Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]

HEZ-EZ

Editor
  • Content Count

    137
  • Joined

  • Last visited

  • Days Won

    10

Posts posted by HEZ-EZ


  1. "Allah" kelimesini küçük harfle başlatanlara ne demeli?salvadordali(1).jpg

     

    Kitaplar üzerinde adımı ve soyadımı bitişik ve hep küçük harfle yazdığım için bir genç arkadaşımdan yüklüce bir fırça yemiştim. Neden dilbilgisi kurallarına uymuyordum? Genç arkadaşımın "dilbilgisi kuralları" dediği kuralların çok yenilerde icad edildiğinden haberi yoktu. Örneğin, bir önceki cümlede dilbilgisi kurallarına uyup "icad" yerine "icat" yazmam gerekirdi ama uymuyorum. Örneğin, adı Saadeddin olan kardeşimin adını hiçbir şekilde TC Nüfus Cüzdanında yeni icad edilmiş haliyle, yani Saadettin olarak yazmaya gönlüm elvermiyor. Sırf TDK kurallarına uysun diye yapılan değişiklik, "dinin mutluluğu" anlamındaki ismi "incirin mutluluğu" yapıyor. İnsaf! Aynı şekilde, iman gündemimizi hep canlı ve hem önde tutan Risale-i Nur Küllîyatı'nda özellikle TDK eksenli yapılan tasarruflara şiddetle karşı çıkıyorum: Risale-i Nur, bir Kur'ân Okuludur; bize Kur'ân'ın kavramlarını, kelimelerini, harflerini ve seslerini sürekli telkin eder. Hal böyleyken, siz "mirac" yerine "miraç" yazamazsınız, "vücud" yerine "vücut" yazamazsınız. Öyleyse kitabın kapağında başlayın tasarrufa isterseniz: "Said" değil "Sait" yazın! Böyle yaparsanız, genetiği değiştirilmiş bir metin ortaya koymuş olursunuz.

    Bütün bunların yukarıdaki soruyla bir ilgisi yok gibi.. Aslında hayli ilgili... Ama sözü uzatmayı göze alarak bunları da bir şekilde söylemem gerekiyordu. Kur'ân'da, yani Kur'ân'ın aslında cümleleri büyük ve küçük harfle başlatmak yoktur; bu kural sadece bize Türk Alfabesi diye benimsetilmiş Latin Alfabesinde vardır. Bize sonradan dayatılmış kurallar üzerinden kardeşlerimizi üzmemiz ve üzülmemiz doğru değildir. Kişinin "Allah"ı nasıl yazdığına deği, Allah'la nasıl yaşadığına bakın derim. Her yere iri iri Allah yazısı yazanlar, orada burada yerli yersiz Allahüekber diye slogan atanlar, sizce, başkalarını incitmemek, başkaları üzerinde hele de Allah üzerinden en ufak bir baskı yapmamak gibi bir ilahi emri küçümsüyorlar mı, küçümsemiyorlar mı? Kim "Allah"ı büyüklüyor, kim Allah'ı ve Allah'ın emrettiği nezaketi ve inceliği küçük görüyor.

    Başka türlü bakınız. Olur mu?

    • Like 1

  2. bir senai demirci röportajı: hekimlik üzerine eski bir hesaplaşmadoktorresmi.jpg

     

    [Cerrahpaşa Tıp'tan öğrenci arkadaşlarım eski defterlerimi açıp biraz sorguladılar beni. Sorular ve cevapları paylaşıyorum.]

    -hekim olmaya nasıl karar verdiniz?

    Aslında karar verdim denemez. Ben doğduğumda iki büyük annem de doktor olacağıma karar vermişler. Köyde ebe elinde değil hastanede doktor eşliğinde doğmayı tercih ettiğimden olsa gerek. Daha sonraki yıllarda o beyaz önlüklü adamların bilgeliği beni hep etkiledi. Ortaokulda apendisit ameliyatı olmuştum; çok iyi etkilendim. Doktor amcalarımız vardı o zamanlar-her ilçede herkesin efsaneleştirdiği hekimler. Oldukça babacan ve elinden her iş gelir. Sade bir duruş. Bilgece bir bakış. Olağandışı ya da olağanüstü görünmediği halde, olağanüstü sonuçlar. Beni en yakından ilgilendiren bedenim hakkında benden daha çok şey bilmeleri. Bana benim edebileceğimden daha çok iyilik edebilmeleri.

    -kendinize örnek aldığınız bir hekim ya da alim var mı?

    Belli bir hekim ya da alim söyleyemem. İbni Sina ya da Farabi resimlerinden etkileniyorum hâlâ. Onların hekimliği bir teknisyenlik olarak değil, bir bilgelik olarak tanımlamış ve ortaya koymuş olmalarına hayranım. Önce şair ve filozof, alim ve örnek bir insan sonra hekim olma modelini geliştirmişler. Bence herkes ahlaklı ve ilkeli olmalı ama bunlar en çok hekimlere lazım. Ahlaksızlığın ve ilkesizliğin sakıncaları önce hekimlikte görülür. Önce beyazlar kirlenir. "Hekim" hikmetli iş yapan anlamına geliyor. Her sözünüzde anlam olmalı, her eyleminiz bilgece olmalı. Bunu başarmak için de önce insan olmanın evrensel ölçülerini içselleştirmiş olmalıyız.

    -mesleğe başladıktan sonra öğrencilikte var olan hekim tasavvurunuzda bir değişiklik oldu mu?

    Hiç şüphesiz; oldu. Daha çok işe yaradığımı fark ettim. Bildiklerimin gerçek hayatta bir yerinin olması bana özgüven verdi. Staj sırasında daracık çocuk servisimizin mecburi hizmet yaptığım Malatya'nın köyüne kadar uzandığını o zaman fark ettim ve utandım. Ayrıca, toplum için bir rol model olabileceğimi de fark ettim. Çünkü hekim, doğrulukta, şeffaflıkta, sırdaşlıkta vs. en az öğretmenler kadar, hatta öğretmenlerden çok daha fazla görünür bir model çiziyor. Hayatın ortasındasınız, herkes bir şekilde sizinle ilişkili. Her yaştan, her kesimden, her anlayıştan, her kültürden insanın ortak paydasısınız. Varlığınız ve varlığınıza verdiğiniz anlam onları sessiz ve derinden etkiliyor. Sözden daha etkilidir bu.

    -yeniden öğrenci olacak olsanız neyi farklı yapardınız?

    Mezun olalı yirmi yıl olmuş; yeniden birinci sınıftan başlatsalar beni seve seve öğrenci olurdum. Hiç sıkılmazdım. Ancak, eğitimde bilmek kadar sevmeyi de öncelerdim. Bilgi açlığınızı bir şekilde telafi edebilirsiniz; ancak hasta-hekim ilişkisinin, hatta hekim-hekim ilişkisinin sürprizli ve tatlı kıvrımlarını yaşayabilmek için deneyime ihtiyacınız var. Bir öğretim üyesi olsaydım, öğrencilerimle bilgilerimi paylaştığım kadar ilgilerimi de paylaşırdım. Vizitlerde daha çok vakit geçirir, vizitlerde geçirdiğim vaktimin çoğunu tahlil sonuçlarını değil de, hastanın ihtiyaçlarını ve ilgilerini anlamak için harcardım. Bizi "iyi hekim" yapan daha çok bilmemiz değil, daha güzel insan olmamızdır.

    -tıp eğitimi aldığınız halde televizyon programcılığı ve yazarlık da yapıyorsunuz. bu tavrınız hekimliği bırakmak olarak mı değerlendirilmeli?

    Elbette ki hayır! Söyleşi için gittiğim bir çok yerde sıklıkla sorulur bana: Doktorluk yapıyor musunuz? Sakince "evet" derim, "yaptıklarımın derde deva şeyler olduğundan eminim." Tıp eğitimi, her şeye rağmen, özgün bir bakış açısı kazandırıyor insana. Duru ve doğrudan bir bakış hayata. Her insana perdesiz ve yargısız muhatap olabiliyorsunuz. Karşınızda hiç kimse yapmacık olamıyor; herkes olduğu gibi duruyor. Bu bana iyi bir yazar olmanın arka planını sağladı. Daha çok şiirsel deneme çalışmaları yazıyorum ama edebiyat ile tıp arasında bir paralellik var. İnsan vücudu muhteşem bir şiir; üstelik canlı ve kendi kendisini okuyor. Yıllardır arzu ettiğim iki şiirselliği bir kitabımda buluşturdum: Elde Var İnsan. Şimdilerde insan yüzünün romanını yazmayı düşünüyorum meselâ... Harika malzemeler var insan yüzünde.

    -siz şimdi fakültede olsaydınız tıp eğitimine neleri eklerdiniz?

    Biraz delice görünebilir ama her öğrenciye en az iki aylık hastalık stajı yaptırırdım. Tıp öğrencisi olduklarının bilinmediği bir hastanede, hiçbir ayrıcalık beklemeden bir iki ay hasta olarak yatmalarını isterdim. Kendilerine nasıl davranılması gerektiğinden yola çıkarak, kendilerinin nasıl davranması gerektiğini iyice düşünmüş olurlar. Tıp Fakültesi birinci sınıfta -tıp öğrencisi olduğum biliniyordu ama- bir ay gerçekten hasta olarak yattım. Altı hastanın bir mekanda yattığı bir odada (Yıl 1982). Bana çok şey öğretti...

    Bir de öğrencilerime Robin Williams'ın Patch Adams'ını, House dizisini, Fransız bir yönetmenin Dalgıç ve Kelebek filmini mutlaka seyrettirirdim. Bence televizyonlarımızda yerli ve yerinde bir doktor dizisi yok; umarım birlikte yaparız. Bir tıp fakültesi öğrenci grubunun verileriyle çok şahane ve anlamlı bir senaryo oluşturulabilir.

     

    -hekimlik mesleğinin kutsiyeti sizce nereden gelmektedir?

    Her meslek kutsaldır; her meslek sahibi kutsal bir işi yapıyorcasına yapmalı işini. Kutsallık ne ile uğraştığınıza değil, ne niyetle iş yaptığınıza bağlıdır. İsterseniz çöpleri topluyor olun; kutsal bir iş yapıyorsunuz. Çünkü içinde bulunduğunuz mekan size emanet, kullandığınız bedeniniz özgün ve özel olarak tasarlanmış, harcadığınız zaman kutsal.

    Hekimlik mesleğine gelince. İnsanların her haline tanıksınız. Onların derdini paylaşıyorsunuz, sırlarını saklıyorsunuz. Bir beden üzerinde tasarruf hakkına sahipsiniz. İnsan yaşamının en ince detaylarını paylaşıyorsunuz. Herkesin koşuşturma arasında unuttuğu trilyonlarca gerçeğin farkındasınız. Mesela koştururken ona buna çarpacak kadar hoyrat ve kaba bir adamın bedeninde milyonlarca Krebs Döngüsü'nün ihtimamla yerine geldiğini biliyorsunuz; susuyorsunuz, şaşıyorsunuz, utanıyorsunuz. Mesela olur olmadık şeyleri seyreden, gözlerini gereksiz ve anlamsız "işlerde" harcayanların retinasındaki ihtişamı hatırlayıp şaşırıyorsunuz. Bir insanın kalbinin ne kadar özenle çarptırıldığını, nabzının her damarlarının her köşesine ne kadar zarafetle aktarıldığını bilirken, onun öfkeler ve nefretler, önyargılar ve düşmanlıklar peşinde koşmasına aldırışsız kalamıyorsunuz. Mesela, binlerce kilometrelik damar ağının her milimetresinde sessizce ve mükemmelce olup biten reaksiyonları, hücre danslarını hayal ettiğinizde, bir insanın kendini mutsuz etmesine, geçim sıkıntısından söz etmesine, hayattan yakınmasına gülüp geçiyorsunuz. Kimsenin bakmadığı bir yerden-Yaratıcı'nın baktığı yerden sanki- bakıyorsunuz.

    -bir hekim ''tıbbi bir sayaç'' tan ibaret olmadığını ne zaman fark eder?

    Yandaki iki resmi birbiriyle karşılaştırırsanız hemen şimdi siz de fark edeceksiniz... Birinde bir baba var; beyin ölümü gerçekleşmiş küçük kızına veda busesi konduruyor. Görünüşte kızının bedeni bütün olarak orada; yüzü canlı duruyor kızının ama kendisi yok-öyle diyor doktorlar. Bir babanın anlasa bile kabul edemeyeceği bir gerçek. Diğerinde ise beyin ölümü gerçekleşmiş "organizma"dan-kendi kızlarından değil-çalışır böbrek, karaciğer vs. almayı bekleyen, ellerindeki kutuları doldurmak için sabırsızlanan sağlık elemanları var. Hiç kimse yanlış yerde durmuyor ama iki fotoğraf arasındaki farkı fark etmezsek hep yanlış yerde dururuz. İnsanın insan oluşunu unutmadan teknik detaylar üzerinde yürümeliyiz.

    -kendisini şifaya aracı olarak gören hekim, hastasına asıl yaklaşır?

    Modern tıp eski tabirle "çalıyı tersinden sürüyor." İnsan, kendisine ruh üflenmekte olan bir varlık. Ruhunu görmeden bedeninin detayları üzerinde tasarrufta bulunamazsınız. Modern bilimin indirgemeci yaklaşımı, yani bütünü parçada arama saplantısı, insanı ilaçların tek başına iyileştirebileceği kanısını pekiştirmiş. Ama artık holistik/bütünlemeci bir yaklaşımdan söz edebiliyoruz korkmadan, utanmadan. Yani insan önce kimliği ile tanınmalı, ne organından ne lezyonundan ibaret görülmeli. Böylece bedenin ruhsal iyileştirici potansiyeli, duygusal destek yeteneği de harekete geçirilir. Tüm bunlar bir yana, sadece ilaç ya da girişimsel tedavi geçerli olsa bile, hastanın bu sürece katılımını da duygularını ciddiye alarak sağlayabiliyorsunuz. Sağlık Ocağı'nda çalışırken, hastalarıma neredeyse ezberlettiğim bir slogan vardı: "en iyi hap yutulan haptır." Çünkü yutulan hap, yutulmaya değer görülen haptır, yutulmaya değer görülen ise şifa olacağına inanılan haptır-tekrar ediyorum inanılan haptır. İnanma eylemini insan kaslarıyla yapmaz; yüreğiyle yapar, duygusuyla yapar. Hastanızı reçetenize inandırmak için ne yapmalısınız, bir düşünün!

    -eskiden ''şifahane'' olarak adlandırılan yerlerin artık ''hastahane'' olarak adlandırılmasının nedeni ne olabilir?

    Şifa bütünleyici bir yaklaşımdır; hastalık indirgeyici bir yaklaşımdır. Şifa, hasta da olsanız, bir kimlik bütünlüğünü ve kendiliğinize dair sağlıklı ve anlamlı bir anlayışı ifade eder. Yani, bir insan hasta olduğu halde, bir organı eksik olduğu halde, bir yeri acıyor olduğu halde şifa bulabilir. O haline bir anlamlılık atfedebilir. Ama anlamsızlık varsa hayatında, kafasında varoluşuna dair kayda değer bir çerçeve yoksa, bedensel olarak bütün de olsa şifaya ulaşamaz.

    -hastalığın tanımını nasıl yaparsınız?

    Hastalık kendi varoluşumuzdan hoşnutsuzluktur. Bu hoşnutsuzluğun belirti ve semptomları her zaman doktora getirmeyebilir insanı ama hekime-sözü ve eylemi hikmetli birine-gereksinim duydurur.

    -tıpta çaresi olmayan bir hastalık karşısında acziyet hekimin midir, hastanın mıdır?

    Sonunda ölüm olan bir yaşamın hekimi de hastayı da çaresiz bırakacağı kesin değil midir? Asıl acziyet yaşamı ve ölümü anlamlı kılamamaktır. Acizliğimiz kaçınılmazdır ama acizliğimizi anlamsız bırakmak zorunda değiliz. Ölüm önlenebilir değildir ama anlamlandırılamaz değildir. Önleyemediğimiz ölümü anlamlandırma çabamız olmalı. Durduramadığımız zamanı doldurabilir olmalıyız. Kuşatamadığımız yaşam nehrinin içinde bir anlam arayışımız olmalı.

    Şöyle düşünelim: İnsanın en çok kendine ait sandığı şey bedenidir ama garip ki kendinden habersiz doğmuştur ve kendine sormadan yaşamakta ve yaşlanmaktadır, kendine rağmen eksilmekte ve eskimektedir. En çok benim dediğim şey bana ait değilse, içinden geçtiğim/geçirildiğim bu nehre dair sorularım olmalı, cevaplar bulmalıyım. Yoksa, sadece fizyolojisi üzerinde yürüyen, varlığa anlam veremeyen, varoluşa anlam katamayan, tüketmekle övünen bir organizma olarak kalıveririm. Kendini kendinden öte taşı®mayan insan, insan olmanın hakkını verememiş demektir. Geçenlerde bir psikiyatrist dostum hatırlatınca şaşırdım ve sevindim. Aynı notları bir de şair Goethe'nin yazdıkları arasında bulunca daha da şaşırdım: İnsandan üç şey beklenir: İnanç, aşk ve ümit. İnancı olmayanın aşkı sahtedir, aşkı olmayanın ümidi ise sathidir/yüzeyseldir. İnanç, varlığı kendinden öte taşıran/taşıyan bir bakış. Bu bakışı kuşanmadan varoluşa ve varoluşumuza estetik bir tavır almamız imkansız. Çünkü sanatın kaynağı olan estetikte, bir eseri ustasıyla ilişkilendirmek vardır, yoksa eser estetik olmaktan çıkar, tesadüfe indirgenir. Kendi varlığına dair bir amaç okuyamayan dehşetli bir anlam yitimi yaşar. Modern tıbbın dibine bir torpido gibi yerleştirilmiş Darwinian ve Malthusian tavrın bakışımızı köreltmiş olması ne kadar acı. Bir "şey"i kendisinden başkasını gösteren bir "işaret" olarak göremeyen, o şeyi sırf kendisini gösteren bir şey olarak gören bir bakış/sızlık ne kadar ümit verebilir bize? Ümit hayat coşkusudur, hayatı aşar, ölümü de aşar.

    -insanlara bulaşmasından en çok korktuğunuz hastalık nedir?

    Oyalanma hastalığı galiba. Bu tüm bir ömrü obsesif kompülsif davranış bozukluğuna indirger. Yapılmadan edilemez, sürekli tekrarlanan ama anlam içeriğinden yoksun hareketler yapar bu hastalar. Kendilerini onları yapmak zorunda bilirler ama zorunda bilirler; kendi tercihleri değildir. Tüm bir ömrümüz de böylece kompülsif davranışlara dönüşebilir. Herkes gibi yaşayan ama hiç kimse olmayan biri olarak yaşıyor olabilir. Oysa insan biriciktir. Bi'tanedir. Tek yaratılmıştır. Yüzü özeldir; varlığı herkes gibi değildir. Varlığını anonimleştirmeye razı olamaz. Sabah uyan, akşamı edecek uğraşlar bul. Akşam gel, sabahı edecek yeni eğlencelere dal. Hafta içini sadece hafta sonunu hedefleyen bir mecburiyete dönüştür. Bir yıllık çalışmanı bir yaz tatili avuntusunu hak etmekle yetinecek kadar zavallılaştır. Bir ömürlük emeğini ise tatlı bir emeklilik meyvesiyle anlamlandırmaya çalış! İnsan bu kadarına nasıl razı olur? Ötesi yok mu hayatın? İçindeki sonsuzluk arzusunu nasıl olur da küçük avunmalarla susturabilir? Kalbini kalıbından öte taşıracak bir aşkı olmadan nasıl yaşar? Ömrünü ölüm ötesi bir anlamla buluşturacak ümidi olmadan nasıl onurlu kalır?

    -tıp camiasında sıkça kullanılan '' hayat kalitesini yükseltmek'' tabirinin sizin lugatınızdaki yeri nedir?

    Hayat kalitesi, hayata kalite getirmekle mümkündür. Nefes alışverişlerimizin konforundan öte, bir amaç uğruna nefes tüketebilmektir. Cildimizin pürüzsüzlüğünden öte, pürüzsüz ve lekesiz bir sevda adına cildimizi belki çizdirmek ve kırıştırabilmektir. Hep genç kalmak için gerilmekten vazgeçip yaşlılığa da ölüme de anlam verecek bir gevşemeye kavuşabilmektir.

    -hekim olacak arkadaşlarımıza yol gösterecek önerileriniz var mıdır?

    1. Ömrünüz ağrıları ve sancıları anlamaya çalışmakla geçecek. Bu yüzden "Dayanılması en kolay ağrı hangisidir?" diye sorun kendinize. -Acele etmeden bu soru üzerinde düşünün. Son önerimde bunun cevabını alacaksınız. Hemen sayfa sonuna gitmeden bekleyin!

    2. Yol göstermek için yolu görebilmek gerek. Yolu görebilmek için de yol olabilmek gerek. İnsan olmaya giden bir yol olun.

    3. Tıp eğitimi, tıp eğitiminden ibaret değildir; öğrenciyken çok okuyun-ama olabildiğince tıp dışı konularda okumalarınız olsun.

    4. Her gezi fırsatını değerlendirin. Ülkenizin siyasal sınırlarını kendi hayalinizin sınırları yapmayın. New York Nevşehir'den daha uzak değildir. Madrid, Mardin kadar "bizim"dir. Sofya Edirne'den farklı değildir. Kenya'da Konya'da olduğu kadar rahat edecek bir evrensel bakışınız olsun.

    5. Mutlaka bir yabancı dili (İngilizce olması şart değil!) çok iyi bilin. Beyninizin kapasitesi daha çok öğrendikçe azalacak değil, genişleyecektir. Tükenmesinden korkmayın.

    6. Unutmayın ki öğrenci kadar parası ve zamanı bol kimse yoktur. İnanmayacağınızı bile bile söylüyorum; daha sonraları okumak için daha az vaktiniz olacak, gezmek için daha az paranız olacak.

    7. En az bir amatör tiyatrocu kadar seslendirme beceriniz olsun. Ses tonunuz, vurgulamalarınız bir insanlık sermayesidir. Bir aktör kadar duygularınızı saklama yeteneğiniz olsun. Bir amatör yazar kadar gözlemleme ve betimleme alışkanlığınız olsun.

    8. "Beni kim mutlu edebilir?" diye beklemekten vazgeçin,"ben kimi mutlu edebilirim?" diye sorun.

    9. Hekimlik mesleğindeki başarınızı daha çok uzman olmaya, daha pahalı cihazlar kullanmaya endekslemeyin, en harika cihazlar zaten sizde. Gözünüz, kalbiniz, bakışınız, sesiniz, sözünüz.

    10. Parayı çok dert edinmeyin; peşinden koşarsanız, daha çok koşturur. Koşmazsanız, o sizin peşinizden gelir.

    11. Şu andaki birlikteliğinizden ömürlük dostluklar çıkarın.

    12. Aç gözlü, dırdırcı, sürekli halinden şikayet eden meslektaşlarınızdan hiç olmazsa mesai dışında uzak olun. (Bu yüzden ücretsiz servisten vazgeçip, ücretli vapura binerek seyahat ettiğim yıllar olmuştur ve kâr etmişimdir.)

    13. Evlilik tercihlerinize akademik, mesleki ve ekonomik hesapları karıştırmayın. "İnsan"ı tercih edin-hepsi bu. Sevdiğinizi sevdiğiniz için sevin.

    14. Çocuklarınız sizin yaptığınız her şeyi sizi severse sever. İlle de oğlum/kızım da hekim olsun istiyorsanız, iyi bir anne iyi bir baba olunuz.

    15. Fakültede aldığınız bilgilerin en çok yarısı işe yarayacak ama bu bilgilerin hangi yarısının işe yarayacağını şimdiden bilemeyeceğiniz için hepsini öğrenin. Hocalarınızı da sevindirmiş olursunuz.

    16. Cihazlarınıza güvendiğiniz kadar sezgilerinize de güvenin. En gelişmiş ultrason cihazı, arkasında bir insan bakışı yoksa işe yaramaz. En pahalı görüntüleme yöntemi bir yorumlayanı olmazsa kör ve anlamsız kalır.

    17. Hekimlik hatasızlık değildir; hatasız kul olmaz, doktor zaten olmaz. Hatasızlıktan değil, hatasını hata bilmemekten korkun. Hatasını hata bilmemek hatadan daha büyük hatadır; dahası daha da büyük hataların da anasıdır.

    18. İnsanın ömrü kendi hatalarından ders almaya yetecek kadar uzun değildir; başkalarının hatalarından da ders almaya bakın. Kendi hatalarınızı da başkalarına ders olarak verin.

    19. Benim gibi hep önerilerde bulunmayın; herkesten, her kesimden mutlaka bir tavsiye isteyin, bir öneri bekleyin.

    20. Çok iyi bir dinleyici olun. Dinleme organı kulaklarımız değil; kalbimizdir. Böylece sadece iyi bir hekim olmakla kalmaz, iyi bir eş, iyi bir anne, iyi bir baba, iyi bir arkadaş olursunuz. Kulaklarınız zaten açıktır ama siz can kulağınızı hep açık tutun.

    21. "Dayanılması en kolay ağrı başkalarının ağrısıdır." Ağrı başkasının diye dayanılır değildir; sizin kendi ağrınızmış gibi canla başla çaresini arayın.
    • Like 1

  3. Senai Demirci: Varlığa şiirimle katılmaktır derdim

     

     

    Ocak 2, 2011

    Senai Demirci’nin kelimelerle ve gönlüyle olan yolculuğuna şahit olduk..

    senai-demirci-300x240.jpg

    Senai Demirci deyince aklımıza; merhametli bir doktor, kalemi kuvvetli bir yazar, iyi bir radyocu, sesi güzel bir sunucu, fedakar bir baba, duyarlı bir eş, hayırlı bir evlat, samimi mü’min geliyor. Pekiyi Senai Bey’e sorsak kimdir Senai Demirci ?

    Aman sorma, çünkü tanımam Senai Demirci’yi. Senai Demirci, Senai Demirci kimdir, bilmez. Aklınıza gelen Senai Demirci olmak için çabalayan biridir sadece. Kardeşlerimin hakkımdaki şahitliğini kendim için bir dua olarak biliyorum. Sessiz ve sürekli, sözsüz ve içten bir duadır bu. Saydığınız sıfatların bende olmadığı ortaya çıktığında, ben mahcup olacağım siz de mahzun olacaksınız. Beni “iyi” sanan kullarını mahzun etmemek için, Rabb-i Rahîm’den ümidim o ki beni mahcup etmeyecek bir hâle getirsin. Her işini hikmetli yapan, her kuluna merhamet eden Rabbimizin, beni mahcup edecek sizi de mahzun edecek bir seçeneği dilemeyeceğini ümit ediyorum. Rahmetinden ümit kesmiyorum: “Rabbim beni sizin bildiğiniz gibi eylesin. Sizi de beni bildiğinizce eylesin.”

    Üslubunuz yediden yetmişe herkesi etkiliyor. Sizi hiçbir cemaat, etnik köken ayırmaksızın seviyor ve takip ediyor. Senai Demirci’nin başarısındaki sır nedir? Sizce neden Senai Demirci bu kadar seviliyor?

    Benim yazarlığım Risale çizgisinde yürüdü. Bediüzzaman Said Nursî’nin vahyi okurken ve seslendirirken yürüdüğü üslubu bulmaya çabaladım. İslam’ı insan olmaktan başlayarak anlamakla başlıyor bu üslup. Hazır kalıpları ve şablonlar üzerinden değil, her defasında yeni yağan bir yağmur gibi, sıfır noktasından hareketle inşa edilen yazılar yazmaya çalışıyorum. Somutlaştırırsak: Risale-i Nur’da “bizim dinimize göre” diye başlayan ve süren bir cümle yoktur. Bir defa din “bizim”leştirilemez, herkese ait bir rahmettir. İkincisi, “dinimize göre” tabiri, örtük olarak başka türlü “…göre”leri de varsayar. Oysa “tevhid” Allah’ı bir bilmekten fazlasıdır, hükmü ve hakikati de “bir”leştirmektir. Diyoruz ki “bir” olanın “şeriki/ortağı” yoktur; amenna. Öyleyse varlığın tüm kodları, insan olmanın dokusu bütünüyle Allah’a aittir, başkalarına “göre”ler olamaz. Bu durumda, eğer hak ise, her türlü “..göre” zaten “Allah’a göre”dir. Din hayatın içinde “bizim” diyebileceğimiz özel bir “kompartman” değil, hayatı ihya eden, Said Nursi’nin “hayatın hayatı” diye bildiği kuşatıcı bir gerçekliktir. Tıpkı gökyüzü gibi nereye gidersen git hep oradadır. Yeryüzü gibi nereye varırsan var hep oraya varırsın.

    Cemaatimi, gördüğün gibi saklamıyorum. İnsan yetiştiren tek kurum cemaatlerdir. En beğenmediğin cemaat bile adam yetiştirir. Cemaatli olunmalıdır; başka türlü yetişmek mümkün görünmüyor. Ancak cemaatçi olunmamalıdır. Bu konuda hiçbirimizin mazereti yok; çünkü cemaatli olmak fiziki bir eylemdir; cemaatçi olmak kalbi bir eylemdir. Sizi kimse cemaatçi olmaya zorlayamaz. Kalbini zorlayamaz çünkü. Ben olabildiğince “sivil” kalmaya çalışıyorum; cemaatimin emeğiyle kazandıklarımın ümmetin bütününün hakkı olduğunu düşünüyorum. Söylediklerimin karşılığında taraftarlık gibi bir ücret beklemiyorum. Risale-i Nur’u tavsiye ettiğimde –ki bana göre vahiyle bizi en doğrudan buluşturan diri bir metindir-bile kalbime bakıyorum. Tavsiyemin onu “bir şeyci” olmaya değil, birilerinin taraftarı olmaya değil, mümin olmaya yönlendirdiğinden eminim.

    Yazarken, kendimi bulaşık yıkayıcısı gibi görüyorum. Bulaşık yıkamak daha yalnız ve duru bir eylemdir. Yemek masasını herkesle paylaşırsın ama bulaşıkta yalnızsındır. Bir sonraki yemek masasına hazırlıktır bulaşık yıkamak. Yemeklerin en önemli detayıdır aslında. Görülmez, bilinmez, takdir edilmez. Yemek herkesin gündemidir ama bulaşık öyle değil. Bu yüzden, bilinen gündemi değil yüzyıllar sonra da gündem olacak gündemi izliyorum. Bilinen gündeme dair yazsam da o bilinmeyen gündeme yoruyorum.

    Yıllar önce muhterem Ahmet Taşgetiren’den duyduğum bir ifade vardı: “mürekkebi kalbine bandırarak yazmak” Ahmet ağabeyin bunu söylemekle kalmadığını yaşadığını da biliyorum. Kalbime değmeyen cümleler kurmamaya çalışıyorum.

    Yazmak için insanın bir derdinin olmasının gerektiğini söylüyor büyüklerimiz. Senai Demirci’yi yazmaya iten dert neydi?

    Varlığa şiirimle katılmaktır derdim. Dikkat: “Varlığa şiir katmak” demedim. Varlık zaten şiir. Bunu da tıp tahsilimde öğrendim. Söylenmemiş her güzel ifadeyi insanlığın kayıp hazinesi olarak bildim. Onların elinden tutmaya, ayağa kaldırmaya çalıştım.

    Gariptir tıbbı öğrenmek beni yazar olmaya teşvik etti. Belki de otuz yıl olmuştur. Kadıköy’deyim. Tıp fakültesi öğrencisiyim. Biraz burs param var elimde. Ya doktor dinleme aleti (stetoskop) alacağım-en iyi marka Littman ya da daktilo-en iyi markalardan biri Brother-alacağım. Seksenli yılların Kadıköy’ünde bir kırtasiye vitrininde gördüm o daktiloyu… Stetoskoptan vazgeçtim, Brother daktiloyu kaptım, evime döndüm. Sanıyorum o gün yazarlığı tercih ettim. Ama yine de doktor oldum. Baktım ki, kelimelere daha da düşkünüm, doktorluk tahsilini kesmeden yazmayı sürdürdüm. Hatta bir iki defa stajdan çaktım; hasta vizitlerinde hocanın anlattığına değil kullandığı kelime dağarcığına dikkat kesilirdim. Sonuçta “yazan Senai Demirci”nin “Dr. Senai Demirci”den daha çok derde deva olacağına inandım.

    İlk yazınızın dergide yayınlanışında ve ilk kitabınızın kitapçı raflarında sergilendiğinde neler hissettiniz?

    Çok ciddi bir onaylanmışlık hissi. “Aferin!”sesini duyuyorsun her hecede. Dergide yayınlanıyorsa, “olmuş” diyor birileri senin yazdığına çünkü. Kitapları görmek ise bambaşka… Ben dünyadan gitsem de ardım sıra konuşabileceğime inanıyorum. Kitabın kapağını, her halde, bir sarrafın değerli elmaslara dokunuşundaki keşif zevkiyle tutarım. Kâğıt kokusu ise bir sıla-yı rahim duygusu yaşatıyor.

    Size yazmanız hususunda, teşvik eden birileri var mıydı? Varsa kimlerdi?

    Olmaz mı? Bence hiç kimsenin yazı hayatı teşviksiz başlamaz. Benimle yaşıt oldukları halde Metin Karabaşoğlu yazı konusunda pirim kabul ederim. Murat Çiftkaya ile kader birliği ettik. Daha sonra Dr. Ali Mermer girdi devreye (şu anda Amerika’da). Yusuf Özkan Özburun da şairliğiyle bana yeni bir kanal açtı.

    Kelimelerle yolculuğa başladığınızda ve noktayla sonlandırışınıza denk nasıl bir ruh haline bürünürsünüz?

    Her defasında yazıya ürkerek başlarım. Ya olmazsa korkusu yaşarım. Sayfadan ve kalemden red cevabı almaktan korkarım. Ama bir başlayınca her zamanki yolu yürürmüş gibi hissederim. Kelimelerin içinde sürprizler vardır; onların suskunluğundan bir biçim ortaya çıkar. bir heykeltıraşın taşı yontmasında olduğu gibi bildik ama beklenmedik gelişmeler olur. Yazı çoğu kez planladığım gibi akmaz. Yazarken uğradığım bir detayda yeni bir yazı çıkar. Bazen konu çatallanır; bir türlü kalem oynatmaya cesaret edemediğim bir alanda akmaya başlar. O damarı da izlerim; gönlünü ederim. Gerekirse, o kısmı bir başka yazı olarak saklarım. Yazarken kelimeler şiirsel bağlarını kendileri kurarlar; ben sadece izlerim, akışına bırakırım. Bitirince ise o muhteşem doyum hali.. Bir hakikati daha kelimelere dökmüş olma mutluluğu. Elinde bir çoklarının arayıp bulamadığı, hatta aramasını bile bilmediği bir sır… Değerli bir hazine gibi. Bir an önce muhtaçlara gönderme telaşı.

    Sürekli seyir halindesiniz. Kimi zaman imza günlerinde, kimi zamanda seminer nedeniyle sıklıkla yolculuk ediyorsunuz. Pekiyi Senai Demirci’nin içine doğru yolculuğu nasıl gidiyor?

    Doğrudur; sürekli seyirdeyim. Ki şu anda bu cevapları da seyir halindeki bir arabada veriyorum. Yazma hızım şu anda 140 km/saat! Seyahat ve yazmak en çok sevdiğim iki şey. İçime yolculuğumu Kur’ân okuma saatlerinde, uçuşlarda yapmaya çalışırım. Sık sık bugünümün son gün olduğunu düşünerek yaşamaya çabalarım-ki bu da doğrudur bugün son bugünümdür. İçimde hüzünler, acılar, pişmanlıklar, günahlar var; herkes gibi. Ümitsizliğe düştüğüm an’lar da oluyor, sanki cennetin ortasındaymışım gibi ölsem ne gam dediğim zamanlar da oluyor. Gece namazına kalkabildiğim zamanlarda derin bir yalınlık ve yalnızlık yaşıyorum ki, kendi içimin kıpırtılarını hiç bitmez bir hazine gibi buluyorum. Kendimi gerçekleştirmemiş olarak dünyadan ayrılmaktan endişe duyuyorum ki öyle olacak…

    Yürütmüş olduğunuz bir çok proje var. Şimdilerde de vahyin sesine okuyucularınızla beraber kulak veriyorsunuz. Bu projeden okuyucularımıza bahseder misiniz?

    Kur’ân’la baş başa geçirdiğim vakitlerde elime avucuma gelenleri tefsir veya meal iddiası olmaksızın paylaşmak istedim. Vahyin Bin Bir Sesi böylece ilk ürününü verdi. Kur’ân dilinin bir “ana şefkatiyle” konuşması beni çok etkiledi. Rabb-i Rahimimiz bizi hiçbir şekilde gözden çıkarmıyor; bunu çok iyi anladım. İnsanların mealin vahyin anlamına kaçınılmaz uzaklığı ile tefsirlerin göz korkutan detayları arasında bocalaması rahatsız etti beni. Vahyi bir nehir gibi düşünüyorum; o nehir hep akıyor, her yere uğruyor; her mevsimde farklı sesler çıkarıyor. Kıyısında duran herkese ayrı sırlar veriyor. Nehrin akıntıları derinliğine göre değişiyor; aşağı yukarı sağa sola gidip geliyor. Sadece yüzeydeki akıntıdan ibaret değil. Ve bu nehir yaşıyor ve içinde yaşayanlar var, uğradığı yerde de hayatı başlatıyor. Mealin kuruluğu ile tefsirin teknik tafsilatı arasında bir yerde mealin de hakkını veren ama tefsir iddiası da taşımayan bir tabir buldum: ayetin “anlam yatağı” Vahyin Binbir Sesi, vahyi incitmeden ve kuşatmaya kalkmadan, vahiyden vahye doğru bir salınışı temsil ediyor. Kısmetse, bir ömür bu seriyi sürdüreceğim inşaallah. Benim için bir yazının kalite kriteri, ben yazarken heyecanlanıp heyecanlanmadığımdır. Beni heyecanlandırmayan, bana sürpriz yapmayan bir yazının okuyucuyu da heyecanlandırmayacağı kanaatindeyim. Her kitapta heyecanlandım ama Vahyin Binbir Sesi’nde bir başka heyecanlandım.

    Genç yazar adaylarına yazarlık hususunda tavsiyeleriniz nelerdir?

    Klasik olacak ama çok yazsınlar ve daha da çok okusunlar. Yazı ancak yazarak yazılır. Okumak da, bizden önceki deneyimleri toptan yaşamaya denk gelir. Daha önceki yazarların yazdıkları bizim için eşsiz bir hazinedir. Kısa cümleler kursunlar. Duru bir dili tercih etsinler. Ara sıra lügat de okusunlar. Okuyucuları ile aralarındaki ilişki merhamet eksenli olsun. Meydan okumasınlar okuyucuya, kalbinin elinden tutsunlar, ayağa kaldırsınlar. Bir de şu: yazı, yazı yazmak için yazılmaz. Edebiyat, edebiyat için değildir. Edebiyat hak içindir. Yazı gerçeğin hatırına vardır. Hakikatsiz edebiyat denizsiz köpük gibidir. Köpük denizle güzeldir ancak. Deniz de köpükle güzeldir. Ne denizi köpüksüz bırakın, ne köpüğü denizsiz tutmaya çalışın. Hakikatsiz bir yazı kulluk sorumluluğuna aykırıdır. O yazıya harcadığın vaktin ve o yazıyla harcattığın vakitlerin hesabını veremezsin. Hepsinden önemlisi; hep yeni şeyler söylesinler. Şablonla düşünmesinler. Vahye muhatap olan “hep yeni şeyler söyler cancağızım.”

    Hangi tür kitapları okumayı tercih ediyorsunuz? Kitap seçiminde dikkat ettiğiniz hususlar nelerdir?

    Siyasal kitaplarla başım hoş değil. O alanda zaten çokça yazan var. Şiir kitaplarını kaçırmam. İçine doğru yazan, iç’ten yazan yazarları okumayı tercih ediyorum.

    Sizi en çok etkileyen yazar kimdir? Hangi eseridir?

    Allah ve en son(unda) çıkan kitabı Kur’ân

    Unutamadığınız bir seminer ya da imza günü anınız var mı? Bizimle paylaşır mısınız?

    Hepsi birbirinden güzel ve semereli hamdolsun. En son geçen hafta özel bir dinleyici grubuna,Yusuf Kıssası’nı anlatıyordum. Elimde Kur’ân vardı. Yusuf Sûresi’nin bir sayfasındayız. Anlatacağım şeyleri az buçuk biliyorum, ne kadar anlatacağımı da planlamıştım. Ama o sayfadaki iki ayetin daha önce hiç duymadığım özel fısıltılarını duydum. Bıraktım kendimi. Konuşmaya başladım. Sayfaya bakarak konuşuyorum ama tamamen plansız konuşuyorum. Konuşulanlar benim de önceden duymadığım, hiç dillendirmediğim şeyler. Bir taraftan konuşuyorum diğer taraftan yeni yorumumun önceki ve sonraki ayetlerle onaylanıp onaylanmadığını kontrol ediyorum. Öyle tatlı bir akışa kaptırmışım ki kendimi sayfanın sonuna kadar o yorum her bir ayetle yeniden onaylandı, yeniden seslendirildi. Birkaç defa sesim titredi. Ağlayacağım diye korktum. Konuşma bittiğinde hepimiz gözyaşları içindeydik. Haza min fazl-ı Rabbî

    Bize zaman ayırdığınız için teşekkür ederiz. Son olarak okuyucularımıza paylaşmak istediğiniz bir şeyler var mı?

    Bu söyleşiyi okumaya vakit ayıranlara ben teşekkür ediyorum. Günahımıza rağmen bizden ümit kesmeyen Allah’tan rahmetine rağmen ümit kesersek ayıp etmiş oluruz. Zümer 53’deki zarif vurgu çok önemli: Ey kendilerini israf eden kullarım benim; Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyiniz…” Burada demek isteniyor ki, “Ben günahınıza ümit kesmiyor ve size hâlâ ‘kullarım benim’ diyorum. Siz rahmetime rağmen Benden ümit keserseniz, yazık edersiniz kendinize…”

    Mehmet Beydemir

    Kaynak: HaberKültür.Net


  4. Senai Demirci Kimdir? Hayatı ve Biyografisi...

    biyografi.jpg

     

    Dr. Senai Demirci, (doğum. 11 Kasım 1964) . Tıp doktoru, yazar, radyo ve televizyon programları yapımcı ve sunucusu.

     

    1964'de Samsun'un Terme ilçesinde dünyaya geldi. Samsun'da başladığı tıp öğrenimini İstanbul'da sürdürdü ve 1990 yılında Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi'ni bitirdi. Evli ve üç çocuk babasıdır.

     

    Sağlık Ocağı, Yaşama Gücü ve Yürüyüşler, Ramazan Sevinci adlı televizyon programlarının yapımcılığını ve sunuculuğunu ve çeşitli radyo programları yaptı. Zafer dergisi ve dualar. com sitesinde makaleleri yayınlanmaktadır. Ondan fazla kitabı yayınlanmıştır. Engin Noyan tarafından seslendirilen '99 Esma 99 Dua' adlı eseri bunlar arasında en tanınmışıdır.

     

    yildiz.gif Senai Demirci'nin Kitapları

    Birinci Söz

    99 Esma 99 Dua 1

    99 Esma 99 Dua 2

    99 Esma 99 Dua 3

    Aşka Adanmış Öyküler

    Aşka Dair Öyküler

    Bilimin Öteki Yüzü

    Can Kırığı

    Cevşen & Binbiresmaşiiri

    Çocuğumla Her Güne Bir Dua (B. Boy)

    Dar Kapıdan Geçmek (Karakalem Y. )

    Hac Günlüğü: Sevgili'nin Evine Doğru

    Her Güne Bir Dua / dua sözleri & dua öyküleri & dua ayetleri

    Hoşgeldin Bebeğim / Anneler İçin Anneler Diliyle

    Kalbimizi Yeniden Yazmak

    Modern Tıbbın Ötesi

    Mutluluk Öyküleri

    Risale Düşünceleri

    Sağlık Sırları

    Şöyle Garip Bencileyin

    Ve Aşk Evliliğin Ellerinde Tuttu

    Çocuğumla Her Güne Bir Dua (K. Boy)

    Çocuğumla Her Güne Bir Dua (Ciltli)

    Dar Kapıdan Geçmek (Nesil Y. )

    Kaos'tan Düzene (Çeviri)

    Su Üstüne Yazı Yazmak (Çeviri)

    Kıl Beni Ey Namaz

    İnternet Sayfası

     

     

    Kendini Nasıl Anlatıyor?

    Bugün doğdu, ömrünü bugün biliyor. İlk taze nefesini bugün aldı. Sonunu sonsuzluğa göre hazırlamaya çalışıyor.

     

    • Like 1

  5. gülİSTANBUL - Mehmet Şamil3231_0.jpg

     

    Gülistan, bul kokuyu! İstanbul gülümsesin

    ne kadar solsa rengin bülbüle kırmızısın

    heybesi gül tohumu münzevî âşık benim

    sen şehrengiz güzeli, sen şâirân kızısın

    elim var ellerinde, fermansız şehzâdenim

    Gül İstanbul kokulu, gülüm İstanbul sesin

     

     

    Üsküdar’da her yangın utanır yağmurundan

    Beyoğlu’nda temâşâ, Ayasofya’da mâtem

    şafak Dolmabahçe’de öpüyor İslâmbol’u

    Bâbıâlî kederli, sahaflarda bin elem

    sorsak söyler mi deniz: nerde Hüdâyî Yolu

    Üsküdar da utanır her yangın yağmurundan

     

     

    Leylâ’sını arayan kalbim/de İstanbul’dur

    kaç nağmeye sarılsam dilimde kalan hüzzâm

    üzülmem, dervişinim, köşe bucak benimsin

    tanıksın yüreğime, hoşgörün ne muazzâm

    ister adını duysun, ister kıyında gezsin

    Leylâ, aranan aşkın kalbinde İstanbul’dur

     

     

    İstanbul kalabalık, ne çok sevdâ her şeye

    renklenir yedi tepe, yedi gök efsânesi

    duygular mı mültecî zindanda ve sarayda

    iki denize mahrem, ağlayan Kız Kulesi

    gök/yüzünde ilkbahar, yaz sonbahar, kış şeydâ

    İstanbul ne çok sevdâ kalabalık her şeye

     

     

    Sularda secde eden elleridir Sinan’ın

    âşiyân kubbelerde kandillerin şavkı var

    dökülsün çeşmelerden gözyaşları Çınar’ın

    kehribâr tesbih gibi çekilsin leyl ü nehâr

    çağırın minareler, sonsuza dek çağırın

    Sular da elleridir secde eden Sinan’ın

     

     

    Türbeler, siz söyleyin tutar gibi elimden

    hû çekmez mi serviler kabristan ağlar diye

    kaç güvercine mesken avlular ve cumbalar

    beş vakit, çocuk gibi gülen Süleymâniye

    Topkapı kaç geline çeyiz sandığı saklar

    Tutar gibi söyleyin bu türbesiz el’imden

     

     

    Âh! gizli ve âşikâr, tenhâ sokaklarından

    Haliç’e inmek için sıralanan odalar

    çocuğunum kaybolan, hayalleri yaramaz

    martı mı, kırlangıç mı, kuğu mudur adalar

    iskelede kalınca hangi vapur yas tutmaz

    Âh! tenhâ ve âşikâr, gizli sokaklarından

     

     

    Neyleyim, kır kalemi, sessizliğin de şâir

    köprülerin yetmiyor vuslata kadîm şehir

    iki sevgili gibi her yakanda bir hüzün

    kimine şerbet oldun, kimine dâr ve zehir

    haritaya sığmayan manzaralar/da yüzün

    Neyleyim sensizliği, kırsın kalemi şâir

     

     

    Boğaz/da gezgin gibi akşamlayan gölgeler

    sırrını keşfediyor Çamlıca’da güneşin

    mecalsiz erguvanlar söylenmemiş şarkıdır

    mehtaplı gecelerdir masal eğlencelerin

    yoksa sabahladığım kuşlarla rıhtım mıdır

    Boğaz’da akşamlayan gezgin gibi gölgeler

     

     

    Ulubatlı gözlüyor surlardan bakan tarih

    Eyüpsultân’da hâlâ Akşemseddîn duâsı

    düşleriyle Fatih’in kapanan eski zaman

    ey yirmi bir yaşımın hiç bitmeyen hülyâsı

    İstanbul, Dersaâdet, Konstantin ve Âsitân

    Ulubatlı surlarda gözlerden akan tarih

     

     

    Lâledân bildim seni, sen yine gülistan bul

    ayrılık bahçesinde bülbül gibi ağla/yan

    fetih müjdeli diye gül/süz adın bak yarım

    muammâ yalnızlığı talihime bağla/yan

    yazmak bana mı düştü, nakkaş mı parmaklarım

    Lâleden bildim seni, yine de gül İstanbul


  6. Yandım Gül Oldum..

     

    single_red_rose.jpg

     

    Ben kalbimi dünyanın dert duvarları arasında ezdirdim

    Çok özledim sonsuz genişliğini secdelerin

    Ben ruhumu zehir parmaklıklar ardında tutuklu bıraktım

    Öyle çok susadım ki ilk tekbirin;dudağımdan içtiğim serinliğe

    Ben bencilliğin dehlizlerinde ümitsizce dolandım…dolandım…dolandım…

    Öyle çok hasretim ki bir rüku’nun kavsinde

    Belimi kıran ayrılıkları göğe savurmaya

    Ben ellerine cilvelik kelepçeleri vurulmuş bir zavallıyım

    Çok isterdim bir kıyamın kıyametinde

    İçimdeki bütün kuşları dağlara uçurmayı

     

    Ayaklarımı dar zamanların prangalarına kaptırdım ben

    Öyle hasretim ki yalnız ve yalnız sana kul olmayı

    Cümle dilenciliklerden kurtulmayı

    Öyle hasretim ki göğsümde sakladığım kanadı kırık serçeleri

    Rahmetinin yuvasına uçurmaya

    Öyle çok hasretim ki yalnız ve yalnız sana muhtaç olmaya

    İçimde saklı sancılı incileri rahmetinin kıyılarına savurmaya ahdettim

    Mülteci ellerimin ayazında ölmüş kelebekleri

    Kudsi levhanın dokunuşuna emanet etmeye geldim

    Ben gururun mahkumuyum…

    Ben gerçeğin kaçkınıyım…

    Ben günahın tutsağıyım…

    Ben isyan çöllerinin çorağına sürgün bir yetimim

    Sevindir beni,sevdir,sevindir,sev,sevdiğini bildir…

    Hüzünlerimi bir secdenin billur sularında erit ne olur

    Ne olur korkularımı rahmetinin kucağında teskin eyle Sen

    Ben sahte uzaklıkların sürgünüyüm…

    Ben içine kalbimi sığdıramadığım dar vakitlerin küskünüyüm…

    Öyle özledim ki seccademin alnımdan öpüşlerini…öyle özledim…

    İşte huzuruna geldim …

    Şöyle başımı sokacak bir umudum olsun istedim

    İstedim ki yüzünden menekşeler toplayacağım sonsuz ovalarım olsun

    İstedim ki koşup koşabildiğim kadar

    İçimde sakladığım bütün uçurtmaları rüzgarlara verebileyim

    Ben sonsuz derinlikte uykuların yitiğiyim

    Ben unutuş uçurumların dibinde unutulmuş bir cesedim

    Ben benlik ve bencillik yabancılıklarında

    Evine yol bulamayan bir yitirmişim

    Çok özledim En Sevgilinin en çok sevdiği yerde durmayı

    Öyle hasretim ki öyle muhtaçım ki

    En Sevgilinin en çok sevildiği halde olmaya

    Geldim…Huzuruna vardım…Geçtim kendimden…Kendime geçtim

    Deldim benlik dağını…Yolda kaldı ferhat…Şirinin ben oldum

    Yandı her yanım…İbrahimin oldum…Gül oldum…

    Çöle verdim leylayı;aklı mecnuna sattım

    Mecnun oldum yakınlığına geldim

    Tüm uzaklıkları uzaklara savurdum keremini gördüm

    Vazgeçtim aslıdan,gölgeden çıktım,aslına geldim…vaslına geldim…

    Yandım KUL oldum…Yandım KÜL oldum…Yandım GÜL oldum…

    Durdum namaza; Miracına geldim, niyazına durdum

    Nazla beni ne olur…

    En Sevgilinin durduğu eşikte durdum

    Miracına geldim…Miracına geldim

    Nazarında tut ne olur

    Bakışınla sar beni, el üstünde tut, bırakma ellerimi…Bırakma…

    Senai Demirci


  7. Mevlana’nın Allah Sevgisi

     

     

    allah21.png

    Mevlana’nın Allah Sevgisi:

    Azat kabul etmez bir kul olmayı istiyor Mevlana. Çünkü Rabbini çok seviyor. O sevgi öyle güzel, öyle özel, öyle tatlı ki…

    “Sevgiden acılar tatlılaşır.

    Bakırlar altınlaşır sevgiden.

    Sevgiden tortular saflaşır.

    Dertler derman olur sevgiden.

    Ölü, sevgiden dirilir.

    Şah, sevgiden köle edilir.

    Allah’a karşı bu sevgi ilimdendir.

    Saçma sapan biri, böyle bir tahta nasıl kurulur?

    Eksik bir ilim nasıl doğurur bu aşkı?

    Eksik bir ilimden eksik bir aşk doğar maddeye karşı.

    Öyleyse muhabbet ve aşkı sadece Allah’ın vasfı bil.

    Ey aziz, korku, Allah’ın vasfı olamaz.

    Havf ve haşyet, kulun vasfı ve en mühim meziyetlerindendir.

    Mademki (Kur’an’da) “yuhibbunehu” yu okuyorsun,

    “Yuhibbuhüm” ile de istediğine yaklaşırsın.”

    Cenab-ı Hak, Maide Suresinde, “Allah onları sever [Yuhibbuhu], onlarda Allah’ı severler [yuhibbuhüm].” Buyurur.

    Allah sevgisi müthiş bir iksirdir; inkârcıyı bir anda mümin yapar, mümini bir anda arif edip irfan mertebesine çıkarır.

    Allah sevgisi olan kalpten, şek ve şüphe silinir, yerine tam bir iman gelir.

    Gönül sevginin yeridir. Maddî varlığımızda ikilik olabilir ama sevginin makamı olan gönülde iki sevgiye yer yoktur.

    “Senin elinin, gözünün, ayağının iki oluşu doğrudur; fakat gönül ve sevgilinin iki olması hatadır. Sevgili bir bahanedir; asıl sevgili Allah’tır.”

    Allah’ın “asıl sevgili” olduğu yerde başkasına yer kalmaz:

    “Gönlünün içindeki ve dışındaki hep O’dur.

    Tenimdeki can, damar ve kan hep O’dur.

    Artık o yere küfür ve iman nasıl sığar?

    Keyfiyetsiz olan benim vücudum hep O’dur.”


  8. MERDİVENAğır, ağır çıkacaksın bu merdivenlerden,Eteklerinde güneş rengi bir yığın yaprak,Ve bir zaman bakacaksın semâya ağlayarak...Sular sarardı... yüzün perde perde solmakta,Kızıl havâları seyret ki akşam olmakta...Eğilmiş arza, kanar, muttasıl kanar güller;Durur alev gibi dallarda kanlı bülbüller,Sular mı yandı? Neden tunca benziyor mermer?Bu bir lisân-ı hafîdir ki ruha dolmakta,Kızıl havâları seyret ki akşam olmakta...


  9. Ayasofya’ya ABD ayarı

     

    ABD’li aktör Ben Affleck film çektiği Ayasofya’da beyaz ışığı beğenmeyince...

    MNetBanner("vatan_gundem_500x60");

    040220121329588280456_2.jpg HOLLYWOOD’un ünlü yıldızlarından Ben Affleck, son filmi Argo’nun bazı sahnelerini çekmek için geçtiğimiz aylarda İstanbul’a geldi. Ayasofya Müzesi’nde yapacağı çekimlerde aydınlatmayı beğenmeyen Affleck’in, müze yönetiminin de izniyle Ayasofya’nın aydınlatmasını değiştirdiği ortaya çıktı. İran’da 1979 yılında yaşanan bir rehine krizini konu alan ve yapımcılığını George Clooney’nin yaptığı Argo filminin yönetmeni ve oyuncusu Ben Affleck, filmdeki birçok sahnenin çekimi için İstanbul’u seçmişti. Ekibiyle birlikte defalarca İstanbul’a gelerekmekân araştırması yapan Affleck’in filminde, İran sokaklarına benzettiği Beyoğlu, Fatih ve Eminönü’ndeki tarihi semtler doğal plato olarak kullanılmıştı.

     

    BEYAZ IŞIĞI BEĞENMEDİ

     

    Çekimlerde Kapalıçarşı, Sultanahmet Camii, Süleymaniye Camii gibi tarihi ve dinimekânları da kullanan Affleck, bazı sahneleri de AyasofyaMüzesi içinde çekti. Ayasofya’daki çekimler için hazırlıklara başlayan Affleck ve ekibi, Ayasofya’nın ana kubbesinden sarkan dev avizelerdeki led ampullerin yaydığı beyaz ışığı beğenmedi. Kandilliklerin içinde bulunan beyaz ampullerin hemestetik görünmediğini hemde yaydığı güçlü beyaz ışığınmekânın ruhuyla uyuşmadığını belirten Affleck ve ekibi,müze yönetimine avizelerdeki ampulleri değiştirme talebinde bulundu. Konuyu değerlendiren müze yönetimi, ampullerin değiştirilmesine izin verdi.

     

    Ayasofya 10782_664_31072009_15.jpg Foto galeri için tıklayın

     

     

    2 BİN AMPULÜ DEĞİŞTİRDİ

     

    Bunun üzerine Ayasofya’nın ana salonunu aydınlatan, üzerinde 150’ye yakın lamba olan merkezdeki büyük avizeyle, her birinde 48’er tane lamba bulunan 30 kadar avizedeki yaklaşık 2 bin led ampul, 7.5 watt’lık zayıf bir sarı ışık veren yeni ampullerle değiştirildi. Alınan yeni ampullerin ücreti de filmin yapımbütçesinden karşılandı. Ayasofya’nın yıllardır bakım görmeyen ve yıpranan pirinçten avizeleri, elektrik ve aydınlatma sistemi de restorasyon sürecinde yenilenmişti. O süreçte avizelere takılan beyaz ışıklı led ampullerle ilgilimüze ziyaretçileri ve yönetimi de zaman zamanmemnuniyetsizliğini dile getiriyordu. Ayasofya’nın ana kubbesi altında, zemine yakın bölgede güçlü ve keskin bir ışık oluşturan aydınlatma,mekânın mistik havasıyla uyumsağlamıyor, ziyaretçilerin görüşünü de engelliyordu.

     

    İNŞALLAH YAKIN ZAMANDA GAZETEDE MANŞET OLARAK İBADETE AÇILIYOR YAZISINI GÖRÜRÜZ!!!


  10. Hasan Cemal’e cevap: Tabii ki dindar bir gençlik yetiştirmemiz gerek!

     

     

    346978-3-4-c9207.jpg

     

    Başbakanımız Tayyip Erdoğan'ı sözlerinden dolayı tebrik ediyorum.

     

    Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu’nun “Türkiye’yi dindarlar, dinsizler diye ikiye ayırdılar” sözüne tepki göstererek, “Benim ifademde dindarlar, dinsizler diye bir ifade yok. Dindar bir gençlik yetiştirme var. Bunu yine söylüyorum, bunun arkasındayım. Sayın Kılıçdaroğlu, sen bizden, muhafazakâr demokrat parti kimliği sahibi Ak Parti’den ateist bir nesil yetiştirmemizi mi bekliyorsun?” dedi.

    Bu sözleri eleştiren Hasan Cemal şöyle yazmış: “Soruyorum sayın başbakan: Ben çocuğumun dindar ve muhafazakâr yetişmesini istemiyorsam ne olacak? Torna tezgâhından çıkmış gibi tek tip kafalar yetiştirmeye dönük eğitim düzeniyle demokrasinin gözettiği farklılıklar hiç bağdaşabilir mi?‘Atatürkçü gençlikten sonra sıra ‘dindar, muhafazakâr gençlikte mi?

    Öncelikle Hasan Cemal’e şunu söylemek istiyorum, “tabii ki Türkiye’de dindar bir gençlik yetiştirmemiz gerek!” Dindar olmayı yanlış biliyorlar. Dindar demek gerici, yobaz, başkalarının dinine saygısız, anti demokrat, anti laik demek değildir. Tam tersine dindar olan bir insan son derece modern, laik, hem devletine hem milletine bağlı, manevi değerlerini kaybetmemiş, son derece güzel ahlakla yetişmiş bir insandır. Hasan Cemal ve böyle düşünen kişiler gerçek dindarlığı yobazlıkla karıştırıyorlar. Dindar insan Atatürkçü ve laik olamaz diye bir şey yok. Atatürk son derece dindar ve aynı zamanda modern, hür düşünen bir insandı. Sürekli hafızlara Kuran okuttururdu. Kuran’ı da çok iyi bilirdi. Bu yüzden gerçek dindarın son derece modern, akıllı ve ileri görüşlü olduğunun bilinmesi gerek.

    “Ben çocuğumu dindar yetiştirmek istemiyorum” diyenler gidip Darwinist, materyalist, ateist zihniyetle yetişen İngiliz, Amerikalı, Hollandalı gençlerin durumuna bir baksınlar. İngiltere’de gençler sabahlara kadar bar köşelerinde içip, uyuşturucu kullanıp, sürekli çocuk aldırıp, tamamen kendilerini kaybetmiş bir hayat sürüyorlar. Amerika’dakilere baksanız, o kadar materyalist olmuşlar ki, sokakta biri açlıktan ölse dönüp bakmıyorlar bile. Avrupa ülkelerinde de durum aynı, uyuşturucudan, içkiden ve sefahatten uyuşmuş, hiçbir şey düşünmeyen bir gençlik. Ne aile kavramı var, ne Allah korkusu var, ne ahiret inancı var. Sadece gününü gün etme, nerde sabah orda akşam, kimin kuyusunu kazıp zengin olurum, kimi dolandırırım kafası var. Sabahlara kadar video oyunlarının başından kalkmayan, günlerce hayattan kopmuş bir şekilde bilgisayarda sohbet eden bir gençlik var! İstedikleri böyle bir gençliğin Türkiye’de yetişmesi ise, biz böyle bir gençlik istemiyoruz.

    Türkiye Kuran’a, maneviyatına, mukaddesatına son derece bağlı bir ülke, aynı zamanda da laik, özgür düşünceyi savunan, kimsenin haklarının ihlal edilmediği bir ülke. Türkiye’de artık insanların %95’i evrim teorisine inanmıyor. Ama okullarda hala Darwin’in evrim teorisi okutuluyor. Okullarda hem evrim teorisinin hem de yaratılışın okutulması gerek. Bunun yanında gençlik kendi kutsal kitabı olan Kuran’ı hiç bilmeden yetişiyor. Bir genç 20 yaşına geliyor ama tek bir ayeti bile okumamış oluyor. Dolayısıyla Kuran ahlakından, maneviyattan, Allah sevgisinden ve Allah korkusundan uzak yetişiyor. Bu yüzden gençlerimize Kuran’ın öğretilmesi, maneviyatlarının arttırılması gerek.

    Aslında Türk topluma uzun süredir yapmak istedikleri şey bu. İçi boş, kütük gibi, kafasız, maneviyatsız, Darwinist, bencil, materyalist bir gençlik yetiştirmek. Ama bunu başaramadılar. Tam tersine Türk toplumu Mehdiyetin bereketi ile giderek daha da dindarlaşıyor. Daha çok dinine, Kuran’a sarılıyor. Doğrusu da bu zaten. Akıllı, son derece kendinden emin, devletine, milletine bağlı, ailesine sahip çıkan, fedakâr, şefkatli, sevgi dolu, laik, güvenilir, dürüst ve dindar bir nesil yetiştirmek. Aksinin nasıl sonuç verdiğini dinden iyice uzaklaşmış, depresyona girip psikologlarda sürünen, amaçsız bir hayatın içinde bocalayan, materyalizt toplumlara bakıp görsünler. Türkiye asla böyle bir ülke olmayacaktır. Tam tersine Türk İslam Birliği’ni de son derece akıllı ve şuurlu olan bu gençler kuracaktır.


  11. İşte Hasan Cemal'in o tepkisi....

     

    Sayın Başbakan, demokrasi bunun neresinde, laiklik bunun neresinde? ‘Atatürkçü gençlik’ten dindar, muhafazakâr gençliğe mi?...

     

    ÇOCUĞUMUN DİNDAR YETİŞMESİNİ İSTEMİYORSAM..

    Soruyorum Sayın Başbakan: Ben çocuğumun dindar ve muhafazakâr yetişmesini istemiyorsam ne olacak?

    Torna tezgâhından çıkmış gibi tek tip kafalar yetiştirmeye dönük eğitim düzeniyle demokrasinin gözettiği farklılıklar hiç bağdaşabilir mi?

     

    Erdoğan, Kılıçdaroğlu’nu eleştirirken, hedeflerinin dindar ve muhafazakâr bir gençlik yetiştirmek olduğunu söylüyor. Öyle mi? ‘Atatürkçü gençlik’ten sonra sıra ‘dindar, muhafazakâr gençlik’te mi? Devlet şimdi bunu mu iş edinecek?

    O zaman demokrasi bunun neresinde olacak? Gerçek laiklik neresinde olacak? Soruyorum Sayın Başbakan’a: Ben çocuğumun dindar ve muhafazakâr yetişmesini istemiyorsam ne yapacağım?

     

    HER ŞEYE DİNDAR DAMGASI MU VURULACAK

    Siz okullarda dindar ve muhafazakâr bir nesil yetiştirecekseniz, benim çocuğum ne olacak? Torna tezgâhından çıkmış gibi tek tip kafalar yetiştirmeye dönük eğitim düzeniyle demokrasinin gözettiği farklılıklar, renkler hiç bağdaşabilir mi? Demokrasi kültürü böylesine tek tip bir zihniyet ortamında boğulup gitmez mi? Sayın Başbakan; Her şeye Atatürkçü damgasının vurulduğu bir dönemden sonra, şimdi de dindar-muhafazakâr damgası mı vurulacak? Benim dinle de, dindarlıkla da, muhafazakârlıkla da bir alıp veremediğim yok. Hepsine saygım var. Ama öyle olmak zorunda değilim. Çocuğumun da böyle yetişmesine itirazlarım vardır, olabilir.

     

    MUHAFAZAKAR OLMAK BAŞKA DİNDAR NESİL YETİŞTİRECEĞİZ DEMEK BAŞKADI

    Kısacası; Bir parti liderinin dindar, muhafazakâr olması başkadır, bir başbakanın iktidarda çıkıp dindar, muhafazakâr nesiller yetiştireceğiz demesi başkadır. Bundan demokrasi adına kaygı duyarım. Eğer Sayın Başbakan böyle bir çizgideyse, o zaman, bir otoriter anlayıştan bir başka otoriter anlayışın rengini, suyunu verdiği bir düzene geçeceğiz demektir. Bir noktaya daha değinmek istiyorum. Başbakan Erdoğan, CHP’nin tek parti dönemindeki sicilini eleştirirken haklı noktalara da vurgu yaptı. Bu sicil bazı bakımlardan kırık notlarla doludur. Bunlar arasında dine dönük anlayış ve uygulamalar da vardır. Din eğitimi konusu, dine saygılı olmayan otoriter laiklik anlayışı da vardır. Bu ülkede din eğitimini ‘yeraltı’na iten sakat bir anlayıştı bu...

     

    DİN HALA DEVLETİN KONTROLÜNDE DEĞİL Mİ

    Diyanet İşleri düzeniyle devletin dini kontrol altına almasını sağlayan ve gerçek laiklikle bağdaşmayan bir anlayıştı bu... CHP bu yanlışları yaptı. Peki, bugün değişen nedir? Başbakan Erdoğan’a soruyorum: Din eğitiminde taşlar bugün demokrasi ve gerçek laikliğe yakışır biçimde yerli yerine oturdu mu? Bunu söyleyebilir misiniz? Din hâlâ devletin kontrolü altında değil mi, Diyanet İşleri düzeniyle? Gerçek laiklik bu mudur? Demokratik ve laik bir ülkede devletin bütün dinlere, inançlara ya da inançsızlıklara ‘eşit mesafe’de olması gerekmez mi? Bizde eşit mesafe var mı?

     

    DİYANET ALEVİLİĞE UZAK DEĞİL Mİ

    Bunu söyleyebilir misiniz? Diyanet İşleri Sünniliğe dayalı değil mi? Aleviliğe uzak değil mi? Alevilik devlet nezdinde eşit mi? Başörtüsü sorunu çözüldü mü? Sayın Başbakan; CHP’nin tek parti sicilini eleştirirken haklı olduğunuz noktaları teslim ediyorum. Ama bunların neredeyse tümü hâlâ yaşanıyor. On yıldır iktidardasınız. Neden düzeltmediniz?


  12. Hayatın gayesi, yaratılışın mânâsı silinmiş, yok olmuştu. Herşey mânâsız başıboşluk ve hüzün örtülerine bürünmüştü.

    berat_kandili.jpg

    Mevlit Kandili

    Ruhlar birşey bekliyor, bir nurun zulmet perdesini yırtmasını içten içe hissediyordu.

    O vahşet devrinde kâinat ufkundan bir güneş doğdu. Bu güneş âhirzaman Peygamberi Hz. Muhammmed Aleyhissalâtü Vesselam idi. Tarihin seyrini, hayatın akışını değiştiren bu eşsiz olay, dünyayı yerinden sarsan değişimlerin en büyüğü idi.

    İşte insanlığın akıl ve kalbinde düğümlenen “Necisin, nereden geliyorsun, nereye gidiyorsun?” sorularını, düğümlerini çözüp kâinatın Sahibini ilân ve ispat edecek bir zatın teşrifi sadece insanların ruh ve kalbinde değil, diğer varlıklarda, hattâ cansız eşyada bile yansımasını bulacaktı.

    Doğudan batıya bütün âlemin nurlara büründüğü, İlâhi değişimin tecelli ettiği o gece neler oldu neler?

    Yahudi ileri gelenleri ve âlimleri kitaplarında daha önce rastladıkları işaret ve müjdelerin açığa çıktığını gördüler. Kimsenin haberi olmadan en önce onlar bu müjdeyi verdiler.

    O gece Yahudi âlimleri semâya bakıp “Bu yıldızın doğduğu gece Ahmed doğmuştur” dediler.(1)

    Bîr Yahudi İleri geleni Mekke’de Peygamberimizin doğduğu gece, içlerinde Hişam ve Velid bin Muğire, Utbe bin Rabia gibi Kureyş ileri gelenlerinin bulunduğu bir toplantıda,

    - “Bu gece sizlerden birinin çocuğu oldu mu?” diye sordu.

    - “Bilmiyoruz” diye cevap verdiler.

    Yahudi, “Vallahi sizin bu ihmalinizden iğreniyorum!

    “Bakın, ey Kureyş topluluğu, size ne söylüyorum, iyi dinleyin. Bu gece, bu ümmetin en son peygamberi Ahmed doğdu. Eğer yanlışım varsa, Filistin’in kudsiyetini inkâr etmiş olayım. Evet, onun iki küreği arasında kırmızımtırak, üzerinde tüyler bulunan bir ben var” dedi.

    Toplantıda bulunanlar Yahudinin sözünden hayrete düştüler ve dağıldılar. Her birisi evlerine döndüğünde bu durumu ev halkına anlattılar. “Bu gece Abdülmuttalib’in oğlu Abdullah’ın bir oğlu doğdu. Adını Muhammed koydular.” haberini aldılar.

    berat_kandili.jpg

    Mevlit Kandili

    Ertesi gün Yahudiye vardılar:

    “Bahsettiğin çocuğun bizim aramızda dünyaya geldiğini duydun mu?” dediler.

    Yahudi “Onun doğumu benim size haber verdiğimden önce midir, sonra mıdır?” dedi.

    Onlar, “Öncedir ve ismi Ahmed’dir” dediler. Yahudi, “Beni ona götürün” dedi.

    Yahudi ile beraber kalkıp Hz. Âmine’nin evine gittiler, içeri girdiler.

    Pegamberimizi Yahudinin yanına çıkardılar. Yahudi Peygamberimizin sırtındaki beni görünce, üzerine baygınlık geldi, fenalaştı. Kendine gelip ayıldığı sırada,

    “Ne oldu sana, yazıklar olsun” dediler.

    Yahudi, “Artık İsrailoğullarndan peygamberlik gitti. Ellerinden kitap da gitti. Artık Yahudi âlimlerinin kıymet ve itibarları da kalmadı. Araplar peygamberleriyle kurtuluşa ereceklerdir.

    “Ey Kureyş topluluğu, ferahladınız mı? Vallahi size, doğudan batıya kadar ulaşacak bir güç, kuvvet ve bir üstünlük verilecektir” dedi.(2)

    Kâinatın Efendisini dünyaya getiren bahtiyar annenin henüz dünyaya gelmeden görüp gördükleri çok manalıydı..

    Peygamber Efendimize hamileyken rüyasında, “Sen, insanların en hayırlısına ve bu ümmetin efendisine hamile oldun. Onu dünyaya getirdiğin zaman ‘Her hasetçinin şerrinden koruması için bir ve tek olana sığınırım’ de, sonra ona Ahmed yahut Muhammed ismini ver.

    Yine kendisinden çıkan bir nurun aydınlığında bütün doğuyu ve batiyi, Şam ve Busra saray ve çarşılarını, hattâ Busra’daki develerin uzanan boyunlarını gördüğünü Abdülmüttalib’e anlatmıştı.(3)

    Aynı gece Hz. Âmine’nin yanında bulunan Osman ibn Âs’ın annesinin gördükleri de şöyle:

    O gece evin içi nurla doldu, yıldızların sanki üzerimize dökülecekmiş gibi sarktıklarını gördük.

    Evet bu ulvî anı dile getiren Mevlid’in yazarı Süleyman Çelebi bütün bu hakikatleri şu beytiyle şiirleştirmiştir:

    “Hem Muhammed gelmesi oldu yakin

    Çok alâmetler belürdi gelmedin”

    Rabiülevvel ayının 12. Pazartesi gecesi, yapılan hesaplamalara göre, Miladi takvime göre 20 Nisan’a denk gelen gece idi.

    berat_kandili.jpg

    Mevlit Kandili

    Dünyayı şereflendiren iki Cihan Serverinin üzerini o günün bir âdeti olarak bir çanakla kapattılar.

     

    Araplara göre o zaman, gece doğan çocuğun üzerine bir çanak koymak ve gündüz olmadan ona bakmamak âdetti. Fakat bir de baktılar ki. Peygamber Efendimizin üzerine konulan çanak yarılarak ikiye ayrılmış, Efendimiz gözlerini gökyüzüne dikmiş, başparmağını emiyordu.(5)

    Evet, bu işaret her türlü küfrün, zulmün, şirkin ve her türlü bâtıl inanç ve âdetlerin parçalanıp yok olması, imanın, nurun ve hidâyetin kâinatı aydınlatması için gönderilmiş bir Peygamber idi.

    Aynı gece Kabe’de tapılmakta olan cansız putların çoğunun başaşağı devrildiği görüldü.

    Aynı gece Kisra sarayının beşik gibi sallanıp on dört balkonunun parçalanıp yerlere düştüğü öğrenildi.

    Sava’da mukaddes tanınan gölün suyunun çekilip gittiği görüldü.

    Bin senedir yakılan ve söndürülmeyen mecusi ateşinin sönüverdiği müşahede edildi.

    Bütün bunlar işaret ve alamettir ki, yeni dünyaya gelen zat ateşe tapmayı, puta tapmayı kaldırıp, Fars saltanatını parçalayarak Allah’ın izni olmadan kutsal tanınan şeylerin kutsallığını ortadan kaldıracaktır.(6)

    İşte bu geceye Veladet-i Nebi gecesi diyor ve onun bütün kalbimizle, ruhumuzla her sene yeniden yâd edip kutluyoruz. Bütün kâinatla bu geceyi karşılayarak onun âleme teşrifine kıyam ediyoruz.

    Getirdiği ebedi nura, açtığı saadet caddesine ve sünnet-i seniyyesine yeniden sımsıkı sarılmak ve Mevlid Kandilini vesile ederek ona yeniden biatimizi, bağlılığımızı tazelemek ne yüce bir şeref ve ne büyük bir saadettir.

    Yüce Rabbim bizleri sevgili Resulünün şefaatine nail eylesin.

     

    Kaynaklar:

    (1)İbn-i Sa’d, Tabakat, 1:60.

    (2)A.g.e, 1:162-163.

    (3)Taberî Tarihi, 2:125; İbn-i Sa’d, Tabakat, 1:102.

    (4)A.g.e., 1:102.

    (5)İbn-i Sa’d, Tabakat, 1:102.

    (6)Bediüzzaman, Mektûbat,s:161,162.

    • Like 2

  13. kolon_y_kare.gif is_ikon1.gif Canım İstanbul kolon_y_kare.gif

    Ruhumu eritip de kalıpta dondurmuşlar;

    Onu İstanbul diye toprağa kondurmuşlar.

    İçimde tüten bir şey; hava, renk, eda, iklim;

    O benim, zaman, mekan aşıp geçmiş sevgilim.

    Çiçeği altın yaldız, suyu telli pulludur;

    Ay ve güneş ezelden iki İstanbulludur.

    Denizle toprak, yalnız onda ermiş visale,

    Ve kavuşmuş rüyalar, onda, onda misale.

    İstanbul benim canım;

    Vatanım da vatanım...

    İstanbul,

    İstanbul...

    Tarihin gözleri var, surlarda delik delik;

    Servi, endamlı servi, ahirete perdelik...

    Bulutta şaha kalkmış Fatih`ten kalma kır at;

    Pırlantadan kubbeler, belki bir milyar kırat...

    Şahadet parmağıdır göğe doğru minare;

    Her nakışta o mana: Öleceğiz ne çare? ..

    Hayattan canlı ölüm, günahtan baskın rahmet;

    Beyoğlu tepinirken ağlar Karacaahmet...

    O manayı bul da bul!

    İlle İstanbul`da bul!

    İstanbul,

    İstanbul...

    Boğaz gümüş bir mangal, kaynatır serinliği;

    Çamlıca`da, yerdedir göklerin derinliği.

    Oynak sular yalının alt katına misafir;

    Yeni dünyadan mahzun, resimde eski sefir.

    Her akşam camlarında yangın çıkan Üsküdar,

    Perili ahşap konak, koca bir şehir kadar...

    Bir ses, bilemem tanbur gibi mi, ud gibi mi?

    Cumbalı odalarda inletir ` Katibim`i...

    Kadını keskin bıçak,

    Taze kan gibi sıcak.

    İstanbul,

    İstanbul...

    Yedi tepe üstünde zaman bir gergef işler!

    Yedi renk, yedi sesten sayısız belirişler...

    Eyüp öksüz, Kadıköy süslü, Moda kurumlu,

    Adada rüzgar, uçan eteklerden sorumlu.

    Her şafak Hisarlarda oklar çıkar yayından

    Hala çığlıklar gelir Topkapı Sarayından.

    Ana gibi yar olmaz, İstanbul gibi diyar;

    Güleni şöyle dursun, ağlayanı bahtiyar...

    Gecesi sünbül kokan

    Türkçesi bülbül kokan,

    İstanbul,

    İstanbul...

    Necip Fazıl Kısakürek

    • Like 2

  14. Bu bir veda yazısı...salvador-dali-melting-clock.jpg

     

    Bugün bana mahzunca bir soru soruldu. "Bazen kendime bakıyorum; ettiklerimi hatırlıyorum. Ümitsizliğe kapılıyorum. Ben nasıl bu halimle cennete layık görülürüm ki? Peygamberlerin yürüdüğü durakları nasıl adımlarım ki?" Kardeşime cevap vermedim, sadece bir soru da ben sordum.

    Yıllardır içimde akıp durur şu cümle: "Hiç kimse sınanmadığı günahın masumu saymasın kendini." Bugünlerde, bir eğitim projesi kapsamında sıkça gittiğim cezaevlerindeki mahkumlar karşısında iyice iliklerime işliyor bu cümle. Konuşma yapmadan önce, hangi tür tutuklu ve mahkum olduğunu söylüyorlar bana. Katiller, hırsızlar, gaspçılar, kapkaççılar, cinsel suçlular... Karşımda sakince beni dinleyen yüzlerce adam. Bir "dışarıda"ki kendime bakıyorum, bir "içerdeki" adamlara... Kim bilir hangi öfke hançerinin ucunda, bir an kendilerini kaybedip katil oldular... Hangi sabır sınavını son anda kaybettiler kim bilir? Belki de onların kaybettikleri noktadan çok önce kaybedeceklerden biriyim ben? Kim bilir hangi yakıcı şehvet fırtınasına tutulup yüz kızartıcı bir tecavüzün ortasına sürüklendiler? Ya ben ne ederdim böyle bir durumda? Köşeye sıkıştırılmışken, duvara tırmanmaya zorlanmışken, öfke cinneti hücrelerimi ateş gibi yalayıp dururken, hemen parmağımın altında bir tetik hazır beklerken, ben, sen, biz ne ederdik? "Masum değilim" diyorum onlara. En iyi bildiğim, en emin olduğum cümle bu. Buraya yazışım da edebiyat olsun diye değil. "Evet, katil değilim, hiç adam öldürmediğim için değil, henüz sınanmadığım için." "Hırsız değilim, bir şey çalmadığım için değil, çalmak zorunda kalacak çaresizlikle denenmediğim için."

    Sırf sınanmadığı için şimdilik masum olan ben nasıl sahiden masum olabilirim? Üstelik sınanmaların hepsi de suç işleme/işlememe eksenli değil. Kimsenin kınamayacağı işlerle bile sınanır insan. Herkesin alkışlayacağı, hayranlık duyacağı bir tercih de bir bıçak sırtına koyar seni. Bu konuda gizliden gizliye en az iki adama hayranlık duyarım. Birisi harbiliğine bizzat tanık olduğum Volkan Konak. Milyon dolarlık Cola reklamını tek kalemde geri çevirmesi muhteşem... Oysa, ne ayıplanacaktı ne de hakkı olmayan bir şeyi alacaktı. Ama "ilke"sinin yanında durdu Volkan Konak. Paranın sürpriz çıkışı, kaçımızın ilkeli duruşu için belirlediği gerekçeleri yerinden etmez ki? Sımsıkı dururken ya da öyle durduğumuzu sanırken, aniden esiveren sıcak şehvet rüzgârı vidalarımızı gevşetmez mi? Titremeye başlamaz mıyız cazip bir teklif karşısında? Oradan buradan yeni gerekçeler üretmeye yeltenmez miyiz? Helal olsun Volkan Konak'a. Birisi de Kenan Sofuoğlu... Kolay mıdır, eline düşüvermiş 800 bin TL'ye (eski hesap 800 milyar) bir çırpıda "haram"dır deyip arkasını dönmek? En azından, ara formüller ve nadir fetvalar arayacak kıvırtmalar yapmaya kalkışamaz mıydı? Ne bileyim; adının verildiği kurumlar gibi patika yollara paça sıvasaydı ya... Helal olsun delikanlı Kenan'a.

    Doğrusu şu ki, sınanmamış insan çiğ insandır, kıvamını bulmamıştır. Hata ederek de olsa kıvamını bulana aşk olsun. Ayağı kayıp düşerek de olsa, dönene helal olsun. Başını duvarlara vurup da kendine gelene helal olsun. Sınanmamış adam, kalite kontrolünden geçmemiş araba gibidir. Düzgün duruşu şimdiliktir ve naylondur. Virajlarda savrulabilir, yokuşlarda fireni tutmayabilir, zorlanınca yoldan çıkabilir. Hata yapmamış adam rüzgâr yememiş, kış görmemiş ağaç gibidir. Dik duruşu sahtedir. Zorlanırsa dalları kırılabilir, yerinden oynayabilir.

    Koca bir ömür bıraktım arkamda. Ellili yaşların eşiğindeyim. Bugün ölecek olsam, "olabilir!" denecek. "Üstü kalsın!" diyebileceğim kadar yaşadım. Mezar taşımda bundan sonra yazacak rakamlar kimseyi şaşırtmaz. Artık yaşamıyor oluşu kanıksanacak biriyim. Sorunlu bir çocukluk geçirdim. Derin yaralarım var. Bir çoğunu iyileştirmek bir yana, dokunamadım bile. Korkularım var. Önyargılarım var. Komplekslerim var. Kapris yaptığım, kalp kırdığım dönemler de oldu. Şöhretle sınandım; kaybettiğim günler oldu. Param bol olduğunda kaybettiğim sınavları parasız kaldığımda fark edebildim ancak. Pürüzsüz değilim. Arızalı yanlarım var. Çoğu zaman dağınık, bazen dağınığımdır. Nadiren dağıttığım olur. Ayağımın kayacağını bal gibi bildiğim alanlarım vardır. Suizanda bulunduğum, gıybetini ettiğim, helalleşmekten utandığım kardeşlerim var. Çok uzak gördüğüm günahların eşiğinde bocalarken buldum kendimi. Övgüler aldığımda, utanıyorum, çok utanıyorum. Alkış aldığımda iki türlü utanıyorum. Birincisi, zaten hak etmediğimi bildiğim için; ikincisi, alkış beklediğimi sandıklarını sandığım için.

    Yetişkin ve günahları olan bir insanım. Öyle ki, bazen bana hayranlıkla bakan bir çocuğun masum gözlerinin içinde erimeyi delicesine istediğim oluyor. Geçmişimi üzerimden kirli bir elbise gibi sıyırıp yürümek istiyorum. Kulları şahit kılmak men edilmeseydi eğer, yaptıklarımın hepsini açıkça anlatıp başka kimsenin, ama hiç kimsenin benim hakkımda benim itiraflarımdan daha ayıplı ihbarlar yapamaz hale gelmesini isterdim. Hani bir sahabenin, Peygamber'den (asm) çok ciddi bir konuda çok ağır bir azar işittiğinde, "keşke o olaydan sonra Müslüman olsaydım!" deyişi var ya, ben de öyle haykırmak istiyorum. Öncesinde ve sırasında Müslüman oluşumdan utandığım isyanlarım var. Ama... Ama... Şimdi burada vazgeçilmez bir bedenin içinde yürüyor olmak vazgeçiriyor beni itiraftan. Son nefesin dibine kadar üzerine titrediğim itibarım tutuyor elimden itiraflarımın. Ben bana "sırdaş" olarak kalıyorum. Kendi içime kıvrılıyorum çaresiz. Aynadaki ben ve aynaya bakan ben karşılıklı susuyoruz, utana sıkıla.

    Aynada gözlerinin içine baktığım adamı utandırıyorum, utanıyorum o adamdan. Gözlerimi kaçırıyorum gözlerinden. "Başka bir seçenek yok muydu ey Allah'ım" diyesim geliyor. Yaşadıklarımın hepsi kayıtlı, biliyorum. Musalla taşına sessizce bırakılsın diye beslediğim bedenime bakıyorum; yazık ettin diyorum. O cenazeye ettiğin kötülüğe bak; hiç acımadın mı? Hiç itirazsız toprağa konulacak yüzümü seyrediyorum; "olmadı!" diyorum. Topraklaşmasını kabul ettiğin yüze değdirdiklerine bak... Bir Yusuf kuyusu gibi geçmişe gömülü resimlerime bakıyorum; "ayıp ettin adama" diyorum. "Kolundan tutup nerelere sürükledin adamcağızı!" Hayıflanıyorum. Çok sık hayatı yeni baştan yaşasam dediğim oluyor. Ama olan oldu bir kere...

    Diyeceğim o ki, "adam" olmanın yolu hatasızlık değil. "Adam"ın ilki "Adem" de hata ile başlamış dünya kariyerine... Onu "Adam" eden, hatasızlığı değil; hatasını hata bilmesi. Hatasıyla insandır insan. İnsanın ihtişamı hatasında saklıdır.

    Hatasızlık iddiasında bulunmaktan daha büyük bir hata olabilir mi?

    Bana o mahzun soruyu soran kardeşime sorduğum soru şuydu: "Peki, sen kendini cennete layık bir adam olarak mı görmek isterdin? ‘Tabii ki ben cennete layığım. Beni koymalılar Kevser havuzunun başına...' diyorsan, asıl o zaman cennete layık görme kendini..."

    Gelelim, bu yazının başlığına... Evet, bu bir veda yazısı. Bir yılın son gününe denk getirdim yazıyı. Yıla veda ediyorum, bir daha buluşmamak üzere. Aslında güne veda ediyorum her akşam. An'a veda ediyorum. Noktasını koyduğum her cümleye veda ediyorum. Söyleyip susunca her hükme, her söze veda ediyorum. Bir sonrasına vardığım her dakikayı paketliyor ve Hesap Günü'ne gönderiyorum. Veda ediyorum.

  15. Sevene emir gerekmez; sevildiğini bilene yasak sökmez.sevmek.jpg

     

    İnsanın önünde hep bir deniz olur da, bir türlü girmeyi akıl edemez ya... Olur böylesi tuhaf nasipsizlikler. Çok yakın zamanda bir ayetin sonsuz ılık maviliğine dokundu kalbim. Gözlerimin önünde yıllar yılı dururken, bir türlü gönlümü sokamamışım içine... Şimdi girdim mi denize peki? Yeterince daldım mı?

    Sonsuza temas da sonsuzdur elbet. İnsan, sonsuzdan nasibini sınırlayabilir mi? Şimdi bu yazıyı "ben keşfettim" edasıyla yazmak bile keşfin "daha daha"sına saygısızlık olabilir. Hiç şüphesiz keşfedilecekler keşfettiklerimizden çok fazladır. Yine de keşfedilen kadarıyla paylaşalım.

    Birlikte dokunalım bu sözün sonsuz derin maviliğine.

    Adresini vereyim: Al-i İmran: 31

    "De ki..."
    diye başlıyor.

    İşte bu "de!" hakkında "de!"necekler var. "De!"meyi Elçisi'ne bırakıyor Söz'ün Sahibi. Niye ki? Çünkü, az sonra Elçi'ye tâbi olmaya davet edecek bizi. Ama Elçisi yapsın istiyor bu çağrıyı. Kendisi çağırmıyor Elçisi adına. Elçisi çağırıyor. Rabbani nezaketiyle önce Kendisi "ittiba etme" örneği veriyor bize. "
    De ki, Allah'a muhabbetiniz varsa, bana ittibâ edin ki Allah da size muhabbet etsin..."
    yerine şöyle de diyebilirdi: "Bana muhabbetiniz varsa Elçime ittibâ edin ki Ben de size muhabbet edeyim...." Hem böylece "De ki..." demeye de gerek kalmayacaktı.

    Eğer öyle olsaydı, Elçi'ye tâbi olma çağrısı bu kadar beliğ olmazdı. Çağrıyı Elçi'ye bırakan, Elçi'ye ittiba etme örneği göstermektedir. Oysa Allah -haşa-mecbur değildir ittibaya, mecbur değildir önce Kendisinin ittiba ettiğini ima etmeye...

    Aslında "siz de mecbur değilsiniz!" mesajını bir dip akıntı olarak saklıyor ayet... Çünkü az sonra anlayacağız ki Elçi'ye itaate biz kullar "mecbur değiliz!" "O da ne?" dediğinizin farkındayım.

    Ne demekti "mecburiyet"? Zorunlu olmak. İçinde "zor" ya da "icbar" olan bir kelimenin Elçi'ye tâbi olmanın önünde ne işi var ki? Yakışık alır mı? Hele de bu "ittiba/uyum" çağrısının sebebi ve sonucu asla zorlamaya gelmeyen "muhabbet" ise...

    Gelin, Elçi'ye ittiba etme çağrısının şartına bakalım: "Eğer Allah'ı seviyorsanız..." Elçi'ye tâbi olmanın sonucuna da bakalım: "ta ki Allah da sizi sevsin..." Ayette iki "sevme" arasında durur "ittiba etmek"

    Sevmek ile zorunluluk kelimeleri ne kadar da uzaktır birbirine! Zor varsa sevmek yoktur, hatta zorlanırsa insan sevdiğini bile sevmez olur. Muhabbetin olduğu yerde mecburiyete gerek yoktur, icbardan söz edilemez.

    "Zorla güzellik olmaz" sözünün derininde şu anlam da saklıdır: "Zorla güzellik kalmaz." Zorlandığında bütün güzellikler tahrip olur. Güzellik zorlamaya gelmez.

    Sevmek kalbin eylemidir; kalp ise zorlanamaz, zorlamaya gelmez. (Eğer kasların eylemi olsaydı sevmek, belki zorla sevilebilirdi, mecburen sevenler olabilirdi!)

    Elçi'ye ‘ittiba'nın iki ‘muhabbet' arasında durması, bize "sünnet" diye belletilen davranışların içeriksiz kabuklardan ibaret olmadığını, sadece kaslarla değil kalple yapılan işler olduğunu hatırlatması için olmalı. Demek ki, sünnet kasların kasılıp gevşemesiyle değil en başta kalbin katılımıyla gerçekleşiyor. Allah'a muhabbetle başlamayan bir davranış, Allah'ın muhabbetini beklemeyen bir eylem, biçim olarak sünnet davranışına denk geliyor olsa da, özünde "sünnet" denmeyi hak etmiyor.

    Tam burada yeniden düşünelim "sünnet" ve dahi farzları. Zaten farzlar da Hz. Peygamber'den[asm] çıktığı için de en azından "sünnet" değil mi?

    "Ya uyarsın, ya yanarsın!" şantajıyla mı çağrılırız Resulullah'a [asm] uymaya? Yüzümüzü yoktan var eden, aynaya baktığımızda bizi kendi kendimize yeniden sevdiren Yaradan niye bizi "zoraki" bir yolda beklesin ki? Kendi varlığımızdan ne kadar memnun isek, gözümüzün üzerindeki kirpiklere ne kadar itirazsız isek, O'nun bize çizdiği "yol"u zoraki bilmeden, zorlanarak değil, mecburiyet olarak değil, o kadar muhabbetle yapıyor olmalı değil miyiz? Beni ben yokken bile seven, ben beni sevemezken de beni sevip özenerek insan diye var eden Yaradanım, beni niye "sevimsiz", "lüzumsuz", "faydasız", "zoraki" bir yola çağırıyor olsun ki?

    Sevmeye bağlıdır Elçi'ye ittiba... Sevmene bağlı. Hem de Allah'ı sevmene. "De ki,eğer sevmeye Allah'tan daha lâyık birisini biliyorsan, bana tâbi olma..." "De ki, eğer Allah'ı değil de bir başkasını sevmek senin için daha kârlı ve faydalıysa, bana uyma..." "De ki, seni hiç yoktan çıkarıp insan olarak var edeni sevmek sana zor geliyorsa, beni izleme..."

    Yine, "De ki, seni hiç kimsenin anmadığı günlerde anıp da herkesin anmaya değer gördüğü biri olarak seçen Rabbini değil de, yolunu hiç gözlemeyen, yokluğunda seni hiç anmayan bir başkasını daha çok seviyorsan, benim izimden yürüme..."

    Bir de, "De ki, eğer seni senin kendini sevmenden önce seven Bir'ini değil de, yeryüzünde yüzünün görünmediği binlerce yıl boyunca seni anılmaya bile değer bulmayan birilerini daha çok sevmeye değer görüyorsan, benim değil onların yolunda yürü..."

    Sözün özü: Elçi'ye tâbi olmanın ön şartı, sevmek. Sevmekte zorlama yok. Sevmek, ite kaka olmaz, olamaz. Sevmek, yokuş yukarı çıkmak değildir. Bir akıştır. Gönüllü katılıştır. Yokuş yukarı da olsa, gönlünce yürümektir. Sevmekle yorulmaz insan. Sevmekle dirilir, diriltir. Kimseden zorla sevmek beklenmez. Öyleyse, "zoraki" değildir sünnetin hiçbir davranışı.

    Her ittiba çağrısının ikinci bir sorusu daha vardır: "Uyarsam n'olacak? Nereye varacağım O'nun izinden yürürsem? Ne elde edeceğim, O'nunla yürüyerek?

    Rabbimizin buna cevabı da tanıdık ve sevimli: "sevilmek" "De ki, eğer Allah'ı seviyorsanız, bana uyun ki, Allah da sizi sevsin..." Yani; "De ki, eğer Allah'tan başkası tarafından sevilmekle daha çok kâr edeceksen, bana itaat etmesen de olur." Yine, "De ki, eğer Allah'tan başkasının seni sevmesi seni yokluktan, hiçlikten kurtaracaksa, benim izimden yürüme..." Yine, "De ki, hiç kimsenin hatırını saymayacağı, herkesin yokluğunu kanıksayacağı, seni unutacağı, seni unuttuğunu da unutacağı gelecek günlerde, Allah'tan başkası tarafından sevilmek seni toprağın altından çıkaracaksa, benim ardıma düşmesen de olur..."

    Bir de şöyle "De ki, eğer kusurlarına rağmen senin rızkını hiç kesmeyen, ayıplarını bildiği halde seni kimselere rezil etmeyen Allah değil de bir başkasıysa, bana tâbi olmasan da olur..." Ne güzel ki, ayet cümlesinin son ibaresi, Allah tarafından sevilmeyi zirve bir tasvire çıkarıyor: "öyle sevsin ki Allah sizi, günahlarınızı kusurlarınızı toptan bağışlasın. Adeta görmezden gelsin."

    İşte bu yüzden, sanılanın aksine Allah'ın "emir ve yasaklar"ı yoktur. Yani, Allah, bize alışık olduğumuz anlamıyla "emir"ler yağdırmaz. Askeri anlamdaki "ast-üst ekseninde" anlaşılırsa haksızlık ederiz Allah'ın emirlerine ve yasaklarına...

    Muhabbetin olduğu yerde emir ve yasağa gerek yoktur ki... Muhabbeti hak etmeyenler kuru emirler yağdırır. Sevilmeyenlere ve sevmeyenlere mecburen tâbi olunur. Zoraki uyulur.

    Muhabbetle başlayan ve muhabbetle biten sünnetin hiçbir yerinde "yasak" yoktur; "haram" vardır. "Haram" kelimesi "hürmet" kökünden anlamını alır. Yani müminlerin "yasak"ı "hürmet"ten kaynaklanır. Kuru ve inadına yasağı olmaz sünnetin. Hürmetin her zaman bir hedefi vardır. Muhabbet etmediğine hürmet edemez insan. Kime muhabbeti varsa, kimden muhabbet bekliyorsa, ona hürmet eder. Muhabbet ettiğinin ve muhabbet beklediğinin hürmeti hatırına kendine kimi işleri emreder ya da yasaklar. Bu yasak dışarıdan değildir; içeriden, içten geliyordur.

    Aynı şekilde, "farz" kelimesini de "zorunlu" olarak tercüme edemeyiz. Zorunlulukta gönüllülüğe yer yoktur; farzda gönüllük vardır. Allah'la yaşayan, Allah'ın hatırını sayar, Rabbine hürmet eder, Rabbine hürmet ederek "yapma!" dediğini yapmaz, "gitme!" dediği yere gitmez, "yeme!" dediğini yemez. Haramın ve emrin konusu olan her iş, o işle ilişki içinde olduğumuz her insan ve her şey, Allah'a tâbi olmanın görünen yüzüdür.

    Hatırlayalım: Melekler ve İblis Âdem'e secde etmekle sınandılar; doğrudan Allah'a secde etmekle değil. Allah'a itaatleri Âdem'e itaatleri üzerinden test edildi. Melekler isteneni hemen yaptılar, itaat ettiler, hesap yapmaya kalkmadılar. Ama İblis gerekçe peşine düştü; çünkü Allah'ın hatırı yoktu üzerinde... "Evet ama..."larla kıvırmaya başladı.. "İyi ama, ben ateştenim Âdem topraktan..." demelere davrandı. "Ateş topraktan üstündür, ateş olan toprak olana secde etmez" dedi. İpe un serdi. Oysa, sorun toprak olan Âdem değildi, sorun toprak ya da ateş fark etmez, Âdem'e secde edilmesiydi... Meleklerin imanı, Âdem'in toprağında Allah'ın hatırını gördü; İblis ise Âdem'in toprağından başkasını görmedi. Böylesine kör olanlar ancak kuru emir ve yasaklardan anlarlar. Gönüllerine yer yoktur itaatlerinde. Bu körlükle, kendisi topraktan Âdem ise ateşten olsaydı, secde eder miydi İblis? Asla! Ya da, kendisi topraktan, Âdem ateşten diye secde etmiş olsaydı, hakkıyla itaat etmiş sayılır mıydı? Hayır! Çünkü bu halde de Allah'a hürmet olmayacaktı.

    Örneğin bir mümin domuz eti yemez; bu bir haramdır. Bir mümin tesettürlü olmaya çalışır; bu bir emirdir. Domuz etiyle muhatap olurken, domuzla değil "domuz eti yemeyin!" diyen Rabbinin hatırına bakar. Domuz etinin zararlarının bilimsel açıklamalarına vs. dayandırmaz itaatini. Saçını saklarken, güzelliğini herkese göstermemeyi tercih ederken, saçlarının hatırından önce saçlarını ziynet diye veren Allah'ın hatırını görür, gözetir. Allah'ı "gören"in tesettürü gönüllü olur, zoraki değil. Demek ki tesettür tenine örtü örtmekten fazlası, Allah'ın hatırını bilecek kadar iman etmeyi içeriyor içinde. Bunun ise kılık kıyafeti olmaz; hatır bilmek başörtüsü bağlama biçimi gibi tartışılacak, ölçülecek, kesilip biçilecek bir şey değil ki. Allah'ın hatırına yemez, içmez mümin. Allah'ın hatırına örtünür ve saklanır. Bu yüzden tesettür de "iman eden erkek ve kadınlara" emredilir. Allah tarafından görüldüğüne iman edenler bakışlarını, saçlarını ve tenlerini "ziynet" diye bilir çünkü. Yoksa...

    Emir almaz; kadir bilir; emir telakki eder. Yasaklara aldırmaz; hatır sayar, kendine haram eder.

    Muhabbet'ten koparılmış her türlü uyum "ittibâ"nın nezaketini ihlal eder. Bu yüzden sevmeyi en çok hak edeni sevmek kadar dolu doludur sünnet. Sevgisiz uymaların her türü insan gönüllülüğünü ihlal eder. Ancak sevildiğini bilenlerin farkında olduğu içten bir nezakettir sünnet.

    .

  16. Dünyanın Ilk Türk Güzeli Hristiyanlığın Zaferidir!

    Tarih: Sal Ksm 03, 2009 4:58 pm 1932 yılında Cumhuriyet gazetesi bir güzellik yarışması tertipler. Türkiye’nin bu ilk güzellik yarışmasını Keriman Halis kazanır. Türkiye’nin ilk güzellik yarışmasını kazanan 19 yaşındaki Keriman Halis, aynı yıl 28 ülkenin katılmasıyla Belçika’nın Spa şehrinde düzenlenen dünya güzellik yarışmasına Türkiye’yi temsilen gönderilir.

     

    İlk kez bir Türk kızı dünya güzellik yarışmasına katılacaktır. Herkes yarışmanın sonucunu merak etmektedir. Her ülkeden gelen katılımcılar günlerce Belçika’nın Spa şehrinde çeşitli kişilerle görüşür ve konuşurlar.

    Derken yarışma günü gelir ve ülkelerini temsil eden kızlar jürinin önüne sırayla gelip, puan toplamaya çalışırlar. Bütün katılımcıları izleyen jüri üyeleri puan değerlendirmesi yapmak üzere başka bir salonda toplanırlar. Başkan kürsüye gelir ve jüri üyelerine şu konuşmayı yapar;

     

    “Sayın jüri üyeleri, bugün Avrupa’nın zaferini kutluyoruz. Yüzyıllardır dünya üzerinde hâkimiyetini sürdüren Osmanlı imparatorluğu artık bitmiştir. Onu Avrupa bitirmiştir.

     

    Bir zamanlar sokağa bile, pencere arkasından seyredebilen Müslüman kadınların temsilcisi olan Türk güzeli Keriman Halis, karşımıza mayo ile çıkıp kendini bize beğendirmeye çalışmıştır.

     

    Bu Türk kızını kendi zaferimizin tacı kabul edeceğiz ve onu kraliçe seçeceğiz. Bu sene güzellik kraliçesi seçmiyoruz. Bu sene İslam’ı ve Türkleri yenmenin zaferini kutluyoruz. Avrupa’nın zaferini kutluyoruz. Bundan dolayı Türk güzelini dünya güzeli olarak seçeceğiz. Fakat kadehlerimizi Avrupa’nın zaferi için kaldıracağız.”

     

     

    Bu konuşmadan sonra jüri üyeleri toplandıkları salondan çıkarlar ve Türkiye’yi temsilen dünya güzellik yarışmasına katılan Keriman Halis’i dünya güzeli olarak seçtiklerini açıklarlar.

    • Like 1

  17. Yıl 1877–1878

    Osmanlı–Rus Savaşı

    Yer Erzurum..

    Nene Hatun..

    Henüz 20 yaşında..

    Rusların Erzurum’a kadar geldiğine dair vahim haber ulaşınca,küçük kızını ve oğlunu evde bırakıp, şehrin kadınlarını toplayarak ellerine geçirdikleri taş,sopa,kazmalar,baltalar,satırlar ve benzeri gereçlerle düşmana karşı hücum ederek,değme erkeğin bile gösteremeyeceği bir kahramanlıkla gırtlak gırtlağa yapılan mücadeleyle Aziziye Tabyalarından düşmanı püskürtürler.

    Nene Hatun, olayı şöyle anlatır;

    “Muhârebe gürültüleri ile uyandık.Kocam,baltasını kaptığı gibi dışarı fırladı.Biraz sonra dönerek:Hatun,Ruslar tabyalara girmiş,sen çocuğa bak,arkamdan gelme.Biz Rus’u durdururuz.Eğer düşman şehre girerse,siz kendinizi boğun!”diyerek gitti.Biz,daha on beş gün evvel Pasinler’in Çepelli Köyü’nden küçük bir çocuğumuzla birlikte köyümüzün Ruslar tarafından istilasına tahammül edemediğimizden dolayı Erzurum’a gelmiştik.Bütün memleketin boşaldığı,herkesin Rus’u karşılamaya,vatanı kurtarmaya gittiği bugün,ben nasıl evde kalabilirdim.Ufak yavrumu Allah’a emanet ederek,evde bulunan satırı aldım ve sel gibi akan kalabalığa karışarak tabyalara doğru koşmaya başladım.Mecidiye Tabyaları’nı aşıp,alçağa indiğimiz zaman düşmanın,kulaklarımızı sağır eden tüfek ateşleri altında,yaralananlara,ölenlere bakmadan ileri atıldık;bazen satırla,bazen taşla vuruyor,önümüze çıkan her Rus’u devirerek tabyalara doğru ilerliyorduk.Asker kardeşlerimiz bir taraftan,biz,bir taraftan tabyalara girdik.Bu arada tabyanın bir tarafında yaralı olarak kardeşim Hasan’ı gördüm.Ağlayarak üzerine atıldım.Kardeşim Hasan,“Abla ağlama!..Anamız bizi bugün için doğurmuştur,ben de dedem gibi şehitlik mertebesine yükselmeyi her zaman istemiştim.Rus’u kovduk ya,gayrisine gam yemem” dedi ve gözlerini yumdu.”

     

    Ve tarih 2005

    Yine Yer Erzurum.

    Dün gırtlak gırtlağa düşmanı kovan Nene Hatun’un torunları ve kızları, kendi öz vatanlarında bir vatan haini şeref abidesi(!) provokatör tarafından başındaki örtüsünden dolayı anlaşılmaz bir kine kurban edilmek isteniyor.

     

    Böyle bir olayın Nene Hatunlar yadigârı toprağımda yaşanmasından dolayı hicap duyuyorum.

     

    Sığ düşüncelere sahip, kafayla kafayı bozup medeniyeti kendi egolarına göre yontanlara en güzel cevabı Üstat Necip Fazıl KISAKÜREK veriyor;

     

    ”Medeniyet söküp atmaksa baştaki ağı,

    Sizden daha medeni afrika yamyamları

    Eğer medeniyet açmaksa bedeni

    Desenize, hayvanlar sizden daha medeni”

    Kahramanmaraş’ ta Sütçü İmam’ın tutuşturduğu bağımsızlık ateşinin başlangıç noktası olan Fransız askerlerinin kadınların örtüsüne iğrenç saldırısına eşdeğer günümüzdeki bir bardak suda kopartılan fırtınaları İstiklal Marşımızın şairi Mehmed Akif ERSOY ne güzel özetliyor;

    “Bacımın örtüsü batmakta rezilin gözüne,

    Acırım tükürüğe Billah tükürsem yüzüne.”

    window.___gcfg = {lang: 'tr'}; (function() { var po = document.createElement('script'); po.type = 'text/javascript'; po.async = true; po.src = 'https://apis.google.com/js/plusone.js'; var s = document.getElementsByTagName('script')[0]; s.parentNode.insertBefore(po, s); })();


  18. Dar Kapıdan Geçmek

    Senai Demirci

     

    Olabildiğine geniş zannettiğimiz hayat yolculuğunda, alabildiğine zor tercihler ve dar geçitler ile de yüzyüze gelir insan. Eşiğine gelinen bu 'dar kapı'ların ötesinde ise, insanın kendisini bir okyanus kadar derin ve bir martı kadar özgür hissettiği nuranî iklimler vardır. Kitap, aşılabildiğinde bizi aydınlık bir hayata götüren 'dar kapı'ların eşiğinde, sıcacık bir üslûp içerisinde, 'dar kapıdan geçmeye' hazırlıyor hepimizi.


  19. Delik kalbler zamanı1455877.jpg

     

     

    Birkaç yıl önce bir Cuma günü Cuma namazına az zaman kalmış iken farkına vardığım bir bahisti. İçimi titreten, günlerce etkisi altında kaldığım...

    "Cinayetkâr hırs kalbi deler, sanemleri içine idhal eder." "Hakikat Çekirdekleri"nin bir yerinde, böyle diyordu Bediüzzaman.

    O cümlenin etkisi altında kaldığım günler boyu, etrafımda gördüğüm insan manzaralarının hayalimde yeni bir suret aldığını hatırlıyorum. Bir sinema imgesi gibi. Nereye baksan, aynı manzara. İnsanlar yürüyor, insanlar oturuyor, insanlar birşeyler yiyor, insanlar vitrinlere bakıyor, insanlar gaza basıyor; ama hepsinin göğsünün sol kısmında bir boşluk. Hepsinin kalbi delik. Gayriihtiyarî, sağ elimi sol göğsümün üstüne götürüyorum. O da ne? Benim de kalbim delik...

    Günlerce etrafımdaki insan manzaralarına böyle bir sinema imgesi gibi bakmama yol açan bu bahsin ifadedeki çarpıcılık tarafından geçip derûnundaki mânâya nüfuz etmem ise epeyce zamanımı aldı. Ve yakın zamanda bir gemi yolculuğu esnasında aynı bahsi bir kez daha okurken, bu cümlede hırsın niye ‘cinayetkâr' diye tarif olunduğunu; niye ‘kalbi delmesinden' söz edildiğini, delik kalbe niye hangi sanemlerin ne şekilde idhal olunduğunu kavrama imkânı buldum.

    "Hırs ile aculiyet, sebeb-i haybettir. Zira mürettep basamaklar gibi fıtrattaki tertibe, teselsüle tatbik-i hareket etmediğinden, haris muvaffak olamaz. Olsa da, tertib-i câlîsi bir basamak kadar seyr-i fıtrîden kısa olduğundan, yeise düşüp gaflet bastıktan sonra kapı açılır" diye başlıyordu ilgili bahis. Bu kısım, Risale-i Nur'un başkaca yerlerinde daha genişçe izahı yapılmış bir bahisti. "Uhuvvet" bahsinin hemen arkasına konulmuşluğu manidar olan "Hırs" bahsi (bkz. "Yirmiikinci Mektub, İkinci Kısım"), akla gelen ilk açılımıydı bunun. Münazarat'ın sonundaki "Zindan-ı Atalet" bahsinde de hırsın bu özelliğine dair izahlar vardı.

    İlgili ‘hakikat çekirdeği'nin bu kısmı, hırsın zarar ve kayıp sebebi oluşunu, kısaca insanı ‘kanun-u fıtrat'a muvafık hareketten alıkoyduğu için muvaffakiyetsizlik sebebi oluşuna işaret ediyordu. Hırslı adam, ya bir an önce sonuca ulaşmak için basamakları üçer beşer atlamaya kalkışıyor ve bu yüzden tökezleyip yere çakılıyordu; yahut, basamakları birer birer çıkmaya çalışsa da, beklediği sonuç bir türlü ufukta gözükmediği için bir müddet sonra sıkılıp bu işten hepten vazgeçiyordu. Her iki halde de sonuç, maksuduna ulaşamamaktı.

    Sonra, daha önce dikkat etmediğimi farkettiğim, halbuki meselenin düğümünü çözen ve evvelce zihnime kazıdığım cümlenin asıl sırrını ifşa eden iki cümle çıkacaktı karşıma: "Allah, kalbin bâtınını iman ve marifet ve muhabbeti için yaratmıştır. Kalbin zahirini, sair şeylere müheyya etmiştir."

    Bu iki cümleyi yeni bir dikkatle farkettiğimde ise, "Cinayetkâr hırs kalbi deler, sanemleri içine idhal eder" cümlesinin derûnuna nüfuz etmenin yanısıra, bir Kur'ân âyetinin verdiği dersi de kavrayacaktım. Bizi kâinata dair küllî bir tefekküre çağıran 164. âyetten sonra gelen 165. Bakara sûresi âyetinde, "İnsanlardan öyleleri vardır ki, Allah'tan başkasını O'na denk tutarlar ve onları tıpkı Allah'ı sever gibi severler" buyuruyordu âyet. "Mü'minlerin ise, Allah'a olan sevgileri çok daha kuvvetlidir."

    Karakalem yazarlarından Mona İslam kardeşimizin "Bir tutam muhabbet dilerim" başlıklı yazısında da dikkat çektiği üzere, ilgili âyetin insanların bir kısmının Allah'tan başkasını O'na denk tutup onları ‘tıpkı Allah'ı sever gibi sevdikleri'ni belirtmesine karşılık mü'minler için ‘onların Allah'a olan sevgileri çok daha kuvvetlidir' demesindeki nüanstan beslenen bir ifadeydi Bediüzzaman'ın ilgili bahisteki ifadesi... Âyet, "Mü'minler yalnız Allah'ı sever, başka hiçbir şeyi sevmezler" demiyordu. Bilakis, âyetten anladığımız üzere, mü'minlerin sevgisi yaratılanları da içeriyordu; ama onların ‘çok daha kuvvetli olan' Allah'a yönelik sevgileri ile bu sevgi arasında derece ve mahiyet farkı vardı. Bediüzzaman'ın ilgili bahisteki ifadesini hatırlarsak; mü'minler kalbin zahiri ile başkaca herşeyi O'nun adına severken, ‘ayine-i Samed' olan bâtın-ı kalbi yalnız Allah'a imana, marifetullaha ve muhabbetullaha tahsis etmişlerdi. Böylece, bir muhabbet kıvamını buluyordu mü'minlerin kalbleri. Bâtın-ı kalb ile Yaratanı severken, zahir-i kalb ile de yaratılanları O'nun adına seviyordu mü'minler. Muhabbette denge'yi ifade eden bu durum, insanı başka şeylere kalbin zahiriyle dahi sevgi duymama gibi gayrifıtrî bir zorlamadan alıkoyuyor, hem de bu başkaca şeylerin kalbin bâtınına yerleşip bir nevi ilah mesabesine erişmesine mani oluyordu. Bu zahir-bâtın dengesi içinde kalb muhabbette ‘tevhid'i tesis ediyordu.

    Hırs ise, âyetin ifadesiyle, bir şeyi ‘Allah'ı sever gibi' sevme noktasına sürüklüyordu insanı. Yaratılanı Yaratan gibi sevme noktasına sürüklüyordu. Kalbleri delerek, yalnız Allah'ın muhabbetine tahsis olunmuş olan bâtın-ı kalbe fani şeylerin sevgisini dolduruyor; böylece hem Allah'ın sevgisine yer bırakmayıp meydanı fanilere bırakıyordu. Bunu ise, ‘âyine-i Samed' olan ‘bâtın-ı kalb'i ikna edebilmek için bu fanilere Zât-ı Ehad-ı Samed'e mahsus vasıflar yakıştırarak yapmaya çalışıyordu elbet. Allah'tan gayrısını ilahlar edinmek; fanileri ilahlaştırmak, böyle oluyordu zaten... Bunun sonucu ise, tıpkı diyafram adlı o incecik zar yırtıldığında midenin basınç yapıp kalbi sıkıştırarak insanı ölüme sürüklemesi gibi, manevî hayatların ölmesiydi.

    İlgili bahsi ilgili âyetin de verdiği dersle bu şekilde tekrar okuduğumda, ihtiraslarımıza dikkat etmemiz gerektiğini bir kez daha düşündüm.

    Sevmeli insan, ama zarı deldirmeden...

    Aksi takdirde ne olacağını ise, "Cinayetkâr hırs kalbi deler, sanemleri içine idhal eder. Allah darılır, maksudunun aksiyle mücazat eder" diyerek ifade ediyor Bediüzzaman.

    NOT 1: Sırası değil gibi gözükebilir size ama, tıpkı "şirk-i hafî"ye dair Mesnevî-i Nuriye bahsi gibi, bu ‘hakikat çekirdeği'nin de tarihine bakmaya ne dersiniz?

    Sonraki cümlede "Hırs cihetiyle siyaset efkârını İslamiyet akaidinin yerlerine kadar isal eden herifler, şan ve şeref değil, belki şeyn ve şenaate mazhar oldular" derken, Bediüzzaman bu tarihe dair de bir ipucu veriyor. Bir açıdan da, yakın tarihi özetliyor.

    Metin Karabaşoğlu


  20. bugün: sıradışı olduğu için sıradan, sıradan olduğu için sıradışıbugun.jpg

     

    Bugünü günlerden bir gün sanıyorsun. Sıradan. Ömrünün günlerinden bir gün.

    Hayır, bugün bir gün değil. Biricik. Bi'tane. Eşsiz. Benzersiz.

    Dünün hatıraları ile yarının hayalleri arasına paketlenmiş tatlı bir gün bugün. Başka hiçbir gün bu kadar zengin değil. Hem hatıralar var içinde hem ümitler. Armağan. Yokluktan çıkarılmış. Sabah sürprizi olarak getirilmiş. Tam sana göre. İçinde tanındığın bir gün. Bilindiğin. Beklendiğin. Sevildiğin. Özlendiğin. Gülebildiğin. Ağlayabildiğin. Bıkabildiğin hatta. Bir tane daha gelir diye sıradan sanabildiğin. Biricik bilseydin gününü nasıl da telaşlı olurdun, oysa. Son günün bilseydin, ilk günün olsaydı, hakkını vermek için telaşlanır da hakkını veremezdin. Demek ki son günün ya da ilk günün sanmadığın kadar, biricik günün olduğunu unuttuğun kadar "biricik"tir bugün.

    Bugün karşı tepkin nedir? Hayranlık? Minnettarlık? Hayret edebilen bir varlık olarak yapabileceğin en anlamlı şey, hayret duygunu beslemek, büyütmek ve geliştirmektir. Bugün, evet, sadece bugün, senden böylesi adam gibi bir karşılık bekliyor.

    Bugün ömrünün ilk günü. Arkasında muazzam hatıralar saklıyor, önü sıra güzel yarınlar vaad ediyor sana. Bugün, arkasında bıraktığı hatıralı günler sayesinde güzeldir. Hatıralarını paylaşanların gözünde hatırlı biri olarak var oluyorsun bugünde. Hiç hatıran olmasaydı, bugün hatırlı olmazdı sana. Düne dair hatırladığın elemler olmasaydı, bugün, elemlerin bitmesiyle gelen lezzeti, sıkıntıların geçmesiyle gelen huzuru sunamazdı sana.

    Bugün ömrünün son günü; geride bıraktığın binlerce günün acısı, hüznü, hatası sevabı, doğrusu, eğrisi seni bugünün hakkını verebilecek kıvama getirdi.

    Rabbinin seni zahmete sokmadan pencerenin önüne getirdiği bugün, şimdi burada, hayretini hak ediyor, minnetini umuyor.

    Sen ve bugün bu kadar olağan sayılacak kadar beraberseniz, bütün zamanları damıtan, bütün varlığı eşiğine yığan olağanüstü bir ikramdır bu.

    Hayret ki hayret!

    • Like 1

  21. Senin yüzünden bu yazı..yuznakli.jpg

     

    Nedir ki insanın yüzü? İnsan bedeninin yüzölçümce en fazla yirmide biri. Yüzüne bir şey olursa, bedeninin yirmi kısmının ondokuzu kalır. Yüzünün deforme olması ayaklarını etkilemez sözgelimi; yürüyebilirsin, koşabilirsin de. Yüzünün dostlarınca bile tanınmayacak olması, ellerini tutmaktan, kavramaktan alıkoymaz.

    Yüzölçümce yirmi parçandan sadece biri olan yüzün, kendi kimliğinin, kendinin hepsidir; yüzünle ölçerler varlığının hepsini. Yüzün yoksa, aynalardan yitiverirsin, dostça bakışların ucundan kayıverirsin, sevdiklerinin özlemlerinin ucunda yer bulamazsın kendine, varlıktan elini eteğini çekersin.

    Yanmış ya da parçalanmış bir yüzle nereye yürürsen yürü kendine varamazsın, ne kadar çok koşarsan koş kendini bulamazsın. Yüzün o tatlı ve yumuşak ışığı söner; gözlerin uzağına savruldukça, gönüllere de ırak düşersin. Yüzün o aşina kıvrımları biter; tebessümün neşesi, gülücüklerin güneşi, gamzelerin işvesi bir türlü kapıdan içeri girmez.

    Yüzün yoksa, bir şeye tutunamazsın, sevmeye hakkın olmaz meselâ, sevilmeyi umamazsın. Kalbinin her türlü kıpırtısını nokta nokta yansıtan, duygularının iniş çıkışlarına göre salınan o incecik ten kazınıp gitmişse yüzünden, kimliğin eski fotoğraflara asılı kalır, kendi içinde hapsolur sevinçlerin ve hatta kederlerin. Yüzün parçalanmışsa, dudakların erimiş ve yerlerinde biçimsiz bir gerginlik duruyorsa, burnunun ucu yok olmuş ve onun yerine kafatasının içine doğru ürkütücü bir karanlık açılıyorsa, gözlerinin üzerinden kaşların çekilmiş, kirpiklerin yanıp kavrulmuşsa, gözlerin sağa sola öylesine kıpırdayan biçimsiz taşlar gibi duruyorsa, gözyaşı bile dökemiyorsan, birbiri üzerine kapatılan demir kapıların sesini duyarak kendi bedeninin kuytularına hapsedilirsin.Yüzünün penceresinden ruhunu şöyle bir uzatamazsın.

    Yüz nakli için bekleyen o hastayı görmeseydim, yüzümün her noktasına dokunan sonsuz rahmetin varlığını fark edemeyecektim. Üstelik, sözüm ona yüzümün varlığını, güzelliğini ve inceliğini farkedişimin aslında farkındasızlık olduğunu fark edemeyecektim. Yüzün küçük bir yangın sonrası neye benzeyebileceğini açıkça görünce, yüzümün nerelerden getirilip yüzüme yüz edildiğini gecikerek de olsa farkettim.

    Korkarım ki, telaş ve meşguliyet yüzünden bu farkındalığımın heyecanı şimdiki kadar derin kalmayacak da... Göre göre varlığına alıştığımız yüzümüzün yokluğuna dair pek hesabımız yok. Var oldukça tükettiğimiz, yanımızda oldukça varlığını unuttuğumuz nice şey gibi, yüzümüzü de hep gözümüzün önünde bulduğumuz için fark etmiyoruz. Ne zaman gerçekleşeceği belli olmayan, gerçekleşse bile başarısı hayli şüpheli olan, başarılı olsa bile kendisini bir başkasının, hem de ölüp gitmiş bir başkasının yüzüne mahkûm edecek olan yüz nakli için umutlanan o genç kız, beni sıkıcı ve yapışkan bir uyuşukluğun içinden çekip aldı.

    Yüzümüzün belki de baka baka bıktığımız o görüntüsünün altında, onlarca kas, kemik, damar, sinir ve yağ dokusu saklanır. Yüzümüz onları hem saklar hem gösterir. Bu saklama ve gösterme arasında, her duygu durumumuzla değişen, sağa sola kayan ince bir denge vardır. Kaslar ve kemikler, bazen küçük tatlı dalgalanmalar gibi kabarırlar, varlıklarını utangaç bir çocuk edasıyla belli belirsiz hissettirirler, sonra usulca geri çekilirler. Elmacık kemiklerimizin yanağımızın tam ortasında durmalarına rağmen, hiç yokmuş gibi yapmaları seni de şaşırtmıyor mu? Göz çukurlarımız mesela. Hiç de bildiğimiz ürkütücü çukurlara benzemezler; gözler, kaşlar, kirpikler ve göz yaşlarıyla yüzümüzün güzelliğini zirveye çıkarırlar.

    Nasıl da karanlığa düşer kederli bir yüz? Üzerine en parlak ışığı da tutsanız aydınlanmaz; gölgeden öte bir gölge siner kuytularına. Mütebessim bir yüz ise aydınlanır; sanki iki güneş birden doğar gözlerin karasından. Gülen bir yüzün her noktasında görünmez çiçekler açar; dokunamazsın ama sımsıcak elinde avucunda gibidir; göremezsin ama gözlerine batacak kadar oradadır.

    Yüzünü kafatasının üzerine gerili bir bez gibi taşıyor değilsin. Yüzün seni senden öte taşır. Seni sevdiklerinin gözüne ve gönlüne taşır. Seni cümle muhabbetlerin kalbine taşırır. Seni nice tatlı öpücüklerin kıyısına taşır. Bir avuç kezzap yahut küçücük bir alev kadar yakındadır yüzünden ve kendinden sürgünlüğün. En fazla bir ölünün yüzünü taşımaktan umutlanmaya razı olacak kadar uzağa düşer güzelliğin.

    Yüzündeki yara kimliğini yaralar; yaralı bir yüzle kendini taşıyamaz hale gelirsin. Yüzün sessiz mucizelerin yöresidir; yüzün rahmetin en çok yağdığı bahar ülkesidir.

    Rahmet dokununca böyle dokunur işte; yüzünün her noktasındadır ama hiçbir yerde değil gibidir, varlığını hissettirmez. Yumuşacık ve incecik bir tül gibi sarar yüzünü. Rahmet hiç hissettirmeden dokunuyorsa yüzünün her noktasına, unutasın diye değil. Minnettarlığını hiç baskısız, hiç şikesiz ifade edesin diyedir.

    Bir daha bak yüzüne... Bak neler göreceksin, bak neler göremeyeceksin.

×
×
  • Create New...