizin Demirel’iniz de Müslüman’dır örneğin, ama onun Erbakan’la bir farkı var, bunu ayırt etmek için böyle şeyler söylüyoruz…”

    ***

    Ali Bulaç beyefendinin “İslamcılık” bağlamında getirdiği özeleştirilerin hepsine katılmayabiliriz, ama bugün ustalık döneminde olduğu tüm dünya ve ülkemizde ciddi kabul gören bir yapının İslamcılık bağlamındaki özeleştiriden dışlanması veya la’yüsel addedilmesi, ne sosyolojiyle ne de başta atıf yaptığımız “zaman” sorunsalımızla uyuşur. Şayet İslam diye bir derdimiz varsa tabi… Zaten AK Parti İslamcı bir yapıdır diyen kimse de yok, ama AK Parti’nin lideri, dünyanın neresinde sorarsanız sorun “Müslüman bir lider” cümlesiyle temayüz eder ve o elbette Demirel gibi de değildir. Dini bugüne tercüme gibi bir gayesi olmasaydı “Dindar Bir Gençlik”ten de söz etmezdi zaten

    • Like 2

  15. HOŞAF

     

    764-172x172.jpg

    Çocuktum, ufacıktım,

    Top oynadım, acıktım.

    Buldum yerde bir erik,

    Kaptı bir Ala Geyik.” Ziya Gökalp

    Sahih, örselenmemiş, billûr, saf sevinçlerdi. Kâhin, Teknokrat ve Cadıların gölgesi; zamanın üstüne henüz düşmemiş; çağ kafeslenmemişti. Arı duru, asûde, mesut vakitlerdi. Gözlerimiz ve kalplerimiz boyanmamış, bulanmamıştı daha.

    Sofraya muhabbet kuşu kanatları ve kuş sütü de konmuştu âdeta. Güle oynaşa yemek yiyorlardı. Erişte, bazen pilav, börek ve vazgeçilmez hoşaf.

    Zevkler büyürdü. Esmer erik kuruları, sarı üzümler, akıl sır ermez zenginliklerin rengine bürünürdü. Sanki saray yemeklerinden kalan nadide süslerdi, mahzun mütevazı masaları bezerdi.

    Bana uzun gelen bir süre baktım. İştirak edemediğim, benden gizlenmiş bir lezzetin uyandırdığı bir kıskançlık hissi yalayıp geçti. Hem de erik hoşafı pişirmişti anneannem.

    Gözüm ondaydı. Evin en küçüğü olduğu halde, başköşeye kurulmuş gibi geldi. Demek yanlarına çağırmışlardı.

    “Beni, niye sahura kaldırmadınız?” diye feryadı bastım.

    Uyuyormuşum, onun da haberi yokmuş, kendiliğinden kalkmış. Babamdan çekinmesem az hınzırlık yapmayacağım.

    “Sen de gel kızım.”

    Biraz alıngan, biraz nazlı ve sitemkâr, papağan gibi tekrarladım:

    “Hayırr! Siz beni niye çağırmadınız.”

    Sonra…

    Masum gözleriyle O davet etti: “Hadi abla!”

    Henüz oruç tutmuyorduk hâlbuki. Ama gecenin bir vaktinde oturulan o sofradan mahrumiyet üzerdi. Sanki hususî bir mânâ gizliydi.

    Belki tam anlamadığımız, keşfedemediğimiz bir ruhu kaçırmamak; en azından kısmen yakalamak isterdik. Kim bilir.

    Bir ramazan şenliğine tümden katılamamanın verdiği eziklikle, süklüm püklüm kız kardeşimin yanına geçtim.

    Sofra kalktıktan sonra, bin türlü yemek yesem bile aynı zevki vermeyeceğini biliyordum.

    Özellikle hoşafta Nasreddin Hoca’dan kalma lezzetler mevcuttu. Üzerinde mekân değiştirmişlerin sesi, bir annenin narin hayali, paylaşılmış mutlu saatlerin hissesi gezinirdi.

    Yağmur bile pencereden, kuru üzümlü, karanfilli, tarçınlı, kayısı pestili, ballı o lezzetler gibi, âbıhayat benzeri akardı.

    Ramazanlar üst üste katlanır, erir erir o tat denizine, zevk yekûnuna karışır, içinde kulaç atardım.

    Farkına varmadan bir filizlenme, köklenme duygusunu; tâ altın çağlara, saadetli asırlara giden birliği, yakınlığı hissederdik.

    Şirin bir ilçede oturuyorduk bir zamanlar. Bazen ihtiyaç için yakın şehirlere günü birlik giderdik.

    Artık aksatmadan oruç tutabiliyorduk. Kiminde saat rakkası gibi sallansak da, orucu hiçbir şekilde zedelemek, bozmak içimizden gelmezdi. Kıyamazdık.

    Babam yolculukta zorlanacağımızı düşünür, anlayışla “Kızım sizin için zor olabilir, sonra kaza edersiniz.” diye müsamaha gösterirdi.

    Dondurmalar, kızarmış mısırlar, mevsimine göre türlü yiyecek bizi çekse de içimiz müsterihti. İftar lezzeti, “İlâhî, Sevgili bir Buyruğa” uymak her şeyden yeğdi.

    Babamın bizi onaylayan, muhabbet ağırlığıyla bazen başka âlemlere dalan derin gözleri ise dünyalara bedeldi.

    Boyumuz azıcık daha uzar, başımız dikleşirdi. Çocukça bir gururla mesrur, oruca devam ederdik.

    Camilere giderdik. Dönüşte bakkaldan aldığımız şekerleri yemek ayrı bir keyif verirdi. Minare şekline benzeyenler dahi vardı.

    Tadı hâlâ dilimde damağımda dolaşır, garip uhrevî bir zevki yılları aştırarak bugünlere getirirdi. Tesirine şaşar kalırdık.

    O masanın etrafında oturan kişiler şimdi epeyce azaldı. Ama sofra hâlâ davetkârdır.

    Bazen mecbur, gözyaşı dolu bir tası içmeye çabalarken, ağzımın ve yemeklerin tadı iyice bozulmuş acımışken; görünmez, narin minik bir el boynuma dolanır.

    Sonra bir kâse erik hoşafını cömertçe önüme koyar. Gaybî bir ses:

    “Beraber yiyelim mi ablacığım?” diye kulağıma fısıldar.

    Dayanamaz, utangaç, birkaç kaşık sallarım.

    • Like 1

  16. İftar programı gayet güzel geçti. İçeriğinden tabiki bende bahsetmeyeceğim merak eden arkadaşlar varsa bir sonraki programı kaçırmasınlar. Site madeni para gibi sanaldan gördüğümüz kısmı birde mahremi varmış hangisi yazı lolur hangisi tura oluyor bilemem ama reel herzaman damarda akan kandır yani hayattır bence. ben bu kadar farklı uslublar beklemiyordum hem tıpkısı diyorsun hemde ne alaka ...(üç nokta:))


  17. Oruç tutmak, kalıbını Rabbinin huzurunda tutmaktır.Oruç tutmak, kalbini Rabbinin nazarında tutmaktır. Oruç tutmak, niyetini Rabbinin rızasıyla bir tutmaktır. Oruç tutmak, niyetiyle eylemini, sözüyle özünü aynı safta tutmakdır. Oruç tutmak, kalbini kardeşlerinin tarafında tutmaktır. Oruç tutmak, şefkatini ve merhametini aç ve muhtaçların, yetim ve öksüzlerin yanında tutmaktır. Oruç tutmak, kendini Güzellerin yerinde, İyilerin safında tutmaktır.


  18. Oruç bir esmâ-i hüsna seyridir. Oruç tutan her insan, bilsin bilmesin, içinde güzel isimlerin ırmağı akar, dokunur, gözünde gönlünde yeni sırlar, tatlı teselliler okunur. Orucun her hali, her tavrı yeni bir tecellinin eşiğine getirir insanı. Bir prizmaya dönüşür insan oruçla ve üzerine değen her ışıkla yeni renklere ayrılır, taze esmâ pırıltılarıyla görünmeye başlar.

    Allah adına var olmaktır oruç. Dünyadan az alırken, ahiretten çok almaktır, dünyada azalırken Allah'ın katında çoğalmaktır. Allah için olmanın ete kemiğe bürünmüş halidir oruç.

    Rabb'e kendini teslim etmek, varını yoğunu, gecesini gündüzünü O'nun idaresine vermektir oruç. Dilin ve kalbin şahitliğinde, kurumuş dudaklarla, her duaya Rabbim diye başlamaktır oruç. Kulluğun zirvesinde, hakiki Mürebbi'nin önünde diz çökmektir oruç.

    Rahman'ın ikliminde gölgelenmektir oruç. Başkalarının merhametinden ümit kesmek, başka şefkatlerin yüzünden geri dönmektir. Biricik merhametliyi Rahman diye tanımaktır. Rahman sofrasında şefkatle doyuruluşunu fark etmektir.

    Rahim'in bahçesinde yer edinmektir oruç. Dünyanın tükenişine şahit olmak, varlığın çaresiz kalışını seyredalmaktır. Dudağını sonsuzluğun kevserine değdirmektir. Yüzünü cennetin meltemine çevirmektir. Merhametin pınarını keşfetmektir dünyada.

    Kerim'in sofrasına oturmaktır oruç. Kerim'le beslenmenin tadını çoğaltmak, rızkı doğrudan Allah'tan bilmektir. Verilenlerle değil Veren'i bilerek doymaktır.

×
×
  • Create New...