Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]

muhalif

Sivil
  • Content Count

    152
  • Joined

  • Last visited

  • Days Won

    8

Posts posted by muhalif


  1. O,harp meydanında görünmeyen,fakat ateş hattındakilere sakalık yapan,nakliye ve levazım kollarına yön veren,hususi çevrelerde mayası halis bir gençlik yoğuran,gönlü tasavvuf kokusuyla ıtırlı ve dili en murassa Osmanlıca zarbı içinde İslami zevk mazrufuyla nakışlı,son tufanda bir tipti. ÜSTAD NECIP FAZİL


  2. Anılar... Kızarmış ekmek ve peynir,kuşları azat etmek,bitirilmemiş,bitirildiği zaman büyük bir hüzün duyulacak şiirler. İsmet Özel

     

    Anılar... Kızarmış ekmek ve peynir,kuşları azat etmek,bitirilmemiş,bitirildiği zaman büyük bir hüzün duyulacak şiirler. İsmet Özel


  3. Can Dündar'ın bu yazısı beni çok duygulandırdı. Üstad'ın yıllardan hamurunu yoğurduğu bu gençliğin artık geldiğini ondan duymak hakkat manidar. Millet duydunuz mu, biz gelmişiz..

     

     

    Dün Ahmet Şık’la konuşurken, dedi ki:

    “Kızım dişine tel taktırmış. Benimle görüşe gelirken annesine ‘Acaba güvenlikten geçerken öter mi’ diye sormuş. 12 yaşında bir kıza bunu düşündürenleri unutabilir miyim?”

    Biz konuşurken Nedim Şener ekrandaydı.

    Ayşenur Aslan’a cezaevinin nasıl gri bir tabutluk olduğunu anlatıyordu. Onun kızı da babasının tutsak gözü farklı bir renk görsün diye masmavi eteğini giyerek gitmiş görüşe… Etekteki üç metal düğme yüzünden detektöre takılmış o da...

    Giriş aramasında Doğan Yurdakul’un eşine yapılanları anlatırken gözyaşlarını tutamadı Nedim

    Ağladı, hepimizin yüreğini kanata kanata…

     

    * * *

     

    Kısakürek’in “Gençliğe Hitabe”sinden “kininin davacısı bir gençlik” idealini damıtanlar, asıl bu cenaha nasıl kin tohumları ektiklerinin farkında mı acaba?

    Ahmet’in, Nedim’in kızları, babalarına, ailelerine yapılanı affeder mi sanıyorlar?

    Balbay’ın, Tuncay’ın çocukları babasız bırakıldıkları yılların hesabını sormayacak mı?

    Müyesser Yıldız’ın oğlu, annesini koğuşta tek başına soğuğa terk edenleri unutacak mı?

    Ya Zeynep Altıok?

    Babasına kıyanların “Kaçarsan yırtarsın” düzeni içinde affedildiğini, bir insanlık suçunun zamanaşımıyla örtbas edildiğini sesi yettikçe haykırmayacak mı?

    Önceki gün Ankara’da Adliye önünde gazla dağıtılan, acımasızca coplanan gençler, polisin aynı cengâverliği niye Sivas’ta Madımak önünde göstermediğini sorgulamayacak mı?

    Bu öfke, onlarla birlikte büyüyüp çoğalmayacak mı?

     

    * * *

     

    Zaman aşınır, izan aşınmaz.

    Hukuk unutsa, insanlık unutmaz!

    Bakın, 1944 Mayıs ayında, faşist Almanya’nın işgali altındaki Letonya’da yaşanan bir katliam, 66 yıl sonra Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne geldi ve AİHM, “İnsanlığa karşı suçlarda ‘Kanunsuz ceza olmaz’ ilkesi işlemez” kararı aldı. Zamanaşımı da işlemedi, katliamcıların cezası onandı.

    “Kononov-Letonya kararı” olarak literatüre geçen bu kararı, Sivas mağdurlarının avukatları mahkemeye hatırlattı.

    Ankara’nın katliamda zaman aşımı uygulaması, muhtemelen AİHM’nden dönecek.

    Hem de 2. Dünya Savaşı’ndan kalma bir katliam örneğiyle…

    Türkiye için yeni bir kara leke…

     

    * * *

     

    Neyse ki unutmuyor insanlık…

    Bir Letonya köyündeki katliamın hesabını 66 yıl sonra da olsa soruyor.

    Sivas da öyle olacak; Madımak’ın tetikçilerinden sonra katliamı tezgâhlayanlar, göz yumanlar da mutlaka yargılanacak.

    Nevruz’da “üç kibrit çöpü” ile hatırlanan Diyarbakır Cezaevi’ndeki 12 Eylül zulmünün de hesabı sorulacak.

    12 yaşında bir kız çocuğunun diş teli, diğerinin mavi etekliği, karanlık bir dönemin simgelerine dönüşüp sorumlulara her daim hatırlatılacak.

     

    * * *

     

    Mahkeme önünde de söyledim; karşılaştırma yanlış:

    Madımak’ı yakanlar tinerciler değil, dincilerdi.

    "Siz, güneşi ceketinizin astarı içinde kaybetmiş marka Müslümanlarısınız! Gerçek Müslüman olsaydınız bu hallerden hiçbiri başımıza gelmezdi" diyecek bir gençlik istiyordu değil mi Necip Fazıl?

    Bu lafı üstünüze almıyor, “kininin davacısı” bir nesil istiyordunuz; değil mi?

    İşte yetiştirdiniz.

     

    Dün Ahmet Şık’la konuşurken, dedi ki:

    “Kızım dişine tel taktırmış. Benimle görüşe gelirken annesine ‘Acaba güvenlikten geçerken öter mi’ diye sormuş. 12 yaşında bir kıza bunu düşündürenleri unutabilir miyim?”

    Biz konuşurken Nedim Şener ekrandaydı.

    Ayşenur Aslan’a cezaevinin nasıl gri bir tabutluk olduğunu anlatıyordu. Onun kızı da babasının tutsak gözü farklı bir renk görsün diye masmavi eteğini giyerek gitmiş görüşe… Etekteki üç metal düğme yüzünden detektöre takılmış o da...

    Giriş aramasında Doğan Yurdakul’un eşine yapılanları anlatırken gözyaşlarını tutamadı Nedim

    Ağladı, hepimizin yüreğini kanata kanata…

     

    * * *

     

    Kısakürek’in “Gençliğe Hitabe”sinden “kininin davacısı bir gençlik” idealini damıtanlar, asıl bu cenaha nasıl kin tohumları ektiklerinin farkında mı acaba?

    Ahmet’in, Nedim’in kızları, babalarına, ailelerine yapılanı affeder mi sanıyorlar?

    Balbay’ın, Tuncay’ın çocukları babasız bırakıldıkları yılların hesabını sormayacak mı?

    Müyesser Yıldız’ın oğlu, annesini koğuşta tek başına soğuğa terk edenleri unutacak mı?

    Ya Zeynep Altıok?

    Babasına kıyanların “Kaçarsan yırtarsın” düzeni içinde affedildiğini, bir insanlık suçunun zamanaşımıyla örtbas edildiğini sesi yettikçe haykırmayacak mı?

    Önceki gün Ankara’da Adliye önünde gazla dağıtılan, acımasızca coplanan gençler, polisin aynı cengâverliği niye Sivas’ta Madımak önünde göstermediğini sorgulamayacak mı?

    Bu öfke, onlarla birlikte büyüyüp çoğalmayacak mı?

     

    * * *

     

    Zaman aşınır, izan aşınmaz.

    Hukuk unutsa, insanlık unutmaz!

    Bakın, 1944 Mayıs ayında, faşist Almanya’nın işgali altındaki Letonya’da yaşanan bir katliam, 66 yıl sonra Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne geldi ve AİHM, “İnsanlığa karşı suçlarda ‘Kanunsuz ceza olmaz’ ilkesi işlemez” kararı aldı. Zamanaşımı da işlemedi, katliamcıların cezası onandı.

    “Kononov-Letonya kararı” olarak literatüre geçen bu kararı, Sivas mağdurlarının avukatları mahkemeye hatırlattı.

    Ankara’nın katliamda zaman aşımı uygulaması, muhtemelen AİHM’nden dönecek.

    Hem de 2. Dünya Savaşı’ndan kalma bir katliam örneğiyle…

    Türkiye için yeni bir kara leke…

     

    * * *

     

    Neyse ki unutmuyor insanlık…

    Bir Letonya köyündeki katliamın hesabını 66 yıl sonra da olsa soruyor.

    Sivas da öyle olacak; Madımak’ın tetikçilerinden sonra katliamı tezgâhlayanlar, göz yumanlar da mutlaka yargılanacak.

    Nevruz’da “üç kibrit çöpü” ile hatırlanan Diyarbakır Cezaevi’ndeki 12 Eylül zulmünün de hesabı sorulacak.

    12 yaşında bir kız çocuğunun diş teli, diğerinin mavi etekliği, karanlık bir dönemin simgelerine dönüşüp sorumlulara her daim hatırlatılacak.

     

    * * *

     

    Mahkeme önünde de söyledim; karşılaştırma yanlış:

    Madımak’ı yakanlar tinerciler değil, dincilerdi.

    "Siz, güneşi ceketinizin astarı içinde kaybetmiş marka Müslümanlarısınız! Gerçek Müslüman olsaydınız bu hallerden hiçbiri başımıza gelmezdi" diyecek bir gençlik istiyordu değil mi Necip Fazıl?

    Bu lafı üstünüze almıyor, “kininin davacısı” bir nesil istiyordunuz; değil mi?

    İşte yetiştirdiniz.

     

     

    15.03.2012


  4. Işine geleni konuşuyorsun Egemen. Kalk bir de Hz. Fatima'dan misal versene; o denli takva ehli ve mahremine düşkündü ki vefat ettiğinde defninin bile nazarlardan uzak,gece vakti yapılmasını talep etti. Babamın amcası Mehmet emmi var ömrü hayr olsun şöyle der, "müslüman düz yaşayacak düz ölecek. Yamukluk bize göre değil!" bunlar zemine göre hareket ediyor. Artık ben de ehven-i şer nazariyla bakıyorum. Sadece gözümden düşen Egemen bakan olsaydı keşke. Allah kendi kanun çizgisinden şaşırtmasin. Çıkarın çıkarın kadını,cemiyetin mali yapın! Bakalım sonra eve sokabilecek misiniz?

    • Like 1

  5. Hakkıyla Allah huzurunda dahi duramayan bu nusayrilerin artık Allah'tan dahi korkuları kalmamıştır. Ben ıslah falan değil direk bedduadan giriyorum. Dendiği gibi müslüman kadına tecavüz eden,camide Allah kelami ile alay eden adamların islamla ilişiği kalmamıştır. Cehennemde ne güzel ateş yiyecekler onlar! Ve ayrıca sen müslüman bir ülkesin hani biz yani lafta ele ya, bir Libya Fransa'nin nesi olur adam bir girdi o topraklara Kaddafi'nin haftaya cesedi yerlerde süründü. Turistik bir manzara gibi resim çektiren çektirene. Sen bir müslüman ülke lideri olarak girsene devreye. Bütün müslümanlar duvarın birbirine kenetli tuğlalari gibiydi hani? Hani birbirine geçmiş sımsıkı el gibiydi? Gönder adamını "bak herşey kötüye gidecek ha!" daha nere gidecek gittiği yere kadar gitti boğaza dayandi boğaza! Yarın Allah mahserde sorar.. Kaçan mültecilere barınak ver doyur iyi Allah ecrini verecek elbet ya geride kalanlar. 3 vakte kalmaz gayri meşru veletlere gebe kadınlardan mektuplar almaya başlar ah vah eder yolumuza devam ederiz. Müslümanın acısı bundan ibaret. Batı'da asalak tarikatlerin birtakım sapkınlıklarinda "tanrıyı kıyamete zorlama" mantıksızligı yatar. Elbet vakti muayyendır fakat amiyane tabirle bu olmakta olanlar Allah'in gadabini artırmaktadir. İslam camiasinin bu denli kazan gibi kaynamasi da o. Rabbim biz müslümanları siniyor. Ve biz tam anlamıyla "çaktık" arkadaşlar. Allah elbet mazlumladir,zalimin mezalimi yanına kalmaz ama müslümanların da bu denli 3 maymunu oynaması giran geliyor!

    • Like 1

  6. Eğer ümmetime ve insanlara ağır ve meşakkatli gelmeyecek olsaydı günde 5 vakit namazla misvak kullanmalarını emrederdim buyuruyor Gönül Sultani Efendimiz. Dipnot:konuyla alakasız ama kusluk vakti 2 rekat namaz da vücudun zekatıdır. Mühimdir ona da dikkat buyuralım inşallah. Öğrendiğimi okuduğumu bildirilenı bildirmek istedim.

    • Like 2

  7. Allah'in ayetleri üzerimize art arda okunmaktayken, Rasul'u de aranızda bulunmaktayken siz nasıl kafir olabiliyorsunuz? Her kim Allah(in dinine ve taatin)a sığınırsa /bütün işlerinde/ Allaha sığınırsa muhakkak ki o /dini hususunda şüphelere düşmekten kendisini kurtaracak/ dosdoğru bir yola hidayet edilmiştir. MAIDE 101 Mahmud Efendi Hazretlerinin tefsir mealidir arkadaşlar. Bizden tavsiye kesinlikle edinilmeli.


  8. Hay Allah bir hafta sanırım argüman toplamanız için ancak kafi geldi. Ama güldüm biliyor musunuz artist falan yani bendeki ışığı sonunda birinin fark etmiş olmasına sevindim. :-) Inanın bahsini ettiğiniz laf ebeligini bilmem ama inandığıni sonuna kadar savunmaktan asla beri durmayan ve elhamdülillah bunun üstesinden de gelen biriyim. Normal şartlar altında her bir cümlenizin şurada aksiyle öğelerini bulup köklerine ayırabilirdim. Buna yanaşmayacagim. Zira her ne kadar şahsilestirmeyelim deseniz de benim zatima çıkmaya çalışmaktan öte bir karalama göremedim. Avam davranmayacagim. Zira şurada bir kaç mühim mesele üzere değinip çıkmayı artık şiar belledim. Buna dadanirsam tarafımdan çalışılmayı bekleyen göz nuru derslerim ihmal edilecek. Ki siz istediğiniz kadar zafer narasi atabilirsiniz. O kıl ve yemeğini de çok düşündünüz mu allasen sabah sabah midem kalktı. Şu an biliyor musunuz şöyle bırakıp gitmek bana çok zor geliyor ama bunun rövanşını alırım sözüm olsun;-) Kendi sağlığıniza dua ederken önümüzdeki haftadan itibaren canıma okuyacak vizeler için de dua ederseniz çok makbule geçer. Bakın şebeklik kötü ve bir kıza yakışmayan bir kelime ama artisti sevdim. Ne demişti hulki cevizoğlu intikam soğuk yenen bir yemektir bekle beni nalannnn;-) ahahaha hakkat eğlendim. Bence pembe maskeyi deneyin gerçekten cilde iyi geliyormuş.

    • Like 1

  9. Nedense şaşırmadım. Alışkanlık da diyebiliriz. Geçen ıslam tarihi hocamla bu meselenin münakaşasini ettik. Koştum kütüphaneye araştırdım onları aşkın hadis buldum. Bu insanlar aşırı bilmekten sapıtmiş. Allah hidayet nasip etsin. Mehdi haktır gelmesi haktır. Allah ordusunda olmayı nasip etsin. Yalnız şöyle mesele var hadis hocamla mülahazamda şu cümlesi hakli. Bizim mehdiyi bekleme lüksümüz yok dedi. Her mumin kendini potansiyel bir mehdi görmeli ıslam alemi için elinden hadi ona kuvveti yetmedi kalbinden geleni yapmalı. Bu cihad ayrı ama kalkıp da ben böyle hero tarzı birşey tahayyül edemiyorum diyen asalaklara acımak lazım. Ne mi yaptım sonra yoktur hadisler de mevzudur diye hocaya! Küçük küçük baktım uyuz ettim fıtık ettim. Yavaş yavaş kafa yıkıyorsunuz dedim. Bunlrin karşısına sağlam ilim adamları lazım. Donanmak gerek. Müslüman çok okumalı çok. Ve çalışmalı.

    • Like 3

  10. Sizler benim ilk lafımın mağdurlarısınız hala. Bunu anlamayamıyorsunuz, siz gidin Sayın Birand'a deyin TRT'de dediklerinizi aksettirecek bir güzel belgesel çeksin. Arkadaşım benim Barda filmi ile Fetih 1453 karşı karşıya getirmem şu bahisledir ki, en azından artık sağın yüreğine, kafasına hitap eden mevzulara değinildiğine işarettir. Yoksa muhteva olarak karşılaştırmak fil ile fareninki kadar komik.

     

    Ayrıca yok yüze pempe maskeden bahsediyorsunuz da mübalağanın bu kadarı olmamıştır diyorum ben de. Hepi topu 4 tane. O da Bizans ve batı güruhunun rezilliğini göz önüne sermek adına yapılmış. Hadi onu geçiyorum, Hürrem-Kanuni sahneleri neden o kadar nümayiş uyandırmıyor da burada Ulubatlı'nın Era'ya bir iki sahnesi sizi zıvanadan çıkartıyor anlamıyorum. Tenkidi baba mesleği bellemişsiniz, biriniz de desin ki Fatih Sultan'ın hanımı seferden geldiğinde elini dahi tutmadı yahut cenge çıktığında sarılmadı bile. Lanse ettirilen Kanuni yanında çizilmeye çalışılan Fatih Sultan potresi göklere çıkartılacak derecede. Ben çoğu kere Muhteşem Yüzyıl'ın meydana getirmiş olduğu çöküntünün tamiri zaviyesinden baktım.Diyebiliriz ki hanımına tek jesti yazdığı mektuptu. Ama diğeri harem-hürrem arası mekik dokuyan zelil bir çizgide. Biraz da böyle düşününüz, oturduğunuz deri koltuklardan ahkam kesmeniz Oktay Ekşicilik oynamaktan başka bir şey değil. Pembe maskeymiş, hayır ben de izlemesem lafınıza şakkadanak inanacağım ha. Kaliteli espri.

     

    Bakınız yok histerik nöbeti, yok muvazenesiz tutum, yok tespih, yahut vezirler atışması, siz hala bir sinema izlediğinizin farkında değilsiniz. Eğer Reis Bey ve İskilipli Atıf filmleriyle tanınan sayın Mesut Uçakan "Kendi inancımızın coşkun ruhunu görmek hakkımız. Zaten Muhteşem Yüzyıl gibi tarihimizi katleden bir dizinin yanında böyle bir yapım bana zemzem suyuyla yıkanmış gibi geliyor. Bundan sonra daha sağlam adımlar atılır diye düşünüyorum." diye bir söz sarf ediyorsa benim için de gerisi laf-ü guzaftır. Herkes bir anda muhteşem tarihçi kesildi başımıza. Siz ne şeker şeysiniz öyle. Eğer aklı başında eleştirmenler ve tarihçiler bir takım hataları yadsınamaz ama kesinlikle izlenmeli diyorsa diğerleri zor olacak ama kalemlerini kırsınlar bir zahmet. Seyirci olarak elbet beğenme-beğenmeme hakkına sahipsiniz ama burada 4 yıldır emek harcanmış bir çalışmayı yerden yere vurma hakkına sahip değilsiniz. Gençler en azından Harry Poter'ın Yüzüklerin Efendisi'nin üzerine at üstünde koşturan, Allah Allah diyen bir ecdad görmüş çok mu? Bakış zaviyeleriniz gerçekten derece küçüklüğü ve oksijen azlığıyla karşı karşıya.

     

    Diyorsunuz ki yanlış lanse, Truva filmindeki gibi Napolyon sizce 4-5 adamından ayrı hareket edemeyin pısırık herifin teki midir? Ki koskoca orduya gömleğini yırtıp kurşun yağdırmasını emreden, Üstad'ın dahi gıptasını kazanmış o savaşçı ruh.

     

    Yani artık gerçekten gına geldi şu tenkitlerden. O filmde uzman tarihçilerden tutun kıyafette padişah giysileri üzerine uzmanlık kazanmış kişilerle çalışılmış. Hiçbiri sizin yakaladığınız noktaları bilemedi sizler fark ettiniz öyle mi? Yaw bi gidin ya. Yine yeniden tekrarlıyorum neticede bu bir sinemadır, Fatih kadar Ulubatlı da tarihin gerçeğidir. O ondan daha önce, ama kriz geçirdi ama Ecevit'in eli titrerdi gibi edebiyatlara gireceğinize deyiniz ki, yer yer eksikti lakin yine de böyle bir büyük çalışmaya bütçe ayırdığı için Faruk'u bizim oğlan ilan ediyoruz.

     

    Ha İvedik'i çekti Çılgın Dersane'yi imar etti, yahu bana ne, ben adamın kimliğiylen değil ortaya koyduğu sanatla alakadarım. Ha buradaki eleştiride Nurullah Ataç'a taş çıkardınız yani. Neresinden tutsam da filmi yersem mantığıyla bakılınca zirve nokta yapımcıyı karalamak oluyor sanırım. (Burada sesli bir kahkaha repliği tahayyül ediniz. Erol Taşvari olsa eyi olur)

     

    Neyse neyse uzatmaya lüzum yok, tarihde bu hassasiyet güzel ama fazlası zarar anacım, herşeyde olduğu gibi.

     

    Çok yakında başka bir yapımda karşılaşmak üzere. Tabi ailenizi alıp gideceğiniz bir sinema olursa.

     

    Ümitvar olunuz ne diyordu Minik Şerçe, "Belki Şehre bir film gelir"

     

    Hadi gülümse :)


  11. Efendi şöyle bir sinema mazimizi ele alalım, Gora denilen delisaçmasının ve hatta İvedil ahmağının dahi serileri çekildi. Çılgın Dersane, Barda, Kaybedenler Kulübü diye bir afet atlattık.. Bu ve nevi filmler tam anlamıyla zinanın, çirkefliğin, küfrün fink attığı adeta elinizi tamamında gözlerinizi kapayacak seyredeceğiniz filmlerdir. Yani öyle duyduk okuduk.

     

    Nedir şöyle tadı yerinde olan filmler, o da cemaat sağolsun Hür Adam, Eşref Paşalılar ha bir de animasyon vardı değil mi? El atan muhafazakar isimler de kendi ideolojilerine hizmet etmekten başka bir şey mi yaptılar? Şurada adam tarihi bir sinema çekmiş sizlerin yaptığına bakın. Tamam nikah olmadan o Era denilen korkunç kadınla Ulubatlı'nın sahnesi eleştirilebilir. Yanlış etmiş Faruk. Yalnız genel itibariyle ele aldığımızda bir elin parmağını geçmeyen sahneler var. Yüklendiğiniz kadar fena değildi. Ben ziyadesiyle beğendim.

     

    Ha bir de bir Ulubatlı'yı Fatih Sultan Mehmet'ten daha fazla göz önünde olduğu lafzı var. Siz padişahların meydanlarda kılıç parlattığını mı düşünüyorsunuz?. Zaten meydanda her karede boy göstermiyordu ki padişahlar. Hünkar ölse devlet çökecek, canını öyle hemen düşmanın pençesine atmayacağına göre doğal olarak savaşı idame etme makamında idiler. Yine yineliyorum, ennihayetinde bir film bu, öyle abartacak yerden yere çalınacak bir şey yok. Hayır yani hakkında okuduğum eleştirilerin haddi hesabı yok. İnadına seviyorum.


  12. * Bir musluğu açtığınız zaman bile, su evvelâ bulanık gelir. Şimdi suyu arıyoruz, tam nazik gündeyiz... Su gelmiştir haber veriyorum! İşte su!.. Ümidim tamamen İslam ruhunu hasbî taşıması lazım gelen umumî yüksek tahsil gençliğindedir! Onlardan bekliyorum...

     

    Su hâlâ bulanık Üstad'ım hâlâ.


  13. Dostum sizin kalbiniz mi alındı? Ben her sahnesiyle coştum be. Bu belki de heyecan meselesi. Hatırlatırım daha düne kadar tahta kılıçlarla dövüş sahneleri çekiliyordu. Adamlar resmen Türkiye sinema tarihinin Teknolojik olarak en mükemmel filmini çekmişler. Bir sahne bile bana pasif ve basit gelmedi.

     

    Ayrıca yok şu tarihe uygun değil yok manevi değil, hanımlar beyler bu bir sinema belgesel değil. Adam elbet sanat kaygısı da güdecek izlenmek için farklı metodlar deneyecek. İzlenecek yanı yok değil her karesiyle layık. Ha sen hadisle başla kalk sonra kadın kız oynat yok, bilmem nerelerinin açık göster(bakış zaviyenize tebrikler) dediğim gibi bu tarihi tanıtma, aydınlatma kaygısı güden bir amaçla yapılmadı sanırım. Bugün batı, "adamlara bak üzerinden yüzyıllar geçmiş hadiseye hala akın ediyor, seyrediyor" diyorsa burada bir infial uyanmış demektir. Ve ben o salondan çıktığımda herkeste potansiyel bir fetih-fatih ruhu buldum. Gençler heyecanlanmış ve kesinlikle Muhteşem Yüzyıl ile mukayese dahi edilemeyeceğini söylüyorlardı.

     

    Tenkitlerinizi ziyadesidiyle boş, kuru, tozlu ve de Hıncal Uluçgillerden gördüm.


  14. 56_1446Mihrap.jpg

    Mihrab, 1901

    Tuval / Yağlıboya

    210 x 108 cm. Özel Koleksiyon

    Osman Hamdi Bey’in belki de üzerinde en çok tartışılan resimlerinden biridir “Mihrap”. Gerek döneminde gerekse döneminden neredeyse 100 yıl sonra sergilendiğinde eleştirilerin hedefi olmuş ve sadece eleştirilmekle de kalmayıp saldırılara dahi hedef olmuştur? O halde “Mihrab”ı bu kadar eleştirel kılan nedir ya da bir başka deyişle “Mihrab”ın bu denli tepki çekmesinin nedeni ne olabilir?

    Edhem Eldem, Emine Fetvacı’nın An Orientalist Reconsidered: Osman Hamdi adlı yüksek lisans tezinde (Williams College, 1996, s.12-14.) Osman Hamdi Bey için yapılan Oryantalist “suçlaması”nı reddettiğini ve bunun yerine İpek Aksüğür Duben’in “reformist” yorumuna benzer bir misyon/mesaj varlığından bahsettiğini belirtir. (Edhem Eldem, “Osman Hamdi Bey ve Oryntalizm”, Dipnot, S.2, Kış-Bahar 2004, s.41.) Yine Fetvacı’ya göre, bu mesaj yüklemesinin asıl örneğini teşkil eden tablo, bir rahleye oturmuş, ayaklarının dibine de dini içeriklerin kitapların düzensizce atılmış olduğu bir kadını tasvir eden “Mihrab” adlı eserdir. Fetvacı, “Mihrab”ın bir isyan mesajı ilettiği görüşündedir. Kadını ezen geleneksel ve dogmatik baskılara karşı başkaldırıyı simgelemekte, Osmanlı tolumunun Batılılaşma/Modernleşme kavgası içinde kadının statüsüne atfedilen önemin bir yansımasını oluşturmaktadır. (Fetvacı’dan aktaran Edhem Eldem, a.g.m., s.42.)

    Edhem Eldem, Emine Fetvacı’nın yorumuna katılarak, Osman Hamdi Bey’in bu tablosunda, belirgin bir şekilde kadın ile İslam-veya genel anlamda din- arasında bir çatışmaya atıfta bulunduğunu ve bu çatışmada kadından veya kadının özgürleşmesinden yana bir tavır sergilediğini belirtir. Ancak yine de “Mihrab”da özgürleşmeye bir mani olarak algılanarak simgesel olarak da olsa yere atılan ve ayaklar altına alınan dini içerikli kitapların bir hocanın elinde ya da bir rahle üzerinde yer alması durumunda nasıl algılanması gerektiği konusuna dikkati çeker. (Edhem Eldem, “Osman Hamdi Bey ve Oryntalizm”, Dipnot, S.2, Kış-Bahar 2004, s.52.) Daha önce de bir kaç kez tekrarlamış olduğumuz Vasıf Kortun’un “entelektüel şizofreni” tabirinin burada bir kez daha devreye girdiği görülebilmektedir.

    ohb49.jpg

    “Mihrab” a ilişkin olarak Haşim Nur Gürel ise, bu resimde Osman Hamdi Bey’in kadın ve kitap temalarını çakıştırdığını ve ağırlığı kadından, tenden, dünyevi olandan yana koyduğu yorumunu yapar. Yine Haşim Nur Gürel’e göre, ressam bu yapıtıyla 20. yüzyılı, kadınların öneminin artacağı bir çağı karşılamaktadır. (“Osman Hamdi Bey ve İkonografisi”),

    www.sanalmuze.org)

    ohb50.jpg

    Kompozisyonun sol yanında yer alan tek şamdan ve devasa mum ise, Haşim Nur Gürel’e göre Freudian cinsel yorumları akla getirmekte, (eş deyişle fallik objeler olarak görülebilmekte) önde yer alan buhurdandan yayılan dumanlar ise, uhrevi dünyanın karşı kutbunu oluşturmaktadır.

    Kompozisyon hangi açıdan okunursa okunsun, “Mihrab” onun halen en çok tartışılan ve en çok yoruma açık olan resimlerinden biridir. Osman Hamdi Bey konusundaki araştırma ve yorumların mutabık kaldığı “Osman Hamdi Bey”in bir mesaj iletme kaygısı taşıdığı da, belki de en çok bu resim için geçerlidir.

    Kaynak:

    www.sanalmuze.org

     


  15. Rönesansın şartları

    Rönesans, önceden düşünülmüş, hangi şartlarda gerçekleşeceği hesap edilmiş ve planlanmış bir olay değildir.

     

     

    Muteber kabul edilen İnciller, Hz. İsa'dan yaklaşık olarak yetmiş ila yüz on yıl sonra kaleme alındılar. İnsan ne kadar iyi niyetli olursa olsun, duyduğuna bir şeyler ilave eder veya ondan bir şeyler eksiltir. Kaleme alanların üslubunun, kişiliğinin, dinî kaygılarının, yaşadığı toplumun geleneklerinin de gün ışığına çıkan İncillere yansıması tabiidir. Copernicus'a kadar Batı'da dünyanın sabit olduğuna, güneşin onun etrafında döndüğüne inanılıyordu. Böyle yanlış bilgiler de İncillere girince, o sisli diyarlarda ilim irfan sahipleri mukaddes kitaplara şüphe ile bakmaya başladılar. Zamanla kutsal kitaplardaki yanlışların çok olduğu anlaşılınca, onlara tavır alan aydınlar hür düşüncelileri oluşturdular. İbn-i Sina, Farabi ve diğer İslam alimlerinin geliştirdikleri müspet idrak ve eski Yunan kültürüyle tanışınca da bambaşka bir dünya önlerine serilerek rönesansları zemin buldu.

    Biz de rönesansımızı oluşturmak için dinimize soğuk bakmaya başladık. Dinin gelişmeye engel olduğunu ilim dünyamızın ana ilkesi haline getirdik. Materyalizmi, felsefenin esası olarak öğretim kurumlarımızda okuttuk. Avrupa'ya öğrenciler gönderdik; oralardan ilim adamları getirttik. İlim akademileri, darülfünunlar, üniversiteler kurduk. Ne yazık ki rönesansımıza doğru bir arpa boyu yol alamadık. Almamız da mümkün değildi; çünkü Batı'nın şartları başka, bizimki başka idi.

    Batılılar mukaddes kitaplarında maddî hata bulunca Kur'an-ı Kerim'i de incelemeye aldılar. Yüzyıllarca üzerinde araştırmalar yaptılar; bir tane maddî hata bulamadıkları gibi karşılaştıkları bazı bilgilerle de şoke oldular. Mesela bunlardan biri olan Bucaille şöyle diyor: "Kur'an'da ilmin alanına giren öyle beyanlar keşfediyoruz ki bunların Hz. Muhammed devrindeki bir insanın eseri olabileceği düşünülemez. Çünkü şimdiye kadar yeterince yorumlanmamış bazı ayetler ancak bugünün bilimsel verileri sayesinde anlaşılmaktadır." Kur'an'da tasviri yapılmış, çocuğun ana rahmindeki gelişim safhalarıyla, modern embriyoloji verilerini karşılaştırınca, Kur'an ayetlerinin son dönemlerde yapılan ilmî tespitlere tıpatıp uygun olduğunu Bucaille belirtiyor.

    Din alimlerinin işaret ettikleri üzere Kur'an'ın gayesi tabiat kanunlarını izah etmek değildir. Ancak Allah'ın bir ve kâdir-i mutlak olduğunu anlatmak için yeri geldiğinde yaratılanlara atıflar yapılmaktadır. Vahiylerde yanlış örneğin verilmesi mümkün değildir. Söz konusu atıfların bir bölümünü anlamakta güçlük çekilmez; fakat bir bölümünü anlamak için insanoğlunun öğrettiği bilgilere ihtiyaç duyulmaktadır. Örnek vermek gerekirse, Enbiya Sûresi'nin 33. ayetinde şöyle buyuruluyor: "(Allah) O'dur ki geceyi, gündüzü, Güneş'i, Ay'ı yarattı. (Bunların) her biri kendilerine has hareketleriyle bir yörünge üzerinde yüzerler." Halbuki Kur'an nazil olduğu zaman yerin sabit olduğu, Güneş'in dolaştığı kabul ediliyordu. Bir başka örneğe En'am Suresi'nin 125. ayetinde rastlıyoruz: "Allah kimi doğru yola itmek isterse, onun göğsünü İslam'a açar, kimi de sapıtmak isterse, onun göğsünü göğe çıkıyormuş gibi dar ve tıkanık yapar." Bin dört yüz yıl önceki teknik imkânsızlıklar düşünülürse, göğe doğru yükselmekle solumakta güçlük çekilmesinin bilinmesi mümkün değildir; bu gerçek son yüzyıllarda keşfedildi. Zariyat Suresi'nin 147. ayetindeki kâinatın genişlemesine değinilmesi bir başka örnektir. Halbuki günümüzde bile çağdaş bilimin bunu tespit etmesi büyük başarı kabul edilmektedir.

    Söz konusu örnekler çoğaltılabilir; bunun için rönesansımız Kur'an'ı çok iyi bilmekle başlayacaktır. Bu aynı zamanda metafizik kâinatla bizi tanıştırır; hayatımıza derinlik katar; insanımızı sorumluluk sahibi yapar. Görevlerinin farkında olup onun sorumluluğunu taşıyanlar vatanını ne duruma getirirler, gelecek nesillere hangi imkânları hazırlarlar!..

    Batı, eski Yunan'la tanışınca, bağnazlığından dolayı bunun Ege kayalıklarından fışkırdığını kabul etti. Halbuki bu medeniyet Girit, Mısır yoluyla Hindistan'a uzanmaktadır. Biz eski Yunan'ı, kökleriyle beraber kültür dünyamıza katabilirsek, işte o zaman rönesansımızın bir ayağını daha oluştururuz. İslam dünyasının ilme hizmeti, sadece insanlığa eski Yunan'ı tanıtması değildir. Akşemseddin çiçek aşısını buldu; nice alimlerimizin buluşlarını Batılılar kendilerine mal ettiler. Mimar Sinan, abidevi eserlerinde meçhulümüz olan nice kanunlar kullanmıştır. Bunun için kendi dünyamızı da didik didik etmemiz rönesansımızın bir başka asli şartıdır.

    Son yüzyıllarda Batı ilimde büyük hamleler yaptı. Eğer biz gerçekten rönesansımızı oluşturmak istiyorsak, Batı'yı en mükemmel şekilde büyütecimizin altına almalıyız.

    Üniversiteler öğretim kurumlarıdır; elbette ilmî gelişmeye katkıları vardır; ama sınav, vize kâğıtlarını okumak, derse hazırlanmak, ders vermek, diğer bürokratik işlemler ilmî araştırmaya ne kadar zaman bırakır? Devletimiz ideolojik olduğu için de bünyesindeki bütün kurumlar ondan nasibini alır. İdeolojinin olduğu yerde hür fikir olmaz; oysa ilim hür fikrin çocuğudur. Bundan dolayı devletin dışında hiçbir müdahaleye muhatap olmamak kaydıyla vakıf esaslarına sahip bir ilmî araştırma merkezi kurulmalıdır. Ancak bu şartlar gerçekleştirilirse bizim de rönesansımız doğabilir.

     

    20 Şubat 2012

     


  16. esh_44788.jpg

     

     

     

     

    esh_44789.jpg

     

     

    Nuri Pakdil sempozyumu 4 Şubat'ta

     

    Edebiyat Eylemi ve Nuri Pakdil sempozyumu 4 Şubat Cumartesi günü Bahçeşehir Üniversitesi'nde gerçekleştirilecek..

     

    Türk şiirinin önde gelen simalarından şair-yazar Nuri Pakdil'in şiirleri ve edebi şahsiyetinin konuşulacağı 'Edebiyat Eylemi ve Nuri Pakdil' sempozyumu 4 Şubat Cumartesi günü Bahçeşehir Üniversitesi Fazıl Say salonunda gerçekleştirilecek.

    İstanbul Büyükşehir Belediyesi Kültür Müdürlüğü tarafından düzenlenen sempozyumda Pakdil'in sanat, edebiyat, siyaset, Doğu, Batı gibi konulardaki şiirleri, yazıları ve düşünceleri katılımcılar tarafından konuşulup yorumlanacak.

    Saat 12.00'de başlayacak 'Edebiyat Eylemi ve Nuri Pakdil' sempozyum programı şöyle olacak:

     

    I. Oturum, Saat: 12.00

     

    Oturum Başkan: Bekir Karlığa

    Turan Koç: Nuri Pakdil'in Yazılarında Dilin Hayatla Buluşması

    Hüseyin Su: Nuri Pakdil'de Red Düşüncesi

    Ali Göçer: Bir Gezgin Düşünür Olarak Nuri Pakdil

    Kemal Sayar: Nuri Pakdil'de Düşünce ve Sessizliğin Dili

    Ahmet N. Özalp: Nuri Pakdil'in Bir İnsan, Yazar ve Entelektüel Olarak Portresi

    Hasan Ali Yıldırım: Pakdil ve Dil

    II. Oturum, Saat : 14.00

     

    Oturum Başkanı: Nazif Gürdoğan

    Ömer Lekesiz: Edebiyat Dergisinin Edebiyat Anlayışı ve İşlevi

    İsmail Sert: Nuri Pakdil'in Kaleminin Etkileme Gücü

    Mürsel Sönmez: Nuri Pakdil'in İnsan ve Yazar Olarak İlişkilerinin Bağlam

    Recep Garip: Nuri Pakdil Düşüncesinde ve Edebiyat Anlayışında Biat Kavramı

    Abdurrahim Karadeniz: Nuri Pakdil Düşüncesinde Yaşama Bilinci

    Şaban Abak: Nuri Pakdil'in Efsaneleşen Hayatı ve Yazar Kimliği

    Tarih: 04.02.2012

    Yer: Bahçeşehir Üniversitesi, Fazıl Say Salonu, Beşiktaş-İstanbul


  17. Bir reformist olduğunu biliyorum. Akidevi bir hususta etki etmeyeceği için bu yazının paylaşımında beis görmedim. Çok çarpıcı bakış açısı ve tanımlamalar var. Hoşuma gitti. Teorik olarak aşkı, sevgiyi öğrenmek isteyenlere.

     

     

     

    Aşk, görme engelli bir coşku, görmezlikten kaynaklanan bir bağdır. Oysa sevgi, bilinçlice bir bağ; apaçık, duru bir görmenin sonucudur. Aşk genellikle içgüdüden su içer, içgüdüden kaynaklanmayan başka bütün olgular değersizdir. Oysa sevgi ruhun içinden doğar, bir ruhun yükselebileceği bütün yerlere, sevgi de onunla birlikte doruğa tırmanır.

     

    Aşk, gönüllerin genelinde benzer biçimler ve renklerde gözlenmekte olup, ortak nitelik, durum ve görünümler taşır. Oysa sevgi her ruhta kendine özgü bir albeni taşır. Ruhun kendisinden rengini alır. Ruhlar da içgüdülerin tersine kendilerine özgü ayrı ayrı renk, tırmanış, boyut, tat ve kokular taşıdığından; ruhların sayısınca sevgiler olduğu söylenebilir.

     

    Aşk, kimlikle ilişkisiz değildir. dönemlerin ve yılların ilerleyişinden etkilenir. Oysa sevgi; yaş, zaman ve kişiliğin ötesinde yaşar. Onun yüksek yuvasına günün, çağın eli yetişmez.

     

    Aşk, her renkte, her düzeyde, somut güzellikle bağlantılıdır. Schopenhauer'ın deyişiyle: "Sevgilinizin yaşına bir yirmi yıl daha ekleyin de onun duygularınızda bıraktığı doğrudan etkileri gözlemleyin."

     

    Oysa sevgi, ruhun içine öyle bir dalgınlıkla dalar; ruhun güzelliklerine öyle tutulup kendinden geçer; somut güzellikleri bambaşka bir biçimde görür. Aşk; tufan, dalga, coşku niteliklidir. Oysa sevgi durgun, dayanıklı, ağırbaşlı, arılıkla dolup taşar bir durumdadır.

     

    Aşk, uzaklık ve yakınlığa göre değişir. Uzaklık uzun sürecek olursa azalır. İlişki sürecek olursa değerini yitirir. Ancak korku, umut, sarsıntı ve acı çekmenin yanı sıra "görüşüm-uzaklaşım"la diri, güçlü olarak kalabilir. oysa sevgi bu durumları bilmez. Dünyası başka bir dünyadır.

     

    Aşk, bir yönlü bir coşkudur. sevgilinin kim olduğunu düşünmez. "Öznel bir özcoşu"dur. İşte bu yüzden hep yanlışlık yapar. Seçimle hızla sürçer. Ya da hep bir yönlü kalır. Yine de yer yer benzeşmeyen iki yabancının arasında bir aşk kıvılcımlanır, olay karanlıklar içinde geçip birbirlerini görmedikleri için ancak bu yıldırımın düşüşünden sonra onun ışığında birbirlerini görebilirler.

     

    Oysa sevgi aydınlıkta kök salar. ışığın gölgesinde yeşerir; büyür. İşte bu yüzen hep tanışıklıktan sonra ortaya çıkar. Gerçekte başlangıçta, iki ruh birbirinin yüzünde tanıma çizgilerini okur. "Biz" oluşları ise "tanışım"dan sonra olur, iki ruh, iki kişi değil daha sonraları; birbirlerinin söz, davranış ve konuşma biçiminden yakınlığın tadını, yakınlığın kokusunu, yakınlığın sıcaklığını duyumsarlar. İşte bu konaktan sonra birden, iki yoldaş kendiliklerinden sevginin uçsuz bucaksız çölüne ulaştıklarını, sevginin karartısız açık göğünün başlarının üzerinde sere serpe serilmiş olduğunu, "inanış"ın aydın, arı içtenlikli ufuklarının kendilerine açıldığını, tatlı okşayıcı bir esintinin hep başka göklerin, başka ülkelerin yepyeni esinlerinin iletileri ve başka bahçelerin güzel, gizemli çiçeklerinin kokularının birlikteliğinde oyuncu, tatlı, şen bir sevgi ve albeniyle kendisini hep bu ikisinin yüzüne, başına vurduğunu... Kendi gözleriyle görürler.

     

    Aşk, çılgınlıktır. Çılgınlık ise "anlayış" ile "düşünüş"ün bozulmuşluk ve yıpranmışlığından başka bir şey değildir. Oysa sevgi tırmanışının doruğunda, beyin ötesini aşar, anlamayı ve düşünmeyi de yerden çekip, doğuşun yüksek doruğuna götürür.

     

    Aşk, sevgilide içinin çektiği güzellikleri yaratır. Oysa sevgi, içinin çektiği güzellikleri sevgilide görür, bulur. Aşk, büyük güçlü bir kandırmacadır. Oysa sevgi; sonsuz, salt, dosdoğru, içten bir doğruluktur. Aşk, denizin içinde boğulmaktır. Oysa sevgi, denizin içinde yüzmektir. Aşk, görme duyumunu alır, oysa sevgi, verir.

     

    Aşk, kabadır, şiddetlidir. bununla birlikte dayanıksız, güvensizdir. Oysa sevgi, tatlıdır, yumuşaktır. Bunun yanı sıra dayanıklı, güven içindedir.

     

    Aşk hep kuşkuyla bulunur. Oysa sevgi, baştan başa kesin inançlıdır. Kuşkuya yer vermez. aşktan içtikçe kanarız, sevgiden içtikçe susarız. aşk korundukça eskir. Oysa sevgi yenilenir.

     

    Aşk, sevenin içinde varolan bir güçtür. Kendisini sevgiliye çeker. Oysa sevgi sevilende varolan bir albenidir. Seveni sevilene götürür. Aşk, sevgiliye egemenliktir. Oysa sevgi, sevilende yok olma susuzluğudur.

     

    Aşk, onun baskısı altında kalabilmek için sevgiliyi belirsiz, kimliksiz olarak ister. Aşk, kişinin bencilliği ile alım-satımsal, hayvansal ruhun bir çekiciliğidir. Kendisi kendi kötülüğünün bilincinde olduğu için de onu bir başkasında görünce ondan nefret eder, ona kin besler. Oysa sevgi, sevileni sevgili, değerli olarak ister. Bütün gönüllerin de kendisinin sevdiği için beslediğini , beslemelerini diler. Sevgi, kişinin Tanrısal ruhu ve Ahurasal doğasının bir çekiciliğidir. Kendisi kendi doğaötesi kutsallığını görebildiği için onu bir başkasında görünce onu da sever. Kendisine tanış, yakın bulur.

     

    Aşkta, rakip sevilmez. Oysa sevgide, "Köyünün tutkunlarını kendi özleri gibi severler." Kıskançlık aşkın özelliğidir. aşk, sevgiliyi kendi lokması olarak görür. Bir başkası onun elinden kapmasın diye hep acılar içinde kıvranır durur. kapması durumunda ise ikisine de düşmanlık beslemeye başlar. Sevgiliden nefret edilir.

     

    Sevgi ise inançtır. inanç ise salt bir ruhtur. Sınırsız bir sonsuzluktur. Bu gezegenin türlerinden değildir. Aşk, doğanın kementidir. doğadan almış olduklarını kendi elleriyle geri verip; ölümün aldıklarını aşkın oyunlarıyla ellerinden bıraksınlar diye başkaldıranları yakalar. Oysa sevgi, kişinin doğanın gözlerinden uzak, kendi yarattığı, kendi ulaştığı, kendi "seçtiği", bir aştır. Aşk, içgüdünün tuzağında tutsak olmaktır. Oysa sevgi, isteklerin baskısından kurtulmaktır. Aşk, bedenin görevlisidir. oysa sevgi, ruhun elçisidir.

     

    Aşk, kişinin yaşama dalıp güncel yaşamla oyalanmasına yönelik büyük, aşırı bir "bilinçsizlendirim"dir. Oysa sevgi, yabancılıktan dolayı yabansıllıktan doğma, kişinin bu pis, gereksiz yabancı pazar içerisindeki, korkunç özbilincidir.

     

    Aşk, tat aramaktır. oysa sevgi, sığınak aramaktır. aşk, aç bir düşkünün yemek yiyişidir. Oysa sevgi, "yabancı bir ülkede dildaş bulmak"tır.

     

    Aşkın yer değiştirdiği olur. soğuduğu olur. Yaktığı olur. Oysa sevgi; yerinden, sevdiğinin yanından kalkmaz. soğumaz, kızgın değil; yakmaz, yakıcı değil.

     

    Aşk, kendinden yanadır. bencildir, kendisi için ister. Kıskançtır. sevgiliye tapar, onu kendi için över. Oysa sevgi, sevilenden yanadır, sevilencildir. Sevgili için ister. Kendini sevdiği kişi için ister. Onu onun için sever. Kendisi ortada değildir.

     

     

    Ali Şeriati

×
×
  • Create New...