Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]

emir abdulkadir

Admin
  • Content Count

    203
  • Joined

  • Last visited

  • Days Won

    13

Posts posted by emir abdulkadir


  1. dinler arası diyalog fitnesi- derleyen:ali nar- doğru yorum gazetesi yayınları

    son asır ehli sünnet alimleri-derleyen: ali nar- doğru yorum gazetesi yayınları

     

    mezhepler meselesi ve fıkhi ihtilaflar- ebul feth el beyanuni- mütercim: ebubekir sifil- rıhle kitap

    kuranı nasıl anlamalıyız- talha hakan alp- rıhle kitap

     

    rahmet Peygamberinden (sallallahu aleyhi ve sellem) rahmet esintileri ve kuran mucizesi- Osman Nuri Topbaş (k.s.) hocaefendi


  2. Kadir Gecesinde Camide Cinayet

     

    Bu başlık, “Muhsin Ertuğrul Sahneleri”nde izleyebileceğiniz bir tiyatronun adı değil… Metin yazarları arasında müseccel İslam düşmanlarının yer aldığı bu mezalim, bütün yeryüzü halklarının seyrettiği bir sahnede, Suriye’de oynanıyor.

     

    Her şey Deyr-i Zor’da birkaç çocuğun duvara, “الشعب يريد اسقاط النظام /Halk rejimi düşürmek istiyor.” yazmasıyla başladı. Polis yaşlarına bakmadan etraftaki bütün çocukları toplayıp gece boyu sorguya aldı. Olmayan bir örgüt icat edip daha sonra da onları, o örgüte isnat etmek için her nevi işkenceye baş vurdu; darb etti, tırnaklarını çekti, yine de istediği yalanı onlardan duyamadı. Müslüman yavruları “Yezid” gibi gören “Nusayrî” iradenin öfkesi yatışmak bilmedi. Bu defa karakola çocuklarının akıbetlerini araştırmak için gelen babalara hiçbir şey sormadan kurşun yağdırdı. Anneler iki acıyı birden yaşadı: Bir tarafta tırnakları çekilen, özgürlük savaşçıları olan yavruları diğer tarafta ise kaybettikleri eşleri…

     

    Nusayrî terörü kısa zamanda birkaç şehir haricinde bütün bir Suriye’yi kuşattı. Her yaştan binlerce Müslüman geride acı hatıralar bırakarak Rabbi’ne gitti. Kimi bu yıl okuldan mezun olacak, kimi yakında evlenecek, kiminin de çocuğu olacaktı. Ne ki zulüm onlarla bayramları arasına girdi.

     

    Şam’da, olayların başladığı tarihten birkaç ay sonra evlenecek bir mühendis kardeşimiz vardı. Kendisine mütevazi bir düğün hediyesi göndermeyi planlıyorduk. Ona ulaşamayınca İshak Karali kardeşim ağabeyini aradı. Ağabey, kardeşinin şüheda kadrosuna dahil olduğunu bildirdi: Bir Cuma yürüyüşünde tutukladılar, öldürüp bir yol kenarına bıraktılar.

     

    Geçenlerde Hıms’tan Halit kardeşim aradı, olayların hangi noktada olduğunu sorunca, telefonların dinlendiği endişesiyle zulmü sadece: “Allah’ım bizi bu cehennemden kurtar, bize merhamet et!” gibi dua cümleleriyle dile getirebildi.

     

    Dünyanın gözü önünde yaşanan bu vahşet ülkenin farklı şehirlerinde aylardır devam ediyor. İnsan haklarını savunmak üzere kurulan kuruluşlar hayvan hukukunu müdafaa için gösterdikleri çabanın öşrünü Suriye’nin mazlum milletinden esirgediler. Polis müdahalelerine karşı etten bariyer oluşturanlar, el ele tutup barış köprüleri kuranlar ne vahşeti gördü ne de feryatları duydu.

     

    Bir zamanlar Sunnî coğrafyadaki İslam gençliğinin,"لا شيعية لا سنيةوحده وحده اسلامية

     

    " /Ne Sünniler ne Şiiler yaşasın İslam ümmetinin birliği” sloganlarıyla kucakladığı Şiiler, kendilerine yapılan insaniyeti unutup; halkına, “’Lâ ilahe illâ esed/Esed’ten başka ilah yoktur.’ söyle.” diye baskı yapan dinsiz idareyi desteklemekte. Son Siyonist saldırıda ümmetin malı ve canıyla yanında yer aldığı Hizbullah da bir takım yalanların ardına sığınıp mezhepsel yakınlık duyduğu Nusayrî Esad’ın tarafında olduğunu ilan etti.

     

    Doğudan ve batıdan destekçileriyle Müslüman katliamına devam eden Nusayrî Esed, çocuklara işkence etmekle başladığı kirli oyunun en son perdesinde, “kadir gecesinde cami cinayeti”ni sahneye koydu. Muhterem Mehmed Savaş Hocamız’ın üstadı Alimi Rabbâni merhum Abdulkerim er-Rifâî adına yaptırılan camide cinayet şebekesi sahur vaktinde en az beş müslümanı şehit etti[1].

     

    Şam’ın büyük mabetlerinden olan bu cami, Suriye’nin en mutedil İslamî hareketi diyebileceğimiz Üstat Usame er-Rifaî’nin görev yaptığı bir irfan merkezi olarak da biliniyor. Üstad’ın vaaz formatındaki Cuma hutbelerini irat ettiği cami, özellikle entelektüel kesimin ilgi odağı…

     

    Katliamın son perdesi, kadir gecesinde ülkenin en mutedil hareketine mensup Müslümanların irşat merkezi olarak da kullandığı camide sahnelendi. Bu, vahşetin “sidre-i münteha”ya ulaştığının resmidir.

     

    ***

     

    Çaresiz bir halde vahşeti seyreden sizler, kardeşlerinizin kurtuluşu için yaptığınız dualara, dinsiz idarenin hak ile yeksan olması için beddualarınızı da ekleyin. Zira her durumda düşmanlarının hidayeti için dua eden Allah Resulü (sallalahu aleyhi ve sellem), Kabe’nin avlusunda ve Hendek’te namaz kılmasını engelleyenlere beddua etmiştir. Sahur vaktinde camiye baskın yapan idare de aynısıyla Ebû Cehil’in misyonunu devam ettirmektedir. Dolayısıyla aynısıyla da mukabele görmelidir.

     

    Beddualar er ya da geç karşılığını bulacaktır… Libya’da, Mısır’da olduğu gibi mazlumlar Esed’in yıkılışını da seyredecektir. Allah Teala Hz. Musa’ya bedduasının kabul olduğunu bildirdikten kırk yol sonra Fravn’u Kızıl Deniz’de helak etmişti. Çağdaş Fravunların kimi zulümde kırkı doldurdu, kimi de kırka yakın gitti. Niyazımız odur ki sünnetüllah Esed Ailesi için de tecelli edecek...

     

    ***

    Suriye ziyaretimizde Üstat Usame er-Rifâî’yi saldırının gerçekleştiği caminin bitişiğinde yer alan evinde ziyaret etmiş, Üstat da bir sonraki yıl Samsun’da İfam’ın misafiri olmuştu.

     

     

    Hoca’yı ve hizmetlerini daha yakından tanıyabilmek için, “Doğu’nun Cenneti’nde Zamanı Aşan Gerçekler” başlığıyla İnkişaf’ta neşredilen yazının ilgili bölümünü dikkatlerinize arz ediyorum:

     

    Usame er-Rifaî

     

    “Şam’ın büyük mürşidlerinden Abdulkerîm er-Rifai’nin oğlu ve Furkan Akademisi’nin baş hocası olan Şeyh Usame er-Rifai’yi öğrencilerinin refaketinde evinde ziyaret ettik. Sade bir odada Suriye ve Türkiye’deki ilmî faaliyetler hakkında uzun bir konuşma yaptık.

     

     

    Camilerin mabed olduğu kadar okul da olduğunu söyleyen er-Rifai, irşad çalışmalarını cami merkezli yürütüyor. Hayatı; ilim, ibadet ve İslam’a davet olarak özetleyen Şeyh’in farklı meslek dallarında hizmet veren Müslümanlara yönelik olan çalışması camilerin namaz dışında da faal olarak kullanılmasını temin ediyor. Şeyh ve onunla gönül birlikteliği olan hocaların işrafında yürütülen cami dersleri kişilerin mesleklerine göre planlandığından, katılımcılar sırası geldiğinde ders mevzularının İslam’la münasebetini mukayese ve tahlil ediyorlar.

     

    Şeyh cami derslerinin gayesini; mesleğini müslümanca ifa edebilen mümin mühendis, doktor, öğretmen, tüccar… yetiştirmek olarak açıklıyor.

     

    İslamî ilimleri cami derslerinde tahsil eden mühendis, doktor, tüccar ünvanına sahip öğrenciler içerisinde vaaz-hutbe gibi hizmetleri yürütmenin yanında hatimle teravih kıldırabilen gayretli Müslümanlar da var.

     

    Suriye’nin bir çok bölgesinde etkili olan bu hizmet tarzı aynı şekilde ülke dışında da her geçen gün varlığını hissettirmekte.

     

    Şeyh’in farklı hizmet tarzlarını benimseyen Müslümanlara karşı müsamahakar bir tavır içerisinde olması sözünün tesir gücünü artırdığı gibi, selefi ve modernist fikirlerin etkisinde kalan gençlerin de gerçekle daha çabuk iletişime geçmesine katkı sağlıyor.

     

    Müslümanların yaşadığı akide ve düşünce kirliliğinin ardında oryantalizmin olduğunu söyleyen Şeyh, bu yüzden esaslı tenkitlerin de oryantalizm çevresinde oluşması gerektiğini ifade ediyor.

     

    Müslümanları gelenekçi ve yenilikçi olarak iki farklı şekilde sınıflandırmanın dıştan yapılan bir tanımla olduğunu, bu yüzden zihin kirliliği ve tefrika ürettiğini söyledi.

     

    Abbasiler zamanında zirveye çıkan akide ve düşünce kirliliğinin Kur’an ve Sünnet esas alınarak temizlendiğini söyleyen Şeyh, modernitenin etkisiyle oluşan kaosun da aynı şekilde İslam’ın iki esasına dönerek giderilebileceğini belirtti.

     

    Şeyh’in irşad çalışmalarının önemli bir rüknü ise Cuma hutbeleri… Şeyh’e hutbelerinin içeriğinden sorduğumda; konuşmaların, mustağrib ve müsteşrik ittifakının yol açtığı tahribatın tesbit ve izalesi, maddi ve manevi istiklalin nasıl kazanılacağı, ilahi hükümlerin değişmezliği gibi hassasiyetlerin şekillendirdiği güncel konulardan oluştuğunu ifade etti.

     

    Muasır Sibeveyh: Mehmed Savaş

     

    Şeyh’in babası Abdulkerîm er-Rifaî de (1905-1977) Şam bölgesinde bilinen bir alim ve davetçi. Şeyh, Mehmet Savaş Hocamız’ın, babasının öğrencisi olduğunu; kendisinin de İstanbul'a geldiğinde Üstad’ı ziyaret edip eski günleri yad ettiğini ifade etti. Üstad’ın Şam yıllarını sorduğumda ise şunu söyledi; “Mehmet Savaş 1970’de Türkiye’ye dönünce buradaki ulema; ‘Şam Sibeveyhi’ni kaybetti.’ demişti.”

     

    Üstad Şam’dan ayrıldığında henüz 32 yaşında genç bir ilim adamıydı. Fakat Şam uleması nazarında o, muasır bir “Sibeveyh”di. Hakikaten Hoca, modern zamanların. “Sarıksız Ebussud’u, Sakalsız İbn Kemali”dir. Ulema bezmine ahir zamanda gelen en kudretli beş on muasır fakihden biridir. Fıkhın ruhuna nüfuz eden bir “Fakihu’n-Nefs”tir. Ne var ki Türk ilim dünyası Hoca’yı yeterince tanıyamamıştır. Bunda, Hoca’nın talebelerinin yazı yerine konuşma dilini kullanan müftü-vaizlerden oluşmasının etkisi, azınsanmayacak kadar büyüktür.

     

    Ayrılırken bizi kapıya kadar uğurlayan Şeyh er-Rifai mahcubiyetimizi ifade edince “Bilakis sizi Türkiye kadar yolcu etmeliyim.” diyerek nezaketini gösterdi.”[2]

    İNKİŞAF.ORG

    2011-08-28 13:03:19

    [1] www.youtube.com/watch?v=IFIyPxKuh2M.

    [2] İhsan Şenocak, Doğu’nun Cenneti’nde Zamanı Aşan Gerçekler, İnkişaf Dergisi, Kış/Bahar, 2008-2009, sy. 10, s. 76-7.


  3. ilk başta giriş kısmını eklediğim yazının tamamını ekliyorum şimdi.

     

    Bilad-ı Şam İslam İnkilabına Hazırlanıyor

     

    Onlarca yıl Nusayri zulmüne maruz kaldılar. Malları talan edildi, camilerdeki ders halkaları tehdit olarak algılandı. Çocukları yüksek binaların tepelerinden yollara savruldu. Anne karnındaki çocukları katledildi. Hama’da on binlercesi şehid oldu.

    Son olaylar üzerinden ise bir buçuk yıl geçti. Butî’nin cennetlik olduğunu yeminle tevsik ettiği(!) Hafız Esed’in oğlu Beşşar, masum insanların üzerine bomba yağdırmaya devam ediyor. Halkın hak arama mücadelesi karşısında, hadiseyi yeniden düşünmesi gereken Beşşar, tam zıddı bir ameliyeyle içerde ve dışarıdaki hakperest müslümanları silahla susturmakta ısrar ediyor.

     

    Rejimin katliam ajandasını bilen Müslümanlar yola, “her şeye hazırız.” diyerek çıkmışlardı. Bir anda Özgür Suriye Ordusu oluştu. İslam gençliği ÖSO’nun tugaylarına koştu. Arkasına İran, Rusya ve emperyalizmayı alan Beşşar babası ve amcası gibi zafer kazanacağını düşündü fakat her gün yeni yenilgi haberleri aldı. Taburları, tugayları düştü, şehirlerde hakimiyeti kaybetti. Elinde bir hava gücü kaldı. Onunla vurmaya devam ediyor.

     

    Şam, Halep, Hımıs, … şimdilerde insanlık tarihinin, en şeni’ katliamlarından birine tanıklık ediyor. Çocuklar, kadınlar, yaşlılar feryat ediyor. Okullar, çarşılar boşalmış. Atölyeler, fabrikalar çalışmıyor. Şu fikir inhitatına bakın ki, tek bilgi kaynağı İran ve Hizbullah olan bazı Müslümanlar, bu vahşete duyarsız kalmakla yetinmiyor, mazlumları da Amerikancı olmakla itham ediyor. Şu mısra sanki tam bu hadiseyi izah etmek için söylenmiş: “Sorsalar mağdurunu gaddar kendin gösterir.”

     

    Müslümanlara hitap eden gazete ve televizyonları idare eden yazar-çizer taifesinin bir kısmı, açıkça Esed’ten yana tavır alarak sadece zarfıyla İslam’la alakası olduğunu bir kez daha tescil eden İran’ı tezkiye etmeye devam ediyor. Hiçbir hadiseyi küçümseme amacımızın olmadığını, bütün bir alem-i İslam’ı misak-i milli olarak kabul ettiğimizi ilanen söyleyelim ki, bilad-i İslam’da birkaç şehit için nümayişler düzenleyenlerin bir kısmı, günde yüzlerce kişinin şehit olduğu Suriye cihadına karşı sükut orucuna büründü; hissetmiyor, görmüyor, duymuyor, konuşmuyorlar. Kur’an-ı Hakim’in ifadesiyle, sağır, dilsiz ve kör oldular. Diğer bir grup ise hakikati tahrif ediyor, gaddarı mazlum; mazlumu da gaddar olarak gösteriyor. Camileri bombalayan, ulema, avam ayırımı yapmadan Müslüman’ın ya boğazını kesen ya da onu kurşuna dizen İran, Beşşar ve Hizbullah’ı hakperset; mazlum ümmetin, yıkılan camilerin, ırzına geçilen kadınların hesabını soran, Allah Azze ve Celle’nin adını yücelten Özgür Suriye Ordusu’nu ise Amerikancı olarak haber yapıyor: “Müşkül budur ki, suret-i haktan zuhur ede.”

     

    Hakikat, ancak içerdekiler tarafından bu derece çarpıtılabilir. Hz. İsa adına İseviliği tahrif edenler, şimdi İslam adına hakikati tahrif etmekle meşgul. En zor zamanlarda dahi kardeşlerinin yanında yer alan, varını onlarla paylaşan, kıtalar arası yardım kafileleri düzenleyen bu ümmet, evi bombalanan muzdariplere, eşi ve çocuklarını kaybeden biçare kadınlara, yavrusuna süt bulmayan babalara karşı kayıtsız kaldı, onları acılarıyla baş başa bıraktı.

     

    Suriye’de kardeşlerimiz acılar mahşerinde kaç bin defa bir buçuk milyarlık ümmeti hesaba katarak, “Bizi kurtarın/bize yardım edin!” diye çağrıda bulundu fakat çığlıkları İran severlerin dehlizlerinde ya da onları Ehl-i beyt olarak tanıtan taifenin sütüdyolarında kayboldu. İslamcılar daha önemli(!) bahisleri olduğundan haber bültenlerinde, manşetlerinde onlara yer ayıramadı. Ya da 500 ölümlü bir katliamı bir trafik kazası çapında haber yaptılar. Onlar aslında bu tavırlarıyla kendileri katında hangi sözün daha bağlayıcı olduğunu gösterdiler. Kur’an’ın, “Size ne oldu da Allah yolunda ve ‘Rabbimiz! Bizi, halkı zalim olan bu şehirden çıkar, bize tarafından bir sahip gönder, bize katından bir yardımcı yolla!’ diyen zavallı erkekler, kadınlar ve çocuklar uğrunda savaşmıyorsunuz!” (Nisâ 75) çağrısına mutaassıb bir Ayetullah’ın sözü kadar önem atfetmediler.

     

    Düşünceleri Ehl-i Sünnet dışı havzalarda teşekkül edenler, “Bu bizim mücadelemiz değil” dedi. Hımıs’ta, “komutanımız Hz. Muhammed” diye yürüyen İslam gençliğine emperyalizmadan aidiyet noktaları buldular(!). Beşşar’ın lojistiğinde onunla birlikte “Bunları ABD sokağa çıkardı.” diye kulis yaptılar. Yani yıllarca “En büyük cihad zalim sultanın yanında hakkı söylemektir.” diyenler, “Esed’ten başka ilah yoktur.” diyen Şebbiha’yı İslam gençliğine tercih etti. Müslümanları Amerikancı olmakla itham etti.

     

    Okuma yazma bilmeyen, dağlarda yıllarca çobanlık yapan, köyündeki kızlara şebbihanın tecavüz ettiğini, Esed’in askerlerinin köy camisini tankla yakıp yıktığını duyunca, koyunlarını bırakıp, Özgür Suriye Ordusu’nun saflarına katılan, cihad ederken şehid düşen genç mi Amerikancı?

     

    Kötürüm dedesinin gözleri önünde 18 Suriye askerinin ırzına geçtiği, yaşadıklarının etkisinden kurtulamayıp gazla kendisini yakan Hama’lı kız mı Amerikancı?

     

    Şam’da Ebû İsa komutasındaki Liva-u Sukuri’ş-Şam (Şam şahinleri tugayı)’nın bir bölüğünde nöbet bekleyen, kendisine hangi taburdan olduğu sorulduğunda, “Nereye ait olmamızın ne önemi var. Biz, İslam’ın askerleriyiz. Allah’ın dinini yüceltmek için cihat ediyoruz.” diyen genç mi Amerikancı?

     

    Haleb’in, Şam’ın minberlerinde şehadeti anlatan mücahit imamlar mı; Okullarını terk edip Özgür Suriye Ordusu saflarına katılan muazzez İslam gençleri mi, kim Amerikancı?

     

    Liva-u Sukuri’ş-Şam komutanına gelip cihad etmek için tabura alınmasını isteyen silah yetersizliğinden talebi karşılanamayınca yere kapanıp ağlamaya başlayan, bir müddet sonra toparlanıp komutana, “Neden cennete girmeme engel oluyorsun? Vallahi Cennetin kokusunu alıyorum.” diyen, ısrarları üzerine kendisine bir silah temin edilen ve ilk çatışmada şehit olan 15 yaşındaki genç mi Amerikancı?

     

    Gayeleri Allah Azze ve Celle, düsturları Kur’an-ı Kerim, komutanları Hz. Muhammed, idealleri büyük İslam inkılabı, yaşadıkları ise kah Bedir, kah Uhud… onlar mı Amerikancı?

     

    Onlar Kadisiye’de değiller fakat anaları Allah Resulü’nün övgüsüne muhatab olan büyük İslam kadını Hz. Hansa gibi… Kadınları, kızları ölüme meydan okuyor; erkeklerinin şehadetleriyle iftihar ediyorlar. Bilad-ı Şam’da Umm-u Halid’ler, Ümm-u Ali’ler destanlar yazıyor.

     

    Umm-u Davud adında bir İslam kadını… Ziyaretçilerine oğullarının şahadetlerini anlatıyor, o konuşuyor dinleyenler ağlıyor. Onda ise tek damla yaş yok, tam bir teslimiyet hali… Kendisine, “bütün bunlardan elem duymuyor musun?” diye sorulduğunda? “Elbette acı çekiyorum… Anneyim ben, yüreğim yanıyor fakat ağlarsam mücahitlerin moralleri bozulur, ecrim azalır. Bu yüzden sabrediyorum. İntizar halindeyim. Her an bana da sefer emrinin gelmesini ve yavrularımla Cennet-i A’la’da bulaşmayı özlüyorum.”

     

    Belki de Ümm-u Davud hiç okula gitmedi. Cihadın ne olduğunu bir kitaptan da öğrenmedi. İman ve amel-i salih ona öyle bir makam verdi ki bizzat kendisi kitap oldu. Şimdi siretiyle okumasını bilene İslam’ın ne olduğunu ve nasıl anlaşılması gerektiğini öğretiyor.

     

    Bilad-ı Şam’da şehirlerin en uğrak yeri makberler... Makberlerde bölük bölük içtimalar var. Defin esnasında gençler Abdullah b. Cahş (radiyallahu anh) gibi dua ediyor: “Ya Rabbi! Şahadeti, kardeşimize nasip ettiğin gibi bize de ikram et, bizi o büyük devletten mahrum etme!”

     

    Müslümanların yaşadığı mahallelerde dükkanlar kapalı, açık olanlarda ise hemen hemen satacak mal kalmadı. Rejim, hava bombardımanında ekmek fırınlarını ilk vurulacak hedefler arasında gördüğünden milyonluk şehirlerde vurulmamış birkaç fırın var. Halk temel besin kaynağı olan ekmeğe dahi ulaşmakta güçlük çekiyor. Bir kişiye yetecek bir çorbayı altı kişi yiyor. Yine de sofralardan hamdederek kalkıyorlar.

     

    Türkiye’de birilerinin varlıklarından rahatsızlık duyduğu konteyner kent… Her bir konteynerda ayrı bir acı, ayrı bir hikaye var. Kimi eşini, kimi oğlunu, kimi bütün bir ailesini kaybetmiş. Kimi tecavüze uğramış, şuurunu yitirmiş. Kiminin korkudan dili tutulmuş. Evleri, mülkleri yerle bir olmuş.

     

    Konteyner kentte ak sakallı bir ihtiyar... Yüzünde iman ve tevekkülün izleri var. Bir kenarda oturmuş elinde tesbih evradıyla meşgul oluyor. Yanına varıp selamdan sonra halini soruyorsunuz. Yaşadıklarını ve yaşananları anlatıyor. Sonra müftehir bir eda ile oğullarının şahadetinden bahsediyor. Allah ve Resul davası için geride kalan çocuklarını da meydana gönderdiğini söylemeyi ihmal etmiyor. Akla gelebilecek muhtemel sorulara cevap babında ise şunları söylüyor: “Muhallefundan değilim. Şehit yavrularımın emanetleri olan kadın ve çocukları himaye etmek için buradayım.”

     

    Konteyner kentte bir Perşembe günü… Çocuklara çikolata ve helva dağıtılıyor. On yaşlarındaki bir kız çocuğuna da helva uzatıyorlar. Israrlara rağmen geri çeviriyor. Sonra öğreniliyor ki muazzeze kız, nafile oruç tutuyor.

     

    ***

     

    Bir tarafta ‘idealimiz İslam inkılabı’ diyen gençler, dört şehid anası Umm-u Halid, konteyner kentteki aksakallı derviş, on yaşında, kampta nafile oruç tutan kız çocuğu; karşıda ise yüzde sekizlik bir kemiyetle Müslümanlara hükmeden, camileri yıkan, ulema, avam ayırımı yapmadan Müslüman katleden rejim, İran ve Amerika’nın işgal ettiği yerlerde hep kazançlı çıkan İran severler, Sizce kim Amerikancı?!

     

    Müslüman! Sen kimden tarafsın? Eğer ümmetten tarafsan, ‘bizi kurtarın!’ diye feryat eden kardeşlerin için, Türkiye’ye iltica edenler için ne yaptın?

     

    Bütün cepheler dağılsa da, maaşlı aydınlar gürühu doğruya yanlış, yanlışa doğru etiketi vursa da, bilad-ı Şam büyük bir inkılaba hazırlanıyor.

     

     

    İhsan ŞENOCAK

     

    HUKUM DERGİSİ


  4. Emperyalizmden İran’a: Düşman Görünelim...

     

    "Emperyalizmden İran’a: “Düşman Görünelim Sen Müslüman Dostlar Kazan!”

     

    Ümmetin siyasi, ve ictimai manada yek vücut olduğunun muşahhas sureti olan Osmanlı’nın mirasına sahip çıkan bir Türkiye ile İran’ın karşı karşıya geleceği malumdu. Bu malumiyet belli çevrelerin hakikati tahrif ameliyelerine rağmen, bugün o derece zahir olmuştur ki, en basit nazarla dahi iki devlet arasındaki derin ihtilafı görmek mümkündür.

     

     

    Aynı idealleri taşıdığımızı zannettiğimiz, bütün olanlara rağmen kucakladığımız İran gördük ki bir yüzüyle ümmet coğrafyasında, diğeriyle ise şer cephesinde yer almakta. Yani sahnede farklı, mahfilde farklı bir İran var. Surette ABD ve İsrail’le derin bir anlaşmazlık içerisinde olan fakat ABD’nin işgal ettiği yerlerde her nasılsa sürekli kazanan, kendisine atiyyeler verilen bir İran…

    Emperyalizma, kendi menfaatleri çerçevesinde kurduğu dengeyi koruyabilmek için, elini sahnede Ehl-i Sünnet Müslümanların yaşadığı devletlere, mahfilde ise İran’a uzatmakta. Fakat zaman zaman da iki yüzlülüğünü örtememekte. Emperyalizma, geçen asırda Anadolu’yu, Mısır’ı, Şam’ı, Hindistan’ı işgal etti fakat Şii nufusun yoğun olduğu yerlere neredeyse hiç müdahil olmadı. (Ehl-i Sünnet tarafından ehl-i kıble olarak görülen ve İslam dairesi içerisinde kabul edilen Şiilere emperyalizmanın müdahil olmaması her Müslüman için sevindirici bir durumdur.) Çünkü Batı için asıl tehlike İslam coğrafyasındaki büyük çoğunluğu temsil eden Ehl-i Sünnet’tir. Bu yüzden emperyalizma planlarını azınlık olan Şiilere yeni yayılma alanları hazırlamak ve Ehl-i Sünnet Müslümanlarını farklı değerleri öne çıkararak yeni parçalara ayırabilmek esası üzerine tasarlamaktadır. Bunun için hemen her kesimden müslümanın nefretini kazanan ABD ve İsrail, İran’la düşman görünerek, İran’ın Ehl-i Sünnet Müslümanları nezdinde itibar kazanmasını temin etmektedir. Yani emperyalizma icraatlarıyla İran’a, “Sürekli düşman görünelim ki sen yeni dostlar kazan.” demektedir.

     

    İran ve Şia ile alakalı bu değerlendirme Müslümanların mevcut algılarına aykırı olduğundan bazı zihinlerde idrak sıkıntısına yol açabilir. Bu yüzden hadiseyi örnekler bağlamında muşahhaslaştıralım:

     

    ABD, zahirde İran’a nisbetle Ehl-i Sünnet Müslümanların çoğunlukta olduğu devletlere daha yakın duruyor. Ne var ki aynı ABD işgal ettiği Irak’tan çekilirken yönetimi İran’la her nevi birlikteliği olan Şiilere bıraktı. Nuri el-Malikî’nin hukuksuz uygulamalarından bunalan halk Saddam’ı arar hale geldi. İhvan-ı Müslimin’e yakınlığı ile bilinen Tarık el-Haşimî idama mahkum edildi. Sunnilerin yaşadığı bölgelerden sürekli katliam haberleri geliyor.

     

    Lübnan, İran devrimini desteklemek için kurulan Hizbullah’ın kontrolünde. Suriye’de iktidar onlarca yıl önce azınlık olan Nusayriler’e teslim edilmişti. En zalim idarecilerin dahi yapmaya cüret edemeyeceği katliamları Batı, Nusayriler eliyle yaptı. Dün Hama, Hıms yerle bir edildi. Bugün aynı azınlık kendisini iş başına getiren emperyalizmanın gizli, İran’ın ise açık desteğiyle Müslüman katliamına devam ediyor.

     

    Ehl-i kıble nazarıyla baktığımız Şia hakkında böyle bir mütaala, “ümmet bilincine ne kadar uygun?” diye sorabilirsiniz. Aslında bu soruyu, yazıyı yazmadan önce ben de kendime sordum. Fakat bina çökerken çatlayan duvarlara mücamele yapmanın büyük kayıplara yol açacak olması beni bu satırları yazmaya icbar etti. İsterseniz hadiseye Şam’da, Halep’te ya da Hama’da “Özgür Suriye Ordusu” saflarında savaşan mücahitler zaviyesinden bakalım. Geçen yıla kadar onların araba, ev ve işyerlerinin camlarında Hizbullah lideri Nasrallah’ın posterleri asılıydı. Şii olduğuna bakmadan onun zaferiyle iftihar ederlerdi. Hatta Butî’nin duasından etkilenip, “Ya Rab! beni Nasrallah’ın bedeninde bir parça yap” diye dua edenler de vardı. Fakat aynı Nasrallah, aynı Müslümanları Lübnan’da mülteci, kendi topraklarında ise mukim olarak hunharca katletti. Şimdi onlar, muzaffer olması için dua ettikleri “Hizbullah”a “Hizbuşşeytan”, Nasralllah’a “Nasrallât” diyorlar.

     

    Ehl-i Sünnet, Şia’yı her şeye rağmen tarihin hemen her döneminde defalarca kucakladı. Yakın dönemde Ehl-i Sünnet’e mensup bazı alimler, “Mukaren Fıkıh” kapsamında Şia Fıkhını da okuttu. Son dönemde telif edilen İslam Fıkhı kitaplarının bir kısmında Şia fıkhı’na yer verildi. Mustafa es-Sibaî (rahimehullah) akademik hayatı boyunca gerek dersleriyle, gerekse de eserleriyle rıza-i ilahi için bu oluşumu destekledi. Fakat Merhum, Şii alimlerin gerçek hayatta, ittihad-i İslam gündemli meclislerdeki konuşmalarının zıddına davrandıklarına şahit olunca yine ilah-i rıza için desteğini çekti. Hoca, Şia’nın söz-amel farklılığına müşahhas bir örnek olarak 1953 yılında Sur şehrindeki evinde ziyaret ettiği Şii alim Abdulhüseyin Şerefuddin’den bahseder. Evde, ittihad-ı İslam için neler yapılabileceği konuşulur. Belli esaslarda anlaşma da sağlanır. Her iki taraftan alimlerin birbirlerini ziyaret etmeleri ve bu yakınlaşmayı temin edecek eserlerin telif edilmesi öncelikle yapılması gerekenler olarak not edilir. Sibaî bu çerçevede bir takım girişimlerde bulunur, Beyrut’ta Şia’nın önde gelen isimlerini ziyaret eder. Ne var ki bir zaman sonra ittifakın müessisi kabul edilebilecek Abdulhüseyin’in, Ebu Hureyre (radiyallahu anh) hakkında sövgülerle dolu bir kitap neşrettiğini görür. Sıbaî’nin başlattığı, Şia ile Ehl-i Sünnet’in ittihad-ı İslam ameliyesi öncekilerde olduğu gibi yine Şiilerin sözlerine muhalif amelleriyle inkıraza uğrar (Sibaî, es-Sünne ve Mekânetuha fi’ş-Şeriati’l-İslamiyye, Beyrut, 1985, s. 8-10).

     

    Şia, amel planında muahede esaslarını değil, gizli ajandasını esas aldı. Muhammed Takî el-Kummi adındaki Şii bir alim 1945 yılında Kahire’de “Dâru’t-Takrib beyne’l-Mezahibi’l-İslami”yi kurdu. Kurumun amacını, Ehl-i Kıble’yi tevhit etmek olarak açıkladı. Sunni alimlerin bir kısmı da zahirde iyi niyet taşıyan bu kurum içerisinde görev alarak katkı sağladı. Dâru’t-Takrib’in yayın organı olan “Risaletü’l-İslam” mecmuası Ezher Rektörü Mahmud Şeltut’un verdiği bir fetva ile kurumun gizli ajandasını deşifre etti. Sahabeye sövmekten vazgeçmeyen Şia, Ezher Rektörü olan Şeltut’a; “Ehl-i Sünnet mezhepleri gibi İmamiyye ya da İsna Aşeriyye Şiası olarak anılan Caferiyye mezhebinin hükümleriyle de amel etmek caizdir. Müslümanlar bunu bilmeli ve bazı mezhepler hakkında taassuptan kurtulmalıdırlar.” (Mahmud Şeltut, Fetva Tarihiyye, Risaletü’l-İslam, XI, 1378/1959 s. 227) şeklinde fetva verdirmeyi başardı. Pek çok Şii, bu fetvayı kitaplarının ilk sayfalarına aldı. Fetvanın etkisiyle bazı sunni gençler şiî oldu.

     

    İran devriminden sonra İslam gençliği, şiileri, “Ne Sünniler ne Şiiler yaşasın İslam ümmetinin birliği” ifadesiyle kucakladı.

    Hadiseye dair hükmü, realite yerine, sadece emperyalizmanın surette İran’la kesintisiz bir krizi tercih etmesine bakarak tayin edenler, ray değiştirdi. Şia’nın gizli ajandası çerçevesinde yaptığı ihanetlere bakmadan onu desteklemeyi tercih etti. Filozofların Yunan Felsefesi’ne ait metinleri Arapçaya aktarırken “felsefe” kelimesini “hikmet” olarak tercüme etmeleri gibi, onlar da, Şia’yı, Ehl-i Beyt olarak isimlendirdi. İran’dan etkilenen yazar-çizer taifesi Suriye’deki katliama ya sessiz kalarak ya da bizzat İran’ın dolayısıyla da katil Esad’ın yanında yer alarak destek oldu. Hama,’da, Hımıs’ta, Şam’da her gün yüzlerce Müslüman şehit olurken, Suriye davası Filistin, Arakan ya da Somali için oluşan komuoyu desteğinin çok gerilerinde kaldı. Mazlumlarla dayanışma için düzenlenen mitinglerde Suriye gündeme bile alınmadı. Bütün bunların arkasında Türkiye’deki İran sever yazar-çizer taifesinin önemli bir rolü vardır. “Ehl-i Sünnet sabır ve temekkün okuludur. İhtilali benimsemez. Dolayısıyla meşru otoriteye başkaldıranlar desteklenemez.” diyen Müslümanlara gelince, onlar, emperyalizmanın Müslümanları katletme karşılığında kendisine iktidar verdiği Esad rejimini hangi esaslara dayanarak meşru addediyorlar ki ona başkaldırıyı gayr-ı meşru görüyorlar."

     

    Halit İSTANBULLU

     

    Hükümdergisi


  5. iranın kuçukuçuları bu sefer de suriyedeki mazlumlar için yardım çağrısı yapan alimleri vahhabilikle, selefilikle suçlamaya başlamış.

     

    sırf iktidara muhalefet için hakkı batıl batılı hak gibi göstererek bu oyuna alet olan büyükdoğuhaber an itibariyle gözümden düşmüştür.

     

    iktidarın benim de hoşuma gitmeyen uygulamaları var, benim bilmediğim ciddi yanlışlar yapmış ve yapıyor olabilirler ancak bu kimseye suriyedeki katliama ortak olma hakkı vermez.üstelik kadir mısıroğlu, ebubekir sifil, talha hakan alp, ihsan şenocak gibi türkiyede ehli sünnetin kalesi sayılabilecek alimleri vahhabilik ve selefilikle suçluyorlar.nasrallatın kuçukuçularına soruyorlar, bütün bu alimleri hangi sözlerine dayanarak vahhabilikle ve selefilikle suçluyorlar, bütün bu alimlerin kendilerinin "isyancılar" diyerek yaftaladığı "özgür suriye ordusu"nu desteklediğini bilmiyorlar mı yoksa amaçları hem suriyedeki direnişi kırmak hemde türkiyedeki ehli sünnet alimlerinin itibarını bitirerek şia'nın türkiye hamlelerine yeni fırsatlar açmak bu sayede ehli sünnetin belini kırmak mı?

     

    hanginiz şimdiye kadar selefiliğe talha hakan alp seviyesinde bir tenkid yöneltebildiniz.hanginiz modernistliğe karşı ebubekir sifil seviyesinde bir mücadele sergilediniz.zahidül kevserinin talebelerine selefi demek kadar komik bir iddia varmıdır. kusura bakmayın kuçukuçular arkalarında emin saraç gibi bir komutan olduktan sonra bu alimler ordusunu susturamayacaksınız. elhamdulillah ehli sünnet ve cemaat mezhebine mensub müslümanlar da bu kahramanlar er meydanındayken ne yönden geldiği belli olmayan köpek seslerine kulak asmayacaktır.ne kadar havlasanız da bu kervan yürüyecek.

     

    bu basiretsizlikle bırakın büyük doğu adına konuşmayı o ismi ağzınıza almayı bile hak etmiyorsunuz.


  6. bir msn toplantısı daha düzenlememiz mümkün mü?

     

    bazı meseleleri görüşmek mümkün olmadı galiba.

    sınıf sistemi vesaire gibi.

     

    hem daha şehir sorumluları tespit edilmemiş galiba bu sefer ki toplantıda belki bazı şehirlerin sorumlularını belirleyebiliriz.ayrıca projeye ilk aşamada hangi şehirlerin dahil olacağını tesbit de mümkün olabilir diye düşünüyorum.

     

    bir de üstada dair karalama kampanyaları yarım aydınların yarım savunmaları sayesinde iyice güçleniyor. karalama kampanyalarına karşı yazı yazacak bir ekip oluşturabiliriz diyedüşünüyorum.

     

    Forum bünyesinde aylık, 2 aylık, 3 aylık v.s olabilir, e dergi çıkarılabilir. Üstad ile ilgili, şiiri tartışılabilir. onunla ilgili gündemde Üstad varsa, o konu işlenebilir.

    Kitabı özet bir şekilde, okuyucuya aktarılabilir.

    bence islami dergi ve gazetelerden karşılıklı iki sayfa istenip orada üstada dair yazılar, vesaire paylaşarak da tanıtım yapılabilir.bu şekilde ulaşabileceğimiz kitlenin iyice genişleyeceği kanaatindeyim.


  7. Ey Esed Düşmen Çok Yakın

     

    Ebu Abdullah ET-TÜRKMANİ

     

     

    Ey Esed! Düşmen Çok Yakın!

     

    Suriyeliler, Şam’da şan ve şeref yolunu kanları ve canları ile açıyorlar, yalpalanan ve umutları boşa çıkan zalimlerin ayaklarının bastığı yerleri, Allah’ın yardımıyla yıkmak için sarsıyorlar.

     

    Bu eli kanlı, zalim ve hain rejim tamamen iflas etmiş durumdadır. Bunun kanıtı da yasaklanan ve öldürücü silahları kullanmasıdır.

    Mücahitler, bütün dünyanın maddi ve manevi desteğini alan bu zulmü azimetleri, sebatları, sabırları ve fedakarlıkları ile eziyorlar. Onlar, imanları ile batılı yenilgiye uğratmaya kararlı oldukları gibi Allah’ın vaadine güveniyorlar, nitekim Allah’u Teala sözünden asla caymaz.

     

    Şam, zulüm ve zorbalığa kafa tutmuştur. Küfür ve dik başlılığa karşı ayaklanmıştır. Şam ehli, özgürlük ve aydınlık yolunu kanları ile çizerek bu yollarında yürümeye devam ediyorlar. Yüce Allah’ın, şan, üstünlük, şeref ve onuru hakedenlere bahşettiği o gelecek safak ile seviniyorlar.

     

    Kasyon dağı eteklerinde, bu Ümmetin hainleri ve yahudi ajansları yalpalanmaktadır. Emevilerin başkentinde mecusiler yerle bir ediliyor, küfür ve zulüm başı, siyonistlerin hizmetkarı zalim Esed’de yerle bir edilecektir. Zulmün başları, İslam şehri Şam’da ayaklar altına alınacaktır. Acımasız ve saldırgan mihrakların bozguna uğratılması, Devrim şehri Şam’da kan ile yazılmıştır. Çok yakında ve Allah’ın izniyle evlatlarımız bu yazıyı aydınlık içinde okuyacaktır. (Her halde o topluluk bozulacak ve geriye dönüp kaçacaklardır.)

     

    Bu katil insanlar, Beşşar’a kul olmaktan tek ve ortağı olmayan Allah’a kul olamaya çağırmak için Allah yolunda ölmeyi göze alanların karşısında, hangi yol ile olursa olsun dünya hayatına sarılan zalimlerin duramayacağını hala anlayamadılar mı?! Ölüm ve zulüm silahlarının, onurlu insanlar yaratamayacağını ve zafer kazandıramayacağını, batıllarının İman Hakkını yenemeyeceğini, onurlarını kazanmak için savaşan halkaların yenilemeyeceğini, Allah’ın bu halklara sabır ve sebat, güçlü irade ve yalnızca Allah’a tevekkül, Allah’a güvenmek ve Onun yolunda fedakarlık yapmak ile yardım ettiğini, onları koruduğunu hala anlayamadılar mı?!

     

    Tüfek ve hafif silahların, kelepçeleri kırabileceğini, Esed rejiminin başllarını yok edebileceğini hala anlayamadılar mı?

    Bütün dünyanın, Şam’daki bu işgalci düşman ile 2 yıla yakın bir süredir suç ortaklığı yaptığını görüyorsunuz. Arap ve İslam alemi ile Dünyanın işbirlikçi ve çelimsiz açıklamalarını dinliyorsunuz. Çocuk, kadın ve insan haklarını koruma adına yapılan açıklamaları duyuyorsunuz, ancak bizim gençlerimiz, kadınlarımız ve çocuklarımız savunmanın, fedakarlığın ve cihadın en mükemmel tablosunu sergilediler. Dünyayı, sabırları, güçleri ve fedakarlıklarıyla şoke ettiler. Bu yüce halk, Allah’a güvenerek ve: (Ey Rabbimiz! Senden başkamız yoktur. Allah’ın izniyle zalimlerin ve saldırganların başları yok edilecektir. Direniş ve mukavemet maskesi arkasında saklanan şarlatanlık ve yalan sayfaları kapatılacaktır.) diyerek zaferi o tertemiz elleriyle yaşayacaktır. İşte mücahitler, Ümmete özgürlük ve işgalden kurtulma müjdelerini taşıyorlar. İşte onlar, Rusya ve Tahran’dan Şam’a uzanan zararı, Ümmetlerinden defediyorlar. İşte onlar, sahtelik maskelerini, küfür ve nifak sembollerini yerlerbir ediyorlar.

     

    (O halde sakın Allah'ın peygamberlerine olan vaadinden cayacağını sanma! Şüphesiz Allah her şeye galiptir, intikam sahibidir.)

     

    İNKİŞAF HABER

    • Like 1

  8. ALLAH İNSANIN NE YAPACAĞINI BİLMEZ Mİ?

    Talha Hakan Alp

     

     

    Talha Hakan ALP

    Son günlerde sosyal medyadaki İslamî gündemi en çok meşgul eden konulardan birini ilahiyatçı Abdülaziz Bayındır’ın ortaya attığı ‘Allah insanın gelecekte ne yapacağını bilmez’ iddiası oluşturuyor.

    Ses kaydı internette dolaşan bir telefon görüşmesinde Bayındır ‘Allah senin kiminle evleneceğini önceden bilmez’ diyor. Daha sonra bu iddiasını temellendirmek üzere yaptığı özel oturumların video kayıtlarında bunu bir prensip olarak şöyle ifade ediyor: ‘Allah kulların ilahî imtihana konu olan işlerini önceden bilmez. İnsan bu nevi işleri ne zaman gerçekleştirirse ancak o zaman bilir.’

    Bayındır bu iddiayı aynı konuşmalarda dile getirdiği iki temel gerekçeye dayandırıyor: Birincisi Allah’ın adalet ve hikmeti. İkincisi, Kuran-ı Kerim’in belli ayetlerine getirdiği yorum.

    Bugün bu gerekçeler üzerinde durup ilgili iddiayı değerlendirmeye çalışacağım. Ancak konuya girerken kısaca temas etmem gereken bir husus var. İlgili video kayıtlarını izleyenler, Bayındır’ın, Müslümanlığı bugünlere kadar taşımış meşhur tarihî-ilmî şahsiyetlerin mesailerini sadece çöpe çıkarmakla kalmayıp, ayrıca ‘bu pisliklerden kurtulmamız lazım!’ sözüyle ürkütücü boyutlara vardırdığı küstah tavrı hakkında da değerlendirme bekleyebilirler. Doğrusu bu konuda referans verdiği Süleyman Ateş’e bile ‘bir din uzmanı nasıl böyle bir iddia ortaya atabilir?’ dedirten birinin üslubunu kelamî/teolojik olmaktan çok bir ahlak/kişilik problemi gördüğümü, dolayısıyla durumun ilgililerce kritik edilmesi gerektiğini belirtmek isterim. Burada sadece iddianın arkasındaki aksiyomatik örgüyü değerlendirerek gündemi takip edenlerden tarafıma iletilmiş bazı zihin bulandırıcı istifhamları cevaplamak niyetindeyim.

    Birinci gerekçeyi irdelemek üzere şu soruyu ortaya atalım: Allah, bizim yapıp edeceğimiz işleri önceden bilse ne lazım gelir? Bayındır hem zulüm hem hikmetsizlik lazım gelir iddiasında. Bağlantıyı da son derece teknik bir konu olan ‘Allah’ın bilgisi değişir mi?’ sorusuyla kuruyor. Soruya Ehl-i sünnet adına ‘Allah’ın bilgisi değişmez’ cevabını veriyor.

    Bayındır devamla diyor ki, Allah bir kimsenin iyilik yapacağını bildiyse o kimsenin iyilik yapmaktan başka çaresi kalmıyor. Bunun gibi bir kimsenin kötülük yapacağını bildiyse onun da kötülük yapmaktan başka çaresi kalmıyor. Çünkü iyilik yapacak kimsenin iyilik yerine kötülük yapması, kötülük yapacak kimsenin de kötülük yerine iyilik yapması demek Allah’ın bilgisinin değişmesi demektir. ‘Allah’ın bilgisi değişmez’ prensibine göre ne iyilik yapanın ne de kötülük yapanın yaptıklarından başka bir şeyi yapma şansları var. Hal böyle olunca Allah’ın onlara iyilik yapmayı emretmesinin de kötülük yapmayı yasaklamasının da bir anlamı olmaz. Önünde tek seçenek olan kimseye bir şeyi emretmek ya da yasaklamak anlamsız ve hikmetsizce bir tutumdur. Böyle bir kimseyi yaptığı kötülükten dolayı cezalandırmak da zulümdür.

    Bağlantıyı bu şekilde kuran Bayındır’ın son cümlesi belli: ‘Allah adalet ve hikmet sahibi olduğuna göre O’nun insanın ne yapacağını önceden bildiğini söyleyemeyiz.’

    Peki, Bayındır’ın kurduğu bağlantı sıhhatli mi? Hayır, sıhhatli değil. Allah’ın bilgisinin insanın seçimini boşa çıkardığını söylemek meseleyi etraflıca kavrayamamaktan kaynaklanıyor. Çünkü Allah’ın bilgisi yalın ‘malûmu yansıtan’ bilgidir, ‘malûmu belirleyen’ bilgi değildir. İlahî yazgı da böyledir.

    Bunu kelam kitaplarında görürüz; Allah’ın kulunun yapacaklarını önceden bilmesi ve yazması, kulunun iradesini ne yönde kullanması gerektiğine (hükmedici) değil, ne yönde kullanacağına dair (vasfedici) bir bilgidir. (el-Fıkhu’l-ekber)

    Kulun özgürlüğü adına Allah’ın iradesine sınırlama getiren Mutezile’nin, kahir ekseriyetiyle ezelî-ilahî bilgiye sınırlama getirme gereği duymaması da bunu teyid etmektedir. (Zemahşerî, el-Minhâc)

    Belli ki Bayındır Allah’ın ilmiyle hükmünü, keza iradesiyle rızasını birbirinden ayırt edemiyor. Edemediği için de ilahî bilgiyi kulun iradesini yönlendiren/kısıtlayan bir hüküm/dayatma gibi kurguluyor.

    Oysa ilimle hüküm farklı şeylerdir. İlim maluma tabi olduğu halde hüküm mahkûma tabi değildir. Allah bir şeyi, olmasını istediği/razı olduğu şekilde değil, nasıl olacaksa o şekilde bilir. Mesela Allah’ın biz insanlardan kendisine iman etmemizi istemesi bir hükümdür. Biz iman edelim ya da etmeyelim, o bizden iman etmemizi ister, bize imanı emreder. Ama bizim iman edip etmeyeceğimize dair bilgisi bize bağlıdır. Eğer iman edersek iman edeceğimizi, iman etmezsek iman etmeyeceğimizi bilir.

    Şu var ki Yüce Allah bunları gerçekleşmeden önce bilir. O’nun bilgisi ezelidir. Çünkü O’nun için zaman-mekan gibi şartlar sözkonusu değildir. Allah’ın yüce zatı zamansal olmadığı gibi ilim-kudret gibi sıfatları da zamansal değildir. ‘Allah ne zaman var oldu?’ sorusu ne kadar anlamsızsa, ‘Allah ne zaman bildi?’ sorusu da o kadar anlamsızdır. Tabi ki Yüce Allah hep vardı, tabi ki Yüce Allah hep biliyordu. O’nun ne zatı ne ilmi için bir başlangıç ve oluşum aşaması mevzubahistir.

    Bayındır tam bu noktada Allah’ın bilgisine atıf yapan bazı ayetlerdeki gelecek zaman kipine takılıp ‘Allah fiillerimizi biz yaptıktan sonra bildiğini söylüyor, siz neye dayanarak ezelde bildiğini iddia ediyorsunuz?’ diyerek ancak kelamî-usûlî alt yapıya sahip olmayan kimselerden beklenebilecek türden basit tepkiler veriyor.

    Burada Bayındır’ın göz ardı ettiği nokta şu: Allah’ın, Kuran’da kendisiyle alakalı hususları belli zaman kipleriyle anlatması sadece iletişim gereğidir. Zamansal varlıklar olarak bizim bir şeyi zamandan bağımsız algılamamız imkânsızdır. Dil algının aynasıdır. Bunun için bütün dillerde fiillerin muhtelif zaman kipleri olduğu gibi yine bütün dillerde zaman ve mekân zarfları vardır. Kuran bizimle iletişim kurmak üzere bizim dilimizi kullandığından (Meryem, 97; Şuarâ, 195) içinde Allah lafzının geçtiği ayetlerde de yer yer geçmiş-şimdiki ve gelecek zaman kiplerinden faydalanmaktadır. Bu tür ayetler esmâ-sıfat ayetleri değildir. Yani Allah’ı tanıtan/vasfeden ayetler değil, -daha sonra örneklerini göreceğimiz gibi- Allah’ın bizimle kurduğu herhangi bir ilişkiyi anlatan ayetlerdir. Doğrudan Allah’ı tanıtan esma-sıfat ayetleri dururken bu ayetlerden –esmâ-sıfat ayetleriyle çatışacak- bir Allah inancı çıkartmanın doğru olmadığını sanırım konuşmaya lüzum yok.

    Yüce Allah’ın bilgisinin değişmemesi meselesine gelince bu, hem akl-ı selimin hem birçok ayetin ifade ettiği üzere Yüce Allah’ın her şeyi bilmesi, her şeyden haberdar olması ve her şeyi kuşatmış olmasından kaynaklanır. Yüce Allah, insanın yanılmasına yol açan eksikliklerden/kısıtlılıklardan münezzeh olduğu için yanılmaz. Yanılmayacağı için de bilgisi değişmez. Bilgisinin değişmemesi bilgiye konu olan iyi-kötü hallerimizin bize dayatıldığı anlamına da gelmez. Çünkü ilahi bilgi bu hallerin sebebi değildir.

    Sözün uzaması pahasına da olsa burada meseleye kelamî boyut kazandıran şu soruyu cevaplamadan edemiyorum: Biz insan olarak olayları önceden bilemediğimiz halde Allah önceden nasıl bilebiliyor? Az evvel de ifade ettiğim gibi Allah için önce ve sonra gibi zamansal kategoriler bahis mevzuu değildir.

    Ayrıca bir hadiseyi bilmek için onun gerçekleşmesine gerek duymamak rubûbiyetin gereğidir ve bu Yüce Allah ile insan arasındaki en temel ontolojik farktan kaynaklanır. Allah’ın varlığı zorunlu/vâcib, insanın varlığı olumsal/caizdir. Kemal ve erdem adına her ne varsa hepsi O’nda baştan vardır, hiçbir kemal onda kazanım, edinim eseri değildir. Biz yaratılmışların varlığı olumsaldır, kemal ve erdem adına her ne varsa bizde kazanımla oluşur.

    Kazanım, imkân, şartlar ve araçlar denkleminde teşekkül eder. İlim de bir kemaldir ve insan olarak bilgi imkânımız kısıtlıdır, belli araçlara ve zaman-mekân şartlarına bağlıdır. Bu şartlar aynı zamanda bilgimizin önündeki engelleri de oluşturur. İlahi bilgi ise kısıtlı değildir, önünde zaman ve mekân gibi engeller yoktur. Bu bakımdan Allah malumu/herhangi bir olayı henüz tahakkuk etmeden önce bilir.

    İnsan realitesinde de bunun örneği vardır. Zekâsı, deneyimi ve sezgisi güçlü olan kimseler olayları önceden bilebilir, isabetli ve net öngörüler ortaya koyabilirler. Ne var ki insanın idrak kapasitesini zorlayan iç-dış illetler tahminlerinde bazen isabetsizliğe yol açabilir. Yüce Allah bu gibi illetlerden münezzeh olduğundan O’nun bilgisinin hem ezeli oluşunda hem de sürekli isabetli oluşunda anlaşılmayacak bir nokta yoktur. Bayındır ilgili konuşmalarda sık sık atıf yaptığı ‘Allah’ın dengi hiçbir şey yoktur.’ (Şûrâ, 11) ayetini tam da burada hatırlamalıdır. İnsan olarak aciz olduğumuz hususlarda Allah’ı kadir görmemiz; mesela bilgimizin zamana ve şartlara bağlı olması hususunda Allah’ın bilgisini ezeli ve şartlardan bağımsız görmemiz bu ve tenzih/tesbih muhtevalı diğer ayetlerin delaleti/gereğidir.

    Konuyu şöyle bir temsille bağlayalım: Sahasında deneyimli, zekâ ve sezgisi güçlü bir hâkim, incelediği dosyada dikkatini çeken bazı verilerden hareketle henüz mahkeme olmadan kimin haklı kimin haksız olduğunu bilebilir mi? Bayındır’a göre hâkim ne kadar zeki, ne kadar deneyimli olursa olsun mahkeme olmadan bunu bilemez. Eğer bilirse mahkemenin adaletine gölge düşer. Ayrıca sanık ona ‘madem haksız olduğumu baştan biliyordun, neden beni mahkeme ettin?’ deme hakkına sahip olur. İş bununla kalmaz, sanık şunu da ekleyebilir: ‘Benim haksız olduğumu baştan bildiğine göre haklı çıkmak gibi bir seçeneğim yoktu. Dolayısıyla her şey mizansenin bir parçası; suçlanmam ve ceza almam düpedüz zulümdür.’

    Gördüğünüz gibi Bayındır’ın baktığı yerden bakarsak hâkimin deneyimi de zekâsı da başına bela olabilir, suçlu da yavuz hırsız misali haklı çıkabilir.

    Oysa hem adaleti hem hâkimin kabiliyet ve tecrübesi gibi reel unsurları hesaba katan değerlendirme şöyle olmalıdır: Hâkim önceden kimin haklı kimin haksız olduğunu bilebilir, zaten bunun önüne geçmesi imkânsızdır. Ancak adalet hâkimin, tarafsız bir mahkeme gerçekleştirmeden hüküm vermemesidir. Böyle bir mahkeme gerçekleştikten sonra baştaki bilgisi adalete gölge düşürmediği gibi suçlu için koz da oluşturmaz.

    Yüce Allah da ezeli ilmiyle kimin iyi kimin kötü olacağını biliyor, ama bilgisiyle yetinmiyor, dünyayı yaratıyor ve insanları imtihan ediyor. Tıpkı hâkim misalinde olduğu gibi çıkan sonucun ezeli bilgisiyle örtüşmesi ne imtihanın adilliğine gölge düşürür ne de mücrimler için koz oluşturur.

    İkinci gerekçeye esas teşkil eden ayetlerin değerlendirmesini yazının sınırları elvermediği için önümüzdeki haftaya bırakmak durumundayım.

    Merak eden kardeşlerimize ipucu olması için şimdilik şunu söyleyebilirim: Bayındır’ın ileri sürdüğü Al-i İmran, 140-142; Tevbe, 16; Hadîd, 25 ve benzeri ayetlerde geçen ilim/bilmek fiili Bayındır’ın yorumladığı gibi ‘öğrenmek’ anlamında değildir. Buradaki bilmek fiili, mesela Sâd, 88. ayette olduğu gibi görerek bilmek, müşahede etmek anlamındadır. Bunu şühûd/müşâhede yoluyla bilmek şeklinde anlamak da mümkün. Binaenaleyh bu ayetler, Yüce Allah’ın ezelde gayben bildiği şeyleri, vakti geldiğinde şühûd yoluyla bilmesinden söz etmektedir. İlgili ayetlerdeki esnekliği göz önünde bulundurmadan ‘Allah ne yapacağımızı önceden bilmez, ancak biz yaptıktan sonra bilir’ şeklinde genellemeye varmak sağlıklı bir okuma biçimi değildir.


  9. İhsan ŞENOCAK hoca bu ay "Hüküm Dergisi"ni çıkarmaya başladı.Derginin ilk sayısı müthişti.İhsan hocanın ilk sayıdaki köşe yazısının giriş kısmını aktarıyorum.

     

    "

    Bilad-ı Şam İslam İnkilabına Hazırlanıyor

     

    Onlarca yıl Nusayri zulmüne maruz kaldılar.Malları talan edildi, camilerdeki ders halkaları tehdit olarak algılandı.Çocukları yüksek binaların tepelerinden yollara savruldu.Anne karnındaki çocukları katledildi.Hama'da on binlercesi şehid oldu.

     

    Baas rejiminin katliam ajandasını bilen Müslümanlar yola, "her şeye hazırız." diyerek çıktı.Bir anda "Özgür Suriye Ordusu" oluştu.İslam gençliği ÖSO'nun tugaylarına koştu.

     

    Arkasına İran, Rusya ve adına Hizbullah denen örgütü alan Beşşar, babası ve amcası gibi zafer kazanacağını düşündü fakat her gün yeni yenilgi haberleri aldı.Taburları, tugayları düştü, şehirlerde hakimiyeti kaybetti.Elinde sadece hava gücü kaldı.

     

    Şam, Halep, Hımıs, ... şimdilerde insanlık tarihinin, en şen'i katliamlarından birine tanıklık ediyor.Çocuklar, kadınlar, yaşlılar feryad ediyor.Okullar, çarşılar boşalmış.Atölyeler, fabrikalar çalışmıyor.şu fikir inhitatına bakın ki, tek bilgi kaynağı İran ve Hizbullah olan bazı Müslümanlar , bu vahşete duyarsız kalmakla yetinmiyor, mazlumları da Amerikancı olmakla itham ediyor.Aşağıdaki mısra sanki tam da bu hadiseyi izah etmek için söylenmiş:

    "Sorsalar mağdurunu gaddar kendin gösterir."

     

    Müslümanlara hitap eden gazete ve televizyonları idare eden yazar-çizer taifesinin bir kısmı, açıkça Esed'ten yana taraf alarak sadece zahiren İslam'la alakası olduğunu bir kez daha tescil eden İran'ı tezkiye etmeye devam ediyor.(Hiçbir hadiseyi küçümseme amacımızın olmadığını, bütün bir alem-i İslam'ı misak-ı milli olarak kabul ettiğimizi ilanen söyleyelim.)Bilad-i İslam'da birkaç şehid için nümayişler düzenleyenler günde yüzlerce kişinin şehid olduğu suriye cihadına karşı sukut orucuna büründü; hissetmiyor, görmüyor, duymuyor, konuşmuyor.Kuran-ı Hakim'in ifadesiyle sağır, dilsiz ve kör oldular.Diğer bir grup ise hakikati tahrif ediyor, gaddarı mazlum; mazlumu da gaddar olarak gösteriyor.Camileri bombalayan, ulema, avam ayrımı yapmadan Müslüman'ın boğazını kesen ya da kurşuna dizen İran, Beşşar ve Hizbullah'ı hakperest; mazlum ümmetin , yıkılan camilerin, ırzına geçilen kadınların hesabını soran Özgür Suriye Ordusu'nu ise Amerikancı olarak haber yapıyor: "Müşkül budur ki suret-i haktan zuhur ede."

     

    Hakikat, ancak bu kadar çarpıtılabilir.Hz. İsa adına iseviliği tahrif edenler, şimdi İslam adına hakikati tahrif etmekle meşgul.En zor zamanlarda dahi kardeşlerinin yanında yer alan, varını yoğunu onlarla paylaşan, kıtalar arası yardım kafileleri düzenleyen bu ümmet, evi bombalanan muzdariplere, eşini ve çocuklarını kaybeden biçare kadınlara, yavrusuna süt bulamayan babalara karşı kayıtsız kaldı, onları acılarıyla başbaşa bıraktı.

     

    Suriye'de kardeşlerimiz acılar mahşerinde kaç bin defa bir buçuk milyarlık ümmeti hesaba katarak, "Bizi kurtarın\bize yardım edin" diye çağrıda bulundu fakat çığlıkları İran severlerin dehlizlerinde ya da onları ehli beyt olarak tanıtan taifenin studyolarında kayboldu.İslamcılar daha önemli (!) bahisleri olduğundan haber bültenlerinde, manşetlerinde onlara yer ayırmadı.Ya da 500 ölümlü bir katliamı bir trafik kazası çapında haber yaptılar.Onlar aslında bu tavırlarıyla kendileri katında hangi sözün daha bağlayıcı olduğunu gösterdiler.Kur'an'ın, "Size ne oldu da Allah yolunda ve " Rabbimiz! Bizi, halkı zalim olan bu şehirden çıkar, bize katından bir yardımcı yolla!" diyen zavallı erkekler kadınlar ve çocuklar uğrunda savaşmıyorsunuz!"(nisa 75)) çağrısına mutaassıb bir Ayetullah'ın sözü kadar önem atfetmediler.

     

    ................

     

    İHSAN ŞENOCAK

     

    Hüküm Dergisi

    • Like 1

  10. Ebubekir SİFİL

     

     

    İlk duyduğumda inanmadım. Çünkü, “Bu kadarı olmaz” dedirten bir iddiaydı duyduğum. Sonra arkadaşlar internetteki bir ses kaydını dinlettiler. Evet; duyduğum doğruymuş: Abdülaziz Bayındır, kendisine telefonda, “Allah benim kiminle evleneceğimi bilmez mi? Sizin böyle bir şey söylediğinizi duyduk” diye soran kişiye, “Ben demiyorum; Allah diyor” diye mukabele ediyor ve devam ediyor: “Allah Teala önceden kararlaştırmışsa sana emreder mi, şununla evlen, bununla evlenme diye?”

    Sonra telefondaki ses, “Biz imamlarımızın bunun aksini söylediğini biliyorduk” gibi bir şey söyleyince şöyle mukabele ediyor: “İmamlarını boş verin kardeşim. Onların Kur’an-ı Kerim’le alâkaları yoktur zaten.”

    Böyle diyor İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fakültesi İslam Hukuku Öğretim Üyesi Abdülaziz Bayındır! Bu adam çocuklarınıza din öğretiyor, fıkıh öğretiyor, hatta Kur’an’ı tefsir ediyor!

    Bu kaydı dinledikten sonra internette küçük bir araştırma yaptım. Meğer Abdülaziz Bayındır bunları birkaç seneden beri söylüyormuş! Bu konuda birkaç videosunu da izledim. Videolardan birinde, Kur’an’da geçen “şâe” fiilinin (Vemâ teşâûne illâ en yeşâallâhu Rabbu’l-âlemîn ayetinde ve benzerlerinde geçiyor) Emeviler ve onlardan sonra gelenler tarafından anlam kaymasına uğratıldığını söylüyor!

    Bir gecemi heba ettim Abdülaziz Bayındır’ın videolarını izleyeceğim diye. Hâsılası şu:

    Abdülaziz Bayındır size diyor ki: Bu ümmet, Allah’ın dinini tahrif etmek için yapılabilecek her şeyi yapmış: Başta Kur’an olmak üzere eline geçirdiği her şeyi alt üst etmiş. Sözlükleri bile tahrif etmiş bir ümmetle karşı karşıyayız. Hadisler, Fıkıh, Tefsir, Tasavvuf… “Din” denince aklınıza gelen her ne varsa dejenere edilmiş, bozulmuş, aslından uzaklaştırılmış. Allah size Abdülaziz Bayındır’ı göndermeseymiş haliniz harapmış yani!

    İşin şakası bir yana, tam bir “patolojik vaka” ile karşı karşıyayız. Böyle bir zihin ve ruh durumundaki birinin sadece başkalarına değil, kendine de zarar verebileceğini gözden ırak tutmamalı.

    Abdülaziz Bayındır, kullarının ne yapacağından habersiz bir tanrıya inanıyor! Abdülaziz Bayındır yarın ne yapacağını biliyor, ama tanrısı bilmiyor!

    Abdülaziz Bayındır’ın tanrısı, yapacaklarını “takdir” etmekten aciz; o, “karar veren” bir tanrı. Malumdur ki her “karar”ın öncesinde bir “kararsızlık” süreci vardır. O mu olsun, bu mu olsun der, sonra seçeneklerden birine karar verirsiniz. İşte Abdülaziz Bayındır’ın tanrısı da tam böyle yapıyor!

    Abdülaziz Bayındır diyor ki: “Allah Teala senin kiminle evleneceğini bilse, şununla evlen, bununla evlenme der mi?”

    Abdülaziz Bayındır’ın, bu algı durumuyla Allah Teala’nın “ilmi” ile “meşîeti”, “halk”ı ve “rızası” arasındaki ilişkiye dair sağlıklı bir şeyler söylemesini beklemek elbette beyhude. “Benim bu konuda bir şeyler söyleyecek kadar müktesebatım yok” deme erdemini göstermesini beklemek de öyle. Ama kendisini zorlayarak da olsa, üzerinde yetiştiği ilim zeminine en azından bir müsteşrik kadar saygılı davranmasını beklemek, kendisini izleyenlerin en tabii hakkıdır!

    Sözün kısası, ulemamızın “şehvetu’z-zuhûr” dediği psikoloji, ahir zamanda pek çok kimsenin benliğini esir almış durumda. Bir insan kendisini, ulemaya muhalefet edecek yetkinlikte görebilir; onların verdiği hükümleri tartışma mevkiinde olduğunu düşünebilir. Bu başka şeydir; ait olduğu tarihi, medeniyeti, müktesebatı, züccaciye dükkânına girmiş fil gibi tahrif etmeye, kırıp dökmeye yeltenmek başka şeydir.

    Bu ümmetin ilmî müktesebatı Abdülaziz Bayındır gibilerinin ifrazatlarıyla yıkılacak olsaydı, müsteşriklerin yüzlerce yıllık çabası arzu ettikleri neticeyi verirdi. O müktesebat adına değil, ama Abdülaziz Bayındır’ın bu kör gidişle kafasını nereye çarpacağı konusunda endişe edilse yeridir…


  11. mustafa sabri efendi çok büyük bir alimdir.yaşadığı devirde ehli sünneti müdafaa için elinden geleni yapmış mason efgani ve abduhla mücadele etmiştir.ilmi ve şahsiyetiyle günümüz alimlerinin örnek alması gereken birisidir.

     

    yukarıdaki hayat hikayesinde itham etme çabası sezdim.zaten herşey kapalı bir şekilde anlatılmış.ne kaynak ne delil var.yazının sonunda da şeyhülislam mazur gösterilmeye çalışılmış.milli mücadeleye karşı olduğu iftirası da araya sıkıştırılmış.

     

    şeyhül islamın hayatını daha düzgün kaynaklardan okumak gerekiyor.

     

    bu konuda son asır ehli sünnet alimleri isimli eseri tavsiye ederim.

     

    son olarak şeyhülislamın "Mevkıfu’l Beşer Tahte Sultani’l Kader"  eserini gerekli ilmi ve fikri kapasiteye sahip olmayanların okumamasını tavsiye ederim.hatta ilmi ve fikri kapasiteye sahip olanlara da zahidül kevserinin söz konusu kitaba cevaben yazdığı eseri de okumayacaklarsa okumamalarını tavsiye ederim.zahidül kevseriyle olan meşhur tartışmaları bu eser üzerinde gerçekleşmiştir.ehil olmayanlar için tehlikeli bir eserdir.


  12. kanijeli mahlaslı arkadaşın mesajına cevaben:

    şeyh nazımın el öpme meselesi üzerindeki izahından bahsediyorsunuz galiba.o konuşmayı dinledim.elbette söyledikleri yanlış ve saçma sapan şeyler.ancak bunları haram olduğunu net olarak bildiği birşeyi helal kabul etmek olarak görmek yanlıştır.zira söylenenlerden anlaşılacağı üzere bu sözlerin sebebi cehalettir.cehaletin mazeret sayılmadığı durumlar vardır ancak şeyh nazımın sözkonusu konuşmadaki tavrı gibi şeyler bildiğim kadarıyla bunlara dahil değil.çünkü cehaletin mazeret sayılmadığı meseleler genellikle itikat alanında.

    onun için helali haram haramı helal kabul ettiği gerekçesiyle tekfir etmenin yanlış olduğunu düşünüyorum.siz de kafir olur ifadesini kullanmak istemediğinizden sonucu bize bırakmışsınız galiba.

    her ne kadar söyledikleri ciddi yanlışlar olsa da bazılarının kendini tasavvuf ehli gibi gösterip "bizim manevi derecemiz sebebiyle bizden teklif düşmüştür, bundan böyle bize ne haramlardan kaçınmak ne farzları yapmak gerekir.zaten o tip emirlerin gayesi insanın bizim bulunduğumuz makama ulaşmasıdır.gaye hasıl olduktan sonra bunlar kişiden düşer" tipinden sözler sarfetmeleriyle veyahut hıristiyanların domuz eti ve şaraba dair incildeki açık yasaklara rağmen pavlos'un "yahudilerin şeriatı sizden düşmüştür" sözünü bahane olarak kullanıp bunları helal saymalarıyla, ve yahut mürcienin bir kısmının "küfürle birlikte hayır fayda sağlamayacağı gibi imanla birlikte günah da kişiye zarar vermez " demeleriyle bir tutulamayacağı açıktır.

    üstelik bu meseleyi bu şekilde ele alırsak, adetli kadının oruç tutmasına, namaz kılmasına, tavaf yapmasına cevaz verdikleri için mustafa islamoğlunu ve abdulaziz bayındırı tekfir etmemiz lazım.ancak öyle yapmıyoruz.bu görüşleri kendilerini bidat ehli yapıyorsa da küfre düşürmüyor.küfre kadar varan başka görüşleri olsa da bu fetvaları sebebiyle küfürle itham edilmiyorlar.




    bir de kadir mısıroğlunun şeyh nazım kıbrısi hakkındaki bir konuşmasını ekliyorum aşağıya. biraz uzun ama belki ilginizi çeker.
    http://www.kadirmisi...azmkibrisi.html


  13. Son günlerde üstad hakkında müspet ve menfi yönde çeşitli haberler, köşe yazıları çıktı.Bir karalama kampanyası sonucunda medya ikiye, hatta üçe bölündü.Üstadı karalamak için  saldırıp, hakaret edenler, “Üstad iyi şairdi ama” gibisinden söze başlayıp üstadı omuzlarında bir yük farzedip kurtulmaya çalışanlar, bir de karalama kampanyasına itiraz edip üstadı müdafaaya çalışanlar, müdafaa eden yazılar içinde gerçekten tatmin edici cevaplar vardı.Yazarlarına teşekkür diyorum.Ben de bu mesele üzerinde birkaç söz söyleme ihtiyacı hissettim.

     

    Örtülü ödenek meselesine yeterli cevap verilip ve havlayanlar seslerini kısmak zorunda kaldığından bu meseleye hiç girmeyeceğim.Üstadın menderese para için yalvardığı ve o paraları kumarda yediği türünden iftiralara da doyurucu cevaplar geldiği için yazımın merkezinde bu konuyu da işlemeyeceğim.Bu yazıda “Üstadın menderese hapisten çıkmak için yalvarmaya varan mektuplar yazdığı” iddiasını doğru kabul edip bu hareketi bir dava adamına, üstada yakıştıramayan arkadaşlara söz konusu iddianın doğru olup olmadığı tartışmasına girmeden iddiayı doğru farzederek üstadın iddiada bahsedilen tavrını izah etmeye çalışacağım.

     

    Şimdi bildiğiniz üzere demokrat parti devri bu milletin chp'nin kanlı pençelerinden kurtulması yönünden bir rahatlama devri sayılsa da dönemin hassasiyeti itibariyle chp devrinden çok daha çetin bir devirdir.Chp devrinde devlet kademelerindeki kimseden umut olmadığı için ve içinde bulunduğu imkansızlıklar sebebiyle üstada düşen vazife harp meydanında önüne geleni biçmekten, kalemini satın almak için kapısına gelenlerin yüzüne o kapıyı çarpmaktan ve başına gelen her çileye sabretmekten ibaretti.O devirde bu yeterliydi.Elinde imkan olmadığından memleket çapında bir davada Allah indinde sorumluluğu sadace bu kadardı. Allah kişiyi verdiği imkanlara göre hesaba çeker.

    Ardından demokrat parti geldi.İlk başta üstadın gözünde chp'den bir farkı yoktu.Demokrat partinin ilk devirlerinde  yazdıklarından bunu anlamak mümkündür.Sonra üstad Demokrat Parti kadrosu içinde Adnan Menderes gibi bir cevherle karşılaştı.Bu üstadın sıtratejisini değiştirmesine vesile olduğu gibi  üzerindeki sorumluluğu da artırdı.Artık üstad devlet adamları arasında davası için kullanabileceği birini bulmuştu.Bu durumda bu imkanı da aynı dava için kullanmak üstadın boynuna borç olmuştu.Üstelik aralarındaki ilişki bir süre sonra dostluk seviyesine çıkmıştı.Artık parasının bitmesi dergi çıkartmamasına mazeret olmadığı gibi hapse düşmesi de hak adına konuşan bu dilin uzun süre sessizliğine mazeret olamazdı.Dolayısıyla artık üstadın üstüne düşen chp devrindeki gibi düşmanın zulmune sabretmekten ibaret

    olnayıp  bütün bu zulumlere sabredip bu milletin düşmanlarına karşı hiçbir zaaf göstermeden kendi şahsında türk milletine yapılan bu zulme engel olmak, Kendisinin şahsında bütün bir türk milletini hapsetmiş bulundukları hücreden en kısa zamanda çıkarak kendisinin bu zulme reva görülmesinin ve başına bir yağmur misali yağan bütün belaların tek sebebi olan,  ortaya çıkartmak için ömrünü adadığı hakikatleri türk milleti adına türk milletinin pamuk tıkanmış kulağına haykırmak, türk milletinin ruhuna kastedenlerin yüzüne en sert cevapları çarpıp, onların içyüzünü türk milletine göstermekti.

     

    Bu şartlar altında üstadın bir dostunu harekete geçmeye teşvik için ona yalvarmasında, onu harekete geçirebilmek için her türlü yolu deneyip gerekirse bu uğurda sağlık durumu dahil herşeyi mazeret olarak kullanmasında şaşılacak bir şey yoktur. Üstelik üstadın o dönemde o zulum altında ölmesi bu milletin başına gelebilecek belaların en büyüklerinden birisiydi.Bu millet Allah'ın dinini Allah ve millet düşmanlarına karşı mükemmel bir biçimde savunan böyle bir sesi korumak için hiçbir çabada bulunmadan bu şekilde bir zulum altında kaybetseydi bunun vebalinden kurtulamazdı.

     

    Unutmayın zulme karşı susmanın, hareketsiz kalmanın bir bedeli vardır. Bu millet İskilipli Atıf Hoca'lara, Maşallah Ali'lere,Bediüzzaman'lara, Esad Erbili'lere yapılan zulme sessiz kalmanın bedelini, sarık takmasının yasaklanması, ezanlarının susturulması, camilerin ahıra çevrilmesi, kuran-ı kerimlerin toplatılıp yakılması, evlatlarına dinlerini öğretmekten aciz bir duruma düşmesi, Allah'tan ve ahlaktan bahsetmenin yasaklanması, camilerde kuranı kerimin türkçe mealiyle namaz kıldırılması, ders kitaplarında kendi peygamberinin (sallallahu aleyhi vessellem) sahtekar gibi anlatılması, köy enstitülerinin kurulması, şehirlerinin putlarla sokaklarının piçlerle dolması ile 28 şubatta susmanın bedelini üç kişi toplanıp kuran okumaktan korkacak kadar zillete düşmekle, imam hatip okullarının kapanma tehlikesi geçirmesiyle, kızlarının başörtüleriyle okula gitmek istedikleri için dayak yemesiyle, hatta bu dayaklar sırasında çocuklarını düşürmeleriyle, kuran kurslarında mescitlerde secde ettikleri halıları  üniformalı domuzların botlarının çiğnemesiyle ödemiştir.

     

    (serdengecti)

    (emir abdulkadir)

    (Ahmet Nusret Özdil)


  14. Birkaç gün önce Haber Türk Gazetesi’nden Abdullah Kılıç imzalı, "Necip Fazıl'dan Menderes'e yalvaran mektuplar" sürmanşetiyle bir haber yayınlandı. Haber, edebiyat dünyasından birçok ismin devrin başbakanı Adnan Menderes’ten para ve çeşitli isteklerini içeren mektuplarından oluşuyor. Bu mektuplar arasında Üstâd Necip Fazıl’ın da Menderes’e yazdığı mektuplar yer alıyor. Haberin kasıtlı şekilde yapılmış olduğunu daha ilk sözünden anlayabiliyoruz. Haber “yeni belgeler” diyerek yayınlanıyor fakat “Yeni belgeler” diyerek yayınlanan bu mektuplar 2009 yılında Muğla Üniversitesi öğretim üyesi Prof. Dr. Alaattin KARACA tarafından “Necip Fazıl Adnan Menderes İlişkisi (Mektuplarla ve Belgelerle)” isimli kitapta yayınlandı.

     

    Üstâd’ın Menderes’e “yalvardığı” şeklinde ifade edilen sözlerin, tamamiyle Necip Fazıl’ın şahsında, Necip Fazıl’ın kutlu davasına ve bu davaya ömrünü feda eden ve etmek için çalışan bütün insanlara hakaret olduğu su götürmez bir gerçektir.

     

    Bu haberin zamanlaması da manidar olarak görünmekle birlikte, haberin arkasında 31 Mart vak’asından bu zamana sürekli “irtica” korkusunda olan, Sultan 2. Abdülhamid Han, Adnan Menderes, Turgut Özal gibi liderleri, bunun yanında da İskilipli Atıf Hoca, Şeyh Said, Bediüzzaman Said Nursi, Muhammed Raşid Erol (k.s) ve bu isimler gibi ismini sayamayacağımız birçok Allah dostunu, Salih Mirzabeyoğlu gibi Büyük Doğu davasının fikir adamlarını ve binlerce Müslüman Türk gencini mezalime maruz bırakmış bir güruhun yattığı aşikârdır.

     

    Türkiye son yıllarda aslına rücû eden, ecdâdını gittikçe daha iyi tanımaya başlayan, nerden geldiğini ve nereye gittiğini bilmeye başlayan bir hale bürünüyor. Artık AB’yi daha az istiyoruz. Batı ile ilişkilerimizi (millet nezdinde) daha mesafeli tutuyoruz. Türkiye Cumhuriyeti’nde ilk defa Başbakan seviyesinde bir devlet adamı Üstâd’ın gençliğe hitabesini okuyarak “Dininin, dilinin, beyninin, ilminin, ırzının, evinin, kinin, öcünün davacısı bir gençlik” i davet etmiş ve Necip Fazıl Üstâd’ın Büyük Doğu davası doğuşundan 70 yıl sonra dahi ülke siyasetimizde ve sosyal hayatımızda yoğun olarak etki etmiştir.

     

    “Kindar gençlik” naraları atılmaya başladığında bunun nihayetinin Necip Fazıl’a hakaret ve bühtan olacağı aşikârdı ve ortaya şimdi çıktı.

     

    Üstâd, millî manevî ve mukaddes değerlerin kaygısını güden her gencin baş tacı ve sarsılmaz kalesidir. Üniversitelerde ve şehir belediyelerinde düzenlenen etkinliklere, tiyatro, konferans ,sempozyumlara gösterilen yoğun ilgi bunun göstergesi. Asgari düzeyde dava bilinci olan her gencin ağzında “ Mermerlerin nabzında çarpar mı hala tekbîr / Bulur mu deli rüzgar o sedayı Allah bir” mısraı , “ Tohum saç bitmezse toprak utansın/ hedefe varmayan mızrak utansın” mısraı vardır ve ebediyen de olacaktır.

     

    Üstâd’ın mektuplarına da gelince, bu mektupları okuyunca Necip Fazıl’ın ismine ne denli liyakat gösteren bir insan olduğu anlaşılacaktır:

     

    "Ben hastayım. Şekerliyim. Ayrıca çıldırmak üzereyim. Bütün hastane halime acıyor. Bu vaziyette emrin uzaması benim ölüme ve cinnete terk edilmem demektir. Başıma bir hal gelecek olursa Allah'a, Türk Milletine ve "Allah bir" diyenlere karşı hesap nasıl verecektir. Kadiri mutlakın üzerine yemin ederim ki yalan söylemiyorum, mübelağa etmiyorum, rol oynamıyorum, edebiyat yapmıyorum."

     

    Adnan Menderes’ten para isterken dahi Allah davasını, Müslümanları ve Türkler’i düşünecek kadar büyük bir yüreğe sahip büyük bir mütefekkir ve hakiki bir dava adamı Necip Fazıl… Necip Fazıl Üstâd her devirde zulm gören ve gördüğü zulümlerin çoğu Adnan Menderes döneminde olan bir fikir adamıydı. Necip Fazıl’ı samimiyetsizlikle ve kalemini satmakla suçlayanlar Necip Fazıl’ın neden İsmet İnönü’ye böyle mektuplar yazmadığını düşünüp idrak etmezler mi? Omurgasız bir kalem her devrin adamıdır, her devirde en yüce makamlarda olur ve her daim iktidar tarafından kollanır. Fakat ne gariptir ki Necip Fazıl her devirde kollanmak yerine her devirde zulme uğramış ve acı çekmiştir. Necip Fazıl’ın Adnan Menderes ve Demokrat Parti hakkında ilk kanaati Menderes’in ve DP’nin CHP kökenli olması sebebiyle olumsuzdur fakat sonra Menderes’in icraatlarını beğenmeye başlayan Üstâd, Menderes’e tavsiyelerde bulunur ve daha fazla şeyler yapması gerektiğini söyler. Menderes’in elindeki gücü yeteri ve olması gerektiği kadar kullanmadığını gören Üstâd Büyük Doğu Dergisi’nde şu manşeti atacaktır: “Ya Ol Ya Öl”. Akıl ve izan gerektirir ki; muhtaç olduğu birine bu şekilde hitap etmek ya bir delinin yahut davasına samimiyetle bağlı bir büyük adamın harcıdır. Bu konunun tutarsızlığı konusunda söylenecek son söz Adnan Menderes’in katli üzerine yazdığı “Zeybeğin Ölümü “ şiiridir. Adnan Menderes’e söylediklerinde samimiyetsiz olan bir insan böyle duygulu ve içten bir ağıtı yazabilir mi ? “Bilemem susarak ölmek mi hüner? / Lisan çıldırıyor dil nasıl döner? / Ondan son iz uzak, uzak bir fener / Öldü mü? Çatlarım yine inanmam! / Diriye yanarım ölüye yanmam!”

     

    Yapılan haberde ve sonrasından gelen yorumlarda Necip Fazıl’ın ne denli “karakterinden taviz verdiği” “alçaldığı” devletten aldığı paraları kumarda yediği ve aslında sevenlerinin gözünde hiç hayal ettikleri gibi biri olmadığını anlatmaya çalıştılar. Bu yapılan karalama ve linç kampanyasının “öteki” taraftan gelmesi gayet normal. Necip Fazıl var olduğundan beri yapılan bir kampanya. Fakat bunun “bizim” taraftan destek bulması ve Necip Fazıl’ın yaptığının çok yanlış olduğu, bir sanatkârın bir devlet adamına bu şekilde hitap etmesi ve para istemesinin doğru olmadığı ama Necip Fazıl’ın yine de büyük bir insan olduğunu anlatmaya çalışarak, son 5 yıldır başımıza peyda olan “Muhafazakar-Liberal” kavramına örnek olarak oportünist yaklaşımlarıyla, ne şiş yansın ne kebap cinsinden yorumlarla bizleri çıldırtmak için yeterli bir sebep teşkil etmekteler. Haber Türk Gazetesi’nin “başörtülü, muhafazakar liberali” Nihal Bengisu Karaca’nın yazısı bu söylediğimiz yaklaşımı en güzel anlatan yazıdır.

     

    Necip Fazıl’ı kendilerince değersizleştirmeye çalışanların en büyük silahını “kumar” olarak kullanılıyor. Kumar Necip Fazıl’ın inkâr etmediği ve üzerine yazılar ve oyunlar yazdığı illetini herkese en iyi derecede anlattığı bir hastalığı. Üstâd zaten bu hastalığını inkâr etmedi fakat bunun üzerinden “ işte sizin baş tacı ettiğiniz adam da ancak bu kadar olur” diyerek vurmaya çalışanlar ne denli ahmak olduklarını ayan ediyorlar aslında. Necip Fazıl’ın ömrünün sonuna kadar kumar oynadığını iddia eden 40’ından sonra “tarihçi”, Taraf Gazetesi ideolojinsin tipik örneği olan, hem Kemalistlere hem de İslamî düşünceye sahip insanlara çatarak kendisine Türk düşün hayatında bir yer bulmaya çalışan Ayşe Hür’ün yaptığı iftirayı Allah’ın takdirine bırakıyor ve en yüce makama havale ediyoruz.

     

    Şu unutulmasın ki Necip Fazıl KISAKÜREK’in “İdeolocya Örgüsü” payesinde bir kitap yazılamadığı müddetçe Necip Fazıl Türk fikir tarihinin yetiştirdiği en büyük üç mütefekkirden birisi olarak her daim gerek siyasi gerekse içtimai hayatımızda ve gönlümüzün en güzel yerlerinden birinde yer alacaktır. Bugün Necip Fazıl hala birilerini rahatsız ediyorsa, hala birileri tarafından öcü olarak gösteriliyor ve değersizleştirilmeye çalışılıyorsa bunun için Allah’a hamd etmemiz gerekir. Hamd olsun ki Necip Fazıl’ın hayaleti bile onlara kaçacak delik aratmaya yetiyor.

     

    Biz Büyük Doğu davasına gönlünü, ömrünü, fikrini ve bütün haliyle ruhunu bağlayanlar şimdi daha çok haykırıyoruz:

     

    DOĞSUN BÜYÜK DOĞU BENDEN DOĞARAK!

     

    DOĞACAK BÜYÜK DOĞU BİZDEN DOĞARAK!

     

    Raşit Ulaş Çetinkaya / Büyük Doğu Haber

    • Like 2

  15. aleykum selam

     

    "Selam hakkında Peygamber Efendimiz (s.a.v.) başka bir Hadisi Şeriflerinde şöyle buyurmaktadır: “İman etmedikçe cennete giremezsiniz. Birbirinizi sevmedikçe de iman etmiş sayılmazsınız. İşlediğiniz takdirde sevineceğiniz bir şeyi size söyleyeyim mi? Aranızda selamı yayınız.” (Müslim, Tirmizi, İbni Mace.)"

     

    bildiğim kadarıyla "sevineceğiniz" değil "birbirinizi seveceğiniz" şeklinde olması lazım.

     

    bu arada anladığım kadarıyla yazı alıntı.kaynağını da belirtirseniz iyi olur


  16. Yakın Tarihimizdeki hıyanetler

     

    Mehmet Şevket EYGİ

     

     

     

     

     

     

     

     

    Kolay anlaşılsın, bilinsin, olumlu şekilde tartışılsın, gündeme alınsın, üzerinde ciddî olarak müzakereler yapılsın, çare ve çözümler bulunsun diye bazı konuları maddeler halinde, çok açık ve seçik yazıyorum.

     

    *Birinci ve ölümcül hıyanet: Yakın tarihte zengin ve sofu Müslümanların yeterli sayıda kabiliyetli, zeki, düzgün ve istidatlı çocuklarını askerî mekteplere verip subay yetiştirmemeleridir. 1950’lilerde bu konuda çok fırsat ve hürriyet vardı ama Hacı Beyler camiası oğullarını öncelikle doktor ve mühendis yetiştirdiler. Çünkü bu iki meslekte para, itibar vardı!

     

    *İkinci gaflet ve hıyanet: Zengin Müslüman tabakanın genel eğitim işlerine önem vermemesi, çocuklarının bir kısmını öğretmen yetiştirmemesi, dar dinî eğitime saplanıp kalmasıdır.

     

    *Üçüncüsü: Dinî hizmetlere gereken önemin verilmemesi (önem verilmemesi demedim, “gereken” önemin verilmemesi dedim), bütün dikkatin ve enerjinin süslü cami binalarına yöneltilmesi, mihraplara icazetli ehliyetli kudretli hocalar geçirilmemesi, imamlığın, istisnalar dışında namaz kıldırma memurluğu seviyesine düşürülmesi.

     

    *Dördüncüsü: Ümmet birliğinin parçalanması, Sünnî Müslümanların binlerce irili ufaklı ve birbirinden kopuk fırka, hizip, cemaat, dernek ve vakfa bölünmesi ve dehşet verici bir kaos ve anarşi meydana gelmesi.

     

    *Beşincisi: Son on küsur sene içinde büyük bir hürriyet, imkan ve serbestlik olmasına rağmen Sünnî Müslüman çoğunluğun, kendisine itaat ve biat edilecek bir İmam-ı Kebir seçmemesi, bulmaması ve tek bir Ümmet olmaması.

     

    *Altıncısı: Müslümanların bayi satışı (yapay abone ve zorlama satış değil!) iki milyon olan güçlü bir günlük gazete, yine bayi satışı en az bir milyon olan haftalık etkili bir dergi çıkartamaması.

     

    *Yedincisi: Din, iman, İslam, mukaddesat hizmet ve faaliyetlerinin büyük kısmının paraya endeksli olması. (Allah için, yaratıklardan ücret istemeden ihlasla hizmet edenlerin ellerini öperim…)

     

    *Sekizincisi: Müslüman tv’si kuracağız diye saf dindar halktan büyük paralar, altın ve mücevher toplanıp, sonunda büyük kısmı bozuk ve çağdaş yayınlar yapılması.

     

    *Dokuzuncusu: Sünnet-i seniyyeyi yıkmaya, tahrife, ayıklamaya, AB standartlarına ve Feminizme uydurmaya çalışan modernist ve reformcularla gereği ve yeteri kadar mücadele edilmemesi, Ehl-i Sünnetin savunulmaması.

     

    *Onuncusu: Birtakım fanatiklerin ve holiganların, cemaatlerini dinle özdeşleştirmeleri ve hattâ bazen dinin üzerinde görmeleri ve bunların uyarılmaması.

     

    *On birincisi: Kur’anın yasaklamış olmasına rağmen bazı ruhbanların erbab haline getirilip putlaştırılması, böylece gizli şirke düşülmesi.

     

    *On ikincisi: Vaktiyle bu düzen bozuktur, onun yerine hak ve âdil bir düzen getireceğiz diyen bir kısım sahte İslamcıların, ellerine fırsat geçince dün bozuk dedikleri düzenin haram rantlarına saldırıp zenginleşmeleri, mücahidlik postunu atıp müteahhit olmaları.

     

    *On üçüncüsü: Emanetlerin ehliyetli ve liyakatli kimselere verilmemesi, ehliyetsiz bizdenlere, yandaşlara verilmesi. (Emanetlere hıyanetin yaygın hale gelmesi âhir zaman alametlerindendir.)

     

    *On dördüncüsü: Tesettür konusumda Kur’anî, Nebevî, Şer’î normlara ve hükümlere aykırı şeytanî yollara gidilmesi, İslamî olmayan bir tesettür endüstrisinin kurulması.

     

    *On beşincisi: İmandan sonra İslamın en önemli emri ve şartı olan cemaatle namaz kılmanın büyük ölçüde ihmal ve terk edilmesi.

     

    *On yedincisi: Halka dinini öğretecek icazetli ve ehliyetli ulema ve fukaha yetirilmemesi.

     

    *On sekizincisi: Müslüman kesimin büyük ölçüde İstanbul İslam kültürünü, medeniyetini, terbiye ve görgüsünü yitirmesi.

     

    *On dokuzuncusu: İslamî kesimde birtakım arivistlerin (ikbal avcısı) büyük tahribat ve dolandırıcılık yapmaları ve halkı aldatmaları.

     

    *Yirmincisi: Ümmetin tamamı için dört başı mamur bir kurtuluş plan ve programı yapılmaması ve hayata geçirilmemesi. Bölük pörçük ucuz reçetelerle yetinilmesi.

     

    Vicdanlı, iz’anlı, şuurlu Müslümanların bu konuları olumlu şekilde tartışmaları ve müzakere etmeleri gerekir.

     

    Bazı sekter düşünceli holiganlar, özeleştiri yaptığım için bendenize münafık diyecek kadar düşmanlık ediyor.

     

    Müslümanlar tek bir ümmet olsun demek münafıklık mıdır?

     

    Müslümanlar bir İmam-ı Kebir’e biat ve itaat etsinler demek münafıklık mıdır?

     

    Zekatlar Kur’ana, Sünnete ve Şeriata uygun olarak verilsin ve sarf edilsin demek münafıklık mıdır?

     

    Ehl-i Sünneti savunmak münafıklık mıdır?

     

    Şeytanî tesettürü tenkit etmek ve yermek münafıklık mıdır?

     

    Beş vakit namazın terkinin büyük felaketlere sebep olacağını söylemek münafıklık mıdır?

     

    Sabah namazlarında camilerin boş kaldığını söylemek ve bu konuda Müslümanları tenkit etmek ve uyarmak münafıklık mıdır?

     

    Allahü Tealayı iki çehreli bir Roma putuna benzeten kimseye zındık demek münafıklık mıdır?

     

    İslam Protestanlığı çığırının Müslümanları böldüğünü söylemek münafıklık mıdır?

     

    Sünnet düşmanlarını, reformcuları, mezhepsizleri tenkit edip uyarmak münafıklık mıdır?

     

    Müslümanları sapıtmak, parçalamak, yanlış yollara sokmak isteyen Kriptoların aleyhinde yazmak münafıklık mıdır?

     

    Fikirlerim, görüşlerim, tenkitlerim, tekliflerim, temennilerim, çare ve çözümlerim içinde yanlış ve isabetsiz olanlar var ise, gerekçe gösterilerek red ve cerh edilip çürütülmelidir.

     

    Bendeniz İslam dininin iki kere iki dört eder temel gerçeklerini yazıyorum.

     

    Dinî konularda kendi kafama, re’y ve hevama göre yazmıyorum.

     

    Sahih itikat, beş vakit namaz kılmak, cemaat, şer’î tesettür, zekatı dosdoğru vermek, bir İmam-ı Kebire biat ve itaat etmek, Ümmet şuuruna sahip olmak, dört hak fıkıh mezhebinden birini bütünüyle uygulamak gibi konular iki kere iki eder gibi doğru konulardır.

     

    Kemal sıfatlarla sıfatlı ve noksan sıfatlardan münezzeh Allahü Tealayı bir Roma putuna teşbih eden, “Allah gerçek bir Janus’tur” (Hoda Janus-i hakikî est) diyen bir adamı baş tacı eden kimselerin bendenize münafık demelerine, hakaret etmelerine, saldırmalarına şaşmamak gerekir.

     

    Ehl-i Sünnet Müslümanlarının 1924’ten beri başsız olmaları çok büyük fitnedir.

     

    Ümmet birliğinin parçalanmış olması çok büyük bir fitnedir.

     

    Bilenlerin ve imkanı olanların halka İslam ilmihalini öğretmemeleri büyük fitnedir.

     

    Müslüman halkın birbirinden kopuk ve irtibatsız yüzlerce, belki de binlerce cemaate, hizbe, fırkaya, sekte ayrılmış olması büyük fitnedir.

     

    Yeterli derecede emr-i mâruf ve nehy-i münker yapılmaması büyük fitnedir.

     

    Zekatların Kur’ana, Sünnete, Şeriata, fıkha aykırı olarak toplanması ve sarf edilmesi büyük fitnedir.

     

    Din sömürüsü, dinin siyasete alet edilmesi en büyük fitnedir.

     

    Resulullah Efendimizin (Salat ve selam olsun ona) mütevatir ve sahih hadislerinin AB ve Feminizm norm ve standartlarına göre ayıklanması korkunç bir fitnedir.

     

    Sevgili Müslümanlar!..

     

    Bilhassa Ümmet birliği ve İmamet meselesi konusunda tesirli=etkili propaganda yapınız.

     

    Biz Türkiye Müslümanları önce kendi vatanımızda Ümmet olamazsak, ehliyetli bir İmam’a biat ve itaat etmezsek zilletten ve esaretten kurtulamayız, hür ve aziz Müslümanlar olamayız.

     

    (Önemli rica: Sağlığım, yaşım ve imkanlarım ziyaretçi kabul etmeme izin vermiyor. Tanışmak ve sohbet etmek isteyen kardeşlerimin bu durumumu anlayışla karşılamalarını dilerim.)

×
×
  • Create New...