Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]

muhalif

Sivil
  • Content Count

    152
  • Joined

  • Last visited

  • Days Won

    8

Posts posted by muhalif


  1. Uluslararası Af Örgütü Türkiye Şubesi, BM ve Arap Birliği'nin Suriye Özel Temsilcisi Kofi Annan'ın istifasının BM Güvenlik Konseyi'nin başarısızlığının bir sonucu olduğunu bildirdi.<p class="con-left">

    • bm-nin-basarisizliginin-kaniti-medium-0.jpg

    Birleşmiş Milletler ve Arap Birliği'nin Suriye Özel Temsilcisi Kofi Annan istifasını değerlendiren Uluslararası Af Örgütü Direktörü ve Birleşmiş Milletler Temsilcisi Jose Luis Diaz, "Kofi Annan'ın istifası, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi'nin Suriye'de yaşanan şiddet olaylarına bir son vermeye yardımcı olmak için birleşmiş ve kararlı bir şekilde hareket etme konusundaki başarısızlığının etkisini yeniden arttırdı. Daimi üyeler Rusya ve Çin'in arka arkaya sürecin önünü kapatması sonucu, konseyin Suriye ile ilgili hafifletilmiş tedbirler alması, krizin başlamasından bu yana bir yıl aldı. Bu sürede öldürmeler ve uluslararası hukuk uyarınca suç sayılan eylemler devam etti ve bugüne kadar süregeldi. Cenevre'de yaptığı açıklamada, Annan konu ile ilgili sahip olduğu hayal kırıklığını anlatırken, Suriye'deki halk çaresiz bir şekilde hareket geçilmesine ihtiyaç duyarken, Güvenlik Konseyi'ndeki ülkelerin suçlamalarda bulunmaya ve sözlü tacize devam ettiğini dile getirdi. Görünen o ki konsey üyeleri, Suriye halkının insan haklarını koruma ihtiyacı yerine daha çok siyasi ve stratejik kaygılarla göre hareket ediyor" dedi.

    Rusya ve Çin üzgün

     

    Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin, BM ve Arap Birliği Suriye Özel Temsilcisi Kofi Annan'ın istifa kararını, ''üzüntü verici'' olarak nitelendirdi. İngiltere Başbakanı David Cameron ile görüşmek üzere Londra'da bulunan Putin, Annan'ın istifasının üzüntü verici olduğunu belirtti. Putin, ''Annan çok değerli, zeki ve dürüst bir kişi. Kararına çok üzüldüm. Umarım uluslararası toplum, Suriye'de çatışmaları durdurmaya yönelik çabalarına devam eder'' değerlendirmesinde bulundu. Rusya ile birlikte Suriye yönetimine verdiği destekle bilinen Çin, Birleşmiş Milletler(BM) ve Arap Birliği'nin Suriye krizi özel temsilcisi Kofi Annan'ın istifasından üzüntü duyduğunu açıkladı.

    AB Dışişleri Yüksek Temsilcisi Catherine Ashton da, BM ve Arap Birliği'nin Suriye Özel Temsilcisi Kofi Annan'ın görevinden istifasından derin üzüntü duyduğunu bildirdi.

    Annan: "konsey beni desteklemedi"

     

    İstifa eden Kofi Annan, BM Güvenlik Konseyi'nin kendisini ''tam anlamıyla'' desteklemediğini söyledi. Annan, Cenevre'de istifa kararını açıkladığı basın toplantısında, ''Suriye'de artan askerileşmenin ve Güvenlik Konseyi'nde açıkça birliğin sağlanamamasının, rolünü etkili biçimde yerine getirmesi için gereken koşulları temelinden değiştirdiğini'' kaydetti.

    ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton da, Kofi Annan'ın istifasıyla ilgili olarak, BM Güvenlik Konseyi'nin, Annan'a çabalarını ilerletmesi için anahtar araçları vermede bloke edildiğini belirtti.

     

    Milli Gazete


  2. Yeni Sivas Oyunları

     

    Sivas hadisesi plânlı programlı bir provokasyon idi. Piyesin yazarı kimdi? Bunu bilmiyorum ama başrolde oynayanı biliyorum.

    Sivas'ta ne yapılmak istenmişti? Sünnîler ile Alevîler karşı karşıya getirilmek, bir iç savaş çıkartılmak istenmişti.

    Bunun için Pir Sultan Abdal şenliklerini alet ettiler. Bu şenlikler bir köyde yapılıyordu, kasıtlı olarak Sivas'ın içinde yaptılar.

    Hiç alâkası olmadığı halde Salman Ruşdi'nin Peygamberimize (Salât ve selam olsun ona) iğrenç şekilde saldıran rezil kitabının tercümesini yayınlanmaya başladılar.

    Sivas Sünnîlerini üzdüler, gerdiler, kışkırttılar...

    Sonra müessif hadiseler oldu.

    Madımak otelinde solcu bir müzisyen tabanca ile iki kişiyi öldürdü, cinayet örtbas edildi.

    "Birileri" yangın çıkarttı ve otuz küsur kişi boğulup öldü.

    Hadiseler çorap söküğü gibi birbirini takip etti.

    Sivas'ta öteden beri Sünnîler ile Alevîler birlikte barış içinde yaşarken, nasıl oldu da böyle hadiseler çıkmıştı? Bunlar hep planlıydı, programlıydı, provokasyondu.

    Türkiye'yi bölmek isteyen Kriptolar böyle olmasını istiyorlardı. Sünnîler ve Alevîler, Türkler ve Kürtler, dindarlar ve laikler birbirine girip gırtlaklaşacak ki, onlar emellerine ulaşabilsinler.

    Şimdi yeni iddialar var:

    Dumandan öldü denilenlerin kurşunlanmış olduklarına dair resimler bulunmuş...

    Sivas davasına bakan mahkemeye baskılar yapılmış...

    Sivas faciası yetmemişti. Birkaç gün sonra Erzincan'ın Başbağlar köyünü bastırttılar ve camiden çıkan otuz küsur vatandaşı kurşuna dizdiler.

    Ah milyonlarca Sünnî ve milyonlarca Alevî birbirlerine girseler... Kriptolar asıl bayramı o zaman yapacaklardı...

    O günden bu güne Kriptolar dezenformasyon yaparak halkın beynini yıkamaya çalışıyor.

    Yeni tiyatro:

    Malatya vilayetinin bir beldesinde gece Ramazan davulu çalınırken bir tartışma olmuş, davul çalan Sünnî'ymiş, tartışan ve davulcuyu biraz tartaklayan aile Alevî imiş, bizim Kriptolar yaygarayı bastılar: Alevî Sünnî çatışması! Alevîlere baskı yapılıyor! Alevî ailenin evlerinin camları kırıldı! Halk Allahu Ekber diye haykırdı! Vaziyet çok vahim, durum pek gergin!

    Tek kimlikli gerçek Alevîler ile Sünnîler, aralarında farklılıklar olsa da bu memlekette barış içinde yaşamaktadır.

    Birbirlerine düşmanlık etmek, çatışmak, iç barışı zedelemek iki tarafın da aleyhine ve zararına olur.

    Gerçek Alevîlik İslam'ın bir dalıdır. Onlar Allah'a, Peygamber'e, Kur'an'a, Ehl-i Beyt'e, âhirete inanır. Namaz kılan, oruç tutan Alevîler vardır.

    Alevî görünen Kriptolar öyle değildir.

    Görüyorsunuz, "Ben Alevîyim ama Müslüman değilim" diyeni vardır.

    Haçlısı vardır, Yahudi'si vardır...

    Pakraduni'si vardır.

    Aman şu Türkler ile Kürtler, şu Sünnîler ile Alevîler, şu dindarlar ile laikler kardeş kavgasına girişsinler de biz kavga esnasında yorganı alıp kaçalım. Yorgan ne? Türkiye Türkiye!

    Türkiye'de bir buçuk milyon Kripto siyon, bir buçuk milyon Kripto haçlı olduğuna dair çok ciddî iddialar var.

    Şu anda bir tek Kürt Yahudi'si piyasada görünmüyor. Ne oldu onlara? Hepsi İsrail'e göç etmediğine göre kalanlar hangi boyaya girdiler? Sakın bir kısmı yalancıktan Alevî veya Sünnî Kürt oluvermiş olmasın?

    Şu medyaya bakınız: Sünnîler Ramazan davulundan şikâyetçi olan Alevî aileye saldırdı, Allahu Ekber diye bağırdı, taş atıp camlarını kırdı diye nasıl da ciyak ciyak bağırıyorlar.

    Yangının üzerine teneke teneke benzin döküyorlar.

    İçleri yanıyor onların... Ah yeni Sivaslar olsa, ah yeni Başbağlar olsa... Ah ah ah! Sünnîler ile Alevîler, Türkler ile Kürtler birbirine girseler... Ah 1915'in intikamı alınsa... Ah mega Ermenistan... Ah Eretz İsrael... Ah Megali İdea Ah mikra Türkiye...

    Allah bu memleketin Alevî'sine Sünnî'sine, Türk'üne Kürt'üne akıl ve feraset versin de hep birlikte bu Kripto tuzaklarına düşmesinler.

    "İkinci yazı"

     

    İslam'ın Paralı Askerleri

     

    Müslümanlar şu sekiz şeye hizmet etmelidir: İman, İslam, Kur'an, Sünnet, Şeriat, Ümmet, İmamet-i Kübra (Hilafet), İslam Ahlâkı...

    Sünnî Sünnî olsun, Şiî Şiî, Vehhabî Vehhabî ama bütün İslamî hizmetler sırf Allah rızası için, maddî menfaatsiz yapılsın.

    İstisnalar var mıdır? Vardır... Niyetleri halis olmak şartıyla gazeteciler, tv'ciler, hademe-i hayrat (din görevlileri) ve diğer hizmet erbabı, geçimlerini temin için ücret ve maaş alabilirler. Lakin din ve mukaddesatı alet ve vasıta kılarak, istihdam ve istismar ederek zengin olamazlar. Böyle bir şey lanete ve nefrete mustahiktır.

    Müslümanlar aralarındaki ihtilafları, çekişmeleri, tefrikayı kaldırmak, azaltmak için neler yapabilirler? İyi niyetli âlimleri, fazılları, ziyalıları olumlu ve yapıcı olmak şartıyla ilmî seviyede tartışabilirler.

    Yukarıda saydığım sekiz şey için maddî manevî hiçbir dünyevî menfaat, ücret, karşılık almadan çalışanlar var mıdır? Vardır, bunlar elleri öpülesice has hizmetkârlardır.

    Onlar İslam'ın gönüllü erleridir. Onlar paralı asker değildir.

    Yabancı devletlerin emperyalist, ulusal, istilacı niyet ve planlarına hizmet etme karşılığında para alanların durumu nedir? Çok kötüdür.

    İslam, iman, Kur'an diyor ve malı götürüyor... Böylesi haindir.

    Ehl-i Sünnet kökenli iken Sünnîliği bırakmış, şu veya bu sebepten Şiî olmuş... Bu kimsenin mertçe, açıkça "Ben Şiî oldum. İslam'ın gerçek yorumu ve uygulaması Şiîliktir..." demesi gerekir. Taqiyye ve kitman yaparak Müslüman kardeşlerini aldatması hainliktir.

    Hem Şiî, hem de şöyle böyle Sünnî görünüyor. Böyle bir şey İslam ahlâkına uymaz. Yakın tarihimizde İslam'ın ve imanın ücretsiz çalışan has hizmetkârları olmuştur. Onlar ücretlerini Haliq'tan istemişler, mahluqattan ücret almamışlardır.

    Çoluk çocuklarını geçindirmek için ücret ve maaş alanlara da bir şey dediğim yoktur. Hürmet ederim.

    Lakin din ve mukaddesatı alet, vasıta, istismar, istihdam ederek zengin olan dünyevîlerden hiç hoşlanmıyorum. (Bana gelince: Fakirin hizmet sahasında esamisi okunmaz...)

    04.08.2012


  3. İğrenç bir vahşete, tarihin her daim tam alnında müslümanlar adına kara bir leke olarak kazınacak vakıalara şahitlik ediyoruz. Arakan'da olanlar ortada, Suriye yılı aşkın kan gölü, İran bir yandan siyonizme karşı birleşmeliyiz derken Esad'a desteği, İsrail gavurlarının Filistin'de yaptıkları zinhar ortada, Irak haritada hala var mı? Ciddi merak ediyorum.Evet safdil olabilirim. Libya'ya dakikasında giren Fransa Suriye için neden gıkını çıkartmaz? Müslümanın kimliği nerede kaldı? Ben şahit olduğum bu manzara, bu tarih adına utanç içindeyim. Buyrun bir kare daha, müslümana oruç tutmak yasak.. Allah kahreylesin bunları! Ve "ahlak dini" delisaçmasının amilleri hayvan budistler; kanınızda gayzınızla geberin!

     

     

    Doğu Türkistanlılara Oruç Yasak!

     

    9 milyon nüfuslu Şincan Uygur Özerk Bölgesi’ne yönelik baskılara bir yenisi daha eklendi.

     

     

     

    dogu_turkistanlilara_oruc_yasak_h733.jpg

     

     

     

     

    Pekin yönetiminin Müslümanların çoğunlukta olduğu 9 milyon nüfuslu Şincan Uygur Özerk Bölgesi'nde devlet memurları ve öğrencilerin Ramazan'da oruç tutması yasaklandı.

    Bölge yönetiminin internet sitesinde yayımlanan genelgede, "Komünist Parti kadrolarının, devlet memurlarının (emekliler dahil) ve öğrencilerin Ramazan ayına özgü dini faaliyetlerde bulunması yasaklanmıştır" denildi.

    Genelgede yasakların "Ramazan boyunca toplumsal istikrarın sağlanması amacıyla getirildiği" ileri sürüldü.

    Kaynak: 2.jpg

    • Like 1

  4. 800px-hasan-sami-bolak-necip-fazil-17-04-1965-kayseri-tren-istasyonu-1.jpg

     

     

     

     

    Necip Fazıl… Üstad… O, pek çok ilginç yönüyle Müslüman camianın daima önde gelen şahsiyetlerinden olmuştur. Hayatı ve eserleriyle sevenlerine sürprizler hazırlayan büyük bir miras bırakmış olması, onun aramızda yaşamasının bir başka sebebidir. 1963’te Erzurum’da verdiği konferansta olduğu gibi…

    1000 kişilik yerde 2000 kişi…

    49 yıl önce bugün… 4 Ağustos 1963, günlerden Pazar… Üstad Erzurum’da bir konferans verecek. Gün akşama ermiş, salon tıklım tıklım… Salon dediğin 1000 kişilik sinema salonu… Fakat 2000 kişiyi geçkin bir kalabalık var orada…

    Bunları, Bedir Yayınları’nın 1970 yılında İstanbul’da Yaylacık Matbaası’nda bastığı 14 no’lu yayınından aktarıyoruz: İman ve Aksiyon adlı kitapçıktan… En başta belirtelim: İman ve Aksiyon kitapçığı ile bizim dikkatimize sunulan materyal, üstadın irticalen verdiği ve üç buçuk saat süren konferansın “ânı ânına ve kelimesi kelimesine zaptedilmiş” dokümanı…necip-fazil-iman-ve-aksiyon-1.jpg

    Coşkunun böylesi görülmemiştir

    Üstadı Erzurum Milliyetçiler Ocağı Başkanı takdim ediyor. Avukat Hakkı Yıldırım. Buradan da anlıyoruz ki Üstad’ın Erzurum’da bulunmasına vesile olan kurum işbu Erzurum Milliyetçiler Ocağı. Ocak başkanı “memleketimizin en büyük mütefekkiri ve en büyük milli şairi” diye Necip Fazıl’la ilgili cümleler kurmaya başladığında, sözü “bravo sesleri ve sürekli alkışlar”la kesiliyor. Başkan, Büyük Doğu idealiyle “yüzde yüz mutabık” olduklarını da özellikle belirtiyor. Bu arada Ocak Başkanı’nın takdiminden anladığımız kadarıyla, bu konferans bir gün öncesi için planlandığı halde, “Erzurum Valiliği, bilinmeyen bir sebeple, yahut hiçbir sebep olmadan salonu vermekten vazgeçti”ği için, bir gün gecikmeli yapılmaktadır.

    Sade bir hitap: “Erzurumlular!”

    Sözü teslim alan Necip Fazıl, sade bir hitapla sesleniyor: “Erzurumlular!” diyor. Ve hemen ardından açıklıyor bu hitabın sebeb-i hikmetini: “Size, konferanslarda alışıldığı gibi, muhterem, muazzez, sayın, mutlu, şu, bu, diye hitap etmiyorum. Kardeşlerim, diyorum. Bu öyle bir kardeşlik ki, aynı zaman, mekân içinde bulunmuyor. Çünkü iman kardeşliğinin ne zamanı vardır, ne de mekânı…” Bu açıklamadan sonra Üstad konuşmasına, konferansını “doğrudan doğruya Erzurum’a ithaf” ettiğini, fakat sesini Türkiye’ye duyurmak istediğini bildirerek devam ediyor.

    Konferans dediğin aksiyonlu olmalı

    Necip Fazıl hitap ve kısa açıklamalardan sonra asıl konuya geçiyor. Önce konferansın adını veriyor. Akabinde, bu adı oluşturan kelimeleri, özellikle de “ecnebice” olan “aksiyon” kelimesini tafsilatlı bir şekilde tetkik ediyor. En nihayet şöyle tanımlıyor aksiyonu: “Aksiyon, sade iş ve fikir değil, üstün işe hâkkedilmiş, üstün fikir demektir. (…) Büyük fikir ve onun büyük iş haline inkılâbı; aksiyon budur. (…) Her işte imkân üstüne tırmanmak ve engeli aşmak dâvası; aksiyon budur.”

    Aksiyon’u açıklayan üstad, dinleyicileri de aksiyoner olmaya davet ediyor. Bu aynı zamanda ikaz ve uyarıdır. Öyle ya, bu konferans “genişçe ve çetincedir.” Dinleyicilerin sabrının hududunu oldukça zorlayacaktır. Ama bu uyarıya Erzurumlular “Sonsuza kadar!” cevabıyla mukabelede bulunur.

    Şiir yorumcularına ipucu

    Aksiyonu açıklamak için sözü “makine”ye getiren Üstad, materyalistlerin ‘tanrı’ yerine koyup taptığı bu alete, Şarlovari bir mizah sahnesiyle yüklenir. Bu sahnede ahmaklık derecesine indirilmiş makineseverlerin, demir yığını haline gelmiş makine karşısındaki biçâre durumları yansıtılır. Üstad bu arada “Destan” şiirinin “Durun kalabalıklar; bu cadde çıkmaz sokak!/Haykırsam, kollarımı makas gibi açarak…” şeklindeki dizelerinin küçük bir yorumunu sunar. İlginç yorum için elimizdeki işbu kitapçık mutlaka bulunup okunmalıdır.

    Konuşmasını “Aksiyon ve İslâm” noktasına getiren Üstad, “İslâm, iman ruhunun, bitmez tükenmez, durmaz dinlenmez aksiyonundan ibarettir.” diyerek başlar konuyu anlatmaya. Kur’an’a yaptığı atıflarla sözünü sürdürürken, bir ara salondaki dinleyicilerle diyaloga girer. Üstad, “Şimdi size, konferansımın çok uzayacağından korkmasam, Kur’an âyetlerinden bazı misaller vermek, mealler okumak isterim.” der. Dinleyenlerden gelen “Oku! Oku!” seslerine karşılık olarak onlara şu soruyu sorar: “Sabaha kadar var mısınız dinlemeye?” Erzurumlular bu soruyu “Hayhay! Hayhay!” diye cevaplandırır. Bunun üzerine Necip Fazıl, Besmele’den başlayarak, Kur’an’dan çeşitli ayetlere atıflar yapar: Fâtiha, Bakara, Enfâl, Tevbe, Neml, Ankebut, Sâffât, Tekvir… Üstad’ın çeşitli ayetlerine atıflar yaptığı surelerdir. Üstâd, bu surelerdeki aksiyon ifade eden hükümleri dinleyicileriyle paylaşır. Konuyu şu hükümle bağlar: Aksiyon, doğrudan doğruya Allah vergisi bir lütuftur.

    Üstâdın sunumundaki başka ilginçlikler

    necip-fazil-konusmasi-1.jpg

    Konuşmasında “mutlak plânda aksiyoncu Allah, kul plânında da, mutlak aksiyoncular peygamberlerdir.” diyen Üstad, bir ara sözü konferansın süresine getirir. Kitapçıktan aktaralım: “Bir meselemiz var! Vakit geçiyor, gece yarısı yaklaşıyor ve henüz dâvanın ortasına bile gelmemiş bulunuyoruz! Ne yapalım; çabuk mu geçelim? Ne kadar sürebilir tahammülünüz?.. (‘Sabaha kadar’, ‘sabaha kadar’ sesleri) Efendim, biz, sabaha kadar değil, hattâ yememek, uyumamak şartiyle, son meselemizin son emrine kadar ayakta dinlemeye dâvet edebiliriz herkesi… Aslında günümüzün ve gayemizin nezaketi böyle bir zaruret belirtir. Fakat biz, hem iç, hem dış şartlarımızla, bizden ibaret değiliz henüz!. (Şiddetli alkışlar, ‘yaşa!’ sesleri!) Birtakım ince hesaplar sahibi olmak zorundayız. (Büyük alkış)”.

    Zaman konusundaki hassasiyeti sonraki sayfalarda da sürer üstadın. Konusunu anlatır dururken, mesela, şöyle bir muhabbet gelişiyor dinleyicilerle arasında: “Saati söyler misiniz bana? Çok uzun olmasından korkuyorum konferansımın… (‘Onu beş geçiyor!’, ‘On! Vakit çok!’ sesleri) Şimdi, bizde cihadın farz oluşu, aşağı yukarı aksiyonun, doğrudan doğruya aksiyonun farz oluşu demektir.”

    Beş dakika mola, bir sigara dola!

    Necip Fazıl, aksiyonun İslâm medeniyeti içindeki karşılığını Türk ve İslâm dünyalarından seçtiği örneklerle uzun uzun izah ettikten sonra, aynı faslın “dışımızdan misâller”le anlatımına geçmek ister. Fakat bu fasla geçmeden önce bir mola vermenin zamanı gelmiştir. Buyurun, Üstad’ın cümlelerini okuyalım:“Şimdi dışımızdan misâller… Bu ayrı bir fasıl teşkil ediyor. İzin verirseniz siz de, ben de beş dakika dinlenelim, birer sigara içelim. Peşinden devam edelim. Ne dersiniz? Tam beş dakika, saat tutun! (BEŞ DAKİKALIK ARADAN SONRA, şiddetli alkışlar)”

    Bitirirken…

    Üstad’ın 49 yıl önce (4 Ağustos 1963’te) Erzurum’da gece yarısına doğru tamamladığı konferansı, 10 puntoluk karakterlerle dizili 80 sayfalık bir kitapçıkta toplanmış. Üstad’ın bu konferansta neler söylediğini ayrıntılarıyla aktarmamız mümkün değil. Bunun yerine, bir şekilde bu kitapçığı temin edip okumanızı teklif ederiz. Bununla birlikte, Üstadın son sayfalarda söylediği cümlelerden bir demet sunabiliriz:

    “Bu kadar lâftan sonra dâva şurada düğümleniyor: Bizi bir büyük aksiyon beklemekte; hangi sahada isterseniz isteyin… Fakat o mutlaka tek mihraktan gelecektir. Ben şu konferansımda siyasi konuşmuyorum, âdi parti dâvası gütmüyorum. Dâvamız, ilmî ve mücerret… Bizi, nefs murakabe ve muhasebesine erdikten ve şahsiyet mihrakımızı tâyit ve tesbit ettikten sonra, boşlukta mekân işgal etmek haysiyetini temsil edeceğimiz bir millet olma aksiyonu bekliyor. (…) Bu mihrak imandır. Onun olmadığı yerde hiçbir şey olmaz. (…) Ve bu mihrak –öyle iphamlara, gizlemelere lüzum yok-, kelimenin tam mânasıyla İSLÂMİYETTİR. (Şiddetli ve devamlı alkışlar.)”

     

    Cevat Akkanat

     

    dünyabizim

    • Like 1

  5. Normalde Üstad Kadir Mısıroğlu'nun "Tarihten Günümüze Tahrif Hareketleri" eserini okumakta idim. Hayli hacimli olup fazla ağır bilgi olması kısmen canımı sıktı ve soluğu başka bir eserde aldım.Ramazan el-Buti'nin "Mezhepsizlik Bidattir" Üstad'ın "Batı Tefekkürü ve İslam Tasavvufu" da aradan bir güzel çıktı..Maksat imece bir şeyler yapmaktı. Sonra bu kitap bitmeden eniştemin kütüphanesinde gördüğümde içimin yağları eridiği Ali Ulvi Kurucu hocanın hatıratı.Zinhar bayağıdır okuma talebinde idim.Şimdi ikisine bayağı yüklendiğim birini ziyadesiyle ihmal ettiğim, üç tane nur topu gibi kitapla oyalanıyoruz işte.

     

    Anlıyorum bir şeyler, kafam yorulsa da.


  6. İlan

     

    Allah ile olan bütün işlerimizde, ibadetlerimizde ihlâs yani temiz niyet şarttır. Namazlar, oruçlar, hac, umre, yapılan hayır hasenat hep Allah rızası için yapılmalıdır. İhlas, katışıksızlık demektir ve kesir kabul etmez; ya yüzde yüz olur, ya olmaz. İnsanlar kendisi için ne dindar adammış desinler niyetiyle kılınan namazlar, tutulan oruçlar yahut halk kendisi için ne hayırsever kimse desin diye yapılan iyilikler, verilen sadakalar ihlâssızdır, bozuk niyetlidir ve makbul olmayacağı bildirilmiştir. Farz ibadetler açıkta yapılır, nafile ibadetler gizlenir. Nafile sadakalar, sağ elin verdiğini sol el bilmeyecek şekilde verilir. Ramazanda verilen iftar ziyafetlerinde israftan, gösterişten, şatafattan, benim ziyafetim senin ziyafetinden üstündür beyinsizliklerinden, lüksten ve ihtişamdan kaçınılmalıdır. İsraf Kur'an, Sünnet, icmâ-i ümmet ile haramdır; Kitabullah'ta israf edenlerin şeytanın kardeşleri olduğu bildirilmiştir. Resulullah Sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz "En şerli ziyafetler, fakirlerin çağırılmadığı ziyafetlerdir" buyurmuştur. İçkili mekânlarda iftar ziyafeti verilmez. İslam'ın hak din olduğunu tasdik etmeyen, Resulullahı yalanlayan, Kur'ana inanmayan gayr-i Müslim ruhanilerin iftar ziyafetlerine çağırılması ve onlarla muhabbetli bir şekilde yenilip içilmesi günahtır. Milyonlarca fakir ve dar gelirli halkın geçim sıkıntısı çektiği, İslam âleminde korkunç zulümler işlendiği, Suriye ve Arakan gibi yerlerde Müslümanların kanlarının döküldüğü böyle bir devirde israflı ve pahalı iftar ziyafetleri vermek vicdana ve insafa sığmaz. Kur'ana, Sünnete, Şeriata, İslam ahlakına uygun şekilde verilecek mütevazı iftar ziyafetlerinde çeşitli İslamî cemaatlerin liderlerinin, hocalarının, hoca efendilerinin, Efendi hazretlerinin bulunmaları daha münasip olur. Zekâtlar Kur'anın, Sünnetin, Şeriatın ve fıkhın öngördüğü şekilde, Tevbe suresinin 60'ıncı ayetinde açıkça beyan edilen fakirlere, miskinlere ve diğer hak eden gerçek şahıslara verilmelidir. Yukarıdaki gerçekler ahali-i müslimeye hatırlatılır. Ramazan mübarek olsun. Cenab-ı Hak cümlemizi ihlâsla oruç tutan, ihlâsla namaz kılan, ihlâsla hayır hasenat yapan, ilahî rızasına uygun ziyafet veren sâlih kullarından eylesin.

    (Bu, bir emr-i mâruf nehy-i münker ilanıdır.)

     

    * (İkinci yazı)

    Ramazan Showları

     

    Geçen Ramazan'daki bazı hadiseleri hatırlıyor musunuz? Birkaç ilahiyatçı çıkmış, İslam'da teravih yoktur yaygaraları kopartmıştı.

    Bir ilahiyatçı o kadar ileri gitmişti ki, yanındakilerle birlikte Sultanahmet meydanında güneş batmadan önce iftar etmişlerdi. Bunlar imsaktan sonra da sahur yemeğine devam ediyorlarmış.

    Sabataycı gazeteler böyle dinsel showlara bayılır.

    Geçen Ramazan Ankara'da da 1400 yıllık İslam tarihinde görülmemiş bir bid'at yaşanmıştı. Bir yatsı/teravih namazında Hacı Bayram camiinin içine erkek cemaat alınmamış, mâbet kadınlarla doldurulmuştu!.. Yeterli kadın cemaat bulunamadığı için dışarıdan minibüs ve otobüslerle kadınlar getirilmişti. Peki, erkekler nerede kılmışlardı? Yıldızların altında, camiin avlusunda. İyi ki, mevsim kış değildi, soğuktan donarlardı. Ankara'nın kış soğukları da öyle böyle değildir.

    Reformcu ve aykırı ilahiyatçılar ve onların peşlerinden gidenler showsuz duramaz.

    Zaman zaman bombalarını patlatırlar:

    Rabıta küfür ve şirkmiş, rabıta yapanlar müşrikmiş...

    Sahabe, evliyaullah ve süleha türbelerini ziyaret etmek şirkmiş, eden müşrik olurmuş...

    İslam'da kader yokmuş...

    İslam'da şefaat yoktur...

    İslam dininde kabir/berzah ahvali yokmuş...

    Üç hak ibrahimî din varmış, üçünün mensupları da ehl-i necat ve ehl-i Cennet'miş...

    Farmason Afganî büyük bir Müslümanmış...

    Tasavvuf büyükleri İslam'ın Pavlos'larıymış...

    Daha neler neler...

    Son on-yirmi yıl içinde Ramazanların vaz geçilmez eğlencelerinden biri de, son derece lüks, son derece israflı, son derece ihtişamlı ve de alkollü beş yıldızlı mekânlarında iftarlar verilmesi ve bunlara bazı patriklerin, papazların, monsenyörlerin de davet edilmesidir. İftarı kimler yapar? Oruç tutan Müslümanlar? Peki, o papazların ve patriklerin ne işi var o sofralarda?

    Hıristiyan ruhanileri Tevhid'i kabul etmezler, İslam'ın hak din olduğunu kabul etmezler, Hz. Muhammed'in (Salat ve selam olsun ona) Resulullah olduğunu kabul etmezler, Kur'anın Kelamullah olduğunu kabul etmezler ve sonra iftar sofralarında baş köşeye oturtulurlar. Fesubhanallah!

    Bakalım bu mübarek ayda ne gibi reform showları yapılacak? Sürprizlere hazır olunuz...

    * (Üçüncü yazı)

    Müslüman Temiz bir gence

    Beş vakit namaz kılan ahlâkı oldukça düzgün bir gençsin. İtlik serserilik yapmazsın, karı kız peşinde koşmazsın, içki içmezsin... Lakin bir ot gibi yaşıyorsun. İlme, irfana, sanata, kültüre, öğrenmeye hırslı olsana. Yaz tatili geldi, serseri mayın gibi dolaşıyorsun. Bir yere gidip tatilde bir sanat öğrensen iyi olmaz mı? Osmanlıca basit bir kitap alıp edebî Türkçeni ilerletsene. İnsanlar analarının karnından kültürlü, hikmetli, görgülü çıkmaz. Evet, bunlara kabiliyeti ve istidadı olmalıdır ama mutlaka bir üstattan ders alıp yetişmek, kemal bulmak gerekir. Bir yere kapılanıp biraz İstanbul âdâb-ı muaşereti öğrensen ne iyi edersin. Fotoğraf makineni alıp bir İstanbul kültürü resimleri albümü yapsana. Bir gece hatimle teravih namazı kılınan bir camiye gitsene. Bitpazarlarından kültürel değeri olan kitaplar toplasana (Ben tanesi 1 liradan topluyorum hâlâ...) Bir gün Yeniköy'deki Sadberk Hanım müzesine gitsene. Ciltli güzel bir defter alıp, ünlü kimseleri ziyaret edip, her birine birkaç satır da olsa o deftere yazı yazdırıp, izin verirlerse birer de resimlerine çekip yazının yanına veya karşısına yapıştırsana. Arada bir, bir tekkeye gidip, bir kenardan kemal-i edeb ile zikrullah dinlesene. Günde en az bir saat, internetten geleneksel el sanatları ile ilgili bilgiler edinsene. Sur içi İstanbul'un enteresan ara sokaklarını gezsene. Eski İstanbul'un eski evlerinin resimlerinden müteşekkil bir albüm yapsana... Yahu biraz kıpırdansana...

    30.07.2012

    • Like 1

  7. Tek parti faşizminden bu yana tarihimizin en liberal günlerini yaşıyoruz. Vesayet ve resmî ideoloji sisteminin beli kırılmıştır. 1920'lerde, 30'larda olduğu gibi vatandaşlar inançları, ibadetleri, kanaatları yüzünden hapse atılmıyor, bazısı idam edilmiyor. Artık tabutluk işkenceleri yapılmıyor, Varlık Vergileri alınmıyor...

    Bugünkü sistem veya düzen İslamî ölçüler bakımından iyi midir?.. İyidir denilemez... Eskisine göre daha az kötü müdür? Bu husus tartışılabilir. Lakin zinanın suç olup olmaması bakımından eskisine göre daha kötü olduğunda zerrece şüphe yoktur.

    Çoğunluğu oluşturan Sünnî Müslümanlar için (yüzde yüz olmasa da) artık çok büyük hürriyet vardır. Müslümanlar bu hürriyeti iğtinam edip (ganimet bilip) dinlerine, ülkelerine, halklarına, insanlığa gereği gibi hizmet edebiliyorlar mı? Bu, tartışmaya açık bir konudur. Bence edemiyorlar.

    1920'li, 30'lu yıllarda Müslümanlar büyük darbeler yemişler, sersemletilmişler ve henüz kendilerine gelememişlerdir.

    1924'te Hilafet'in kaldırılmasından sonra Müslümanlar başsız kalmıştır.

    İslam düşmanları, "Böl, parçala, hükm et" siyasetiyle Ehl-i Sünnet Müslümanlarını birbirinden kopuk irili ufaklı bin kadar cemaate, hizbe, fırkaya, kliğe, sekte ayırmıştır.

    Tevhidî eğitimin kaldırılması, onun yerine ideolojik Tevhid-i Tedrisat anti eğitiminin getirilmesi, Müslüman halkın 1928'den önceki bin yıllık yazıyı okuyamaması, bu yetmiyormuş gibi Türkçenin faşist devlet terörü ile radikal bir değişime tabi tutulması millî, İslamî kültürde kapatılması çok zor rahneler açmıştır.

    1960'lardan itibaren Haçlılar ve Siyonistler Türkiye'de yeni bir İslam türetmek için çalışıyorlar ve hayli başarılı olmuşlardır. Onlar münzel(=indirilmiş) İslam'ı kaldırıp, onun yerine uydurulmuş bir İslam getirmek istiyor.

    İslamî kesimde yüzlerce yeni bid'at fırkası türemiştir.

    Râfizîlik, Necdîlik, Selefîlik, mezhepsizlik, telfik-i mezahib, Sünnet düşmanlığı, Mealcilik, Fazlurrahmancılık, İslam'ı Feminizme uydurmak, İslam'ı AB norm ve standartlarına ayarlamak gibi sapık cereyanlar gece gündüz faaliyet gösteriyor.

    Halkın yüzde doksanı namazı terk etmiştir.

    Kadınların yüzde kırkı tesettürü terk etmiştir.

    Cemaat, hizip, fırka militanlığı, holiganlığı, fanatizmi dehşet saçmaktadır.

    Dinî hizmet ve faaliyetler yüz milyarlarca dolarlık bir sektör haline gelmiştir.

    Müslümanların başında bir İmam-ı Kebir yok.

    Müslümanların tek bir hizmet ve faaliyet plan ve programı yok.

    Müslümanların tek bir bütçesi yok.

    Son yüz yıllık tarihimizin en hür, en fırsatlı, en imkanlı devrini yaşıyoruz ama...

    İslamî kesimin içinde köpek sürüleri kadar casus, ajan, provokatör, manipülatör var. Çağdaş İbn Sebe'ler, Lawrence'lar, Hempher'ler, Moiz Kohen(=Tekin Alp'ler) kol geziyor.

    İslam adına Sünnete saldıranlar bile görülüyor.

    Fıkıh mezheplerine saldırılıyor.

    Sahte müftilerin (aslında muhtiler), naylon müctehidlerin bini bir paraya.

    Rezalet o dereceye geldi ki, "Allah gerçek bir Janus'tur" (Huda Janus-i hakikî est) diye yazarak yüce Allahı bir Roma putuna teşbih eden (=benzeten) İranlı yazar, bir İslam büyüğü ve önderi olarak tanıtılıyor.

    Cumhuriyet tarihinde eşi görülmemiş bir hürriyet, genişlik, fırsat ve imkan geldi ama bununla beraber bir gevşeme, yumuşama, keyif, oh kekâh, yan gel de yat, haram rantlar devşirme devri de başladı. Haram yeme, lüks hayat, israf, bin türlü beyinsizlik, sefahat ve fuhşiyat(=azgınlık) yaygınlaştı ve yoğunlaştı.

    Farz değil, vacib değil Müslümanlar akın akın turistik lüks umre seyahatlerine gitmeye başladı.

    Ramazanlarda içkili mekanlarda papazlarla, hahamlarla neş'eli iftarlar yapılır oldu.

    Mübarek kutsal ayda İslam'a ve Şeriata sığmayan eğlenceler, etkinlikler, şenlikler, azgınlıklar... Camilere kiliselerde ve havralarda olduğu gibi sıralar, sandalyeler, tabureler koyma bid'ati...

    Medenî İslam kültürünün yerini alan bedevî, a'rabî, göçebe kültürü...

    Eski radikal mücahitlerin müteahhit olmaları...

    Kur'ana, Sünnete, Şeriata zıt uyduruk, rüküş, rengarenk o biçim şeytanî tesettürler.

    Bugünkü hürriyet, değeri bilinmez ve iğtinam edilmezse (ganimet bilinmezse) hep böyle sürmez.

    Bugünkü imkanların, fırsatların, zenginliklerin bir gün sonu gelir.

    Lükse, israfa batan, şehvetlerine uyan Müslüman toplumların sonları iyi olmaz.

    Allah bize nasihat etmiştir... Resulullah (Salat ve selam olsun ona) bize nasihat etmiştir... On dört asır boyunca ulema, fukaha, meşayih, mürşidler , Sadat-ı Kiram bize nasihat etmiştir.

    Bugünkü zenginlikler, genişlikler, konforlar, lüksler, müzeyyen meskenler, pahalı otomobiller, Karunvari gibi servetler keramet değil, istidractır.

    İslam tarihine bakalım... Gaflet, ihmal, gevşeklik yüzünden ne büyük facialar cereyan etmiş. Niçin ibret dersleri almıyoruz?

    Neler yapılmalıdır?

    Yapılacak ilk iş ehliyetli ve liyakatli bir reis, bir İmam seçip ona biat ve itaat etmektir.

    İkincisi, sürüler halinden çıkıp tek bir Ümmet olmaktır.

    Üçüncüsü bedeviyetten medeniyete yükselmektir.

    Dördüncüsü namazı ikame etmektir.

    Beşincisi, bir tür ırkçılık olan cemaatçiliği ve hizipçiliği bırakmaktır.

    Altıncısı Kur'ana, Sünnete uymaktır.

    Yedincisi İslam'ı, Kur'anı, Sünneti ve Şeriatı icazetli ulemanın, fukahanın, meşayihin anladığı gibi anlayıp hayata tatbik etmektir.

    Sekizincisi ihtilaflı meselelerde ve konularda Sevad-ı Âzam dairesi içinde bulunmaktır.

    Dokuzuncusu, İslam'ın Cadde-i Kübrasında yürümektir.

    Onuncusu, Cumhur-i Ulema yolundan gitmektir.

    On birincisi, Selef-i Sâlihîn Efendilerimizi örnek almaktır.

    * (İkinci yazı)

    Okuma Yazma Öğrenmeyen bir Gence

    BU millet anadilini bin yıldan fazla İslam/Kur'an alfabesiyle yazmış. 1928'den önceki basma ve yazma kitaplar, belgeler, mezar taşları, kitabeler hep bu yazıyla. Sen Müslüman bir gençsin ve bu yazının cahilisin. Yazık değil mi sana? Hiçbir şeye yanmam da senin bu konudaki umursamazlığına çok acırım. Okuma yazma bilmiyorsun ve bunun üzüntüsünü çekmiyorsun. Keyfin yerinde.

    Bu sene yurt çapında bine yakın Osmanlıca kursu açıldı. Bunlardan birine kaydını yaptırıp millî yazımızı öğrensen iyi olmaz mıydı?

    Kültürlü bir Müslüman genç olmak istiyorsun ama okuma yazma öğrenmiyorsun. Olacak şey midir bu?

    Bir Fransız genci 1928'den önce basılmış, yazılmış Fransızca kitapları ve evrakı okuyamasa, onun kültürlü bir Fransız genci olması mümkün müdür?

    Okuma yazma biliyorsun elbette. Hangi okuma yazmayı? Latin harfleriyle 1928'den sonraki kuşdili Türkçesini... Bu, sana yeterli midir sanıyorsun?

    1928'den bu yana kaç sene geçmiş?.. 84 sene... Millî yazımız ise bin yıl sürmüş... Senin okur yazarlığın pek kısa, pek güdük...

    Sen şu cemaate veya tarikata mensupmuşsun, senin hocan çok büyükmüş, cemaatin çok uluymuş... Bırak bu edebiyatları... İlmin, irfanın, kültürün, medeniyetin en büyük aleti ve vasıtası yazıdır. Onu biliyor musun, bilmiyor musun, ondan haber ver bana.

    Okur yazar olmadığına üzülseydin, bin yıllık millî yazımızı öğrenmek için niyete, cehde, iradeye sahip olsaydın seninle görüşmeye devam edecektim. Lakin bugünkü halin ümit verici değil. Selam ve dua sana veda ediyorum. Ne halin varsa gör!..

    29.07.2012


  8. Gerçekten Nuh'un Gemisi'ydi

    Basın İlan Kurumu'nun gayretleriyle Ramazan eğlencelerinin arasına, yıllarca önce kapatılan "Marmara Kahvesi" de katıldı.

     

     

    Bu ünlü kahve Bayezıd Meydanı'nın, Soğanağa tarafında kalırdı. Girişteki on beş kadar masaya oyun kâğıdı, tavla, okey takımı verilmezdi; bu bölüm, erbaplarının sohbet etmeleri için ayrılmıştı.

    Sözünü ettiğimiz kahvenin cazibesi değişik sebeplerden gelirdi. Bayezıd, üniversite muhiti olduğu için çoğunlukla öğretim üyelerinin bu civarda oturmaları, emekli olanların da alışkanlıklarından dolayı ikamet için bu semti tercih etmeleri, öğrenci yurtlarının bu çevrede toplanmaları, basının merkezi Babıali yakınında bulunduğundan gazetecilerin her fırsatta buraya uğramaları ilk akla gelen unsurlardı. Kahvenin hayatı yıllarca sürdüğü için ünü belli çevrelerde yaygınlaşmıştı. Ankara'dan, İzmir'den, değişik illerden, yurtdışından herhangi bir sebeple İstanbul'a gelen bir bilim insanı, politikacı, gazeteci, romancı, şair Marmara Kahvesi'nde sohbet olduğunu bilir, dostlarını görmek, ülkede ve dünyada neler olup bittiğini anlamak, halkın duygularını yakalamak için oraya uğrardı. Burada sadece vatanın değil, dünyanın nabzı atardı; her gün Le Monde gazetesini okuduğundan "Le Monde" lakabını alan Hasan Bey Avrupa gazetesi okuyan tek kişi değildi. "Figaro" mu , "Süd Deutsche Zeitung" mu okuyana, insan rastlamazdı. Fransız Parlamentosu'ndan emekli bir Cezayirli, Marmara Kahvesi'ne her gün gelebilmek için İstanbul'da yaşar, bu ünlü kahveye "Nuh'un Gemisi" derdi.

    Devamlılarının arasında her dünya görüşünden insan vardı; milliyetçiler, Batıcılar, dindarlar, ateistler, demokratlar, komünistler, faşistler aynı masada oturur, birbirlerine hürmette kusur etmeyerek rahatça tartışırlardı. Marksist Abidin Nesimi ile İslamcı Hilmi Oflaz saatlerce dünyanın meselelerini ele alıp konuşurlar, dinleyenler de gerçekten zevk alırlardı. Buradaki dostluklarda fikirlerin aynılığı değil, yaş, seviye önemli rol oynardı. Emekli profesörlerden, yaşlı yazarlardan gençlere doğru inerken birbirinden farklı gruplar oluşurdu. Gençlerin yaşlılara ilgisi fazlaydı; nereli olduklarını, nerede okuduklarını, hangi üniversitede doktora yaptıklarını, neler yazdıklarını bilirlerdi. Onlar ise gençlerin dünyalarına fazla girmezlerdi; ama Marmara Kahvesi'nin havası sadece bu iki grubu değil, memurları, işçileri, hatta meczupları kuşatır, onları bütünleştirirdi. Herkes haddini bilir, büyüklere saygısızlık yapmayı kimse aklının ucundan geçirmezdi. Kimse kimseyi küçümsemezdi; bazen dünya bilim literatürüne girmiş emekli öğretim üyesi veya ünlü bir şair, bir gençle, kahvenin sakini bir meczupla saatlerce sohbet ederdi.

    Buraya kimler gelmezdi... Menderes'in Afganistan'da Tıp Fakültesi'ni kurdurduğu Ali Saib Atademir, belki de ülkemizde ilim namusu bakımından öne çıkarılması gereken Mükrimin Halil Yinanç, Emin Ali Çavlı, Orhan Münir Çağıl, Ziya Nur Aksun, Mehmed Genç gibi bilim adamları müdavimlerindendi. Burayı "Eshafil-i şark" olarak nitelendiren büyük şair ve mütefekkir Necip Fazıl da bazı kaynaklara ulaşmak amacıyla uğrardı. Sezai Karakoç, Sedat Umran gibi şairler, Erol Güngör, Nureddin Topçu gibi mütefekkirler ilgi odağı olurlardı. Adları listelere sığmayacak kadar çok sayıda gazeteci, politikacı ve aydın da akşamları masaları doldururlardı. Sahaflar şeyhi olarak ünlenmiş Muzaffer Özak Beyefendi, genellikle yatsı namazından sonra gelirdi. Sohbeti çok tatlıydı; yaptığı esprilerle çevresindekileri kırıp geçirirdi. Bilim, fikir ve sanat erbaplarını dinlemek isteyen gençler için de belki orası fakültelerinden daha çok şey öğrendikleri bir mekândı. Tiryakisi olan işadamları, esnaflar, işçiler de az değildi. Bir de meczupları vardı. Tabii sivil polisleri de unutmamak gerekir. Orada hangi konular ele alınmaz; milletin, hatta insanlığın geleceği hakkında en ince ayrıntısına kadar ne girift planlar yapılmazdı!

    Kahvenin müdavimi olmak, adeta bir cemiyete dâhil olmaktı. Resmi dairelerde çalışanlar bakımından hangi fikirden olurlarsa olsunlar, kahvede aynı masada sohbet etmemiş olsalar bile, işi düşenlere yardımda bulunmaları için göz aşinalıkları yeterdi.

    Bir Batılı ülkede böyle bir kahvenin yok olmasına kamu kuruluşları razı olmazdı. Bizde yıkılarak çarşı haline getirilmesini kimse umursamadı. Daha sonraları "Marmara" adında kahveler kurulmaya çalışılmışsa da tutmadı. Elbette tutmazdı; Marmara sadece büyük bir kahve değildi; oraya atmosfer kazandıran müşterileriydi; yapılan sohbetlerdi. Cemaleddin Server Revnakoğlu'nun, Filozof Cemal'in, Hilmi Oflaz'ın yerini kim doldurabilir!.. Marmara Kahvesi kültür hayatımızda bir dönemdi; müdavimlerinin hafızalarında hasretle yaşayacaktır. 30 Temmuz 2012,

    • Like 1

  9. Arakan Müslümanları Diri Diri Yakılırken

     

    İslam ve Müslüman karşıtı çevreler Arakan Müslümanlarına yapılan katliamı yalan ve şişirme göstermeye çalışıyor. Halbuki, yıllardan beri, Birleşmiş Milletler Teşkilatı, dünyada en fazla zulme ve haksızlığa uğrayan Müslümanların Arakan Müslümanları olduğuna dair raporlar yayınlamaktadır.

    Dünyanın her hangi bir yerinde bir Yahudinin burnu kanasa büyük gürültü ve yaygara kopartan İslam düşmanları, Türkiye Müslümanlarının Arakan'daki kardeşleriyle ilgilenmesinden, onlara acımasından bile rahatsız oluyor.

    Dünyanın nice ülkesinde Müslüman azınlık veya çoğunluklara zulm edilmektedir ama en büyük zulme uğrayanlar Arakan Müslümanlarıdır.

    Paramparça olmuş Türkiye Müslümanlarının büyük ve ciddî bir bilgi bankaları olmadığı için bu gibi facialardan zamanında ve yeteri kadar haberleri olmuyor.

    Hilafet müessesi var olmuş olsaydı bu gibi zulümlere karşı etkili tepkiler verilebilirdi.

    Arakan'da din kardeşlerimiz diri diri yakılırken Türkiye'de bazı Müslümanlar ne yapıyor?.. Lüks iftardan lüks iftara koşuyor...

    Lüks umreler yapıyor...

    Cemaat ve tarikat holiganlığı yapıyor...

    Dünyada millî devletlerin sınırları olabilir ama İslam kardeşliğinin sınırı olmaz. Hangi ülkede yaşıyorsa, hangi dili konuşuyorsa, hangi ırka mensupsa Müslümanlar kardeştir. Yaşayış tarzları, örfleri, adetleri, kültürleri farklı da olsa kardeştir.

    Suriye'de zalim Nuseyrî rejimi tarafından vahşice öldürülen ve ezilen Müslüman kardeşlerimiz için yaptıklarımız yeterli midir? Kesinlikle değildir.

    Arakan Müslümanları için ağlayabilmemiz, onlar için feryat edebilmemiz ve oraya kadar yardım elimizi uzatabilmemiz için gereken ilk şart Ümmet şuuruna sahip olmaktır. Müslümanlarda Ümmet şuuru yoksa işte böyle teker teker, parça parça ezilir ve öldürülürler.

    On altınca asırda, Sumatra'nın bir bölümündeki Aceh sultanlığı Portekizlilere karşı Osmanlı halifesinden yardım istediği zaman, Devlet-i Aliyye Kızıldeniz'de bir donanma hazırlayıp göndererek o uzak Müslümanlara yardım etmişti.

    Arakan Müslümanlarına yardımdan geçtim, hâlâ başörtülü kadın ve kızlarımızın haklarını bile yüzde yüz koruyamıyoruz. En son İstanbul'da büyük bir market, Kızılay namına çalışacak başörtülü kadını kapı dışarı etti.

    İslam dünyası çok zengindir. Sadece petrol gelirleriyle bile muazzam hizmetler edilebilir ama bizde para kadar ilim, irfan, ahlak, fazilet, vicdan, himmet, gayret, hamiyet, mürüvvet yok.

    Arakan'da, Suriye'de, başka yerlerde öldürülen, yakılan, gözleri oyulan, ezilen, sürünen kardeşlerimiz için yapabileceğimiz en kolay şey, onların acıları karşısında biraz olsun iştahımızın kesilmesidir.

    Acaba bu ucuz ve kolay şeyi yapabiliyor muyuz?

    * (İkinci yazı)

    Mülk Allahın Emanetidir

    Türkiye kime kalacak?.. Türkiye kimin olacak?... Aman Türkiye'yi ötekilere kaptırmayalım!.. Türkiye ilelebed hep bizim olsun!.. Hakimiyetimiz ebedî olsun...

    Be mübarekler, siz bilmiyor musunuz ki, mülk Allah'ındır, dilediğine verir, dilediğinden alır...

    Türkiye M. Kemal'e kaldı mı?

    Millî Şef İsmet'e kaldı mı?

    Adnan beye kaldı mı?

    Irak Saddam'a kaldı mı?.. Mısır Mubarek'e kaldı mı?.. Libya Kaddafi'ye kaldı mı?

    Emanetçi malikler gelirler giderler...

    Kimi izzet ü ikbal ile gider, kimi zillet içinde ipte sallanarak...

    Malikülmülk olan Allahtır ancak.

    Bu mülk biz Müslümanlara emanet edilmişti. Kıymetini bilemedik, şartlarına riayet edemedik ve emaneti kaptırdık.

    İstanbul şehri 1453'te bize verildi. Farkında mısınız acaba, aradan beş yüz sene geçtikten sonra emanet elimizden hızla kayıp gidiyor.

    Aaaa İstanbul bizim tapulu mülkümüz değil mi?.. Değil tabiî... Emanete hıyanet edersen elinden alınır...

    Nasıl olurmuş o?.. Gözünü açıp baksana, işte bugün olduğu gibi kayar gider...

    Her yerde açık fuhuş, işret, fısk u fücur, isyan tuğyan, günah...

    İslam ahlakına göre yüzlerce yolcu taşıyan bir feribotta bir erkekle bir karı bir saat boyunca herkesin arasında azgınca öpüşüp sevişir mıncıklaşır ve Müslümanlar da seyrine bakar...

    Caddelere, lokantalara, kahvehanelere, hastanelere baksana, insanlar nehar-ı Ramazan'da Allah'tan korkmadan, kullardan utanmadan nasıl alenen nakz-ı siyam ediyor...

    Muhadderatın haline bak, hamam anaları gibi...

    Din elden gidiyor mu? Ne gidiyoru, gitmiş bile!

    Yoksa sen 120 debisel bağıran hoparlörleri, cami klimalarını, cami wc'lerini, minareler arasına gerilen mahyaları, lüks iftarları, lüks umreleri (Zam Zam Tower!..), dinî folkloru İslam mı sanıyorsun?

    İslam Kur'an, Sünnet, Şeriat, fıkıh, ahlak, hikmet, güvenlik ve adalet demektir.

    İslam Ümmet demektir.

    İslam, kadınların tesettürü demektir.

    İslam ticaret ve iş hayatında fütüvvet ve ahîlik ahlakı demektir.

    İslam, Cuma ezanı okunanca bütün Müslümanların dükkanlarını ve işyerlerini kapatıp camiye gitmeleri demektir.

    İslam, Müslüman halkın en az yüzde 90'ının beş vakit namaz kılması demektir.

    İslam, Müslümanların çocuklarının İslam mekteplerinde Müslümanca okuması ve yetişmesi demektir.

    İslam, başkentte İmam-ı Müslimînin Cuma selamlığına çıkması demektir.

    Açık yazıyorum:

    Bir Müslüman toplum evamir-i Kur'aniyeye, Resulullahın Sünnet-i seniyyesine,

    Şeriat-ı Garra-i Ahmediyyeye, İslam kadın ve kızlarının hurmetine ihanet ve hıyanet ederse zillete, esarete, rezalete, rüsvaylığa ve izmihlâle duçar olur.

    Emanet onun elinden alınır.

    Bir toplum azarsa ve Allah yolundan saparsa ondaki zenginlik, maddî refah, israf, lüks meskenler, lüks binitler, lüks hayat keramet değil, istidractır. Ansızın tepelerine azap iniverir.

    Bize kendimizi ıslah etmemiz, toparlanmamız, aklımızı başımıza toplamamız, günahlarımıza tevbe etmemiz, Kur'an Sünnet Şeriat yoluna girmemiz için mühlet veriliyor.

    Toparlanıyor muyuz?

    Toplanıyor, Kur'an ve Sünnete uyuyorsak gelecekten ümitli olabiliriz.

    Azgınlıkta, günahta, lüks ve israfta, bînamazlıkta, isyanda tuğyanda, ekl-i ribada, fütuhulfüructa ilerliyorsak geleceğimiz karanlıktır.

    Bunu anlamak için fakih olmak gerekmez.

    Aynaya bakmak yeterlidir.

    Mir'at-ı ibrete...

    27.07.2012


  10. BüyükDoğu haberin cevabı şu olmuş ve gayet yerinde ama kısmen pasif.

     

    Ciğerindeki Leke Göründü

     

    Yeni Şafak yazarı Ömer Lekesiz'in ciğerindeki lekeyi gösteren yazısı üzerine...

     

     

    27 Mayıs 2012 Pazar 19:48

    cigerindeki_leke_gorundu_h672.jpg

     

     

    Yeni Şafak gazetesi yazarı Ömer Lekesiz 26 Mayıs'ta bir yazı kaleme almış. "Devlet ve maslahat" başlıklı yazısının genel çerçevesine değinmeyeceğiz.

     

    Yazısının bir paragrafı şöyle:

     

    "Hayır, Necip Fazıl'ın bu bahiste yeri yoktur; onun dua alacağı, rahmetle, hürmetle ve minnetle anılacağı meşguliyetler farklıdır. O bir aksiyon adamı olarak Osmanlı'yı hatırlatmış, CHP zulmünü kayıt altına almış, yeni bir edebiyat zevkini şekillendirmiş, miting meydanlarını hareketlendirmiş, buralarda okunacak sloganik şiirleri yazmış, muhtemeldir ki kendisinin bile anlayamadığı İdeologya Örgüsü'nü tamamlamıştır."

     

    Lekesiz, Üstad'ın İdeolocya Örgüsü'nü okumaya tenezzül etmiş midir?

     

    Öncelikle kitabın ismini bile (ideologya) yanlış yazdığını belirtelim.

     

    Üstad Necip Fazıl'ın aksiyoner yönünü ifade eder gibi yapmış. Onun aksiyonunun fikrinden kaynaklandığını ise örtmüş.

     

    Devlet bahsinde yeri olmadığını iddia ettiği Üstad'ın, İdeolocya Örgüsü'nde yer alan İslam idealinin şekillendirdiği tek ve alternatifsiz "Başyücelik" devlet teklifinden de haberi olmamış anlaşılan. Sormuştuk ya, herhalde tenezzül etmemiş!

     

    Şu cümlesine bakalım: "muhtemeldir ki kendisinin bile anlayamadığı İdeologya Örgüsü'nü tamamlamıştır." Kitabı muhtemel değil mutlak suretle Lekesiz'in anlayamadığı bu ifadesinden süzülebilir. Okumamış ya, nasıl anlayabilsin?

     

    Evet, Ömer "Lekeli"nin ciğerindeki leke göründü!

     

     

     

    Büyük Doğu Haber


  11. Her ne şartta olursa olsun bir devlete sahip olma anlayışımız bin yıllık bir kabulden kaynaklanmaktadır.

    Bu kabulün hükümdarları Tanrı'nın temsilicisi olarak yücelten Mutezile ile birlikte başladığı, Maverdî ve Turtuşî'de ise otoritenin gerekliliğine dönüşerek kurumlaştığı malumdur. Çünkü, her iki imamın ilgili görüşlerinin de sadece hukuki gerekliliklerle değil, İslam toplumlarındaki çalkantıları bitirmeye yönelik zorunlu çabayla birlikte şekillendiği tarihi kayıtlarla sabittir.

    Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşundaki kabulümüz ve tekrarımız da aynıdır. Bir cihan savaşı yaşanmış, topraklar ve halklar kaybedilmiş, yetim ve yoksul sayısı had safhaya ulaşmış, siyasi ve ekonomik güçsüzlükler nedeniyle düşmanların tecvazüne açık hale gelinmiştir. Bu şartlarda devletin bekası hakim bir kanaat olarak öne çıkmış, kalan imkanlar da tümüyle bunun gerçekleşmesine harcanmıştır.

    1924'te Tevhid-i Tedrisat Kanunu'yla köyündeki medresesi kapatılan Ozanlı Mehmet Efendi'ye, bu kanunla eş zamanlı olarak kurulan Diyanet İşleri Reisliği'nin Akdağmadeni müftülüğü teklif edilmiştir. Aynı zamanda bir Nakşi şeyhi olan Mehmet Efendi, yakınındakilerle iştişare ederek bu görevi kabul etmiş. Etmiş etmesine de itirazlar da hemen sökün edivermiş. Mehmet Efendi bu itirazlara şu cevabı vermiş: 'Biz bu görevi kabul etmezsek, din cahillerin eline kalır, bize de ahirette bunun hesabı sorulur'.

    Ozanlı Mehmet Efendi'nin gözettiği bu maslahat Tek Parti zülmünde bile yürürlükte olmuştur. Çünkü söz konusu olan devlettir ve devlet iyiler tarafından iyilikle yönetilmese de o iyinin bulunmasına ve iyiliğin sağlanmasıra çalışmak her Müslümanın görevidir.

    Bu görevi yetmişli yıllarda yeniden siyasal bir bilince dönüştüren İslamcıların o günden bugüne süregelen temel çelişkileri yukarıdaki kabulle söz konusu mashalatın uygulamasından kaynaklanmaktadır.

    Çünkü bir İslamcı, devletin ehil kişilerce yönetilmemesinden, yönetim sisteminin İslam'la bağdaşmamasından dolayı devletin yıkılmasına, zarara uğratılmasına, gücünün zayıflatılmasına rıza gösteremeyeceği gibi devletten kaynaklanan zulmün, şerrin giderilmesi, en azından bunların halk nezdindeki etkisinin azaltılması için devlet mekanizmasında yer almak durumundadır. Ancak bu maslahat ona maslahatgüzarlık yapma hak ve yetkisini vermez.

    Bence Mehmet Akif'in büyüklüğü milli şairliğinden önce buradan kaynaklanır: Teşkilât-ı Mahsusa ve Dâr-ül Hikmet-il İslâmiye'deki görevleri, Millî Mücadele'deki ve 1. TBMM'deki rolü, Mısır'a gitme ve Türkiye'ye dönme nedenleri bir maslahatı gözetme ile maslahatgüzarlığa düşmeksizin var olmaya çabasının en canlı örneklerindendir. Ki, Akif bu nedenle İslamcılığın kurucu isimlerinin ilk sırasında yer alır.

    Ne var ki Akif, İslamcılık düşünce ve eyleminde ideal portre olarak öylesine etkilidir ki, kendisinden sonraki otuz yıl boyunca dünyada ve Türkiye'deki yeni hadiseleri anlama, değerlendirme, vaziyet alma konusunda İslamcılar için de tam handikapıdır.

    Bu devir İslamcılarının Komünizmle Mücadele Dernekleri'nde sağcılarla işbirliği yapmaları, iç ve dış tehlikelere karşı ırkçı bir söylemi benimsemeleri, Batıcılarla gündelik didişmeleri asli bir uğraş sanmaları bilinçsizce ya da bilinçsiz olarak oluşturulmuş bir Akif mitiyle bağlantılıdır.

    Akif'in maslahatını kendi zaman ve şartları içinde değerlendiremeyen İslamcılar Sosyalizmin yükselişini iyi okuyamadıkları gibi Menderes'le birlikte güçlenen devlet Kapitalizminin ayak seslerini de duyamamışlar ve sistemin bizzat ürettiği Komünizm tehlikesi karşısında Kapitalist bir hayatın yani mevcut yerli sistemin içine (hem idrak hem de hal olarak) sürüklenmişlerdir.

    Bu yüzden yetişmişli yıllardaki partileşme hareketi İslam düşüncesi üzerinden gerçekleşen bir hareket olmaktan çok sermayenin dayatmasıyla ilgili bir harekettir; Turgut Özal'ın özellikle Kemalist sistem yararına başlattığı Transformasyon ise doğrudan bu hareketten kaynaklanmamış olsa bile uygulama cesaretini büyük oranda ondan almıştır.

    İslamcıların maslahattan maslahatgüzarlığa geçme seline kapıldıkları o yıllarda iki isim selin dışında durarak düşünce üretebilmiş, konuşabilmiştir: Nurettin Topcu ve Sezai Karakoç.

    Hayır, Necip Fazıl'ın bu bahiste yeri yoktur; onun dua alacağı, rahmetle, hürmetle ve minnetle anılacağı meşguliyetler farklıdır. O bir aksiyon adamı olarak Osmanlı'yı hatırlatmış, CHP zulmünü kayıt altına almış, yeni bir edebiyat zevkini şekillendirmiş, miting meydanlarını hareketlendirmiş, buralarda okunacak sloganik şiirleri yazmış, muhtemeldir ki kendisinin bile anlayamadığı İdeologya Örgüsü'nü tamamlamıştır.

    İslamcılar bugün Nurettin Topçu ve Sezai Karakoç'tan tevarüs ettikleri anlayışla devlet ve maslahat konusunda nerede duruyorlar?

    İnşallah cevabı bir sonraki yazıda bulmaya çalışalım.

     

    Ömer Lekesiz/Yeni Şafak


  12. Sünnetsiz İslam Olmaz!

     

    KİŞİ "Lâ ilahe illAllah" inancına sahip olsa bile, bunun yanında lisanen Muhammed Resulullah deyip kalben iman etmezse mü'min olmaz.

    Kelime-i Tevhid iki parçadan oluşan bölünmez bir formülüdür.

    Peygambere (Salat ve selam olsun ona) iman ve itaat etmek farzdır.

    Peygamberin, yapışılması gereken Sünnetine yapışmak farzdır.

    Peygamberimizin mütevatir ve sahih hadisleri de bir tür vahiydir (Gayr-i metluv vahiy). Çünkü Kur'anda Peygamber hakkında " O kendi hevasından konuşmaz" buyruluyor.

    Peygamberimizin mütevâtir ve sahih hadîslerini inkar eden kafir olur.

    Peygamberimizin Sünnetini hafife alan yahut istihza eden kafir olur.

    Bize sadece Kur'an yetişir, Sünneti kabul etmeyiz diyenler açık bir dalalet=sapıklık içindedir.

    Sünnet Kur'anın tefsiri ve şerhi mahiyetindedir.

    Kur'anda mücmel geçilen konular, emir, yasaklar, hükümler Sünnetin ışığında anlaşılır.

    İlmi ve icazeti olmayan cahiller, Kur'anı kendi nefis, heva ve re'ylerine göre yorumlasalar, bu yorumlarında isabet etseler bile günaha girerler.

    Allah, Efendimizi öncelikle mü'minlere ve sonra bütün insanlığa en güzel örnek ve model olarak göndermiştir. Ona uyulmalıdır.

    Bütün insanlık onun Ümmetidir. İnananlar Ümmet-i icabet, inanmayanlar

    Ümmet-i dâvettir.

    Allahın rızasını kazanmak ve ebedî saadete nail olmak için Resulullaha (Salat ve selam olsun ona) itaat ve biat etmek ve onun eteğine yapışmak gerekir.

    Âlet ilimlerine, 'âli ilimlere, bilhassa hadîs ilmine vakıf olmayan, on binlerce hadîsi inceleyip ezberlemeyen, hadislerin nasih ve mensuhunu, tahsisleri, incelikleri bilmeyen kimseler onlardan din, fıkıh, Şeriat hükmü çıkartamaz.

    Nasirüddin Albanî gibi icazetsiz kişilerin, hadîsleri hakkındaki söylediklerine itimad edilmez.

    Albanî icazetli, ehliyetli Sünnî din alimi ve fakih değildir. Onun hezeyanlarını red, cerh, ibtal ve çürütme konusunda ulema ve muhaddisîn tarafından bazısı dört ciltlik ilmî reddiyeler yazılmıştır.

    Sünnet yıkılır ve dışlanırsa fıkıh ilmi yıkılır. Fıkıh yıkılırsa İslam ism ve resmden ibaret kalır.

    Bir konuda hadîs varsa ona itibar edilir, re'y ve heva ile hüküm verilmez.

    Fukaha (müctehidlerin) sözü ile nass arasında bir uyumsuzluk görürlerse, mukallidler müctehid sözüne tabi olur. Çünkü cahillerin uyumsuzluk gibi gördüğü şey onların vehminden ibarettir. Nasih mensuh tahsis vs olabilir.

    İslam dünyasını Protestanlaştırmak isteyenler Sünnete sinsice saldırıyor.

    Sünnet ortadan kalkarsa Kur'anın doğru tefsiri yapılamaz.

    Allah Kur'anda Peygamberimiz için "O size ne getirdiyse alın" buyurmaktadır.

    Peygamberin getirdikleri: Emir ve yasakların, helal ve haramların açıklanması, Allahın rızasını kazanmak için nasıl ibadet edilecek, nasıl yaşanacak, dünya fitne ve fesatlarından, şeytanın tuzaklarından nasıl korunulacak, yeryüzünden nasıl güven, huzur ve selamet içinde yaşanacak, nefs-i emmare ile nasıl büyük cihad yapılacak, fuhşiyattan=azgınlıklardan nasıl uzak durulacak, Ümmet içinde birlik nasıl sağlanacak, çocuklar nasıl yetiştirilecek, kadınlara nasıl muamele edilecek... Ve daha bunlar gibi binlerce çare ve çözüm...

    Sevgili Müslüman kardeşim:

    Sünnet ve hadîs düşmanı şeytanların, yıkıcı reformcuların, dinde değişim, dinde yenilik isteyenlerin, light ve ılımlı İslamcıların tuzaklarına düşme.

    Resûl-i Kibriya aleyhi ekmelüttahaya Efendimiz hazretlerinin hadislerini AB standartlarına, Feminizm ideolojisine, Batı medeniyetine, Fazlurrahman fırkasına göre ayıklamak küfürdür.

    İslam'ın iki temel kaynağından biri Kur'an, diğeri Sünnettir.

    Kur'ana ve Sünnete yapışan aziz olur, onları terk eden zelil ve rezil olur.

    Allah Efendimizi alemlere rahmet olarak göndermiştir.

    Onu ve sünnetini canımızdan daha fazla sevmeliyiz.

    İhlaslı, takvalı, samimi, âbid, ehliyetli, icazetli büyük din alimlerinin Müslüman halk için yazdıkları hadis külliyatları (Mesela Riyazüssalihîn) başucumuzda durmalıdır ve onları devamlı okumalıyız. Okurken kendi kafamıza göre fıkıh hükmü çıkartmaya kalkmamalıyız.

    Günlük hayatımızı Kur'ana ve Sünnete uygun hale getirmeliyiz.

    Evlerimiz Sünnete uygun olmalıdır.

    Lüksten israftan, şatafattan, ihtişamdan, debdebeden, israftan ve diğer beyinsizliklerden ateşten kaçtığımız gibi kaçmalıyız.

    Otomobil alırken Efendimize sormalı, danışmalıyız. O bizim, ihtiyacımızın ötesinde lüks bir binit almamızı uygun görmez ve buna izin vermez.

    Yemek yerken Sünnete uymalıyız.

    Efendimiz bizim, hiç lüks ve ihtişamlı (!) turistik umre seyahati yapmamıza izin verir mi?

    Biz elbette Resulullah ve onun Ashab-ı Güzini gibi olamayız ama yine de sınırları zorlamamalıyız.

    Efendinmize sorar ve danışırsak, öğütlerini tutarsak Fir'avun, Nemrud, Neron gibi çılgınca bir hayat sürmeyiz.

    Ramazan geliyor. İçkili, fısklı fücurlu lüks otellerde lüks iftarlar yapmanın caiz olup olmadığını Efendimize soralım.

    Efendimizin müjdelerine, uyarılarına, ihtarlarına, emir ve yasaklarına, öğütlerine kulak verelim.

    Mesela ne buyuruyor: Fakirlerin çağırılmadığı ziyafetleri tenkit ediyor. O halde iftar ve diğer ziyafetlerimize hiç olmazsa bir temiz fakir çağıralım.

    Efendimiz bir hadisinde "Mü'min bir mideyle, kafir yedi mideyle yer buyuruyor" Bunu da dikkate alalım.

    Efendimiz "Doğudaki bir Müslümanın ayağına diken batsa Batıdaki Müslüman onun acısını yüreğinde hisseder" buyuruyor. Suriye'de, Arakan'da, nice başka ülkede Müslümanlar tavuk gibi boğazlanırken biz ne yapıyoruz?

    Efendimize edilen salat ü selamların kendisine ulaştırılacağı, onun selamlarımıza karşılık vereceği bildirilmiştir. Efendimizin bizim için dua etmesini istiyorsak onun Sünnetine uyalım.

    Onun hayır dualarına nail olmak ne büyük saadettir.

    Salat ve selam olsun ona.

    * (İkinci yazı)

    On Bir Ölçü

    BİR ülkenin, bir halkın, bir devletin halinin iyi, orta veya kötü olduğu şu ölçülerle anlaşılır:

    * Birincisi mimarlık ve şehirciliktir. Binin bir helikoptere, böyle bir lüksünüz yoksa şehir hatları vapuruna oturup seyredin ve şu İstanbulun mimarlık ve şehircilik rezaletine bakın. Dünyanın en güzel şehrini ne hale getirmişiz. Bereket eski Padişahlar büyük camiler yaptırmışlar da haysiyetli birkaç bina görebiliyorsunuz.

    * İkincisi: Lisan ve edebiyattır. 1928'den önce yazılmış Türkçe kitapları, belgeleri okuyamayan cahil bırakılmış bir toplum... Atalarının, dedelerinin mezar taşlarını da okuyamıyor... Dilde devrim yaparak lisanı bitirmişler, sığır diline çevirmişler. Milyonlarca vatandaş ünlemlerle konuşabiliyor ancak. Aha oho moho... Yuh be... Amma da kral be... Çüş be... Ulan ben seni... Böğürtüler... Homurtular... Bazen iniltiler...

    * Üçüncü kıstas: Binin bir tramvaya, metroya, otobüse ve gözlemleyin. On sekiz yaşında taş gibi bir delikanlı oturuyor, yetmiş yaşında ihtiyar onun yanında ayakta seyahat ediyorsa ve bu durum genelleşmiş ve normal hale gelmişse o toplum bitmiştir.

    *Dördüncü ölçü: Her yıl yayınlanan uluslararası temizlik ve şeffaflık rapor ve anketlerinde Türkiye'nin hangi sırada olduğuna ve hangi notu aldığına bakınız. Notu 10 üzerinden 5'in altındaysa durumu berbat demektir.

    * Siyasetine bakınız: Temiz mi, kaliteli mi yoksa kirli ve vasıfsız mı?

    * Beşinci ölçü: Trafiğine bakınız. Anarşi ve kaos içindeyse, sık sık korkunç kazalar oluyorsa, sıkışıklıktan halk çıldıracak hale gelmişse, her gün trafiğe binlerce yeni oto çıkarken yollar aynı kalıyorsa, çare ve çözüm üretilemiyorsa o ülke iflas etmiş demektir.

    * Altıncı ölçü: Toplumun israf durumuna bakınız. Eğer şu ülkede her gün evet her gün altı milyon ekmek çöpe atılıyorsa, o ülke başına gelecek afet ve belalara hazır olsun.

    * Yedinci ölçü: Yüz kızartıcı ayıplar, günahlar, fısk ve fücurlar, çirkinlikler, azgınlıklar Allahtan korkulmadan, kullardan utanılmadan küstahça âşikâre rezilce işleniyorsa çok kötüdür o ülkenin hali, çok karanlıktır istikbali.

    * Sekizinci ölçü: Kadın hak, hürriyet ve haysiyetleri ayaklar altına alınmışsa, devlet TC başlıklı fahişe vesikalarıyla birtakım bedbaht kadınların genelevlerde para karşılığında seks yapmasına izin veriyorsa, bundan KDV ve gelir vergisi alınıyorsa, genelev imparatoriçesi Madam'a devlet büyüklerinin de katıldığı resmî törenlerle vergi rekortmenliği ödülleri verilmişse...

    * Dokuzuncu ölçü: Dere yataklarına dev binalar yapılıyor ve buraları seller basınca vatandaşlar boğulup ölüyorsa...

    * Onuncu ölçü: Halka satılan gıda maddelerinin, meşrubatın, meyve ve sebzelerin içinde üç yüzden fazla kimyevî madde, boyla, aroma, hormon vs varsa... Mısır şurubuna boya ve aroma katılarak sahte bal üretilip satılabiliyorsa... Yüzlerce domuz çiftliğinde domuz üretilip halka daha diye yediriliyorsa... Müslüman halka eşek eti yediriliyorsa... Etin kilosu 25 lira iken pazarlarda kilosu 9 liradan sucuk satılabiliyorsa...

    * On birinci ölçü: Terör şehitleri içinde bir tek kodamanın, büyük adamın, nüfuzlu ve zengin kişinin, holding sahibinin oğlu yoksa, ölenlerin hepsi fakir ve fukara çocukları ise...

    Şimdi bu satırları yazdığım için birileri bana münafık diyecekmiş... Desinler!..

     

    20.07.2012

    • Like 1

  13. İyi dersin de memmet emmi, bizde şevk bırakmadılar ki..Emanet hissediyorum artık kendimi burada, evvelden böyle miydi tey! "Göğsüm Karacaahmet Mezarlığı'na döndü" ha bu lafı sevdim, o kadar berbat olmasak da bizim gemi de az su almadı değil.


  14. Dosta vefa

    Mehmed Akif rastladığı dostuna "Nedir bu halin?" diye sorunca şu cevabı alır; "Vefa yokuşunu çıkarken yoruldum üstadım."

     

     

    Bunun üzerine milli şairimiz şu nükteyi yapar; "Ecdat vefada yokuş mu bıraktı?" Ecdat Vefa'da yokuş bırakmadı, ama gün geldi bizler vefasız olduk. Sık sık "Vefa İstanbul'da bir semt adı." diyerek çevremizden yakınırız. Bu bakımdan siyaset platformu çok daha kaygandır. Renkli bir sima olan Bölükbaşı "Göğsüm Karacaahmet Mezarlığı'na döndü" diyerek politikada beraber olduğu arkadaşlarının vefasızlığından dert yanardı.

    Şairin "Bu toprak çirkef oldu, bu gökyüzü bodrum" dediği gibi son dönemlerde değerlerimizden eser kalmadı. Vefaya, sadakate iyice yabancılaştık; artık ölenimizin adeta defteri dürülüyor; zira çok çabuk unutuyoruz. "Başsağlığı" dilekleri de alışkanlıktan öteye geçmiyor. Fakat Büyük Birlik Partililerin ve Alperen Ocaklı gençlerin rahmetli Muhsin Yazıcıoğlu'na bağlılıklarına şahit olunca, acaba yozlaşmış yüzyılımızda bir rönesans damarıyla mı karşılaşıyorum diye insan silkinip kendine geliyor.

    Aslında ortada yadırganacak bir durum yok; çünkü Yazıcıoğlu gıpta edilecek kadar vefalıydı. Karakterleri uyuşan insanlar birbirleriyle dost olurlar; dolayısıyla onun siyasi hareketi sanki bir dostluk yumağına dönüştü; ağabeylerini örnek alan Alperen Ocaklıları da aynı duygunun gençleri haline geldiler. Dosta gösterilen vefa, onun şahsiyetini dokuyan milletten esirgenmez; bu da bizleri meyus milletimiz adına ümitvar ediyor.

    Yazıcıoğlu'nun medfun bulunduğu Tacettin Dergahı'nın yakınında bir bina satın almışlar; tarihine uygun bir şekilde restore etmişler. Orayı Yazıcıoğlu'nun hatıralarından oluşan bir müze haline getirmişler; "Üşüyorum" şiirini, gençlik resimlerini duvarlarına asmışlar. Yazıcıoğlu'nun ruhuna uygun, ay yıldızla kucaklaşan, sade bir mezar yapmışlar. Aralarında pek zengin insanların bulunduğunu zannetmiyorum; vefalarının icabı samimiyetle bir araya gelmişler, birlikten dirlik doğduğunun örneğini vermişler.

    İnsan, okuduğu kitabın yazarının karakterini fazla önemsemez; dikkatini yazılana verir. Fakat bir kişiye "Liderim" deyip peşine gidecekse, elbette onun karakteri ön plana çıkar; zira onu takip edecek, gerekirse canı dahil her şeyini verecektir. Yazıcıoğlu gerçekten üstün karakterli bir insandı; hiçbir dünyalık vaat etmediği halde binlerce gencin ardından gitmesi sebepsiz değildi. Sonra bu basit bir gidiş değildi; her türlü ihtimali göze alarak bir gidişti.

    Yazıcıoğlu sadece üstün karakterli değildi; aynı zamanda ileri görüşlü, milletinin nabzını tutan bir liderdi. Hakk'a yürüdükten sonra gelişen olaylara bakınca, şu sözlerinin ne kadar hayatî gerçekleri ifade ettiğini her idrak ve vicdan sahibi teslim eder. "Biz Türkiye'de Alevi-Sünni ayrımına kesinlikle karşıyız ve hepimiz bir kilimin desenleri gibiyiz, bir arada yaşamak zorundayız. Suriye'de Hafız Esed, diktatörlüğe dayalı bir rejim kurmuştur. Bu rejim mezhebi özelliğe sahip bir azınlığın çoğunluğa tahakkümüyle oluşmuş bir idare şeklidir. Türkiye'de de bunu oluşturmak isteyenler var. Belli bir süredir Türkiye'de orduyu siyasetin içine çekme çabalarının ardında da bunlar bulunuyor. Bunu gördüğümüz için "Kimse heveslenmesin, biz buna müsaade etmeyiz." dedik. Vatan ve millet için tehlikeli hususları görmek başka, onu dile getirmek başkadır. Dile getirebilmek için mangal gibi yürek lazımdır. Allah şahittir ki Yazıcıoğlu hayatı boyunca o yüreğe sahip olduğunu ispat etti. Cesaret, dürüstlük karakterinin ana unsurlarıdır. Bilmiyoruz, belki de bu ve benzeri açıklamaları hayatına mal olmuştur. Schiller, "Hayatınızı öne sürmezseniz, hayatınızı kazanamazsınız." diyordu. Yazıcıoğlu hayatını kazanma derdinde değildi; o, hayatını milletine adamıştı. O yolda ölmenin şehitlik olduğuna inanıyordu. Muhakkak ki Allah şehadeti her kuluna nasip etmez.

    Değerli kitaplarındaki imzasından tanıdığımız araştırmacı yazar Hakkı Öznur "Muhsin Yazıcıoğlu Külliyatı"nı hazırladı. Ciddi emek ürünü olan bu eserdeki konuşmaları, röportajları, makaleleri Yazıcıoğlu'nun dünya görüşünü berrak bir şekilde bizlere sunuyor; nelerin uğruna yaşadığını ve hayatını verdiğini görebiliyoruz. Hakkı Öznur'un çalışmasındaki şiirler bölümü benim için büyük sürpriz oldu. Çünkü rahmetlinin bir tek "Üşüyorum" şiirini biliyordum. Külliyatta bir kitap olacak çapta şiirle karşılaşınca şaşırdım. Şunu samimiyetle söylüyorum ki adı şaire çıkmış pek çok kimseden şiirleri daha lirik, anlamlı ve seviyeli.

    Dilerim ki sistemimiz bir daha kesintiye uğramaz, devletimiz demokratik zemine oturur; milletimiz de nimetlerinden yararlanır. Fakat siyaset platformunda her zaman Muhsin Yazıcıoğlu gibilere ihtiyaç olacaktır. Yazıcıoğlu olmak elbette kolay değildir. Allah ve Resulü uğruna en aziz evlatlarını kurban veren milletimize Rabbülalemin'in yeni Yazıcıoğulları nasip edeceğinin ümidiyle teselli buluyorum.

     

    16 Temmuz 2012, Pazartesi


  15. Mali'nin kuzey kısmını ele geçiren Vehhabî ve Selefî meşrebli radikal İslamcılar evliya türbelerini yıkmaya başlamışlar. Ne kötü bir haber... Yıkılan türbelerin hem dinî kıymeti var, hem de mimarlık, sanat, kültür kıymetleri. Bunları yıkabilmek için Ehl-i Sünnet dünyasının ulema ve fukahasından fetva almak gerekmez miydi?

    Cahil halk bu türbeleri ziyaret ederek şirke ve küfre düşüyormuş... Kimler söylüyor böyle?.. Vehhabîler, radikal Selefîler... Müslüman aleminin yüzde sekseninden fazlasını oluşturan Ehl-i Sünnet ve Cemaatin ulema, fukaha ve müftüleri böyle düşünmüyor.

    Evet, yeterli din bilgisine sahip olmayan bazı cahiller aşırılıklar sergileyebilir ama onların yanlışları yüzünden evliya türbelerini yıkmak insafa, adalete, akl-ı selime, Müslümanlığa, insanlığa yakışmaz.

    Suudî Arabistan'da şu anda Resulullah Efendimizle (Salat ve selam olsun ona) yanında yatan Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer'in (radiyallahu anhüma) kabir ve kubbelerinden başka diğer bütün kabirler ve kubbeler düzlenmiştir. Peygamberimizin pak zevcelerinin, Aşere-i mübeşşerenin, Bedir ashabının, diğer sahabe, Tâbiîn ve Tebe-i tâbiinin (radiyallahu anhüm ecmain), on dört asırdır gelip geçmiş ulemanın, fukahanın, evliyaullahın, müminlerin ve müminatın kabirleri artık silinmiştir. Ne korkunç vandallık!

    Resulullah Efendimiz bir ara kabir ziyaretini yasaklamıştı ama sonra izin verdi, kabirleri ziyaret etmek ölümü hatırlatır buyurdu.

    Vehhabiler Efendimizin türbesini de yıkıp düzlemek istiyor ama buna cesaret edemiyor.

    Farz edelim Türkiye'de bir Vehhabî rejimi kuruldu, yapacağı ilk iş bütün türbeleri ve kabirleri yıkmak, mezarlıkları düzlemek olacaktır. Ne Sahabe kabri dinlerler, ne evliya, ne ulema, ne süleha...

    Yıkacakları ilk türbe de Eyüp Sultan'daki Eba Eyyub el-Ensarî radiyallahu anhın türbesi olacaktır.

    Zavallı Müslümanlar... İki ateş, örs ile çekiç arasında kalmışlar. Bir tarafta gaddar dinsizler, öteki tarafta gulüvve sapmış aşırı ve fanatik bid'atçiler...

    1920'lerde İslam dünyasında iki ülkede tarikatlar, zikrullah, tekkeler, tasavvuf yasaklanmıştı. Kemalist Türkiye'de laiklik adına, Vehhabî Arabistan'da din adına...

    Vehhabîler İbn Teymiye'yi büyük imam kabul ederler ama onun Şeyh Abdülkadir Geylanî'ye müntesip olduğunu bilmezlikten gelirler, onun vur dediğini öldürürler.

    İman eden, beş vakit namazı kılan, zekatı veren, İslam'ın emir ve yasaklarına uyan tasavvuf ve tarikat Müslümanlarını şirk ve küfürle suçlayanların kendileri kafir olur.

    1924'te son Halife Abdülmecid bin Abdülaziz Han İstanbul'dan kovuldu, Sultan Vahdettin Han 1926'de İtalyada San Remo'da vefat etti, Halife Abdülmecid Efendi 1944'te Paris'te dünya hayatına veda etti. İslam alemi başsız kaldı.

    Emperyalistler, sömürgeciler, Dönmeler, Kriptolar, İbn Sebe'ler, Lawrence'lar, Hempher'ler, Moiz Kohen=Tekin Alp'ler İslam dünyasını paramparça ettiler, Protestanlaştırdılar. Maalesef Müslümanların çoğu onların zokalarını yuttu.

    Şimdi, istihbaratıma göre CIA, MOSSAD, Haçlılar, Evangelistler ve diğer şer güçleri Müslümanların başına uysal, light, ılımlı, evcil, fantoş bir Halife getirme planları yapıyormuş.

    Acaba Müslümanlar bu son zokayı da yutacak mı?

    Bir yerde bir hahamın kabri tahrip edilse Yahudiler bütün dünyayı ayağa kaldırır.

    Bir yerde bir Katolik azizinin kabri tahrip edilse Papalık yeri ğöğü inleterek protesto eder.

    Mali'de evliya türbeleri yıkılırken İslam dünyası protesto etmiyor.

    (Önemli not: Halifeliğin kaldırılmasıyla ilgili, 431 numaralı ve 1924 tarihli kanunda şöyle denilmektedir: "Halife hal' edilmiştir. Hilafet, hükümet ve cumhuriyet mâna ve mefhumunda esasen mündemic olduğundan Hilafet makamı mülgadır." Yani Hilafet şu anda Büyük Millet Meclisi'nin tüzel kişiliğindedir... Büyük Millet Meclisi'nde Hilafet tartışmaları yapılırken, Halifeliğin kaldırılmasına karşı çıkan Trabzon milletvekili Ali Şükrü bey, Köşk muhafız kumandanı Topal Osman'a boğdurulmuş, bilahare onun da işi görülmüştür... Merhum Adnan Menderes, Demokrat Parti grup toplantısında milletvekillerine hitaben "Arkadaşlar, millet size vekalet vermiştir, arzu ederseniz Hilafeti bile geri getirebilirsiniz" dediği için asılmştır.)

    * (İkinci yazı)

     

    Haramları İnkâr Eden Yahut Hafife Alan Kâfir Olur

     

    ALLAH hırsızlığı, haram yemeyi, ribayı, zinayı, her çeşit fuhşiyatı (azgınlığı), rüşveti, kadın ticaretini, zulmü, bâtıl alış verişi, kumarı, işreti, çocuk öldürmeyi yasak kılmıştır.

    Bu yasaklar Kitabullah Kur'an ile, Peygamberin (Salat ve selam olsun ona) Sünneti ile, icmâ-i ümmet ile kesin olarak bilinmektedir.

    Bu sayılanlar hem büyük günah, hem ağır suçtur.

    Bunların günah ve haram olduğunu inkar eden kafir olur.

    Müslüman halka hitap ediyor ve nâçizâne uyarıyorum:

    İmanınızı kurtarmak istiyorsanız bu haramları sakın hafife almayınız. Sakın bunları hoş görmeyiniz. Sakın sakın sakın ha, bunları önemsiz görmeyiniz. Sakın ola ki, biri, birkaçı veya hepsi için bu devirde geçerli değildir demeyiniz.

    Böyle bir söz ederseniz namaz kılsanız da, cumaya gitseniz de, oruç tutsanız da İslam dairesi içinde kalamazsınız.

    Çünkü kesin emir ve yasaklardan, zaruriyat-ı İslamiyeden birini inkar eden dinden çıkar.

    Resûl-i Kibriya Efendimizin bir hadîs-ı şeriflerinde şöyle buyurduğu rivayet edilmektedir:

    "Âhir zamanda yaşları küçük, akılları güdük bir topluluk çıkacaktır. Onlar Kur'an okurlar, okudukları Kur'an boğazlarından aşağıya kalplerine inmez.

    Onlar Hayrülberiyye'nin (Resulullahın) sözlerini söylerler.

    Onlar, gergin yaydan fırlayan okun ava isabet edip, o hızla avı delip çıkması gibi dinden çıkarlar."

    Evet Kur'an okuyan, hadîs zikr eden öyle beyinsizler vardır ki, dinden çıkmıştır.

    Öyleleri vardır ki, Kur'an okurlar ama Allahın Kitabındaki 300 küsur muhkem=kesin âyetin tarihsel olduğunu, hükümlerinin bugün geçerli olmadığını iddia ederler.

    Allah tarafından insanlığa hak din, hak nizam, hak yol olarak gönderilmiş ilahî İslam dinini; Avrupa medeniyetinin, Avrupa Birliği'nin, Feminizm ideolojisinin, kapitalizmin norm, kriter ve standartlarına ayarlamaya ve uydurmaya çalışmak hem ihanet, hem de hıyanettir.

    Bir konuda, bir hükümde İslam ile AB, Batı medeniyeti, Feminizm, Kapitalizm, Liberalizm ters düşüyorsa, doğru olan İslam'ın hükmüdür.

    Bütün doğru inançlar,

    Bütün doğru hükümler,

    Bütün doğru görüşler,

    Bütün iyilikler, bütün güzellikler İslam'dadır.

    İslamın yanlış dediğine doğru diyen,

    İslamın çirkin dediğine güzel diyen,

    İslamın kötü dediğine iyi diyen dinden çıkar.

    İslamın temel ve zarurî hükümlerinde icmâ-i ümmet varsa, bütün mü'minler bu icmaya uymak zorundadır.

    Zaruriyat-ı diniyedeki icmâı inkar edenler dinden çıkar, kafir olur.

    Günlük namazlar, Ramazan orucu, zekat, hac tartışılamaz.

    Kadınların tesettürü tartışılamaz.

    Riba yasağı tartışılamaz.

    İçkinin haram olduğu tartışılamaz.

    Rüşvetin haram olduğu, rüşvet alanın da verenin de cehennemlik olduğu tartışılamaz.

    Zinanın haram olduğu tartışılamaz.

    İcmâya aykırı ictihad yapılamaz. Böyle ictihadlar merduttur ve bunlara kulak asılmaz.

    Zinanın Ceza Kanunu'nda suç olarak zikr edilmemesini hiçbir Müslüman doğru bulamaz.

    TC başlıklı vesikalarla kadın satışını, bu satıştan KDV ve gelir vergisi alınmasını hiçbir Müslüman doğru bulamaz.

    Hiçbir Müslüman iffetsizliği hürriyet olarak kabul edemez.

    Kur'ana, Sünnete, icmâ-i ümmete kesinlikle aykırı olan şeyleri en uygun ve en enerjik şekilde tenkit etmeliyiz.

    Tenkit edemiyorsak, kalben buğz etmeliyiz. Bu ise (hadîs-i şerife göre) imanın asgarîsidir.

    Zamanımızda hürriyet vardır.

    Zamanımızda Müslümanlar inançları, fikirleri, görüşleri, tenkitleri yüzünden İstiklal Mahkemelerinde yargılanıp idam edilmiyor.

    Bugünkü hürriyetten ve genişlikten yararlanarak münkerleri (dinin kötü gördüğü, yasakladığı şeyleri) tenkit etmez, bunların izale edilip, yerlerine mâruf (dinin iyi gördüğü emrettiği) şeyleri getirmek için çalışmazsak dilsiz şeytan oluruz.

    Ey Müslümanlar!.. Parti, cemaat, tarikat, hizip, fırka, sekt, klik taassubu ve holiganlığına kapılıp da dinimize hıyanet etmeyelim.

    Kur'ana, Sünnete, Şeriata hıyânet etmeyelim.

    Kötü, bozuk, çarpık, sapık düzenin ve sistemin rantlarına, haram kemiklerine göz dikip de vazifelerimizi yapmazlık etmeyelim.

    Âmirine bil mâruf ve nâhine 'anil münker olalım.

    Kötülükler karşısında susmak (tenkit etme hürriyet ve güvenliği varsa) suç ve günahtır.

    Geceleri her çalının altında bir erkekle bir kadının seviştiği Kültür Parkı'nı tenkit edelim.

    Peygamberimiz (Salat ve selam olsun ona) "Rüşvet alan da veren de Cehennem ateşindedir" buyurmuşlardır. Rüşvete karşı olalım.

    Her Cuma namazında hatip minberden inmeden önce mü'minleri azgınlığa (fuhşiyata) karşı uyaran âyeti okuyor. Biz de iman eden kullar olarak fuhşiyatı, zinayı, israfı, çıplaklığı, işreti, lüksü, kumarı, açıkta küstahça işlenen ve toplumda fitne ve fesat çıkartan fısk ve fücurları tenkit ve protesto edelim.

    Tevhid inancını, Resulullahı, Kur'anın hak kitap olduğunu, İslam'ın Allah katında tek hak, makbul din olduğunu inkar eden kafirlerin de ehl-i necat ve ehl-i Cennet olduğunu iddia edenleri uyaralım.

    Mârufu emr eden,

    Münkerden nehy eden,

    Doğruyu tutan ve destekleyen,

    Bâtılı reddeden,

    Allah ile ezelde yapmış olduğu ahd ü misaka sâdık olan,

    Peygambere biat ve itaat eden vasıflı Müslümanlar olalım.

     

    18.07.2012


  16. Cübbeli hocamıza atılan iftirada ciddi ağır tenkidleri olmuştur, haksız yere. Umarım Allah affeder. Hafif de konuşmamıştım hani. Neyse, "Ölüm ölene bayram, bayrama sevinmek var" demiş Üstadımız, Rabbim taksiratını affetsin.

     

    Kalan ağlasın kendi haline

    Ölenin kopmuştur kıyameti


  17. Küfre ve Dalâlete Hizmet Eden Fâsıklar

     

    Açık küfrün en büyük destekçisi, kendilerini iyi, sofu, koyu Müslüman gösteren fâsıklardır. Onlar küfre, dalâlete (=sapıklığa), kötülüğe, nifaka dolaylı şekilde nasıl yardımcı olurlar?

    1. Tek bir Ümmet olması gereken Müslümanları bölerler, bin parçaya ayırırlar, Allahın kardeş kıldığı mü'minleri birbirine düşman ederler, tefrika ve şikak yangınları çıkartırlar; böylece Ehl-i İman'ı Ümmet olmaktan çıkartıp kurtların oyuncağı bir sürü haline getirirler.

    2. Kur'an ve Peygamber (Salat ve selam olsun ona) gıybeti ve tecessüsü yasaklamışken, onlar devamlı ve sistemli olarak gıybet ederler, tecessüs ederler ve Müslümanları birbirine düşürürler.

    3. Dini, imanı, mukaddesatı, Kur'anı alet ederek zengin olurlar. Onlar paraya, mala tapar.

    4. Onlar nefs-i emmârelerine put gibi tapar.

    5. İslam ribayı kesinlikle yasak ve haram kılmışken, onlar ribaya batmıştır.

    6. Onlar şer'î tesettürün canına okumuşlar, ortaya şeytanî bir tesettür çıkartmışlardır.

    7. İslam, israfı, gururu, kibri yasak kılmıştır ama onlar, kendilerini azdıran korkunç bir israf içindedir.

    8. Onlar zekatlarını ya hiç vermezler, yahut az verirler ve verilmesi gereken yerlere vermezler. Bu memlekette her yıl milyarlarca dolar zekat toplanır; bu zekatlardan birkaç yüz veya birkaç bir lirası aç, perişan, yoksul, sefalet içinde çırpınan ve bu yüzden intihar ederek iki yavrusunu yetim bırakan 26 yaşındaki Adanalı anneye nasip olmaz.

    9. Peygamberimiz (Salat ve selam olsun ona) "Birlikte olan iki Müslüman (farz) namazlarını ayrı ayrı kılsalar (cemaat olmasalar) şeytan onları istila eder" diye uyarmış olduğu halde onlar Ümmetin başına bir İmam-ı Kebir seçip mü'minlerin ona biat ve itaat etmesi için çalışmazlar.

    10. Onlar birtakım muhterem ve gayr-i muhterem zatları erbab haline getirip putlaştırmış, böylece ortaya binlerce gavs ve aktab çıkartmıştır.

    11. Onların bir kısmı Süfyanların, Deccalların, kezzabların hiç utanıp arlanmadan propagandasını ve övgüsünü yapar, onlara rahmet okur.

    "İkinci yazı"

    Müslümanlar Menfaatlerini Bilmiyor

    Müslümanların çok büyük kısmı menfaatlerini bilmiyor. Yararlarına ve zararlarına olan şeyleri birbirinden ayırt edemiyor.

    Bu hal çok büyük bir felakettir.

    Bu felaketin en büyük sorumluları, ellerinde imkan olduğu halde halkı uyarmayan, bilgilendirmeyen, aydınlatmayan ilim sahipleridir.

    Ellerinde fırsat olan siyasî, iktisadî, sosyal güç sahipleridir.

    Müslümanlar hangi konularda gaflet içindedir? Bir bir sayayım:

    1. İlmihallerini ve dinî ahlak prensiplerini öğrenmiyorlar.

    2. İtikadlarını tashih etmiyorlar.

    3. Yüzde 90'ı (belki daha fazlası) beş vakit namaz terk etmiş, şehvetlerine uymuş.

    4. Hür ve mukim erkekler (şer'î mazeretleri yoksa) cemaate gitmiyor.

    5. Ellerine para ve mal geçenlerin çoğu israf ve lüks büyük günahına batıyor.

    6. Dünya için hep burada kalacakmış gibi, âhiret için hiç oraya gitmeyecekmiş gibi çalışıyorlar.

    7. Kadınların ve kızların çoğu ya hiç tesettüre girmiyor, girenlerin büyük kısmı ise Kur'ana ve Sünnete aykırı kapalı çıplak tesettürlü oluyor, gülünç duruma düşüyor.

    8. Nice Müslüman, futbol kulübü tutar gibi cemaat, tarikat, hizip, fırka, klik, sekt holiganlığı yapıyor.

    9. Yardımlaşma, paylaşma, infak ahlakını büyük ölçüde unutmuş bulunuyoruz.

    10. Zekatlarımızı Kur'ana, Sünnete, şeriata, fıkha uygun şekilde vermiyoruz, sarf etmiyoruz.

    11. Uyanık, şuurlu, medenî Müslümanlardan oluşan bir Ümmet değiliz; bin parçaya ayrılmış, sürüler durumuna düşmüşüz.

    12. Emr-i mâruf ve nehy-i münker yapmıyoruz.

    13. Nice cahil Müslüman birtakım ruhbanları erbab haline getirmiş, putlaştırmıştır.

    14. Aşırı derecede dünyevîleşmiş, seküler Müslümanlar olmuşuz.

    15. Başımıza bir İmam-ı Kebir seçmiyoruz, ona biat ve itaat etmiyoruz.

    16. Dinimizi içinden, mihraptan yıkmak isteyen reformculara, yenilikçilere, değişimcilere, mezhepsizlere kapılıyoruz.

    17. Çocuklarımızı gerçek dindar gençler olarak yetiştirmiyoruz.

    18. Dünya kültürünün yanında Tevhidî eğitim veren, içinde cemaatle beş vakit namaz kılınan özel İslam Mektepleri açmıyoruz.

    19. Siyasî iktidara baskı yapıp İslam Medreselerini, tasavvuf tarikatlarını açtırtmıyoruz.

    20. Dinimize, imanımıza uygun bir hayat sürebileceğimiz İslam Komünleri kurmuyoruz.

    Öyle sapık ve dengesiz Müslümanlar görülüyor ki, kendi büyüklerine saldırılınca aşırı tepki gösterip yeri göğü yıkıyorlar, Resulullah Efendimize (Salat ve selam olsun ona) saldırılınca sessiz ve tepkisiz kalıyorlar, yahut gerektiği kadar tepki göstermiyorlar.

    İçimizdeki İbn Sebe'lerin, Lawrence'ların, Hempher'lerin, casusların, ajanların, şeytanların, provokatörlerin devamlı olarak oyunlarına geliyor, tuzaklarına düşüyoruz, yine de bir türlü akıllanmıyoruz, firaset sahibi olmuyoruz.

    Peki, Müslümanlar nasıl ve ne zaman uyanacaklar?

    Şu anda bir uyanma, toparlanma, kendine gelme ve kendine dönme hareketi görülmüyor.

    Para en büyük değer olmuş... Dünyevîlik... Bölünmüşlük... Bedevî kültür ve zihniyet...

    Kısa zamanda uyanıp toparlanmazsak geleceğimiz çok karanlıktır.

    Sadece günlük namazları büyük ölçüde yitirmiş olmamız bile büyük bir felakettir.

    Müslüman halkı uyarmaları üzerlerine vacip olan bilenler, vazifelerini yerine getirmezlerse, umumî gelecek musibetler içinde onlar da helak olacaktır.

     

    10.06.2012

×
×
  • Create New...