Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]

emir abdulkadir

Admin
  • Content Count

    203
  • Joined

  • Last visited

  • Days Won

    13

Posts posted by emir abdulkadir


  1. ana sayfada projenin tanıtımı vardı bir ara yine konulursa uygun olabilir.veya sizin dediğiniz gibi bir sayfa açılabilir.ancak ismi aksiyon olmamalı kitap dağıtım projesinin tanıtımını yapan ve ismi de bununla alakalı olan bir isim olmalı.

     

    ayrıca sayfada okuyan kişileri cezbedecek şekilde üstadın tanıtımı yapılmalı.tabi proje geniş bir proje olacaksa karalama kampanyalarına cevap verecek kuvvetli kalemlerden müteşekkil bir ekip oluşturulmalı.sitemize has çalışmalardan biri olan sınıf sistemi ve sınıf çalışmaları tekrar başlatılmalı ve bunlarda elimizdeki imkanlar ölçüsünde yayınlanmalı.islami dergilerle ve gazetelerle görüşüp bir sayılarında üstada bir sayfa ayırmalarını ve o sayfada bizim hazırladığımız içeriği yayınlamalarını rica edebiliriz.

     

    umarım fazla ileri gitmiyorumdur.daha idareden izin almadık. sorun çıkmasın :)


  2. bu tür çalışmaları site ve dernek adına yapmanın daha faydalı olacağını düşünüyorum.hem site ve derneğin tanıtımı yapılmış olur.ayrıca büyükdoğu fikriyatını yaymak çabasında pek çok grup var bu tip projeler için onlarla da irtibata geçilebilir.

     

    gerçekten büyük çapta bir proje başlatmak düşünülüyorsa başka derneklerle de irtibata geçilebilir.büyük doğu adına kurulmasa da büyük doğu gençliğine ait olan veya en azından büyük doğuya muhabbet besleyen kişilere ait pek çok dernek var.birlikte çalışmanın faydalı olabileceği fikrindeyim.

     

    bir de projeyi sadece kitap alıp veya toplayıp dağıtmak, emanet etmek aşamasında bırakırsak projenin verimsiz olacağı fikrindeyim.farketmesek de elimizde çok imkan var.en basitinden içimizdeki her on kişiden en az dördünün bir dernekle ilişkisi vardır, her on kişiden 7 si bu site dışındaki sitelere de üyedir, hatta bazılarının kendi siteleri de vardır, içimizde haftada bir çocuklarla, gençlerle sohbet düzenleyenler vardır, çeşitli kurumlarda konferans verme imkanı bulunanlar, gazetelerde dergilerde haber sitelerinde köşe yazıları yazanlar vardır vs. eğer verimli bir proje yapacaksak bütün bu imkanları değerlendirmeli ulaşabildiğimiz her yerde üstadı ve büyük doğu fikriyatını tanıtmalıyız.tabi bu yerlerden bazılarında projenin tanıtımı da yapılabilir.bu şekilde yapılırsa hem kitap toplama, dağıtma projesine destek bulma imkanımız olur.hem de hedef kitlenin ilgisini üstad üzerinde yoğunlaştırmış oluruz.

     

    hedef kitleyi her yönden kuşatmamız gerekiyor.küfür ehli nasıl ki tv'siyle, haber siteleriyle, gazeteleriyle, dizileriyle, filmleriyle, tiyatrolarıyla cemiyeti her yönden kuşatıp zehrini kusuyorsa, bizimde öyle bir kuşatmayla panzehir enjekte etmemiz lazım diye düşünüyorum.

     

    yukarda saydığım imkanların bazılarını uçuk görenler olabilir ancak sitenin ve üyelerin seviyesini bildiğimden bu imkanlara sahip olduğumuzu düşünüyorum.bu hesabım yeni olsa da benim ilk hesabı açtığımda bu sitenin üye sayısı henüz 5000 olmamıştı.

     

    anadolu gençlik derneği gibi dernekler bu hususta en azından tanıtım açısından yardımcı olmayı kabul edecektir diye düşünüyorum.tabi bu dernekle ilişkim olmadığından görüşme işlemini dernekle doğrudan ilişkisi olan arkadaşların yapması daha uygun olur.


  3. bu meseleye hassas yaklaşmak icab ediyor.elhamdulillah kesip atan bir iki istisna dışında yorum yazanlar gerekli hassasiyeti göstermişler.

     

    öncelikle kadir mısıroğlu kimdir.bunu anlamamız lazım.kendisi her ne kadar tarih alanında meşhur olsa da ehli sünneti müdafaa hususunda da ciddi çabaları olan birisidir.çıkarmış olduğu ehli sünneti müdafaa dergisi, dinlerarası diyaloga karşı yazdıkları,islamoğluna karşı tavrı, darulhikme ihsan şenocak,mehmet şevket eygi, ali nar gibi ehli sünnet kaygısı taşıyan kişi ve kuruluşlarla olan müsbet ilişkisi buna örnektir.

     

    şeyh nazım kıbrısinin yanlışlarını söylemediğini söylemişler.bu bilgide yanlıştır. bizzat bulunduğum bir mecliste kendisi şehy nazım kıbrısinin ve cemaatinin yaptığı yanlışlardan ve yanlış uygulamalardan bahsetti.ancak yanlışlarının olması tamamen silmesini gerektirmez benzerinde birşey dedi.zaten kendisi üstadı da tamamen silmiş birisi değildir.

     

    üstad hakkındaki eleştirilerine gelince.söz konusu eleştirilere katılmıyorum.çünkü kadir mısıroğlunun hatıralarına güvenmiyorum.bildiğiniz üzere kendisi yaklaşık seksen yaşında.ve bu durum hafızasında bazı değişikliklere yol açmış.haşa bunamış filan demiyorum.ancak hafızasındaki bazı şeyler, özellikle hatıralar durumla örtüşmemektedir.

     

    beni bu düşünceye sevkeden amillerden birisi deya müdafaa dergisinde veya rıhle dergisinde gördüğüm düzeltme veya özür yazısı gibi bir şeydi.söz konusu yazı anadolu gençlik derneğinin bir üyesi tarafından mısıroğlu hocanın yazdığı bir yazı hakkındaydı.sizlerde çok özür diliyorum metni ve kişilerin ismini hatırlayamadığım için.malesef elimde dergiler de yok.

    yazıda mısıroğlu hocanın önceki sayıdaki yazısında bahsedilen bir olayın hiç olmadığını bahsedilen kişinin mısıroğlu hocanın bahsettiği makamda hiç bulunmadığı ifade ediliyor.kadir mısıroğlu hocaya saygılar sunuluyordu.yazıyı yazan kişi mısıroğlu hocaya ciddi bir saygı duyuyordu.

     

    üstadla 25 yılını beraber geçirdiği nakledilmiş.üstadın kendisi hakkındaki görüşleri sorulmuş.

    "Üstad'ın yanında 25 yıl geçirdiğini söyleyen Kadir Mısıroğlu ve Üstad'ın yollarının hangi durumlarda keşiştiği ve Üstad'ın Kadir Mısıroğlu hakkındaki düşünceleri nelerdir?"

    bu meseleyi (çoğunluk tanımıyordur büyük ihtimalle ama tanıyanlar için yazıyorum) islami edebiyat vakfi merkezinde bulunduğum bir sırada malatyadan gelmiş bir abimiz sordu.soru şu mealdeydi:hocam kadir mısıroğlu birşeyler söylüyorlar siz ne düşünüyorsunuz?

     

    ali nar hoca da şöyle cevap verdi:" kadir mısıroğlu toplumumuzda yer etmiş birisi.kendisini üstad necip fazıl da kabul etti"

     

    böyle insanları sokaktaki bir adamı değerlendirir gibi değerlendirmemeliyiz diye düşünüyorum.elbette hataları yanlışları belki de suçları vardır.ancak bu kimseler ömürlerini adadıkları dava sebebiyle hürmetimizi, saygımızı haketmişlerdir.açıkça davaya ihanet sayılmayacak kusurlarını mazur görmemizi gerekir.bu memlekette müslüman nesillerin bilinçli bir şekilde yetişmesine vesile olmuş, bu davanın çilesini çekmiş dava adamlarına ahir ömürlerinde hürmet etmemiz, en azından bir kaç kusuru var diye isimlerini lekelememiz bir vefa borcudur diye düşünüyorum.

     

    bütün bunları kadir mısıroğlunun hayranı filan olduğum için yazmadım.bahsettiğim meclis kadir mısıroğlunu ilk ve tek ziyaretimdi.üstelik kendisi beni iyice azarlamış nefsime ağır gelen ifadeler kullanarak o mecliste rezil etmişti.aynı duruma tekrar düşmemek için bir daha ziyaretine gitmedim.ancak ömrünün nerden baksan kırk yılını bu davaya hizmete adamış ve hala da bunun için çabalayan birisini şahsi bir mesele yüzünden karalayamazdım.yine ömrünü adadığı aynı davadır ki bu davaya kendisinden kat be kat büyük hizmetlerde bulunmuş ömrünü bu davaya adamış üstadıma ağır hakaretler etmesine rağmen kendisini silmeme engel oluyor.

     

    bu arada merak edenler vardır ali nar kimdir diye.

     

    kendisi islami edebiyat vakfı başkanı, islami edebiyat dergisinin genel yayın yönetmenidir.yetmiş küsür yaşındadır.ahmet davutoğlu hocanın talebelerindendir.edebi, fikri eserleri, ve ehli sünneti müdafaa amacıyla yazdığı dini eserleri tercüme eserleri mevcuttur.

    • Like 2

  4. Aleykum selam.sizin de cumanız mübarek olsun.

     

    fikrinizin hangi kısmına dair fikrimizi istiyorsunuz?hangi şehirde yaşıyorsunuzu, projenizin hedef kitlesi kimler, hangi yaş aralığındaki kişiler, elden dağıtım yaparken kitapları teslim ettiğiniz kişilerde hangi sıfatların bulunmasına dikkat edeceksiniz, tahminen kaç kitap dağıtılacak?

     

    bu gibi sorulara cevap verirseniz fikir alışverişi daha verimli olacaktır diye düşünüyorum.

    siz de Allah'a emanet olun

    • Like 1

  5. "Bu dâvanın ağırlık merkezi aşağı yukarı benim ve mahut Başsavcı, mahut sözü bu vesileyle söylemiş ve artık vesileli, vesilesiz, tekrar etmektedir: "

     

    — Said-ün-Nursî'den daha tehlikeli olan bu adam!..

    "

     

    anladığım kadarıyla bu sözü üstad değil başsavcı sarfediyor.zaten üstad hakkında sarfediyor.tehlikeden chp diktasına karşı olan tehlike kastedilmektedir.


  6. yazdıklarımı izah etmeye çalışmakla yetineceğim.buyurun tartışmayı bir de benim gözümden görün.ithamlara cevap vermekle uğraşmayacağım zira mesele üstünlük ve muhatabı altetme davasına dönüşüyor.en başından böyle bir iddiada bulunmadığımı bu duruma düşmek istemediğimi ifade etmiştim.inşallah ilk mesajımdan itibaren izah etmeye çalışacağım.uslubumdaki ani değişiklikleri mazur görünüz.heyecanlanınca ölçüyü kaçırıyorum.bunu farkedince geri adım atıyorum.henüz ölçüyü tutturamadım.tabi bu durumu tartışmada zor duruma düşünce yaptığım bir taktik değişikliği olarak değerlendirmek de isteyebilirsiniz. bu sizin bileceğiniz iş.

     

    ilk mesajımı şu mesaj üzerine yazmıştım:

    ""Büyük Doğu aleminin kadını, bu kılığa girdikten sonra, artık ona, ev, mektep, salon,daire, konser, konferans, merasim; zatiyle dini bir yasak belirtmeyen her yer açık ve serbesttir." İdeolocya Örgüsü- Kadın kılığı

    selametle"

     

    bir mesele üzerindeki şer'i hüküm hakkında tartışılırken sırf bu mesajı yazıp köşeye çekilmek üstadın görüşü budur deyip meseleyi kapatmak, sözkonusu meselede ulemanın görüşünün ne olduğuna bakmayı bile luzumsuz çaba olarak değerlendirmek manasına geliyordu.üstelik muhatabı ya sorgusuz sualsiz sözkonusu görüşü kabul etmeye veya söz konusu meselede hatalı olduğu için üstadı yargılamaya zorluyordu.hem böyle ciddi bir meselenin hafife alınması hem de ulemanın yoksayılması, hem de tartışmadaki muhatabın böyle bir tercihe zorlanması beni rahatsız etti.burada ciddi bir anlayış hatası vardı.bu mesaj islami meselelerde takınmamız gereken hassas tavra aykırıydı. bu anlayış hatasını haber vermek muhatabı bu meselelerde daha hassas olmaya davet için ilk mesajımı yazdım.dikkatinizi çekerim bu mesajda aslında üstadı yoksaymak gerektiğine dair birşey de söylemedim.sadece temel kaynak gibi ve tek referans olarak kullanamayacağımızı ifade ettim.ilmihal konumunda bile değil derken de eserin meseleyle alakasının ikinci veya üçüncü dereceden olduğunu anlatmaya çalıştım.

     

    ancak fiyaskoyla sonuçlandı.

    çünkü bu mesajımda esas derdimin ulemayı ve bir meseledeki şeri hükmü hafife almak olduğunu ısrarla ifade etmeye çalışmışken ve burada itiraz ettiğim şeyin üstadın haklı veya haksız olmasının ötesinde olduğunu anlatmak için çabalamışken hemen altında birisi cevap yazmış ve itirazımın üstaddann alıntı yapmaya olduğunu vehmedip beni bir cinayetle suçlamıştı:

     

    " NFK ile ilgili bir sitede onun görüşüne atıfta bulunulması sakıncalı bir tavır değil, buna kızmamalıyız. Önce bunu bir söyleyelim. Kitabın ilmihal kitabı olmaması da Üstadın görüşünü yoksaymayı gerektirmiyor. Çünkü bu başlıktaki tartışma benim anladığım kadarıyla ilmi hudut içinde kalmıyor ve pratiği de ilgilendiriyor. İlmihal değiller diye üstadın kitaplarını okumayı bırakmıyoruz, bırakmak da cinayet derecesinde bir hata olurdu."

    üstelik beni üstadın eserlerini ve görüşlerini doğrudan reddetmek konumuna koymuş binbir emekle yazdığım mesajdan hiçbirşey anlamamayı başarabilmişti.

     

    bununda aynı anlayış hatasından kaynaklandığını düşünüp yanlış anlaşılmaları düzeltmek amacıyla ithamlara cevap verip meseleyi tekrar izah etmeye çalıştım.muhatabımın bu tür yanlış anlaşılmaları önlemek için sarfettiğim onca emeğe rağmen üstadın görüşünü tek referans olarak almayı reddetmek ile onu tamamen yoksaymak arasındaki farkı idrak edemediğini farkettiğimden bu meseleyi tekrar izaha çabalamak yerine ve üstadın görüşünü tamamen yoksaymak ithamını kabullenerek cevap yazmanın daha pratik olacağını düşündüm.ve ikinci mesajımı yazdım.

     

    önceki meseleyi izah edecektim ancak bu seferki muhatabımda başka bir anlayış hatası gördüm.önce bu noktadaki hatayı düzeltmeye çalışmak gerektiğini düşünerek bu yönde hareket ettim.

    bu muhatabımdaki yanlış anlayış hatası kendi görüşüne delil getirmenin kendisini haklı yapacağını düşünmesiydi.bu hatanın doğurduğu bazı ciddi problemlere şahit olduğumdan bu anlayışın yanlış olduğunu izaha kalkıştım.itham olarak algılanmasın diye şahit olduğum o durumları tavır sahiplerinin için düştükleri durumları nakletmedim.lakin biraz da benden kaynaklanan hatalarla muhatabım cevabımın başka yerlerini itham olarak algıladı."ilmi hal hakkındaki sözünün hiç ilmihl okumadığını düşündürtmesi gibi yerler"(belki bu sözler küçük düşürme çabası olarak değerlendirilebilirdi ancak ben öyle birşeyi kasdetmedim.)

    heyecanlanıp kırıcı olmamak için binbir emek harcadığım bu cevap da boşa gitmişti.üstelik muhatabımın gözünde çokbilmiş durumuna düşmüştüm.üstelik kendisine rezil etmek için yazdığımı sanmıştı.

     

    muhatabım tekrar cevap yazdı:

     

    ben yaftalamamak, ithamda bulunmamak kırmamak için o kadar çabalarken ve bunlardan sakınmakta zorlandığım için tartışmadan uzak kalmak istediğimi ifade etmişken muhatabım beni kendisini yaftalamakla itham etmekte, tartışmanın merkezine kasten girmediğimi ifade etmişken beni tartışmayı dağıtmaya çalışmakla suçlamaktaydı.üstüne üstlük bir de tartışmayı ben bilirim sen bilirsin seviyesine indirmişti.

     

    bunlara zar zor sabrediyordum ki muhatabım günümüzde hazreti ömerin uygulamasını yapmanın zulum olduğunu iddia etti.bunu da okuyunca gözüm karardı en son mesajımı yazdım.artık muhatabımmın iyi niyetinden umudumu kesmiştim.zira sırf bir meselede haklı olmak için hazreti ömerin tesbit ettiği bir hükmü uygulamayı zulum olarak gösteriyordu.

     

    üstelik muhatabımın bu mesajındaki ifadeler kuran tarihseldir ,islamın hükümleri tarihseldir, bütün şeri hükümleri asrımızın şartlarına göre yeniden değerlendirmeliyiz, ulemayı boşverin kitaptan sünnetten kendimiz hüküm çıkartalım vesaire diyen kişilerin (modernistler)söyleyip durdukları ifadelere ciddi biçimde benziyordu.

     

    benim son mesajımdan sonra o son mesajını yazdı.

     

    son mesajında beni alimlik taslamak,yobazlık, terbiyesizlik yapmak, şizofreni kusmak ve yalan söylemekle, itham etmiş.

     

    İtiraz noktamı anladığı için dün siteye girmesine rağmen cevap yazmadığını sandığım ssimeranya'nın da yazdıklarımdan hiçbirşey anlamadığına şahit oldum.üstelik bu sefer de o kendisi sünnetten hüküm çıkarmaya başlamış.

     

    ilk mesajımda dediğim gibi tevfik Allah'tan. Ve ben kaybettim.hem derdimi anlatmakta hem tartışmada. Baksanıza muhataplarım nasıl süslü bir uslup, kuvvetli bir dil kullanmuşlar.ben kaybettim, hezimetin zilletini yaşıyorum.zaferin izzetini yaşayan muhataplarımdan nail oldukları galibiyyetin bir şükür ifadesi olarak yazdıklarımı tekrar okumalarını ve itiraz ettiğim anlayış hakkında biraz tefekkür etmelerini istiyorum.lütfen bu sefer değer verdikleri hakikatler hürmetine, Allah rızası için beni kendisiyle itham ettikleri kusurlarımı (veya suçlarımı) görmezden gelerek bir değerlendirme yapsınlar.

     

    Eğer onları alimlik taslamam rahatsız ettiyse beni kara cahil olarak değerlendirsinler.şizofreni olduğumu düşünüyolarsa bile gördüğüm şeylerin var olup olmadığını kontrol etsinler öyle teşhis koysunlar. Yobazsam, terbiyesizsem cahilliğime versinler, edebi edepsizlerden öğrenenleri hatırlasınlar, yalancı olduğumu düşünüyorlarsa yazdıklarımdaki yalanlarla hakikatleri tefrik etmek için okusunlar.

     

    Bu noktadan sonra derdimi anlatmaya benim gücüm yetmiyor.herşeyi O'na bıraktım.her ne kadar yazdıklarım anlaşılmaz karman çorman yarım yamalak şeylerse de anlatmak istediğim net bir hakikattir. Ve şüphesiz o anlaşılmazı anlatmaya kadirdir.dilerse benim yazdığım bütün bu anlaşılmazlardan o hakikati süzüp muhatabın kalbine yerleştirir.

     

    kullandığım bütün kırıcı ifadeler için özür diliyor ve kenara çekiliyorum.


  7. Büyük medya düzelmezse Türkiye düzelmez, düzelemez. Bugünkü şekliyle büyük medyamız, istisnalar dışında, doğrudan doğruya veya dolaylı olarak hayra değil, şerre hizmet etmektedir.

     

    Büyük medyada neler var?..

     

    Kasıtlı olarak fitne ve fesat, nifak ve şikak çıkartılmaktadır.

     

    Ahlaksızlık, müstehcen yayınlar, şehvetleri galeyana getiren seksî resimler…

     

    Kötülüklerin anası olan alkollü içki konusunda şu bazı gazete ve tv’lere bakınız. İçki konusunda en ufak bir kısıtlama ve engellemeye bile razı olmuyorlar.

     

    Seks konusunda da öyle… Liseli kızların bekâretlerini korumaları konusunda harekete geçilse kıyamet kopartıyorlar.

     

    Bazı gazete ve tv’ler sanki fuhuş yayın organları haline gelmiştir.

     

    İyi ve hayırlı bir medyanın vazifesi nedir?..

     

    Halkı, idarecileri ve idare edilenleri aydınlatmak, uyarmak, bilgilendirmektir. Bizde bu yapılıyor mu?

     

    İslamcı iktidar medya konusunda yapması gerekeni yapabildi mi? Bendeniz yapamadı diyorum.

     

    Şu anda ülkemizde üç çeşit medya vardır:

     

    1. Bildiğimiz klasik basılı gazeteler, dergiler… 2. Televizyon kanalları… 3. İnternet gazeteleri…

     

    Bu ülkenin halkının büyük çoğunluğu Müslümandır ama İslamî medya, egemen azınlıkların medyası kadar güçlü ve etkili değildir.

     

    Onların medya konusunda çok büyük sermayeleri, tecrübe ve birikimleri, kıdemleri ve çevreleri vardır.

     

    Türkiye Müslümanları her konuda bölünmüş, Protestanlaşmıştır. Bu bölünmüş, bu parçalanmışlık ve dağınıklık içinde medya üstünlüğünü kazanmak mümkün değildir.

     

    Türkiye Müslümanlarının enerjisi, İslamî cemaatler tavaif-i mülûku mozaiği içinde heba olmaktadır.

     

    Müslümanlar birlik olabilseler, bütün güçlerini enerjilerini bir araya getirebilseler günde en az iki milyon satacak bir gazete çıkartabilirler.

     

    Çok satan cemaat gazeteleri yok mu?.. Var ama onların satışı zorlama ve taşıma su satışı… Tiraj bir milyon, bayi satışı otuz bin…

     

    Müslümanların önünde şöyle bir imkân var ama bunu hayata geçirebilirler mi?

     

    Her gün üç milyon basacak ve bedava dağıtılacak küçük hacimli, fakat çok güçlü ve vurucu bir gazete. Masraflarını ilanlarla ve sübvansiyonlarla karşılayacak bir gazete…

     

    Tabiî muhalif olacak ama asla yıkıcı ve çökertici muhalefet yapmayacak.

     

    Medya, özel hastahaneler, eczahaneler gibidir. Ticarîdir ama hukuk ve etik dairesi içinde hizmet vermeye mecburdur.

     

    Baskıyla, zorlamayla, kanunla, polisle hür ve vatansever bir medya kurulamaz.

     

    İslama, ülkeye, halka, devlete (rejime değil!), ahlaka, fazilete, hikmete hizmet edecek güçlü ve etkili bir medya için şu şartların bir araya gelmesi gerekir: (1) Müslümanların, bir

     

    İmam-ı Kebire biat ve itaat ederek tek bir Ümmet haline gelmeleri… (2) Bedevî ve kırsal kültürden arınıp medenî Müslüman olmaları… (3) Yeterli sayıda çok güçlü, üstün ve vasıflı medyacılar yetiştirmeleri… (4) İslam ahlakından zerrece taviz vermemeleri… (5) Emanetleri ehil olan kimselere vermeleri…

     

    Şimdi soruyorum: İslamî kesimde birleşmek, güçlenmek ve yukarıda bahs ettiğim gibi bir medya kurmak niyeti var mıdır? Yoktur.

     

    Bu niyeti hayata geçirecek maddî imkan, para var mıdır? Vardır.

     

    Bu konuda irade var mıdır? Yoktur.

     

    Sözü uzatmayayım: Medya medenî ve demokratik ülkelerde dördüncü güçtür.

     

    Bizde gizli birinci güçtür.

     

    Türkiye Müslümanları medya konusunu halletmeden, esaret ve zilletten kurtulamaz.

     

    Bugünkü bin parçalı İslam Protestanlığı anarşisi ve kaosu içinde güçlü bir İslam medyası kurmak mümkün olamaz.

     

    Bir İmam’a biat ve itaat etmek.

     

    Tek bir Ümmet olmak.

     

    BİR’leşmek.

     

    Emanetleri ehil olanlara vermek.

     

    Kur’an ve Sünnet ahlakı ile ahlaklı olmak.

     

    Zayıf Müslüman değil, kuvvetli Müslüman olmak.

     

    02.01.2013


  8. anlaşılan derdimi size anlatamayacağım.

     

    ben burda şimdiye kadar tartışılan mesele üzerinde doğrudan birşey yazmadım. hatta o tartışmanın içine girmedim.ve hatta girmediğimi girmek istemediğimi ilk mesajımda da söylemiştim.benim itiraz noktam anlayıştaki bir yanlışlıktı.lakin itiraz ettiğim yanlışın sürmesi itirazımın anlaşılmasına da engel oldu. herhalde bunlar gözünüzden kaçmış ki beni konuyu esas mecrasının dışına taşırmakla itham ettiniz. sayenizde farketmeden tartışmanın ortasına dalmış oldum.

     

     

    meselenin hayırlı olmak meselesi olmasına gelince herhangi bir meseleden bahsediyor olsaydık yorumunuza hak verirdim ancak burdaki tartışmada tercih sebeplerinden biri sayılır. kaldı ki sıradan bir hayırlı olmak meselesinden bahsetmiyoruz.

     

    söz konusu hayırlı kişiler sahabedir.islama dair sözleri başkalarına tercih edilir.bahsettiğim diğer kısım ise rabbani alimlerdir ki biz dinimiz onlardan öğreniriz.üstadda onlardan öğrenir.onlardan öğrenmek gerektiğini söyler.din tahripçileri eserine yazdıkları buna şahittir.

     

    şer'i hüküm, ideal, pratik hayat, şartları göz önünde bulundurmak filan falan meselesine gelince:söz konusu şer'i hükümse efendim pratik hayat tarih şartları falan filan diyerek şer'i hükmü görmezden gelemezsiniz.fıkhi hükümlerin örfe göre değişebilecek kısmı bellidir.kalanında örf  değişir.

    kaldı ki biz burda kadı huzurunda yargılanılan bir hükümden bahsetmiyoruz. mesele Allah indindeki mesuliyyettir.devletin ikiye bir dışarı çıkan kadına karışması farklı şeydir bu kadının Allah indinde sorumlu olup olmaması farklı şeydir.burda bizim meselemiz ikincisi.

    yine başka bir yön olarak burada kadının sadece sokağa çıkması değil ihtilat sözkonusu.

     

    hazreti peygamberin (sallallahu aleyhi vessellem) rivayet ettiğim hadislerini görmezden gelmenizde hakikate karşı işlenmiş bir zulum olsa gerek.

     

    daha hazreti ömer'in (r.a) sözkonusu uygulamasının fıkhi hüküm olarak kuvvetini bilmeden zaman değişti diyerek yoksaymanız da ayrı bir mesele.

     

    "cevazdan faydalanmamanın zulum olacağını" düşünüyorsunuz.Allah aşkına cevazdan faydalanmamaya zulum derken neye dayanıyorsunuz.azimetin ruhsata üstünlüğü nerde kalıyor.hazreti ömer r.a. nın biz şüpheliye düşmek korkusuyla mübahların onda dokuzunu terkederdik demesi nerde kalıyor.ashabta ne zalimmiş(!) be.zaten başından beri ne söylediyseniz düşünüyorsunuz.acaba sözlerinizin sonuna düşünüyorum gibi ifadeler ekleyince o sözlerden sorumlu olmayacağınızı mı sanıyorsunuz.

     

    "Bunlardan hangisinin seçilmesi gerektiği konusunda anlaşamıyoruz, anlaşamayacağız ve mevzu da tamamen bundan ibaret. "

    bence burdaki ihtilafın sebebi bu filan değil.bu kadar tartışmanızın temeli şu sözünüzü haklı çıkartma çabanızdır:

    "Şahsen ben kızım olursa onu herhalde ilk 4 veya 8 yıl boyunca kaliteli bir karma okula gönderir, sonra da ya kaliteli bir İHL'ye, yahut yalnızca kız öğrencilerin okuduğu bir okula yollar, daha sonra da tesettürüyle okuyabileceği bir üniversiteye gönderirdim."

     

     

    bir iki hadisten kafanıza göre hüküm vermek yerine ihtilatın hükmünü araştırsaydınız bu tartışmamıza gerek kalmazdı.gerçi hükmü hadisten çıkartmadınız, zaten vermiştiniz.

    • Like 1

  9. "

    İki mesaj yukarıda paylaşılan alıntı bence önemli bir düsturdur. NFK ile ilgili bir sitede onun görüşüne atıfta bulunulması sakıncalı bir tavır değil, buna kızmamalıyız. Önce bunu bir söyleyelim. Kitabın ilmihal kitabı olmaması da Üstadın görüşünü yoksaymayı gerektirmiyor. Çünkü bu başlıktaki tartışma benim anladığım kadarıyla ilmi hudut içinde kalmıyor ve pratiği de ilgilendiriyor. İlmihal değiller diye üstadın kitaplarını okumayı bırakmıyoruz, bırakmak da cinayet derecesinde bir hata olurdu."

     

    üstadın eserlerini okumayı bırakmaya  dair hiçbirşey söylemedim, ima etmedim.yukardaki sözlerimden bunu çıkarmak bahsettiğiniz cinayet derecesindeki hatalardan birisi olsa gerek.yoksayma meselesine gelince yoksaymayı gerektiren şey esasında kitabın ilmihal kitabı olmaması değil üstaddan daha hayırlı kişilerin söz konusu mesele hakkındaki tavrının belli olmasıdır.daha hayırlı olduklarına delil olarak da üstadın kendisini getiriyorum.

    üstad ne diyor.

    "O'nun kulunun kölesinin kuluyum"

     

    siz de takdir edersiniz ki burada ki O Efendimiz (sallallahu aleyhi vessellem) dir.kendisini kulu(kölesi) olarak gördüğü kişi de bir Allah dostu'dur

     

    ve yine üstadın bir veliden naklederek aynen katıldığı bir ifade var.

     

    "velilerin en üstünü sahabenin en alt seviyesindekinin atının burnundaki toz olamaz"

     

    yine üstadın vasiyetinde şöyle demişti:

    "Eserlerim mevzuunda vasiyetim kısaca şu:İlk yazılarımdan birkaçı asla benim değil;sonrakiler de "en dakik şeriat mihengine vurulduktan",yani nasip olursa tarafımdan bütünleştirildikten sonra benim...Bir kısmını şimdiden tamamlamış bulunduğum eserlerim üzerinde "bu ölçüyü devam ettirmek ve en titiz murakabeyi sürdürmek borcu ise,mirascılarımın ve manevi mirasçım gençliğin..."Ben öldükten sonra kim ve ne suretle eserlerimin üzerinde gizli bir tasarrufa kalkar da ölçüyü hafifçe bile olsa örselerse,tezgahını başına yıkınız!

    "

    dikkatinizi çekerim üstad eserlerini en dakik şeriat mihengine vurma vazifesini vefatından sonra büyük doğu gençliğine bırakıyor.yani eserlerimi şeriatın mihengi kabul edin demiyor.eserlerimi şeriat mihengine göre kabul edin diyor.bu demek oluyor ki eğer eserimde bir ifade o mihenge uymuyorsa o benim değildir, ben onu reddediyorum siz de reddedin, bana nisbet etmeyin diyor.şimdi şunu soruyorum.bu mihengi neye kime göre belirleyeceğiz.kendimiz ölçü olmaktan uzağız.şeriat adına konuşan herkesi de ölçü kabul edemeyiz.bir meselede şeriatın hükmünü öğrenmek için ölçü kabul edebileceğimiz kişilere ihtiyaç var.ben diyorum ki bu noktadaki ölçümüz ashab-ı kiram ve rabbani alimlerdir.bu ölçüye itirazı olan olacağını sanmıyorum.

     

     

     

    yazınızın devamıysa bana şimdiye kadar hiç ilmihal okumadığınızı düşündürdü.ilmihal pratik hayat dediğiniz şeye dairdir zaten.

     

    bu arada lütfen kendiniz hüküm çıkartmaya çalışmayınız.yanlış kıyas yapmanız kuvvetle muhtemeldir.cephe gerisi hizmetindeki hanım sahabilerle günümüzde çarşıda pazarda okulda dernekte çalışan bayanlar arasında yaptığınız kıyas gibi.

     

    eğer malzeme arıyorsanız cephe gerisine gitmenize gerek yok bizzat meydan savaşında bulunan mücahide sahabiler de var.ancak hazreti aişe cihat için izin isteyince Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) ona hanımların cihadının hac olduğunu söylüyor.

     

    yine aynı şekilde Efendimiz (sallallahu aleyhi vessellem)in devrinde hanım sahabiler camide cemaate iştirak ediyorlardı. bununlar birlikte hanımların kıldıkları en faziletli namazın evlerinin en ücra odasındaki namaz olduğunu ifade eden hadis-i şerifler mevcut.kaldı ki hazreti ömer(r.a) devrinde hanımların camiye gitmesi yasaklanmıştı.bunun sebebi olarak fitnenin artması söylenir.şimdi sorum şu günümüz fitne açısından hazreti ömer (r.a) devrinden daha mı temiz ki günümüzde hanımların ikiye bir dışarı çıkmasında beis görülmüyor.

     

    bir konuda hüküm vermiş kişi ona kendisine kitap ve sünnetten deliller bulabilir bu normal bir durumdur.ancak bu kişiyi hakikate ulaştırmaz.zira bizim yapmamız gereken sünnetten kendi fikrimizi destekleyecek deliller bulmak değil fikrimizi sünnete göre belirlemektir.

     

    günümüzde din hakkında konuşan herkes kitap ve sünnetten kendisini destekleyecek deliller getiriyor. hatta sünneti açık bir şekilde reddeden yaşar nuri öztürk bile sünnetten kendisine delil getiriyor.kısaca demek istediğimkendi görüşümüzü destekleyecek bir kaç delilimiz var diye bu kadar rahat konuşmamalıyız.umarım derdimi anlatabilmişimdir

    • Like 2

  10. ["Büyük Doğu aleminin kadını, bu kılığa girdikten sonra, artık ona, ev, mektep, salon,daire, konser, konferans, merasim; zatiyle dini bir yasak belirtmeyen her yer açık ve serbesttir." İdeolocya Örgüsü- Kadın kılığı

     

    Selametle...]

     

     

     

    bu meselede bu alıntıyı yapıp meseleyi kapatmanızın muhatabı " tamam canım üstad demişse doğrudur" veya "canım üstad demiş olabilir ama o da insan sonuçta hata yapmıştır" türünden bir tavır sergilemek zorunda bırakma çabasından kaynaklandığının büyük ihtimalle siz bile farkında değilsiniz.

     

    meseleyi tartışmadan, görüş beyan etmeden bir noktayı açıklığa kavuşturmak gerekiyor.burada dava söz konusu meselede "üstadın ne söylediği" "söylediği şeyin ne kadar hakikat ifade ettiği", " haklı olup olmadığı", "hata yapıp yapmadığı" değildir.

     

    dava bir meselede şeriatın sınırlarının, hükmünün ne olduğudur.dava bu kadar büyük olunca ilmihal konumunda bile olmayan bir eseri temel referans ve tek kaynak olarak kabul edemeyiz.

     

    söz konusu meselede ulemanın görüşü ve ashabın tavrı belli iken ne üstadın sözlerini onların görüşleriyle kıyaslama ahmaklığına ne de bir meselede hata yapmış olduğu gerekçesiyle üstadı yargılama, karalama edepsizliğine düşmek zorundayız

     

    mesele din olunca yanlış anlayışlar yanlış hüküm vermekten, yanlış amellerden daha tehlikelidir.onun için mesele islam olunca çok hassas bir anlayışla hareket etmeliyiz.

     

    bakınız şu anda amelde 4 itikatta 2 ehli sünnet vel cemaat mezhebi var.bu mezheblerin pek çok mesele üzerinde görüşleri var. ve pek çok mesele üzerinde de farklı görüşler beyan etmişler.hatta aynı mezhep içinde de farklı görüşler var.bu ihtilaf edilen meselelerden öyleleri var ki mevcut görüşlerden sadece birisi doğru olabilir, hatta belki hakikat bütün bu görüşlerin dışındadır.

     

    bütün bu ihtilaflara rağmen bu mezheblerin hepsini ehli sünnet vel cemaat yolunda birleştiren şey işte bu doğru din anlayışıdır.

     

    umarım meseleyi izah edebilmişimdir.kimseyi itham etme karalama, küçük düşürme gibi bir niyetim, kimseden üstün olma iddiam olmadan gördüğüm bir anlayış hatasını tashihe çalıştım.

     

    tartışma kızıştığında uslubum muhatabı kıracak derecede sertleşebildiğinden ve tartışma içinde hakikati daha güzel bir uslubla ifade edenler bulunduğundan mesele üzerinde doğrudan görüş beyan etmedim.tevfik Allah'tan.

    • Like 2

  11. üstadın çocuk şiirinin arapça tercümesi.islami edebiyat dergisinde yayınlanmış.

    mütercim:avni ömer lütfioğlu

     

    الطفل

    اَلطِّفْلُ یَعْبَقُ فَمُھُ وَرْدًا إِذْ تَشُمُّ أُمُّھُ لُبَابَ الْوَرْدِ

    جُنْبُدٌ یُنْبِتُ أَلْفَ بَرْعَمٍ وَشَجَرٍ، جُنْبُدٌ كَالْوِرْدِ

    فِي الطِّفْلِ لِلصُّعُودِ إِلَى السَّمَاءِ بِطَائِرَةِ الْوَرَقِ غَیْرَةٌ!

    وَلَوْ نَظَرَ إِلَى النَّمْلَةِ، لِمَاذَا؟ وَكَیْفَ؟ وَحَیْرَةٌ!

    وَبِنِعْمَةِ الْفَتْحِ وَجْھُھُ طُغْرَةٌ كُلُّھَا نُورٌ...

    اَلطِّفْلُ ھُوَ الْحُرُّ حَقا فَنَحْنُ أُسَرَى فِي قُیُودِ الْعَقْلِ نَدُورُ

    رَحْمَةُ اللهِ سَبَقَتْ غَضَبَھُ قَوْلُ صِدْقٍ فِي اْلأَقْوَالِ

    وَالْیَتِیمُ ذُو النَّظَرِ الْحَزِینِ لِلرَّحْمَةِ خَیْرُ صَرْحٍ وَمِثَالٍ

    اِبْكِ الْیَوْمَ یَا وَلَدِي سَتَعْجَزُ مِنَ الْبُكَاءِ مِنْ غَدِهِ

    وَیَعْصَى عَلَیْكَ فَھْمُ مَا تَفْھَمُھُ الْیَوْمَ مِنْ بَعْدِهِ

    ھُمُ اْلأَطْفَالُ فِي قُلُوبِھِمْ تَعْمَلُ دَقَّاتُ الزَّمَانِ

    حَلَقَاتُ أَبَدِیَّةٍ فِي سِلْسِلَةِ نَسْلِ اْلإِنْسَانِ

    ***

    لاَ فَھْمَ یَا وَلَدِي لاَ فَھْمَ بَلْ اِدِّعَاءُ الْفَھْمِ

    فَنَتْفُ الْعَقْلِ لِشَعْرِ رَأْسِھِ آَخِرُ مَطَافِھِ مِنَ الْعِلْمِ

    الشاعر: نجیب فاضل قیصا كورك

    الترجمة إلى العربیة: عوني عمر لطفي أوغلو

    • Like 1

  12. MÜSLÜMAN VE DEMOKRASİ

    Murat TÜRKER

     

    Yıllardır önümüze konulup durduğu için “Demokrasi araçtı/değildi” tartışmasından sıdkımız sıyrılmış bulunuyor. Bir yandan da alttan alta yürüyen bir propagandanın varlığını müşahede ediyoruz. Demokrasi söylemini bayraklaştıran ehl-i dinin iki uçlu bir yaklaşım tarzı geliştirdikleri de göze çarpıyor. Bahsini yaptığımız işbu iki uçtan biri, fikir piyasasında ağırlığını hissettiren liberal ve özgürlükçü kesime yöneliktir. Bunlarla muhatap olunduğunda sürekli, “İslâm’da zorlama olmadığı”, “insanların bir tarağın dişleri gibi eşit olduğu”, “demokrasinin mahza İslâmî olduğu” türünden ‘kulağa hoş gelen’ bir diskur benimsenir. Ama öbür uçta da hassasiyetle konuşlandırılmış başka bir söylemle karşılaşırsınız. Liberal muhataplarına bol bol mavi boncuk dağıtan ‘demokrat ehl-i din’, ‘radikal’ olarak isimlendirdiği müslümanları da işbu boncuklardan mahrum etmez. Onlara da her daim “demokrasinin araç olduğu”, “hedefe vasıl olma noktasında hali hazırda istimal edilebilecek tek seçenek olduğu”, “ihtilafın amaçta değil usulde olduğu” tahşidatı yapılır.

    Bunun daha iyi anlaşılması için en elverişli ve müşahhas misal, mezkûr muhafazakâr demokratların diline pelesenk ettiği vecizelerden biri olan “Demokrasiden geriye dönüş yok” terkibidir. Bahsettiğimiz iki uçlu söylemi bu sözde rahatlıkla fark edebiliriz.

    Bu sözün özgürlükçü-liberal çoğunluğa göz kırpan tarafında “Evet, demokrasiden geriye dönüş yoktur; bu topraklarda daha önce cari olan saltanat-hilafet karışımı tecrübeler tümüyle tarihte kalmıştır. Haddizatında ‘köktenci’ (ne demekse!) olmayan modern müslümanların (ya bu ne demek!?) demokrasiyle bir problemleri olmadığı gibi, yaşanan son hadiseler göstermiştir ki, onlar bu topraklarda demokratik bir yapının en önemli müdafileridirler.” ifadeleri ile hülasa edilebilecek bir anlam çerçevesi mündemiçtir.

    Ama bir de demokrasiye ‘hükümde ortaklar ihdas ettiği’ yaklaşımıyla itiraz eden müslümanlar vardır. Onlara ne denecektir? Bunun da bir kolayı vardır. Şu söylenir: “Kardeşim ‘demokrasiden geri dönüş yok’ demek, zımnen ‘ondan ilerisi var; oraya yürüyoruz’ anlamını da muhtevîdir. Sadece halin gereği, üsluba bir ayar çekiyoruz, o kadar. Fark etmiyor musunuz!?”

    Her ne ise…

    Durum tam da şöyledir: Demokrasinin ‘araç’ olduğu mantığını savunup duranlara son derece basit iki soru sormak önümüze yeni ufuklar açılması için yeterli olacaktır.

    Birincisi, istimalinde ısrarcı olduğunuz bu ‘araç’ meşru mudur, değil midir? (‘Meşru’ kelimesini ‘şer’î’ anlamında kullanıyoruz) Meşru olduğu konusunda şüpheniz yoksa neden bu aracı böyle dolambaçlı yollardan gündeme getiriyor ve insanları buna bin dereden su getirerek ikna etmek zorunda kalıyorsunuz? Neden sürekli -has dairede- bu araca kerhen müracaat edildiği tezini savunuyorsunuz? Yoksa meşruiyetinden emin mi değilsiniz? Eğer meşru değilse, ne diye durmadan “Meşru hedefe meşru yollarla varılır”, “Amaç aracı meşrulaştırmaz” türü ‘ağır’ lafları tekrar ediyorsunuz?

    İkincisi, meşruiyet konusunda –en azından- içinizin rahat olmadığı, eleştirel yaklaşımları püskürtürken, ‘demokrasiyi araç olarak benimsediğiniz’ savunmasına sarılmanızdan belli oluyor. O zaman da “İslâm’ın nüzul çağına uzanarak, Peygamber (a.s.m) ve arkadaşlarının, kısa vadede çok da sonuç alıcı olmasına rağmen, meşru olmayan bir aracı din adına kullandıklarını örneklendiriniz” talebi karşılıksız kalmakta değil midir?

    Tüm bunların ötesinde ben, işbu muhafazakâr demokratlara haksızlık yapıldığını, aslında onların iddia edildiği türden bir ikileme sıkışmadıklarını düşünüyorum. Yani kafalarında, demokrasi konusunun dinden vize alıp alamayacağı hususunda bir açmazın bulunmadığına inanıyorum.

    Bilakis onların kahir ekseriyeti; demokrasinin erdemine, İslâmîliğine, ‘son duraklığına’ gayet içten ve samimi bir şekilde bel bağlamış durumdadırlar. Fikir özgürlüğünün tam tesis edildiği, insanların toplumsal statülerinin inançlarına göre belirlenmediği, herhangi bir dinî inancın diğerlerini baskılayamadığı bir ‘batılı toplum modeli’ onların hayaliyle soluk alıp verdikleri kızıl elmalarıdır.

    Bürokratik kademelerde müslümanlara da yer açılmasından maada bir talep ve beklentileri yoktur.

    Bu meselenin daha etraflıca ve geniş perspektiften masaya yatırılması, zihinlerde cari olan keşmekeşi izale adına ehemmiyet arz ediyor.

    Yazımızı somut bir örnekle, muhafazakâr demokratlığın duayenlerinden Ahmet Turan Alkan üstadımızın satırlarıyla bitirelim:

    “Hükümete muhafazakâr desteğin zannedildiği gibi ideolojik bir boyutu yok; çok kısaca insanlar, ‘Türkiye sıradan bir batı ülkesinin standartlarına gelsin’ beklentisi içindeler. Bugüne kadar devletin himaye edip desteklediği iktidar seçkinleriyle aynı çizgide yarışa başlayabilmek hakkını savunuyorlar aslında.” (“İkaz!”; A. Turan Alkan; Aksiyon Dergisi; sayı 914)

     

    Darul hikme

    • Like 2

  13. YANLIŞA VESİLE OLMAK

    Ebubekir SİFİL

     

    teslisss-400x250.jpgEbubekir SİFİL

    Son zamanlarda sıkça sorulan bir grup soruyu, aralarındaki benzerlik dolayısıyla tek cevap altında birleştirmeyi uygun gördüm. Soru(lar) şöyle): Müslüman bir üzüm üreticisi, mahsulünü, şarap yapacağını bildiği birisine satabilir mi? Bir Müslüman, Hıristiyanlar için haç imal edip onlara satabilir mi? Kilise veya havra yapabilir mi yahut tamir edebilir mi?

     

    Cevap:

     

    Hanefî mezhebinden İmameyn, şarap yapıp sattığı bilinen bir kimseye üzüm şırası satmanın caiz olmadığını söylemiştir. Diğer üç mezhep imamının kavli de budur. (el-Mergînânî, el-Hidâye, İbn Kudâme, el-Muğnî) Keza bir gayrimüslim, içki yapmak üzere bir Müslümanı üzümün suyunu sıkması için ecir (işçi) olarak çalıştırmak istese, Fetava-yi Hindiyye’de bunun caiz olmadığı, buradan alınan ücretin mekruh olduğu zikredilmiştir.

     

    Aynı şeyi, gayrimüslimler için haç yapıp satma, kilise havra gibi ayin yerleri inşa veya tamir etme konusunda da söyleyebiliriz. Zira şarap yapımında kullanılacak üzüm suyunu bile bile satmanın caiz olmadığını söyleyen imamlar, “ma’siyete yardımcı/vesile olma” nokta-i nazarından hareket etmişlerdir. Ve bu anlam burada daha ağır şekliyle mevcuttur. Zira şarap/içki kullanımında küfür anlamı mevcut değildir. Ancak kilise ve havra, bizatihi küfrün/şirkin ilan edildiği ve bu itikad üzere ayin yapıldığı mekânlar olarak temayüz eder.

     

    Aynı şeyi haç yapımı/imali için de söyleyebiliriz. Zira haç, Hıristiyan inancında -haşa- oğul tanrıda kutsanmada kullanılan bir araçtır ve son derece önemli bir sembolik anlamı vardır.

     

    İbn Âbidîn gibi muteber kaynaklarda da zikredildiği gibi, bütün bu meselelerde İmam Ebû Hanîfe cevaz görüşünü benimsemiştir. Ancak bu hükmün mutlak olmayıp bazı kayıtlarla mukayyed olduğuna dikkat edilmelidir. Öte yandan ihtiyat ve konunun günümüzde arz ettiği hassasiyet, İmameyn ile diğer üç mezhep imamının görüş ve içtihadları ile amel etmeyi gerekli kılmaktadır.

     

    Her şeyden önce şunun altını çizelim: Hıristiyanlık veya Yahudiliğe ait herhangi bir unsurun İmam Ebû Hanîfe döneminde İslâm inancına herhangi bir şekilde sirayet etmesi söz konusu değildir. Oysa günümüzde “İbrahimî dinler”, “Dinlerin aşkın birliği”, “Üç semavî din” ve benzeri kavramlar, İslâm ile Yahudilik ve Hıristiyanlığın sanki birbirine hayli yakın dinler olduğu gibi bir anlayış yayılma eğilimine girmiş bulunmaktadır. Hatta Dinlerarası diyalog konusuyla yakından ilgili çevrelere mensup kimselerden, Ehl-i Kitab’a kâfir denmemesi gerektiği gibi yaklaşımların müşahede edildiği bir zaman diliminde yaşadığımız hatırdan çıkarılmamalı.

     

    Dolayısıyla günümüzde Müslüman’ın, saf itikadına herhangi bir lekenin arız olmamasına daha bir dikkat göstermesi gerekiyor.

     

    Yukarıda ilgili “adem-i cevaz” hükmünün, “ma’siyet işlenmesine yardımcı/vesile olma” anlayışı üzerine bina edildiğini söylemiştim. Buna bugün bir de bizzat Müslüman’ın yanlışa -hem de itikadî sahada- düşürülmesine sebep olma ihtimalini de eklemek durumundayız.

     

    Vallahu a’lem.

     

    DARULHİKME


  14. SELEFİ SÖYLEMİN TEFEKKUH SORUNU

     

    Talha Hakan ALP

     

     

     

    Selefî söylem, Allah’ın sıfatlarına dair varid olan nasslar etrafında bütüncül ve tutarlı bir Allah inancı tesis edecek düşünme ve kavramlaştırma faaliyetine olabildiğince mesafeli duruyor.

    İlke olarak diyorlar ki “nasslar bir şeyin var olduğunu bildiriyorsa (ispat) onun var olduğunu söylemekle yetiniriz; nasıl var olduğu konusuna girmeyiz. Keza nasslar bir şeyin var olmadığını (nefy) söylemiyorsa orada susarız, ilgili şeyin var olmadığını söylemeyiz.”

    Gecenin belli bir vaktinde Allah’ın dünya semasına nüzul edeceğini bildiren hadisler özelinde şu sonuca varıyorlar: “Biz Allah’ın nüzul ettiğini söyleriz; ama hareketle mi nüzul eder, hareketsiz mi nüzul eder onu konuşmayız. Biri kalkıp hareketle nüzul eder derse yanlış yapmış olur. Çünkü nassın ispat etmediği bir şeyi ispat etmiştir. Biri de tam aksini düşünerek hareketle nüzul etmediğini söylerse o da yanlış yapmış olur. Çünkü o da nassın nefyetmediği/yanlışlamadığı bir şeyi (hareketi) nefyetmiştir.”

    Burada teşbih-tecsim yanlışına çıkan “hareketle nüzul eder” yorumuyla sahih tenzih-tesbih hassasiyetinin gereği olan “hareketle nüzul etmez” yorumunu prensip olarak bir tutmak dışında ilk bakışta pek sorun yok gibi görünüyor; alt tarafı nasların dışına çıkmama hassasiyeti gibi görünen bir tutum olduğu düşünülebilir. Oysa biraz daha derinlikli bakıldığında nasların ifade imkân ve yollarını daraltan bir akıl tutulmasıyla karşı karşıya olduğumuzu söylemek mümkün.

    Başka misal aramaya gerek yok, hemen ilgili nüzûl hadisinden söze devam edelim. Bu anlayışa göre, mesela Allah’ın dünya semasına -haşa- bir hava akımı içinde nüzul etmediğini söyleyemezsiniz. Ya da bir insanın yüksekçe bir yerden aşağıya doğru inmesi sırasında gerekli olan fizikî şartların Allah’ın nüzulü için söz konusu olmadığını da söyleyemezsiniz. Çünkü nasslar bu surette/şartlarda nüzul ettiğini söylemediği gibi bu surette/şartlarda nüzul etmediğini de söylemiyor. Misaller çoğaltılabilir, Allah’ın -haşa- bir madde olmadığını ya da bir makine olmadığını da söyleyemezsiniz. Çünkü nasslarda Allah’ın ne böyle bir şey olduğuna ne de böyle bir şey olmadığına dair açık-somut bilgi var.

    Hâsılı bu anlayışa göre, Allah’ı, şu veya bu şekilde akla gelebilecek yanlış vehimlerden ya da yeni ideolojilerin, sapkın cereyanların saplandığı batıl ilah tasavvurlarından tenzih etmeniz, “Allah o sizin dediğiniz şey değildir” diye söze başlayıp eleştiri geliştirmeniz mümkün değil.

    Bu zihniyetin size göstereceği tek yol, bu sapkın vehim ve iddialar karşısında susmak, hatta -biraz daha ileri gidenlerinin yaptığı gibi -bu iddialara karşı sahih Allah inancını ortaya koymak için mücadele veren ehl-i iman ilim-fikir adamlarını reddetmek, nassların dışına çıkmakla itham etmektir. Uzun yüzyıllar Ehl-i sünnet kelamcılara dönük bid’atçı suçlamasının kaynağı bu değil mi?

    Bir selefî şöyle diyebilir: Allah’ın madde-makine olmadığını bize açık-somut değilse de ortaya koyduğu genel çerçeve itibarıyla anlatan çok esmâ-sıfat nassı var. Bunlardan hareketle biz pekâlâ sapkın inanışlara karşı Allah’ı tenzih edebilir, hak ettikleri cevabı verebiliriz.

    İşte bunu dediğiniz zaman selefî söylemden saptığınızı da kabul etmelisiniz. Zira nüzûl hadislerinde de benzer şeyleri diyebilirsiniz. İp ucu vereyim; tenzih-tesbih temalı esmâ-sıfat nasslarından, mesela “Allah’ın benzeri hiçbir şey yoktur”(Şûrâ, 11) diyen ayetten hareketle Allah’ın nüzûlünün bizim nüzûlümüz gibi olmadığını, -tıpkı büyük hadis ve fıkıh imamları İmam Hattabî ve İmam Beyhakî’nin dediği gibi- bizim nüzûlümüzün hareket ve intikalle olduğunu ama Allah’ın nüzûlünün ne hareket ne intikalle olmadığını söyleyebilirsiniz; hatta ilk tavrınıza sadık kalarak bunu söylemeniz de gerekir.

    Selefî kardeşlerim bunu söylemediklerinde garip bir çelişkiye düşüyorlar. Çelişkiye düşmekle kalmıyor, kendileri gibi düşünmeyen büyük Müslüman kitleye karşı da zaman zaman agresif davranıyorlar.

    Buna İslamî literatürün köşe taşı eserlerinin neşrinde yaptıkları yersiz ve zaman zaman hadsiz eleştirileri de eklemeliyiz.

    Kitaplarını tahkik ettikleri koca koca hadis-fıkıh imamlarına dipnotlardan adeta akıl vermeye kalkışmaları esere yaptıkları hizmete de gölge düşürüyor. Mesela bir selefi kitap tahkikçisi, İmam Hattabî’nin “Allah’ın nüzûlü hareket ve intikalle değildir” sözüne itiraz sadedinde yukarıda verdiğim ilkeye/görüşe işaretle eleştiri yöneltebiliyor. Tarihte ehli hadisten belli bir çevrenin dışında kabul görmemiş, bugün kendilerinden başka da kimse tarafından savunulmayan bir görüşü, okuyucuya, üzerinde ittifak edilmiş bir ilke gibi kendinden emin ve mutlakçı bir dille takdim ederek İmam Hattabî’yi nakzetmeye çalışıyor.

    Arapça kaynakları takip eden kardeşlerim bunun çok örneğiyle karşılaşmışlardır. Ben sadece başta zikrettiğim ilkeye atıfla yapılan nispeten mutedil bir selefî eleştiriye örnek verebilirim. İmam Beyhakî’nin meşhur Kitabü’l-Esmâ ve’s-Sıfât’ına yapılan neşir çalışmasında, tahkikçi Abdullah b. Muhammed el-Haşidî’nin dipnottaki eleştirisine bakabilirsiniz. (Beyhakî, Kitabü’l-Esmâ ve’s-Sıfat, c. 2, s. 379. sayfanın dipnotu.)

    Sözünü ettiğim bu selefî anlayış, dolaylı biçimde, nasslar üzerinde tefsir, tevil, istinbat ve istihrac gibi sahabeden itibaren tevarüs ettiğimiz en temel tefakkuh/sistemli anlama-yorumlama faaliyetlerini reddetmektedir.

    Müctehid imamlarımız bu mantıkla hareket etmiş olsaydı şümullü bir fıkıh sistemi kuramazlar, adına fıkıh denen koca külliyat bugün elimizde olmazdı.

    Bu külliyatta yer alan her bir meselenin, bizzat kendisi hakkında varid olmuş bir nassa dayandığını kim söyleyebilir? Tefakkuhu, tefekkürü, tezekkürü ve itibarı bizzat Kuran-ı Kerim emrediyor. Fıkıh ne ise Kelam da öyledir. Aralarında bazı usul farkları vardır ama tefakkuh sadece hukukî muhtevaya râci bir ameliyye değildir.

    Tefakkuh, genel olarak nassları bir bütünlük içinde anlama, onlardan geniş ve tutarlı bir kavram örgüsü çıkartarak vakıaya tatbik edilebilecek nazariyyeler geliştirme hüneridir. Bu, inançla alakalı konulara uygulandığında “akaid-kelam”, amelle alakalı konulara uygulandığında da dar anlamda “fıkıh” adını alır.

    Birikim ve kabiliyetlerimizi ortak hedefler doğrultusunda sistemli bir bütünlüğe kavuşturmaya en çok muhtaç olduğumuz şu zamanda bütün uç hareketlerin usul ve menheclerini gözden geçirmeleri gerekiyor. Bu sadette selefî kardeşlerimiz tekrar tekrar düşünmeliler.

    Selefî çevre gerek temsil ettiği siyasî-iktisadî gücünü gerek üniversitelerinde eğitip dünyanın dört bir yanına yönlendirdiği genç beyin gücünü, yersiz eleştiri ve marjinal söylemleri beslemek için değil, tevarüs ettiğimiz ilim-irfan ve hikmet mirasını bugüne taşıyıp güncel problemlerin çözümünde aktif biçimde kullanabileceğimiz bir tefakkuh sistemini geliştirmek için kullanmalı.

     

    DARULHİKME


  15. İlk zamanlarda mason olanlarla sonradan Mason olanlar arasında fark vardır.

     

    Konuya gelirsek:

    MASONLUĞU bırakmış ve hatta ağır eleştirilerde bile bulunan yazılar yazan ALİMLER hakkında ileri-geri konuşanlara sadece şunu soruyorum:

    Evliyaların, erenlerin dolu olduğunu söylediğiniz Osmanlının en büyük paşalarından olan GAZİ OSMAN PAŞA mason muydu değil miydi? Araştırın lütfen.

     

    Müslümanları uyandıran alimlere neden saldırılır? Çünkü bazı egemen anlayışların saltanatı devam etsin diye. Efgani ve talebesi Abduh ne diyordu? Kuran-sahih sünnet doğrultusunda yeni ictihadlar yapılmalı diyordu.

     

    Peki buna kim karşı çıkar? Müslümanları "siz kuran-hadis işleriyle uğraşmayın size ne dersek kabul edin, hadis sahihmi-zayıfmı araştırmayın biz ne dersek kabul edin" zihniyetinde olanlar tabi ki EFGANİ ve ABDUHA karşı çıkacak.

     

    Çünkü Müslümanlar uyanırsa onları artık dinin içine karışmış hurafelerle aldatamayacaklar.

     

    Kuran-sahih hadisler-sahabenin icmasına aykırı olmadan yeni fetvalar verilmelidir.

    faize ve heykeltıraşlığa cevaz vermiş birinden bahsediyoruz.hangi ayetten veyahut sahih sünnetin neresinden çıkartmış bunu.

     

    kaldı ki ictihad öyle üç hadis okuduk şöyle diyor eh böyle diyiverelim şeklinde yapılmaz.yani rastgele delil seçimiyle ictihad olmaz.yani bu konuda şu delile şu konuda bu delile dayanıyorum diye rastgele delil seçimi olmaz.belli bir fıkıh usulü gerekir.yani delil seçiminde ölçü konumundaki kurallar bütünü.söz konusu şahıslar belli bir fıkıh usulü oluşturmadan hadi içtihad yapıyoruz diye ortaya atılmış kişilerdir.

    şimdi size sorsak abduhun hadisin subutu konusundaki kuralı nedir diye ne cevap verebilirsiniz.veyahut ravi rivayet ettiği hadise muhalif amel ederse abduh hadisi mi ravinin amelini mi delil alır diye sorsak ne cevap verirsiniz.bu konularda bir görüşleri yok sözkonusu kişilerin.dünya görüşlerine kendi anlayışlarına uygun olan hangisiyse onu seçiyorlar.bir noktada delil olamaz dedikleri şeyi başka bir noktada delil kabul ediyorlar.

     

    yeni içtihadlar yapmalıyız sözü de epey ilginçtir.bu yeni içtihadı hangi ihtiyaç sebebiyle yapacaksın çünkü içtihad ihtiyaçtan doğar bu noktada bir ihtiyaç söyleyemiyorlar.başka bir yönden bakarsak müslümanların hangi yeni sorunu hakkında yapacaksın.yön ve konu bildirilmemiş.topyekün fıkıh anlayışını değiştirmeye yönelik bir teklif.bu teklifin kendisi ağır bir suç olmakla birlikte yıkmaya çalıştıkları fıkıh anlayışlarının yerine yeni bir sistem de öneremiyorlar.yıkalım birşeyler düşünürüz kafası...

     

    ve söz konusu kişiler ilmi dürüstlüğe de sahip değiller.sadece mütevatir hadislerin delil olabileceğini iddia ettiği bir konuda haberi vahidi delil diye sunacak kadar dürüst(!) insanlardan bahsediyoruz.böylece kendi naklettiği haberi vahidi mütevatir hadismiş gibi gösteriyor.

     

    masonluk meselesine gelince: bu şahıslar (efgani ve abduh) masonluğa gençlik hevesi ve cehaletten girmiş gişiler değiller.kendileri masonluğun mısırdaki yayıcıları.sadece katılmakla kalmamış mason locaları kurmuş kişiler.onun için ittihad ve terakkide olup cahilliğinden mason olanlar gibi değiller.tabi o şekilde girmek te ciddi bir suç ancak arada fark olduğu bariz.

     

    abduhcuların o dönemde masonluk bilinmiyordu iddialarına gelince.efgani ve abduhun maceraları 1850 den sonra ancak 1812 yılında masonluğu yaymak için mısıra giden bir mason (ismini hatırlayamıyorum) mısırda masonluğun çok kötü karşılandığından halkın şiddetle düşmanlık beslediğinden yakınıyor.yani abduh ve efgani mason olduğunda masonluk mısırda biliniyordu.ezhere masonluğu abduh ve efganinin soktuğu hususunda şeyhülislam mustafa sabri efendinin ve başkalarının şahitlikleri var.

     

     

    evet reşit rıza mason olmamıştı ama hocalarıyla aynı görüşlere sahip birisi.hocasına tefsirini tamamlayacak kadar bağlı birisi.zaten kendi dönemi masonluğun yavaş yavaş dünya siyasetindeki etkisini kaybetmeye başladığı dönem.

     

    yinse devam edelim abduhcuların köşeye sıkıştılar mı arasına sığındıkları iki şey var birisi ittihad ve terakki döneminde türkiyede ki masonlar içinde gerçekten saygı duyulan şahısların olması. diğeri ise mehmet akifin onları övmesi.burada anlayamadıkları temel şey söz konusu olayların masonluğu meşrulaştırmayacağıdır.fındık kadar beyniyle anlayamadığı bir ifade yüzünden imam rabbani hazretlerinin üstünü çizen "şeriat müdafiileri"(!) abduha bir türlü kıyamıyorlar.(şahsen "abduh" taki hu'nun Allah' a mı efganiye mi raci olduğu konusunda şüphe içindeyim.efganiye yazdığı o mektuplardan sonra.)

     

    bir de bu şahıslar mücahit gibi gösterilirler hindistandaki müslümanlara yaptıkları konuşma sebebiyle(hindistandaki müslümanları ingilizlere karşı cihada teşvik eden efgani nedense abdulhamid han hazretlerinin korkusuyla ingiliz konsolosluğuna iltica ediyor.).ancak cezayirde emir abdulkadir'in cihat hareketini baltalamaları hiç dikkatlerini çekmez.

     

     

    bu arada başlık " dini modernizmin üç şovalyesi" olmalı anladığım kadarıyla hasib essamarrai'nin aynı isimde tercüme edilen eserinden esinlenilmiş.


  16. Talha Hakan Alp

    Bir kardeşimizin sorusu üzerine Mustafa İslamoğlu’nun Âdiyât suresinin ilk ayetlerine verdiği meale baktım, “Allah şahittir; (vahye) dinmez bir hınçla saldıranlara,” diye başlıyor ve ilgili ayetlerin vahye düşmanlıktan geri kalmayan müşrikleri tasvir ettiğini ifade ediyor.

    Sözü dolandırmaya hiç gerek yok, bu meali ayetin lügavi çerçevesiyle bağdaştırmak mümkün değil. Birçok yönden temelsiz bir yorum ve trajik olan böyle mesnetsiz yorumların okuyucunun karşısına meal olarak çıkması.

    Mesnetsiz; çünkü dipnotta kendisinin de söz ettiği “yemin vavı” mealde buharlaşmış, ilginç biçimde mealde yemin yok.

    Zaten vav’a yemin manası verecek olsa âdiyât kelimesini “saldıranlar” şeklinde meallendiremez. Allah’ın saldırgan müşriklere yemin etmeyeceği çok açık. Üzerine yemin edilen şeyin bir kıymeti, bir önemi olması gerektiğini herkes bilir.

    İkinci husus, âdiyât kelimesine “saldıranlar” manası vererek başta Mekkeli müşrikler olmak üzere bilumum saldırgan kafirlere dikkat çekmiş oluyor.

    Âdiyât kelimesinin müennes/dişil bir kalıp olduğunu düşününce “bu müşriklerin hepsi ya da çoğu kadın mı? Neden kelime müennes kalıpta gelmiş?” diye sormadan edemiyor insan.

    Mustafa İslamoğlu, yorumunu az biraz metne sadık kalarak sunmuş olsaydı: “Yemin olsun vahye dinmez bir hınçla saldıran kadınlara!…” demesi gerekirdi.

    Ama bulduğu yeni anlamın cazibesiyle kelimenin müennesliğini gözden kaçırmış olmalı ki, kelime müennes olduğu halde cinsiyete dikkat çekmiyor, yalın “saldıranlar” diyor.

    Oysa Arap dilinde kasıt bizzat kadınlar değilse genel bir ifade kullanılır ve -Kur’an’ın da her zaman yaptığı gibi- müzekker/eril kalıpla dile getirilir: mesela “ve’l-âdiyât” yerine “ve’l-âdûn” denirdi..

    Mustafa İslamoğlu, yerleşik tefsirlerde olduğu gibi âdiyât kelimesinin gayr-ı akil varlıklara (mesela atlara) delalet ettiğini kavrayabilmiş olsaydı bu sorunla karşılaşmayacaktı. Çünkü Arapçada gayr-ı akil varlıklar çoğul halinde müennes sığasıyla ifade edilirler…

    Defalarca dedik, yine diyoruz; ayetlere bugünün insanının ilgisini çekecek, onlara muhtevayı ve muhtevanın ağırlığını hissettirecek ilginç mealler tasarlamakla iş bitmiyor, aksine başımıza bir yığın iş açılıyor.

    Muhtevayı bugüne en iyi yansıtacağını düşünüp râm olduğumuz “yeni anlama” ayeti adapte etmek için çırpınırken farkında olmadan zemin kayması yaşıyoruz; metnin ifade hususiyetlerinden, gramerinden, bağlamından kopuyoruz.

    Bir şeyler anlatmış oluyoruz, ama anlattığımız şey Kur’an’ın anlattığı şey olmuyor, bizim kurgumuz oluyor… Ne var ki okuyucu bunun farkında değil. Çünkü kahir ekseriyeti mealin atölye kısmıyla ilgilenebilecek durumda değil.

    Kur’an-ı Kerim’in anlamını günümüz insanının idrakine taşımak buysa, bu işi bırakıp hidayet romanlarına dönelim. Onların uyandırdığı hidayet hissi çok daha yoğun.

    Sonuçta emsal meallerle doğrunun/gerçeğin peşinde değil, müslümanları Kur’an’ın çekim alanına katacak “manevi cazibenin” peşinde değil miyiz?

    Metinle temellendirilemeyen anlamların/meallerin yaptığı primi başka türlü izah edebilen var mı?

    Darul Hikme

    • Like 1

  17. Bu sözümü iyi dinle ibret al

    Dünyaya bir daha gelinmez şamil

    Uzadıkça sona yaklaşır hayal

    Geçen vakit geri alınmaz şamil

     

    Gaiplerden bir el sürür, gidersin

    Seni tutan kervan yürür, gidersin

    Güneş erir, gölge çürür, gidersin

    Bu durakta karar kılınmaz şamil

     

    haberci hep beklenenden tez gelir

    dağlar kadar tedbir alsan vız gelir

    heybesinde sır dolu bir söz gelir

    o vakit gelmeden bilinmez şamil

     

    başlayalı bilmem kaç asır oldu

    kaçmak isteyenler hep esir oldu

    bu hakikat pek çoğuna sır oldu

    ölmeden ölümsüz olunmaz şamil

    (serdengeçti)

×
×
  • Create New...