Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]

muhalif

Sivil
  • Content Count

    152
  • Joined

  • Last visited

  • Days Won

    8

Posts posted by muhalif


  1. Inşallah iştirak etmeye çalışacağım da hadi program 2 saat sürdü dersek ben 22den sonra nasıl otobüs bulurum? Bu 11Ü olacak yok mu bu?! Canıma okuyor benim. Bir de tarihi Horhor durağı olacak.ablamla geçen plakaları ezberlerdik dersane çıkışı durakta beklerken.Bir saatte bir geçiyordu bizim 11Ü.Aslında şikayet etmeli bunu. Gerçi yakın da sayılır. Ama geç vakit yürünmez ki kadın başına.Memmet ağabey n'apsak ben dinlemek istiyorum sizi ya? Bir yol düşüneceğim du bakalım.


  2. (EDIT) Şimdi arkada fon olmadan izah edeyim ki elbet alimin yanlış ictihadinda bir doğru ictihadinda 2 sevap vardır.ve dahi hadiste geçen ummetin delalet üzere icma etmez bir araya gelmez hadisini de bilmekteyiz.benim bu dalda ehil olmadığım ama hepten kara cahal olmadığımi da bilmenizi istirham ederim. Ictihaddan girmişken. Şimdi hadiste efendimiz sahabiyi ilmi yaymasi için gönderdiğinde ne buyurdular.kuranda ve sunnette delil bulamayınca rey ve ictihada başvurmasi telkin edildi. Şimdi acın sahihi buhariyi ki dun okudum. "saç ekene ektirene,dövme yapana yaptırana lanet olsun"hadisini ibn omar rivayet etmiş mi etmemiş ki bakın. Üslubumun sivriligi mevzuyu karambole getirmesin. Ha bu arada hâlâ fon yok. Ayrıca elhamdülillah farklı müslüman ülkelerinde müslümanları görme imkanım oldu.evet dehşet farklılıklar var.biz imami azami biliriz bizim mezhebimız hanefidir ehli sünnet gözümüzun nurudur. Ve fıtrata müdahele olan her şey haramdir. Bayanın yüz tüylerini alması dahi takvaya aykıriyken siz hangi yele ekiminden bahsediyorsunuz? Belki misal kaş alması haram değil fakat günahtır eşi istemedikce almasa daha iyi olur. Ayrıca yukarıda bay justinyen pek de sağlam ve adet olarak kanı kılacak isimler sıralamamis.beni göya makaraya sarıyor ve münir özkula tesbih ve cahil addediyorsunuz fakat elinizdeki kartlardan haberiniz yok. Neyse yok yere gerilmesin ortam. Ben uslu ve iyi biriyim. Şiddete meyyalim yok lafin gereksiz ve devrik olanına tahammül edemiyorum. Haydin selametle. (...)

    Edit-NFK-Fan: Üslupta biraz daha itidal lütfen.


  3. Efendi kimse tabiri caizse işkembeden konuşmuyor. Evet istihzai bir üslup takındım zira bu denli basit mantıkla dahi cevabı bulunacak bahsin kırk yoldan su getirme ile meşru kılınmaya çalışılması komiktir. Ben ne demişim, ki bütün bilgileri alt üst edecek mükemmel ibare "yaratılışa müdahale" gerisi benim için yalan,dolan ve hatta ofsayttır,taçtır,kırmızı kartlık bir pozisyondur.

     

    Aha da size video:

     


  4. Feraset sanatta da lazım!

     

    906620120210110727185-2.jpg

    Necip Fazıl - Sezai Karakoç - Cahit Zarifoğlu

     

    Türkiye dindarlarının kültür sanat alanında gereğince varlık gösterememesi biraz da sevdiğini çok sevmesinden..

     

    Necip Fazıl… İsmi çok bilinen, eserleri az okunan bir şair.

    Dindar kesimden hemen hemen herkesin sevdiği şair. Bir aralar bazı İslamcı arkadaşlar Necip Fazıl’ın söylemini sorgulamıyor değildi ama son tahlilde onun değerli bir sanatçı

    olduğunu, öncü bir sanatçı olduğunu itiraf etmekten kendilerini alamıyorlardı.

     

    abdulkadirarvasinecipfaz06becb7c06a6ce6aby.jpg

     

    Bizim camiada ‘şair’ dediniz mi Mehmet Akif ve Necip Fazıl anlaşılır ama ben yine de camianın bu iki şairi gereği kadar anlamaya yanaşıp yanaşmadığından şüpheliyim. Hani Orhan Veli ‘Neler yaptık şu vatan için’ der ya işte biz de tam öyle, bol bol nutuk attık haklarında.

     

    Kuran kursları şuur vermekten çok uzakta

    Geçende ortaokul çağına gelmiş oğlunun bilinçlenmesi için ne yapması gerektiğini düşünen bir büyüğümüzle konuşuyorduk. ‘Kuran kursuna göndersek, sadece kimi temel bilgileri alacak, o kadar. Ama ben bir şuur oluşturacak tarzda eğitim alabileceği bir ortam istiyorum’ diyordu. Ona oğlu ile Safahat okumaları yapmasını önerdim. Tabii, bulabilirseniz bir liseli ağabeyle veya üniversiteli ağabeyle bu işi yapmalarının belki daha iyi olabileceğini söyledim.

    Kuran kurslarımız şuur vermeye yönelik bir eğitim anlayışından çok uzakta. Yaz kurslarında yeni yeni bir ‘anlayışlılık’ oluşuyor. Hafızlık eğitimi verilirken de gençlerimizin Türkiye’yi ve dünyayı tanımalarına pek (ve hatta neredeyse hiç) fırsat verilmediğine şahit oluyoruz ne yazık ki.

     

    Varsa yoksa Mehmed Akif, Necip Fazıl…

    Necip Fazıl okumayan ama başımıza Necip Fazılcı kesilenlerle karşılaşıyorum yıllardır. Kitapçılardan ise sık sık Necip Fazıl’ın kitaplarının satmadığı şikâyetleri alıyorum. Öğretmenlerin eskisi gibi gençlerle ilgilenmediklerinden bahsediyor kitapçılar. Borsa, futbol, ev ve araba almak gibi şeylerle meşgul imiş öğretmenler. Futbolla ilgileniyormuş en sosyal olabilenleri. Bir “sosyal adam olabilme göstergesi” artık demek ki futbol!

    Eskiden M. Akif ve Necip Fazıl bol bol birlikte anılırken son yıllarda Necip Fazıl’ı Nazım Hikmet’le anmak moda! Her görüşe açık olma adı altında soytarılık gösterisi! Bu şovu yapanlar keşke Necip Fazıl’ı bari okumuş, okuyor olsalar…

    Benim amacım Necip Fazıl okumayanlara takılıp kalmak değil. Başka bir şey. Üstad Necip Fazıl’a takılıp kalıp da sonrasını göremez hale gelmekten bahsedeceğim. Kültür sahasında bir şeyleri zengince yapamıyor oluşumuzun sebeplerinden biri de bu bence. Varsa yoksa Mehmed Akif, Necip Fazıl.

     

    cahit-zarifoglu-53400.jpg

     

    Cahit Zarifoğlu’nun şiirlerine ‘bunlar şiir mi’ demiş

    Yazdığı romanlarla ilgileri üzerine toplayan Necip Fazılcı bir yazarımız var. Aynı zamanda Üstad Necip Fazıl’ın metafizik oğlu merhum Hilmi Oflaz ile de iyi bir dostluğu bulunan bir zat bu yazarımız. Camianın kendisine hürmet ettiği bir yazar. Karşısında edepsizlik yapmaya kalkışacak değilim. Edepsizlikten çekiniyor oluşumuz, hakikat bildiğimiz kimi gerçekleri ifade etmekten de bizi alıkoymamalı.

    Söz konusu edip, ismini vermediğimiz yazar, çok satan entelektüel görünümlü bir gazetedeki yazısında Türk şiirinin ölmekte olduğunu, artık anlamsız anlamsız, kolay ezberlenemeyen şiirler yazıldığını ifade edip yazısının sonuna dünya Müslümanlarının büyük şairlerinden Cahit Zarifoğlu’nun dizelerini alıp şairin ismini vermeden; ‘Bunlar şiir mi şimdi!’ diyordu.

    Cahit Zarifoğlu’nu bilenler bilir; onu anlatmaya kalkışacak değilim. Onun nasıl birisi olduğunu, şiirinin nasıl bir şiir olduğunu hâlâ anlayamamış birilerine artık bir şeyler anlatmaya kalkışmanın ne beyhude bir çaba olacağını bilmiyor değilim. Ama bir şeyi aktarmam gerekiyor.

    Üstad Necip Fazıl Cahit Zarifoğlu’nu çok severdi. Onun şiirini ilk fark edenlerden biri idi. ‘Bizden sonraki nesilden bir siz varsınız’ diyor Üstad Necip Fazıl, Cahit Zarifoğlu’na. Müthiş kitap Yaşamak’ın 172. sayfaya bakılırsa durum çok açık bir şekilde anlaşılacaktır.

    Sadece bu değil; aynı zamanda Zarifoğlu’nu evlendiren de Necip Fazıl’dır. Bu sevdiği genç şairi mürşidinin ailesine damat eder Üstad! Kızı istemek için uçakla Van’a gider.

     

    Şekilcilikten kurtulamıyorlar

    Üstad Necip Fazıl kendisinden sonra gelen büyük şairleri görme konusunda üstüne düşeni fazlasıyla yapmıştır. Üstad Sezai Karakoç’u daha 1950’lerde keşfeder! Ama gelin görün ki; Necip Fazıl’ın 1950’lerde, 60’larda keşfettiklerini ardılı konumlarındaki birileri 50 yıl sonra bile fark etmekten aciz kalıyor!

    Onları bu görememezlikten kurtaramayan şey nedir diye düşünüyorum da en iyimser bir tutumla; şekilcilikten kurtulamıyor oluşta görüyorum bu işin sırrını. Çekememezlik, kıskançlık, farklı kamplarda bulunmuş olmanın etkisi de olabilir belki… Ama mesele şekilcilikten kaynaklanıyorsa yazık ediyorlar kendilerine. Zira Necip Fazıl kendisinden şekil açısından son derece farklı bu iki büyük şaire kucak açmıştı. Takipçileri bunu göremeyecekler sanırım. Zira feraset ve basiretin sanata da yansıması olur elbet ama bu niteliklere sahip olanlar ancak bu yansımadan yararlanabilirler!

     

    Asım Gültekin yazdı.


  5. nfk-mum.jpg

     

    Necip Fazıl’ın oyunlarının sahnelerden esirgenip sadece okunabilen birer metin olmaya mahkum kılınması ise tiyatro sanatının ve tiyatrocunun değil, kişilerin ayıbıdır.

     

    Abdülhakim Arvasi’yle tanıştığı 1934 senesi Necip Fazıl’ın bir anlamda ikinci doğum tarihidir. Artık o, düşünce ve sanat görüşünü inandığı yol çerçevesine oturtmaya çabalayan, Müslümanca düşünceyi eyleme geçirerek bu yolda mücadele etmeyi görev edinen ve çok geçmeden bu uğurda, eski yazdıklarını yok saymaya gidecek kadar sanata bakışını yeniden kuran bir düşünce adamıdır. Şiiri ve şairliği değil, fakat bildik anlamdaki şiiri ve şairliği reddederek, sanatını ilahi olanla bağdaştırma çabasıyla, artık “büyük sanatkarlığı” aramaktadır.

     

    necip-fazil-kisakurek-tiyatro-eserleri-1976-33852130-0-1.jpg

     

    O güne kadar Necip Fazıl’ı el üstünde tutanlar, şiirini ve şairliğini yere göğe sığdıramayanlar, bu değişiminden sonra onu “gerici” olarak nitelendirir, hatta “sabık şair”i öldü sayarak yeni yazdığı ne varsa yok saymaya kadar giderler. Necip Fazıl -doğru bulunsun ya da bulunmasın- girdiği yolda her şeye rağmen sonuna kadar gidecek, geri kalan ömrünü bu uğurda zorlu mücadeleler içinde geçirerek hapislere girecek, büyük sıkıntılar çekecek, fakat sonunda geniş kitlelerin saygınlığını kazanacağı ve izinden gideceği bir dava adamı olacaktır. Bu davasında, Necip Fazıl’ın dava kürsüsü olarak kullanacağı yeni alan ise tiyatrodur.

     

    Sanatına yazık eden değil, gerçeği sanatla muhafaza eden deha

    Necip Fazıl’ın oyun yazarlığı Abdülhakim Arvasi’yle tanışmasından bir sene sonra, 1935 senesinde başlar. Bu sefer hayatında yine büyük rol oynayacak başka önemli bir isimle, Muhsin Ertuğrul’la tanışır.Rus Konsolosluğu’nda verilen bir davette sohbet ederlerken, Muhsin Ertuğrul “Niçin tiyatro eseri yazmıyorsunuz? Neden bizi yerli eserden mahrum bırakıyorsunuz?” diyerek Necip Fazıl’ın tiyatroya adım atmasını sağlar.

    Necip Fazıl başrolü Muhsin Ertuğrul’un oynaması koşuluyla oyun yazmayı kabul ederek, ilk oyunu olan ‘Tohum’u yazmaya koyulur. Yazdığı oyunu Muhsin Ertuğrul’a bizzat kendisi okuyunca, Necip Fazıl’ın deyişiyle “güzeli ve çarpıcıyı gördüğü her yerde kendisini teslim eden” Muhsin Ertuğrul gözyaşları içinde oyunu çok güzel bulduğunu söyler ve söz verdiği gibi başrolde kendisi oynayarak sahneye koyar.

    Ne var ki Necip Fazıl’ın Muhsin Ertuğrul eliyle sahneye attığı bu ilk tohum tutmaz; çünkü oyun seyirciden beklenen ilgiyi bulmaz. Sahneye konulmadan önce, Sedat Simavi’nin ‘7 Gün’ dergisinde ve birçok gazetede oyunun bazı bölümleri yayımlandığında, Peyami Safa’nın “İşte, gerçek eser budur” diye övdüğü yazılara, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın “Mücerret fikri sahnede dondurabilmek sanatını” seçkin topluluklara özgü olarak ön planda savunmasına rağmen halk oyunu beğenmez. Başta daha çok seçkin bir topluluğun doldurduğu ve Necip Fazıl’ı defalarca sahneye davet ettiği tiyatro birkaç gece sonra seyircisiz kalır.

     

    Yaktın adamı, yazık oldu Muhsin’e

    Oyunu “şaheser” kabul eden Selami İzzet tiyatrodaki bu seyirci kaybını görünce, Muhsin Ertuğrul adına üzülür ve bir gösterim sırasında Necip Fazıl’ın kulağına eğilerek “Yaktın adamı. Yazık oldu Muhsin’e” der. ‘Tohum’ Necip Fazıl’ın davasının iyi ayarlanamamış ilk verimi olmuştur. Bu başarısızlığın üzüntüsü Necip Fazıl’a o kadar işler ki, adeta hınç haline gelir ve yeni bir oyun yazmaya karar verir. Yazacağı yeni oyun, yazarın en iyi oyunu olarak kabul edilen ‘Bir Adam Yaratmak’tır. Başrolünü yine Muhsin Ertuğrul’un oynadığı oyun 1937-1938 kışında İstanbul Şehir Tiyatrosu’nda sahnelenir. ‘Bir Adam Yaratmak’ o kadar başarılı olur, halk oyunu öylesine tutar ki, tiyatronun seyircisi giderek artar.

     

    bir-adam-yaratmak-necip-fazil.jpg

     

    Fakat Muhsin Ertuğrul, oyun belki bütün bir sene sahnede kalacağı halde, onu en dorukta olduğu zaman, resmi süresinin tamamlandığı gerekçesiyle sahneden kaldırır ve oyun tekrar oynanmaz. Peyami Safa ise ‘Tohum’u şiddetle tuttuğu halde başarısız olduğunu gördükten sonra, bu defa başarılı olacak ‘Bir Adam Yaratmak’ hakkında tek kelime yazmaz. ‘Bir Adam Yaratmak’ Necip Fazıl’ın –her ne kadar başka iyi oyunlar yazacak olsa da- bir oyun yazarı olarak söz konusu çevre içinde kazandığı ilk ve son başarısıdır.

     

    Sahnelerden esirgenen, yok sayılan oyunlar

    Tiyatro oyunu edebiyat metni değildir, oyunlar sahnelenmek içindir. Necip Fazıl’ın oyunlarının sahnelerden esirgenip sadece okunabilen birer metin olmaya mahkum kılınması ise tiyatro sanatının ve tiyatrocunun değil, kişilerin ayıbıdır. Bunun sorumlusu Türk tiyatrosu, özelinde ise Şehir Tiyatroları değildir. Necip Fazıl’a -sonradan desteğini çekmiş olsa da- tiyatro kapılarını açan Muhsin Ertuğrul’dur. Dolayısıyla, Necip Fazıl öncülüğünde Müslümanca bir tiyatronun varlığından söz edebiliyorsak, bunda Muhsin Ertuğrul’un ve dolayısıyla Şehir Tiyatroları’nın da katkısı vardır.

    Bırakalım, şimdi de “muhafazakârlık” eleştirisine sığınarak Necip Fazıl’ın oyunlarını ötekileştirmeye devam etsinler ve sahnelenebilecek nitelikte bulmasınlar. Onun oyunları ilk yazıldıkları günkü gibi, okunmaktan öte sahnelenmek için var. Sayılsın ya da sayılmasın, Şehir Tiyatroları’nın tarihinde Necip Fazıl’ın ve oyunlarının da adı var. Tiyatro ustalarının mum ışığıyla aydınlanan fotoğrafları arasında kendisine yer verilmese de, eriyen mumların gölgesinde Necip Fazıl’ın da çehresi saklı.

     

    “Bir takım replikler” tiyatro duvarlarında yankılanacak

    Necip Fazıl’ın, “Beni de Allah ve Resul aşkının yanık bir örneği ve ardından bir takım sesler bırakmış divanesi olarak arada bir hatırlayınız!” diye vasiyet ederken büyük bir tevazuyla “bir takım sesler” olarak tanımladığı eşsiz sesi, kendisinden sonra dahi en yakın odalardan en uzak sokaklara kadar yankılanmakta. Bu yankı nihayet tiyatro duvarlarını da aşacak, “bir takım replikler” geç de olsa ait oldukları yerde, sahnelerde ses bulacaktır.

    Evet, Şehir Tiyatroları yok edilemez! Ancak hepimizin sesiyle yeniden var edilebilir. “Müstehcen” ya da “muhafazakâr” diye ayırmadan… Sanatı ve sanatçıyı hiçbir türlü ötekileştirmeden…

     

    Onur Özgüner yazdı

     

    Dünyabizim


  6. İmamı Rabbanîye Kâfir Diyenin Kendisi Kâfir Olur

     

     

    Birinci madde: Yirminci asrın ilk yarısında dünyada iki devlet tasavvufu, tarikatları yasaklamıştır. Biri TC, ikincisi Suudî Arabistan... Biri laiklik adına, ötekisi Vehhabilik adına...

    İkinci madde: İslam tarihinde Din-i Mübin-i İslama en fazla hizmet edenler; Kur'an, Sünnet ve Şeriat yolunda olan gerçek tasavvuf ve tarikat erbabıdır.

    Üçüncü madde: Namaza ve diğer ibadetlere en fazla dikkat eden ve onları dosdoğru eda edenler tarikat ve tasavvuf erbabıdır.

    Dördüncü madde: İslam, bir yandan cihad ve gaza ile, öte yandan gerçek şeyhler ve dervişler ile yayılmıştır.

    Beşinci madde: Bizim Anadolu'yu feth etmemiz hem kılıçla, hem tarikatla olmuştur.

    Altıncı madde: Tasavvufun ve tarikatın hak, gerçek, doğru olması için Kur'anın zâhirine, Sünnete, Şeriata mutabık olması gerekir.

    Yedinci madde: Birtakım bozuk kişiler ve bozukluklar tarikatın ve tasavvufun değerine, hak olduğuna gölge düşürmez.

    Sekizinci madde: Tarikat ve tasavvuf düşmanı Vehhabilik hareketi; İngilizler tarafından Osmanlı İslam devletini ve Hilafetini yıkmak, İslam birliğini parçalamak ve emperyalizme hizmet etmek maksadıyla teşvik edilmiş, desteklenmiştir.

    Dokuzuncu madde: Ehl-i Sünnet Müslümanlığı doğru yoldur, Sevad-ı Azamdır, fırka-i nâciyedir, cadde-i kübradır.

    Onuncu madde: Vehhabilerin Ehl-i Sünnete aykırı olan bütün iddia ve görüşleri hatâdır. Diyelim ki, 120 konuda ve meselede Ehl-i Sünnetten ayrılıyorlar. Bunların 120'sinde de haksızdırlar, bir tekinde bile haklı değildirler.

    On birinci madde: Vehhabilerin, Ehl-i Sünnet ile ittifak halinde bulundukları şeyler onların hak mezhep olduğuna delalet etmez.

    On ikinci madde: İmamı Rabbanî çok büyük bir İslam alimi ve mürşididir. Onu tekfir edenin, ona müşrik diyenin kendisi kafir olur.

    On üçüncü madde: İmamı Gazalî, Muhyiddin ibn Arabî, Abdülkadir Geylanî, Ahmed er-Rufaî, Hasan eş-Şazelî, İmam Şâranî ve benzeri büyükleri tekfir edenin kendisi kafir olur.

    On dördüncü madde: Muhtelefün fih mesail konusunda kimse tekfir edilemez, şirkle suçlanamaz.

    On beşinci madde: Bir Müslümanın kafir veya müşrik olduğuna dair geçerli fetva ve geçerli kadı ilamı olmadıkça onun Müslümanlığı esastır. Çünkü beraat-i zimmet asıldır.

    On altınca madde: Vehhabilerin, Selefilerin, neo-Haricilerin, reformcuların, bazı Kemalist ilahiyatçıların; Ehl-i Sünnet imamları, uleması, fukahası, evliyası hakkındaki küfür ve şirk fetvaları hezeyandır ve bâtıldır. Asıl kafir olanlar, böyle fetvalar verenlerdir.

    On yedinci madde: Muhyiddin ibr Arabî Şeyh-i Ekberdir.

    On sekizinci madde: İslam büyükleri arasındaki tartışmalar ve füruata ait görüş ayrılıkları, biz Ehl-i Sünnet Müslümanlarının, onların hepsini sevmemize ve onlara hürmet etmemize mani olmaz. Başlangıçta İmamı Sevrî İmam Ebû Hanifeyi tenkit etmiştir. Biz ikisine de hürmet ederiz.

    On dokuzuncu madde: İslam, Anadolu coğrafyasına tasavvuf ve tarikatlarla girmiş, tasavvufla yükselmiştir. Yakın tarihimizde küfürle, şirkle, irtidatla, deccaliyetle en fazla tarikatlar mücadele etmiştir. Türkiye'de tarikatları yıkmak isteyenler, bilerek veya bilmeyerek İslam'ı ve Ümmeti yıkmış olurlar.

    Yirminci madde: Birtakım cahillerin, sapıkların, bid'atçilerin yaptıklarını bahane ederek gerçek tasavvufa ve tarikatlara saldırmak büyük bir adaletsizlik, insafsızlık ve zulümdür.

    Yirmi birinci madde: Cahil ve hafif akıllı bir karı, bir evliya türbesine gitti ve ondan kendisine koca bulmasını istedi diye tarikatı, tasavvufu, evliyayı bütünüyle inkar etmek, küfür ve şirkle suçlamak Müslüman mantığı ve adaleti değil, eşek mantığı ve adaletidir.

    Yirmi ikinci madde: Vehhabiliği çıkartan M. ibn Abdilvehhabın kardeşi Süleyman ibn Abdilvehhab, kardeşinin sapıttığına dair "Es-Savaiq el İlahiye fi'r-Red 'ale'l-Vehhabiye" kitabını yazmıştır. Biz Ehl-i Sürnnet Müslümanları bu muhterem zatı imam kabul ederiz.

    Yirmi üçüncü madde: İbn Teymiye'nin, Ehl-i Sünnet cumhuruna uymayan şazz görüş, kanaat, inanç ve ictihadlarının hepsi yanlıştır. O, ilmi aklından fazla bir kişiydi ve bu yüzden aşırılıklara kaçmıştır. Kitaplarında doğrularla yanlışları bir araya getirmesi, onun bütün görüşlerinin isabetli olduğuna delalet etmez.

    Yirmi dördüncü mesele ve netice: Tasavvuf ve tarikat haktır... Tarikat ve tasavvuf büyükleri İslam büyükleridir... Kur'ana, Sünnete, Şeriata uygun olan hakiki tarikat ve tasavvufu küfür ve şirkle suçlamak küfre götürür... Kur'ana, Sünnete, Şeriata bağlı olan ve müridini o yolda yürüten ve terbiye eden kâmil ve mükemmil bir şeyhe bağlı olmayan kimse (şayet tek başına kendisini kurtaramayacaksa) şeytanın maskarası olur.

    * (İkinci yazı)

     

    Hepsi, Her Şey Yargılanmalıdır

     

    Sanıyorum bu iş gide gide Büyük Paşa'nın ve ekibinin de yargılanmasına yol açacaktır. Onlar hayatta olmadıkları için, vaktiyle Vietnam savaşı için filozof Russell'in kurduğu mahkemeye benzer sembolik bir mahkeme huzuruna çıkarılacaklar.

    23 Nisan 1920'den bu yana Türkiye yakın tarihini yargılamak zorundadır.

    M. Kemal Paşa, Samsun'a Sultan Vahdettinin yaveri sıfatıyla çıkmıştı.

    İlik Büyük Millet Meclisinde Padişahı kurtarmak için toplanıldığı açıklanmıştı.

    1923'te Cumhuriyet ilan edildiğinde devletin dini İslam'dı. (Anayasanın ikinci maddesi)

    İstanbul'da 1924'e kadar devletin bir Halifesi vardı.

    CHP'nin tek parti iktidarı zamanında yapılan bütün köklü değişiklikler, İstiklal mahkemeleri, devrimler, asmalar kesmeler, insan hakları ihlalleri hep yargılanmalıdır.

    Zulme ve gadre uğrayan mağdurlar aklanmalıdır.

    27 Mayıs 1960, 12 Mart 1971, 12 Şubat 1980, 28 Şubat hep yargılanmalıdır.

    Son yüz yıllık tarihimizdeki iç soygunlar, talanlar, vurgunlar...

    Birtakım büyük adamların edindikleri efsânevî servetler...

    Yekunu trilyonlarca dolara varan kara, kirli, necis, haram servetler...

    Akıl almaz rüşvet ve komisyonlar...

    Daha bitmedi:

    Müslümanların dillerini kesmek için Türkçenin katl edilmesi.

    Millî kimlik ve kültüre karşı işlenen cinayetler.

    Sayısı on bini bulan caminin, mescidin, medresenin, taş mektep binasının, tekkenin yıkılması, tahrip edilmesi, satılması, kiraya verilmesi...

    Bütün tarihî İslam kabristanlarının ya tamamen düzlenmesi, yahut dehşetli şekilde tahrip edilmesi.

    Halkın, atalarının mezar taşlarını okuyamayacak kadar cahil bırakılması.

    Kadın haklarıyla ilgili uluslararası sözleşmelere aykırı olarak kadınlara resmî TC vesikaları verilerek yasal fuhuş yaptırılması.

    İslam vakıflarının talan edilmesi.

    Listede daha neler var:

    Nuri Demirağ'ın uçak fabrikasının batırılması.

    Yüzde yüz yerli ve millî bir otomobil sanayinin kasıtlı olarak baltalanması.

    Beş milyondan fazla nüfusa sahip olmaması gereken İstanbul'un, rant yüzünden 20 milyonluk dev bir şehir haline getirilmesi.

    Dava konuları bitmez...

    Müslümanlar, kendi aralarında âdil mecazî mahkemeler kurarak yakın tarihteki korkunç din sömürüsünü yargılamak zorundadır.

    Yekun olarak yüz milyarlarca dolarlık dâva paraları nasıl deve edilmiştir?

    Birtakım çulsuzlar nasıl dünya çapında zengin olmuştur?

    Saf Müslüman kitleler nasıl soyulmuştur?

     

    28 NİSAN 2012


  7.  

    Bizlerde elimizden geldiğince Ehli Sünnet İtikadına göre yaşarız. Bu itikadı günümüze kadar getiren Alimlerin fetvalarının olduğu kitap isimlerini "Justice" arkadaşımız vermiş günah olmadığı belirtilmiş. Bu açıklamalardan sonra bizler kendi fikrimize göre caiz görüyoruz veya görmüyoruz diyemeyiz.

     

    Hangi ehli sünnet anlayışına raci fetvalardan bahsediyorsunuz. Günümüz ilahiyatçılarının elinde iki tabela tüm yol başlarını kesmişler.

     

    1)İnanmayın mevzu hadis.

     

    2)Ne sorulsa "caizdir"

     

    Ben de derim ki caiz değil. Hani bir yerden içtihad kapısı açacağız ya..


  8. Bu ne enseymis mübarek ayı postu mu? Adamin başı bildiğin üstü açık ferrari bir bakıyorsun arslan yelesi gibi oluyor mübarek. Yalan dolan o. Bir kere esas alacağımız husus fıtrata müdahale var mi yok mu? Yok ense yok tilki tüyü ama bu besmele ile yapılmış ense traşı yok yünlü derili ekleme,takviye ve montalama mantığı çok komedi bir yorum. Ben caiz görmüyorum. Size hayreddin karamandan "caizdir" fetvasi getirebilir miyim bilmiyorum? Durun ıslam tarihi profesörü ıhsan süreyye sırma da olabilir. Yaw bulun Yaşar Nuri'yi sorun. Biz var ya biz fetvaya göre değil takvaya göre yaşarız. Ekmeyin ektirmeyin,nadasa bırakın.


  9. Ehli Sünneti Savunmak

     

    Ehl-İ Sünneti yıkmak isteyenler, Ehl-i Sünnet denilmesinden hiç mi hiç hoşlanmazlar. "Hepimiz kardeşiz, hepimiz Kur'anda birleşelim", bu Ehl-i Sünnet de nereden çıktı, Kur'anda yazıyor mu böyle bir şey derler.

    Ehl-i Sünnet Kur'an Müslümanlığıdır.

    Ehl-i Sünnet Kur'anı doğru yorumlar.

    Adından anlaşılıyor, Sünnet Müslümanlığıdır.

    Cemaat yani Müslümanların büyük topluluğudur.

    Sevad-Azam'dır.

    İmanın, İslam'ın, Kur'anın, Sünnetin, Şeriatın Ana Caddesi'dir.

    Cumhur-i Ulema yoludur.

    Kur'an, Müslümanları birliğe davet ediyor.

    Peygamber aleyhissalatü vesselam mü'minleri birliğe çağırıyor.

    Peygamber Efendimiz, "Ümmetim yetmiş üç parçaya ayrılacaktır. Bunlar, birisi hariç Cehennemliktir. Kurtulacak parça benim ve Ashabımın yolundan gidenlerdir" buyuruyor.

    Ehl-i Sünnet Ashab-ı kiramın hepsini sever, sayar, hepsine hayır dua eder, hepsini din konusunda âdil kabul eder.

    Ehl-i Sünnet Selef-i Sâlihîn Müslümanlığıdır.

    Ehl-i Sünnet Tevhid Müslümanlığıdır.

    Ehl-i Sünnet Allahın kemal sıfatlarla sıfatlı, noksan sıfatlardan münezzeh olduğuna inanır.

    Ehl-i Sünnet Peygamberler dışındaki insanların ismet sıfatı ile sıfatlı olduğunu kabul etmez.

    Ehl-i Sünnet Peygamberimizin hanımlarını mü'minlerin anneleri bilir ve hepsine hürmet eder.

    Ehl-i Sünnet, Ehl-i Beyt-i Mustafa'yı sevmenin ve tutmanın farz olduğunu bilir.

    Ehl-i Sünnet, bin küsur yıl önce Ashab ve Tabiîn arasında geçmiş ihtilafların hükmünü Allahü Tealaya, Mahkeme-i Kübraya bırakır.

    İnsanlık tarihinde en büyük İslam ve cihan devletini Ehl-i Sünnetin bayraktarı Osmanlılar kurmuştur.

    Ehl-i Sünnet Müslümanlara ve insanlara taqiyye ve kitman yapmaz, mü'minleri aldatıp kandırmaz, gerçekleri acı da olsa, bütün çıplaklığı ile söyler.

    Ehl-i Sünnet Müslümanlığı ile laiklik kabil-i te'lif değildir.

    Ehl-i sünnette, imandan sonra en büyük emir ve ibadet beş vakit namazdır. Sünnîlerin farz namazları (Şer'î özürleri) yoksa cemaatle kılmaları gerekir.

    Ehl-i Sünnet İslamlığında hür kadınların tesettüre girmesi gerekir.

    Ehl-i Sünnet İslamlığı, Allah ile olan bütün ibadet ve muamelerde ihlasın ana şart olduğunu bildirir.

    Ehl-i Sünnet Müslümanlığında, dünya işlerinde adalet temel prensiptir.

    Ehl-i Sünnet Müslümanlığı din sömürüsünü, mukaddesat bezirgânlığını çok büyük bir günah ve hıyanet olarak görür.

    Ehl-i Sünnet Müslümanlığında mâruf ile emr ve münkerden nehy farzı uygulanır.

    Hulefa-i Râşidîn devrinden sonra Kur'an'a Sünnete ve Şeriata en uygun İslamî sistem ve düzen Sünnî Osmanlı devletinin kuruluş ve yükseliş devridir.

    Osmanlı devletinin ve hilafetinin en büyük düşmanları ve yıkıcıları Necid'de zuhur eden Vehhabiye fırkası olmuştur.

    Safevî İran, Osmanlı ile asırlar boyu savaşmış ve büyük kan dökülmesine sebep olmuştur.

    Farmason bir ihtilalci olan taqiyyeci Afganî'nin metodu ve görüşleri Ehl-i Sünnet İslamlığı ile bağdaşmaz.

    Ehl-i Sünnet İslamlığı Kur'anı, Sünneti esas alır ve bunların hükmü varken re'yi kesinlikle kabul etmez.

    Ehl-i Sünnet İslamlığı her Müslümanın Kur'anı kendi re'y ve hevası ile yorumlamasını, kendi kafasına göre hüküm çıkartmasını asla kabul etmez.

    Ehl-i Sünnet Müslümanlığı medenî Müslümanlıktır, bedevî ve â'rabî Müslümanlığı değil.

    Ehl-i Sünnet Müslümanlığında ehl-i Tevhid ve ehl-i kıble kişi (dinden çıktığına dair kesin delil ve hüküm olmadıkça) mü'min ve kardeş kabul edilir.

    Ehl-i Sünnet Müslümanlığı dinde çıkartılan bütün bid'atleri reddeder.

    Ehl-i Sünnet İslamlığı, büyük günah işleyenleri (o günahın haram olduğunu inkar etmedikçe) dinden çıkartmaz, onlar için kafir oldu demez.

    Ehl-i Sünnet Müslümanlığının İslamın doğru yorumu olduğuna dair sayısız delillerinden biri, Peygamberimizin (Salat ve selam olsun ona) İstanbul'u fethedecek kumandan ve ordusu ile hadîsidir. Fatih Sultan Mehmed Han Mâturidî inancına ve Hanefî mezhebine bağlı bir Ehl-i Sünnet Müslümanı idi.

    Bütün bid'atçiler Ehl-i Sünnete karşıdır.

    Mezhepsizler Ehl-i Sünnete karşıdır.

    Telfik-i mezahib isteyenler Ehl-i Sünnete karşıdır.

    Bütün bozuk fırkalar Ehl-i Sünnete can düşmanıdır.

    Bendeniz (nefsime bir pâye vermemek şartıyla) Ehl-i Sünnet Müslümanı olmakla iftihar ederim.

    Elimden geldiği, dilimin döndüğü kadar Ehl-i Sünneti savunurum.

    Ehl-i Sünneti savunurken Kur'anı, Sünneti, Şeriati savunduğumu bilirim.

    Ehl-i Sünnet Müslümanı olduğum için her türlü reforma, dinde yeniliğe, dinde değişime karşıyım.

    BOP'un yeni bir İslam türetme planlarına karşıyım.

    Bir Ehl-i Sünnet Müslümanı olarak, M. Kemal paşanın ölümünden sonra türetilmiş bozuk bir ideoloji olan Kemalizme karşıyım.

    Kemalist ilahiyatçıları çok ayıplar ve kınarım.

    Ehl-i Sünnet Müslümanı olduğum için fıkha ve Şeriata taraftarım.

    Siyonistlerin, Haçlıların, İslam düşmanlarının, Kriptoların, Üçgenli Biraderlerin direktifleriyle ılımlı ve light bir İslam çıkartmak isteyenlere karşıyım.

    İslam'da kader yoktur diyenlere karşıyım.

    Bir Ehl-i Sünnet Müslümanı olarak Pakistanlı Fazlurrahman'ın Tarihsellik ve Tatiliye mezhebine çok karşıyım.

    Bir Ehl-i Sünnet Müslümanı olarak din sömürücülerine, mukaddesat bezirganlarına, Allahın ayetlerini ucuza veya pahalıya satanlara son derece muhalifim.

    Ehl-i Sünneti niçin savunduğumu, ehl-i bid'ati niçin reddettiğimi iyi biliyorum.

    * (İkinci yazı)

    Sabah Namazı ve Peygamber

    Evvelki pazar sabah erkenden saat 5:30'da yola çıktım. Çengelköy'ün yükseklerinde bir camie namaza gittim. Kubbesiz, kiremit kaplı fakat çok sanatlı, çok şirin bir bina. Etrafı kabristan, havadar. İçeriye girdiğimizde hocası Kur'an okuyor, dört-beş kişi de önlerindeki rahlelere koydukları Mushaflardan takip ediyordu. Maalesef camide hiçbir liseli ve üniversiteli genç yoktu. Yahu ilaç için bir iki çocuk bulunsa olmaz mı? Neyse, namazı kıldık, çarşıya indik. Çengelköy'e her gelişimde oradaki bir fırından ıspanaklı börek alırım, yine aldım. Sonra kahvaltı etmek için Eyüp Sultan'a Özsaraylar Kebapçısı'na gittik. Bilahare Küçük Pazar'da kurulan bit pazarına uğradım. Vakit erken, belediyenin motorize kuvvetleri fukara satıcıları püskürtmek için gelmemişlerdi. Biraz kitap, el sanatı eşyası aldım. Oradan Dolapdere'ye geçtik. Birkaç kitap, porselen, seramik... Eve döndüm.

    Bu pazar hava soğuktu. Şehir dışına gezmeye gitmedim.

    Sabah namazlarında camilerin durumu iç acıcı değil. Eyüp Sultan, Sümbül Sinan gibi bir iki cami dışında mabetler bomboş.

    Resulullah Efendimiz(salat ve selam olsun ona) "Münafıklara en ağır gelen iki şey sabah ve yatsı namazlarıdır. Bunlardaki hayrı bilmiş olsalardı sürünerek bile olsa gelirlerdi." buyurmuşlardır.

    20-30 büyük ehl-i sünnet cemaat ve tarikatinin başkanları, hocaları, şeyhleri bir araya gelseler Müslüman halka hitaben bir beyânnâme hazırlayıp milyonlara duyursalar eminim ki hayırlı bir değişiklik başlar. Bugünküne nispetle seher vakitlerinde daha fazla cemaat olur.

    Muhteremler niçin bu güzel işi yapmıyorlar acaba?

    Halk ve gençlik gaflet içinde... Birkaç ay önce sur içinde Müslüman bir talebe yurdunun birkaç metre uzağındaki tarihi, küçük bir camiye gitmiştim. İmamı Şam'da okumuş muhterem bir kimse... Namazdan sonra sordum, "Karşıki yurttan, bilhassa sabah namazlarında öğrenciler geliyor mu?" Maalesef bir kişi bile gelmiyor dedi. Halbuki yurtta birkaç yüz öğrenci kalıyor.

    İnsanlar gaflet edebilir, lâkin bilenlerin mutlaka uyarması gerekir.

    Türkiye Müslümanlarının sadece yüzde 10'unun beş vakit kılması, yüzde 90'ının bînamaz olması büyük bir felakettir. Halk işin farkında değil.

    Ehl-i dünyanın umurunda mı namaz? Şimdi rant devşirme, haram ganimet toplama hengâmıdır.

    Resulullah Efendimizin ruhaniyeti bizimledir. Biz Müslümanlar onunla irtibatlı, rabıtalı olmalıyız.

    Resulullah Efendimiz rüyada, bazen yakaza hâlinde görünebilir. Bu konuda aydınlanmak isteyenler "Tenbihü'l Gabi an Rü'yeti'n-Nebi" kitapçığına göz atabilir.

    Resulullah Efendimizle konuşmak isteyenler onun sahih hadislerini okusunlar. Mana âleminde bilhassa sabah namazı hakkında sorsak bize hadisleriyle ne diyecek:

    "Mutlaka cemaatle kılın... Cemaatten ayrılmayın..."

    Sadece namaz konusunda değil dinle, hayatla, davranışlarımızla ilgili her hususta ona sormalıyız.

    Paran var, yeni bir otomobil almaya gidiyorsun, Resulullah'a soracaksın:

    "Nasıl bir otomobil edinmemi uygun görürsünüz?"

    Hadisleriyle, sünnetiyle size ne diyecektir?

    "Sakın israf etme, ihtiyacın neyse ona göre bir araba al. Seni gurura, kibre, tafraya, böbürlenmeye götürecek lüks bir araba senin için hayırlı olmaz."

    İçinde içki içilen, fuhşiyyat yapılan, lüks, beş yıldızlı otelin restoranına giderken de sor, belki de yarı yoldan geri dönersin.

    Evindeki plazma mı ne meretse o televizyonu da bir sorsana...

    Peygambere imân etmek, ona bağlı olmak, kuru lafla olmaz. İsmi anılınca elini göğsüne götürmekle bitmez. Efendimiz milâdî 632 tarihinde bu dünya hayatına veda ettiler ama ruhaniyeti bizimledir, ayînemizi temiz tutarsak nebevî ruhların ışıltılarından hissemizi alırız.

     

    16.04.2012

    • Like 1

  10. Te’lif hakkı Necip Fazıl’a ait-

     

    Bu yazının amacı; Sultan II. Abdülhamid’i Necip Fazıl’ın gözüyle değerlendirmekten çok, “te’lif hakkı Necip Fazıl’ ait” bir tez’in yâni “Ulu Hakan” etrafındaki muhtevanın bir mütefekkirde ifadesini bulan ‘kıymet hükmü’nün ‘niçin’ine işaret etmektir… “Büyük Doğu” olarak isimlendirip “gelmiş ve gelecek zaman boyunca bütün eşya ve hadiseler zeminini avlamaya memur bir fikir ağı..” olarak tanımladığı bir “dünya görüşü”nden yola çıkarak O’nun Abdülhamid’le ilgili “yakıcı feryad’ının ‘niçin ve nasıl’ına değinmektir.

     

    Yıl 1947… Üstad Necip Fazıl, Büyük Doğu Mecmuası’nın 30 Mayıs 1947 tarihli nüshasının ikinci sayfasında Filozof Rıza Tevfik’e ait olan ve o güne kadar yayınlanmamış olan“Sultan Hamid’in Ruhaniyetinden İstimdat” isimli şiiri yayınlar. Şiirin altına da şu notu koyar:

     

    “En genç fikir nesli biz olduğumuza göre, Abdulhamit devrini ne şahsi bir menfaat, ne de şahsi bir garazla mütalaa etmemize imkan bulunmadan sırf öz ilim ve saf hakikat adına ortaya attığımız ‘Abdulhamit devrinin ve Abdulhamid’e ait şahsiyetin baştan başa bir siyaset yalanı olarak Meşrutiyetten sonraki nesillere yutturulduğu’ hakkındaki tezimizin tam bir teyide kavuşması; ve üstelik bu teyidin Abdulhamid’e karşı bizzat mücadeleye girişmiş bir şahıstan fışkırıvermesi…”

     

    Bu şiirin yayınlanmasıyla birlikte Üstad’ın daha sonra devam edecek hapishane hayatı başlar. İlk hapsi bu şiirden dolayı “Türk milletine hakaret” isnadıyla başlar. ‘Son Devrin Din Mazlumları’nda ’31 Mart Vak’ası’ başlığıyla bu konuda şunları yazar:

     

    “İlk zamanlarda, İttihat ve Terakkinin dolaplarına kapılıp ona var gücüyle yardım eden, sonra her şeyi gören ve anlayan ve zıt istikamete dönen Rıza Tevfik, bu şiiriyle, ihtiyarlığında çektiği vicdan azabını dile getirmek ulviyetini göstermiş ve Abdülhamîd'in büyüklüğü mevzuunda dâvamıza en büyük vesikayı hazırlamış bulunuyordu.

     

    Hayal ve kâbus âleminde bile Türk milletine hakaretle en küçük alâkası düşünülemeyecek olan bu şiirin hangi gayeyle yazıldığını tahkik etmek için Avukatım Abdurrahman Şeref Lâç, mahkeme karariyle, o sırada hastahânede bulunan Rıza Tevfik'i hâkim refakatinde suale çekmeye gitmiş ve büyük bir heyecan içinde yatağından doğrulan hasta adamdan resmen şu ifadeyi almıştı:

     

    «Ben bu şiiri, Türk milletine hakaret kasdiyle değil, tamamiyle aksi olarak, Türk milletini ölüme götüren bir zümreyi teşhir ve Abdülhamîd Hân'a edilen iftiraları tesbit gayesiyle yazdım. 31 Mart vak'asını tertiplediği isnadı altında tahtından al aşağı edilen büyük Hükümdar, bu isnatla, sade iftiraların değil, tertiplerin de en hamine hedef tutulmuştur. 31 Martı tertipleyen ittihatçılar ve bu işe memur edilenler arasında bizzat ben varım! 31 Martı kışkırtma ve körükleme işini Selim Sırrı (Tarcan) ile Rıza Tevfik idare etti. Hasta yatağından söylediğim bu sözlere tarih kulağını kabartsın!»

     

    O güne kadar bir karşı tarih tahrikleri ve Osmanlı düşmanlığının kökleşmesi için en önemli sembol arayışında sembol bulunur ve Sultan II. Abdulhamid ilkokul kitaplarına varıncaya kadar “Kızıl Sultan” olarak öne çıkarılır. Abdulhamid’in ismi günümüze kadar cumhuriyet-devlet aydınları tarafından “istibdat”la birlikte yan yana anılır.

     

    Bu “tarih tağyiri” Necip Fazıl’ın sözkonusu şiiri yayınlaması ve devamla ortaya attığı “Ulu Hakan” kavramı ve bu kavramı gerekçelendiren tezini Büyük Doğu’larda sürekli dokumaya başlar. Daha sonra 1965 yılında ilk defa müstakil bir eser olarak “ULU HAKAN ABDÜLHAMİD HAN” adıyla yayınlar.

     

    Şunun kesinlikle bilinmesi gerekir ki; II. Abdülhamid Han’la ilgili tek yönlü “kızıl sultan” saldırılarına karşı, tek başına bir mücadele ile “Ulu Hakan” müdafaasıyla tezini yaygınlaştıran ve büyük ölçüde kabul ettiren ilk ve tek mütefekkir Üstad Necip Fazıl olmuştur.

     

    Adı, genç yaşlarında dönemin eleştirmenlerince “bir mısraı bir milletin şerefini kurtarmaya yeter” denilecek kadar önemli bir “şair” olarak meşhur birisi için, Osmanlı tarihinin son dönemine 33 yıl damgasını vuran II. Abdülhamid ‘mihrak şahsiyet’ olmalıydı. Kimilerinin şiirinin âhenkli büyüsüne takılıp mütefekkirliğini göremediği-anlayamadığı Üstad Necip Fazıl; bu eserini “Abdülhamid’i anlamak her şeyi anlamak olacaktır!” cümlesiyle bitirir.

     

    Necip Fazıl’ın davasını, mücadelesini, çilesini bilenler için bu cümle önemlidir. Çünkü O’na göre “Türk tarihi bugüne kadar yazılamamıştır.” Ve Abdülhamid’in gerçek yüzü ve yönleriyle ortaya çıkması bu yönde atılmış önemli bir adım olacaktır.

     

    Zaman zaman bu yönde de “geleceğin tarihçisine” sentetik yol haritaları sunar. Hemen aklımıza gelen, meşhur “Gençliğe Hitabe”sindeki Osmanlı tarihi sınıflamasını hatırlıyoruz :

     

    “7 asırlık hayat..

    Yükseltici aşk: İlk iki buçuk asır: aşk, vecd, fetih ve hakimiyet.

    Çürütücü taklitçilik: Üç asır: kaba softa ve ham yobaz elinde kenetlenme.

    Öldürücü küfür: Son bir asır:

    Ve Cinayet: En son yarım asır: İşgal ordularının yapamayacağı bir cinayet..”

     

    Abdülhamid Han’dan bahsetmenin bile ‘meş’um’ olduğu 1940’lara gelindiğinde Üstad açıkça meydan yerine “Ulu Hakan” döviziyle çıkar. Bu süreç ilk defa kendisiyle başlamıştır. Bunu şöyle anlatır:

     

    “Hakikî çehresine ait parça teşhis çizgileri kandırmaya başladığım 1940 yılına kadar Ulu Hakan, bugün ayniyle benim başıma geldiği gibi –şükrederim- hakkı ancak karanlık izbelerde, şahitsiz sohbetlerde, vicdanların kuyu diplerinde mırıldanılabilir. Ve asla (Agora)ya dökülemez, kapkara bir taassup ve kıpkızıl bir zulüm heykeli şeklinde, cemiyet meydanına, mektep kitaplarına ve çeyrek münevver kafalarına yerleştirilmiş bulunuyordu. O gün, bugün kendisini izah yolunda bazı davranış istidatları belirdiğine ve bir anlayış zümresi halkalanmaya başladığına göre, herhangi bir sultana ait şahıs ve mekamı çok aşan böyle bir idrakiyle ilk defa önayak olduğum için kendimi bahtiyar sayarım.”

     

    Ayrıca kitabının girişinde “Abdülhamid Etrafında” başlığıyla bu konuya şöyle değinir:

     

    “Bu eser, ilk defa Ulu Hakan İkinci Abdülhamid Hân’ın bütün okur-yazarlara, yeni doğmuş çocuk beynini salatasına doğratıp dişleyecek derecede korkunç bir zalim tanıtıldığı ve bu tanımaya (aksiyom-mütearife) gözüyle bakıldığı bir hengâmede meydan yerine dikildi ve satır satır şu mânayı tüttürdü:

     

    - 36 Türk hükümdarı arasında belki en büyüğü ve tarihî hakkı muazzam bir zat mevzusunda Yahudi, dönme, mason, kozmopolit ve emperyalizma ajanlarıyla el ele, İttihat ve Terakki eşkiyasının imal ettiği ve Cumhuriyet rejimi boyunca devamına şahit olduğumuz yalancı tarihe paydos!.. Dünyada her şeyin sahtesi görülmüş, fakat ilim ve tarihin devamlı yalancısına rastlanmamıştır! “

     

    Üstad, Abdulhamid’in gerçek çehresini ortaya koyma “keşfi”nin Büyük Doğu’ya ait olduğunu da şöyle belirtir:

     

    “.. Keşif, mutlak (orijinal) olarak Büyük Doğu’nundur; ilk alamet ve tezgahlanması 1943’te başlamış, haftalık ve günlük Büyük Doğu’lar süresi içinde her an olgunlaşa olgunlaşa devam etmiş, bir aralık sahibini zindana kadar sürüklemiş, nihayet 1960 sonrasında ve onu takip edici ilk yıllarda gazetelerin tefrika sütunlarına aksetmiş, peşinden kitaplaşmış……

     

    Gayemiz Abdülhamid’in hakkı olduğu için, bizim hakkımız görülmese bile ona ait hakkın görülmeye başlaması önünde, bazı uydurma ve derme-çatma eserlere rağmen bahtiyarlığımızı ilan ediyor, bu sahipsiz diyarda kimsenin kale almadığı manevi telif ve keşif hakkımızı bağışlıyor ve yalnız şu dikkati ortaya atmakla yetiniyoruz.:

     

    - Marifet, büyük kısmı kursaktan doğma uydurmalarla Abdülhamid’i konuşturmakta değil, onun hakkında konuşabilmekte ve bir (sentez) örebilmektir.

     

    Tuh, şu memleketin fikir hayatına !...”

     

    Necip Fazıl kitabının girişinde böyle bir açıklamayı zaruri görür.

     

    Diğer taraftan… Necip Fazıl’ın bu eseri yazmasındaki temel sebep, Abdülhakim Arvasî Hz.lerinin telkinidir. Belki de Üstad’ın bütün bir tarih tezinin nirengi noktası olan Abdülhamid’i yazmasıyla başlayan ve diğer tarihî eserlerini vermesine de sebep bu “telkin”dir. Şüphesiz ! Çünkü “Velîden bana gelen his kıvılcımı” dediği bir tedkike adeta ‘memur ve mecbur’ edilmişti.

     

    “Kutup misali Abdülhamid’i, evvelâ kölesi olmak devletine eğdiğim büyük veliden, terkibi ve telkini olarak tanıdım: Sonra da bir aralık yüksek tahsil gençliğine hocalığım sırasında, Tanzimatın yüzüncü yıldönümü münasebetiyle Maarif vekili tarafından bana ısmarlanan eser yüzünden tahlilî ve tahkikî olarak buldum. Veliden bana gelen his kıvılcımı, tedkik kuyusundaki petrole düşerek yangına döndü..”

     

    Bugüne kadar Üstad’ın “Ulu Hakan Abdülhamid Han” tezi ve kitabı ne yazık ki suyun “bu yakası”ndakilerce de anlaşılamamıştır. Sadece kitabın başlığındaki “Ulu Hakan”a takılıp kalınmış, bu tezi besleyen muhteva görülememiştir. Bunun nedeni; “bu yaka”nın tarihçilerinin bugün bile yanlış bir “tarih” ve “tarihçi” algısıyla Üstad’ın bu devasa tezini atlamalarıdır.

     

    Burada konumuzu besleyecek bir parantez açarak O’nun kaldırımlar şiirini yazdıktan sonra gördüğü müthiş alâka üzerine söylediği şu sözler Abdülhamid Han eseri için de geçerlidir:

     

    “…Şu benim herkese parmak ısırtan şiirim Kaldırımları göklere çıkarıyorlar. Bense yerin dibine indirdikleri fikrindeyim. Zannediyorlar ki; o şiir, kaldırımlarda geceleyen, evsiz barksız, sefil bir sınıfın destanı… Halbuki o, belki şato sahibi, en nadide ağaçtan yontulu karyolasında gözü uyku tutmaz, mustarip fikir prensinin çilekeş (entelektüel)in şiiri. Yirminci asır (entelektüel)ine bağlı, RUHUNU VE GAYESİNİ YİTİRMİŞ BİR CEMİYETTE BUNALIMLAR YAŞAYAN ÖNCÜ KİŞİLİĞİN ŞİİRİ… Bu kadarını bile anlayan yok…. İnsan, çürümez, pörsümez, lif lif dağılmaz da ne olur bu cemiyette?...” (Babıali, 17)

     

     

    Üstad’ın başta Abdülhamid olmak üzere şiiri dışındaki tüm eserlerine yönelen temel yargı ve yanlış budur.

     

    “Necip Fazıl Şairdir. Bilim adamı, fikir adamı değil…” şeklindeki temelsiz, mesnetsiz, fikir ve usûl miyopluğu böyle bir temel sapmayı beslemiştir.

     

    Oysa ki Abdülhamid de içinde olmak üzere Necip Fazıl’ın bütün eserlerine yönelecek derinliğine bakış, onların depo edilmiş, istiflenmiş bilgiler, malzemeler, malûmatlar yığını olmadığı görülecektir. Konfeksiyon düşünceler, paketlenmiş fikirler değildir. Kendine özel terminolojisi, kavramsal düzeni, konsepti, çelişkisiz diyalektiği olan tezatsız bir bütünlüğün değişik alanlardaki ifadeleridir.

     

    Necip Fazıl’ın “Ulu Hakan Abdülhamid Han”ını Necip Fazıl gibi bir “tefekkür adamı”nın niçin “yazması gerektiği”ni anlayabilmek için öncelikle fikir adamıyla bilim adamı arasındaki “ince fark”a dikkat çekmek gerekiyor. Bu konuda Hilmi Yavuz şunları söylüyor:

     

    “Fikir adamı, bilim adamı değildir. Fikir adamı düşünce üretir, düşüncesinin sınırı yoktur. Müzik üzerine düşünce üretmek için müzikolog olmak gerekmez. Müzik üzerine bilgi üretmek için müzikoloji bilgisi gerekebilir. Ama Türk müziğinin genel sorunları üzerinde bir kültür problemi olarak ele alındığında çok büyük bir musiki bilgisine gerek yok. Türkiye’nin sorunları üzerinde düşünen, KUŞATICI BİR ZİHİNLE PROBLEMLERE YAKLAŞAN, global sorunlar üzerinde düşünen adamdır fikir adamı. Düşünce adamları yerine bilim adamlarını ikame etmemek gerekiyor.. Fikir adamının yerini, KENDİ ALANINDA UZMANLAŞMIŞ, SADECE KENDİ ALANINI BİLEN, KENDİ ALANINDA BİLE DAR VE SINIRLI bir uzmanlık edinmiş bilim adamları alıyor..”

     

    Bu anlaşılmalı ki Necip Fazıl’ın tefekkürü ve “Ulu Hakan Abdülhamid Han” eseri anlaşılabilsin.

     

    Gene Üstad’ın “İdeolocya Örgüsü”nü ve oradaki “tarih tezleri”ni okuyanlar, P. Valeri’nin “Ulusların yarınları ile uğraşan kafaların tarihle beslenmiş olduğunu biliyorum…” sözünün Necip Fazıl’da Abdülhamid vesilesiyle de anlamını ve işlevini bulduğuna şahit olacaklardır.

     

    Tekrar Üstad’ın Abdülhamid’i yazmasına ilişkin tesbitlerine gelirsek…

     

    Üstad “Sanat ve tefekkür adamı olmak dâvasında”dır “ve tarihçi değil”dir. Öyle ki; ‘sanat adamı olma’sı kendisine Abdülhamid’i ‘tarihimizin mihrak şahsiyet’i olarak tiyatroda da anlatma kaygısını taşıtır. Ve tiyatro diliyle “Abdülhamid Han” isimli eserini kaleme alır. “Sanat ve tefekkür” ün her iki alanında da Abdülhamid’i ortaya koyar.

     

    Üstad; “Ulu Hakan Abdülhamid Han” “bir tarih denemesi değil..” diyor ve devam ediyor:

     

    “İrfan sahiplerince bilinir ki; hikmet ilmin, ilim de tekniğin üstündedir; tarih ise bu üç görüş şekline göre çeşit çeşit yazılabilir.

     

    Tarihi hikmet yönünden ele alan, onu, kafasındaki tezatsız ve her örgüsü tamam bir dünya görüşüne nisbet eder. İlim gözüyle yoğuran, vâkıaları sağlam (analiz) ve (sentez) halinde umum kıymet hükümlerine bağlar. Teknik bakımdan inceleyen de, sadece malzeme ve ham madde verir ve gerisi için tasa çekmez.

     

    Bu üç faaliyet nevinin sahiplerinden birincisi, cemiyet hamurkârı büyük fikirci, ikincisi tarih kendi içinde, ve zamanın anlayışına göre muhasebe eden meslekî ilimci, üçüncüsü de bu rizikolu ve belâlı işlerden kaçınıp, yalnız dış şekil bakımından “doğru” ve “yanlış” ölçüsüyle hareket eden ve mansaptan evvel menbaı tutmaya bakan kuru müşahadeci… Her birinin ayrı ayrı hakları olan bu üç sınıf iş sahibinden ilki, dünya çapında tefsirci ressam, öbürü sınırlı görüş peşinde usta fırça sahibi; daha öbürü de düpedüz fotoğrafçı… İlkinde hikmet kanatlı büyük ruh, öbüründe mevzuiyle kayıtlı mahalli idrak, daha öbüründe de dış hakikat kaygılı yavan akıl iş görür. Birinciye azametli hamle, ikinciye şerefli vazife, üçüncüye de tarafsız ihtiyat düşer ve büyük sorumluluk, şüphesiz birinciden başlar.”

     

    Üstad, kendisini bu tarih anlayışlarından hiçbirine bağlamıyor, fakat bunlardan en çok olmadığının ikincisi ve üçüncüsü olduğunu söylüyor. Ve devam ediyor:

     

    “Böyle olmakla beraber, bu eserle, birinci soydan iddia sahibi bir tecrübeye girişmiş olduğumu iddia edemem. Benim yaptığım, 60 küsür yaşımda tamamiyle örgüleştirebildiğine şahit olduğum belli başlı bir ideolocya örgüsü karşısında, tarih görüşümüzün en hassas nahiyelerinden birine ait kıymet hükmünü, çizgi çizgi billurlaştırmaktır. Bu işde, tarihî vâkıalara yaklaşmış olmak vazifesi bir tarafa, yeni bir şey öğretmek, hatta (kronolojik) nizama uygun, eksiksiz nakil gibi bir meslek borcu altına girmek kaygı ve kaydından uzağım.”

     

    Necip Fazıl’ın bir mütefekkirin kaleminden çıkması gereken mükemmellikte bütünleştirdiği ve onun temel tarih tezlerinden birisi olan “Ulu Hakan Abdulhamid Han”la ilgili kıymet hükmü, altıyüz sayfalık kitabının her cümlesinin içerisinde mündemiçtir (yerleştirilmiştir).

     

    Necip Fazıl, bu eseriyle her türlü isbat kaygısından uzak bir ‘müstağnilik’tedir. O’na bu müstağniliği veren de bizzat Abdülhamid Han’ın şahsiyeti ve ona karşı beslediği “büyük muhabbet”tir. Bu muhabbeti “Çeyrek asırdanberi yakasına yapışmış bulunduğum dost, işte: Ulu Hakan Abdülhamid Han..” diye belirtir.

     

    Eserinde her türlü bibliyografya, endeks, belge, vs. gibi “gerçekliği nisbetinde sahteliği mümkün, ilim üniforması nişanlarından eser arama” kaygısından uzaktır. Çünkü bu eser;

     

    “hangi neviden olursa olsun, ne bir tarih, ne bir tarihi edebiyat; sadece vakıalar temeli üzerinde, ilmî, aklî, teessürî her melekeye dayanan bir (tez), (manifest), bir dâva çerçevesi..”dir.

     

    Bir “medeniyet davacısı mütefekkir”in yapması gereken de budur. Bu bağlamda Necip Fazıl “ideolocya”sına bağlı “tarih eseri”nin ne olduğunun da cevabını verir.

     

    “…Tarih eseri yazmak yerine ideolocyamızın ana zeminine bağlı dost ve düşman kutupları göstermek için baş vurduğumuz bu fikir hamlesi, istikbalin tarihçisine tohum ve tarla verirken, onu da yetiştirecek bir ilk ziraat sahasını hedef tutuyor…”

     

    Demek ki; Üstad’ın “Ulu Hakan”ı her şeyden önce “doğru bir tarih yazımı”nın gerçekleşebilmesi için bir “arsa ıslahı”, bir “bünye strilizasyon teşebbüsü”dür. Böylece O; gelecek nesiller boyunca yetişecek tarihçiye tohum ve tarla işaret vermektedir.

     

    Tefekkür adamlarının, hele de Üstad Necip Fazıl gibi “öteler öteler gayemin malı” diyebilecek kadar yakınlık ve yakıcılığı hissetmiş birisinde “derin iz” bırakan II. Abdülhamid Han’ın “Ulu Hakan” olarak ortaya konulmasının karşı yönde savunucuları olanlar, Üstad’ın tezinin ne kadar güçlü, haklı ve geçerli olduğunu da ortaya koymaktadır. Kimbilir “kendi ceketimizin astarında kaybettiğimiz” Ulu Hakan Abdülhamid Han’ı Üstad vesilesiyle “yeniden buluruz” belki.

     

    Eserinin son paragrafı:

     

    “Türk tarihi ve sahte inkılaplar bilmecesinin anahtar şahsiyeti, Yahudi ve (Jön Türk) elinde asliyetsizlik ve köksüzlük hareketinin kurbanı Ula Hakan İkinci Abdülhamid Han, dedesi İkinci Mahmud’un yanında, bir gün bu bilmeceyi çözecek nesilleri beklemektedir…”

     

    Belki de Üstadın dileği gerçekleşir: Üstad bilmecenin “niçin ve nasıl çözülmesi gerektiği”ni göstermiştir. Gelecek nesiller bu çözümden yola çıkarak, tarihimizin hakiki damarlarını koparıp sun’i damarlar takılan vücudunu bu ‘sahtelik’lerden ayıklama cehdine girişirler.

     

    Üstad’ın açtığı yolda bir tarih ve medeniyet derdinde olanlar kitabının son cümlesi olan “Abdülhamid’i anlamak her şeyi anlamaktır” cümlesini şöyle de değiştirebilirler diye düşünüyorum:

     

    “Necip Fazıl’ı anlamak, her şeyi anlamak olacaktır!”

     

    Yahya Düzenli

     

    http://www.buyukdogu.net/ulu-hakan-ve-ustadin-tarih-idraki-makale,229.html


  11. Gariptir iki eser ismine rastladım Üstad'a atfedilen. Evvelinden hiç duymuşluğum da yoktu. "Put Adam" ve de "Eser" diye. Aslında belki de bu ikisi aynı eser. Basılmamış.

     

    İşte haber:

     

    Üstad Necip Fazıl'ın bilinmeyen Put Adam kitabı Mustafa Kemal'in hayatını konu ediniyor.

     

     

    28 Mart 2012 Çarşamba 17:42

     

    ustad_necip_fazilin_bilinmeyen_kitabi_put_adam_h555.jpg

    Üstad Necip Fazıl sayısızca esere imza atmış. Fikir, şiir, tasavvuf, biyografi, piyes gibi çeşitli alanlardaki eserleri arasında bilinmeyen bir kitabı var. Kitabın ismi ise "Put Adam"

     

    Mustafa Kemal’in hayatını anlatan kitap hakkında değişik iddialar mevcut. Genel kanaat Üstad Necip Fazıl’ın 1975 yılında Osmanlıca olarak yazdığı ve basılması için birisine verdiği. Türkiye’de basılmamış fakat Arap bir mütercim tarafından çevrilerek yayınlanmış.

     

    Üstad Necip Fazıl tarafından ana taslağı oluşturulan kitap bir subayın vesilarınıda içeriyor.

     

    Eski Türk Subayının ilk vesikasında şu ifadeler yer alıyor:

     

    "Ben hanedana ve yakınlarına mensup değilim, sarayda da bulunmadım ve sarayda

    yetişmedim. Fakir bir aile çocuğuyum, hiçbir suretle saray hizmetinde bulunmadım.

    Millet ve memleketine ve padişahına ve Osmanlı hanedanına ve bu memleketin halkına ve kahraman ordularına ihtiras uğrunda yapmış olduğu hudutsuz fenalıkları, hadiselerin içinde bidayetinden beri gördüğüm ve bildiğim için bu üzüntüden kendimi tutamayarak hayatıma da mal olsa, yazmaktan kendimi men edemedim. Ancak oğlum ve torunlarımın hayatını şimdiye kadar tehlikeye atmak istememiştim."

     

    Nesillerine zarar gelmemesi için subayın ismi saklı tutulmuş. Vesikalarda ise yaşadığı dönem ilgililerinin söz ve müşahedelerini tespit etmiş.

     

    Eski Türk Subayı’nın kim olduğu hususunda birkaç tahmin olmasına rağmen net bir bilgi bulunmuyor.

     

    Kitap Arap mütercim olan Abdurrahman Abdullah tarafından 1978 tarihinde Lübnan’da arapçaya çevrilmiş. 544 sayfadan oluşan eserde "Put Adam" kitabının yanında Dr. Rıza Nur’un hatıratlarına da yer verilmiş.

     

    Büyük Doğu Haber

     

    http://www.buyukdogu.net/bd-haber/ustad-necip-fazilin-bilinmeyen-kitabi-put-adam-h555.html

     

    Kadir Mısıroğlu'nun videosunda bahsettiği sanırım bu. O adını "eser" olarak dillendiriyor. Beğenmediğim için basmadım falan. Lüzumsuz polemikler yapma böyle Mısıroğlu gözünü seveyim.

    • Like 1

  12. Yalan dolan, alavere dalavere. Anımsarsınız Cihaner de bir zamanlar içerdeydi. Ben Türkiye'de hukuk sistemine inanmıyorum. Nezdimde çökmüştür. Ha duydunuz mu Cübbeli Hocama 45 yıl istiyorlarmış. Gelin anacım gelin beni de evimden alın götürün.


  13. Ben Eygi Hocamı okudukça dört nala gidiyorum ya. Şu tatil yapmayın yazısını da okuduğumda dedim, uyumak yok uyumak.. Yazılarını bir ilim adamına diyecek olsan; Eygi mi hani şu köşeyazarı olan. Millet dinde elinde vesika olmadı mı amiyane tabirle "takmıyor" Oysa işin erbabı dim simsarlığı yapınca meydan böyle ihtisas değil de dininin gereği öğrenen insanlara kalıyor. Bu sefer karşı cenah dinde konumuna, rütbesine bakıyor. Üstad'ın yazdığı eserden devreye girdiğimde hocamın cevabı şu; Necip Fazıl'ı ben de severim ama bir şair olarak. Tüm kitaplarını da okumuş fakat öküzlüğünden soyunamamış. Bilimsellik diye tutturmadı mı bir de; dedim hocam bana mirac hadisesini rica ederim laboratuar kat'iyyetiyle sunun, yapabilir misiniz?Yapamazsınız, bizde nakil aklı geçmiştir. Bana, güldü, güldü bana sadece. İlerde bu heyecanlı hallerimi anımsayınca gülecekmişim. He yıkayacak sanıyor beni. Allah'ım ayaklarımızı, gönüllerimizi ehl-i sünnetin üzere sabit kıl. Gerçekten ciddi sıkıntım var. Yani derste anlattıklarından ruhum daralıyor yeri geliyor. Dini öğreti diye gidiyorsun, adama mirac hadisesinden sonra Mescid-i AKsa'nın inşa edildiğini savunuyor, mehdilik yahudilerden gelme inanıştır diyor. Gel de ağlama ya da çıldır!

     

    Hangi Âlimlere ve Fakihlere Tâbi Olmalı?

     

    Âlet ilimlerini ve 'âli ilimleri öğrenmiş, din âlimi ve fakih olmuş ama öğrendiği ilimlerin, edindiği bilgilerin, hayata mutlaka geçirilmesi, uygulanması gerekenlerini yerine getirmiyor, yaşamıyor... Böyle bir âlimi sakın kendine rehber ve mürşid edinme.

    Yine âlim olmuş ama ilmini dünyalık edinmeğe, zengin olmaya âlet ediyor, Allahın ayetlerini ucuza veya pahalıya satıyor... Bunun da peşine düşme.

    Âlim ve fakih olmuş ama Ehl-i Sünnete aykırı inanç, görüş ve fikirlere sahip... Ondan bucak bucak kaç.

    Âlim ve fakih olmuş ama din konusunda bid'atçi... Sakın onun tuzaklarına düşme.

    Âlim ve fakih olmuş ama Ashab-ı Kiramın bir kısmını reddediyor, onlara dil uzatıyor... Ondan vebadan kaçar gibi kaç.

    Âlim ve fakih olmuş ama Allah'ı kemal sıfatlarla sıfatlı ve noksan sıfatlardan münezzeh bilmiyor; O'nu zamanla, mekânla, cihetle kayıtlıyor, O'na cisim ve şekil isnad ediyor, O'nu yaratıklardan bir şeye benzetiyor Böylesine inanırsan küfre düşebilirsin. Kaç kaç kaç.

    Bildiklerini Allah rızası için öğretmeyen; âyetleri, hadîsleri, fıkhı, mukaddesatı paraya ve maddî menfaate âlet ve tahvil eden âlim taslağından uzaklaş.

    Lüks, israf, tebzir, gösteriş, gurur, kibir içinde yaşayan, halktan para toplayan, bunların bir kısmını zimmetlerine geçirenler sahte âlimlerdir.

    Zalimlere yağcılık yapan, fâsıkları şakşaklayan âlimler bir vâdidedir, sen başka bir vâdide ol.

    Tabakat-ı fukahanın en alt derece ve rütbesi olan müftülük makamında olduğu halde müctehidlik taslayanlara mağrur ve mütekebbirlere sırtını çevir, onları dinleme.

    Mutlak müctehid bile olsa hiçbir âlim, Kur'anı ve Sünneti kendi re'yi ve hevası ile yorumlayamaz. Öyle yapanları gözün görmesin. Uzaklaş uzaklaş uzaklaş.

    Peki hangi alimlere tabi olmalısın? Onların sıfatlarını sayıyorum:

    * İlimleriyle âmil olacaklar, yâni bilgilerini hayata uygulayacaklar.

    * İlmi Allah rızası için öğrenmiş ve yine Allah rızası için öğretir olacaklar.

    * Muhlis (ihlaslı) olacaklar,

    * Muttaki (takvalı) olacaklar.

    * Müteverri (veralı) olacaklar, şüpheli şeylerden kaçınacaklar.

    * Zalimleri ve fasıkları övmeyecekler, zaruret olmadıkça onların huzurlarına gitmeyecekler.

    * Allahın ayetlerini, Peygamberin (Salat ve selam olsun ona) hadîslerini ucuza veya pahalıya satmayacaklar.

    * Kur'ana, Sünnete, Şeriata, Ehl-i Sünnet akaidine ve fıkhına hizmet yolunda icabında canlarını bile fedaya hazır olacaklar.

    * Ücret ve mükafatlarını mahlukattan değil, Haliq Tealadan bekleyecekler.

    * Dünyada değil, âhirette mükafatlandırılmalarını ve ücretlendirilmelerini isteyecekler.

    * Selef-i Sâlihîn yolundan kıl kadar ayrılmayacaklar.

    * Dinde reform, dinde yenilik, dinde değişiklik taraftarı olmayacaklar.

    * Masonluk, Dr. Moon dini gibi İslam dışı sektlere mensup olmayacaklar, onlarla işbirliği yapmayacaklar, onlardan para almayacaklar.

    * Haysiyetli ve vakarlı olacaklar.

    *Âmirîne bi'l-mâruf ve nâhine 'âni'l-münker olacaklar.

    * Resulullah Efendimize (Salat ve selam olsun ona) biatli, rabıtalı ve onunla irtibatlı olacaklar.

    Böyle gerçek âlimlere tâbi olan, onları mürşid ve rehber edinenler Mevlâyı bulur.

    Sahte ve bid'atçi âlimlere tâbi olanlar, onları kılavuz edinenler de belâlarını bulur.

    Kılavuzu karga olanın...

    * (İkinci yazı)

    Bizim Camiler, Minareler, Şerefeler, Hoparlörler...

    Bizim minare sizin minareden daha yüksek...

    Ya öyle mi?.. Ama bizim minare üç şerefeli, sizinki iki...

    Bizim caminin kubbesinin üzerindeki alem altın yaldızlı pırıl pırıl ışıldıyor güneşin altında, göz kamaştırıyor...

    O ne ki... Bizim caminin hoparlörleri 130 desibel ezan okuyor, cihanı çın çın çınlatıyor.

    Bizim cami alttan ısıtmalı, sizinki öyle mi ya...

    Bizim caminin klimaları en lüksünden...

    Ama bizim caminin ışıkları lazerli...

    Lazer nedir ki, bizimkinde ültrafeniks şualar var...

    Bizim caminin şadırvanından kışın sıcak, yazın soğutulmuş su akıyor...

    Bizim caminin muslukları elini uzatınca akar, kapatınca kesilir...

    Bizim camide kapalı devre dijital kamera sistemli koruma var...

    Hah hah hah!... Bizim koruma sizinkinden daha sofistik...

    Bizim cami... Sizin cami... O cami... Bu cami... Şu cami...

    Yaylamsı bir yerde küçük torun:

    -Deda deda ezan okuniya...

    -Sus velet, o bizim ezan değul, komşu mahalle camiinin ezanidur.

    Kubbeli camiler... Uzun minareler... Şerefeler şerefeler şerefeler... Halılar, mermerler, yaldızlar... Şadırvanlar... Camiin WC'leri... Men women one lira...

    Güneşin doğmasına bir saat var... Şehrin binlerce camiinin hoparlörlerinden aşırı yüksek sesle ezan okunmaya başlar... Yer gök inler...Civardaki evlerin camları zangır zangır titrer... Çocuk uyanır ağlamaya başlar... Yakındaki otelde kalan bir turist yataktan düşer...

    Ezan biter, Eyüb Sultan ve bir iki cami dışındaki öteki binlerce camiye birkaç ihtiyardan başka cemaat gelmez... Camilerde sabah vaktinde liseli ve üniversiteli bir genç bulamazsınız...

    Dindar, radikal, İslamcı gençlik ve halk ya yataklarında leş gibi yatar, yahut namazı gece kıyafetiyle, uyku sersemliğiyle alelacele kılar ve tekrar tumba yatağa girer...

    Nerede kalmıştık?

    Bizim caminin minareleri...

    Bizim caminin kubbesi...

    Bizim caminin hoparlörleri...

    Bizim caminin klimaları...

    Bizim caminin halıları...

    Bizim caminin mermerleri...

    Bizim cami mi büyük sizin cami mi büyük?

    Sarı Hafız güzel Kur'an okuyor... Öyleyse camiye gelip dinlesene...

    Camiler, minareler, yaldızlar, hoparlörler, klimalar, kaloriferler, soğuk su cihazları, cami kapısındaki ayakkabı poşetleri, sıcak günlerde fıldır fıldır dönen vantilatörler, İslamda millî birlik ve beraberliğe dair hutbeler, 19 Mayıs'ta M. Kemal'e yapılan dualar...

    Ah hele şu sabah vakitlerinde camilerimizin hali...

    Ah ah ah!...

    Eyvah!..

    12.04.2012

    • Like 1

  14. Bu şiirin yeri bende bambaşkadır. Geçenlerde bir derste şiir okumak mecburiyetindeydik. Tabi ki evvela bunla başlamalıydım. Medeni cesaretimi topladım çıktım okudum ve oturdum. Bir alkış bir tufan. Yahu arkadaşlar yapmayın etmeyin tamam seviliyorum farkındayım ama.. Ses kaydı yapan arkadaşlar olmuş. Sonra dinlettiler falan. Velhasılı harika bir şiirdir. Okurum çoğu zaman.


  15. Bugün kütüphaneye teslim ettim kitabı. Gerçekten kıymetli bir eser, Allah mekanını cennet eylesin. Büyük hizmettir bu. Şu sıralar ciddi üzerine eğildigim mesele bu dinde reformcular. Bakın size tavsiyem olsun araştırdım piyasada yokmuş fakat sahafçılarda var. Zeki Çıkman, Mirac ve Hamidullah Imanımızla Oynamayınız diye müthiş bir eser. Şimdi biz ıslam tarihi hocası o tayfadan tamam mi? Hele ki bu kitabı okuyunca bizzat kani oldum. Bu adamın mucizeler ve mirac hususunda büyük sorunu var. Kitap da tam üstüne gelmesin mi? Büyük oynadım, gittim hocaya,kapıyı çaldım girdim. Kitabı masanın üstüne bıraktım. Allah yüzü aldı verdi, imanımzla oynamayın yazıyor ya. Dedim hocam,bu kitabı okur musunuz ben de okuyacağım. Sonra kritiğini yapalım. Muellifin adını yanlış telaffuz etti falan. Hani bu adamlarda böyle eda vardır,tanımamazlıktan gelirler. Neyse tamam dedi çıktık. Ardından millete sipariş için piyasayı aradım taradım yok. Yani Hamidullaha belki de en mükemmel hezeyan yaşattıran bir çalışma. Bizzat münazaraları olmuş ki adam tip doktoru. Dinciler neyle meşgul demeyin, asıl simsar onlar zaten. Neyse efendime soyleyim; bu din tahripcileri eserini de üstüne okudum ya fena oldum. Bir ayaklanma başlattım. Elhamdülillah takriben 40 kişi falanız. Bir yerle anlaştık Üstadın Türkiye'nin Manzarası ve Merhum Davudoğlu hocanın bu eserini getirttireceğiz. Çok okumak lazım. Bunun idrakindeyim. Çevremi rahatsız etmeyi başarırsam inşallah ciddi bir uyanış olacak. Ali Şeriatı tamam o da sapık ama şu sözünü severim; "Sizi rahatsız etmeye geldim!" öyle ışte kıymetli okuyucu önce fakülteyi sonsu Türkiye'yi sonra da dünyayı kurtaracağım inşallah. I have a dream!


  16. Ya bir dakika ya bu hakikat mi? Ciddi ciddi yani kalktı mi bu madde? Bana söylesinler o zaman bu vatandaşin dini ıslam değilse nedir? Beni mecusi nı yaptılar gavur mu putperest mi? Bu nedir Allah aşkına ya!? Sadullah iyi misin bakanım irica ediyorum adındaki Allah'i da çıkar! Gözünüzü seveyim siz yasadan çıkardınız ama minareler gümbür gümbür bağırıyor göğe yükseliyor. Götürün tepelerini! Ya onlar neyin alameti? Sadullah yapma gözünü seveyim; biz sizi canımızdan ciğerimizden bildik. Çıktığınızda oralara gözümüzden yaş gelerek sevindik. Bir imam hatibin orta okul kısmını açıyor sağa oynuyorsunuz bir dini ıslamdir yasasını kaldırıyorsunuz! Kuzum siz herkese mavi boncuk veriyorsunuz!! Dik durmuyorsun hükümet,dik duramıyorsun! Zinaya yasak kılan yasayı kaldırmıştın fî tarihinde, hadi batı standartını yakalayayim diye lezbiyenlerin evliliğini meşru kılan yasayı da çıkar! Allahaşkınıza bunu yapın! Nasıl ki seni oraya çıkartmasını bildiysem tırnaklarimla söke söke seni aşağı da alırım! Ha durun bu Türk yasası da var ya; onu da alım onu da. Bu memlekette dünya gavur var. Ermenisi var yunani var. Vatandaşı olduğu memlekette nedir bu baskı değil mi ama?! Yıkılın yıkılın karşımdan! Yazıklar olsun size! Batı'nın kuklası, muhallebi herifleri sizi! Tüm dininizden benliğinizden soyunun o zaman anadan üryan "adam" olacaksınız! Kıymetlimis Obama; söyle ikinci bir emre kadar; yatağa sağdan nı yatayım soldan nı uzanayım?!

×
×
  • Create New...