Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]

muhalif

Sivil
  • Content Count

    152
  • Joined

  • Last visited

  • Days Won

    8

Posts posted by muhalif


  1. Işılak: Sakarya Artık Sürünmüyor

     

    Devlet sanatçısı ve tiyatro polemiğine Uğur Işılak da katıldı. Necip Fazıl seslerini şiirlerini besteleyerek çok konuşulan bir albüme imza atan Işılak: "Onlar maalesef bu ülkenin manevi değerleriyle yoğrulmuş kimseye yer de vermezler gönül de... Yüreklilik orada burada bağırıp çağırmak değil, devletin parasına tenezzül etmemektir. Sanatçıysan önce rest çekeceksin. Sonra istediğini söylersin." dedi.

     

     

    03 Haziran 2012 Pazar 22:17

     

    isilak_sakarya_artik_surunmuyor_h684.jpg

    Yüreği olan devlet sanatçıcı istifa eder!

     

    Nihayet bir Necip Fazıl Oratoryosu bestelendi. Necip Fazıl'ın sevilen şiirlerinden birçoğunu ilk kez, hem de çok sesli müzik formatında besteleyen ve senfonik orkestrayla icra eden Uğur Işılak, Üstad projesini anlattı: "Böyle bir işe kalkışmak için yüreği yanan bir adam, iyi bir besteci ve icracı lazımdı. Üstad geçinmeyen, Üstad'dan geçinmeyen, ömrü Üstad'la geçen biri"

     

    Muhafazakar sanat tartışmaları bitmek bilmezken... Geçtiğimiz hafta 'manidar' bir 'ilk' gerçekleşti. Sanatçı, kendi tabiriyle 'halk ozanı' Uğur Işılak, şair Necip Fazıl Kısakürek'in 10 şiirini besteleyip, sahnede ilk kez seslendirdi. Konser, Necip Fazıl'ın 29. ölüm yıldönümünde Konya'da yapıldı. Işılak'a sahnede şef Turhan Yükseler'in yönettiği 60 kişilik bir senfonik orkestra eşlik etti. Eser, şimdiden klasikler arasına girmeye ve sevilen Türk oratoryolarından olmaya aday. Necip Fazıl'ın Türk düşünce ve sanat hayatındaki etkisi düşünüldüğünde, Necip Fazıl Oratoryosu önemli bir gelişme. Uğur Işılak projeye 'Üstad' adını vermiş. Şairin, Sakarya Türküsü, Zindandan Mehmed'e Mektup, Canım İstanbul, Anneciğim, Yattığım Kaya, O Var, Şarkımız Bizim, Kaldırımlar, Geçilmez gibi sevilen şiirlerini seçmiş; onları çok sesli müzik formatında bestelemiş. Adında türkü olduğu halde Sakarya Türküsü'nü bestelemenin çok zor olduğu öteden beri söylenen bir şey; Işılak işte bunu başarmış. Necip Fazıl'ın sadık okuyucularının bile pek bilmediği Köroğlu şiirini gün ışığına çıkarmış. Proje şimdiden büyük ilgi gördü. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan tebrik mesajı gönderdi. Başbakan yardımcısı Beşir Atalay izleyiciler arasındaydı. Konserle ilgili video ve haberler tıklanma rekorları kırmaya başladı. Sanatçının önümüzdeki ay içerisinde Ankara, İstanbul gibi şehirlerde vermeyi planladığı konserler için büyük talep var. Önümüzdeki hafta çıkması beklenen Üstad albümü de sabırsızlıkla bekleniyor.

     

    - Üstad projesi nasıl doğdu?

     

    - Neredeyse 13-14 yıldır üzerinde düşündüğüm bir projeydi ama gerçekleşmesi için belli sebeplerin bir araya gelmesi gerekiyordu.

     

    - Nasıl sebepler?

     

    - Üstad Necip Fazıl'ı öyle üç beş enstrümanla, tek sesli müzikle anlatmak mümkün değil. Şiirse şiir, felsefeyse felsefe, gazetecilikse gazetecilik, yazarlıksa yazarlık, dava adamlığıysa dava adamlığı... Hepsi onda var. Bu kadar çok sesli bir üstadın eserlerini tek sesli bir müziğe hapsetmek olmazdı. İyi bir şef, geniş bir orkestra, doğru bir repertuar ve tabii ki sözlerle rakseden besteler gerekiyordu.

     

    - Besteleyeceğiniz şiirleri neye göre seçtiniz?

     

    - Gönlüme göre...

     

    - Sakarya Türküsü de bunlardan biri miydi?

     

    - Evet.. Aslında Sakarya Türküsü şiir olarak bile okunması zor olan bir eser. Ama o olmadan da proje eksik kalacaktı. Bir deli cesaretiyle girdik bu işe. Bu iş akıllı işi değil zaten.

     

    - Galiba işe yaradı bu cesaret.

     

    - Niyetiniz halis olduğunda sadece kabiliyetlerinizle değil, gönlünüze düşenlerle ve size ilham edilenlerle de yol alıyorsunuz. Yeter ki üstad geçinmeyin. Yeter ki Üstad'dan geçinmeyin. Yeter ki ömrünüz Üstad'la geçmiş olsun.

     

    - Sizin ömrünüz Necip Fazıl'la mı geçti?

     

    - Çocukluğumdan beri onun eserlerini okur, deşifre etmeye çalışırım. Halen birçok mısrayı niye yazdığını düşünürüm. Mesela, 'İçeride bir has oda, yeri samur döşeli; / Bu kapıdan 'gelsin' diye çağrılmadan geçilmez.' Nerededir o samur döşeli oda, neresidir? Bilmiyorum. Bu, şairin kendi mahremi... Ben de kendi mahremimi düşleyerek okuyorum, dinliyorum. Ne mutlu üstadın şiirlerindeki ahengi keşfedene...

     

    - Nasıl tepkiler aldınız?

     

    - Gelen yorumlardan birini paylaşayım izninizle: 'Sakarya Türküsü'nü okumak olmaz, dedim. 'Uğur Işılak bile olsa, yapamaz' dedim. 'Bu şiire beste yapılamaz, kimse bu işten alnının akıyla çıkamaz,' dedim. Ve hatta Uğur Işılak için üzüldüm. Ama dinlerken gözlerimi dolduran yaşlardan, Üstad'dan ve ozanımızdan utandım, düşündüklerim için.'

     

    - Devlet erkanı da oradaydı. Bakan Beşir Atalay mesela...

     

    - Bakanımızın şöyle bir ifadesi olmuş: 'Üstad burada olsaydı, herhalde beş dakika ayakta alkışlardı.' O kadar yoğun işlerine rağmen geceye katılması bizi çok sevindirdi. Sadece katılımı değil, bu projenin yanında olduğunu ifade etmesi de bizi çok umutlandırdı. Başbakanımız da telgraf gönderdi.

     

    - Zindandan Mehmed'e Mektup şiirini bestelemenizde Başbakan'ın bir etkisi oldu mu? O da kasete okumuştu aynı şiiri?

     

    - O manada bir tesiri olmadı. Neticede biz de çocukluğumuzdan beri hayranıyız bu şiirlerin.

     

    BU İŞ İÇİN YANAN BİR YÜREK LAZIM

     

    - Necip Fazıl vefat edeli 29 yıl olmuş. O hayattayken ya da öldükten sonra kimse böyle bir işe kalkışmamış.

     

    - Böyle bir işe kalkışmak için yüreği yanan bir adam olmak lazım. O da yetmez, iyi bir bestekar olmak lazım. Sonra, bu eserlerin hakkını verecek iyi bir icracı olmak lazım. İyi bir orkestra şefi lazım, vs. Bunların hepsinin bir araya gelmesi gerekiyordu.

     

    - İstanbul, Ankara, hatta Maraş gibi şehirler dururken Konya'da yapılmasının bir esprisi var mı?

     

    - Burada Meram Belediyesi'ni de kutlamak lazım. 60 kişilik bir senfoni orkestrasının külfetini, maliyetini üstlenmek kolay bir iş değil. Koskoca büyükşehir belediyeleri yabancı ülkelerden piyanist getirip 300-500 bin dolar para verirken ve böyle bir şey düşünmezken, Konya'da bir ilçe belediyesi bu külfetin altına girebiliyor. Helal olsun. Belediye Başkanı Serdar Kalaycı'yı da tebrik etmek lazım.

     

    - Yeni projeleriniz var mı?

     

    - Mevlana'yı da senfoni orkestrası eşliğinde sunmayı düşünüyoruz kısmetse. Hemen arkasından da bir Mehmed Akif projesi var.

     

    - Mehmed Akif'le ilgili projeler yapıldı daha önce de.

     

    - Evet, birkaç kez yapıldı. Ama Mehmed Akif, Uğur Işılak tarafından yapılırsa farklı olacak. Çünkü Mehmed Akif mülayim bir adam değil. Şiirleri hiç mülayim değil. 'Zulmü alkışlayamam, zalimi asla sevemem/ Gelenin keyfi için geçmişe kalkıp sövemem/ Adam aldırma da geç git diyemem, aldırırım/ Çiğnerim, çiğnenirim, hakkı tutar kaldırırım,' diyen bir adam mülayim olamaz. Bu mısralar bestelenirken biraz içinde protest, haykırış olması lazım. Bunlar da benim işim. Fıtri olarak öyle bir adamım.

     

    - Nazım Hikmet'le ilgili de benzer bir çalışma yapmayı düşünür müsünüz?

     

    - Ben hayatı Necip Fazıl'la geçmiş bir adamım. Nazım Hikmet de okudum ama onun dava adamlığını bilmem. 'Stalin beni yarattı' sözünün sebebini bilmem. Rusya'ya gidiş sebebini bilmem. Rusya devlet sistemini bu kadar kutsama sebebini bilmem. O işleri de Nazım'da hikmet arayanlar yapsın.

     

    BAŞBAKAN'IN SERTLİĞİ HOŞUMA GİDİYOR

     

    - Üslubunuz çok sert değil mi?

     

    - Alıştınız yumuşaklara tabii, ben size sert geliyorum. Bu milleti yumuşaklıklara alıştırdılar, doğruyu söylediğimiz zaman sert geliyor. Hakikate âşık olanlar korkusuz olur. Sizin sertlik dediğiniz şey aslında bir korkusuzluktur. Onun adı sertlikse ben sertim. Necip Fazıl sertlikleriyle Üstad olmuş. Tanıyanlar söyler, üstad kesinlikle 'light' bir adam değildi. 'Armut deyip geçmeyin, onun ilk hecesi birçok insanda yok,' diyor. Mehmed Akif'te ve yine üstad olarak anılan Bediüzzaman'da da o sertliği görüyorsunuz.

     

    - Başbakan da üslubu nedeniyle eleştiriliyor zaman zaman...

     

    - Başbakanımızın tavırları öyle çok hoşuma gidiyor ki. Onlarca yıldan beri susturulan koca bir milletin sesi oluyor. Şahsına yapılan bir hakaretten dolayı intikam davası gütse 'hoş değil' derim. Mazlum bir milletin intikamını aldığı için hoşuma gidiyor. Onun korkusuzluğu ve sertliği yüreğime su serpiyor. Davos'taki çıkışı mesela... Birileri diplomasinin diline uymadı dese de. Bunu diyenler yıllardan beri Batıda bazı diplomatların karşısında el pençe divan durmanın ne kadar diplomatik olduğunu açıklasınlar. Onlara inat bence diplomasinin dili bir de böyle olmalıydı. Başbakan'ın o çıkışının üzerine birçok ülkede katil İsrail diye yürüyüşler yapıldı. Adeta bütün dünyanın söylemek isteyip de cesaret edemediği şeyleri başbakanımız dillendiriyor. Bu ülkede eskiden zalimin karşısında susan başbakanlar eleştiriliyordu, şimdi yiğitçe konuştu diye başbakanımız eleştiriliyorsa gülüp geçmek gerek.

     

    - Sözleriniz intikam ve rövanş kelimelerini çağrıştırıyor...

     

    - Yıllardan beri Anadolu insanını küçük görenlere karşı Başbakan'ın tutumu bir rövanş olarak yorumlanıyorsa öyle olsun. Sen bu milleti yıllarca ez, yıllarca hırpala sonra biri de çıkıp buna karşı sağlam bir duruş sergilesin ve sen de sağlam duranı, mazlumdan ve masumdan yana olanı suçla... Oldu mu şimdi? Allah bu milletin yanında olanlardan razı olsun. Milletin menfaatini kendi menfaatinin üzerinde tutanlardan razı olsun.

     

    SAKARYA ARTIK SÜRÜNMÜYOR

     

    - Sakarya'nın önemi nedir?

     

    - Sakarya bir semboldür. Benzetmeler, özdeşleştirmeler var şiirde. Böyle yorumlamak lazım... Sakarya Anadolu'dur, Anadolu insanıdır. 'Yüzüstü çok süründün, ayağa kalk Sakarya' derken Anadolu'ya sesleniyor, 'Ayağa kalk Anadolu' diyor Üstad.

     

    - Sakarya halen yüzüstü sürünüyor mu?

     

    - Eskisi gibi süründüğünü düşünmüyorum. İyiye doğru bir gidiş var. Siyasette de bir seviye oluştu, tefekkürde de, samimiyette de. Bir zamanlar yedi kere gidip gelen adamlar vardı. Artık her önüne gelen bu milleti kandıramayacak. Sakarya şaha kalktı!

     

    - AK Parti için yaptığınız seçim şarkısında da bu Anadolu vurgusu vardı.

     

    - Haydi Anadolu, AK Parti kurulmadan yapılmıştı. Onu alıp kullandılar. Bir partiye yapılmış değil. Sağcısıyla solcusuyla bütün Anadolu insanına hitap ediyor. Bir parti propagandası yapmıyor. Bu haliyle de AK Parti'nin ilk göz ağrısı oldu. Bugün hangi milletvekiliyle, belediye başkanıyla karşılaşsam anıları canlanıyor o şarkıyla.

     

    - Siz AK Parti'nin sanatçısı mısınız?

     

    - Ben partizan bir adam değilim. Partiler üstü düşünüyorum. Benim için önemli olan Anadolu insanı ve onun menfaatleridir. Hem maddi hem de manevi olarak kazanan, Anadolu ve insanı olmalı. Ensesi kalınların, yersizlerin kazandıkları yeter! Biraz da yerliler kazansın. İş adamı çıkacaksa onlardan çıksın, İstanbul'un aristokratlarından, burjuvazisinden değil. Kırşehir'in, Nevşehir'in, Çorum'un, Erzurum'un, Diyarbakır'ın adamından çıksın.

     

    - Bunları olduğu gibi yayımlayacağım...

     

    - Yaz! Onların tahammül edemedikleri de bu. Anadolu'dan bu insanların çıkması... Bırakın ülkeyi biraz da bunlar yönetsin. Bizi bizden olanlar idare etsin, başkalarından olanlar, başkalarıyla olanlar değil.

     

    - Şimdi öyle mi oluyor?

     

    - Eskiden bir büyükelçinin, konsolosun yanına yaklaşamazdınız. Halktan uzak olmayı diplomasi zannediyorlardı. Bunlar yıkıldı çok şükür. Şimdi bizim Avrupa'daki konserlerimize konsoloslar da geliyor. Onlara takılıyorum, 'Siz böyle değildiniz eskiden, nihayet yola geldiniz,' diyorum, gülüyorlar. Adem olan adam olur.

     

    - Ağır olmadı mı biraz?

     

    - Ben bunları sahnede söylüyorum. Söylemekten hiç gocunmam. Ozanlık böyle bir şey... Kimseden maaş almıyorum, kimse beni gizlice desteklemiyor, kimsenin de dalkavuğu olamam. Eskiden 'Para kazanmak, bir yerlere yükselmek istiyorsan suya sabuna dokunma,' derlerdi. Ama ortada bir kir varsa suya da dokunacaksın sabuna da. En fazla suya sabuna dokunanlar da halk ozanları olmuştur. Dede Korkut'tan tut, Âşık Veysellere ve Mahzunilere kadar. Böyle süregelmiştir. Biz de bu gelenekten geliyoruz. Popüler müzik yapmıyoruz, popüler olmak için de mücadele etmiyoruz.

     

    YÜREKLİYSELER İSTİFA ETSİNLER

     

    - Zamanlama 'manidar'... Tiyatrolar, Necip Fazıl gibi isimlerin eserlerine yer vermedikleri için eleştiriliyordu.

     

    - Onlar maalesef bu ülkenin manevi değerleriyle yoğrulmuş kimseye yer de vermezler gönül de... Yüreklilik orada burada bağırıp çağırmak değil, devletin parasına tenezzül etmemektir. Sanatçıysan önce rest çekeceksin. Sonra istediğini söylersin.

     

    - Nasıl bir rest çeksinler?

     

    - Bir taraftan devletin, milletin ekmeğini yiyeceksin, diğer taraftan onun insanlarına söveceksin; bu yakışık almaz. Erkeksen, yürekliysen devletin parasına tenezzül etmeden basarsın istifanı. Ondan sonra kimin aleyhinde istiyorsan konuşursun. Senin isyan bayrağını açma hakkın ancak istifa etmekle mümkün olur, 'istifade' etmekle değil.

     

    - Siz devletten para almıyor musunuz?

     

    - Devletten bir kuruş para alan adam değilim. İstersem Başbakan'ın aleyhinde konuşurum, istersem Cumhurbaşkanı'nın. Bir ozan olarak gerekirse bunu yaparım. Devlet beni beslemiyor, ben devletten maaş almıyorum. Ve şu anda bana, 'Gel devlet sanatçısı ol, sana aylık 50 bin lira verelim,' deseler; 'Hayır!' derim. Bir ozan devletten maaş almaz. Maaş alanlar da boynunu bükmek mecburiyetindedir.

     

    - Projelerinize devlet desteği yok mu?

     

    - Hayır. Talep insanı küçültür. Biz, bize gelen talebi değerlendiririz, ama taleple gitmeyiz hiçbir kapıya. Talip olan tahrip olur.

     

    Sabah

     

     

    büyükdoğu haber

    • Like 1

  2. Biraz konudan muğayir olacak ama, sanırım orada saygı duruşu olmuş. Ben karşıyım ona. Bakıyorum millet ayağa dikilmeye başlıyor fıyıyorum oradan. Kime saygı duruşu, bir yanda putlaştırılmış resim diğer yanda derneğin genelde ablami olur.

     

    Bu kuranda mı var, hadistemi var? Ashap Efendimiz geldiğinde ayağa kalkarmış. Efendimiz bunu nehyediyor.

     

    Zaruri devlet programı tamam prosedür diye tutturur. Fahri olarak yapılan programlarda bu geleneksel bir putlaştırmadır. Soralım kime karşı ayakta duruyor, saygı duruşunun mantığı ne ve Kur'anı kerim tilaveti ile başlamak mı haktır ulusal marş ile mi?

     

    Sadece değinmek istedim. Hassas olalım.

    • Like 1

  3. Diyanet İşleri Başkanı, 'diyalog' kavramını değerlendirdi

     

     

    01 Haziran 2012 Cuma 17:22

     

    diyanet_dinlerarasi_diyalog_olamaz_dedi_h682.jpg

    Son yıllarda bütünüyle İslam aleminde ve ülkemizde adeta kasırgaya dönüştürülen ve İslam itikadında onarılması güç yaralar açmaya başlayan DİNLERARASI DİYALOG çalışmalarına anlamlı reddiye geldi.

     

    Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez, Kazakistan'ın başkenti Astana'da gazetecilerin gündeme ilişkin sorularını cevaplandırdı. Görmez ''Dinler arası diyalog olmaz, din adamları arasında diyalog olur. Yani iki farklı dinden din adamı oturup örneğin çevre ile ilgili, savaşlarla ilgili bir konuyu görüşebilir, bu diyalogdur. Ancak dinler arası diyalog olmaz. Dinler birbirine dönüştürülmez, din adamları dünya ile ilgili yaşanan sorunlarla ilgili sorunlarını tartışır'' dedi.

     

    BİRDEN FAZLA HACCA İZİN YOK

     

    Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Mehmet Görmez, Türkiye'de tartışılmakta olan sezaryenle doğum ve kürtaj hakkında Din İşleri Yüksek Kurulu'nun görevlendirildiğini söyledi. Diyanet İşleri Başkanı Görmez, Kazakistan'ın başkenti Astana'da gazetecilerin gündeme ilişkin sorularını cevaplandırdı. Görmez, sezaryenle doğum, kürtaj ve nüfus artışı ile ilgili olarak Din İşleri Yüksek Kurulu'nun görevlendirildiğini yakında bu konularla ilgili geniş kapsamlı açıklama yapılarak halkın aydınlatılacağını ifade etti. Geçtiğimiz günlerde yapılan Hac kurası ardından yaşanan tartışmalara da değinen Görmez, Hacca gideceklerin belirlenmesinde kura çekimine başvurulmasının en adil yöntem olduğunu, 1970'li yıllardan bu yana Diyanet İşleri Başkanlığı aracılığı ile hiçkimsenin birden fazla Hacca gitmesine izin verilmediğini anlattı.

     

    Bazı kişilerin değişik ülkeler üzerinden ya da farklı yöntemlerle, birden fazla kez hacca gittiğini ancak bunun doğru olmadığını ifade eden Görmez, ''Binlerce insan yıllarca hacca gidebilmek için sıra beklerken, bunun için içi yanıp göz yaşı dökerken bazı kimselerin, Türkiye'nin kotasına da zarar vererek 2,3,4 kere hacca gitmesi haksızlıktır. Hakka uygun değildir'' diye konuştu. Kazakistan'daki temasları sırasında, Kazakistan Din İşleri Ajansı Başkanı Lama Şerif ile de görüşme fırsatı bulduğunu anlatan Görmez, görüşme sırasında 2 bin 500 kazak din görevlisinin, Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından mesleki eğitime tabi tutulması konusunda anlaşmaya vardıklarını söyledi.

     

    DİNLER BİRBİRLERİNE DÖNÜŞTÜRÜLEMEZ

     

    Görmez, ''Kazak din görevlilerini burada bir seviye tespit sınavına tabi tutacağız. Aldıkları puaana göre, bunları 1 ile 6 ay arasında burada ya da Türkiye'de mesleki eğitime alacağız'' dedi. Görmez, Kazakistan Din İşleri Başkanı Lama Şerif'in, din adamlarını ehli sünnet akaidine göre yetiştirmek istediklerini, bu nedenle başka İslam ülkelerinde eğitim gören ilahiyat öğrencilerinin Türkiye'deki ilahiyat fakültelerinde eğitim görmeleri konusunda destek istediğini anlatan Görmez, "Bu konuyu da Türkiye'de YÖK'le görüşeceğim" dedi. Kazakistan'ın farklı dini gruplar arasındaki diyalog çalışmasını da önemsediğini ancak bunun yanlış ifade edildiğini anlatan Görmez, ''Dinler arası diyalog olmaz, din adamları arasında diyalog olur. Yani iki farklı dinden din adamı oturup örneğin çevre ile ilgili, savaşlarla ilgili bir konuyu görüşebilir, bu diyalogdur. Ancak dinler arası diyalog olmaz. Dinler birbirine dönüştürülmez, din adamları dünya ile ilgili yaşanan sorunlarla ilgili sorunlarını tartışır'' dedi.

     

    Milli Gazete


  4. Zaman Ayarlı Çocuk Konuşmuş

     

    Furkan Dergisi'nden Zaman gazetesi yazarı İhsan Dağı'ya cevap niteliğinde yazı. İhsan Dağı 29 Mayıs tarihinde, "Necip Fazıl, 12 Eylül ve Türk sağı" başlıklı yazı kaleme almıştı.

     

     

    01 Haziran 2012 Cuma 01:30

     

    zaman_ayarli_cocuk_konusmus_h680.jpg

    Üstad, Allah demenin yasak olduğu dönemde tek kişilik ordu şeklinde rejimle boğuşuyor... Dünya görüşünden zerre taviz vermeksizin müthiş manevraları yapıyor ki, bu manevralar sebebiyle perdenin ötesine geçtiğinde bile boynunda hapis yükü vardı... İhsan konuşuyor. Şirin çocuk.

     

    Altın terazisinde en ince hesapları hassas dengelere o zaman ki şartlarda oturtmakla, bugün taktik zannedilen şeylerin arasında dünya kadar fark var... Bu sebeple kimse, Üstad' ın yaptığını F.Gülen yapınca neden suç oluyor diyemez. Koca ordu, her şeye hakim. O dönemin şartlarında Üstad “Lailahe İllallah diyelim ama Mu... Resullah' ı dostlarımızı(!) incitmemek için erteleyelim” der miydi, hangi kuvvet dedirtebilirdi?

     

    Bu mukayeseleri ortaya koymadan, Üstad 12 Eylül darbesini methetti demek ayıp ötesi birşeydir. Aslında İhsan yaptığı alıntıda Üstad'ın ince manevrasına parmak basmış, ama parmağını kaldırmadığı için altındakini izah edememiş.

     

    Üstad' dan naklediyor:

     

    “Darbenin Başbakanı Bülent Ulusu, 'bahriyelilere mahsus bir nezaket, yumaşaklık ve uysallık içinde' dir... Başbakanın iki konuşması üzerinde dikkat ettiğim nokta onun 'başarımızı Allah' tan niyaz ederim' sözleri oldu. Bu sesi özlüyorduk.”

     

    “Hakkın tayini, türlü oyunlara getirilen yığınlara değil, Hakka bağlı bir otorite merkezine ait olması gerekir. Biz dünya görüşümüz icabı, hak ve hakikat saltanatından gayri bir sistem tanımayanlardanız.”

     

    “Diyarbakır' da şeriatın kestiği parmak acımaz” diyen Devlet Başkanı şeriatı hak ve hakikat manası dışında kullanmış olmayacağına göre ve ayrıca 'anarşiyi kökünden temizlemedikçe gitmeyeceğiz' dediğine göre gerçek Müslüman' a düşen vazife ona şöyle cevap vermektir: Dediklerinizi yapın da, başımızdan hiçbir an eksik olmayın.”

     

    Bugün; Beni kimse tutamaz, kafama sıkarım diyen Kenan Evren'i o günlerde böyle avlamaya çalışıyor, milletin dinine imanına musallat olmalarını engellemek için çabalıyordu. İhsan, Büyük Doğu'nun hikmet pınarlarında ıslanmış ince ayar politikaların, kendi açısından müşahhas taraflarına baktığından anlayamıyor. Aslında anlaması için gerekli olan satırları da yine kendi yazmış, ama buna rağmen hadiseye Fransız.

     

    Şöyle diyor:

     

    “Necip Fazıl' ın bu övgüleri ve tespitleri 12 Eylül' den hemen sonra çekindiği veya korktuğu için yaptığını hiç sanmıyorum. Darbecilerden bir beklentisinin olmayacağı da keisn... Peki neden? Necip Fazıl, 12 Eylül darbesine ve darbecilere inanmış olmalı. Üstad bu yazdıklarından dolayı daha sonra pişmanlık duymuş mudur? Bilmiyorum. Bütün bu desteğe rağmen 12 Eylül rejiminin, 80 yaşını bulan şairi tutuklamaya kalkıştığı da söylenir.”

     

    Necip Fazıl darbecilere inanmış olmalı... Hangi bakımdan ve o günün şartlarında yapılacak başka ne vardı? Onlardan korkusu yok, beklentisi yok. Herşeye rağmen sahayı terketmeden, eline geçirebileceği bir manivelayla, aşk ve vecd içinde keramet çapında bir umutla didiniyor. İhsan da aşk ve vecd diyalektiğinden mahrum olduğu için hükmü basıyor; Üstad 12 Eylül darbesini destekledi... Vay anam vay.

     

    Son demlerinde bile Evren kendisini zindana atabilmek için çok uğraştı... Üstad bu insanları mı destekledi?.. Yani, haşa o kadar saftı Üstad. Üstad değil ama İhsan' ın saflığı kesin, başka derdi varsa onu da bilemeyiz.

     

    İşin hulasası şu ki, Üstad şöyle diyordu: BİZ SUSSAK MEZARIMIZ KONUŞACAK!

     

    Furkan Dergisi


  5. Necip Fazıl, 12 Eylül ve Türk sağı

    Necip Fazıl, Türk şiirinin ve düşünce hayatının büyük ismi. Aynı zamanda bir eylem adamı; Türkiye'nin en karanlık dönemlerinde sesini yükseltebilen, düşüncelerini haykırabilen haysiyetli bir aydın.

     

     

    Bu nedenle de ömrünün önemli bir kısmını hapishanelerde geçirdi, dergileri defalarca kapatıldı, kitapları toplatıldı, 27 Mayıs'ta yargılandı...

    Bu isyan adamının 12 Eylül üzerine yazdıkları ise çok farklı. Profesör İsmail Kara, Derin Tarih dergisinin mayıs sayısındaki yazısında Necip Fazıl'ın '12 Eylül darbesini methiyeler düzerek karşılaması'na hafifçe değiniyor.

    Üstad'ın Rapor 13'ü 12 Eylül darbesi ve darbeciler hakkında unutulası övgüler içeriyor. Bütün yazdıklarını 'her kelime, cümle, mısra' siyasi vesayeti ilan eden üstadın 12 Eylül üzerine yazdıklarını hem ölüm yıldönümü hem de 12 Eylül yargılamaları vesilesiyle hatırlamanın ve belki de Türk sağının tarihi üzerine bir tartışma başlatmanın zamanıdır.

    Üstad'ı dinleyelim:

    "Hareketin mahiyeti... Malum klasik darbelerden biri değildir... Bu hareket olmasaydı, yıl değil, ay değil, belki hafta ve gün hesabiyle Türkiye'nin çöküşü gerçekleşebilirdi... 27 Mayıs 1960 ile 12 Eylül 1980 Hareketi arasında şu fark vardır ki, ilki milli iradeye tam zıt ve fikirsiz bir gece baskını olmuşken, ikincisi milli ihtiyaca tam uygun bir imdat davranışı olmak istidadındadır... 27 Mayıs 1960 hareketi 'millete rağmen' diye belirtilirken, 12 Eylül 1980 müdahalesi ancak 'millet için' formülüyle ifade edilebilir."

    "Hükümetten ziyade onu mefluç kılan partilere ve fesad ocağına döndürdükleri Meclis'e yönelik bir davranış... Hedefi de bölücülük, komünizm ve din nikabı altında dolayısiyle gayet tabii olarak 'devlet ve cumhuriyeti koruma ve kollama' atılışı... Bir iç darbe değil, iç şahlanıştır. İsyan değil, ıslah..."

    "Vatanı kurtarmak için, bu son hareketin son çare olduğunu 6-7 aydır müdafaa eden' Üstad'a göre 'ordu mecbur'dur. Orduya davetiye çıkarmayan siyasilere de sitem eder; 'Ben olsaydım orduya 'gel bu işi sen yap!', hatta 'beni de yakala!' teklifinde bulunmayı en akıllı tedbir sayardım."

    "Darbenin Başbakanı Bülent Ulusu, 'bahriyelilere mahsus bir nezaket, yumuşaklık ve uysallık içinde'dir.... Başbakanın iki konuşması üzerinde dikkat ettiğim nokta onun 'başarımızı Allah'tan niyaz ederim' sözleri oldu. Bu sesi özlüyorduk."

    "Hakkın tayini, türlü oyunlara getirilen yığınlara değil, hakka bağlı bir otorite merkezine ait olması gerekir. Biz dünya görüşümüz icabı, hak ve hakikat saltanatından gayri bir sistem tanımayanlardanız."

    "Diyarbakır'da 'şeriatin kestiği parmak acımaz' diyen Devlet Başkanı şeriati hak ve hakikat manası dışında kullanmış olmayacağına ve ayrıca 'anarşiyi kökünden temizlemedikçe gitmeyeceğiz' dediğine göre gerçek Müslüman'a düşen vazife ona şöyle cevap vermektir: Dediklerinizi yapın da, başımızdan hiçbir an eksik olmayın!.."

    Necip Fazıl'ın bu övgüleri ve tespitleri 12 Eylül'den hemen sonra çekindiği veya korktuğu için yaptığı hiç sanmıyorum. Darbecilerden bir beklentisinin olmayacağı da kesin... Peki neden? Necip Fazıl, 12 Eylül darbesine ve darbecilere inanmış olmalı. Üstad bu yazdıklarından dolayı daha sonra pişmanlık duymuş mudur? Bilmiyorum. Bütün bu desteğe rağmen 12 Eylül rejiminin, 80 yaşını bulan şairi tutuklamaya kalkıştığı da söylenir.

    Son zamanlarda devleti, Kemalizm'i, solu vs. kendi tarihleriyle yüzleşmeye çağırıyoruz. Peki ya Türk sağı? Onun yüzleşmeye ihtiyacı yok mu? Bu yazıyla yapmaya çalıştığım, 'sağ'ı kendi tarihleriyle yüzleşmeye davet etmekten ibaret. Biliyorum bu yazıdan sonra nelerle karşılaşacağımı; hele Necip Fazıl'a 'yeni Türkiye'nin neredeyse 'resmî şairi' (haydi ideologu demeyeyim) muamelesi yapılırken.

    Aslında Necip Fazıl'ın 12 Eylül hakkında yazdıkları sadece küçük bir detay. Türk sağının otorite, devlet ve askerle olan imtihanını resmeden bir detay... Daha genelde sağın Soğuk Savaş yıllarında devletle ve uluslararası anti-komünist hareketle ilişkisi, 1970'li yıllarda da şiddetle ilişkisi hem karanlık, hem sorunlu. Bence sağın tarihi de yeniden yazılmalı...

     

    İhsan Dağı

     

    29 Mayıs 2012


  6. Evet devlet babaya da isyanımızı basıyoruz. Her kelimesine katılıyorum bu yazının.

     

     

    İşte böyle bizim hikâyemiz, “az gideriz, uz gideriz, dere tepe düz gideriz, bir de döner bakarız ki bir arpa boyu yol gideriz”, onca zamandan sonra döndük geldik mi yeniden 1930’lara, geldik.

     

    “Milli şefi” eleştirmek yasak.

     

    Henüz bir yasayla yasaklanmadı ama fiilen Başbakan Erdoğan’ı eleştirmek yasak edildi, yazıya dökülmemiş “Takrir-i Sükûn” yasası kendini bu kez açıkça gösterdi.

     

    Yeni Şafak, Uludere’deki sözleri nedeniyle başbakanı eleştiren Ali Akel’in işine son verdi.

     

    Bunu da “göstere göstere” yaptılar, 16 yıldan beri Yeni Şafak’ta çalışan Akel’i “o yazıdan” dolayı attıklarını herkesin bilmesini istediler.

     

    Çünkü herkesin “dersini” almasını istiyorlar.

     

    Ders kısa ve net.

     

    “Başbakan’ı eleştirmek yasaktır.”

     

    Erdoğan’ın ulaştığı son nokta bu.

     

    Başbakan her konuda karar verecek, herkes onu alkışlayacak.

     

    Çünkü “şef” herşeyi biliyor, heykeli biliyor, jinekolojiyi biliyor, mimariyi biliyor, sütçülüğü biliyor, “aşağıdakinin Ahmet mi Mehmet mi olduğuna” aldırmadan bombalamanın erdemini biliyor, gazeteciliği biliyor, televizyonculuğu biliyor, tarihi biliyor, “tasma takmayı” biliyor, komploları biliyor, “sezaryen” yapan ajanları biliyor.

     

    Ve, sadece o biliyor.

     

    Tabii o kadar bilince, “bilmeyenler” de sussun istiyor.

     

    Bir tane bilen, yetmiş milyon da bilmeyen olunca hepimiz susacağız, susmayanları kovacaklar, işsiz bırakacaklar, aç bırakacaklar.

     

    Bu da “ileri vicdan” herhalde.

     

    Böyle bir ahlakı, böyle bir vicdanı biz bilmiyoruz, biz öğrenemiyoruz, Allah da öğretmesin.

     

    Neye heves ettiğini görüyoruz.

     

    O “takrir-i sükun” istiyor.

     

    Göreceksiniz, bu Uludere AKP’nin “düşüşünün” başlangıcı olacak, bu kadar vicdan yoksunluğunu bu halk taşıyamaz çünkü.

     

    Ölenlere hakaret et, ölü sahiplerini aşağıla, katliamla kürtajı eşdeğer gör, eleştireni kovdur, dalkavukluğu ödüllendir.

     

    Erdoğan, AKP yöneticileri de dâhil herkesin sınırını çiziyor, “beni eleştirmeyeceksiniz”.

     

    Başbakan’ı eleştiremeyip, Başbakan’ı eleştirenleri eleştirmeyi gazetecilik sananlar da kendilerine çizilen sınırı görmüşlerdir şimdi, o sınırın içinde, Deniz Feneri’nden, Uludere’den, şikeden söz edemeden dönüp duracaklar.

     

    Biraz para kazanacak karşılığında isimlerinden ve haysiyetlerinden vazgeçecekler.

     

    Ama herkes böyle değil.

     

    Herkes vicdanından vazgeçmiyor.

     

    Ali Akel vazgeçmedi.

     

    Hakan Albayrak, Yeni Şafak’ta yazıya başlamayı ertelemiş, dürüst bir yazar nasıl olur göstermiş, vicdanından vazgeçmemiş.

     

    Başkaları da çıkacaktır.

     

    Erdoğan, bu toplumun vicdanını zorluyor çünkü, insafsızca zorluyor.

     

    “Benim düzenimde yaşayabilmek, yazabilmek, hayatınızı kazanabilmek istiyorsanız bana itaat edeceksiniz” diyor, “insanların ölümleri karşısında susacaksınız” diyor, “şike ahlaksızlıklarına ben onay verirsem siz ses çıkarmayacaksınız” diyor.

     

    Kendisi “şef”, bütün toplum da köle olsun istiyor.

     

    Buna gücü yetmez.

     

    1930’ları bir daha bu ülkeye yaşatamaz, stadyum şovları yapsa da yapmasa da yaşatamaz.

     

    Bir zamanlar bizi generaller işten attırırdı, şimdi onların yerini Başbakan aldı.

     

    Bir zamanlar Kenan Evren kendisini eleştirenleri “vatan haini” ilan ederdi, şimdi Erdoğan kendisini eleştirenleri “uluslararası komploların adamı” ilan etmeye heves ediyor.

     

    Bir zamanlar Mustafa Kemal kendisini eleştirenleri sustururdu, şimdi Erdoğan susturmaya yelteniyor.

     

    Demokrasi için mücadele eden onca insanın demokrasi için değil Erdoğan için mücadele ettiklerini sanıyor.

     

    Kendisini desteklemiş olan herkesi aptal bir köle gibi görüyor.

     

    Çamlıca’ya kocaman bir cami yapacaklarmış, mabetler başbakanların günahlarını saklamak için yapılmazlar, bu kadar günahı saklayacak mabet de yoktur zaten, o “mabedin sahibi” kapısından girenin sırtında ne taşıdığını görür, insanları öldürenleri, aşağılayanları, işsiz ve aç bırakanları tanır.

     

    Dindarlar benden çok daha iyi bilirler, vicdanı temiz olana, dürüst olana, hak yemeyene, bir seccade, bir ağaç altı yeter.

     

    Türk Hava Yolları’nda “grevin yasaklanmasına” karşı çıkanlardan 150’sini “telefon mesajıyla” işten atmışlar.

     

    Sadece işsiz bırakmak değil aşağılamak da istiyorlar.

     

    Herkesin “efendisi, ağası, şefi” olmak istiyorlar.

     

    İşten atarak, korkutarak, aç bırakarak herkesi susturmaya, bütün gerçekleri saklamaya çabalıyorlar.

     

    “El çabukluğuyla” gündemi değiştirmeye uğraşıyorlar, Uludere’yi unutturmak için “kürtajı” öne sürüyorlar, kadınlara sormuyorlar bile, kürtajı yasaklayan ülkelerde “ölen kadınların” sayısını açıklamıyorlar, enflasyonu yüzde onu geçen, büyüme hızı yavaşlayan bir ülkede “4+4” zam alan bir memurun “üç çocuğa” nasıl bakacağını anlatmıyorlar, her ay ölen yaklaşık 50 işçinin ölümüne neden olmaktan, onların ölmesini engelleyecek yasaları çıkartmamaktan gocunmuyorlar.

     

    Gerçeği yazan bir yazarı işten attırmak, her ay ölen 50 işçiden de, ölecek yoksul kadınlardan da, Uludere’de öldürülen Kürtlerden de daha önemli.

     

    Bir iktidar “vicdanını” kaybetti mi herşeyini kaybeder.

     

    Böyle bir iktidara rıza gösteren toplum da bunun bedelini çok ağır öder.

     

    31.05.2012

    Ahmet Altan


  7. Evet, eserden alıntılar gönüldaşım. Umarım kısa zamanda okumak nasip olur. Gerçekten Üstad'ın harika eserlerinden.. Babıali "Üstad" olmadan önceki halinin otobiyografisiyken "O ve Ben" mürşidi Abdülhakim Arvasi hazretleriyle tanışmasını ve ruhunda yaşadığı terakkiyi bahis alır. Yani diyebilirim ki, Babıali'den sonra okunacak eser O ve Ben'dir.


  8. Leyl'i kutluyorum hizmetinden ve hassasiyetinden ötürü.

     

    Bir hususta yine susmayı tercih etmiştim ki, başlığın tekrar güncellenmesi üzerine demeyi yeğliyorum. Aslında başlığın tadını tuzunu kaçırmamak isterim ama benim tadım kaçtı.

     

    Görülüyor ki ilk 2 mesajda bir talebim olmuş teknik açıdan bir adminden. Ne mantıktır ki kendileri ve diğer yöneticiler girip çıktığı halde hiçbir düzeltmeye gidilmemiş. Ne ayak bu ya? Hayır görememe ihtimalini göz önünde bulundururak kendisine özel mesaj dahi atmışım, "yardımcı olursanız memnun olurum" ne aranabilir bunda başka? Ne bu acemi tutum ya?! Prfesyonel çalışın arkadaşlar. Burada üye-yönetici haricinde bir ilişkimiz mi var? Siz her kullanıcıya bu tutumu mu sergiliyorsunuz? Hayır o yaptığınız programla alakalı fikir beyan ediyorum, bir şey öneriyorum yahud tarif soruyorum; yok! Taşta ses var, burada yok! Artık kendi kendimle konuşmak gibi megalomanyak bir tutum sergiliyorum. Bunları dile getirmek istemiyordum ama ciddi sıktı artık. Bazen hala ne işin var burada diyorum. Hak etmiyorsunzu çünkü. İnsan bir kelimeyle dahi olsa karşılık verir. Adminsiz, üsttesin, yönetici konumundasın. Kimden öğrendiniz bu kadar elit(!) olmaya Allaheşkına?

     

    Eğer bir yere geldiyseniz hakkını verin. Yahud Leyl arkadaşımızın yetkisini genişletin biz sadece kendisini muhattap alalım?! Çok delisaçması bir durum. Hayır yani nasıl bir amaç güdülüyor da böyle kadük kalıyor anlamıyorum. Vakit ayıracaksanız, yaptığınız işi seveceksiniz, kukla rolü görmeyin. Üzerine düşeni yapsa millet ben bu başlıkta böyle feveran etmem.

     

    Şimdi gerekeni yapın silin o iki mesajımı,cevap, düzeltme falan da beklemiyorum!


  9. Hacegan ağabey ve Selmanbey bence yeterince uzatmayalım lütfen,mevzu kırmaya doğru gidiyor sonunda. Başta anladım böyle söylemler geleceğini yazayım mı diye düşündüm ama arada güme gitmekten korktum. Belki kimse benim kadar burada laf yememiş mağdur olmamıştır. Ben yeri geliyor o kadar yakınmıyorum Selmanbey. Hem biraz hak ettiniz sanki. Hep bu tutumdasınız. Tamam doğru yerde haklı girişleriniz oluyor ama üslubunuzda hata var. Anında yere sokuyor, kişinin o an hakkını müdafaa etme psikolojisini es geçiyorsunuz. Neyse Hacegan abi daha fazla ilerlemeyin ha.

     

    Evet Reyhan abla yahud cihat ağabey sonrası bir takım nakıslıklar sadır olmuş olabilir. Bu hepten burayı rezilin önde gideni etmez. Buradaki vakur ve asil duruşu seviyorum. Hepsinden öte Üstad'a adanmış bir yer olduğu için seviyorum,hala buradayım. Ayrıca aynı büyüğe gönül vermişliğin verdiği ortaklık var, bizi gönüldaş kılan kimlik var. Sevelim,sevilelim, Teymiyye'den bize ne yaw :shiny:

     

    Tamam hadi dağılın :)

    • Like 2

  10. .Fazıl'a da İstiklal Marşı yazdırılmış

     

     

    necip-fazil.jpg

     

    Necip Fazıl Kısakürek, Ayasofya Camii ile ilgili konuşmasında 'Bekleyin gençler! Biraz daha yağmur yağsın. Sel yakındır' der.

     

    Güncelleme: 09:00, 28 Mayıs 2012 Pazartesi

     

     

    Bağlarbaşı Kültür Merkezi’nde Sami Seyhani Derneği tarafından düzenlenen Üstad Necip Fazıl Kısakürek panelinde dinleyicilerin çoğunluğunun gençlerden oluşması Üstad’ın Büyük Doğu davasının sahiplenildiğini gösteriyordu.

    Paneli Prof. Dr. Mustafa Uzun yönetti. Konuşmacılar ise Mehmed Niyazi, Mustafa Miyasoğlu ve Muzaffer Doğan idi. Mustafa Uzun, panelistlerin konuşma aralarında Necip Fazıl’ın eserlerini Türk-İslam edebiyatı açısından değerlendirdi. İlk konuşmacı Mustafa Miyasoğlu, üstadın pek değinilmeyen tiyatro yazarlığı yönünü anlattı.

    Büyük Doğucular ancak bir minibüsü doldurur300px-hasan-sami-bolak-necip-fazil-17-04-1965-kayseri-tren-istasyonu.jpg

    Miyasoğlu’nu bir gazeteci arayıp Üstad’a ilginin neden bu kadar arttığını sormuş. Mustafa Bey şu cevabı vermiş: “Necip Fazıl’ın Büyük Doğu dergisi ve davası ile özetlediği bir ideali vardı. O ideal artık Türkiye’nin gündemine biraz daha yerleşiyor ve o yüzden ona ilgi artıyor.”

    Üstad’ın konferanslarının benzeri az görünen bir şölen olduğunu söyleyen Miyasoğlu, “Eğer Üstad olsaydı bu salonun üç misli kalabalık olurdu. Üstad 3 saat konuşurdu. Ayaktakiler bile yılgınlık göstermezdi.” dedi. Ayrıca zaman zaman Üstad’ın konferanslarında binlerce kişiye hitaben, “Bu nasıl iştir? Benim bu şehirde dergim 50 tane satılmıyor. Benim jestime, mimiğime bakmak için mi geliyorsunuz? Nasıl insanlarsınız!” diye serzenişte bulunduğunu; devamında da “Bu kadar kalabalık olduğumuza bakmayın, biz Büyük Doğucular en fazla bir minibüsü doldururuz.” dediğinde salondaki herkesin alkışladığını söyledi.

    Üstadın 15 piyesinden beş tanesinin her zaman oynanabilecek eserler olduğunu, bu eserlerin metnine hiç dokunmadan dünyanın her sahnesinde oynanabileceğine değindi Miyasoğlu. Bize bizi bulduran, insanı düşünmeye sevk eden bu beş eser: Bir Adam Yaratmak, Para, Parmaksız Salih, Reis Bey, Püf Noktası.

    İlk şiirlerinde bile mistik özellikler vardı

    Prof. Dr. Mustafa Uzun, Üstad’ın şiirlerinin önceleri melâhî olduğunu, sonraları ise ilahi olduğunu vurguladıktan sonra şunları söyledi: “İlk şiirleri her ne kadar lirik olsa da onlarda bile mistik özellikleri vardı. Abdülhakim Arvasi Hazretleriyle tanıştıktan sonra, kendisinde var olan mistik düşünce daha tasavvufî, daha mistik duygulara dönüştü. Allah demenin yasak olduğu 1930-40’lı yıllarda nesiller Üstad’ın şiirleri ve yazılarıyla dinî havayı soludular. Dinî heyecanların farkına vardılar. Gençken Üstadın sözlerini ve şiirlerini defterlerimize kaydeder, ezberler, yeri geldiğinde muhatabımızı susturmak için kullanırdık.”

    Bir bakarsınız Ayasofya açılıverir

    Diğer panelist Muzaffer Doğan, Necip Fazıl’ın Ayasofya Camii ile ilgili bir konuşmasında, “Bekleyin gençler; biraz daha yağmur yağsın, sel yakındır” dediğini aktardıktan sonra, “Belki de bir bakarsınız şu günlerde Ayasofya açılıverir.” dedi.

    Doğan’ın anlattığına göre Büyük Doğu’nun kapakları da ayrı bir güzellikmiş. Derginin içeriği kadar kapağı da merakla beklenirmiş. Bir kapakta Başbakan Günaltay’ın gözlüklü bir resminin yanına, gözlüklü maymun resmi konuyor ve altına da “Başbakan ve benzeri” yazıyormuş mesela. Muzaffer Doğan, Üstad ile ilgili bazı anekdotlara da yer verdi konuşmasında… İşte onlardan bazıları:

    22.jpgNeden Büyük Doğu?

    Büyük Doğu adı şuradan geliyormuş: Falih Rıfkı Atay ve Atatürk’ün etrafındaki bir grup, İstiklal Marşı’nın devri ifade etmediğine Atatürk’ü ikna ederek yeni bir maaş yazması için Necip Fazıl’a müracaat ederler. Üstad, marşı yazar ama marş Atatürk’ün eline ulaşmaz. Marşın içindeki “Doğsun Büyük Doğu, benden doğarak!” mısraı dergi için isim olur.

    Necip Fazıl, Dil Tarih Coğrafya Fakültesi’nde ve Robert Koleji’nde dersler veriyordur. Devrin Milli Eğitim Bakanı Hasan Âli Yücel derginin tam bir muhalefet olduğunu görünce Üstad’a, yayıncılık ve hocalık arasında bir tercihte bulunması gerektiğini söyler. Üstad ise, “50 kişilik üniversite amfisindense vatan çapında hocalığı tercih ederim.” diyerek hocalığı bırakır.

    Gazeteci Avni Özgürel, bir gün Üstad’ın evine kadar gider ve evinde kitap görmez. Üstad’a, “Evinizde hiç kitap göremiyorum. Sizin için kitap okumaz derlerdi, demek ki doğru.” der. Üstad’ın cevabı şöyledir: “Çocuk! Hiç süt emen bir inek gördün mü?”

    Üstad, Nazım Hikmet’i cezaevinde ziyaret ettiğinde neler yaşandı?

    Mehmed Niyazi’nin konuşmasını ise salondakiler bazen tebessüm ederek bazen kahkahalarla dinlediler. Mehmed Niyazi'ye göre Allah Necip Fazıl’a torpil geçmiştir. Üstad hem nesir ustası hem şair hem hatiptir. Üçünün bir araya geldiği tarihte görülmemiştir.

    Mehmed Niyazi Özdemir’in aktardığı anekdotlardan birkaç tanesi şöyle:

    Üstad, Nazım Hikmet’i cezaevinde ziyaret gider. Nazım Hikmet Üstad’ı “Meleklerin hocası hoş geldin.” diye karşılar. (Meleklerin hocası şeytandır) Üstad lafın alında kalmaz, “Hoş bulduk Asiye’nin kocası (Firavun)” diye karşılık verir.

    Devrin başbakanı Şükrü Saraçoğlu, CHP İstanbul İl Başkanını Necip Fazıl’a gönderir. “Bizim aleyhimize yazma, sana 100 bin lira veriyoruz” der. O zamanlar İstanbul’da en lüks daire fiyatı 30 bin liradır. Gelen kişiden bu vaadi için yazılı belge ister. Yazılı belge verilir. Bir sonraki Büyük Doğu’nun kapağı, “Satılık adam arıyorlar” diye çıkar. O yazılı belge de kapaktadır.

    Üstad, Toptaşı Cezaevi’nden çıkacağı gün bir minibüs kiralanır. Şakır şakır yağmur yağıyordur. Üstad eşine döner ve “Neslihan, dua et ki böyle yağmur yağıyor, yoksa izdihamdan içeri girmek zorunda kalırdık.” der. Biliyordur kimsenin gelmeyeceğini. Acıyı çeken o, teselliyi veren de odur.

    Üstad, Mehmed Niyazi’ye bir kitap söz verir. Arkadaşı ile birlikte gideceklerdir. Mehmed Niyazi trafikten dolayı biraz geç kalır. Arkadaşı Süleyman ondan önce gitmiştir. Gittiğinde Üstad sinirden köpürüyordur: “Allah size kahretsin, estetiğe bak (Süleyman’ı göstererek); ben seninle mi cihanla mı boğuşacağım” der. Özdemir’e dönerek: “Balkonda dikiliyordum, karşımda bir mantar peydahlandı. Eve doğru geliyordu.” diye anlatır. Süleyman’ın boyu kısadır ve başında kocaman bir Meksika şapkası vardır. Koşarak kapıdan çıkarlar; Mehmet Niyazi Bey geriye döner ve “Üstadım bir daha gelelim mi?” diye sorar. Üstad da sinirli bir şekilde, “On beş gün sonra gelin” der.

     

    Meryem Uçar Büyük Doğu minibüsünde yer almak ümidiyle yazdı


  11. Ailecek izledik. Gerçekten dolu dolu, aslında kısmen tektarın tekrarı olmuş ama. Çok teşekkür ediyoruz devlet kanalımıza,böyle büyük bir değerin üstüne durdukları için. Sunay Akın Bey'in anlatımını çok akıcı ve içten, güzel buldum. (İtiraf ediyorum şimdiye kadar kendisini bayan sanıyordum.)

     

    Şimdi Sorbon Ünivesitesi'ne gittiği vakit Paris'te malum bohem hayatı oluyor ya, ekranda koskocaman harflerle bbbaannnn diye "kumar" yazınca babamdan bir "hayydaaaa!" yükseldi. Dedim babacığım iş bildiğin gibi değil.

     

    Bir nazarı dikkatimi çeken cümle; İbrahim Kavaz Bey'in Üstad'dan bizzar duyup naklettiği;

     

    "Bana 8 kelime verin size 84 cümle kurayım". Türkçe'ye nasıl bir hakimiyet bu?Hayret. Estağfurullah abartmak ve günaha girmek istemem ama bir zamanlar ilk şairlik demlerinde dendiği kadar var sanki,bu söylemi de Mehmed Niyazi ağabeyimden işittim;

     

    "Tanrı Şair"

     

     

    Tövbe tövbe.


  12. Sık sık siyasilerimiz yargı bağımsızlığından söz ederler.

     

     

    İdeolojik devletlerde yargının bağımsız olması mümkün mü? Küçük yaşından itibaren belli bir zihniyetin insanı olması için çocuğun beyni ve vicdanı dokunursa, eline hangi yasa verilirse verilsin, ondan bağımsız olmasını beklemek abesle iştigaldir. Hiçbir ideoloji ebediyen doğru değildir; bugün doğru olanın yarın yanlış olması tabiidir; çünkü ideolojiler biraz da şartların ürünüdür. Dolayısıyla düşünen insan bir gün ister istemez temel olan ideolojiyle karşı karşıya gelir. Vay onun haline!...

    "Atatürk'ün Uşağıydım" adındaki kitabın yazarı, Necip Fazıl Bey'e gelir; "Yaşlandım, Atatürk'ten duyduğum sırrı mezara götürmek istemiyorum." der; ona göre sır olan bir hususu açıklar. Necip Fazıl "Söylediğini el yazınla yazar mısın?" diye sorar; o da "Evet" cevabını verir, Granda yazar, Necip Fazıl yayınlar, mahkum olur. Mahkemenin hükmü "Cemal Granda'nın niyeti başka, senin niyetin başka." esasına dayanır. Hz. Ali, Haricilere şöyle haber gönderir: "Benim için istediğiniz niyeti beslemekte hürsünüz; ama onu fiile dökerseniz yıldırım gibi tepenize inerim." Bin dört yüz yıl önce niyetin suç olmayacağını Hz. Ali ortaya koydu; fakat idraklar ideolojiyle dokunursa niyetin suçlanmasında beis görünmez.

    İskilipli Atıf Efendi'nin şapka kanunundan muhakeme edildiği zabıtlardan açıkça belli oluyor. Ama milletin infialinden endişe edildiği için Yunan ile işbirliği yaptığına dair hüküm verilmiş. Buna dair ne soru sorulmuş, ne de cevap alınmış. Yunan'ın denize döküldüğünün üzerinden yıllar geçmiş. Bu zaman zarfında niçin dava açılmadığını sormak bile gereksiz; zira yazdığı kitaptan muhakeme edildiği açık. Atıf Efendi olayını merak edenler, Şevket Süreyya Aydemir'in "Suyu Arayan Adam" kitabını okuyabilirler. Ama bu konuda insanı rahatlatan iki husus var. Biri muhakeme edenlerin hukukçu olmaması; diğeri de yanlış anlaşılmaya müsait olağanüstü şartlardan milletçe geçilmesiydi. Asıl hukuksuzluk 27 Mayıs darbesiyle yapıldı. Demokratik bir ülkede iktidarın oyla değil zorla değiştirilmesi felakettir; fakat buna hukukta yer bulan profesörleri vasıflandırmak için gerekli sıfatı sözlüklerde bulmak mümkün değil. Bu hukuk cinayetiyle bir başka hukuk cinayeti işlendi. Güya milli bünyenin güçlendirilmesi amacıyla geniş af çıkarıldı. Ne gariptir ki Necip Fazıl'ı hapse atmak için istisna getirildi. İşte bu kişiye göre hukuktur. Bir başka söyleyişle hukukun katlidir.

    Bedii Faik, Necip Fazıl'a vicdansızca hücum etti; ne üslubu seviyeli idi, ne de içeriği hazmedilir cinstendi. O gece hiç uyumadım; çünkü Necip Fazıl üstadın kaleminin ne kadar keskin olduğunu biliyordum. Yazı "Al" başlığını taşıyordu. "Babıali'nin Bab-ı Adi cephesinde (Dünya) isimli çöp tenekesi boyunda kulübeye sığınmış." diye devam ediyordu. Herhalde dünyadaki polemik edebiyatının baş köşesine oturtturulacak bir makale idi. Bedii Faik cevap veremedi. Bir gün ziyaretine gittiğimizde üstad şunu söylemişti: "Attığım mermi burnundan girdi; olduğu yerde kıvrıldı."

    Kimileri Necip Fazıl'ın makalelerinin sadece hücum ve polemiğe dayandığını iddia ederlerse de kesinlikle doğru değildir. "Al" yazısından bir gün sonra "Aziz Kurmay" yazısı yayınlandı: "Hitabım sana, yüzünü belli başlı bir şahıs halinde görmeden, sadece sınıfının mücerret vasıflarıyla tasarladığım sana." Büyük Alman askeri Rohel'in "Prusya ordusunun ruhu subaylardır" dediği bilinir. Ve bir Rus subayının nasıl olması lazım geldiğini anlatır. Bütün askeri okullarda okutulması gereken edebi ve fikri parçadır.

    Bazı edebiyat hocalarından sık sık şuna benzer şeyler duyuyoruz: "Refik Halit çalışıldı". Refik Halit gibi bir yazarın hakkında tez yapılması, bir başka tezin yapılmasına engel değildir. Sadece "Sürgün" romanı hakkında farklı açılardan tezler yapılabilir.

    Hele Necip Fazıl hakkında yüzlerce tezin hazırlanması işten bile değildir. Nazım Hikmet Bursa hapishanesinde yatmaktadır. Necip Fazıl ona ziyaret edeceği günü bildirir. Eski dosttular. Nazım Hikmet herhalde Necip Fazıl'ı nasıl müşkül duruma düşüreceğini düşünür. Necip Fazıl'ı görünce ona doğru yürür ve kollarını açar. "Ah meleklerin hocası hoşgeldin" der. Necip Fazıl da aynı anda şöyle cevap verir: "Hoşbulduk Asiye'nin kocası."

    Nazım Hikmet, Necip Fazıl'a şeytan derken onun da karşılığı "Sen de firavunsun" olur. Saniyelik anda karşılığı düşünüp taşı gediğine oturtmak keskin bir zekanın ürünüdür. Necip Fazıl'ın anekdotlarından birkaç doktora çıkar. Biz bugün Necip Fazıl'ın, Peyami Safa'nın yeterince değerini bilmiyoruz; fakat milletimizin zihin seviyesi yükseldikçe, bu aziz evlatlar çok daha büyüyecektir.

    Yılın bugünleri gelince üstadın kulağımdan eksik olmayan sesini daha derinden duyuyorum. Kaf Dağı'nın ardındaki ümit için çırpınışlarını hiçbir vicdanlı yürek unutamaz.

     

    Mehmed Niyazi

     

    28 Mayıs 2012, Pazartesi


  13. Aleykum selam

     

    Hakikati savunmak yahud fikir beyan etmek ne zamandır saldırıya geçmek olarak anılır olmuş? Bana ters, ideolojime ters, o kadar.

     

    Bahsini ettiğiniz eseri okumadım. Bir diğer cevabım,yaftalar üzerine mi olur taassup olarak mı nitelendirilir bilemem ama Teymiyye'yi sevmem ben. Sayın Bulaç kimin talebesi olunduğu zaten bilinir derken sanki hakikat menbaından nemalanmış bir isim olarak lanse etmeye çalışmış, ona tepkimi koydum. Saydığınız isimlerin Teymiyye ile ilişiğini bilmiyordum ki o zatlar hakkında da iyi malumatlarım var hadis tarihi adına.


  14. Artık zaman'a veto, abonmanlığımı dondurdum bilesin sayın Ali Bulaç

     

    Gerçekten çok sinsi bir gazete. Mistikmş, hayır hakikati söyleyiniz Bulaç bey, deyiniz ki Buda'nın o güzelim uzakdoğu arabesklinden gelmedir, buhurdanlıklar, tütsüler, caddede gezinen milleti kendine yol verdirten inekler. omm mani padme huum!

     

    İllallah getirttiniz insana be! Yazıklar olsun, diyalogcu seni! Cevziyye de Teymiyye'nn talebesi olur. Cahal mı kandırıyorsun sen?

     

    Ya mevzuyla tam örtüşmeyecek ama aynı çeşmeden beslenir bunlar; bir kaç misal vereceğim.

     

    http://www.youtube.c...d&v=Zl0KRHC4zUo

     

    http://www.youtube.c...d&v=EEiJuPTy6JU

     

    http://www.youtube.c...d&v=cXkcyVe05dw

     

    Mecrayı kaydırmak istemem ama, göstermeden edemedim. Bir araba; yyuuuhhhh!!


  15. Biraz uzunca, fakat sabır ile okumanızı istirham edeceğim. Gerçekten çok samimi bir mektup olmuş.

     

    Muhterem büyüğüm,

     

    Bu perişan satırlarla huzurunuzda olmayı, bir hadsizlik addetmeyiniz. Bu mektup, en yalın ifadeyle bir vefa, bir gönül borcudur. Benim neslim, ama daha çok da bizden önceki nesil sizin "parmaklarınızdan süt içti". Diyebilirim ki, insanı, yaşamayı, mücadeleyi sizin şiirlerinizle daha manalı ifadelere kavuşturduk. Kelimelerinizle taze bir nefes, yeni bir söz oldunuz bize. Manidar ve sarsıcı deyişlerinizle delikanlılık kirlerinden yunduk arındık. Piştiğiniz çile kazanında bizi de kaynattınız kabiliyetimizce. Gençlik telaşımızı derleyip toparlayan sizdiniz. Hayal ufuklarımıza rengârenk ışıklar düşüren de. O kapkara günlerde "kaldırımların emzirdiği çocuk"ken her birimiz, "kaldırımların kara sevdalı eşi"yken ruhumuz, bir şey söylediniz bize, "her şeyi tutan bir şey". İçimizde bakırçalığı bir ümitsizlikle yaşayıp dururken, yanıbaşımızda gümüş aydınlığında bir umudun da var olduğunu haber verdiniz. Bizi, eşyanın dilini bilmeye, kâinatın sırrını anlamaya çağırdınız. İçimize bakmayı, ruhumuza eğilmeyi öğütlediniz. "Söndürün lambaları, uzaklara gideyim;/ Nurdan bir şehir gibi ruhumu seyredeyim" diyerek karanlık bölgemize çerağ tutmayı öğrettiniz. Hasılı, tek başına bir okul oldunuz; bize, mektebinizin nurlu pencerelerinden ışık düşürdünüz. Bu kadar hakkın küçücük bir şükrânesi kabul edin bu mektubu.

    Üstadım,

    İzniniz olursa, size böyle sesleneyim, dünya gölgeliğinden. Biliyorum, bu şekilde hitap edilmesini ne çok sevdiğinizi. Sizi şahsen veya gıyaben tanıyıp kalben sevenler de, size "üstadım" demekten kendilerini alamazlar. Galiba, bu sıfat da, en çok zatıâlinize yakışıyor. Şahsınıza hitaben söylendiğinde, sanki "üstad" kelimesi daha bir anlam kazanıyor, güzelleşiyor.

    Hatırlamadığınızdan eminim. Onca gaile arasında, o fırtınalı dünya serüveni içinde nereden aklınızda kalacak? Ama ben bugün gibi hatırlıyorum. İlerlemiş yaşınıza rağmen, yetişmesini arzu ettiğiniz gençliğin karşısına geçip onlarla yüz yüze konuşmak için dondurucu bir kış günü, o zamanların yoksul Anadolu şehri Sivas'a gelmiştiniz. Biz, 15-20 yaş arasında, ilkyazın coşkunluğu içindeydik. Konuşma yapacağınız sinema salonunu hıncahınç doldurmuştuk. Salonu adeta zangır zangır titreten sloganlar atıyorduk hep bir ağızdan. Niyetimiz nasıl kötü olabilir; memleketi kurtaracaktık karanlık günlerinden. Sahneye geldiniz. Arif Ay'ın o harika deyişiyle, "tüm inanmışların haritası yüzün"üzle" ve "öfkesini alanlarda dağ gibi gezdiren yüre"ğinizle işte karşımızdaydınız. Kararlı bir tavırla elinizi kaldırdınız. Bütün sesler sanki bıçakla kesildi, salon sükûtun emrine girdi. "Bu salonda bir tek ses duymak istiyorum" dediniz, "Üstad". "Bir gençlik bir gençlik..." diyerek yetişmesi için aklınızla, yüreğinizle, canınızla çırpındığınız o masum fidanların, attıkları sloganlar yüzünden başlarının derde girmesini istemiyordunuz anlaşılan.

    Efendim,

    Mektubuma başlarken de arz ettim. Üzerimizde manen, fikren çok emeğiniz var. Hakkınız aşikâr olsun diye yazıyorum, yoksa kendim için bir marifet saydığımdan değil. Ezberlediğim ilk şiirler sizin şiirlerinizdir. 15 yaşından önce hafızama misafir ettiğim o 'dava ve cemiyet' vurgulu şiirler hâlâ ezberimde. Hiç önemi yokken unutamadığım bir hatıram var bu bahiste. Ortaokulda bir şiir okuma yarışmasında, şimdi artık neredeyse adınızla birlik ilk akla gelen "Sakarya Türküsü"nü okuyup ikinci olmuştum.

    Bu vesileyle aklıma geldi, sormak istedim, merakımı bağışlayın. "Kaldırımlar"ı yazdığınızda 23 yaşında idiniz. Bu şiirden sonra bütün sanat ve edebiyat çevreleri dehanızı, şairliğinizi kabul etti. O yaşta böyle bir şiiri size ilham eden neydi? O nasıl bir yalnızlıktı, nice bir acıydı? Fısıldayın kulağıma, n'olur!

    Ne yalan söyleyeyim üstadım. Ben daha çok, hem de pek çok şiirlerinizle hemhâl oldum; onları sevdim, yutarcasına okudum. Hafızamda kalan mısralarınızı, beyitlerinizi mırıldanıp durdum hayatın beni yorgunluklarla sınadığı yokuşlarında, insanoğlunun beni şaşırtan kaypak zamanlarında. Şiirinize aşina olanların sevdiği, beğendiği, bir vesileyle terennüm ettiği yüzlerce mısraınız var kuşkusuz. Dedim ya benim de dilimden eksik olmaz bercesteleriniz. Lâkin birkaçı var ki, her birini ne zaman hatırlasam, bir hikmet kitabı okumuş gibi düşüncelere dalarım.

    Siz ki, "sultanu'ş-şuara"sınız, hem de sözlerin efendisi. Böyleyken bu dünyanın hikâyetini anlatmaktan, yorumlamaktan dertleniyorsunuz. Bizim hâlimiz ne olacak, efendim? Bizim hâlimiz nice olacak, efendim?

    Kültür Bakanlığı 100 yaşına bastığınız yıl, sizin için bir armağan kitap çıkardı. Görseydiniz ne derdiniz, aşağı yukarı tahmin edebiliyorum, fakat ben beğendim. Tiyatrolarınız üzerine bir incelemeyi de ben vazife kabul etmiştim. Söz konusu yazı vesilesiyle bir daha bir daha okuduğum Bir Adam Yaratmak adlı eseriniz için size teşekkür etmek isterim. O ne büyük bir eserdir öyle, o nice bir söz kudretidir. Bir insanın "ruh burkuntuları" ancak bu kadar ayan beyan edilebilir. Aşk olsun.

     

     

    Üstadım,

    Oğlunuz Mehmed'in şahsında umut bağladığınız bizlere bir mektup yazmıştınız. 35 senedir benim kuşağımdan birçok Mehmed'in dilindedir o mektubun dizeleri. Belki de bu yakıcı dizelerinizin saikıyla, "duvarları sünger gibi 'âh u zâr' içmiş bir kasvet ocağı" dediğiniz zindanda yaşadıklarınızı, o zamanki ruh hâlinizi, sizin gibi yerinde duramayan, beyni zıp zıp zıplayan birinin dört duvar arasında nice ıstıraplara maruz kaldığını daha yakından duymak için Cinnet Mustatili'ndeki günlüklerinizi, cezaevi notlarınızı okumuştum da, ruhum delik deşik olmuştu. Bir yerde şöyle diyordunuz: "Koyunların, içtiği su hakkındaki tahlil bilgisi, hiç olmazsa tad alma kabiliyeti bakımından benimkini aşar. Acı bir tad alıyorum, ama hiçbir şey anlamıyorum. Yalnız, ıstırap çekeyim diye şuurum bana bırakılmış, gerisi tamamiyle elimden alınmış gibi bir hal içindeyim."

    Biliyorum, efendim, "hor ve öksüz" dedikleri bu büyük davayı anlatmak uğruna ne çilelere katlandığınızı. Üzüleceksiniz, fakat sormadan edemeyeceğim. Şimdiki gençlerin hemen hiçbirinin "mustatil" kelimesinin anlamını bilmez vaziyete geleceğini tahmin etseydiniz, eserinize yine bu adı verir miydiniz?

    Müsterih olun sultanım. Sizi üzen, sizi zaman zaman canınızdan bezdiren, sizi hapislere atan bir ülke olmaktan kurtuluyor memleketimiz. Artık üniversitelerde şiiriniz, poetikanız ders olarak okutuluyor. Hakkınızda yüksek lisans ve doktora tezleri yapılıyor. Dergiler özel sayılar hazırlıyor. Sizin için bir mutluluk haberi midir, bilemiyorum, duyasınız istedim. Artık, Başbakanımız da sizin şiirlerinizi okuyor. Unutmadan bir şeyi daha haber vermek isterim. Bugünlerde bir gazete düşüncenizin aynası, kaleminizin muharebe meydanı olan Büyük Doğu'nuzun her hafta bir sayısını tıpkıbasım yapıp okuyucularına armağan ediyor. Gerçi ilk 11 sayısını, anlamadığımız bir nedenle vermedi, ama yine de fikrî ve ruhî mücadelenizi görmek bakımından iyi bir fırsat.

    Üstadım,

    "Dava adamlığı" tabirini sizinle birlikte heceler olduk. Siz ki "bana yanmak düşüyor yangın görsem resimde" sorumluluğunu ve gövdesine ağır gelen kafasını o naif bedeniyle tam 79 yıl taşıyıp duran bir çile ve fikir işçisiydiniz. Bu meyanda bize birçok şey haykırdınız yahut fısıldadınız; ben de her fırsatta bu altın sözlerin bir kısmını mırıldanıp derdinizi dertlenmeye çalıştım.

    Efendim,

    İçimde kanayan bir yara var ki, size söylemeden edemem. "İnandık" dedikleri yüce buyruklara, sizden önceki ruh mimarlarının ve sizin bunca hikmetli öğütlerinize rağmen, bugünün dindarları, yani davanıza/ davamıza sahip çıkacak olan insanlar, paraya pula, mevkie makama fazlaca değer verir oldular; dünyayı gereğinden çok önemser hâle geldiler. Özgörevlerini unuttular sanki.

    Üstadım,

    Fikrinizi, susayanlara sebil sebil sunduğunuza şahidim. Bir de gerçek manada ne kadar cömert olduğunuzu sizi tanıyanların anlattıklarından dinledim. Paraya değer vermeyen yönünüzün büyüklüğünüzde mutlaka katkısı olmuştur. Hemen hatırlarsınız; eliniz daralmıştı, parası olduğunu bildiğiniz yakın arkadaşınız Nahit Sırrı Örik'ten o zamanın parasıyla 150 lira borç istemiştiniz. İsteğinizi yerine getirmeyen bu arkadaşınıza paranız olduğu bir vakit yemek ısmarladınız; onun size borç vermeye kıyamadığı 150 lirayı da, hizmet eden garsona bahşiş verdiniz.

    Efendim,

    Bu kapıdan kol ve kanat kırılmadan geçilmez//

    Eti zehir, yağı zehir, balı zehir dünyada,

    Bütün fâni lezzetlere darılmadan geçilmez.

    diyerek geçip gittiniz bu fani dünyadan. Çok sevdiğiniz Rabb'inize kavuştunuz. Mutlaka hissettiniz; cenazenizde mahşerî bir kalabalık vardı. Dönemin askerî yönetimi toplanmaya izin vermemesine, 'cenazeyi biz defnedeceğiz' demesine rağmen, sevenlerinizin çığ gibi büyümesi karşısında fazla direnemedi.

    Son yolculuğunuzun ardından en etkili, en manidar yazıyı Büyük Doğu'dan Diriliş'e sıçrayan tilmiziniz Sezai Karakoç yazdı. Ebedî âleme yürüyüşünüz için "göklerin çektiği kartal" imgesini kullanmıştı. O hüzünlü yazının ilk cümlelerini sizinle paylaşmak isterim: "Altmış yıl durmadan dinlenmeden bin bir çile içinde, eserler vererek, mücadeleler yaparak milletinin varoluş savaşında yerini alan bir Millet Büyüğü, düşünce ve edebiyat hayatımızın dinmez ve sinmez kalemi, yerinden oynamaz üslubuyla kendini edebiyat tarihine hakkeden kalem, Üstad Necip Fazıl, aramızdan sıyrılıp, âdeta bir kuş gibi uçup gitti."

    Evet, tam da böyle, uçtunuz gittiniz. Bir kartal heybetiyle.

    Bir de onlarca şiir yazıldı, ten elbisesini terk edişiniz üzerine. Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu'nun sizi tavsif etmek üzere söylediği "Türk şiirinin bedir hali" mısraı, 29 yıldır hâlâ hatırımdadır.

     

     

     

    Sahi üstadım, sizden sonra şiir göğümüzde sizin gibi kudretli bir sese sahip söz sultanına tesadüf edemedik. Sezai Karakoç da, pek az şiir yazdı dünyaya vedaınızdan sonra. O da sustu, yirmi yıldır tek dize olsun söylemedi. Şiir nehrimizde ahenksiz, tesirsiz, anlaşılmaz, yabancı sesler akıp duruyor.

    Efendim,

    İstirahatınızı daha fazla taciz etmeden izninizle huzurunuzdan ayrılıyorum. Hadsizliğim olduysa bağışlayın.

    Bu kifayetsiz, perişan fakat her kelimesi samimiyetimin nişanesi olan satırlarımı, bugün daha bir anlam kazanmış olan ölümsüz dizelerinizle taçlandırarak noktalıyorum:

    Sûrda bir gedik açtık, mukaddes mi mukaddes

    Ey kahpe rüzgâr artık ne yandan esersen es!..

    ...

    Mehmed'im, sevinin, başlar yüksekte!

    Ölsek de sevinin, eve dönsek de!

    Sanma bu tekerlek kalır tümsekte!

    Yarın, elbet bizim, elbet bizimdir!

    Gün doğmuş, gün batmış ebed bizimdir!

     

    Ellerinizden öperim. Manevi evladınız Turan Karataş.

     

    /zaman/27.05.2012


  16. Üstad'ı yine sevmeyen,doğrusu çekemeyen güruhtan biri olacak ki Üstad'la karşılaştığında şöyle hitap eder;

     

    _Hoş geldin eyy meleklerin hocası! (Ki bilirsiniz şeytan lanetlenmeden önce meleklerin hocasıydı)

     

    Arada verdiği imayı anlayan Üstad hiç altta kalır mı? Saniyesinde cevabını veriyor:

     

    _Hoş buldum eyy Asiye'nin kocası! (Firavun'u ima ediyor.)

     

     

    Harika bir latife ya, Mehmed Niyazi ağabeyimiz anlattığında tüm salon olarak güldük. :)


  17. Sayın buyukdogu burada her mesaj potansiyel bir kriptodur:) Bekleme yapmayalım beyler, safları sık tutalım..

     

    Sizlerin de kandili mübarek olsun efendim. Rabbim hakkıyla ihya edenlere katsın..

     

    Bir dize de benden gelsin bari:

     

    Ne şan içinde abadım ölmezem

    Baş koydum bu yola ben dönmezem

    Yaprağın döken ağaç dirilecek

    Söz aldım ben gayrisini bilmezem

     

    Vallaha da saniye içinde döküldü.. Bende gerçekten şair kumaşı var ıhıımm öhöömm

    • Like 1

  18. Tanrı Beni İlk Başta Sana Kul Yaptı

     

    Tanrı beni ilk başta sana kul yaptı, sonra

    Keyfine el koymayı kurmamı yasak etti.

    Ya da özlem duymamı hesaplı zamanlara;

    Kölenim ya, boş vaktin olsun diye bekletti.

    Ah, bırak katlanayım, el pençe divan: değer,

    Senin özgürlüğünün tutuklu yokluğuna;

    Her mihnete sabreder, her azara baş eğer,

    İncittin diye hiç suç yüklemez bile sana.

    Sen nerde olursan ol, yetkin, güçlü, özgürsün;

    Hâkimsin dilediğin gibi kendi vaktine:

    Canın neyi isterse varsın o keyif sürsün,

    Kendine suç işlersen kendin bağışla yine.

    Beklemek cehennemdir, ama beklerim seni,

    İyi kötü demeden, suçlamadan keyfini.

×
×
  • Create New...