Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]

vasifsiz

Editor
  • Content Count

    335
  • Joined

  • Last visited

  • Days Won

    4

Posts posted by vasifsiz


  1. dosya: büyük doğu -1

    Büyük Doğunun 1945 yılında yayınlanan sayılarından birinde, sayfanın sağ alt köşesine sıkıştırılmış, Neslihan Kısakürek imzalı bir yazı ilişiyor gözüme: Ev ve Kadın Suadiye Tramvayında.

     

    Üstad Necip Fazılın talebi üzerine hazırlanan bu köşede, Neslihan hanım iki ana başlık altında, Muaşeret Edebi ve Ev ve Kadın olmak üzere iki önemli meseleyi kendi üslubuyla gayet samimi ve hayatın ta içinden çekip almışcasına okurlarıyla buluşturuyor.

     

    Bu konuyla alakalı bir hayli muzdarip oluşumuzdan olsa gerek, ilk etapta kadının ve evinin ele alındığı yazıyı okuma dürtüsü peyda oluyor insanda.

     

    Merak ettiğim için sayıyorum, yaklaşık 150 kelimelik kısa bir yazı. Yazının kısalığı aldatmamalı ama, çünkü kadın bir kadının gözüyle ancak bu kadar isabetli anlatılabilir. Üstadın kendi tabiriyle her biri en büyük davalarla alakalı, mecmuanın bu mühim iki köşesini doldurması için eşine teslim etmesinin sebebi de bu olsa gerek. Necip Fazılın bu mantıklı ve yerinde eyleminin tartışılamayacağı gibi, isteğini eşine arz etmesi üzerine aldığı cevabın gerçekliği de tartışılacak cinsten değil.

     

    Üstadın yukarıda belirttiğimiz köşeyi hazırlaması için eşine götürdüğü taleb üzerine Neslihan hanım şunları söylüyor:

     

     

    [] geçen gün Suadiye tramvayında ne düşündüm: Hemen her muharririn şikayet ede ede bitiremediği tramvaylardaki bu korkunç insan pestili, manevi bakımdan bu kaatilcesine kalabalık, kadın yolcuların erkeklere nisbetle en aşağı yüzde 60 fazla olmasından doğuyor. Buna hiç dikkat eden oldu mu? Kadınlarımız, sabahın en erken saatinden en geç vakte kadar sokaklarda Ev, öz evi, kadının cehennemi oldu! Şehirin deveran süratini sebepsiz ve faydasız, misillerle artmaya sevkeden, şehirli kadınlarımızdır. Acaba beledî, iktisadî, idarî sahada görülen bu hadise, ruhî ve içtimaî bakımdan ne gibi müessirlere dayanıyor?

     

    - Aman, dedi kocam, yazına böyle gir, hiçbir başlangıç bu kadar güzel olamaz!

     

    []

     

    Düşündürücü ve insana kendi kendisini sorgulaması gerektiği ilhmanı veren kısa ve öz bir anlatım.

     

    Neslihan hanımın bundan yaklaşık 60 yıl önce tespit edip kağıda aktardıkları günümüzde hala artmış olduğunu iddia etme cüretinde bulunuyorum devam etmektedir.

     

    Kadın son kalesini de terketti

     

    Kadınlarımızın sokağa dökülmelerinin tarihçesine girme niyetinde değilim. Fakat şu bir gerçektir ki, eski türk filmlerinin en çok alaya alınan reprliklerinden olan ve kadının hakiki anlamda evinin kadını ve çocuklarının anası olduğu zamanlar hatırlayamayacağımız kadar gerilerde kaldı.

     

    Bu şu anlama geliyor ki, en sağlam ve en dokunulmaz olması gereken evlerimiz, yani kadınların son kalesi de içten fethedilmiş, yerle bir edilmiş ve sahipsiz kalmış durumdadır. Böyle bir yıkıntıya sebebiyet veren unsurları herkes kendi hayatında rahatlıkla bulabilir. Yazıla yazıla birçok şeyin anlam ve mahiyetini kaybettiği şu zamanda işaret ettiğim unsurları burada zikretme ihtiyacı görmüyorum. Çünkü kimse onları bilmediğini iddia edemez ve etmemelidir.

     

    Peki, ya bu kalenin içindekiler?

     

    Kadının, gerek sosyal, gerek mecburi, gerekse keyfi bahanelerle terkederek sahipsiz bıraktığı yalnızca evi olmadı tabi ki. Anne ilgisinden mahrum büyüyen çocukların yetersiz eğitim ve geçersiz hayat bilgisi birikimlerinden doğan onlarca, yüzlerce ve hatta binlerce olumsuzluk şuan toplulumumuzu ele geçirmiş halde.

     

    Hergün kişiliği gelişmemiş bir fert daha kendisini düstursuzca toplumun orta planına yertleştirme çabası güdüyor.

     

    Öz kimlik ve kişiliğini bilemeden kendini sokağa atan kadınların çocukları ya kreşlerde, ya parklarda ya da çarşı-pazarda büyüyor.

     

    Beşiği sallayan el dünyayı yönetir ilkesine uyan kadınlarımızın sayısı gün geçtikçe azalmakta.

     

    Muhakkak ki Haticeyi, Peygamberin (s.a.) gözbebeği ve zevceler sultanı Hz. Hatice yapan bitirdiği mektep, Zeynebi de, Ebul Âsın vazgeçilmezi kılan, onun makam ve mevkisi değildi.

     

    Neslihan hanımın yukarıda dikkat çektiği hadisenin ruhi ve içtimai boyutlarına girmek yerine son söz olarak şunu belirtmek daha uygun olur diye düşünüyorum:

     

     

    Cennet ayakları altından kaldırılmadan eve dönmeli kadın!

    http://www.n-f-k.com/nfkforum/index.php?showtopic=5246

  2. Daha önce forumda bu söz ile alakalı gerekli açıklama yapılmıştı: tıklayınız

     

    Kitaplarının hiçbirisinde bu söz mevcut değil. Konferans ve sohbetlerinde de böyle bir söz sarfettiğine dair hiçbir vesika yok.

     

    Ki üstadın bu sözü söylemiş olması imkansız gibidir. Bunun en bariz delili, üstadın muhterem eşi... Ve, evet örtü Allah'ın kati emridir, ancak üstadın günahkarı hakir görücü bir ifade kullanması düşünülemez. Bakınız "Çöle İnen Nur" eserinden, günah ve günahkar hususunda küçük bir anekdot:

     

    ...

    Ham ve kaba softa, günahı hikmet cephesiyle görmeden şiddet cephesiyle ele alıp kalbleri tılsımamanın sanatından anlamaz, rahmete nazar etmez; üstelik günah uydurur, ibâdet kibri içinde kesip kavurur ve bütün bu ölçüleri dinden değil, kör nefsinden devşirir.

     

    ***

     

    Bir velî şöyle dedi:

     

    « -Hiçbir günah, günahsızlık gururundan, günahsızlık iddiasından daha büyük olamaz.»

     

    Bir başkası da şöyle dedi:

     

    « -Günahkâra kibir gözü ile bakmaktan ve günahkârı hakir görmekten büyük günah yoktur.»

     

    Ve İslâm büyükleri şu ölçüyü şiirle heykelleştirdiler

     

    «Günah ki, sahibine, nefsini hor görme ve Allah'a sığınma hissini verir;

    Nefse izzet ve kibir veren ibâdetten daha hayırlıdır.»

    ....

     

    Günahkarı hakir görüp, onu hafife almak ve bunu dillendirmek dahi, kalbimizdeki benlik, kibir, riya yaralarının bir göstergesidir. Zira bunda gizli bir, "Ben şu şu günahı işlemiyorum, sen işliyorsun" edası vardır.

     

    Fakat bu eda ile, üstadın şahsiyeti taban tabana zıttır.

     

    Yani müsterih olunuz, bu söz yüzde doksandokuz ihtimal ile üstada ait değil.

     

    ____

    Anlaşılan o ki, bu soru gündeme gelmeye devam edecek. Ben de vaktizamanında bu söz ile karşılaştığımda pek şaşırmış, aslını öğrenmek için burada bir konu açmıştım. Neticesinde, üstada ait olmadığına kani oldum.

     

    Ancak, 'bre provakatör' tepkisi sebebi ile, konunun silinmesini rica ettim. Gerçi, rumuzunuz ve sorunuz, provakatif bir ruh ihtiva etmiyor olsa da; forumumuzda bulunan sezgileri(!) kuvvetli biri tarafından 'provakasyon'la suçlanmanız işten bile değil, söylemiş olayım..


  3. Hatıra ortadadır. İnanan inanır, inanmayan inanmaz. Şunu da söyleyeyim, böyle alakanın varlığını reddetmek, alelen bir müslümana yalan isnat etmektir.

     

    Bu hatıra, Üstadın; bugünün şartlarında Hocaefendi ve cemaatinin hizmetleri hakkındaki mütealalarını ortaya koymuyor. Bu sebeple kimse Üstat adına konuşmasın.

     

    Ehli Sünnet'e sımsıkı bağlı geniş bir cemaatin, imanlı bir gençliğin Anadolu'da çiçek açıp dünyaya yayılmasına sebep olan muhterem bir zata, tıpkı ETÖ cülerin dilinden "sapıklık" iftirasında bulunulması, ve müslümanın da kafa yormadan, tartmadan bu hezeyanlara alet olması ne hazin..


  4. Benim "Hayır" diyeni hoş görecek kadar sabrım yok. "Hayır" diyen, takibi iddiasında oldukları insanların yanında zulmü bir nebze olsun tatsaydı, ağzına toprak doldurur gene o kelimeyi sarfetmezdi.

     

    "Samimi bulmama" şeklindeki akıl okuma hünerinin parlak örneklerine sahip kardeşlerim, bir de bunu parti taassubu yüzünden düştükleri "hayır" tefrikasına kılıf yaptıklarında hünerlerine hüner katıyorlar.

     

    "Allah'ın emri olduğu için örtenleri, sürüm sürüm süründürdüler. Çocuklara Kur'an okumayı yasakladılar. Kayda geçmemiş, yaptıkları sayısız melânet bir yana; 27 Mayıs, 12 Mart, 12 Eylül ve 28 Şubatlarda fişlediler, engellediler, dövdüler, sövdüler, kovdular? Binlerce kişiyi sadece Kürt olduğu için, ortadan kaldırıp, adına 'faili meçhul' dediler. İstanbul'u fetheden sultanın camiini bombalama planı bile yaptılar?"

     

    El insaf!.. Menderes vefa bekliyor! Üniversite kapısında bekleyen bacım, bir evet bekliyor.Hayırcılar, Hüseyin Kurumahmutoğlu ve daha nicelerinin yüzlerine nasıl bakacaklar?

     

    30-40 yılın meselesi değil bu. 200 yılın hesaplaşması..

     

    Başbakana tebessüm ettiren pankart: "Nikah masasında bile bukadar iştahla EVET dememiştik !"

     

    Ve o gün, "Bayramlıklarımı giyip evet diyeceğim !"


  5. Sayın 'Faruk', bir densizliği bütün bir cemaate mâletmekle bahis mevzuu tipten ne farkınızın kaldığının farkında mısınız?

     

    Giran geliyor arkadaş. Çilesiz dudakların istihzai sözleri, küçümseyici bakışları, diş kovuğunu doldurmaz kulaktan dolma zanları ve rahat koltuklardan savrulan lakırtıları...

     

    Vakti zamanında Hocaefendi'nin; koltuğunun altında Büyük Doğu, sokak sokak dolaşıp, okunsun diye banklara umuma açık yerlere bıraktığını da duymuş muydunuz?

     

    "Konu" açılmamış arkadaş. Konuşmayalım. Çiçeği burnunda bu güzel konuya kilit vurulmasına sebep olmayalım.


  6. bedıuzzaman hazretlerı cemaate ıstırakını ıstemıstır fakat ustad reddetmıstır. eger Son Devrın Dın Mazlumları'nı okuduysanız soru ısaretlerını luzumsuz yere kullanmıs oldunuz. eger kabullenmek ıstemedıysenız orasını bılemem..

    Üstadın Risale-i Nur'u sadeleştirilip yeniden neşretme temennisini, neden cemaate dahil olma olmama şeklinde algıladığınızı anlamadım. Bu yazı, üstadı cemaate mi dahil etmiş oluyor ki 'kabullenmek' kabullenmemek söz konusu olsun? Rica ederim..

     

    Yorumunuz; üstadın, Said Nursi hakkında bize nakledilen sözlerinin üstat tarafından sarfedilmeyeceği tezi üzerine kurulu. Yani bu sözlerin ve bahis mevzuu teşebbüsün üstada yakışmayacağı, üstadın zihninizdeki büyüklüğüne gölge düşüreceği zannı üzerine...

     

    Hayır efendim, bilakis bu, üstadın tevazu ve alçak gönüllülüğünün ucu revaklara değen örneğini gözlerimiz önüne seriyor. İslam adına çile çekmiş bir merhum için beslediği ve ortaya koyduğu bu muhabbet; onun, şeytanın enaniyet ve cemaat taassubu tuzağına takılıp kalan nicelerinden farkını bir serlevha gibi önümüze çıkartıyor. Ve bu benim gibi bir cücenin gözünde, üstadı daha da devleştiriyor.

     

    Bence mevzuya bu zaviyeden bakmalı, avamın "-cı, -ci, -cu, -cü" tasnifleriyle girdiği tartışmalardaki taassuba meydan vermemeli.

     

    ustadın bediuzzaman hazretlerıne takdiri vardır.adını verdıgım eserınde de bunu zıkretmıstır ama fakat hocaefendı ve cemaat adına aynı fıkırde degildir.

    Mesele Hocaefendi ve cemaati ile ilgili değil. Bunu ne için belirtme ihtiyacı duyduğunuzu ve üstadın Hocaefendi ve cemaati hakkındaki fikrini nasıl öğrendiğinizi merak ettim doğrusu.


  7. Bu konuşma neden imkansız olsun? Üstad, Said Nursi için hüsnüzan sahibi değil miydi? Risale-i Nur'un, imansızlık çemberinde kavrulan Anadolu gencine birçok faydası olacağını düşünmüş olamaz mı? Yahut, böyle bir sadeleştirme ve neşir çalışması, zihnimizdeki üstat profilini mi zedeler? Bunda nasıl bir beis olabilir ki?

     

    Bilmem yanlış mı düşünüyorum; Son Devrin Din Mazlumları'nda görüldüğü gibi, üstat İslam adına çile çekmiş kimselerin Anadolu genci tarafından tanınmasını arzu ediyor.

     

     

    Ayrıca şunu öğrendim ki, Üstat ve Hocaefendi arasında geçen diyalog, yanlızca Osman Şimşek tarafından nakledilmemiş, bizzat Hocaefendi de bir röportajında bu konuşmayı aktarmış. Hatta üstad Necip Fazıl'a külliyatın verilmesi neticesinde 'ağabeyler'den azar işitildiği dahi nakledilmiş.

     

    Röportaj: 'Necip Fazıl Nurları Sadeleştirmek İstedi'

     

    Ahmet Turan Alkan da bir makalesinde bu diyaloğu aktarmış: "Said Nursi Türkçesi" Üzerine Bir Tenkid

     

    Ben, yalanın yanına yaklaşmayacağına inandığım bir müslüman hakkında suizan etmekten haya ederim.


  8. '6 Okçular' yüksek yargıda nasıl egemenlik kurdu?

     

    Ege-Akdeniz sahilinde bir kent. Kentte bir yelken kulübü. Kulübün 100 üyesi var. Bu 100 kişinin tamamını Fenerbahçeliler ve Galatasaraylılar oluşturuyor. Kulüpteki F.Bahçeliler 60 kişi, G.Saraylılar ise 40 kişi.

    Yelken kulübünün Ankara’daki bakanlık toplantısına 5 kişilik bir heyet göndermesi gerekiyor.

    Ancak F. Bahçeliler ve G. Saraylılar anlaşamıyor. Taraflar kulübü en iyi kendilerinin temsil edeceğini iddia ediyor.

    Ne olacak? Elbette seçim yapılarak 5 kişilik heyet belirlenecek.

     

    ***

    Peki, seçim hangi ilkeye göre yapılacak?

    O güne kadar böyle bir sorunla karşılaşmamış olan üyeler, dernek tüzüğünü raftan indirip bakıyorlar.

    Ve karşılarına şöyle bir madde çıkıyor: “Kulübü temsil edecek heyetin seçiminde, her üye için ayrı ayrı oylama yapılır.

     

    Bunun üzerine, 60′a 40 azınlıkta olan G. Saraylıların yüzü asılıyor.

    Niye? Çünkü onlar kulüp Ankara’da kendilerince temsil edilsin istiyor.

    Ancak bunun mümkün olmadığını da görüyorlar, çünkü F. Bahçeli üyeler çoğunlukta.

    Dolayısıyla 5 kişilik heyette; 2 G. Saraylı ve 3 F. Bahçeli olmasına razılar.

    Ancak tüzük G. Saraylıların aleyhine çalışıyor: “Her üye için ayrı ayrı oylama yapılır” maddesi, çoğunluktaki gruba büyük bir hâkimiyet getiriyor.

    Sonuçta G. Saraylıların korktuğu başlarına geliyor: F. Bahçeliler sayısal fazlalıklarını kullanarak, beş seçimde de kendi arkadaşlarını heyete seçiyor.

    Dolayısıyla yelken kulübünü temsil edecek olan 5 üyenin 5′i de F. Bahçelilerden oluşuyor.

     

    ***

    Bu hayali örneği niye verdim?

    Bildiğiniz gibi Cumhurbaşkanı, Yargıtay’ın ve Danıştay’ın kendisine sunduğu adaylardan birini seçip Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’na atıyor.

    Mekanizmayı bilmeyenler, o üyelerin Köşk tarafından “tercih edildiğini” sanıyor.

    Halbuki öyle değil.

    Yargıtay ve Danıştay genel kurulları o üyeleri seçerken “teker teker oylama” yapıyor.

    Yani mekanizma aynı yukarıdaki yelken kulübü örneğinde olduğu gibi çalışıyor.

    Çoğunluğa sahip olan zihniyet, önce kendine uygun bir aday seçiyor. Sonra aynı işlem tekrarlanıyor.

    Sonuçta Cumhurbaşkanı’nın önüne giden liste, sadece ve sadece hâkim zihniyetin üyelerinden oluşuyor.

     

    ***

    Peki, Yargıtay ve Danıştay’daki hâkim zihniyet hangisi? Haberlerden, demeçlerden ve bildirilerinden anlıyoruz ki oralarda, benim kısaca ’6 Okçu’ dediğim zihniyet hâkim.

    Buna karşılık, (tabii hâlâ kalabildiyse) “demokrat, liberal, solcu” üyeler azınlıkta.

    Onlar bir türlü Cumhurbaşkanının önüne giden listede yer alamıyor.

    “6 Okçular” durumdan memnun: Çünkü HSYK’ye “6 Okçu” arkadaşlarını gönderiyorlar. Sonra HSYK’ye atananlar, Yargıtay ve Danıştay’ın yeni üyelerini belirlerken, tabii ki yine “6 Okçuları” tercih ediyor.

    Ama şimdi yeni Anayasa önerisi diyor ki: Böyle bir seçim mekanizması olmaz. Çünkü sistem çoğulcu değil, çoğunlukçu.

     

    O halde, “Kurul üyeliği için her hâkim ve savcı, ancak bir aday için oy kullanacaktır.” (Madde 159)

    Yani olayı yelken kulübüne uyarlarsak: Anayasa önerisi, “Kulübü, 5 F. Bahçeli değil; 3 F. Bahçeli ve 2 G. Saraylıdan oluşan bir heyet temsil etsin” demekte.

     

    Tabii “sen beni seç, ben seni seçeyim” sistemine alışmış olan “6 Okçular” da bu öneriye karşı yaygara koparıyor.

     

    (Emre Aköz, Temmuz 2010)


  9. Anlatılır ki; Hz. Râbia bir gün cezbe halinde iken kendini Bağdat sokaklarına atar yahut içinde bulunduğu hal, onu takdir edilen bir meydana doğru sürükler. Yolda kendinden geçmiş, kılık-kıyafeti şeriate aykırı bir şekle girmiş, belki kolu, belki saçı, ama muhakkak bir uzvu, haram bir erkeğe görünmemesi icab eden bir uzvu görünür bir vaziyette yürürken; sağdan-soldan, önden-arkadan sesler duyulur.

    -Ya Râbia!... Bu halde nedir böyle!...

    -Aman ya Râbia!... Şu haline bir bak!...

    -Eyvah eyvah!... Ya Râbia ne yapıyorsun?...

    -Ey Allah'ın eri!... Onca erkek var çevrede, hepsi namahrem... Görmüyor musun?

     

    Sesler işitilir ve cevap verilir...

    -Erkek mi?... Hani nerede erkek?...

     

    Bağdat!... Şehir meydanının ortası... Meydan ana-baba günü... Yüzlerce erkek, hepsi de yabancı... Ama yok!... Var ama yoklar... Herkeste hayret... Ve bir müddet sonra bir ses!... Bir haber... Ses, onun; Râbia'nın ve herkesin dikkatini meydana inen bir sokağa davet ediyor...

     

    -Bakın, bakın!... Abdulkadir Geylani geliyor...

    Ve hayret!... Bir onda hayret!... Gelene gözü ilişen Râbia, derhal kendine gelir ve üstüne çekidüzen verir ve kalabalığa seslenir:

     

    -İşte!... İşte erkek O'dur!...

     

    Kıssadan hissemiz nedir? "Erkek" sıfatından murad nedir? Ve gerçek erkek-kadının vasfı nedir?


  10. İbretlik Hatıralar (23) Vuslat Rehberi

     

    Fethullah Gülen Hocaefendi, Kırklareli'nde vaiz olarak vazife yaptığı dönemde, birkaç arkadaşıyla beraber merhum Necip Fazıl'ı konferansa davet etmişti. Çile Şairi, kendisini ve yanındaki talebelerini arabasıyla alarak konuşma yapacağı yere bırakan bir hizmet erinin tavır ve davranışlarından çok etkilenmişti. Hazreti Bediüzzaman'a büyük hürmet duyan ve onun eserleriyle beslenmiş olan hâlis mihmandar, hal ve hareketlerine yansıyan iç güzelliğiyle adeta o kıymetli misafirin gönlünü fethetmişti.

     

    "Hâlimiz, Yolumuz, Çaremiz" başlıklı konferansın akabindeki akşam yemeği esnasında, rahmetlik Necip Fazıl, hayran kaldığı o Kur'an hizmetkârını anmadan edememiş; onun hakkındaki takdirlerini dile getirirken, Hazreti Bediüzzaman'dan da bahis açmıştı. Ayrıca, Hocaefendi'nin konferansın düzenlenmesiyle bizzat ilgilenmesinden, kendisine karşı çok saygılı davranmasından ve konuşulan mevzulardaki vukufundan da memnun kalan ve şahit olduğu samimiyetten cesaret alan Necip Fazıl,

     

    _"Bediüzzaman hazretleri, Sultan Ahmet Camii azametinde eserler ortaya koymuş büyük bir fikir mimarıdır; o yüce kâmetin çok kıymetli düşünceleri vardır. Sadece iyi eğitimliler değil, köprünün altında, dubalarda yaşayan insanlar da ondan yararlanmalıdır. Fakat, bugün çokları Bediüzzaman gibi büyük bir beyin yapıcının sözlerini anlayamazlar. Keşke, bana müsaade edilse de, onun eserlerini dubalarda yaşayan o insanların diline göre sadeleştirsem!" demişti.

     

    Muhterem Hocaefendi, merhum Necip Fazıl'ın bu kabulünü büyük bir tevazu ve mahviyet ifadesi olarak değerlendirmiş, onun samimiyetine gönülden inanmış ve ona şöyle mukabele etmişti:

     

    _"Üstadım, çok isabetli bir iş yapılmış olurdu ama bu mesele beni aşar. O büyük zata birinci safta hizmet etmiş; onun kitaplarını yazmış, basmış, çoğaltmış ve dağıtmış insanlar var. Takdir edersiniz ki, bu mevzuda söz onlarındır. Bana sadece bir elçilik düşer; ben de üzerime düşeni yaparım."

     

    Hüzmeler ve İktibaslar

     

    Aziz Hocamız, Necip Fazıl gibi hem halk nezdinde kredisi hem de kendine has üslubu olan bir insanın Risaleler üzerine çalışma yapmasını çok önemli bulmuş ve hemen ona bir takım kitap göndermek için teşebbüse geçmişti. Bu arada, Risaleler hakkında söz sahibi olan bazı büyüklere de bu mevzuyu açmış; fakat, Nur Müellifi için seve seve canını feda edebilecek bir ağabeyin itabına uğramıştı. Bazılarına göre, Üstad'ın eserleri asla sadeleştirilmemeliydi; aksi halde, onların ruhuna dokunulmuş olurdu. Bu düşünce ağır basınca, Necip Fazıl'ın çalışması da akim kalmıştı.

     

    ...

     

    Yazan: Osman Şimşek

    Kaynak: www.herkul.org

     

    Yazı, Sızıntı dergisinde Risale-i Nur'un bazı bölümlerinin sadeleştirilerek neşri; Üstat Said-Nursi'nin talebelerinin buna tenkitleri üzerine devam ediyor. Üstatla alakası açısından, eklemeye lüzum hissetmedim.


  11. "Durduğumuz noktada inançlarımızın eskidiğini, yabancılaştığını hiç tecrübe etmediniz mi? En acı kayıp budur: Gerilemiş ruhların mütemadiyen tavizler vererek hayatla, zaruretle uğraşmaları...."

     

    Filozofun öğüdü bütün hayatımızda tahip edeceğimiz en esaslı metoddur: "Uzun yolu seçiniz..."

     

    (Ya Tahammül Ya Sefer - Mustafa Kutlu)

     

     

    ...

    Bu yönelişte helal ve haram ölçüleri de değişmeye başlamıştı. Daha önceleri helal, haram ve bu ikisi arasında yer alan şüpheliler vardı. Söz konusu değişim ile şüphelilerin hepsi helal kabul edilmiş ve bazı haramlara şüpheli gözüyle bakılmaya başlır olmuştu!..

     

    ...

    İslamın ve yaşanan hayatın kendine özgü gerçekleri vardı.Bu gerçeklerden ödün, bu doğrulardan taviz verilerek yaşanacak olan mutluluklar, hiç kuşkusuz ki ebedi hayata uzanmayan kısa ve yalan mutluluklar olacaktı.

     

    Oysa Müslümanlar, ezeli olmasalar da ebedi olduklarını bilen ve bu anlayışla her güzel şeyin ebedi boyutlarına talip olan, talip olması gereken insanlardı. Dünyevi bedenleri fani olsa da ruh ve ruha ait tüm yüce duygularıyla bu ebediyete yönelen fani dünyada dahi ebediyetle ilgili amellerde bulunan bir fıtrarta sahiplerdi.

     

    O halde hangi Müslüman bu koskoca ebedi hayatı ve bu ebedi hyata ait doğruları göz ardı ederek dünyevi bir mutluluğa talip olbilirdi ki!..

     

    ...

    Onlar din ve davaları için, dünyalarından ve dünyalıklarından taviz veriyorlardı.Günümüzde Müslüman olduğunu iddia eden bir çok şaşkın gibi dünyaları için dinlerinden taviz vermiyorlardı!..

     

    ...

     

    Bu alıntı da farklı bir kitaptan.. Bu kelimeleri sarfetmek, hakkımız da, haddimiz de olmadığından, kopyala-yapıştır düşer bize.

     

    Asrımızda müslüman, hayatın her safhasında, zaruretleri ile pirensipleri arasında bocalama yaşamaktadır. Tavır ne olmalıdır, hududu nedir, niyet ne derece sağlam kalabilmektedir, neticesinde mağfiret var mıdır... Günümüzde bu bocalayış daha mektep çağında başlamakta, genciyle yaşlısıyla hayatın sonuna kadar devam etmekte.

     

    Ve ne yazık ki görünen o ki, fert fert verilen tavizler; çatlakları uçurumlara dönüştürmekte ve coğrafyamızda kimliğimize yabancı bir ara nesil yetişmekte.. Takva sahipleri elbet müstesna. Ama sokaklar, televizyonlar, sinemalar, okullar şahittir ki, cemiyet; yani bizler, kürek çekmek şöyle dursun, bu akıntıya kendimizi bırakmış, sürüklenişimize gözümüzü, kulağımızı tıkıyoruz.


  12. Bu nasıl bir dünya, hikâyesi zor;

    Mekânı bir satıh, zamanı vehim.

    Bütün bir kainat muşamba dekor,

    Bütün bir insanlık yalana teslim.

     

    "Muşamba" dan murad, şimdiki tabiriyle "naylon" mudur?


  13. Fon müziği eşliğinde Tam Otuz Yıl, Ona, Allah Dostu, Mürşid, Benim Efendim, Aşk, Sanat, Yakınlık, Affet, Ölçü, Allah'ın Sevgilisi, Öpmek, Hey, Rahmet şiirlerinden oluşan bir derleme..

     

    Geçen yıllarda düzenlediğimiz Necip Fazıl Kısakürek sunumunda, üstadın "bohem" hayattan hakikate doğru gerçekleştirdiği serüveni anlatmak için tarafımızdan hazırlanan "Hakikate Doğru" bölümüne ait video..

     

    Zannediyorum acizane hazırladığımız videolardan en güzeli.

     

    Belki başkalarına da lazım olur diye ekleyelim dedik. Dileyen kardeşlerimiz diledikleri şekilde kullanabilir, paylaşabilirler. Zaten murad da budur

     

    Videoyu youtube üzerinden izlemek için

     

    Dailimotion üzerinden izlemek için tıklayınız

    ____

    Sunum çalışmamızı paylaştığımız konu: >>Üstadı Tanıtmak İstiyorum<<

    • Like 2

  14. Abdulbaki Kömür'ün, bu günkü şarkıcı kılıklıları gördükten sonra, "keşke bu işi hiç başlatmamış olsaydık" gibi bir cümle kullandığını öğrendim bu gün..

     

    Ne doğru..

     

    Sekülerizm, yirmi otuz yıl evvelki samimiyeti kalın çarklarıyla tuz-buz etmiş.. Buyrunuz ve ismi önce marş, sonra "yeşil pop", sonra "ezgi" ve en sonunda "özgün müzik"e dönen gitarlı mitarlı şarkı nevinden tuhaf mırıltılara bir kulak kabartınız.. Eski marşlarla bir mukayese ediniz ve farkı görünüz.

     

    Ve evet, ne yazık ki bu sebeple artık dindar insanların evlerine, dindar gençlerin "müzik çalar"larına ehli dünya gibi şarkı türkü "rock", "pop" rahatlıkla girebiliyor. Bunda da hiçbir beis görülmüyor..

     

    Hazin..

×
×
  • Create New...