Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]

tugra

Üye
  • Content Count

    185
  • Joined

  • Last visited

Posts posted by tugra


  1. 4 KASIM 1945

     

     

    N. F. Kısakürek- Af buyurun Hanımefendi, saatimden erken geldim. Fakat şuraya gelebilmek için ne müşkülleri, ne işleri geride bıraktım. Sizi görmeği cidden istiyordum. Bu benim için tasavvurunuzun üstünde bir zevk. Mecmuanın işleriyle o kadar bunalmış, onların içine o kadar batmış bir haldeyim ki arzularıma ve istirahatıma bir dakikamı ayıramıyorum. Artık bundan da anlarsınız ki şurada bulunabilmek için ne içten bir kuvvet sarf etmiş bulunuyorum. Mecmuayı bu defa nasıl buluyorsunuz?

    S. Ayverdi- Mükemmel bir orkestrasyon göze çarpıyor. Cidden muvaffak oluyorsunuz.

    N. F. Kısakürek— Matbaa ile uğraş, makine ile, mürettible, muharrirle uğraş... Hiç durup dinlenmeden uğraş. Fakat asıl mesele, muhtelif imzalara, muhtelif mevzulara, çeşit çeşit düşüncelere bir manevi hiza temin etmekte. İşte asıl orkestrasyon, bu saf birliğinde. Faraza Mustafa Şekib'de kokladığınız hava, Salih Murad'da da kuvvetli, hattâ Burhan Belge'de bile aynı çeşni. İlâhî bir bütün kuramadıktan sonra neden yorulup uğraşmalı ki, hayat demek bu demektir. Mecmuanın hangi köşesi alakanızı daha fazla çekiyor?

    S. Ayverdi- Tabiî Adıdeğmez'in* Halkadan Pırıltılar'ı...

    N. F. Kısakürek— (Gayet samîmi, adetâ ağızdan kaçarcasına): Zaten mecmua da o sahifenin aşkına çıkıyor. İnsanoğlu tasavvufu hakîki mânâsında bilmiş olsa, kendi için de dünya için de bundan üstün bir iş yapmış olmaz. Onlar, ama hakiki onlar, herşeydir. Her şey onlar içindir. İnsanoğlu için hakîki nesesite budur.

    * Necip Fazıl Kısakürek'in müstear ismi olup, Halkadan Pırıltılar daha sonra yazarın kitapları arasında yayınlanmıştır.

    (Bir sözden başka bir söze atlamak ihtiyaciyle.)

    Size garib bir hissimden bahsedeceğim. Az evvel şu salona girdiğimim zaman bir tuhaf oldum. Olmamalı idim, fakal oldum. Evvelki sene biraderinizin benim İngilizlerden para aldığım rivayetini söylemesi hatırıma geldi. O gün ne kadar üzülmüş, kendimden geçmiştim, hatırlarsınız tabîi. Halbuki sonradan bu hareketimden ne kadar utandım, kendimi ne kadar tâ'yib ettim. Pek tabîi ki bu frensizlik hoş bir kâr değildi.

    S. Ayverdi- Kardeşim gayet temiz kalpli bir insandır. Olduğu gibi konuşur. Esasen bu türlü rivayetleri takbih zımnında böyle bir söz açmıştı.

    N. F. Kısakürek-Ben neye üzüldüm biliyor musunuz? Hakkımda söylenenlere değil, asla asla değil. Kendi tahammülsüzlüğüme. Halbuki tasavvuf bir fantezi değildir; onun icâblarıyle âmel etmek lazımdır. Ben bu cihetten biraderinize müteşekkirim; zîra bu acıyı tattırmakla, beni bir nefs muhasebesine sevk etmiş oldu.

    S. Ayverdi- Siz, Halkadan Pırıltılar'da demek suretiyle, bürünmek istediğiniz manevî şekli ve ilahi kıvamı anlatmış oluyorsunuz. Şu halde üst tarafıyle alakadar olmamalı...

    N. F. Kısakürek- Hanımefendi, ben hakkınızda birbirinden üstün sözler dinlemiş bir adamımdır; fakat benim senseritemden şüphe etmemenizi rica ederek bir tecessüsüme cevap isteyeceğim. Bunu ağzınızdan dinlemek istiyorum. Siz, şüphesiz ki bir müntesibsiniz.

    S. Ayverdi- Evet.

    N. F. Kısakürek- Bu besbelli. Ve ben sizin yulkarıdan aşağıya, evsafınızın hayranı ve hürmetkârıyım. Ancak sizin kime bağlı olduğunuzu öğrenmek isterim. Bu benim için pek ehemmiyetli bir nokta. Gerçi ben herkesin maddî manevî setrine ehemmiyet verir ve hürmet ederim; fakat sizi yetiştireni görmek istiyorum, bu hususta benim önüme düşünüz, beni kendisiyle görüştürünüz...

    S. Ayverdi- Hocam kimseyi kabul etmez; fakat bir fırsat bulursam bu arzunuzu arz ederim.

    N. F. Kısakürefek- Ama beni af buyurun, bu hiç tanımadığım zât hakkında en küçük bir rivayet duymuş değilimdir. Ben meçhule de hürmetkarım. Kendisini hiç, ama hiç tanımıyorum. Tanımak isteyişim, sırf sizi yetiştirmiş olması itibariyle bu derece ehemmiyetlidir. Şu anda bu zât, benim için bir (x)dir o kadar.

    Arada şunu da söylemek isterim ki, insanoğludla bütün meçhuller için ihtimaller gizlidir. İşte ben affınızı isteyerek bu ihtimallerden bahs edeceğim. Bazen mürşid iktidâ edilecek büyük bir kıymet, mürid, iktidâ etmesini bilmeyen bir heykel olur. Bazen mürşid iktidâya değmez bir zavallı olur da mürid onu o gözle gürürse, neticede mürid kazançlı çıkar. Ama bazen mürşid de mürid de birbirlerini ikmal ve itmam eden kıymetler olur ki nûrun ala nûr.

    Ama dediğim gibi ben sizin bağlı olduğunuz zâtı tanımıyorum. Bu yüzden de kendisine payânsız hürmetim var. Ancak hatırıma geleni söylüyorum.

    S. Ayverdi- Söyleyin, istediğinizi söyleyin. Görüyorsunuz ki bunlara cevap bile vermiyorum. Adamın biri: Benim Allah'ın varlığına bin bir yerde delilim var... deyince, dil ehlinin biri de: Öyle ise bin bir yerde şüphen var, diye cevap vermiş.Ben hocamı, tenzihten de tenzih ederim. O her türlü sena ve sitayişin fevkindedir.

    N. F. Kısakürek- Bir müridin bir insan-ı kâmil için söyliyeceği söz...

    Ama bakin size gene ne diyeceğim: bir kâmil insan, kendisini görmek talebinde bulunan bir kimseyi nasıl reddeder?

    S. Ayverdi- Bir fikir veya fiil, çok defa bizim tefsirimize göre mânâ ve renk kazanır. Binaenaleyh, bir büyüğün ihtiyar etmiş olduğu hayat tarzını da kendi zaviyemizden değil, kendi zâviyesinden seyretmemiz daha doğrudur.

    N. F. Kısakürek- Mürşidiniz Nakşı midir?

    S. Ayverdi- Hayır Rifâî.

    N. F. Kısakürek- Mühim nokta. Siz Naksiliği bilir misiniz?

    S. Ayverdi- Ben bu işlerin içinde büyümedim. Esasen Üstadım da Tekke âleminden yetişmemiştir. Kendisi münevver bir Galatasaraylıdır.

    N. F. Kısakürek— Asıl münevverlik tasavvuf ehlindedir. Bakarsınız koyunun sütü ile geçinen köylü ile kulübesi arasında yaşayan adam, bu hilkatten maksud Peygamberin vücudu olduğunu ve Allah'ın her yerde sârî olduğunu bilmekle, âlim geçinenlerden daha üst, daha aşinadır.

    S. Ayverdi- Size şunu söylemek isterim ki, Üstadımın bu cihanda hiç bir dâvâsı yoktur.

    N. F. Kısakürek- Ama asıl dâva da dâvâsızlık değil midir? (Bir sözden bir söze atlıyarak.) - Bizim dâvamızı mukaddes bulmuyor musunuz? Bizim dâvamız, bir dâvasız kimse için mukaddes değil midir?

    S. Ayverdi- Üstadım, her oluşu, her istidadı kendi mahiyeti itibariyle hürmete şayan görür. Fakat kendisi her kayıddan, her alâka ve arzudan beridir. Bir derviş, mürşidinin ahvali sahifesi olmak itibariyle, eğer bende, benim iç ve dış gidişimde, bir yoldan çıkmaklık görüyorsanız, aynı hâli Üstadımda da arayabilirsiniz.

    N. F. Kısakürek- Hayır, hayır böyle üzüntülü düşünmeyin. İnanınız bana ki hiç tanımadığım ve hakkında tek kelime duymadığım bir meçhule, ancak hürmet beslemekteyim. Ancak ellerinden öperim, beni lütfen kabul etsin, kendisi ile görüşmek istiyorum. Yahut isterseniz, pek yakında tekrar sizinle görüşelim, kendisini görmek sonraya kalsın.

    S. Ayverdi- Ben de öyle düşünüyorum.

    N. F. Kısakürek- Bu gün sizinle görüşmemiş gibiyim. Tasavvuf bahsi üstünde sormak İstediğim geniş bahisler var ki, bu dar saate sığmaz. Şoför durmadan korna çalıyor. Bekletmiye mecburum; zira dostum Burhan Toprak hastadır, onu ancak bugün hastahanede ziyaret edebilirim. Kendisi hoş ve kıymetli bir insandır.

    S. Ayverdi- Evet Güzel Sanatlar Akademisi'ne müdür olmak hayli yorucu, bilgi ve zevke dayanan bir iş.

    N. F. Kısakürek- Ben estetiğe son derece ehemmiyet veririm. İslâmiyet, sonsuz incelikler ve nüanslarla doludur. Birbirinin içinden geçe geçe birbirine zıd görünen ahenkler ve barışlardan yapılmış bu güzellik âbidesi. İşte Büyük Doğu'da bunları tebarüz ettirimeğe gayret ediyorum.

    S. Ayverdi- Fakat ne yazık ki gün günden anlayıcı ve mubatab azalıyor. Cemiyet, gerek idrâk ve irfan, gerekse fikir ve zevk seviyesi cihetinden sür'atte sükut ediyor.

    N. F. Kısakürek- Ne yapayım. Benim vazifem, elimden geleni yapmak. Ötesine karışmam. Beni tasavvuf fantezisi yapmakla zan edenler çoktur. Ama inanınız ki ben içimden içimin tâ erişilmez derinliklerinden gelen bir mistikim... Bütün gayem Allah...


  2. Sâmiha Ayverdi'nin Mülâkatlar adlı eserinde geçen Üstad'la yapmış oldukları iki farklı görüşme iktibas edilmiştir:

     

     

    N. F. Kısakürek- Ben hiçbir muharriri ziyarete gidip tebrik etmiş değilim; size adetâ sürüklenerek geldim. Ben dindar bir adamım. Fakat bunu bir fantezi telâkki ederek inanmayanlar pek çoktur. Paradoks yaptığımı sanırlar, alay, mizah mevzuu yaparlar. Ziyanı yok. Ben, başkalarını beni itham eder görmekten zevk alır, tekzibe lüzum görmem. İslâm'daki şiir ve felsefe hiçbir yerde yoktur. Hazreti Muhammed en büyük İnsan; o, her asrın büyüğüdür. Fakat bilmek lâzım... Kitaplarınızı okudum. Hayran oldum. Buna emin olun. O kadar ki benim için pek kıymetli olan Paskal'ın eserleri ile ve dâima elimin altında, gözümün önünde duruyorlar. Fakat belki canınızı sıkacağım, lâkin söylemeden, hattâ üstünde ısrarla durmadan geçmek istemediğim nokta şu ki, bu inzivanız çok zararlı bir şey... Ortaya çıkın, inin artık saklandığınız kuleden...

    S. Ayverdi— Ben münzevî değilim ki... Hem prensip olarak inzivadan pek hoşlanmam da... Eğer bir tecerrüd lazımsa, bunu kesret dalgalarının çalkantısı ortasında yapmak da mümkündür.

    N. F. Kısakürek— Oh, hem de öyle münzevîsiniz ki, darılmayın bayağı kızıyorum size.

    S. Ayverdi- Eğer bu dediğiniz vaziyet için bende bir meyil olsaydı, muhakkak ki tekâzâ eder ve çoktan cemiyetin bir koluna sürüklerdi. Fakat mademki buna bir lüzum hissetmiyorum; şu halde zorla kendi kendimi şevketmem gayri tabîi bir hareket olur. Ben hayat vazifemi kendi âlemimin hususî havası içinde kurmuşum, kâfi işte.

    N. F. Kısakürek— Yanlış düşünüyorsunuz. Cemiyet size muhtaç. Kendi zevkiniz, kendi sükûn ve inziva ihtiyâcınız nâmına bu hareketinizi tasvîb etmeniz asla doğru değil. Bu biraz da hodbinlik. Hakkınız yok buna. Ben, gece yanlarına kadar çalışan ve uykularımı üstüne düştüğüm kitapların, yazıların arasında geçiren, pek ziyâde meşgul bir adamım. Böyle iken işte size gelmeye bir vakit ayırdım. Şimdi size, faraza beş dakika matbaaya uğramanızı rica etsem yapar mısınız?... Bakın susuyorsunuz, olmadı işte.

    S. Ayverdi- Bence bu dünyada her işi ehline bırakmak ve her kâr sahibini, üstüne almış olduğu vazifesi içinde seyretmek lâzımdır. Binaenaleyh ben de size hak vereyim, siz de bana...

     

     

     

     

     

    • Necip Kazıl Kısakürek; 1945'te Çemberlitaş'ta doğmuş. 1983'te Erenköy'de vefat etmiştir. Türk şâiri, tiyatro yazarı ve fikir adamıdır. İstanbul Dâr'üll Fünûn'u ve Paris'te felsefe tahsil etmiş fakat tamamlamamıstır. Bir süre banka memuriyetinde bulunduktun sonra basın ve yayıncılığa geçmiştir. Çeşitli günlük gazetelerde fıkra ve makale yazmış. 1936'da 17 sayı Ağaç ve 1943-1978 arasında Büyük Doğu mecmualarını yayınlamıştır. Nakşibendi şeyhi Abdulhakim Arvasî ile karşılanmasından sonra sanat anlayışında ve eserlerinde dini -mistik bir eğilim ağırlığını hissettirmiştir. Şiir estetiği üzerinde ısrarla duran Necip Fazıl, sanatkarlığı yanında siyasi ve fikir yazılarıyla da Cumhuriyet dönenimin birkaç büyük polemikçi yazan arasında sayılır.


  3. ORDA BİR ÇOCUK... BURDA BEN

     

    Bir ana gülümserken yorgun ve güzel

    Çırpınır yüreği bir sesle birden

    Orda, bir çocuk doğar dünyamıza yeniden

    Burda ben

     

    Dal nasıl, yaprak nasıl, ekin nasıl büyürse

    Toprak nasıl uyanırsa bir incecik yağmurdan

    Orda bir çocuk büyür yumak yumak bir nurdan

    Burda ben

     

    Koştuğu, atladığı, durduğu, uzandığı

    Düşüp kaldığı yerlerde gözbebeğim var

    Orda, toz-toprak içinde bir çocuk ağlar

    Burda ben

     

    Ne oyun oynamak ister, ne uyku, ne su...

    Ne elişi resimleri gönlünü alır

    Orda, bir uzak evde bir çocuk yetim kalır

    Burda ben

     

    Dokunsam martı gibi uçup gidecek sanki

    Solgun yüzlü bir avuç kar

    Orda, bir gece yarısı, bir hasta çocuk sayıklar

    Burda ben

     

    Birdenbire uyanır bir ana uykusundan

    Sapsarı bir uykuyla bakakalır nefessiz

    Orda, sabaha karşı bir çocuk ölür sessiz

    Burda ben.


  4. BERAT ZARİFOĞLU İLE SÖYLEŞİ

     

    "Ben bembeyaz bir sayfaydım, Cahit bende şiir yazdı"

     

    Berat Hanımla sohbetimize başlamadan önce bize mükellef bir sofra kurup, başına oturtmayı ihmal etmedi. Bu evde, duydukları hiçbir şeyin eksikliğini dile getirmeyen, ince ruhlu insanların, bir şairin ruhu ve bir babanın eksikliğini duyumsayarak yaşadığını belli eden bir hava var.

     

    Berat Hanım, bizi ev kıyafetiyle karşıladığı için özür diledi ve daha önce bir misafirini kırmızılar içinde karşıladığını şöyle anlattı:

     

    BERAT ZARİFOĞLU: Kırmızı, şehitlerin üzerine örtülür ya... Ben de aynen öyle, toprağa düşmüş bir asker gibi görüyorum kendimi...

     

    ELİF BİLGE: Bunu, rahmetli eşinizin yokluğu ile alakalı olarak mı hissediyorsunuz?

    Peki, daha detaylandıracak olursak, babasız çocuk yetiştirmenin zorlukları neler?

     

    B. Z.: İyi bir anne miyim acaba diye sorguluyorum. Emeğimin karşılığını aldım mı? İstediğim yere geldiler mi? Cahit olsa daha mı iyi olurdu? Hele ki İstanbul gibi bir yerde bu çok daha zor. Cahit olsaydı iş bana düşmezdi.

     

    E. B. : Bunun zorluğu her yerde duyulmakla beraber, İstanbul'da katlanacağı muhakkak. Cahit Zarifoğlu hayatta olsaydı, sadece annelik görevini üstlenmiş olacaktınız. Ama şimdi hem anne hem babasınız. Peki, bir anne, ne kadar baba olabiliyor sizce?

     

    B. Z.: Babanın bir ağırlığı var. Ne kadar gayret etse de, bir anne babanın yerini tam anlamıyla tutamıyor. Babanın sağlamlığı var. Anneyle daha kolay yüz göz olabiliyor çocuklar. Evde "en iyisini o bilir" denilebilecek bir baba mefhumu olmadığı için, herkes kendi doğrusunun peşinden gidiyor.

     

    Çocuklarım bana pek bir şey sormaz. Ben, bir şeyi yapacakken "acaba böyle mi olmalı" diye sorarım, ama her adımdan emin kılacak babanın olmayışının eksikliği duyulmayacak gibi değil. Cahit'in en iyisini bildiğini bildiğim için, bir durumda ona danışmanın rahatlığını özlüyorum. Bazen diyorum, Ona sorabilsem "Şöyle mi yapayım, gittiğim yol doğru mu, izlediğim taktik isabet mi?" diyebilsem, O da bana yol gösterse de içim rahatlasa... Beni görüyor mudur, kızıyor mudur bana diye düşündüğüm çok oluyor...

     

    E. B.: Eşinizin sağlığında çocuklarına tavrından ya da olaylar karşısında takındığı tavırdan yola çıkarak, durumlara göre o tavrı taklit yoluna gittiğiniz oluyor mu?

     

    B. Z. : Cahit kolay bir zamanı biliyor. Ergenlik çağlarını bilmedi. Zor dönemleri bana kaldı. Bazı şeyler, belli yaşlardan sonra verilir. Cahit olsaydı çocuklarım namazları konusunda daha dikkatli olurlardı belki.

     

    E. B. : Çocuklarına ve eşine muamelesi nasıldı?

     

    B. Z. : Çok çalışırdı. Devamlı içerde daktilo sesi... Ama hafta sonlarını bize ayırırdı. Arabanın içinde, yağmurun altında piknik yaptığımızı bilirim. Çiçek ekmek vardı o zaman, çiçek ekmeği çok severdi. Ondan alırdık, plastik bardak alırdık, çocukları arabaya doldururduk ve sahilde piknik yapardık arabanın içinde.

     

    Bazen çok çalışmasına içerlerdim. "Bu adam hiç evlenmemeliydi" derdim. Ama duyardım, bazı yazarlar şairler, eşi çay kahve getirdiğinde bile, "Dikkatimi dağıttın" diye kızarlarmış. Allah razı olsun Cahit hiç öyle yapmazdı. Çayı alır ve teşekkür ederdi. Nazikti.

     

    E. B. : Bir şairle yaşamak zor yani... Ama anladığımız kadarıyla, eşinizin inceliği, şairliğinin ağırlığını biraz nötrlemiş.

     

    B. Z. : Evet. Ama iyi yönleri de az değil elbette. Onu şiirlerinde daha iyi tanırdım. Beraber bir olay yaşadık mesela, o zaman ne hissettiğini anlamazdım ama o konuda yazdığı şeyi okuduğumda "Aa ne kadar üzülmüş" derdim mesela..

     

    E. B. : Önemli bir meziyetiniz dikkat çekiyor. Ve evliliğinizin ve sonrasının muhabbetli olmasını buna bağlıyorum: Beyinize olan itimadınız... Günümüz evliliklerinde olan bir çok problem, hanımların "Asıl ben bilirim, niye o biliyor ki, niye onun dediği olacak ki" davalarından kaynaklanıyor. Oysa erkeğin tabiatında savunmak, kadının tabiatında sığınmak var. Maalesef modern dünya, insan tabiatını bozarak birçok kurumu değersizleştiriyor. Eşinize bakış açınızı nasıl özetliyorsunuz?

     

    B. Z. : Ben bembeyaz bir sayfaydım, Cahit bende şiir yazdı. Ben, bilmediğim pek çok şeyi ondan öğrendim. Sabırla öğretirdi. Hata yaptığımda düzeltirdi. Cahit'e uygun değildim, Onun dengi değildim. Onu önceden tanıyıp da, ona göre bir şeyler öğrenmeyi, kendimi geliştirmeye çalışmayı isterdim.

     

    E. B. : Şiirlerinden maada, Cahit Zarifoğlu'nu tanıdığımız kadarıyla, entelektüel birikimden ziyade temizliğe ve kemiyete önem verdiğini biliyoruz. Bu evliliği tercihinde de, bu önem sıralamasının yeri büyük. Dolayısıyla, hürmetkarlığınız ve cefakarlığınız sizi ona layık olma boyutuna çoktan taşımış. Bir eşten beklenen de tastamam budur zaten.

     

    B. Z. : Basit şeylerden kavga edilmez. Erkeğin hakkı çoktur. Gözetmek gerek. Eve girsin, bir karnını doyur, dinlenmesine izin ver, sonra söyle ne söyleyeceksen. Ama maalesef hanımlar daha kapıda başlayabiliyor yakınmalarına.

     

    Öğrenmenin de yaşı yoktur, insan eşinden öğrenmekten yüksünmemeli. Ben hiç, Cahit'in bana aynı zamanda bir öğretmen olmasını gurur meselesi yapmadım. Hatta bundan mutlu oldum. Zaten ben her şeye iyi tarafından bakmaya alışmışım, kötülüğü görmem. Mesela bir yere gideriz, oturmaya. Ben o insanların bir beni karşılarken gülümsediğini bilirim bir de ağırladığını. Arada surat astıkları zamanlar olmuştur. Laf arasında yanlış konuşmuştur, hiç onları görmemişimdir. Çocuklar bazen "anne sen çok safsın" der.

    E. B. : Saflık, asıl anlamının dışında kullanılıyor artık. Biz gerçek manasıyla kullanıp, "Ne mutlu saf kalabilene" diyelim. Dilinize ve yüreğinize sağlık.


  5. BİR ARAYIŞ VE ADANIŞ ÖRNEĞİ

     

    Yirminci yüzyıl Türkiye'sinin kültür, sanat, edebiyat, tefekkür ve aksiyon açısından olduğu kadar, siyasi ve edebi polemikleri, ruhi arayışları, davası uğruna çektiği çileleri ve pervasız duruşuyla Necip Fazıl Kısakürek, anılmaktan ziyade anlaşılması gereken en önemli şahsiyetlerden biridir.

     

    Onu anlamak ve özümsemekle, bir yandan Üstad'a karşı vefa borcu ödenirken, diğer yandan kültür mirasımızın çok kıymetli bir değerine sahip çıkılmış olacaktır. Biz bu yazımızda, onun ruhi arayışları ve bunlara bulduğu cevap yani önünde durduğu kapı ve arayışın adanışa dönüşmesini kısaca ele almaya çalıştık. Necip Fazıl'ın tecrübesinin, çeşitli yönleriyle ülkemiz insanının ve hatta genel anlamda modern insanın arayışlarına bir cevap olabileceği söylenebilir. Bugün modern insan, neyi aradığını ve nerede bulacağını bilmeden mecalsiz bir arayış içerisindedir.

     

    Tasavvufi zaviyeden baktığımızda hayatın hakikati ve insanın varlık sebebine dair iki kavram ön plana çıkmaktadır. Muhabbet ve marifet. Kainat ve insan, muhabbetin tecellisidir. Bu anlamda muhabbet "seyr-i nüzul"ü sembolize ederken; marifet ise zübde-i âlem olan insanın nefsinden Rabbine uzanan manevi yolculuğunun yani "sey-i uruc"un sembolüdür. Hz. Peygamber'in "Nefsini bilen, Rabbini bilir" hadisi de bu hakikatin beyanıdır. Bu doğrultuda yazımızın konusu olan Necip Fazıl Kısakürek de "İnsan kendini aramaya ve bulmaya memur bir yaratıkdır"(1) der.

     

    1904 yılında doğan Necip Fazıl, Cumhuriyet'in ilanından bir yıl sonra Maarif Vekaleti tarafından açılan sınavı kazanarak üniversite hayatını sürdürmek üzere Fransa'ya gider. Necip Fazıl'ın yirmi yaşını henüz geçtiği döneme rastlayan Paris yılları, aynı zamanda onun "kendini arayışı" ıstırabını ve kıvranışlarını en kuvvetli ve can acıtıcı şekilde yaşadığı yıllardır. O da bütün büyük muzdaripler gibi kendini yalnızlığa, tenha ortamlara ve geceye teslim eder. Bunun dışında, en başta insani sefaletin ve zafiyetin bütün çıplaklığıyla yaşandığı kumar masalarını bir sığınak görür ve "fena fi'l kumar" olur.(2) Bunlar aslında kendini ararken, kendinden ve hakikatten yalan yanlış yer ve ortamlara kaçıştan başka bir şey değildir. Burada serserice dolaştığı kaldırımlarda dudağında şu dua vardır."Allah'ım beni kendi kendimden kurtar"(3)

     

    Ne maddi imkanlar ne de aldığı eğitim onun ruhunu tatmin etmemiş aksine ruhundaki arayışlar ve gelgirler gün geçtikçe artmış, yaşadığı metafizik buhran tahammül edilemez boyutlara ulaşmıştır. Necip Fazıl, bu psikolojik haletini çeşitli şekillerde ifade eder.

     

    Aylarca gezindim yıkık ve şaşkın,

    Benliğim bir kazan ve aklım bir kepçe.

    Deliler köyünden bir menzil aşkın,

    Her fikir beynimde bir çift kelepçe.(4)

     

    Bu ısrırap ve muhasebe içinde Necip Fazıl, günlerce gündüzlerden habersiz bir gece hayatı sürdüğü , aynaların karşısında yanaklarını tırmalayarak gözyaşı döktüğü Fransa yıllarını anlatırken şöyle der:"Kabus şehrindeki hayatımı anlatmaya hicabım ve İslami edebim manidir."(5)

     

    Necip Fazıl'ıl yirmili yaşlardan Abdülhakim Arvasi ile tanıştığı 1934 yılına kadarki arayış yılları diye isimlendirebileceğimiz hayatında iki ruh hali dikkat çeker. Bunlardan ilki, ağırlıklı olarak çocukluk yıllarından beri bir yumak gibi büyüterek getirdiği ruh halidir. Bu ruh hali, daha fazla Anadolu kokan ve kendi tabiri ile iptidai hassasiyet taşıyan tasavvufi şiirlerle açığa vurur kendini. Ardından başta Paris tecrübesi, içinde bulunduğu ortam ve büyük şehrin boğan, yutan ve korkutan tezahürünün bir neticesi olarak gaye ve vecdinistikamet bulmaya çalıştığı ruh hali ve yılları. Necip Fazıl, yaşadığı bu iki ruh halinin ilkinin zahiri plandaki göstergesinin "Örümcek Ağı", ikinci ruh halinin ise "Kaldırımlar" olduğunu söyler.(6)

     

    Necip Fazıl, çevresinde yaşanan bohem hayatı, hayvani içgüdüler deryası olarak nitelendirir ve orada düşünmeden, estetik ve zerafetten uzak, sözde derin ancak ye, yut, sık , iç, at, tut, kır gibi tek heceli, tefekkürden uzak basit kelimeli bir hayat; bu hayatın kadınını ise, bir türlü olamadığı kadınlığı, sol fikirler etrafında erkek edasıyla arayan kişi olarak tanımlar.(7) ona göre bohemlik, serseriliktir. Özellikle Birinci Cihan Harbi'nden sonra yaygınlaşmış bir hayat tarzıdır. Batıda ruh çilesi çekerek kenara çekilmek şeklinde değil, serserilik, intibaksızlık, intizamsızlık ve tek kelimeye indirgenecek olursa ruh tefehhüsünü ifade etmektedir ve çökmeye başlayan toplumların habercisidir.(8)

     

    Fransa'dan dönen Necip Fazıl, Heybeliada'da hasta yatağında annesine koşacak duyguyu bulamaz, kendinden kaçar. Kendini ararken ve bulmayı arzularkenhep kendinden kaçar. Kendini bulmaya o denli müthiş bir iştiyak duyarken kendinden o denli uzaklaşır ki, kendine kendini bulduracak kapının önünde bulur kendini. Kendinden kaçışı, kendine varışın yolu olur. Hep Batı'ya doğru giderken, Doğu'dan kendine varır. Bir zamanlar neden yuvarlak olduğunu çok merak ettiği varlıklardan biri olan dünyanın etrafını turlamışçasına. En dibe vurur ve oradan yükseklerinyükseğine sıçrama imkanına ulaşır.

     

    Necip Fazıl'ın Paris ve hemen sonrasındaki yıllarının temel karakteristiklerinden biri de hedefsizliktir. Bununla birlikte, içinde sürekli olarak dillendirdiği ve yaşıyla doğru orantılı olarak gittikçe büyüyen ve anlam kazanmaya başlayan, lakin ne olduğunu anlamaya yaklaşmakla birlikte tam olarak kavrayamadığı, kavradığı anda da koşulsuz bir teslimiyet ile teslim olmaya hazır bulunduğu "yaşanmaya değer hayat" gizli ve sırlı bir hedef olur. Kendi kendine sorar:"Yaşanmaya değer hayat nasıldır; kapısı nerededir ve bilmediği kapıdan içeri girdiği anda kim mihmandarlık edecektir kendisine?"

     

    Necip Fazıl, okuduğu ve hayatlarını tanıdığı Batılı mütefekkirlerin hakikate varamaması önündeki en büyük manilerden birinin kendilerine kılavuzluk edecek bir kimsenin bulunmamasını gösterir. Ona göre, bunların başında gelen Paskal, filozofların bahsettiği değil, Peygambaerlerin haberini getirdiği Allah'ı tanımasına rağmen son peygamberi bulamadığı için hakikate kıl kadar yaklaşmasına rağmen vasıl olamamıştır. Üstelik,"Allah'ın yanık bir pervanesi ve O'nu bulur gibi olupbulamamanın veya büsbütün kaybetmenin, belki en ileri fakat ümitsiz cehdini temsil etmektedir."(9) İşte yönüyle de çok sevmesine rağmen, Necip Fazıl'ı tatmin etmiyorlardı. Hep eksik kalan bir nokta ve yön vardı. Delalet istenen akıl, dalalete götürebiliyor ve ruhun dilinden anlamıyordu.

     

    Necip Fazıl, bu arayışın, tatminsizlik, muhasebe ve arayışın adanışa dönüşeceği teslimiyet kapısının önünde durup dingin hale gelme iştiyakını şu çarpıcı sözlerle dile getirir: Beş hasemin sınırını tırmalayıcı ve ilerisini araştırıcı derin bir melenkoni dugusundan ibaret. Bana konaktaki çocukluğumdan kalan ilerideki basamaklarda gittikçe kıvamlaşan bu hassaiyet, sonunda Büyük Veli'nin eşiğine yüz süreceğim ana kadar - otuzuna yaklaşıncaya dek - mücerret de ile, müphem, formülleşmemiş ve sisteme girmemiş hayat üstü hayat , ideal hayat hasretinin kulaklarıma devamlı fısıltısını akıttı... Kendimi günübirlik bahanelerin hasis kadrosunda belirtmeye çabalarken, bu fısılyıtı; seslerin, renklerin, şekillerin ve mesafelerin ötesindeki hakikatten çakıntılar bırakıp geçen bu fıslıtıyı hiç kaybetmedim. Madde içi hayatta parende üstüne parende atarken, madde ötesi hayatın ruhumda daima ihtarcısına gözü uyku tutmaz nöbetcisine rastlıyor ve arada bir bu nöbetçinin selamına alıp yine beni sürükleyen çarkına takılıyor ve ona: " Haydi beni nereye götüreceksin götür, kime teslim edeceksen et! diyordum. Otuz yaşına kadar muhasebem budur" (10)

     

    Otuz yaşına yaklaştığında ikirleri daha net ve hedefi belirgin hale getirmiştir: "Hayatım başından beri muazzam bir şeyi bulmanın cereyanın içinde akıyordu. Şu veya bu miskin vesilenin hassasiyeti içinde birini arıyordum. Birini. O, kim? Allah'ın sevgilisi: Sonsuzluk ikliminin batmayan güneşi ve ebedîlik sarayının paslanmaz tâcı. Tek dâvâ O'nu bulmakta, bulduracak olanı bulmaktaydı."(11) Bu sözleriyle Necip Fazıl, mihmandarsız olmanın zorluğuna dikkat çekerken, ilerde çok iyi şekilde öğreneceği tasavvufî hayattaki mürşidin fonksiyonunu da işaret eder ve doğru bir şekilde onu, Allah Rasülü'ne giden yolda bir adım önde yürüyen kılavuz olarak tanımlar. Yani bir amaç değil, kutlu bir araç.

     

    Necip Fazıl'ın yukarda çizdiği taplonun özeti şudur: Çocukluk çağından itibaren aklını ve ruhunu kemiren iç muhasebe, yaşadığı bütün gelgitler ve görünenin arkasındakini görebilme ve hakikati yakalayabilme konusundaki arayışı, aklını ve ruhunu tatmin edebilecek billurlaşma, her taşın yerine oturması ve haddini tanıması için yaşadığı iç yürüyüş onu Efendisinin kapısına hazırlarken; Efendi'si de onu beklemektedir.

     

    Necip Fazıl, çektiği bunalımların ne "ruh doktoru" tarafından, ne de bir hoca tarafından(12) anlaşılamayacağını dile getirir ve bunu "yangını resimde seyredenlerle, yananlar arasındaki mesafe..." kadar uzak iki tarafın birbirini anlamaya çalışması şeklinde açıklamaya çalışır. Ancak, bu halini, anlayacak birisinin mutlaka var olduğuna inanır ve şöyle der: "Bu işin mutlaka bir hocası vardı, ama nerede? Bu işin gerçek tabibi manâlar âlemindeydi, ama nasıl bulmalı?"(13)

     

    Ve bir Cuma günü Beyoğlu Ağa Camii'nde ilk karşılaşma. Yıl, 1934. Yaş, otuz. Abdulhâkim Arvâsî ile ilk konuşma ve derin izler bırakan yakıcı bir nazar. Onun durgunluğa ve dingilliğe ilk adımı: Deli dolu bir akan nehrin denizle yahut 'me'leyen kuzunun anasının sütüne vuslatı gibi.

     

    Bana yakan gözlerle bir kerecik baktınız

    Ruhuma büyük temel çivisi çaktınız.

     

    Necip Fazıl'ın bu arayışı sadece Allah'ı layık-ı vechile tanımının ötesinde, yukardan aşağıya dinî emir ve yasaklardan, varlık sahnesinde rol alan canlı-cansız bütün mevcûdata ve hassaten ve insan ve insana taalluk eden sanattan siyâsete, ahlâktan aile hayatına kadar uzanan bütün değerleri bir başka açıdan tanıma ve tanımlama sürecidir. Bir nevi, bildiğini bilme bilgeliğine yürüyüşün, maddeden mânâya ve rühâ yükselişin adıdır:

     

    Anladım işi, sanat Allah'ı aramakmış;

    Marifet bu, gerisi yalnız çelik-çomakmış...(14)

     

    Necip Fazıl, otuz yaşına kadar yaşadığı arayış dönemi dediğimiz buhranları yılların neticesinde tanıştığı ve böylece her taşın yerine oturmaya başlamasına vesile olan Abdülhâkim Arvâsî Hazretleri ile 1934 yılında madde âleminde başlayan ve 1943 yılında mürşidinin vefatından sonra da mânâ âleminde süren hayatını anlattığı "O ve Ben" isimli eserinin ilk baskısının ismini, "Büyük Kapı" koymuştur.

     

    Necip Fazıl'ın Abdülhâkim Efendi'yi ve tasavvufu tanımadan önceki şiirlerinde baskın unsur, arayış, korku, yalnızlık, cinler ve periler gibi boşlukta olmanın ifadesi kavramlar iken: onu tanıdıktan sonra, Allah, tasavvufî ve dinî kavramlar arayışa cevap gibi görünür. Hatta ileri yaşlarındaki şiirlerinde ve nesirlerinde, tasavvufî unsurlar başta olmak üzere dînî kavramları daha fazla özümsemiş ve içselleştirmiş bir şekilde detaylarıyla ele alır.

     

    Sonuç olarak diyebiliriz ki, "Deliler köyünden bir menzil" uzakta bulunan bir dâhîye, delilik dâhîlik arasındaki o ince çizgiyi gösteren ve dâhî yönünü kullanmasına imkân sağlayan tasavvuf olmuştur.(15) Bundan dolayı da Necip Fazıl, elinde tutarak kendisini Allah'ın ve Resulü'nün yoluna götüren ve götürürken de bu yolun tehlikelerini öğreten Abdülhâkim Arvâsî'ye, hayatının sonuna kadar tam bir teslimiyet ve sadâkatini göstermiştir.

    Dipnotlar:1) Konuşmalar, s. 178. 2) Babıâlî, s. 29. 3) Babıâli, s. 32. 4) Kısakürek, Necip Fazıl, Çile, s. 35. 5) O ve Ben, s. 66. 7) Aynadaki Yalan, s. 14, 42. 8) Tanrı Kulundan Dinlediklerim, s.78. 9) O ve Ben, s. 74.10) O ve Ben, s. 39. 11) O ve Ben, s. 40. 12) Bu halini Aynadaki Yalan'da bir hocaya giden Naci karakteri ile anlatmaya çalışır. Naci hocaya gider, ancak ne kendi halini anlatacak kelimeler bulur, ne de hoca onu anlayabilecek durumdadır. Bkz. s. 49. 13) Aynadaki Yalan, s. 49. 14) Çile, s. 39. 15) Bu konuda Esat Coşan şöyle der: "Necip Fazıl'ı bu derece değiştiren ne? Bu sorunun tek bir kelimeyle cevabı; tasavvuftur." Bkz. Coşan, Esad, "Necip Fazıl", Büyük İslam Tasavvuf Önderleri, Vefa Yayıncılık, İstanbul, 1193, s. 478.

     

    Dr. İbrahim BAZ

    Mayıs 2008 ALTINOLUK


  6. AMERİKA, AMERİKA

     

    Amerika, Amerika... Günün en büyük mevzuu... Bahseden edene...

     

    Amerika hakikatte nedir?.. Bütün madde ve ruh cephesiyle Amerika, hakikatte ne?..

     

    Amerika hakikatte, dünyanın en azametli madde kıymetlerine sahip, fakat ruh kıymetleri bakımından bu madde değerlerini semerelendirmek iktidarına ulaşmak gayretinde bir memleket...

     

    Amerikanın madde cephesi;

    Bütün dünya petrolünün yüzde 62'si,

    Bütün dünya pamuğunu yüzde 50'si,

    Bütün dünya buğdayının yüzde 16'sı,

    Bütün dünya kömürünün yüzde 37'si,

    Bütün dünya demirinin yüzde 29'u,

    Bütün dünya bakırının yüzde 32'si,

     

    Ve ayrıca bütün dünya kalay, nikel, alüminyum madenlerinin yüzde 50'den fazlası Amerika'da...

     

    Bu ana maddelerden geriye kalanı, başta İngiltere, Sovyet Rusya, Almanya, Japonya, Fransa, İtalya vesaire olmak üzere bütün dünya tarafından paylaşılmıştır. En basit hesapla Amerika, tek başına dünya ham maddelerinin yarısına sahip...

     

    Sadece kemiyet ölçüsüyle Amerikanın seferber edebileceği ordu kadrosu 12 milyon... 2 milyon tonluk harp gemisi, 30.000 tayyare, sayısız tank, otomobil vesaire... Ve hepsinin üstünde, sadece mücerret beygir kuvveti bakımından dünyanın en kudretli makine manzumesi...

     

    Fakat hadiseyi keyfiyet ve ruh planına intikal ettirir ettirmez, bu azametli madde kütlesinin hemen aynı ayarı tutmadığını görürüz:

     

    Nazariyede 12 milyonluk ordu kadrosu... Fakat ancak bir buçuk milyonu silah altında ve ancak 40-50 fırkalık bir seyyar ordu kıymeti... Sadece 3-5 zırhlı ve 2-3 morotlu fırka...

     

    Mücerret beygir kuvveti olarak dünyanın en kudretli sanayii... Fakat harp sanayiine çevrilmesi işi hala zaman ve emek istiyen bir vaziyet...

     

    Ve bütün bunlara ilave olarak, ruh ve keyfiyet planının ana ölçüleri olan:

    Harp bilgisi ve sevk-i idare,

    Teşkilat, talim ve terbiye,

    Nizam ve inzibat,

    Milli birlik ve gaye,

    Hamaset ve fedakarlık,

     

    Mefkure ve iman noktalarında, bizzat Genel Kurmay Başkanının beyanatında ifade ettiği gibi madde heybetiyle tam nisbet kabul etmez birer seviye...

     

    İşte madde ve ruh cepheleri üzerindeki Amerikan tezadının anahtarları... İşte bu tezadı kapatmaya çalışan Amerikanın gayret hamlelerindeki hedef...

     

    1 EKİM 1941

     

     

    AMERİKA'NIN TERAKKİSİ

     

    Sene 1939...

     

    Kış ve ilkbahar çerçevesi...

     

    Olup bitenler malum... Çekoslovakya ve Arnavutlukta çığlıklar!..

     

    Amerika kayıtsız... Amerika sadece insanlık ve medeniyet adına Avrupadan gocunmakta... Amerika, ne olursa olsun, Avrupa işlerine karışmamak temayülünde...

     

    Sene 1939...

     

    Yaz ve sonbahar çerçevesi...

     

    Olup bitenler malum... Polonyada çığlıklar ve Fransayla İngilterede naralar!..

     

    Amerika daima kayıtsız... Amerika sadece insanlık ve medeniyet adına Avrupaya nasihatçi... Amerika, ne olursa olsun, Avrupa işlerine karışmamak gayretinde...

     

    Sene 1940...

     

    Kış ve ilkbahar çerçevesi...

     

    Olup bitenler malum... Norveç, Hollanda ve Belçikada çığlıklar; Fransa ve İngilterede iniltiler!..

     

    Amerika hayrette... Amerika sadece insanlık ve medeniyet adına teessfüte... Amerika, ne olursa olsun Avrupa işlerine karışmamak mücadelesinde...

     

    Sene 1940...

     

    Yaz ve sonbahar çerçevesi...

     

    Fransa ve İngilterede çığlıklar ve İtalyada naralar!..

     

    Amerika düşüncede... Amerika sadece insanlık ve medeniyet adına müccerrret düşüncenin para etmediğini düşünmekte... Amerika son gayretiyle kendi kendisine çimdik atıp silkinmekte...

     

    Sene 1941...

     

    Kış ve ilkbahar çerçevesi...

     

    Olup bitenler malum... Yunanistan ve Yugoslavyada çığlıklar!..

     

    Amerika dehşette... Amerika, mücerret insanlık ve medeniyet hesaplarının kendi öz kesesine dayanacağına göre tedbir almakta... Amerika teşekkür istemeden vadetmekte para istemeden malzeme vermekte...

     

    Sene 1941...

     

    Yaz ve sonbahar çerçevesi...

     

    Olup bitenler malum... Sovyet Rusyada çığlıklar ve bütün Avrupada naralar!.. İngiltereyle Almanya arasında ilk anlaşma istidadı... İlk defa olarak mücerret insanlık ve medeniyet hesapları, Mihver ve tebaası safında...

     

    Amerika şahlanmakta ve artık hiçbir şeye kulak asmamakta... Amerika ne olursa olsun, hiçbir uzlaşma şekline razı olmamakta ve en sonra kendisi girmek şartıyle bütün dünyanın harp oyununu kızıştırmak gayesinde...

     

    Eğer 1942 yılı perşembe günüyse, "Perşembenin gelişi çarşambadan belli olur" sözünü hatırlayalım!

     

    7 ARALIK 1941

     

    * SAVAŞ YAZILARI 2


  7. Subhanallah :)

     

    Hak tecelli edince, İslam'la şereflenmiş maşaallah! Sonradan Müslüman olanlara hep bir sempatim olmuştur :) O kadar doğal ve o kadar güleryüzlü ki, bizim gibilerde pek rastlanmaz böyle bir çehreye. Gayet somurtuk, asık yüzlü, gür sesli, boyuna ahkam kesmeler ve daha neler neler... Müslüman'da bulunmaması gereken nahoş şeyler bulunur. Bakın o kardeşimize ne güzel, mütebessim bir suret ve ona uyan hoş bir ses. Tam bir tebliğci edası. Bu şekilde seminerler vermeye devam ederse inşaallah daha nice Müslümanlar olacaktır.


  8. Pişmanlık... Bu ne büyük pişmanlıktır ki, ölü ruhu diriltiyor. Despot bir ruh, naif, müşfik bir hale eriyor. Nefs muhasebesini pürüzsüz ve noksansız olarak ele alan bu eser bir başyapıt! Kadr-ü kıymeti biline...

     

    REİS BEY: Bir hale geldim ki, bütün varlık ve nisbet hesaplarımı kaybettim. Hapishanede, Berduş diye anılan bir Âdem Baba, hocalık etti bana... Evet, Amerika'da bir cinayet işlense dünya çapında bir ses bütün insanlığa sorsa: Katil kim?.. Benim diye bağırabilirim... Soğuk kış geceleri, köprü altında yatan çıplakların vebali benim boynumda, gömleğimin yakasında... İsterseniz çareme Adlî Tıp baksın; fakat bir hastahaneye girsem de, kan kanseri çeken sapsarı hastalar görsem, onları bu hale ben mi getirdim, diye düşünüyorum. Ben ne yaptım; uykuda, baygınlıkta, annemin karnında, babamın karnında, hangi cinayeti işledim, hangi mukaddesi kirlettim ki, kendimi gelmiş gelecek bütün fenalıkların tek sorumlusu biliyorum. Beni görünce havalanan serçe, kaçırılan göz, çekilen perde,buruşan surat, bana beni hatırlatıyor. (Durak) Dışımda ne arıyorlar; içime doğru suçluyum ben... Yapamadıklarımın, işlemediklerimin de suçlusu... Bir de kalkmış, belki kendimden birine, ondan öbürüne geçer, bir merhamet yangını çıkar, bütün ülkeyi sarar diye, tımarhanelik bir hayalin peşine düşmüş, gidiyorum. Bunun için de en verimli tarla diye, katillerin, hırsızların, eroincilerin yuvasını seçmiş bulunuyorum. (Durak) Öldürdüğüm, kanun emanetini yağlı ip diye boynuna geçirip boğduğum masumun hayali beni oraya sürüklüyor, işe oradan başlatıyor!(Durak, düşünce) Yine o hayalin çektiği sihirli nokta mıdır, nedir; nefsime tek pay vermemesi gereken tezimin ilk hisse isteyicisi olarak karşınıza ben çıkıyorum! Ve ben bu noktada tezimin yalancısı, sahtekarı, istirmarcısı oluyorum! Ben nasıl acınacak adam olabilirim?.. (Durak) Merhamet, hârikulâde bir şey; içinde hayat kaynayan kazan... Eğer ona uzanan eller arasında benim kan dolu avuçlarım olmasaydı... (Durak) Reis Beyefendi; (Eliyle ceketinin yakasına yapışır) Ceketim benimdir, cep ceketime aittir, eroin de o cebin malıdır. Ben suçluyum! Bana acımak, merhamete mevzuunu kaybettirmek olur. Bana acımayınız ki, bundan böyle acıyabilesiinz!..


  9. Rabbim, kabrini cennet bahçelerinden eylesin! Biliyorum, şuan sorgu-sual... En zor geçitlerden... Bu dünyada yapmış olduğun bütün güzellikler şimdi yardımcın olsun, ebedî mekânın cennet olsun!

     

    O kadar duygu yoğunluğu yaşıyorum ki, eve geldim annem, adaşım olan teyzenin ölümünü söyledi ki Allah rahmet eylesin! Büyük insan zaten tüm gün aklımdaydı. Ölmemesi takdirde yürüdüğü yolda, davasında paylaşacağı başarıları düşündüm...

    Tekrar umudum, duam, zorlu hayat imtihanında vermiş olduğu mücadeleler, vermediği tavizler, hep toplanıp yardımcısı olsun!

     

    "Ben sonsuzluğu düşünüyorum

    Ey sonsuzluğun sahibi, sana ulaşmak istiyorum

    Durun kapanmayın pencerelerim

    Güneşimi kapatmayın

    Beton çok soğuk, üşüyorum." -Kabrin inşaallah üşütmez-


  10. Ali-Fâtıma eşleşmesi hem maddi, hem manevi aşkı gözler önüne serer. Bununla ilgili bi yaşanmışlık geldi de aklıma, onu payalaşacağım;

    Arkadaşlar birgün hocaya sorarlar,

    -Hocam, bizler İslam'ı tam manasıyla yaşayan bir eş istemekle(ki, günümüzde zor) çok mu şey istiyoruz?

    Hoca aynen,

    -Hz. Aliler olduğu sürece, Hz. Fâtımalar da olacaktır. der :pc:


  11. Başlığı görünce bi şaşırdım, bi afalladım ki sormayın! Bu ne güzellik yahu, gardaşlarım isabetli bi atak yapmışlar, maşaallah!

    Üstadım(ız)ın eserini ana dilimde görünce kalbimin atışları gözlerime değdi de, fevrî bir fışkırma peyda oldu gözlerimden. Tek eksiğim, Kiril Alfabesi! Peder beyin ısrarlı sözlerine vaktinde kulak asmış olsaydım; şuan orijinalini pekala okurdum.-neyse ki hiçbirşey için geç sayılmaz- En azından Kiril harflerini Latin harflerine çevirerek yazılmış bir kaynak olsa pek bi bahtiyar olurdum:)

    Eğer ki bizlere böyle bir imkan sunarlarsa, haberdar edersiniz değerli yöneticilerim:)

     

    Böylesine devasa bi adım atan değerli iki büyüğümüze en derûni sevgilerimi arz ediyorum. Allah, gani gani razı ola!


  12. * Mecnun bir gün fırsat buldu, Leyla ile oturmaya muvaffak oldu. Leyla, onu sınamak için bir dilekte bulundu:

     

    - Ey âşık! Neyin varsa getir.

     

    - A ay yüzlü, dedi Mecnun, aşkınla ne suyum kaldı, ne kuyum. Ne ciğerimde azıcık kan, ne gözümde bir nebze yaş. Aklımı yağma ettin, uykumu çaldın. Artık bir canım var, emreyle onu vereyim.

     

    - Ben onu senden ne vakit istesem alırım, başka neyin var, sen ondan bahset.

     

    Mecnun o vakit arandı, yakasında sakladığı bir iğnesi vardı, onu çıkarıp sevgiliye sundu.

     

    - İşte varlık aleminde sahip olduğum tek şey bu iğnedir. Bunu da neden taşıyorum bilmek istersen, çölde, ovada seni izlerken çok düşüyorum, kendimden geçiyorum; oralarda ayağıma, bedenime dikenler batıyor; bu iğneyle o dikenleri çıkarıyorum.

     

    - İşte bunu istiyordum ben senden. Eğer aşkında gerçek isen bu iğne nasıl layık oluyor sana? Dikeni çıkarırsan buna vefa mı derler?..

     

    :sticky: sadece susuyorum...

     

     

    * Bir yemek sofrasında Leyla sırayla herkesin tabağını doldurur. Sıra Mecnun'a gelince, Mecnun birkaç sevi kelamı eyler, ama bu durumdan pek hoşnut olmayan Leyla, elindeki kepçeyle Mecnun'un kafasına vurur. Mecnun'da o an bir sevinç halidir. Etrafındakiler hayretle sorarlar

    -Nedir seni bu kadar sevindiren?

    -Gördünüz mü, o kadar insan içinden Leyla sadece bana vurdu. Bu demektir ki sadece bana önem veriyor, bana ayrıcalık tanıyor.

×
×
  • Create New...