Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]

tugra

Üye
  • Content Count

    185
  • Joined

  • Last visited

Posts posted by tugra


  1. * Ey ufuk; insanoğlunun ufku!.. Sen de bizim gibi bir insansın! Sen bir derece daha fazlası olmayan bir insansın da, biz senden eksik olduğumuz kadar insanlığa uzak insanlarız.

     

    * Allah, en ileri dereceye çıktığı zaman akılsızlığını anlayan şu akılsız aklın belasını versin!

     

    * Şeytan daima mübalağanın yanındadır. Her ne işte olursa olsun, mübalağanın yanında... Yani hakikati karartmanın yanında... Çok defa tefritte, olamayınca ifrattadır. Ah itidal! Sen ne büyük sırsın.


  2. Seni Seviyorum

    6. hafta: Seni seviyorum.

    6. ay: Tabii ki, seni seviyorum

    6. yıl: Seni sevmesem, çoktan çeker giderdim.

     

    Eve Geliş

    6. hafta: Aşkım, ben geldim!..

    6. ay: Selâm!

    6. yıl: Annen ne yemek yapmış?

     

    Kapı Çalınca

    6. hafta: Zahmet etme, ben açarım.

    6. ay: Ben açıyım mı kapıyı?

    6. yıl: Yâhu, şu kapıya baksanıza!

     

    Telefonda

    6. hafta: Sevgilim, ablan telefonda...

    6. ay: Seni arıyorlar!..

    6. yıl: Telefoooon!

     

    Çocukluğa Dair

    6. hafta: Zor bir çocukluk geçirmişsin.

    6. ay: Senin annende bir tuhaf ha...

    6. yıl: Yahu, tam da annene çekmişsin.

     

    Tatil Plânları

    6. hafta: Bu yaz seni yurtdışına götüreciğim.

    6. ay: Tatilde Ankara'ya gitsek ne olur?

    6. yıl: Niye, evin suyu mu çıktı?

     

    Hediyeler

    6. hafta: Bu yüzüğü inşaallah seversin.

    6. ay: Resim çerçevesi aldım, her zaman lâzım.

    6. yıl: Şu parayla kendine bir şeyler al!..

     

    Küçük Sakarlıklar

    6. hafta: Üzülme sevgilim, leke yapmaz.

    6. ay: Dikkat etsene yâhu!

    6. yıl: Ammada sakarsın be kadın!

     

    Fikir Ayrılıkları

    6. hafta: Ben pek bu fikirde değilim!..

    6. ay: Bu konuda yanlış düşünüyorsun.

    6. yıl: Saçma sapan konuşma, Allah'ını seversen!..

     

    Yemekler

    6. hafta: Yaptığın yemeklere de bayılıyorum.

    6. ay: Bu akşam ne yiyoruz?

    6. yıl: Gene mi makarna!

     

    Elbiseler & Alışveriş

    6. hafta: Bu elbise sana çok yakışmış.

    6. ay: Bir elbise daha mı aldın?

    6. yıl: Kaç para verdin buna?!

     

    Özür Dilemek

    6. hafta: Özür dileyecek bir şey yapmadın ki...

    6. ay: Biraz daha dikkat etsene!..

    6. yıl: Kır kır, evi de yık geç!..

     

     

     

     

    ŞEBNEM DERGİSİ


  3. Ana başa tâc imiş

    Her derde ilaç imiş

    İnsan sultan olsa da

    Anneye muhtaç imiş...

     

    dediğimiz, ayaklarının altı cennet olan anneler.

     

    Ağlarsa anam ağlar,

    Gerisi yalan ağlar...

     

    dediğimiz can parçamız...

     

    '' İki büyük nimet''ten birisi olan, ömrümüzü ayaklarının altına hasır etsek de hakkını ödeyemeyeceğimiz, Allah'tan ve Peygamber'den sonra itaate, sevgiye en fazla layık olan annelerimiz...

    Anneler günü kutlamaları nasıl başladı biliyor musunuz?

     

    Anneler gününü Anna Jarvis, yalnızca kendi annesine anmak için başlatmış. Çünkü Anna Jarvis'in babası bir rahipmiş. İlk kez 1910 yılında Batı Virginia eyaletinde başlayan anneler günü kutlaması bütün Amerika'da kutlanmaya başlanmış ve 1915 yılında Mayıs ayının ikinci pazarı Wilson tarafından ''millî bayram'' ilan edilmiş.

     

    Anneler Günü'nü başlatan Jarvis'in: ''Benim anneler günümü ticarîleştirdiniz, onun saygınlığını bozdunuz. Dünyada sizin için herkesten çok şey yapmış olan annenize, kendi sevginizi ifade etmek yerine başkalarının yazdığı güzel sözleri ve kartları göndermeye utanmıyor musunuz? dediğini ve 84 yaşındayken bir yaşlılar evinde: ''Anneler Günü'nü başlattığıma çok pişmanım!'' diyerek öldüğünü de öğreniyoruz.(Milliyet Gazetesi 12 Mayıs 2002 Pazar)

     

    Görülüyor ki ister sevgililer günü, ister kadınlar günü olsun hiç fark etmiyor. Altından bir papaz hikayesi çıkıyor karşımıza. Bizim böylesi uydurma ve saçma günlere ihtiyacımız var mı?

    Biz öyle bir medeniyetin vârisleriyiz ki sevgiyi bir ömre yaymışız. Sevdiğimizi gönlümüze yazıp, gece-gündüz, sabah-akşam onu düşünmüşüz.Hattâ yanımızdayken bile özlemişiz seviliyi. Sevgili kısa bir zaman dilimine hapsetmek kimin haddi? Öyle ki öldükten sonra bile devam etmiş sevgimiz. "Âriflerin gönlüne" gömülmüşüz kara topraklara girmeden. Sayılı nefeslerimiz tükenirken bile adını anmışız sevgilinin. Biz her türlü eziyeti yaptıktan, kuş kafesten uçtuktan sonra gün îcat edenlerden değiliz.

    Adını ve andını unutturmak için îcat edilen ve başka medeniyetlerin reklâmından ve birilerinin kesesini şişirmekten başka hiçbir amaca hizmet etmeyen bu oyunları görmen ve aklını başına devşirmen gerekmez mi?


  4. BİLMECE

     

    Yarısı haz, yarası naz,

    Onsuz bir yuva kurulmaz,

    Sever sever de yorulmaz,

    Bir öpücük aldınız mı?

     

    Barınamaz kaygı onda,

    Saf ve temiz duygu onda,

    Damıtılmış sevgi onda,

    Bir ipucu buldunuz mu?

     

    Gözü çiçek, gönlü ipek,

    Dili baldır petek petek,

    Sevgisi var öbek öbek,

    Bilmecemi bildiniz mi?


  5. AĞAÇ

     

    Bir ağaç ki eğile eğile

    İbadet olmuş;

    Bir ağaç ki, ''ağaç'' deyip geçmek

    Âdet olmuş!..

     

    Dalları sallana sallana

    Salıncak,

    Budakları, inile çıkıla

    Basamak.

     

    Kendisi renkten, ışıktan, kokudan

    Bir demet olmuş...

    Cennet'i anlatan,

    Bir ayet olmuş.

     

    Karışmış dallar dallara...

    Kuşlarını çağırır yollardan;

    Uçurur kuşlarını yollara...

    Rengiyle, kokusuyla, tadıyla

    Ziyafet olmuş

     

    Su sesine, kuş sesine dalarak

    Gölgesinde uzanmak,

    Saadet olmuş.

     

    Bir ağaç ki, ''ağaç'' deyip geçmek

    Âdet olmuş!..


  6. BİLMEK

     

    Boşalacakları bilir,

    Dolacakları bilirsin;

    Göçecekleri bilir,

    Kalacakları bilirsin.

     

    Biz olmuşları bilmeyiz;

    Sen olacakları bilirsin!

     

    Gidecekleri,

    Gelecekleri,

    Doğacakları,

    Ölecekleri,

    Ağlayacakları,

    Gülecekleri bilirsin...

     

    Biz olanları bilmeyiz,

    Sen, olacakları bilirsin!


  7. TESBİH

     

    Önümüzden geçer, gider...

    Bir siyah tesbih geceler

    Bu tesbihi bir çeken var.

     

    Göğe açık yüzümüze,

    Nur arayın gözümüze

    -Testi testi, kadeh kadeh-

    Işıkları bir döken var.

     

    Nereye, nereye yolcu?

    Yine önünde bir doğu,

    Yine ardında bir gölgen var.

     

    Goncanı, rüzgarlar aldı;

    Dalında bir sızı kaldı...

    Söyle ey gül, söyle: nen var?

     

    Nedir, nedir bu çatırtı?

    Yine birşeyler yıkıldı;

    Yine devrilen, çöken var.

     

    Önümüzden geçer, gider...

    Bir siyah tesbih geceler;

    Bu tesbihi bir çeken var.


  8. Eşiyle kavga ettiğini söyleyen yeni evli genç kadın telefonda annesinden yardım istedi:

    '' Anneciğim! Bu kez ona iyi bir ders vermek istiyorum'' dedi, '' Bir süre eve dönüp senin yanında kalabilirmiyim? '' Annesi küçük sessizlikten sonra kızına daha etkili bir çözüm yolu söyledi: '' Eşine gerçekten iyi bir ders vermeyi istiyorsan, ben gelip sizde kalayım bir süre! '

     

     

    Bu yazıyı okuyunca, aklıma bir söz geldi;

    ''Eşinle tartıştığın zaman annene anlatma! Yıllar geçse de unutmaz.


  9. Amentü

     

    İnsan

    eşref-i mahlûkattır derdi babam

    bu sözün sözler içinde bir yeri vardı

    ama bir eylül günü bilek damarlarımı kestiğim zaman

    bu söz asıl anlamını kavradı

    geçti çıvgınların, çıbanların, reklamların arasından

    geçti tarih denilen tamahkâr tüccarı

    kararmış rakamların yarıklarından sızarak

    bu söz yüreğime kadar alçaldı

    damar kesildi, kandır akacak

    ama kan kesilince damardan sıcak

    sımsıcak kelimeler boşandı

    aşk için karnıma ve göğsüme

    ölüm için yüreğime sürdüğüm ecza uçtu birden

    aşk ve ölüm bana yeniden

    su ve ateş ve toprak

    yeniden yorumlandı.

     

    Dilce susup

    bedence konuşulan bir çağda

    biliyorum kolay anlaşılmıyacak

    kanatları kara fücur çiçekleri açmış olan dünyanın

    yanık yağda boğulan yapıların arasında

    delirmek hakkını elde bulundurmak

    rahma çağdaş terimlerle yanaşmak için

    bana deha değil

    belgeler gerekli

    kanıtlar, ifadeler, resmi mühür ve imza

    gençken

    peşpeşe kaç gece yıllarca

    acıyan, yumuşak yerlerime yaslanıp uçardım

    bilmezdim neden bazı saatler

    alaturka vakitlere ayarlı

    neden karpuz sergilerinde lüküs yanar

    yazgı desem

    kötü bir şey dokunmuş olurdu sanki dudaklarıma

    Tokat

    aklıma niye gelmezdi

    babam onbeşli olmasa.

     

    Meyan kökü kazarmış babam kırlarda

    ben o yaşta koltuğumda kitaplar

    işaret parmağımda zincir, cebimde sedef çakı

    cebimde kırlangıçlar çılgınlık sayfaları

    kafamda yasak düşünceler, Gide mesela.

    Kar yağarken kirlenen bir şeydi benim yüzüm

    her sevinç nöbetinde kusmak sunuldu bana

    gecenin anlamı tıkansın diye ıslık çalar

    resimli bir kitaptan çalardım hayatımı

    oysa hergün

    merkep kiralayıp da kazılan kökleri

    Forbes firmasına satan babamdı.

     

    Budur

    işte bir daha korkmamak için korkmaz görünen korku

    işte şehirleri bayındır gösteren yalan

    işte mevsimlerin değiştiği yerde buharlaşan

    kelepçeler, sürgünler, gençlik acılarıyla

    güçbela kurduğum cümle işte bu;

    ten kaygusu yüklü ağır bir haç taşımaktan

    tenimin olanca ağırlığı yok oldu.

    Solgun evler, ölü bir dağ, iyice solmuş dudak

    bile bir bir çınlayan

    ihtilal haberidir

    ve gecenin gümüş ipliklerden işlenmiş oluşu

    nisan ayları gelince vücudu hafifletir

    şahlanan grevler için kahkahalarım küstah

    bakışlarım beyaz bulutlara karşı obur

    marşlara ayarlanmak hevesindeki sesim

    gider şehre ve şaraba yaltaklanarak

    biraz ağlayabilmek için

    fotoğraflar çektirir

    babam

    seferberlikte mekkâredir.

     

    İnsanın

    gölgesiyle tanımlandığı bir çağda

    marşlara düşer belki birkaç şey açıklamak

    belki ruhların gölgesi

    düşer de marşlara

    mümkün olur babamı

    varlık sancısıyla çağırmak:

    Ezan sesi duyulmuyor

    Haç dikilmiş minbere

    Kâfir Yunan bayrak asmış

    Camilere, her yere

     

    Öyle ise gel kardeşim

    Hep verelim elele

    Patlatalım bombaları

    Çanlar sussun her yerde

     

    Çanlar sustu ve fakat

    binlerce yılın yabancısı bir ses

    değdi minarelere:Tanrı uludur Tanrı uludur

    polistir babam

    Cumhuriyetin bir kuludur

    bense

    anlamış değilim böyle maceralardan

    ne Godiva geçer yoldan, ne bir kimse kör olur

    yalnız

    coşkunluğu karşısında içlendiğim şadırvan

    nüfus cüzdanımda tuhaf

    ekmek damgası durur

    benim işim bulutlar arşınlamak gün boyu

    etin ıslak tadına doğru

    yavaş yavaş uyanmak

    çocuk kemiklerinden yelkenler yapıp

    hırsız cenazelerine bine bine

    temiz döşeklerin ürpertisinden çeşme

    korkak dualarından cibinlikler kurarak

    dokunduğum banknotlardan tiksinmeyi itiraz

    nakışsız yaşamakları

    silâhlanmak sayarak

    çıkardım

    boğaza tıkanan lokmanın hartasını

    çıkınımda güneşler halka dağıtmak için

    halkı suvarmak bin saçlarımda bin ırmak

    ıhtırdım caddeleri meğer ki mezarlarmış

    hazırmış zaten duvar sıkılmış bir yumruğa

    fly Pan-Am

    drink Coca-Cola

     

    Tutun ve yüzleştirin hayatları

    biri kör batakların çırpınışında kutsal

    biri serkeş ama oldukça da haklı.

    Ölümler

    ölümlere ulanmakta ustadır

    hayatsa bir başka hayata karşı.

     

    Orada

    aşk ve çocuk

    birbirine katışmaz

    nasıl katışmıyorsa başaklara ağustos sıcağı

    kendi tehlikesi peşinden gider insan

    putların dahi damarından

    aktığı güne kadar

    sürdürür yorucu kovalamacayı.

     

    Hanidir görklü dünya dünyalar içre doğan?

    Nerde, hangi yöremizde zihnin

    tunç surlardan berkitilmiş ülkesi

    ağzı bayat suyla çalkanmış çocuğa rahim olan

    parti broşürleri yoksa kafiyeler mi?

    Hangi cisimdir açıkça bilmek isterim

    takvim yapraklarının arasını dolduran

    nedir o katı şey

    ki gücü

    gönlün dağdağasını durultacak?

    Hayat

    dört şeyle kaimdir, derdi babam

    su ve ateş ve toprak.

    Ve rüzgâr.

    ona kendimi sonradan ben ekledim

    pişirilmiş çamurun zifiri korkusunu

    ham yüreğin pütürlerini geçtim

    gövdemi alemlere zerkederek

    varoldum kayrasıyla Varedenin

    eşref-i mahlûkat

    nedir bildim.


  10. Çözülmüş Bir Sırrın Üzüntüsü

     

    Yaşamaktan öte özür bulamayınca aşka

    sonuçları bir bir gözden geçiriyorum

    pulluklarla devrilen toprağın ıslaklığındaki can

    madenlerin buharından elde edilen büyü

    bazı yasak kitapların verdiği dinç duygular

    nelerse ki yaşamak sözünü âsi kılan

    nelerse ki lekesiz, umutlu ve budala.

     

    Denedim. Soğuk sular dökünüp fırladım sokaklara

    sorular sordum nice kara sıfatları üstüme alaraktan

    ipte boynum, ağzım şehvet yalaklarında

    çapraştım, and içip ayna kırdım

    doğadan bir vahiy bekledimse boşuna

    baktım akşam herkesin kabul ettiği bir akşamdı

    hiçbir meşru yanı kalmamıştı hayatımın.

     

    Sözlerimin anlamı beni ürkütüyor

    böylesine hazırlıklı değilim daha.

    Bilmek. Bu da ürkütüyor. Gene de biliyorum:

    Kapanmaz yağmurun açtığı yaralar

    çocuklarda.


  11. Kan Kalesi

     

    Elbet bir hinlik vardım seni sevişimde

    ey kanıma çakıllar karıştıran isyan

    saçlarıma bin küsur yalnızlığı takıp girdiğim şehre

    insan varlığımızdan tuhaf tohumlar bıraksın

    günü geçmiş bir gazete, toprak bir çanak

    bir daha gelmem belki diye bir not bakır maşrapanın yanında

    şeytanlar da yürür benimle herhal ıslık çaldığım için

    bir şahan tüylerini döker arımsıra

    artık bırakılmaktan yapılma bir adam sayılırım

    böğrümde kambur çocuklardan bir payanda.

     

    Gizemli bir dehliz gibi şehri dolaşıyorum

    sıkıca tutuyorum kendimi şehre karışmaktan alıkoymaya

    her yerimde urlar çıkıyor, biraz kürt, biraz köylü, biraz makina

    kangren oluyorum bahar geldiği için

    urlarımı kesiyorum kör bir usturayla

    ama kopmuyor onlar ve bana şehri dolaştırıyor

    bırakabileceğim herşeyi bıraktırıyor bana

    kızlardan geçilmiyor köprüler, ayak bileklerime dek

    yükseliyor kız tortuları

    tülbentlerden kanı süzülürken körpe yavruların

    bir bazı şeyler bulmalı yüzümüze tebelleş olan bu korkuya

    - Avluya çık

    - Avluya kara bir şey bırakılmış

    (bir bomba)

     

    Kulaklarımız alışmıştı tıpırtısına yağmurun

    şehre sıkıntının rahatlığı basmadan giriyorduk

    filimler üç günde bir değişiyordu

    bense ikircikliydim ama korkmuyordum

    polis olan babamla tatil arasında uçuşup duruyordum durmadan

    urlarım yoktu, suçum yoktu

    ve beyaz kuşlar kalkardı anamın hırkasından

    şehre karışmayan bir dehliz değildim

    sevinçle kovalıyordum kendimi

    bunları ansımak başımı döndürüyor bazan

    elbet bir hinlik vardır seni sevişimde

    ey kanıma çakıllar karıştıran isyan.

     

    Azan bir hevestir artık tanyeri

    söküp gövdesinde bir cehennem parçalamak ister insan

    şehrin defterini dürüp uzanmak ister yanına

    üstümüzü kuş sesinden bir lekeyle örtmeli

    umudumuzu kapamaya gelen makinaları

    bütün çirkefini şehrin çarptırıp aşkımıza

    solumak gece

    terlemek gece

    gece çarşaflara...

    Açıklanacak, belletilecek olan belki

    milat öncesi ve sonrası lakırdıları

    karışık banka hesapları, navlun

    yani öylesine açık değil pek

    hatta

    - şehir mi, değil mi burası -

    kötürüm bir kurt çantamı karıştırıyor

    neden karıştırıyor, ne hakla

    direnmeler, erzurumlar, kalfalar

    gecenin ipini koparan gece safaları

    - Var mısın yok yere ağlamaya… Ki bir sis

    yanık bırakılmış bir fısıltı

    şehri sarıyor, bir dehliz olan bana ulaşamıyor ama

    herkesin içinde iğdiş bir bahar

    bacakları eriyor memurların, evkızlarının

    ve saat 24 vardiyasının işçileri

    inmiyorlar ocaklarına.

     

    Yufka mıdır

    yufka mıdır benim bakışım dünyaya

    ki acılarıyla başlatırım insanları

    derimi yalayarak geçen mevsim

    beni alır şehirden yıpranmış bakışlarla

    her askere gidenin, her tören yorgunun

    kondurur kemerinin kaşına.

    Böylece ben, o küskün, o karışmayan dehliz

    koca bir tomruğu yüklenirim arkadaşlarla

    koca bir tomruğu kaldırıp kaldırıp

    kümbetlere, bitkinliğin bordasına...

     

    Kanın çığrından çıktığı saattir bu

    memelerini bana sıkıca bastırdığın

    hercai bir yürek somurtkan kepenklerin ardında

    şehri acıtan çocukluğumuza değdikçe

    biz seviştikçe bizi acıtan

    kukumav kuşları, manilerle dolu bir yatak

    zaç yağı şişeleri kocaman.

     

    Sen şimdi sevincimin akranısın

    ey kanıma çakıllar karıştıran isyan

    doğrusu seni toprağı eller gibi sevdim

    yaralarımı onduranımsın

    yatağımı hiç boş bırakmayan...

    Yüzümü ellerimle yine kapayayım mı?

    bekçi karısının belaltını mı anlatayım insanlara

    yoksa onlara bilinmez bir toprak mı adayayım

    değil

    partizanlığım dalaşmak istiyor anla

    bu sarsak hırgürüyle dünyanın

    dalaşmak dalaşmak dalaşmak

    böylece aşk akranım oluyor benim

    ey bayırdan ve yokuştan uzaklara

    ey çırpınan bir geyiktir memelerin

    kanın ısırgan otları gibi aklımda.


  12. Okuyacak ne çok şey var ve zaman ne kadar az!

     

    Ders kitaplarının arasına mahrem sevgililerinin resimleri gibi saklayarak evin soba yanan tek odasındaki kış gecelerinin Teksas ve Tommiks’lerini geride bıraktığım ilk mektep yıllarından sonra -ki kendilerini takip eden soluk benizliler yanlış istikamete gitsin diye Apaçilerin atlarının ayaklarına nalları ters çaktıklarını bu vesile ile bilirim- okuduğumu hatırladığım ilk kitap, Peyami Safa’nın 9. Hariciye Koğuşu olmuştu.

    Kitabı elime aldığımda önce Kızılderili reisi Oturan Boğa’ya ihanet ettiğim için utandığımı ve bir asker hikâyesi okuyacağımı vehmederken safran boyalı koridorlardan eter kokusu duyarak sükût-ı hayâle uğradığımı hâlâ unutmam. Galiba kitabın adındaki ‘Koğuş’ kelimesinin en masum askerî anlamıyla böyle düşünmüş ve Uşak sokaklarında asker koğuşu hayal eder olmuştum. 9. Hariciye Koğuşu’nu lise yıllarımda yeniden okuduğumda, ben de roman kahramanı gibi hasta yatağındaydım ve ıstıraplarımın ince sızılarında bir haram lezzeti duymuştum.

    Bunu, Peyami’nin Yalnızız’ı takip etti. O kitaptan aklımda kalan tek cümle -eğer yanlış hatırlamıyorsam- “Kendi kendimden nefretimin çerçevelediği ve çirkinleştirdiği bir dünyada yalnızım.” idi ve ben Peyami’nin, yalnızca bu cümleye anlam katabilmek için o koca romanı yazdığına inanmıştım. Gerçekten de ilk gençlik yıllarımın bütün ruh ummanları bu cümleyle çalkalandı ve Türkiye’nin 70’li yıllarına rastlayan bütün gençlik fikir ve bunalımları yavaş yavaş beynimin cidarlarında acıyla, nefretle formatlanmaya başladı.

    Yıllarım kitap satırlarının arasından süzülürken Ömer Seyfeddin, Refik Hâlid, Reşat Ekrem ve diğerleri birer dönem benim vazgeçilmezlerim oldular. Kütahya kahvehanelerinin kesif sigara dumanlarıyla grileşen duvarları ve Tekel markalı iskambil destelerinin konçinaları arasından sıyrılıp -ki heder edilmiş o birkaç yıla hâlâ acırım- sağlıklı nefesler aldığım zamanlarda kitaplarla muaşakaya devam ettim. Spor yapıyor ve kitap okuyordum. Hâlâ özlemini duyduğum ve dudağımda tatlı gülümseyişlerle hatırladığım güzel bir hayattı, herkese tavsiye olunur!..

    İtiraf etmeliyim ki şiir kitapları hiç ilgimi çekmiyordu. Çünki yazdığım dörtlüklere sitayişler yağdırıp ileride büyük şair olacağımı söyleyen arkadaşlarım ve hocalarım yoktu. Bugün bir şair olamamışsam ve ömrüm şairleri kıskanmakla geçiyorsa eğer, bunun sorumluları onlardır.

    Siz, adına taşralılık kompleksi deyin, ben imkansızlık diyeyim; gençliğimi savurduğum şehirlerde kimsenin, en azından benim çevremdeki insanların kitapla alâkaları bulunmuyordu. Bu yüzden kitap biriktirmeye başlamam üniversite sıralarına rastlar. Bugün kütüphanemde ortaokul yıllarından kalma tek kitap, vaktiyle cildini de kendi elcağızımla yaptığım Hayat Büyük Türk Sözlüğü’dür. Şevket Rado’nun haftalık fasiküller hâlinde yayınladığı ve inşaatlarda amelelikle geçen yorgun günlerin terapi seansları gibi bilmediğim kelimelerini okumayı alışkanlık edindiğim bir kitaptı o ve hâlâ aralarında zaman zaman kendi parmak izlerimi bulurum. 1974 yazıydı ve üniversiteli olmanın eşiğindeydim. Akakuro Kurusava’nın Çaynâme’sini okudum. Doğu kültürüne yabancı Batı’nın onu küçümseyen tavrına içerledim. Edebiyat okumamda Kütahya’daki Vahitpaşa Kütüphanesi’nin elyazma Fuzulî divanı ne derece etkili olduysa (-ki yazdığım mektuplara epigraf bulabilmek için koca elyazma nüshaları kekeleye kekeleye okumaya çalıştığımı şimdi size söylesem gülersiniz-), Çaynâme de o kadar bunu desteklemiş, belki de Doğu’nun kara leke sürülmüş yüzünü ağartma hedefine beni yönlendirmiştir.

    Osmanlı tarihi ve edebiyatıyla tanışmam, Erzurum ve İstanbul’da geçen üniversite yıllarıma rastlar. Tanpınar’ın 19. Asır Türk Edebiyatı Tarihi’ne çarpılmıştım. Onun açtığı kapıdan girerek artık İsmail Hâmi’ler, Uzunçarşılı’lar, Pakalın’lar, Öztuna’lar okuyordum. Ve bir de Necip Fazıl ile Cemil Meriç... Türk Klasik Edebiyatı’nı sevmiştim ve bir dönem, onunla ayrı dünyaların insanı olduğuma yanarak geçti. Âşıktım; ama onu tanımıyordum. Nihad Sami merhumun Resimli Türk Edebiyatı Tarihi benim Divan-u Lugati’t-Türk’ümdü. Oradan berceste eserleri seçmeye, okumaya, ezberlemeye başladım. Mesnevî, Gülistan, Kelile ve Dimne, Eflakî Menakıbı, Hafız Divanı vs. derken Kebikec benim de dünyamı kemirmeye başladı. Dante, Homeros, Shakespeare, Goethe bilgimin öteki yüzünü oluşturdular. Artık rahmetli Harun Tolasa hocamın hazırladığı Ahmed Paşa’nın Şiir Dünyası ile tanışma vakti gelmişti. Ardından Ferid Kam, Tahirü’l-Mevlevi, Köprülü, Gölpınarlı, Banarlı, Tarlan, İpekten, Alparslan, Çavuşoğlu, Karahan, Çelebioğlu vb. Hepsine Teala’dan rahmet dilerim.

    Ve Stuart Mill’in ifadesiyle, “Kutsal su, bir baştan yüzlerce başa ayrıldı.” Ve ben İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nin kitaplığında memuriyete başladım. Şimdi size bir kütüphanede çalışıyor olmanın bin bir faydasını sıralamam abes olabilir; ancak benim için ne olduysa işte o zaman oldu, bilimsel okumanın lezzetini o zaman kavradım. Artık elyazmalarının âherli dünyasını, ebru ciltlerin mikleplerini, ortaçağ Türk sanatının dizilip gelen rik’alarını, siyakatlarını anlamaya başlamıştım. Güllerin ve bülbüllerin, ebrûların ve gamzelerin, gazellerin ve kasidelerin kırkıncı kapısından girme zamanıydı o. Önümde bir medeniyet duruyordu ve şimdi ne Troya kentini keşfeden Schliemann, ne Tut-enk-Amon nam Firavun’un mumyasını çözen Champollion; ne mikrobu keşfeden Pasteur, ne de arzın cazibesi kanununu haber veren Galileo Galilei, benim kadar mutlu olamazlardı. O medeniyet aynasında hüsn-i ta’lillerin fıstıkî feracelerine bürünmüş güzellerinin ve onların müraat-i nazîrlere bulaşmış ateşi etrafında kelebekler gibi dönen derbeder şairlerin nefeslerini duyabiliyor; saraylar ve konaklarda, sokaklar ve dükkânlarda, tekkeler ve medreselerde, mesire ve sayfiyelerde hangi âhenkle yaşayıp ne tür vezinlerde güldüklerini yahut ağladıklarını, sevindikleri yahut üzüldüklerini anlayabiliyordum.

    Türk klasik şiiri meğer benim için bir tarz-ı hayat imiş; beni öyle buldu. Hâlâ şiir yazamam; ama şiirin has bahçesindeki seyranın yolunu yordamını iyi bilirim. Bunu, Fuzulî’den, Bakî’den, Nef’î’den, Yahya’dan, Nailî’den, Galib’den, Nedim’den öğrendim. Galib Dede, “Birdenbire bul aşkı, bu tuhfe bulanındır.” diyordu ve ben, tam da onun dediği bir hediye gibi birdenbire aşkımı bulmuştum. Bu aşk beni iflah etmeyecekti, biliyordum. Artık kitaplarım, divanlar olmuştu ve çocukluğumda bütün merhamet duygularımı sömüren kızılderili reisi Oturan Boğa şimdi müstesna gazeller yazmaya başlamıştı. Üniversite yıllarından sonra yanlış bir karar ile asker olmuş, gülle bülbülle sohbet ederken birdenbire üniformayla postalla uğraşmaya başlamıştım. On beş yıl sürecek bu dönem içinde okumayı ve yazmayı asla bırakmadım; hatta dönem dönem okuyup yazmayı bir teselliye bile dönüştürdüm. Anladım ki Divan şiiri için yazdıkça daha çok yazmak gerekiyordu; ve daha çok yazmak için de daha çok okumak... Tarih, medeniyet tarihi, sosyal bilimler, felsefe, sosyoloji, sanat vs. ne bulursam okuduğum yılların semeresini hiç durmadan yazmam gereken yıllarda gördüm. Divan şiirinin püf noktalarını ve eski şairlerin hayatlarını keşfetmiştim. Bu bana hem bir bakış açısı hem de yazma kolaylığı sağlıyor; hemen her konuda eskilerin ne söylediklerine dair birkaç beyit nakletme cesareti veriyordu. Benim için yazıda bir konu sıkıntısı da yoktu üstelik. Herhangi bir divanın herhangi bir sayfasındaki herhangi bir beyitten elbette bir gazete fıkrası çıkabilirdi. Yahut en sıkışık zamanlarda bir divanın gazeller bölümünden fala bakar gibi bir sayfa açıp ilk karşılaşılan gazel hakkında yazı yazmanın keyifli bir macera olduğunu söyleyebilirim size. Şimdi mi?!..


  13. GİZLİ BAKIŞLAR

     

     

     

    Bir bakış ki, açıyor gönül muammasını,

    İki sevdalı kalbin en gizli yarasını

    Bir bakış ki, kudreti hiçbir lisanda yoktur.

    Bir bakış ki, bazen şifa, bazen oktur.

     

    Bir bakış, bir âşığa neler anlatır,

    Bir bakış, bir âşığı saatlerce ağlatır,

    Bir bakış, bir âşığı aşkından emin eder,

    Seven insanlar daima gözleriyle yemin eder.


  14. Bugünkü Kuzey Kafkasya'da bir İslami potansiyelden söz edilebiliyorsa bu, büyük ölçüde Şeyh Şamil ve müridlerinin organize ettiği tasavvufi cihad hareketi yıllarında olmuştur. Özellikle bugünkü Kafkasya'da İslami geleneğin en güçlü şekilde yaşandığı Dağıstan bölgesinde 19. yüzyıl boyunca yaşanan İslami hayat, yaklaşık 70 yıl sürdürülen din düşmanlığı politikalarına rağmen bugüne kadar ulaşan bir canlılıkla yaşanmıştır. Sırasıyla İmam Mansur, Gazi Muhammed, İmam Hamzat ve İmam Şamil önderliğinde yürütülen cihad yıllarında şehid düşen mücahidlere ait makamlar bugün Kafkasya müslümanlarının manevi kimliklerini koruyucu bir vasıta olarak varlıklarını sürdürmektedir. Hemen her karış toprağı şehid kanıyla sulanmış,her kayası bir savaşın siperi olmuş Dağıstan son iki asır boyunca İslam'ın kalesi haline gelmiştir.

    Şeriatın deruni yönünü oluşturan ve İslam'ı şekli bir takım törenler olma ötesine ulaştırarak kalbi bir lezzet ve coşkuya tahvil eden tasavvuf, Dağıstan'ın günlük yaşantısının bir parçası haline dönmüştü. Bir mürid için cihad en coşkulu bir zikir halkasının doruk noktası ve cazibenin ruhları kanatlandırdığı andı.

    Kafkasya'da Müridizm adını alan tasavvuf hareketinin ikinci önderi olan İmam Gazi Muhammed, Nakşibend tarikatı müridlerinden Kuralı Muhammed ve O'nu takiben Şeyh Cemaleddin Gazikumuki'ye intisab etmiştir. İmam Gazi Muhammed, Şeyhi Kuralı Muhammed 'in kendisine verdiği "Kulun emrine değil Allah'ın emrine uyarak Ruslara karşı cihada başlaması" talimatıyla cihad bayrağını kaldırmıştır. İmam Gazi Muhammed 1829'da 36 yaşında neşrettiğ "İkamet-ül Burhan Ala İrtidadi Urefa-i Dağıstan" adlı eseriyle Gimri'den başlamak suretiyle halkı cihada davet etmiştir. 1831 yılından itibaren Ruslarla şiddetli çarpışmalara giren İmam Gazi Muhammed, merkez üssü olan Gimri'de 17 Ekim 1832 tarihinde girdiği çarpışmada çok ağır bir şekilde yaralanır. Hayata gözlerini kapatırken başucunda bulunan ve yaralı durumdaki önde gelen müridi Şamil'e şunları söyler: "Şamil ! Rüyamda halkın, Dağıstan'ın Koysu Irmak'ına bir direk diktiğini gördüm. "Bu direk nedir?" diye sorunca "İmam Gazi Muhammed'dir" dediler. Bu direk su akıntısına bir süre direndikten sonra devrilerek akıntıya kapıldı. Halk yine bir direk dikti ve "Bu da İmam Hamzat'tır" dediler. Ancak bu ikinci direk daha kısa bir sürede devrildi. Halk üçüncü bir direk daha dikti. Bu sonuncu direk akıntılara çok uzun süre direndi. "Bu kim ?" diye sorunca "O Şamil'dir" cevabını aldım. Bu rüyam gösteriyor ki; bana yolculuk görünmüştür. Yerime geçecek olan Hamzat da kısa bir süre sonra beni takib edecektir. Dağıstan'ın geleceği sana emanettir, bütün ümid sendedir. Allah yardımcın olsun..."

    Oracıkta şehid olan İmam Gazi Muhammed, Gimri'den alınıp köy köy dolaştırıldıktan sonra Tarku'da toprağa verilmiş daha sonra da vasiyetine uygun olarak Şeyh Şamil'in İmamlık döneminde Gimri'ye nakledilmiştir.

    İmam Gazi Muhammed'in ardından İmamlık makamına geçen İmam Hamzat iki yıl sonra 19 Eylül 1834'de 45 yaşında iken şehid edilmiş ve İmam Gazi Muhammed'in rüyasında gördüğü gibi o sırada 37 yaşında olan Şeyh Şamil 2 Ekim 1834'de imamlığa seçilmiştir.

    1797'de Dağıstan'ın Gimri avulunda doğan Şamil, zahiri ve batıni eğitimini, daha sonra kayınbabası da olan Şeyh Cemaleddin Gazikumuki'nin yanında tamamlamıştır.

     

    Şeyh Şamil'in mürşidi ve kayınbabası Şeyh Cemaleddin Gazikumuki (K.S.) Dağıstan'dan İstanbul'a hicretten sonra bir süre Üsküdar'da yaşamış ve vefatından sonra Karacaahmed Kabristanı'nda toprağa verilmiştir.

    İmamlık seçimi sırasında bir konuşma yapan İmam Şamil: "İmamlığı yalnız şu şartıma mutlak suretle uyacağınıza söz verirseniz kabul ederim. Son derece şiddetli hareket edeceğim. Bu celala tahammül edeceğinize ve asla şikayetlenmeyeceğinize söz veriyor musunuz?" deyince bütün müridler "Önümüze atalarımızın mezarı çıksa, son oğlumuz düşman elinde kalsa, senin emrinden çıkmayız" diyerek biat ettiler ve böylece Şeyh Şamil'in kanlı mücadelelerle geçecek İmamlık dönemi başladı.

    25 yıl süreyle Ruslar ile Dağıstan'ın dört bir köşesinde savaşan Şeyh Şamil ve müridleri teknik bakımdan kıyaslanamaz derecede güçlü ve 250 bin kişiye kadar ulaşan kalabalık Rus ordusuna karşı kahramanca savaştılar. Özellikle 1854 Kırım Savaşı'ndan sonra bütün gücüyle Kafkasya ve Dağıstan'a yüklenen Rus ordularına karşı savaşında devrin en güçlü "İslam Devleti" olan Osmanlı Devleti'nden en ufak bir yardım bile alamayan Şamil ve sadık müridleri son direnme noktası olan Gunib Dağı'na çekildiklerinde Şamil'in yanında sadece dörtyüz mücahidi kalmıştı; Gunib Dağı'nda süren çetin günlerde bu sayı 100 kişiye indi.

    Yanında bulunan ulemanın tavsiyesi ile, son müridlerinde hayatlarını kaybetmesini istemeyen Şeyh Şamil, 1859 yılı Eylül ayının ilk günlerinde Rus generali Prens Baryatinski izin verilmesi başta olmak üzere bazı şartlarla teslim olmak zorunda kaldı. 6 Eylül 1859 günü Temirhan Şura şehrine getirilen Şamil, yanındaki aile üyeleri ve yakın müridlerinden oluşan 40 kişilik bir kafile ile 11 Eylül 1859'de Sen Petersburg'a nakledildi ve bir ay sonra esaret süresinin büyük kısmını geçirmek üzere Kaluga'ya götürüldü.

    63 yaşında esir düşen ve Kaluga'da geçen ilk üç yılında manevi yönden büyük sıkıntılar çeken Şeyh Şamil'in o güne kadar ağarmamış olan saç ve sakalı tamamen bembeyaz hale gelmişti. Türk topraklarına gitmelerine izin verileceği sözü ile teslim olan Şamil'e verilen bu söz, uzun süre unutulmuş ve Şeyh Şamil'in Kaluga'daki esareti 10 yıl kadar sürmüştür. 10 yıl sonra Kaluga'dan Kiev'e nakledilen Şeyh Şamil burada görüştüğü Çar II. Aleksandr'dan Osmanlı ülkesine gönderilmesini rica etmiş ve oğulları Gazi Muhammed ile Muhammed Şafi'yi rehin bırakmak şartıyla bu isteği yerine getirilmiştir.

    1870 yılında bir Rus gemisiyle İstanbul'a gelen Şeyh Şamil Kabataş iskelesi'nden bir saltanat kayığı ile alınarak devrin hükümdarı Sultan Abdulaziz tarafından karşılandığı Dolmabahçe Sarayı'nda ağırlanmıştır. Abdulaziz Han'ın büyük iltifatlarıyla karşılaşan Şeyh Şamil Sultan'a kendisi ve ailesi için hiçbir maddi isteği olmadığını, ancak Mekke ve Medine'yi ziyaret maksadıyla Hicaz'a gitmelerinin sağlanmasını söylemiştir. Sultan Abdulaziz'in sağladığı bir gemiyle Hicaz'a doğru yola çıkan Şeyh Şamil ve ailesi gemi ile Mısır'a uğramışlar ve burada Mısır Hidivi İsmail Paşa tarafından bir süre misafir edilmişlerdir. Bu misafirlik sırasında Şeyh Şamiil, Cezayir bağımsızlık tarihinin unutulmaz mücahidi Kadiriyye tarikatının önde gelen simalarından Emir Abdulkadir ile tanışmışlardır. Böylece 19. yüzyıl boyunca biri Kafkasya'da, diğeri Cezayir'de cihad tarihine altın sayfalar ekleyen iki mürşid ve mücahid buluşmuş oluyorlardı. Mısır'daki 1 ay kadar süren misafirlikten sonra Kızıldeniz yoluyla Arabistan'ın Cidde limanına gelen Şeyh Şamil ve yanındakiler başta Mekke emiri Şerif Abdullah olmak üzere Hicaz'ın önde gelenleri tarafından karşılanarak Mekke'ye getirildiler, O yıl Hacc-ı Ekber olduğu için normale göre daha fazla sayıda olan hacılar Kabe'yi ziyareti sırasında İslam aleminin her yanına yayılan ününü işittikleri bu büyük mücahidi görmek isteyince Şeyh Şamil Kabe'nin çatısına çıkarılarak bütün hacıların kendisini görmesi sağlanmıştır. Şeyh Şamil'e nasib olan bu büyük mazhariyet Allah rızası için 30 yıl aralıksız süren cihadın bedeli olmasa bile, Kabe avlusunu dolduran bütün müslümanları büyük bir vecde sürüklemiştir.

    Hacı olduktan sonra Mekke'den Medine'ye geçen Şeyh Şamil Peygamberimiz (S.A.V.)'in soyundan gelen Ahmed er-Rufai'nin evlatlarına tahsis edilen dergahta misafir edilmiş ve büyükdedesi ile aynı ismi taşıyan şeyh ve müridleri tarafından ağırlanmışlardır. Medine'ye geldiği gün Ravza-i Mutahhara'da Rasulullah(S.A.V.)'in ayak ucunda, yanında bulunan 70 Kafkas mücahidi ile saf tutan Şeyh Şamil ömrünün son demlerinde manevi huzuruna geldiği Peygamber'i(S.A.V.)'ne kavuşmuştur. Şeyh Şamil'in bu ziyaretinin makbul oluşuna şahid olan bir rivayete göre Şamil'in Medine'ye geldiği günlerde Peygamber (S.A.V.) soyundan gelen en yaşlı seyyid ve şerif olan zat, bir rüya görür. Rüyasında Peygamberimiz (S.A.V.) onlarca kuşaktan bu torununa "Oraya gelen en büyüğünüz ve saygıya layık konuğunuz Şamil'dir. Kendisine hürmet ve hizmette kusur eylemeyin! " buyurur.

    Artık ömrünün son demlerine geldiğini hisseden İmam Şamil, Rusya'da rehin bulunan oğullarından birinin aile fertlerine sahip çıkmak üzere Medine'ye gelmesinin sağlanmasını Osmanlı Sultanından rica eder ve oğlu Gazi Muhammed, yapılan girişimler sonrasında Hicaz'a doğru yola çıkar. Bu sırada iyice rahatsızlanan Şeyh Şamil'in son anlarında başında misafiri olduğu dergahın şeyhi Ahmed er-Rufai ve Şeyh Şamil'in o sırada henüz 7 yaşında bulunan küçük oğlu Muhammed Kamil bulunmaktaydı. Şeyh Ahmed er-Rufai, Şamil'in son anlarında olduğunun farkındadır ve O'na Kelime-i Tevhid'i telkin eder. Kelime-i Tevhid için otuz yıl gaza meydanlarında yaralar alan, kan döken Şeyh Şamil son bir gayret ile sağ parmağını kaldırarak Kelime-i Şehadet getirir ve ruhunu Rabb'ıne teslim eder. Ertesi gün ailesinden yanında bulunanların son defa babalarını gördüğü sırada Şamil'in gaza meydanlarında aldığı yaralarla süslü bedenini yıkayıp teçhiz ve tekfin edecek olan şeyh Ahmed er-Rufai Şamil'in daha küçük bir çocuk olan oğlu Muhammed Kamil'i babasının yanına götürerek şunları söyler: "Oğlum, babanın mubarek elini kokla!.." Ve çocuk babasının cansız elini öperken sözlerini şöyle sürdürür.:"Duyduğun koku ancak şehidlik mertebesine erenlerde ortaya çıkan mübarek bir kokudur. Bil ki, baban kutlu şehidler kafilesinin sancaklarındandır. " Kafkasya'da Dağıstan'ın Gimri avulundaki bir dağ evinde başlayan, onlarca kez ölümle karşılaşan ve bütünüyle Allah yoluna adanan bir ömrün Peygamber (S.A.V.)'in makamı olan Medine'de sona ermesi ancak Şeyh Şamil'e lütfolunan bir ayrıcalıktı. Şeyh Şamil, Peygamber Mescidi'nde kılınan namazdan sonra Cennet'ül Baki kabristanında Peygamberimiz (S.A.V.)'in eşlerinin defnedildiği bölgede toprağa verildi.

    "Kafkasya'da güneşe bakıp da Şamil'i hatırlamamak mümkün değildir. O Kafkasya'nın kara günlerini aydınlatan güneştir." sözleri bugünkü Kafkasya için de geçerlidir. Bugün Kafkasya ve Dağıstan'da ülkeyi işgal eden güçlere karşı yürütülen mücadelenin yollarını da yine "Şamil Güneşi" aydınlatmaktadır. Artık destanlaşmış olan hayatı, savaşları, sözleri ve hayata geçirdiği ilkeleri ile Şeyh Şamil, bugün Kafkasya ve Dağıstan'da dipdiri olarak yaşamaktadır. Allah yoluna adanmış ve bu adanmışlık defalarca ölümle sınanmış bir mücahidin nasıl ölümsüz hale geleceğini anlamak isteyenler, Şamil'in hayatını okumalıdırlar. Şeyh Şamil'in bugünkü ve yarınki Kafkasyalılara yol gösteren şu birkaç sözü bile böyle bir niyeti olanlara bir fikir verecektir:

     

    "Allah güçlülerin başaramadığını bir zayıfa başartmaya kadirdir"

    "İnsanların en soylusu Allah'tan en çok sakınandır"

    "Allah'ın verdiği nimetlerle günah ve kötülük yolunda güç kazanmak ne kötüdür"

    "Allah ile açık olsun-gizli olsun ilişkiniz edeb üzre olmalıdır."

    "Allah' giden yollar gökteki yıldızlardan daha çoktur ve ben o yollardan birisine talibim"

    "Bir mürşide bağlanırken ondan keramet beklemeyin; şeriata bağlı olduğunu ve hak yolda yürüdüğünü görmeniz yeterlidir."

    "Arkadaşını affet; affettiğini hatırlama ve hatırlatma!.."

    "Torunlarınıza bırakacağınız en büyük miras tevhid için savaşmak ve Allah kelamını yayma yolunda can vermeyi öğretmek olacaktır. Torunlarımız cihad günlerinde kuyruk değil baş olmalıdır."

    "Ölümümüz bizi Allah'a kavuşturacağı için kutludur. Dünyaya geldik, Hakk'ın eserlerini gördük, gönülden vurulduk; emirlerindeki hikmete inandık. Hakk'a kavuşmamız olan ölümü de gönülden özlemeliyiz. Müslüman için bir vuslat ve mutluluk anı olan ölüm ancak kafirler için gerçek bir azaptır."

    "Şehid ruhları yeşil kuş kanatları üzerinde Allah'a ulaşır. Allah yolunda kan dökünüz, yurdumuz için ölünüz ve şehid olmaya koşunuz !.."

    Hayatı boyunca bu sözlerin anlamını şerheden Şeyh Şamil'in bugün Kafkasya ve Dağıstan'da yaşayan torunları Şamil'i anladığı takdirde bu dünyada pekçok şey değişecektir.

     

     

    İMAM ŞAMİL' İN HAYAT HİKAYESİ

     

    Rusların, Kafkasya'da ortadan kaldırmak istediği İslâmiyeti, tekrar ihyâ etmek, yaymak için uğraşan, Kafkas-Rus mücâdelesinin en unutulmaz simâsı ve düzenli Rus ordularını dize getiren büyük mücâhid , Kafkas kahramânı, âlim ve velîdir . 1797 (H.1212) senesinde Dağıstan'ın Gimri köyünde doğdu. Babası Muhammed, ona Ali ismini verdi. Küçük yaşta ağır bir hastalığa yakalanan Ali'ye, âdetlerine uyarak, Şâmil ismini de verdiler ve o isimle çağırmaya başladılar.

    Küçük yaşından îtibâren ilim tahsîl edip âlim olması için, zamanın ulemâsından okudu. Şâmil, otuz yaşına kadar; tefsîr, hadîs, fıkıh ilimlerini, edebiyât, târih ve fen bilgilerini öğrenerek, büyük bir âlim, gönül sâhibi bir velî oldu. Rusların, Kafkasya'daki müslüman Türkleri esâret altına almak, kalblerindeki îmânı söküp atmak ve İslâmiyeti yok etmek için maddî ve mânevî bütün güçleri ile uğraştığını görünce, gönlündeki îmânın tezâhürü olarak cihâd aşkıyla ortaya atıldı. Kafkasya'da yaşayan Türkler, onu başlarına imâm, rehber seçtiler. İmâm Şâmil, daha önce Rusların esâretini kabûl etmiş kabîleleri de saflarına katarak, düzenli küçük bir ordu kurdu. Bu küçük ordusuyla yirmi beş sene, İslâmiyeti yok etmek, müslümanları ortadan kaldırmak isteyen Ruslara kan kusturdu. Nice generallerini harp meydanlarında öldürüp, nicelerini de çarlarına karşı küçük düşürdü, onları âciz bıraktı. Eşsiz bir mücâdele ile hayâtını geçiren Şeyh Şâmil, 1870 (H.1287) senesinde Medîne-i münevverede vefât etti.

    Zâhirî ilimleri Saîd Herekânî'den, tasavvuf ilimlerini ise aynı zamanda kayınbabası ve mürşidi olan Seyyid Cemâleddîn Gazikumûkî hazretlerinden öğrendi.

    Şeyh Şâmil, daha gençlik yıllarında Şeyh Mansûr ile başlatılan hürriyet mücâdelesindeki yerini aldı. Mansûr'dan sonra, Gâzi Muhammed, Kafkaslıların başına geçerek imâm oldu. O da gönül sâhibi bir velî idi. Şeyh Şâmil'in çocukluk arkadaşı olan Gâzi Muhammed, Ruslarla yaptığı Gimri muhârebesinde şehîd olmadan önce; "Kardeşim Şâmil! Bu savaşta şehîd olsam gerektir. Benden sonra Hamzat imâm olacak. Onun kısa süren imâmlığından sonra sen başa geçecek, senelerce Kafkasya'ya hükmedeceksin. Nâmın cihânı tutacak. Çar ordularını perişân edeceksin. Bu savaştan sonra Gimri'den gitsen bile yine kurtarıp, mezârımı düşman çizmeleri altında bırakmazsın inşâallah" demişti. Çarpışmanın şiddetlendiği bir an, Gâzi Muhammed şehîd düştü. Bu hâle çok üzülen Şeyh Şâmil, büyük bir hızla düşmana saldırdı. Birçok düşman öldürdü. Bu arada ağır yaralandı. Şeyh Şâmil'in yaralandığını gören GimriCâmiinin müezzini Mehmed Ali, onu tâkib ederek, savaş alanı dışındaki bir mağaraya sakladı. Şeyh Şâmil pekçok yerinden yaralanmış, kaburga kemiklerinden bazıları ve köprücük kemiği de kırılmıştı. Asıl yara, göğsünde ve sırtında olup, her tarafını kan kaplamıştı.

    Müezzin, oraya iki saat mesâfede bir köyde oturan Dağıstan'ın meşhûr cerrâhı, aynı zamanda Şeyh Şâmil'in kayınpederi olan Abdülazîz Efendiye durumu bildirdi. Abdülazîz, şifâlı otlarla yaptığı ilâçları Şeyh Şâmil'e tatbik ederek tedâviye başladı. Birkaç gün mağarada, daha sonra Unsokul köyünde tedâvi edilen Şeyh Şâmil, yirmi beş gün baygın yattı. Kendine geldiğinde annesini baş ucunda görünce, güçlükle; "Anacığım! Namazımın vakti geçti mi?" diye sordu. Namazlarını îmâ ile kılarak, aylarca yatakta yatan Şeyh Şâmil sıhhate kavuştu.

    1832 (H.1248) senesi şehîd düşen Gâzi Muhammed'in yerine, Hamzat Bey imâmlığa seçildi. Üç sene kadar faâliyet gösteren Hamzat Bey, 1835 (H.1251) senesinde Hunzah Câmiinde bir Cumâ günü şehîd edildi. Onun şehâdetinden sonra imâmlık, yâni liderlik vazifesi Şeyh Şâmil'e teklif edildi. Şeyh Şâmil, tevâzu göstererek daha ehliyetli birinin seçilmesini istedi. Hattâ namzetler de gösterdi. Gohlok'ta toplanan âlimler ve milletin ileri gelen temsilcileri, her türlü yetkiye hâiz olarak, Şeyh Şâmil'e imâmlığı kabûl ettirdiler.

    Rusları dize getirmenin ancak düzenli bir orduyla mümkün olacağını, teşkilâtlanılırsa çar ordularıyla baş edebilecek durumda olduklarını, dışardan hiçbir yardımın gelmeyeceğini, bu sebeple iş başa düştüğünü her gittiği yerde îzâh ediyordu. Tesirli hitâbetiyle halkı cezbediyor, müslüman olarak yaşamak aşkıyla yanan bu insanların kalblerine birer kıvılcım salıyordu. Bu uğurda şehîd olmanın mükâfâtının Cennet olduğunu bildiriyor, dînin emirlerine uymanın, yasaklarından kaçınmanın ancak hürriyet ile mümkün olabileceğini herkesin kalbine nakşediyordu. Şeyh Şâmil, kısa zamanda kısmen de olsa nizamlı bir ordu ve mülkî teşkilâtı kurmaya muvaffak oldu. Tecrübeli ve değerli yardımcıları, vekîlleri, ordunun ve mülkî idârenin başına getirdi. Bu nâiblerin en meşhûrları şunlardı: Şuayb Molla, Taşof Hacı, Duba, Hâcı Sadu, Ahverdili Muhammed, Kabet Muhammed, Hitinav Mûsâ, Nûr Muhammed, Muhammed Emîn, Hâcı Murâd. Yararlık gösterenlere altın ve gümüşten yapılmış nişanlar veriyor ve bu nişanlara; "Sonunu düşünen hiçbir zaman cesur olamaz.", "Kuvvet ve yardım ancak Allahü teâlâdandır.", "Cesûr ve yüksek rûhlu olana..." şeklinde cümleler yazdırıyordu. Şeyh Şâmil'in seçtiği bu nâibler, memleketin olduğu kadar, askerî birliklerin de sevk ve idâresinde üstâd idiler.

    Çar Birinci Nikola, yıllardırKafkasya'da yapılan savaşlarda başarılı olamadığını ve Şeyh Şâmil'in düzenli ordu kurarak hücumlarını sıklaştırdığını görünce, bu memleketi bir de sulh yoluyla elde etmeyi denemek istedi. Şâyet Şeyh Şâmil'i elde edebilirse, bu işin çabucak biteceğine inanıyordu. Kafkasya'daki müslümanları bir bayrak altında toplama sevdâsından vazgeçerse, kendisine en büyük makamların, rütbelerin verileceğini, başına krallık tâcı giydirileceğini, Çarlık hazînelerinin ayakları altına serileceğini bildiren göz kamaştırıcı şeytânî bir teklif hazırlatıp, en güvendiği generallerinden Viyanalı Kluk Von Klugenav'a verdi ve Şâmil'i sarayına dâvet etti. General, Şeyh Şamil'in huzûruna çıkmak için aracılar koydu. Güçlükle Şeyh Şâmil ile görüşmeye muvaffak oldu. 1837 senesinde Çar'ın gönderdiği elçiyi, maiyetiyle berâber, SulakNehri civârında kabûl etti. İmâm, Generale yere serdiği Kafkas yaygısında yer gösterdiği zaman, bir bacağı bir müslüman güllesiyle sakat kalan topal General, Şeyh Şâmil'i büyük bir tâzimle selâmladı ve istemeyerek bu yamalı yaygıya oturdu. Çar'ın sonsuz vâd ve pek parlak teklifleriyle dolu mektubunu okuyan General susar susmaz, İmâm hızla ayağa kalkarak; "Namazım geçiyor." diye heybetle geri çekildi. Namazını kıldıktan sonra gelen Şeyh Şâmil, sapsarı kesilen Generale kesin cevâbını şöyle bildirdi: "General! O Nikola'ya git ve de ki: Senin yerinde şu anda kendisi olsa ve bu alçakca teklifleri bana bizzat yapmak cesâretinde bulunsaydı, ona ilk ve son cevâbı şu kırbacım verirdi." İyice hiddetlenen Şeyh Şâmil şöyle devâm etti: "Ona söyle! Kahraman tebeamın kalblerinde kök salan bu eşsiz zafer inancını kökünden kazımadıkça, bu mübârek vatan topraklarını en son kaya parçasına kadar karış karış müdâfaa etmekten bizi men edemeyeceksiniz. Dînim ve vatanım uğrunda, bütün çocuklarımı ve âilemi kılıçtan geçirseniz, zürriyetimi kurutsanız, en son tebeamı öldürseniz, tek başıma son nefesimi verinceye kadar sizinle savaş edeceğim. Nikola'yı tanımıyorum. Son cevâbım budur." Daha sonra ayağa kalktı. Hiçbir şey söylemeye cesâret edemeyen General, huzurdan ayrılıp, Çar'ına durumu bildirdi. Çar, hazır bu yol açılmışken, ikinci bir teşebbüs olmak üzere Kafkas orduları başkumandanı General Feze'yi, İmâm Şâmil'e tekrar gönderdi. Onun da aldığı târihî cevap şudur:

    "Ben, Kafkas müslümanlarının hürriyete kavuşmaları için silaha sarılan gâzilerin en aşağısı Şâmil! Allahü teâlânın himâyesini, Çar'ın efendiliğine fedâ etmemeye yemin eden, özü sözü doğru bir müslümanım. Daha önce Çar Birinci Nikola'yı tanımadığımı, emirlerinin bu dağlarda geçersiz olduğunu General Klugenav'a anlayacağı şekilde tekrar tekrar söylemiştim. Bu sözleri sanki taşa söylemişim gibi, Çar, hâlâ görüşmek için beni Tiflis'e dâvet ediyor. Bu dâvete icâbet etmeyeceğimi bu mektubumla son defâ size bildiriyorum. Bu yüzen fânî vücûdumun parça parça kıyılacağını ve sırtımı verdiğim şu vatan topraklarında taş üstünde taş bırakılmayacağını bilsem, bu kesin karârımı hiçbir zaman değiştirmeyeceğim. Cevâbım bundan ibârettir. Nikola'ya ve onun kölelerine böylece mâlûm ola!"

    Şeyh Şâmil, teşkilâtlandırdığı yiğitleri hem din bilgilerinde yetiştirir, hem de askerî eğitimden geçirirdi. Köylerde bulunan bütün çocukların Kur'ân-ı kerîm okumasını sağlar, büyüklerin; tefsîr, hadîs, fıkıh gibi dînî ilimlerin yanısıra, zamânın fen bilgilerinde de yetişmesi için uğraşırdı. Din bilgisi olmayan câhillerin Ruslara aldanacağını, vatanını koruyamayacağını, böylece hem dünyâda esâret altında kalacağını, hem de âhirette acı azâblara dûçâr olacağını buyururdu. Bu sebeple, emri altındaki her köy, kasaba ve şehirde medreseler açtırır, hem din, hem de fen ilimlerinin okutulması için uğraşırdı. Kendisi bizzat bu derslere katılır, talebelerine ders verirdi. Başarılı talebelerine mükâfâtlar dağıtırdı. Medresede okutulan dersler yanında, silâh kullanmak, kılıç çekmek, ok atmak, ata binmek gibi konularda eğitimler yaptırır, savaş ânında herbiri birer komutan olacak şekilde yetiştirirdi. Bundan dolayı Şeyh Şâmil, hem milletinin, askerinin devlet reîsi, kumandanı, hem de hocası, imâmı idi. Bu sebeple Kafkasyalı müslümanlar, onu canları gibi çok severler, her emrine şartsız itâat ederlerdi. Vatanlarını Ruslara karşı müdâfaa etmek ve bu uğurda şehîd olup Allahü teâlânın rızâsını kazanmak, her Kafkasyalı müminin yegâne arzusu idi. Çocuklarını, Allahü teâlânın dostlarını sevecek, düşmanlarından da nefret edecek şekilde yetiştirirlerdi. Onlar için Rusları sevmek, onlara boyun eğip emirlerine girmek kadar tehlikeli bir şey olamazdı. Her çocuğa, İmâm Şâmil'in ve diğer âlimlerin muhabbeti, Ruslara olan düşmanlık anlatılırdı. "Hubb-i fillah ve buğd-ı fillah"ın (Allahü teâlânın dostlarını sevmek, düşmanlarından nefret etmek), îmânın asıl sebebi, şartı olduğu, bu olmadıkça hiçbir ibadetin cenâb-ı Hakk'ın katında makbûl olmadığı öğretilirdi.

    Rus kuvvetleri hep hezimete uğradı. Yenileri birbirini takib etti. Çar Birinci Nikola, bu hezîmetlerden sonra, bütün Kafkasya'yı fethetmek, Şeyh Şâmil'i ele geçirip bütün müslümanlara kötü günler yaşatmak maksadıyla, ordularının en seçkin generallerini bu işde vazifelendirdi. Napolyon'u mağlub eden bu meşhûr generaller; Fraytag, Svarts, Klugenav, Argutinski idi. Kalelere bıraktıkları ihtiyat kuvvetleriyle birlikte elli bini bulan bu seçme ordu, dört koldan harekete geçti. Netice yine Rus ordularının hezimeti ve bir avuç müslümanın zaferi idi.

    Şeyh Şâmil'in, bu kadar kısa sürede, harp târihinde ender rastlanan bir zaferi kazanması ile, Avaristan baştanbaşa düşman çizmelerinden temizlendi. Rusların yirmi beş müstahkem mevkii zapt ve tahrîb edildi. İki binden ziyâde Rus askeri esir alınıp, binlercesi öldürüldü. En mühimi, yenilmez sanılanRus ordularını çok az bir müslüman Türk'ün îmân gücü ile nasıl perişân ettiğine Rus Çarı dahî hayretle şâhid oldu. Rus kaynakları 1843 senesinde yapılan bu harplerin netîcesi hakkında şöyle demektedir:

    "Şâmil, Avaristan'da taş üstünde taş bırakmadı. Unsokul, Balakan, Moksok, Ahalçi, Tsanah, Hassat, Gergebil, Burunduk, Hunzah, Nizovaye, Ziran, Gimri gibi en önemli üslerimizi, mevzilerimizi kâmilen ele geçirip temelinden tahrib etti. Rusya'ya çok pahalıya mal olan bu Avaristan muhârebelerinde yaptığımız müthiş masrafları, verdiğimiz korkunç insan ve malzeme zâyiatını hesab edecek olursak, bu savaşın Kafkasya'da yaptıklarımızın en kanlı ve zararlısı olduğu meydana çıkar."

    Bu savaşlar netîcesinde Kafkasya'da yaşayan müslüman Türklerin mâneviyâtı yükseldi. Ruslara karşı müthiş bir direniş başladı. Şeyh Şâmil'e karşı olan güvenleri çoğaldı. Canla başla ona yardıma karar verdiler. Bu savaş, Çar Birinci Nikola'nın gururunu kırdığı gibi, plânlarını da alt üst etti. Napolyon'a karşı gâlip gelen meşhûr Rus generalleri, iki kolorduya yakın büyük bir kuvvet ile Avaristan'a saldırdıkları hâlde, Şeyh Şâmil'in bir avuç ordusu karşısında tutunamamışlar, felce uğramışlardı.

    Çar Nikola, bu hezîmetten sonra da, Şeyh Şâmil'in karşısına General Vorontsof'u çıkardı. Onu Kafkas Orduları Başkumandanlığına getirerek; "Bütün ordularım bu uğurda fedâ olsun. Hazînelerimin bütün kapıları Kafkasya için ardına kadar açıktır. İstediğin her şeyi bol bol alabilirsin. Bunun karşılığında sizden Şeyh Şâmil'i ölü veya diri olarak ele geçirmenizi ve Dargo denilen yuvasını kasıp kavurarak çiğnemenizi istiyorum" dedi. General Vorontsof, Kafkasya'yı bir uçtan bir uca fethetmek için altmış bin kişilik bir kuvvetle harekete geçti. Şeyh Şâmil'in yok denecek kadar az bir askeri karşısında perişân olup şaşkına döndü. Bir buçuk ay içinde elindeki bütün cephânelerini, güllelerini İmâm Şâmil'in yaptırdığı sahte istihkamlara, boş siperlere günlerce atarak bitirdi. Hakîkî muhârebelere daha girişemeden cephânesiz kaldı. Geriden gelen mühimmat ve askerin yiyeceğini, erzakları Şeyh Şâmil'in yaptığı baskınla kaybetti. Şeyh Şâmil'in iki ay süren çok mahâretli ve kanlı yıpratma muhârebeleri karşısında mevcûdunun büyük bir kısmını ve üç generalini kaybetti.

    Şeyh Şâmil, yeni bir gazâ için hazırlanmaya başladı. Ordusuna, Rusların müslümanlara yaptıkları katliamları, ettikleri işkenceleri ve zulümleri anlatıyordu. Dînini yayabilmek için, vatanlarını korumanın en büyük ibâdetlerden olduğunu, bu uğurda şehîd olmanın öneminden ve Cennet'teki yüksek derecesini haber veriyordu. Peygamber efendimizden ve Eshâb-ı kirâmdan misâller getiriyor, onların hiç rahat yüzü görmediklerini, hayatlarının sonuna kadar İslâmı yaymak için diyar diyar dolaştıklarını, çok az bir kuvvetle pek büyük düşman sürülerine gâlip geldiklerini anlatıyordu. Halk heyecanla dinliyor, o anlattıkça Allahü teâlânın düşmanı olan Ruslara karşı nefretleri artıyordu. Ruslar harp meydanlarında devamlı yenilince ova köylerinde mezalime başladılar. Bu köylerden gelen iki kişi halkın çâresiz hâline Rusların kadın çocuk demeden yaptıkları mezâlimi Şeyh Şâmil'in annesine anlattılar. Annesi, Şeyh Şâmil'i yanına çağırdı. Annesinin en küçük arzusunu kendisine büyük bir emir telakkî eden muhterem İmâm, annesinin yanına gitti. Biraz önce dinlediği vahşetten gözleri yaşla dolan heybetli ana, oğluna; "Evlâdım! Uzak Çeçen köylerinde Rusların yaptığı anlatılmaz işkenceleri ve öldürülen yiğitlerin haberini öğrendim. Kendilerini müdâfaa edemeyen bu köylüleri boş yere kırdırmasan ve Ruslarla belirli bir müddet için mütâreke yapsan olmaz mı?" deyiverdi. Bu sözleri anasından işiten kahraman İmâm, beyninden vurulmuşa döndü. Şeyh Şâmil, bir tarafta vatanın selâmeti ve bu uğurda Ruslarla kanının son damlasına kadar mücâdeleye karar vermiş insanlar, bir tarafta da incitilmesi büyük günahlardan olan ana gibi iki müthiş ateş arasında kaldı. Senelerdir, İslâm düşmanı olan Ruslarla mücâdele etmişti. Hattâ vücûdunda yara almadık yeri kalmamış gibiydi. Bu uğurda; eşi, hemşiresi, oğlu, amcası ve binlerce müslüman Türk şehîd olmamış mıydı? Bu sebeple düşmanla anlaşmaya kalkanlar için kânunlar konulmuş, onlara şiddetli cezâlar verileceği bildirilmişti. Şeyh Şâmil'in bu istek karşısında bir anda sararıp gül gibi solduğunu gören ana, oğlunun kalbine fecî bir hançer sapladığını anlayarak yaptığına pişmân oldu ve; "Dilim tutulsaydı da oğluma böyle bir şefâatte bulunmasaydım. Müslümanların kâfirlere boyun eğmesi gibi büyük bir günâhı işletmeye sebep olmak ne kötü. Elbette oğlum bunu kabûl etmeyecektir. Yâ Rabbî! Bu işin hâlledilmesi için oğluma yardım eyle, beni de affettiklerinin arasına al!" dedi. Sonra kimsenin yüzüne bakamadan evine girdi. İmâm Şâmil ise güç durumlarda namaza durur, günlerce yemeden içmeden o işin hâlledilmesi için Allahü teâlâya yalvarırdı. Yine öyle yaparak mescide halvete çekilen Şeyh Şâmil, gözyaşları arasında namaza durdu. Kur'ân-ı kerîm okudu. Allahü teâlânın sevgili kullarından, başta hocası Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî ve diğer büyüklerden yardım diledi. Onları vesîle ederek cenâb-ı Hakk'a niyâzlarda bulundu.

    İmâm'ın korktuğu tek şey, müslümanların kalblerindeki düşmanla mücâdele azminin kaybedilmesi, îmânlarının sarsılması idi. Halkın Ruslarla anlaşmaya meyletmesi demek, esâreti kabûl edip, İslâmın emirlerini yapamamak, yasaklarından kaçınamamak, en mühimi îtikâdlarının bozulması demekti. Üstelik bu korkunç isteğe şefâatçı olan anasıydı. Din ve vatan için, bir değil binlerce ana, oğul fedâ olmalıydı. Şeyh Şâmil, günlerce mescidde Allahü teâlâya yalvarıp, nefs muhâsebesi yaptıktan sonra karârını verdi. Sabırla kendisini kapıda bekleyen halkın huzûruna çıktı. Onlara; "Muhterem anam cezâsını çekecektir!..." emrini bildirdi. Emir büyüktü. Şimdiye kadar İmâm'larının bir istediğini iki etmeyen nâibler, ananın huzûruna çıktılar ve durumu bildirdiler. Yaralı ana, adâlet dîvânının önüne geldi.Halk toplanmış, nefes almadan bekliyordu. Mahkûm mevkiinde, şimdiye kadar Kafkasya'da yetişen âlimlerin, velîlerin en büyüklerinden olan Şeyh Şâmil'in anası vardı. Omuzları çökmüş, yaptığı hatânın üzüntüsü ile rengi solmuş bir hâlde oğluna baktı. Sonra yürekleri parçalayan bir sesle; "Oğlum! Allahü teâlânın emrinden kıl ucu kadar ayrılırsan, emzirdiğim sütü helâl etmem! Verilecek cezâyı şimdiden kabûl ediyor, adâletten zerre kadar şaşmamanı istiyorum." dedi. Dargolular, Şeyh Şâmil gibi mübârek bir zâtın anasından böyle bir cevâbı bekledikleri için hiç şaşırmadılar.

    Herkes pür dikkat, İmâm'ın vereceği karârı heyecanla bekliyordu. Ana ise; "Yâ Rabbî! Oğlum, merhamet duygusu sebebiyle doğru yoldan ayrılmasın" diye duâ ediyordu. Şeyh Şâmil nâibleriyle istişâre ederek netîceyi bildirdi: "Yüz sopa!.." Metânetle ortaya yürüyen ana, acabâ bu cezâya dayanabilecek miydi? Herkes bunu düşünürken, senelerce ünlü Rus generallerine diz çöktürmüş kahraman İmâm'ın, anasının yanına varıp diz çöktüğünü sonra da ellerine sarılıp öptüğünü gördüler. Anasıyla helâllaşan Şeyh Şâmil, Dargolular'a dönerek; "Anamın bu meselede, merhametinin çokluğu sebebiyle başkalarına şefâat etmesinden başka hiçbir hatâsı yoktur. Bu yaptığı hatânın cezâsını da mânevî olarak şu âna kadar çektiği ızdıraplarla ödemiştir. Maddî cezâyı da onun her şeyine vâris olan oğlu çekecektir." buyurduğunda, herkes yerinde dona kaldı. Kimsenin ağzını bıçak açmıyordu. Çünkü, İmâm'ın verdiği karardan döndüğü görülmemişti. Şeyh Şâmil, sopayı vuracak kimselerin yanlarına varıp, belden üst tarafını soyunduktan sonra; "Emri yerine getirmekte bir an bile tereddüd edip elleri titreyenlere yazıklar olsun! Bütün gücünüzle vurmanızı emrediyorum!" diyerek sırtını döndü. Vazifeliler ilk sopaları vurdukları zaman herkesin gözleri yuvalarından fırlamış, bağırmamak için kendilerini güç zaptetmişlerdi. Her sopa indikçe İmâm'ın mübârek vücûdunda derin izler meydana geliyor, sopa yerlerine kan oturuyordu. Aynı yere ikinci üçüncü sopalar isâbet ettiğinde de, oralardan kan fışkırıyordu. Şeyh Şâmil ise vazifelilerin önünde dimdik duruyor, en küçük bir inleme ve sopadan sakınmaya teşebbüs etmiyordu.Nefsin istemediği bu hareket ile pek güzel bir mücâhede hâsıl olup nefsi inliyor, bu sebeple rûhu yükselip, vilâyet makâmlarında üstün derecelere kavuşuyordu. Bu görülmemiş manzara karşısında, bâzı nâibler ileri atılarak sopanın kendilerine vurulmasını istemişlerse de, Şeyh Şâmil'in kararlı bakışlarından korkup geri çekilmişlerdi. Nihâyet yüz sopa vuruldu.Şeyh Şâmil vücûdundan sızan kanlara bakarak, Allahü teâlânın, kendisine verdiği metânet ve sabır için şükür secdesine kapandı. Sonra ayağa kalkıp ellerini açtı ve Rus zulmünden müslümanların muhâfazası için cenâb-ı Hakk'a duâ etti. Hâdiseyi ibretle seyreden halk, bir taraftan ağlayıp gözyaşları döküyor, bir taraftan da Allahü teâlânın, böyle adâletli mübârek bir zâtı başlarına imâm yaptığına şükrediyordu. Artık halk iyice şahlanmış, Ruslarla anlaşma yapmanın ne büyük bir tehlike olduğunu iyi anlamıştı. Onlarla mücâdele etmenin din ve vatan borcu olduğuna yakînen inanmışlardı. Şeyh Şâmil, anasının cezâlanmasına sebeb olanların kim olduğunu sordu. Herkes; "Kim?" diye birbirine bakarken, iki elçi huzûra geldi. Halk, onların üzerine yürümek istiyor, fakat edebe aykırı bir hareketten de çekiniyorlardı. İmâm onlara; "Köylerinize dönünüz. Sizi gönderenlere gördüklerinizi anlatınız. Dînimizi yıkmak isteyen İslâm düşmanlarına verilecek cevâbımız budur." buyurdu.

    Bundan sonraki günlerde Şeyh Şâmil, Kafkasya'ya musallat olan Rus ordularına sık sık baskınlar yaptı, akınlar düzenledi. Onları memleketlerinden çıkarmak için geceli gündüzlü çalıştı. Fırsat buldukça,Çar Birinci Nikola'yı can evinden vuruyor, hiç beklemediği yerlere saldırıyordu. Hiçbir devletten yardım görmeden, tam yirmi beş sene Ruslarla mücâdele ederek vatanını savundu.

    Yeni Rus çarıİkinci Aleksandr başa geçtikten sonra, Şeyh Şâmil meselesini hâlledip Kafkasya'yı baştanbaşa fethetmek için, Prens Baryatinski kumandanlığında beş ordu hazırlattı. Bunlardan biri Şeyh Şâmil'in karargâhını, ikinci Lezgi, üçüncü Hazar Denizi civârını, dördüncü ve beşinci ordu da Çerkezistan'ı hedef aldı. Fakat asıl hedef Şeyh Şâmil idi. Îcâb ederse beş ordu birleşip hep birden hücum edebilecekti. Bu sebeple, birinci orduyu bizzat Başkumandan Prens Baryatinski idâre ediyordu. Onun ordusunda elli bine yakın seçme asker ve elli civârında ağır top mevcuttu. Bu muazzam kuvvete karşı, Şeyh Şâmil de beş bine yakın süvârisiyle Ruslarla çarpışmaya başladı. Uzun ve kanlı çarpışmalardan sonra, Şeyh Şâmil, Gunip Dağına çekildi. Bu dağda beş yüz kadar fedâisi ile bir buçuk ay süreyle koskoca ordu ile savaştı. Ellerinde atacak barutları, yiyecek bir şey kalmadı. Etrâfındaki yiğit askerlerinin dört yüz kadarı da şehîd olmuştu. Yiyecek yerine karınlarına taş bağlayarak düşmanla mücâdeleye devâm ediyorlardı. Başkomutan Baryatinski, Şeyh Şâmil'i canlı ele geçirmek istiyordu. Bu sebeple Şeyh Şâmil'e beyaz bayraklı elçiler göndererek teslim olmasını teklif etti. Şeyh Şâmil'in çocukları ve askerleri bu ümitsiz mücâdelede İmâm Şâmil'in de şehîd olacağını, sonunda Kafkas Türklerinin başsız kalacağını düşündüler. Şimdi bir anlaşma ile teslim olurlarsa, ilerde, Allahü teâlânın yaratacağı yeni imkânlara göre hareket edebileceklerini Şeyh Şâmil'e bildirdiler. Şeyh Şâmil, dîni, vatanı için canını seve seve vermeye hazırdı. Fakat, müslümanlara yardım etmek zâhiren sağ kalmakla mümkündü. Bu sebeple gelen elçilerle anlaşma yapıldı. Bu anlaşmaya göre; "Türklerin dinlerine karışılmayacak, onlardan asker alınmayacak, vergi toplanmayacak, Türkler iç işlerinde serbest bir devlet olup, idârecilerini kendileri seçecekler. Şeyh Şâmil, âile efrâdı ve mevcut kırk kadar askeri ile, silâhları dahî ellerinden alınmadan Türkiye'ye gidebilecekti." 1859 senesinde yapılan bu anlaşmadan sonra silâhlar sustu. Başta Başkomutan Baryatinski, diğer generaller ve bütün Rus askerleri, yirmi beş senedir bir avuç fedâisi ile koskoca Rus ordularını perişân eden, akla havsalaya sığmayan menkıbeler sâhibi kahraman Şeyh Şâmil'i bir an önce yakından görmek istiyordu. Şeyh Şâmil, kendisine hayranlıkla bakan Rus askerlerinin aralarından geçerek, Başkomutan Baryatinski'nin çadırına gitti. Baryatinski, anlaşma şartlarının geçersiz olduğuna, kendisinin ve âile efrâdının Çar İkinci Aleksandr'ın esîri olup, misâfir muâmelesi yapılacağını bildirdi. Artık iş işten geçmişti. Sözünden dönen bu alçak Ruslara karşı yapılacak bir şey yoktu.

    Çar kendisine bir konak ve hizmetçiler verdi. Şeyh Şâmil, Kaluga'da kaldığı on sene zarfında kendini kitaplara verdi. Ancak bu şekilde teselli bulabiliyordu. Artık oldukça yaşlanmış, esâret hayâtı onu iyice çökertmişti. Bir defâsında, ziyârete gelen Rus Çar'ına Hacca gitmek istediğini bildirdi. Rus Çar'ı bunu kabûl etti. Fakat oğullarının rehin olarak kalması gerektiğini söyledi. Bunu kabûl eden Şeyh Şâmil, 1870 senesinde İstanbul'a hareket etti.Bu haberi işiten İstanbullular heyecanla İmâm'ın gelmesini beklediler. SultanAbdülazîz Hân, sarayında hazırlıklar yaparak, senelerdir Ruslara kan kusturan İmâm Şâmil hazretlerini beklemeye başladı. Kafkasya'da, İslâmiyeti yok etmeğe uğraşan Ruslara karşı verdiği amansız mücâdeleyi iftihar gözyaşlarıyla tâkib eden müslüman Türk milleti, Şeyh Şâmil'e hayran idi. Onun esâretten kurtulup İstanbul'a geldiği gün, yer yerinden oynamış, halk sâhile dökülmüştü. Rus vapuru Dolmabahçe Sarayı önüne demirlediğinde, Sultan Abdülazîz'in saltanat kayıkları, İmâm Şâmil ve âile efrâdını saraya getirdiler. Abdülazîz Hân, onu sarayın kapısında karşılayıp, büyük bir hürmetle; "Babam kabrinden kalksaydı ancak bu kadar sevinebilirdim" diyerek, çok iltifâtlarda bulundu. Sarayda hâl hatır sohbetleri arasında SultanAbdülazîz, her türlü emrine hazır olduğunu bildirdi. Bunun üzerine Şeyh Şâmil; "Pâdişâhım! Hayâtımın şu son günlerini aşkıyla yandığım sevgili Peygamberimin huzûr-ı şerîflerinde geçirmek istiyorum. Bunun teminini zât-ı âlinizden istirham ediyorum" dedi. Bu arzuyu büyük bir îtinâ ile yerine getirmek için Rus sefirini saraya çağırttı. Durumu anlatıp, Çar'a bildirmesini emretti. Rus Çarı İkinci Aleksandr kabûl edip, Şeyh Şâmil'in Rusya'ya geri dönmemesini bildirdi. Buna ziyâde memnun olan Şeyh Şâmil, İstanbul'da kısa bir müddet kaldı. Başta Sultan Abdülazîz'in ve İstanbulluların gösterdiği yakın alâkaya, misâfirperverliğe hayran oldu. Bu kadar ilgiye rağmen bir an önce Hicaz'a gitmek istediğini pâdişâha bildirdi. Abdülazîz Hân onun için en mükemmel vapurunu hazırlatıp teşyî eyledi.

    Vapurun her uğradığı yerde, halk görülmemiş bir heyecanla Şeyh Şâmil'i karşılıyor, onun duâsını almak yarışına giriyorlardı.Mısır'a geldiklerinde, Hidiv İsmâil Paşa, onu şânına lâyık karşıladı. O sırada İsmâil Paşa'nın yanında,Cezâyir'i Fransız istilâsından kurtarmak için çok gayret gösteren büyük âlim, mücâhid, gâzî, Abdülkâdir Efendi de misâfir bulunuyordu. İki kahraman âlimin sohbetleriyle şereflenen İsmâil Paşa, onlarıKâhire'de bir ay kadar misâfir etmek bahtiyarlığına kavuştu. Sonra İskenderiyye'ye kadar giderek Cidde'ye uğurladı. Peygamberimizin ve Kâbe'nin hasretiyle yananŞeyh Şâmil'in heyecânı, oralara yaklaştıkça artıyordu. O sırada Mekke emîri olan Şerîf Abdullah da, Şeyh Şâmil'i çok seviyordu. Onu büyük bir îtibarla karşıladı. Hicaz'da, onun büyük bir âlim ve kahraman olduğunu işiten herkes, onu görmeye can atıyor, ilgi ve hürmet gösteriyordu.

    Şeyh Şâmil, büyük bir îtinâ ile bütün şartlarına âzamî titizliği göstererek haccını yaptıktan sonra, ömrünü O'nun sünnet-i seniyyesini yaymak için uğraştığı, bu uğurda ölümü göze aldığı, sevgili, muhterem, mübârek Peygamberi, iki cihânın efendisi Muhammed aleyhisselâmın huzûr-ı şerîflerine gitmek için, nûrlu Medîne yollarına düştü. Her an aşkıyla yandığı efendisine yaklaşıyor, şimdiye kadar içinde kopan fırtınalar her geçen sâniye daha da şiddetleniyordu. Medîne-i münevvere görünmeye başladığında oldukça heyecanlanan Şeyh Şâmil, toprağa kapanarak, Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretlerinin şu şiirini terennüm etmeye başladı.

     

    "Server-i âlem sana âşık olup da, yanarım!

    Her nerede olsam o güzel cemâlin ararım.

    Kâbe kavseyn tahtının sultânı sen, ben hiçim.

    Misâfirinim dememi saygısızlık sayarım.

    Her şey cihânda senin şerefine yaratıldı,

    Rahmetin bana da yağsa, o ân olur bahârım.

    Acıyıp bir bakınca, ölü kalbler dirilttin,

    Sonsuz merhametine, sığınıp, kapın çaldım.

    İyilik kaynağısın dermanlar deryâsısın!

    Bir damla lütfet bana, derde devâsız kaldım.

    Herkes gelir Mekke'ye, Kâbe, Safâ, Merve'ye,

    Ben ise senin için, dağlar tepeler aştım.

    Saâdet tâcı giydirildi, rüyâda başıma,

    Ayağın toprağı serpildi yüzüme sanarım.

    Ey Câmî hazretleri, sevgilimin bülbülü!

    Şiirlerin arasından, şu beyti seçtim aldım:

    "Dili aşağı sarkık, uyuz köpekler gibi,

    Bir damlacık umarak, ihsân deryâna vardım."

    Ey günahlılar sığınağı, sana sığınmaya geldim!

    Çok kabahatler işledim, sana yalvarmaya geldim!

    Karanlık yerlere saptım, bataklıklara saplandım,

    Doğru yolu aydınlatan, ışık kaynağına geldim.

    Çıkacak bir canım kaldı, ey bütün canların cânı!

    Uygun olur mu söylemek, cânımı fedâya geldim.

    Derdlilere tabîbsin, ben ise gönül hastası,

    Kalb yarama devâ için, kapını çalmağa geldim.

    Cömerdlerin kapısına, bir şey götürmek hatâdır.

    Basmakla şeref verdiğin, toprağı öpmeğe geldim.

    Günahlarım çok, dağ gibi, yüzüm kara, katran gibi,

    Bu yükden ve siyâhlıkdan, tamâm kurtulmağa geldim.

    Temizler elbet hepsini, ihsân deryândan bir damla,

    Gerçi yüzüm gibi kara, amel defterimle geldim.

    Kapına yüz sürebilsem, ey cânımdan azîz cânân

    Su ile olmayan işler, hâsıl olur o topraktan."

     

    Peygamber Efendimiz'e olan aşkının çokluğundan ve O'na kavuşmanın heyecânından sel gibi gözyaşı akıtan Şeyh Şâmil, Resûlullah'ın huzûr-ı şerîflerine geldi. Başta Medîne muhâfızı Hâfız Paşa, seyyidler, dünyânın dört bucağından gelmiş hacılar, onu heyecanla tâkib ediyordu. Kabr-i saâdetlerinin kıble tarafına geçip, mübârek ayak uçlarından Resûlullah'a, gönlünün en derin köşelerinden coşup gelen vecd ile:

     

    "Essalâtü ves-selâmü aleyke yâ Resûlallah!

    Essalâtü ves-selâmü aleyke yâ Habîballah!"

    Essalâtü ves-selâmü aleyke yâ Seyyidel evvelîne vel-âhirîn!" diyerek selâm verince, Resûlullah'ın, selâmına mukâbelesi ile şereflendi. Orada bulunanların şâhid olduğu bu hâdiseden sonra Şeyh Şâmil, uzun müddet duâ edip gözyaşı dökerek hasretini giderdi, gönlündeki fırtınaları dindirdi.

    Şeyh Şâmil, Medîne-i Münevvere'ye geldiğinde hastalandı. Kısa süren bu hastalığında âile efrâdı, berâberinde gelip kendisine hizmet edenlerle ve ziyâretine gelenlerle vedâlaştı. Sultan Abdülazîz'e, Rus Çarı'nda rehin bıraktığı çocuklarının kurtarılmasını, Devlet-i aliyye-i Osmâniye'de vazife verilmesini bildiren bir mektup yazdırdı. Sonra başında okunan Kur'ân-ı Kerîm tilâvetleri arasında, 1870 (H.1287) senesi Zilkaide ayının yirmi beşinci günü Kelime-i şehâdet söyleyerek vefât edip, sevdiklerine kavuştu. Cennet-ül-Bakî' Kabristanı'na defnedildi.

     

    1) Şems-üş-Şümûs; s.137

    2) Gazevât-ı Şeyh Şâmil

    3) Âsâr-ı Dağıstân; s.194


  15. Yine çıkıntılık etmiş olacağım ama bu rivayetlerin kaynakları nedir. Bu hususta çok kitap kurcalamış bulunmaktayım ama Hz.Ali'yle ilgili olan rivayeti okumamıştım, kaynağını rica edebilir miyim??

     

    Malumunuz kaynaksız yazılara temkinli olmakta yarar var, hoş karşılarsınız umarım;)

     

     

    Haklısınız eko kardeş, ben de aynı hassasiyeti kaynak belirtmeyenlerden beklerim ama aynı hatayı kendim yapmış bulundum. Lâkin kaynaklarını tam hatırlamamakla beraber, bir kısmını (adını yanlış hatırlıyor olabilirim) Nuriye Çeleğen'in Peygamber Efendimiz'in çocuklarla ilişkisi (kitap ismi de buna benzer) hatırlayamıyorum şuan, zira dersteyken hocamız birkaç bölüm okumuştu, ordan aklımda kalan kadarıyla. Hz. Ali ile ilgili yazıyı da gerek sohbet, gerek dini programlarda tevafuk üzeri zihnimde kalmış. Olay bundan ibaret.


  16. Hakîkatli Sevgili

     

    Aşk ve sevgi… Tecellisi gönülde beliren, gönlü muhatap alan duygular... Buna, insanı anlamlandıran beşerî, İlahî ve mecazî boyutta telvinler de denilebilir.

     

    Belki biri diğerinin vasıtası, diğeri ötekinin hedefi. Asıl hedefe giden yolda kah temrin, kah oyalanıp aldanma…

     

    Aşk ve sevgi… İçinde mahabbet, alâka, yakınlık, dostluk, meveddet, mürüvvet ve daha pek çon insanî hasletlerin gizlendiği dünya… Bazen şefkatin, bazen himayenin, bazen merhametin adı. İlahî anlamda yalnızca bir hedefe, Sevgili’ye bakmak, beşeri anlamda ise aynı hedefe birlikte bakmak…

     

    Sevgililer günü diye bir icad var artık. Bize dışarılardan dayatılmış bir anlayış… Ve aşkın yalnızca beşeri boyutunu görüyor; başka sevgileri ve sevgilileri de hariçte tutuyor. Evet… Varsayalım ki biz de bu mânâda “sevgili” diyeceğimiz kişiyi, can yoldaşımızı hatırlayacağız; onu hediyelerle, çiçeklerle hatırlamadan evvel kalbimizde hatırlamaya kim itiraz edebilir?!.. Üstelik bunu bir gün değil, her gün yapmamız gerektiğini ihtara hacet var mıdır?!.. İşte bu daimi hatırlamadır ki bizi ismete, ahlaka, nezahete ve necata götürür. Bu da bizim, canına sevgili arayan behîmî yanımızı yontup sevgili için can götüren insanî hasletimizi teraziye koyacaktır. Örnek mi istiyorsunuz; beraber okuyalım:

     

    Canı için sevgili isteyenin hikâyesi

     

    Vaktiyle bir padişahın çok güzel bir kızı vardı. Garibanın biri onu görmüş ve âşık olmuştu. Her nereye gitse sevdiğinden bahsediyor, aşkını anlatıyor, sabredemiyor, çırpınıyor, ah çekiyor, halkı kendine acındırıyordu. Öte yandan şehirde haber çabuk yayıldı ve sultan bunu duyunca âşıkı huzura getirtip,

     

    -Ya ülkemi terk eder gidersin, dedi, ya da kelleni vurdurtacağım, kararını hemen ver.

     

    Zavallı adam, düşündü, taşındı ve gitmeye karar verdi. Sultan ise adamın cevabını duyunca cellatları çağırttı. Vezir dedi ki:

     

    -Hünkarım, neden suçsuz birinin kellesini vurdurttunuz?

     

    -Çünkü gerçek bir âşık değildi o, sahtekardı. Eğer gerçekten âşık olsaydı başının kesilmesini seçerdi. Eğer başının kesilmesini seçseydi, tahtımdan kalkıp onu yerime oturtacaktım.

     

    İhtar: Hayatını sevgilisinden daha çok seven kişi aşk davasına kalkışmamalı.

     

    Sevgili için can isteyenin hikâyesi

     

    Vaktiyle bir padişahın çok güzel bir kızı vardı. Uzun saçlı bir delikanlı ona âşık oldu. Geceleri hasretiyle ah ediyor, gündüzleri sarayın kapısını gözlüyor, o nereye giderse atının ardından sürüklenip gidiyor, koşuyor, gözlerinden yağmur gibi yaşlar akıtıyordu. Bu yüzden sultanın çavuşlarından durmadan eziyet görüyor, dayak yiyor, ama bir kerecik olsun feryad etmiyor, ah demiyordu. Halk bu olup biteni gördükçe kah delikanlıyı ayıplıyorlar, kah sultanın insafsızlığına söyleniyorlardı. İçlerinden bir tanesi bile delikanlıyı kıza layık görmüş değildi. Nihayet kız, babasına,

     

    -Bu bela niceye dek sürecek, dedi; beni bu halden kurtar, artık utanıyorum.

     

    Sultan bunun üzerine o delikanlının tutulup derhal şehir meydanına getirilmesini, orada saçlarından bir atın ayağına bağlanıp bedeni paramparça olana dek sürükletilmesini ferman etti. Halk, yürekleri parçalanarak meydana toplandılar, göz yaşları toprağı kızıl güllere benzetmekteydi. Ve nihayet sultan da kızı uğrunda can feda edecek olanın halini görmek istiyordu. Herkes hazır olunca bir asker, delikanlının saçlarından tutup hazırlanan atın ayağına bağlamak üzere sürüklerken aniden kurtuldu ve padişahın huzuruna koşup eteğine yapıştı:

     

    -Ey âleme adalet veren sultan, dedi; senden bir dileğim var, bir parçacık beni dinle!...

     

    Sultan hışımla karşılık gösterdi:

     

    -Canını bağışlamamı istiyorsan, nafile; şu anda seni öldürtmekten daha önemli bir arzum yok. Saçımdan sürükletme, bir anda öldürecek bir yol tut diyeceksen, ahdettim, senin kanını at nallarına çiğneteceğim. Bir zaman için bana aman ver diyeceksen, bu da mümkün değil, çünkü toplanan halka karşı küçük düşmüş olurum. Yok kızımla birkaç dakika olsun yalnız kalayım diyeceksen, onun bir tek tel saçını bile sana reva görmem, artık onun yüzünü göremeyeceksin.

     

    -Hayır, ey her yaptığını güzel yapan sultan, dedi delikanlı, canımı bağışlamanızı istemiyorum sizden. Hiçbir an mühlet de dilenmiyorum hatta. Kızınızı bana göstermeyeceklerini de artık biliyorum. Atların ayağı altında sürüklenme konusuna gelince, buna da itirazım yok. Benim sizden isteğim tamamen başka.

     

    -Söyle o vakit nedir dileğin?

     

    -Elbette bugün beni öldürecek, at nalları altında hor ve hakir bir halde kanımı toprağa karıştıracaksın. Dileğim o ki beni onun atının ayağına bağlayıp sürüklet. Çünkü ben o ay yüzlünün yolunda ölünce ancak diri olabilirim.

     

    Sultan, onu bağışladı ve kızıyla evlendirip ölü gönlüne can verdi.

     

    Aşağıdaki satırlar, gerçek sevgilerin cazibe merkezi, yüreklerin en hassas süveydalara açılan kapısını ve Sevgililer Sevgilisi’nin ruh ve beden yapısını anlatır ki Hakanî Mehmed Bey tarafından yazılan Hilye-i Saadet adlı kitaba göre düzenlenmiştir.

     

    En Sevgili’nin hilyesi...

     

    “Saçı fazla uzun olmazdı ve tam kıvırcık denilmeyecek derecede dalgalı idi. Saçını ortadan ayırır ve dört bölük halinde; ikisini omuzlarına, ikisini de kulaklarına doğru bırakırdı. Bazan kulaklarını açıkta bıraktığı da olurdu. Bu saçlar, misk gibi siyah renkli ve güzel kokulu idi.

     

    Her iki mânâda alnı açıktı. Bu alın genişçe ve buğday renkli idi. Ancak ortasında daima bir nur parlardı.

     

    Yüzü değirmi idi. Ona dikkatle bakılamazdı. Parlak bir çehresi vardı. Ayın ondördü gibi parlardı. Dolgun veya şişman olmadığı gibi kuru ve zayıf bir yüz de değildi. Yanakları ne etli ne de çöküktü. Yüzünün aklığı içinde yanaklarının kırmızısı gâlip idi. Terlediği zaman üzerine çiğ tâneleri kondurmuş gülü andırırdı. Öfkesi ve memnûniyeti, yüzünden anlaşılabilirdi. Uzun, ince ve hilal kaşlı idi. Kaşlarının ucunda kıvrım vardı. İki kaşı arasında tüy yok idi ve bembeyaz görünürdü.

     

    Kirpikleri siyah ve uzun idi.

     

    Gözünde ezelden bir sürme mevcuttu. Beyazı katı beyaz; karası kapkara idi. Gözleri geceleyin de gündüz gibi görürdü. İlahî aşkın eseri bazan gözlerinde kızarıklık oluştururdu. Baktığı zaman karşısındaki kişi nazarına dayanamaz ve gözlerine dikkatle bakamazdı.

     

    Burnu mütenasip idi. İki kaşına yakın olan kısmı bir parça yüksekçe idi. Koku almakta çok hassastı.

     

    Ağzı ne çok büyük; ne de çok küçük idi.

     

    Dişleri aralıklı olup üst üste değildi. İnci gibi bembeyazdı. Konuşurken ön dişleri arasından bir nur çıkar gibi görünürdü. Güldüğü zaman dişleri dolu taneleri gibi parlardı.

     

    Gülüşü tebessümden ibaretti. Kahkaha ile gülmekten hayâ ederdi. Eğer kahkaha ile gülecek olsa Arş-ı Âlâ titrerdi. Bu sebeple ömrü boyunca hiç kahkaha ile gülmedi.

     

    Çenesi yuvarlak idi.

     

    Sakalı sık ve siyah idi. Ömrü boyunca sakalında yalnızca 17 kılı ağarmıştı. Her yeri aynı uzunlukta kesilirdi.

     

    Boynu ve gerdanı bembeyaz idi. Bu boyun, ne uzun; ne kısaydı. Gerdanı çok güzel görünüşlüydü.

     

    Pazuları etli ve beyaz idi.

     

    Omuzları genişti. Üzerinde tek tük kıllar mevcut idi. Yassı yağrınlı olup yağrının ortası etli idi. Nübüvvet mührü onun iki kürek kemiği arasında ve sağ omzuna yakın bir yerde bulunuyordu. Bu mühür, siyaha çalan sarı renkte olup çeyrek altın büyüklüğünde bir ben idi. Üzerinde dik duran siyah kıllar var idi.

     

    Beden olarak ince yapılıydı. Vücut yapısının bir benzeri daha yaratılmamıştır. Giyecek olarak en çok beyaz; sonra yeşil rengi tercih ederdi. Yazın ince atlas kumaş; kısın yün giyerdi. Elbisesi asla gösterişli olmazdı. Ömrü boyunca aynı anda iki elbiseye birden sahip olmadı.

     

    Bir yere yöneldiği zaman bedeniyle birlikte döner, asla başını çevirerek bakmazdı. Başını çevirip bakmak insanı hayasız eylediği için onun bu tavrı ümmetine sünnet olmuştur.

     

    Vücudundaki kemikler irice ve muntazam idi.

     

    Pazusu koluyla; uylukları da ayaklarıyla şekilce birbirine uygun idi. Kuru yâhut ince olmayıp dolgun idiler. Her azası birbirinden güzel idi. El ve ayak ayaları genişçe idi. El parmakları uygunluk içindeydi.

     

    Göğsü ve karnı birbirine uygun ve aynı düzgünlükte idi. Göbeği yuvarlaktı. Göğsünden göbeğine kadar bir çizgi hâlinde kıllar uzanırdı.

     

    Orta boylu sayılırdı. Göze çarpacak kadar kısa; dikkat çekecek kadar da uzun değildi. Orta boylu olmasına rağmen kendisinden uzun birinin yanında el ayası kadar uzun görünürdü. O kişi yanından ayrılınca yine orta boylu gösterirdi. Boyu selvi misâli düzgün idi. Bedeninde kıl yok idi. Teni gül gibi kokardı ve yaşı ilerledikçe âdetâ tazelenirdi. Ne zayıf; ne de etli ve göbekli idi. Her bir parmağı kalem gibi düzgün idi.

     

    Yürürken hızlı yürürdü. O kadar ki ayakları altında yeryüzü dürülüyormuş gibi olurdu. Yürürken ona yetişebilmek zor idi. Hayasından yokuş iner gibi önüne eğik olarak yürür ve etrafına bakınmazdı.

     

    Yolda birdenbire karşısına çıkıveren kişi ondan heybet duyar ve aciz kalırdı.

     

    Konuştuğu kişiye güzel kokusu siner ve birkaç gün çıkmazdı. Bir çocuğun başını okşasa birçok günler çocuğun kokusundan, ona Peygamberimiz’in dokunduğu bilinirdi. O çocuk, diğer akranları arasında daima fark edilirdi. Konuştuğu her kişi sözlerindeki güzellik ve tatlılık ile onun kulu kölesi olmaya hazır olurdu. Etkili konuşması ile müşrikler Müslümanlığı seçerdi. Sözlerinde ruha ferahlık veren bir edâ var idi. Asla dedikodu ve malayâni konuşmazdı.

     

    Kısacası yaratılış ve huyca ne o tam olarak kimseye benzer; ne de kimse O’na benzeyebilirdi. Bir hadîs-i şerîfte; “Ben en fazla babam Hz. Âdem’e benzerim; peygamberler içinde bana en çok bezeyen de atam Hz. İbrahim’dir.” buyurmuştur.


  17. Ben geceyim, gün isterim. Ben ateşim, kül isterim.

     

    Ben şiirim vezn isterim.

    Ben derdliyim, şifâmı ver. Parça değil tam isterim.

     

    Tükenmişim, çâremi bul. Bütünlenmiş can isterim.

    Dağılmışım, topla beni. Pâre pâre kılma beni...

     

    Gövdem başım nerde bimem... Merkez mihver baş isterim.

    Ecel yakın, destur gerek... Destur deyip yol isterim


  18. Razı mısın, bana mecnun desinler? Senden uzaklara düşeli, günüm gecem hep yolculuklarla geçiyor. Dağ demiyor, tepe demiyor, yürüyor, yürüyorum. Sırtımda ne de çok ağırlığım varmış. Hepsinden evvel kunduralarımı atayım dedim. O zaman da ayaklarımı taşlar kesti. Ama ziyanı yok... bu acı, içimdekini yavaşlatıyor.


  19. Ün mü diledim, sevap mı istedim, şan mı bekledim?

     

    Ayıbım çok... Günah tepemden aşkın. Kulum ben. Kul çulhası eğri gerek.

     

    Dillere düşenim, kemlikte sürçenim, haram sudan içenim.

     

    Veli değil, deliyim ben. Del'olana zincir gerek. Zincir zindan, timar gerek...

×
×
  • Create New...