Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]

trradomir

Editor
  • Content Count

    816
  • Joined

  • Last visited

  • Days Won

    43

Posts posted by trradomir


  1. İlk gördüğüm huş ağacına arkadaşlık teklif edeceğim:)

    Şurda bi yerde bi meşe odunu olacak, biraz sağını solunu boyadık mı sana değil huş, rimodarrt ağacı diye bile çakabilirim onu. Ağzı açık ayran delisi seni:)


  2. Fake mail belki de 15 yıldır etkinliğini koruyor. Piyasada 'ben hacker'ım' diye gezen adamlar bile bazen yiyebiliyor bunları. İnsanoğlunun dalgınlığı, dikkatsizliği ve bilgi eksikliği var oldukça bu tarz işler devam edecek. Hususi yöntemlerin ne olduğunu bilmektense işin genel mantığını bilip ona göre dikkatli olmak lazım.

    Yalnız şimdi aklıma geldi de o olayı yad etmeden geçemeyeceğim. Cyber-Warrior'lı yıllarımda, sitenin kurucusu CWDoktoray'a gelen bir fake vardı ve bu mail'le epeyce bir dalga geçmiştik. Yıl 2003, o sıralar -hala yaşıyorsa Allah uzun ömürler versin- Yahoo çok kullanılan bir siteydi. Fakat biz Türkklere, kendi dilimizde o sayfayı inceleme hakkını tanıyacak kadar saygı duymuyordu. Biraz burnu büyüktü. İçkisini altın kadehte içer, varoş sokaklarda Audi ile gezerdi. Cami kapılarının önünden geçerken sesini açtığı metal müziğin cemaate verdiği huzursuzluk içini acıtmıyordu o sıralar. Dünyanın pek çok bölgesinde meleklerden masum çocuklar soğuktan tir tir titrerken; o gözünü kırpmadan pire için yorgan yakar, çayını yün ateşinde demlerdi. Bir keresinde sevgilisinin sarı saçlarını zevk için kesmiş, onu sadece parası için seven zavallı kızcağızın billur misali gözyaşları ay yüzünde parlamaya başladığında dayanamayarak her saç teline en az onlar kadar sarı birer çeyrek altın takmış ve kıza iade etmişti. Galiba bütün kötüler gibi özünde iyi biri olmalıydı. Okul müdürü onun bu sorumsuz davranışlarına daha fazla tahammül edememiş ve çocuğunun davranışları hakkında kendisini ikaz etmek üzere babası Hotmail Öztürk'ü bir ders çıkışı okula davet etmişti. Gel gelelim, yok bence burada duralım. Her neyse, o sıralar Yahoo dediğim gibi İngilizce değildi. Öküzün biri CWDoktoray'a bozuk bir Türkçe'yle bir mail atıp özetle diyordu ki 'Sistemimize bir virüs bulaştı, bu yüzden mail adresinize antivirüs programı kuracağız Bize şifrenizi gönderin. Saygılarımızla, Yahoo A.Ş.'...

    Yahoo A.Ş. sözü bizi koparmıştı, hatta olayı daha da trajikomik yapan şey 'ş' harfini sistem o sıra tanımadığı için yazının aslında 'Saygylarymyzla, Yahoo A.?' şeklinde görünmesiydi. Çok hoştu vesselam


  3. 5. sınıftayken, bir devlet kurucusuna kinimi kusmak amacıyla kaleme aldığım şiiri hamil olan o kağıtların başına adımı yazmamalıydım sanırım. Hadi onu yaptım, o kağıtları sıra sallandığında yere düşüp hocaların eline geçecek şekilde korunaksızca bırakmamalıydım anladığım kadarıyla. Hayır yani, o yaşta okuldan atılma korkusu yaşamak biraz hüzün verici bişeydi. 'Yapmayan bilemez, bilen yapamaz' nevinden bi tecrübeydi söylemesi ayıp, sözleri kayıp.


  4. 'En sevdiğin 10 filmi listele' deseler hiç düşünmeden bir numaraya Şaban Oğlu Şaban'ı yazarım. Diğer 9 taneyi doldurabilmek için 1 yıl filan düşünmem gerekir, o arada hayatımdaki 10. filmi de izlemiş olurum sanırım ehehe. Bu kadar da düz bi adamım.

    • Like 1

  5. Vaktinde konuşulmuş, tartışılmış. Devran hızlı dönüyor. Ressam paşa şu an devam eden bir davanın baş sanığı...

    Kenan Evren meselesinde benim dikkatimi çeken noktalardan biri, Üstad ölüm döşeğindeyken onun cezasını affetmeyen bu adamın 94 yaşındayken adliye koridorlarında sürünüyor olması. Hem de nasıl bir sürünme... İkbal vaktinde kendisine en yakın olan insanların bile aleyhinde müşteki olduğu, halkından enteline kadar arkasından sövmeyen adamın kalmadığı günleri görüyor ahlaksız adam. Ölmüyor, ettiğini bulmadan ölemiyor. İlahi adaletin henüz hesap günü gelmeden tecelli ettiğini görmek ne kadar hoş. Güç sahibi iken yapılan zulümler, yıllar sonra atıldığı yerden dönüp sahibini vuracak bir ok gibi göklerde muhafaza ediliyor sanki. Yapılan herşey onun katında kaydediliyor, bu olup biten ise ahiretteki hesabın çetinliğini anlatıyor. Burada bile böyleyken, zulmün karşılığı ahirette kimbilir ne kadar ağır olacak! Allah zulmedenlerden eylemesin.

    • Like 1

  6. Erzurum mu? Sanki herşey ben gelip mekanı tesirim altına almayayım, dernek içerisinde kafalarınızı kamaştırıp parlak tespitlerimle isabetin lügatini yazmayayım diye ayarlanmış. Orada insanın beyni donar be, -25 diyoruz, açıkhava difrizi mübarek. Talihinize küsün, gelmiyorum.

    Sonunda oldu haa arkadaşlar, hayırlı olsun, Allah devamını bereketlendirsin. Dersaadet'e de açın bundan, her tarafta gür sesle mensubiyetimizi haykırabileceğimiz bir kuruluşumuz olsun bizim de.

    Elinizde fotoğraf varsa ekleyebilir misiniz?

    • Like 3

  7. Bugün 'bi facebook grubu aç da içimiz bayılsın' deseler, ismini 'Ankara'nın en ziyade İstanbul'a dönüşünü sevdiğini söyleyen Yahya Kemal'e katılan milyarlarca İstanbullu bulabilirim' koyardım. Bu grupları açıp da iddiasını ispatlayabilen hiçkimse çıkmadığı için gönül huzurumdan zerre kaybetmeyeceğim halde,, bu grup gerçekten iddiasını ispatlama ihtimali olan yegane topluluk olabilirdi.

    Geçende kapsamlı bir proje görüşmesi için Ankara'ya gittim. Ne yaptığımızı pek anlatmayacağım. Benim Ankara'ya dair anlatabileceğim yegâne hatıra İstanbul'a dönüş esnasında yaşanmış olabilir. Öyle de oldu.

    Efendim, gerçekleştirmemiz gereken iş görüşmelerini tamamladık ve havaalanına doğru, şoför dahil 4 kişi olarak, taksinin içinde yola çıktık. Yolculuk esnasında düşünecek çok şeyim vardı, fakat hiç şüphesiz bunlardan en mühimi hangi Kızılderili (biz eskiden onların Kızıldere mevkiinden geldiğini düşünürdük) psikolojinin insanlara bir hava alanı için Esenboğa ismini tercih ettirmiş olabileceğiydi. Ne esmesi, ne boğası? Aklıma Hürriyet'in internet sitesine 'Uçan İnsan Evladı' gibi akıllı uslu bir isim dururken, Esenboğa'yı seçen mantıksız zihniyetle Avrupa Birliği'ne giremeyeceğimizi müdafa eden bir kullanıcı yorumu yapmak geldi. Modernizmin beteri varsa o da postmodernizm olmalı.

    Bu gibi hislerin içinde tam boğulacaktım ki beni bu düşüncelerden uyandıran bir tesir zuhur etti. 'Deli deliyi dakkada bulur' derler, hakikat yalan değildir. Bindiğimiz taksinin şoförü bize gerçekten unutulmaz dakikalar yaşattı, Allah selamet versin.

    Şoförün yanında oturan arkadaşın navigasyonlu cep telefonunu çıkarması herşeyin başlangıcıydı. Soksana kardeşim onu cebine, neyin varsa göstermek zorunda mısın beş yaşındaki çocuk gibi? Her neyse, oldu bir kere. Bu hadise taksici abinin çene seddini yıkan fitil oldu. Taksi frenleri Ömer abinin çenesinin frenleri gibi olsaydı şimdi sizlere Çekmeköy mezarlığından sesleniyor olacaktım. Navigasyonlu cep telefonuna duyduğu derin ihtiyaçtan girdi, Abdullah İbn-i Ubey dolayısıyla Abdullah ismini çocuklara koymanın Dost FM tarafından doğru bulunmadığı bilgisiyle bizi tenvir edip çıktı. Yetmedi, ülkeye hizmet getirebilecek olan MHP'nin sadece bir kere iktidar olması ve bugün itibarıyla yumurta topuklu serserilerin uğrak mekanı haline gelerek bitmesinden devam etti. Ben bu kadar konuşkan bir taksi şoförü görmemiştim, ilk şok bu oldu. Benim bildiğim taksi şoförü konuşmasının mecburi olduğu durumlarda bozuk aksanıyla homurtu halinde sesler çıkarır, arada sırada telsizi 'dilulululit Fatih Çarşamba'ya yolcu aldım tamam dilululit' diye öter, istisnasız her yolculukta askari 1 adet ani fren organizasyonuna girilir ve bu hadiseden sonra frene sebep olan şahsın sevdiceği, validesi ve kız kardeşleri tespih tanesi gibi şoförün ağzına homurtu taneleri halinde sıradan dizilirdi. Fakat bu adam konuşuyordu. Konuşan şofördü!

    Adam tutturdu, 'sizi camiye götüreyim'. 'Yahu abi dur hele, uçak kaçacak, İstanbul'da kılarız, vakit sabahın köründe çıkıyor' dedik ve ikna ettik. 'Tamam' dedi. Ama bir yandan da arabayı yolun ortasında durdurup, arabanın önüne geçerek farzı kılma hususunda şeytanın dürtükleyip durduğunu söylemekten de geri durmadı. 'Şeytandır abi o, sakın yapma' dedik. Bize Ankara simiti almamızı tavsiye eden şoföre ukalalık edip İstanbul'da da güzel simitler olduğunu söyledik. Adam da pek çoğumuzun yapacağı gibi 'Ben hiç yemedim ama Ankara simidi gibi olmasının imkanı yok' diye bir hüküm yuvarladı ağzından. 'Tabii abi, öyledir' dedik.

    Hani çocuklarla konuşan adamlar, 'Töle bakalım Alidaaan' kalıbına uyan birtakım sorular sorar. Biz de baktık ki muhabbet eğlenceli geliyor, lafı buraya çevirdik. Muhabbetin, 'Yaş kaçtı abi?' sorusundan hemen sonra 'Bil bakalım biz kaç yaşındayız?' noktasına geldiğini söyleyeyim de anlayın seviyenin hangi deliğe kaçtığını. İşin ilginci, adam hem yaşından genç gösteren arkadaşımın, hem de yaşından 4 yaş ihtiyar gösterdiği iddia edilen şahsımın yaşlarını tam isabetle tahmin etti. Tam içimden 'bu adam meczub olmalı!' diyordum ki...

    Bir mırıltı duydum.

    'Niyet ettim Allah rızası için yatsı namazının farzını kılmaya, arkamdaki cemaate imam olmaya'

    Ne ne ne? Nasıl yani? Üstüne birşeyler okumaya da başladı. Eşhedü ella ilahe illallah... Bir an beynimin kilitlendiğini hissettim. İşin ilginci, adam arada mırıltısını bölüp 'soldan gitmeye devam edecez, inşallah 7'de orada oluruz, bizim de iki çocuk var ellerinizden öper, Allah cümlemize iki cihan saadeti versin, maliki yevmi'd-din' gibi cümlelerle muhabbete muntazaman devam ediyor. Bu hadise birkaç dakika devam etti, sonunda dedi ki 'ben arabada giderken dayanamam, namazımı direksiyon başında kılarım'. 'Bir rekat kaç dakika sürüyor abi' diye bir soru sormak durumunda hissettik kendimizi, o da 1 dakika sürdüğünü söyledi. Adama namazın geçme tehlikesi varsa kenara çekip bir camiye girerek kılmasını, ya da en azından durdurup kılmasını söyledik ama pek ikna olmuşa da benzememişti. Neyse efendim, Esenboğa'ya doğru esmeye devam ederken birkaç dakika sonra adam aniden zatırt diye elfrenini çekiverdi. Korkmayın, hala yaşıyorum. 'Şuradaki camide bir farzını kılayım da öyle gidelim abi haa, olur mu?' dedi ve cevabımızı da pek takmadan indi aşağı. Hasbinallah, al sana ikinci şok. Hayır birader, işin enteresan yanı yanımda iki kişi olmasa 'abi sen şu parayı al, ben bi Samsun'a bakıp geleyim napıyomuş kerata' der ve otostoptu, tabanvaydı; hızla uzaklaşırdım. Ama yanımda 2 kişi daha varken erkekliğe şey sürdürmemek için hamle de yapamıyorum ki anasını satiim. Filmlerdeki gerginlik müzikleri kafamda oynamaya başlarken, 'eh biz de bi seferi olarak kılalım şunları bari, kaçarı yok' dedik ve indik aşağı.

    Eski bir camiye girdik Ömer Abi'nin ardından. Cami desen iğrenç kokuyor. Daha da mühimi öyle soğuk, öyle soğuk ki boy boy süt ürünü dizilmiş bi soğutucuya girsen vallah daha rahat kılarsın. Dikkatimi çeken bir hadise de, direksiyon başında bize imamlık eden Ömer abi 'abdest alma yeri nerede?' diye bi soru sordu. Demek ki bize imamlık ederken abdesti de yokmuş. Günahı boynuna! Neyse, o aşağı indi, beni aldı bir korku. Şimdi bu ıssız, köhne binada bu adam biz namaz kılarken her birimizin vücuduna birer tornavida entegre etmeye kalkmasın?.. Ya bizim organlar serbest piyasaya düşerse?..

    Her neyse, seferi olarak 2 rekat namazı kıldım, selamı verdim. Sağa selam verirken Ömer abi de mekana girmişti. Sola da selamı verdik. Yanımıza doğru yürüyen şoför abi Allahümme entesselamu... diye lafı ağzımıza tıkadı, bizim yerimize duayı okudu. Bildiğin korku filmi, aha dedim şehadet bana koşuyor! Arkamdaki takriben beş metrelik boşluğu kullanma gereği hissetmeden, arkamdan geçerken de, sırtımın arkasına taşan ayağımın üstüne de sağlam bi basıverdi. İlk kurban ben miydim? Hemen ayağa kalktım, diğerleri de az sonra kalktılar ama namaza durdular. Benim kaçma planım yeniden suya düştü. Hayatımın en hızlı vitirlerinden birini kıldığım gibi dışarı attım kendimi. Arkadaşlardan biri de benimle çıktı. Kahkahalara boğulmuş halde, Ankara simidi alalım bari diye yakındaki bir pastahaneye girdik, simit bitmiş. 4 ayrı paket halinde birkaç kurumuş kurabiye aldık, dışarı çıktık, aradan 15 dakika kadar geçmiş olmasına rağmen Ömer abi yoktu. Bekle Allah bekle, Ömer abi gelmez. Uçak kaçacak endişesi bizi bastırmaya başladığında 'şu Dîvâne Ömer Efendi hazretlerine bi bakalım, tesbih namazını bitirmeden semalara mı yükseldi acaba' diye camiye yaklaştık, tam o sırada o da çıktı, arabaya bindik, yedik içtik ve kazasız belasız Esenboğa'ya ulaştık çok şükür. Toslaştık, vedalaştık, dualaştık ve ayrıldık. Allah selamet versin deyip cart diye kesiyorum.

    • Like 1

  8. Yahu hiçbiri değil de, adamın Amerika'nın şahin dışişleri bakanlarından Condoleezza Rice'ı çadırına çağırıp 'Sana bişey izleteceğim' diyerek kadının videosunu açması, sonra da 'Beyaz Saray'da Kara Bir Gül şarkısını senin için bestelettim' demesi inanılmaz, gerçeküstü, ne bileyim, müthiş, süpernatural bir şeytanlık. Böyle bir diplomasi yok yemin ederim. Adamdaki sapıklığın haddine hududuna bak yahu, dünden beri Nuri alço'nun ruh sağlığı için endişeleniyorum afedersiniz. Hayır magazin haberlerinden nefret ederim de, bu dünyayı sallamaz romantizmi okurken ben buradan dehşete kapıldım vallahi. Bi dakika, bana ne olur ölen adamın gerçekten Kaddafi olduğunu söyleyiniz, rica ediyorum!

    Kaynak

    • Like 1

  9. Esad Erbili hz. etiketini görünce geleyim bir dedim, kendisi eserin şarihi imiş. Onunla ilgili Rıza Nur'un Fransa'da iken aldığı notlar Hayat ve Hatıratım adlı eserde aşağıdaki şekilde görünüyor, ekleyeyim, dursun şuralarda. Yalnız Efendi hakkında menfi birşeyler yazan birisi vardı, kimdi kimdi diye düşünüyorum, bir türlü hatırlayamıyorum. Kazım Karabekir Hayatım kitabında mı bunu yapıyordu acaba? Kafama fena takıldı şimdi. Her neyse.

    Son dönemde bir Menemen'i yakma muhabbetidir gidiyor, hele de bunu matah bi şeymiş gibi gösterenler kendi çapında Müslüman takılanlar olunca kızmadan edemiyorum. Menemen zulmünün aziz kurbanlarından sadece biri Erbili hocadır ve tarihe karşı borcumuz öncelikle haklıyı, haksızı teşhis edebilmektir. Bu Besmele safhasını geçemeden hiçbir şey beklemeyelim..

    11 Şubat:

    Bugün gelen Milliyette Divan-ı Harpte Menemende birinci kısmın muhakemesinin bittiği, Mustafa Kemal'in izmir'de olduğu, Divan-ı Harp reisi Mustafa Paşanın izmir'de gidip Gaziye arz-ı ta'zimat ettiği yazılı. Anlaşıldı: Mustafa Kemal kararın arifesinde Divan-ı harp reisini yanına çağırdı. Şunları ve şu kadar insanı as diye emir verdi. Şüphesiz böyledir. Reis de bunu icra ederek cani olacak. İsyanı yapan dört kişinin Halveti Dervişi olması dolayısiyle her yerde birçok derviş ve şeyhleri ve bunların başı olan Şeyh Esad'ı tevkif ettiler, adamlar hiçbir günahsız kellelerini verecekler. Nitekim Şeyh Esad, Hoca İbrahim ve emsali fiili cinayeti ve hükümet aleyhine kıyamı teşvik etmemişlerdir. Muhakemeyi okudum. Buna dair hiç bir delil yoktur. Sade isyan fiilini yapanlar nakşibendidir. Şeyh Esad ve emsali bigünahtır. Eğer bunlar mahkûm edilirse bir hükümet memuru birini öldürünce veya bir şey çalınca bu hükümete mensuptur, bunun başı da reisicumhur, başvekil ve hattâ vekillerdir diye onları mahkûm etmeye benzer. Böyle karagöz ve canice muhakeme olamaz. Ama herif ne yapsın. Yeni bir terör daha yapacak.

    Bugünkü Matin, şeyh Esad'a İdam hükmü tefhim ederken fücceten öldüğünü yazıyor. Zavallı doksanlık bir ihtiyarmış. Demek ona idam vermişler. Bu divanı harbin azaları katildir. Birgün muhakemeleri lâzımdır. Demek diğer şeyhlere de idam vermişler.


  10. Sevgili arkadaşlar, bu başlığı aktif konularda görmediğiniz anların içinize dert ve gecelerinize kabus olduğunun farkındayım. 2 gündür özlediydiniz di mi sizi gidiler? Benden kaçmaz. Nitekim biz bu başlığı neredeyse çeyrek yüzyıldır aktif konularda görmeye alıştık. Bu başlıkla büyüdük, bu başlıkla nefes aldık, bu başlıkla okullarımızı bitirdik; iş ve belki eş ararken bu başlığın sıcak yarenliğini daim yanımızda hissettik. Henüz one minute ile devran dönmemiş, Türkan azize aramızdan ayrılmamış, iPhone derler zengin kazıklama aparatı ise Türkiye'ye henüz gelmişti ki ışıldamaya başlayan bu başlık, sonrasındaki hiçbir gün bizi yarı yolda bırakmadı, her gün bize tebessüm etti. Muhterem Mustafa ağabeyimizin yıllar yılı yağmur demeden çamur demeden, gece demeden gündüz demeden, yaz demeden güz demeden insanüstü bir gayretle ayakta tuttuğu bu başlığa bundan sonra artık ben sahip çıkıyorum, bilesüz. Bu başlık kendi başına, sahipsiz bırakılamayacak kadar büyük ve yücedir. Bundan böyle günde bazen iki, bazen üç öğün tahrip gücü yüksek şiirler yazıp bu başlıkta paylaşacam. Görün gününüzü. Mustafa ağabeyimizin açtığı çığırın peşinden büyük bir azimle yıllar boyunca yürümeye azm-u cezm-ü kast eyledim, rabbim kabul eyleye sevgili karındaşlarım. Bu başlığın yakıcı hasretiyle sine-i sürurlarınızı alevlere gark edersem bana da titreşen hazan yaprakları trradomir demesin. Siz de demeyin rica ediyorum. İşte kalemimin yürekler kanatan namlusundan pir-ü pak kağıtlara nakşeden acizane mısralarım!

    Niçin bîzar oluyorsun?

    Hicranın ağlatıyor benliğimi!..

    Meramımı anlatamazken

    Kuru yapraklar oynaşıyordu!

    Hissiyatım benliğimle hıçkırıyordu

    Ve

    Sinem içimden

    Tebessüm ediyordu!!!!!!

    Sevda muhabbete hasredilen tavdır,

    En sevdiğim aktör Kenan Kalav'dır!..

    Serabın solgunluğu

    Aşkın olgunluğu

    Hasretin yorgunluğu

    İndir yorganlığı hanım hey!..

    Ah bi dakika, neyi saklıyosun sen? Bana bak bi, kaldır başını bakiim... Cık... Ben sadece şaka yapmak istemiştim ama, çok özür dilerim... Tüh, kıyamam yaa, sil hadi gözyaşlarını, oy oy oyy! Şakaydı, tamam geçti... Ambulans?

    • Like 2

  11. :) Gençmimar, Büyük Doğu Yayınları'ndaki kimseyi böyle toplantılarda göremezsiniz. Kendileri böyle toplantılardan özellikle uzak duruyor. Bir keresinde Suat Ak'la sohbet ediyorduk. 'Üstad'la ilgili bir program düzenleyeceğimizde kimi çağırmamızı önerirsiniz?' diye, dürüst olayım, alacağım cevabı bilerek ve biraz da şımarıkça bir sual patlatmış idim. Suat Bey kelimeleri ağzından zorla itelerken, bıyığımın altındaki ince tebessümün belirip belirip kaybolmasını bir türlü engelleyemedim. Özetle 'Hiç kimse iyi değil' diyordu, yaklaşık 10 dakika boyunca cevap verdiği halde. hiçbir isim söylemedi. İnsanların nasıl yetersiz olduğunu anlattı sürekli. 'Kötünün iyisi kim olur peki?', yahut 'En azından bazı konularda yetkin olabilecek kimse yok mu?' gibi ısrarcı sorularımı da hep gırtlakta çatallaşan 'eee'lerle başlattığı cümlelerinde yumuşatıp yok etti. Velhasıl tuttu fırlattı herkesi. Her neyse, lafı sürekli 'bir biz varız işte' noktasına getirdi durdu, ama bunu da bir türlü açıkça söyleyemedi. Sonunda ben kendisine yardımcı oldum, 'Efendim sizi veya sizlerden bir büyüğümüzü çağırsak müsait olur musunuz?' diyerek. Bir mutlu oldu, bir rahatladı ki anlatamam. Sonra da huzur içinde göğsünü şişirerek 'Biz böyle programlara pek katılmıyoruz' dedi. Bildiğimiz bir durum bu, Miyasoğlu'nun pay sahibi olduğu birkaç TV veya radyo programına telefonla katılmalarını saymazsak herhangi bir toplantıya katıldıklarını pek duymadık. Mehmet Bey çoğunlukla evinden dahi dışarı çıkmıyormuş misal. Suat Bey cemiyetin onu sıktığını söylüyordu. Onların hali biraz böyle.. Ben onlara böyle bir organizasyonda rastlarsam halüsinasyon tedavisine başlamaya niyetlendim inşallah.


  12. Ergun Göze'nin Yaşasın Hatıralar adlı eserinin 59. ve 74. sayfaları arasındaki kısmı aşağıya alıyorum. Malum ki Kaddafi, onca mezaliminin ardından, pek çok NATO zaliminin desteğiyle yuvarlandı gitti. Ergun Göze Kaddafi tahtı ilk ele geçirdiğinde kendisiyle röportajlar yapıp hisssiyatını hatıratına yazmış. Hatırata şöyle bir bakmak iktidar hırsının insanı hangi ideallerden ne hallere düşürebileceğini görmek açısından faydalı olabilir. Ayrıca Kemal Ilıcak, Fethi Gemuhluoğlu ve 70'li yılların Tercüman'ıyla ilgili dikkat çekebilecek birtakım paragraflar da aşağıdaki kısımda bulunuyor. Boş vaktiniz varsa bir bakabilirsiniz. Kaddafi de, Kemal de, Tercuman da, Göze de tarih oldu be kardeşim.

     

    Kaddafi ve Garaudy

    Baktıkça hüsn-ü ânına, hayran olur âşıkların

    Kaddafi yeni bir ihtilâl yapmış, yetmiş dokuz yaşındaki ihtiyar Kral el İdris el Sünüsi Bursa'da Çelikpalas'ın 302 numaralı odasında mâiyetiyle istirahat ederken tahtından olmuştu. İhtilâlin ilk lideri Albay Şayrib görünüyordu ama arkasından Kaddafi zuhur etmişti. Libya ise aslında bir Türk toprağıydı. Enver Paşa, Mustafa Kemal ve daha niceleri o toprakları italyanlara karşı savunmuşlardı, Lozan Muahedesinin 27. maddesiyle Türkiye, o topraklar üzerindeki haklarından vazgeçmişti.

    Albay Kaddafi, dünyanın merak merkezi olmuştu. Batı gazeteleri soruyorlardı: Bu adam deli mi, fırtına mı, peygamber mi?" Meşhur Roger Garaudy, Trablusgarptaki bir konferansta ona, sosyalizmi; hayali, iktisadi ve İslami diye üçe ayırdıktan sonra sordu: Yeni bir sosyalist nizam kurabilmek için İslâm, ruhi yönden neler verebilir? Bilmiyorum sonradan Müslümanlığını ilan eden Garaudy o günlerde bunun ruhî hazırlığı içinde miydi?

    Libya'daki böyle bir konferansa biz de davet edildik. Benim çağrılmamı salık veren, rahmetli Emin Bilgiç ağabeyin damadı Ekmeleddin İhsanoğlu'ydu. Benden de isim istediler ve ben de Fethi Gemuhluoğlu'nun telkini üzerine Ahmet Güner Elgini tavsiye ettim. Ankara'da buluştuğumuz zaman heyette Ahmet Nâdir Caner ve İstanbul Milletvekili İlhan Darendelioğlu'nun, Vedii Evsal'ın, Elgin'in ve bir iki kişinin daha bulunduğunu gördük.

    Libya sefaretinde İbrahim Râşit Bey selâhiyetliydi. Heyetimize sefaret tercümanı Fâiz Beyi mihmandar tâyin etmişlerdi. Pek incelmemiş bir insandı. Nitekim, uçakta yanıma geldi, büyük bir ihsanda bulunuyormuş gibi, benim heyet başkanı olduğumu, bu sıfatla Trablusgarb Havaalanı'nda karşılanınca, elime tutuşturmaya çalıştığı metni okumamı ve Libya rejimini övmem gerektiğini söylemeye çalıştı. Kağıdıyla beraber elini iterek bu heyetin bir başkanı olmadığını, olsa bile tâyininin kendisine âit olamayacağını ve benim bir konuşma yapmam gerekirse ne söyleyeceğimi kendim bileceğimi ifâde edince bozuldu.

    Biraz sonra rahmetli dostum İlhan Darendelioğlu'nun yanına gittiğini, aynı kağıt parçasını kendisine verdiğini ve uzun uzun konuştuklarını gördüm.

    Rahmetli İlhan, çok saf ve temiz bir insandı. Eski bir dostluğumuz vardı. Ben ona ev alabilmesi için kredi bulmaya çalışmıştım, o ise bana issiz günlerimde iş bulmaya uğraşmıştı. Faiz Beyin verdiği kağıdı ve heyet başkanlığını kabul etmişti. Trablusgarb Havalimanına indik. Herkes heyetimizi karşılamaya ve beyanat almaya gelen televizyoncuları gazetecileri arıyor fakat ortalarda hiç de öyle bir şey bulamıyorlardı. Bir iki gün önce tanıştığım ve çok kaynaştığım Ahmet Nâdir Caner, meseleyi anlamış ve dalga geçmeye başlamıştı. Hem heyetle hem Libyalılarla. Benim nobranlık olarak görülen hareketim haklı netice vermişti.

    Otel Kasr-ı Libya'ya indik. Ertesi günü konferansın yapıldığı salonda da bir başka sürprizle karşılaştık. Bizi bir bankın arkasına buyur ettiler. Bankın önüne baktım. Türkiye İşçi Partisi yazıyor. Arkadaştan ikaz ettim. Tereddütte kaldılar.

    Ben, Biz gazeteci olarak geldik, yerimiz basına ayrılan yer olmalıdır' dedim ve Ahmet Nâdir Ömer'le beraber basına ayrılan yere geçtik. Öner şâirdi, oğlunu kaybetmiş yanık yürekli bir babaydı. Acısını ben anlıyordum ve o da benim yanımda huzur buluyor, neşeleniyordu. TDK üyesiydi. Solcu bir muhitten gelmişti ama hem sağdakilerden hem soldakilerden muztaripti. Heyetten şimdi ismini hatırlayamadığım bir arkadaşına "k'yı kalınlaştırarak "goç" diye sesleniyordu.

    Daha ertesi günü bizi bir pikniğe götürdüler. Piknik öncesi de bir yürüyüş yapmıştık. Dünyanın çeşitli yerlerinden gelmiş yüzlerce insanın teşkil ettiği bir kortej... Başta da Kaddafî vardı. Herkes Kaddafi ile hic olmazsa bir fotoğraf çektirip gazetesine gönderebilmek sevdâsındaydı. Caner'le biz manzarayı tiye alıp eğleniyorduk. Caner, Ankara gazetelerinden Mustafa Özkan'ın sanırım Başkent'inde çalışıyordu ve gazeteci ağzıyla 'Arkada üçüncü sırada arkadaşımız görülmektedir" diye hayali resim altları seslendirerek Kaddafi'ye yakınlaşmaya çalışanları gösterip beni güldürüyordu. Yer sofralarına oturulurken herkes Kaddafî'ye yakın olma çabası içindeydi. Bizim çekildiğimiz köşeye Kaddafi gelip yakınımızdaki sofraya oturmasın mı? Caner, aynı rahatlıkla el sallayarak Kaddafi'ye 'Buyur goç, beraber yiyelim' demez mi? Ne söylendiğini anlamayan Kaddafi de 'Faddal ya seydî' demez mi? Kimde can kalır? İlk röportajı kısa bir zaman sonra rahmete kavuşacak olan sevgili Ahmet Nâdir Caner yapmış oldu.

    'Yahu şu işe bak, herkes onu ararken o bizim yanımıza geldi' diyordu.

    Bir ara yolumuz Türk sefâretine de uğradı. Sefir, Özdemir Yiğit Beydi. Yakışıklı, genç fakat biraz müteazzım bir intiba veren insan. Bugün sefirlerin koltuklarında dosya, binlik ekonomik işleri milletleri nâmına takip ettiği ve öyle de olması gerektiği söylenince 'Ben o kanaatte değilim' demişti. Bu arada Türkiye'nin laik dış politikasının yılmaz bir müdafii olduğunu da anlamıştık. Kaddafi'nin İslamcı ve milliyetçi tutumunu şiddetle Türk devrimlerine aykırı buluyor, sanki orası Türkiye imiş gibi mâni olmak istiyordu. Çünkü Kaddafi, yabancıların pasaportlarına da Arapça sayfalar ilâve etmesini mecburî kılan bir kanun çıkartmıştı. Sefirimiz bunu Türk inkılâplarına aykırı buluyordu. Libya'ya ve onun antisiyonizmine karşı çıkıyordu. Bunu duyan Caner kulağıma eğildi 'Tam siyonizmin arzu ettiği bir sefir' dedi. Sefir bey, '29 Ekim resepsiyonuna bir tek Libyalı gelmedi' deyince bu sefer Caner patladı, aynı fütursuzlukla "Sefir bey o halde siz bu sefarethanenin kapısına bir kilit asın gidin. 29 Ekim'e bile bir tek Libyalıyı getirtemezseniz burada ne fonksiyonunuz kaldı?' deyiverdi.

    Gerçi bunu kendine has yumuşak ve tatlı komik tarzında söylüyordu ama ortam gerildi. Aslında rahmetli haklıydı.

    Nitekim bu kanuna ilk uyan da İtalya olmuştu. O İtalya ki, 1931’de Libya’yı İtalya toprağı ilan etmişti sonra da Mussolini'yi Seyfül-İslâm yani İslâm'ın kılıcı. Dünkü bu rezillikleri bilmeyen, bugünün kepazeliklerini nasıl değerlendirebilir?

    Trablusgarb bir İtalyan şehrine benzer şekilde tanzim edilmişti. İtalyan tarzında bir de katedrali vardı. İkindiden sonra bu çok sıcak şehirde Akdeniz'den bir meltem esmekte ki her nefesi bir kaç damla limonata sanki. Birden Dr. Suphi Ezgi'nin Baktıkça büsn-ü ânına hayran olur âşıkların diye başlayan o muhteşem şarkısını Bingazi'de yani Libya'da bestelediği aklıma geliyor, içleniyorum. Târih bazen nostalji kaynağı oluyor.

    Ne var ki İran'da olduğu gibi gezi bitmeden burada da heyet parçalandı. Bazı arkadaşlar "Kahire üzerinden dönelim. Bir daha bu fırsatı nerede bulacağız?' demeye başladılar. Faiz Bey de onları teşvik ediyordu çünkü o da beraber gidecek ve sefaretine karşı heyetin Kahirecileriyle -Faiz Bey "Gahiracılar" diyordu- beraber döndüm diyebilecekti. Ama paraları yetmiyordu. Bunun üzerine- Mısır Sefaretine gidip Mısır Hava Yolları nezdinde yardım istemeye karar vermezler mi? Çok üzüldüm. Ben, Tek başıma da olsa geldiğim yoldan döneceğim' dedim. Caner beni, goç da Caner'i takip etti. Üçümüz Roma'ya döndük ama havaalanında bizi acı bir sürpriz bekliyordu. İstanbul uçağını kaçırmıştık. Ancak ertesi günkü uçakla dönebilirdik.

    Leonardo da Vinci Havaalanında kimse durumumuzla alâkadar olmadı, şikâyet edeceğiz sözlerine omuz silkip güldüler. Arkadaşlarda beş para yoktu. Geceyi orada nasıl geçireceklerini düşünüyorlardı. Bunun üzerine, üzülmeyin bende para var, dedim, üç yüz dolar kadar olan paramı Libya parasına çevirmiştim, olduğu gibi duruyordu. Oradaki döviz bürosuna gittim. Libya paralarını uzattım. Veznedar baktı, bunlar geçmez diyerek paraları geri verdi. Sebebini de şöyle açıkladı: Bunlar ancak Libya'da geçer. Gelirken bunları değiştirmeliydiniz.

    Bunu duyan ve başka da param olmadığını bilen Caner yere çömeldi ve 'Ben hastayım, havaalanında gecelersem ölürüm.' dedi. Bir an sarsıldım ama sonra kendimi toparladım. Çâre aramaya başladım. Libya Hava Yolları, Hutut-u Cevviye-yi Libiyye bürosunu gördüm. Yaklaştım. Bir genç Libyalı, büroya bilet almaya giriyordu. Yanaşarak durumu anlattım. Bu paraları istediği miktarda değiştirmesini rica ettim. Din kardeşim bir miktar eksiğine bize liret verdi. Kurtulmuştuk. Biletlerimizi alıp yerlerimizi ayırttıktan sonra bir otele kapağı attık. Ertesi gün de İstanbul'a... Arkadaşlar hisselerine düşen miktarı hemen gönderdiler.

     

     

     

    Tekrar Libya

    Bir müddet sonra tekrar Libya'ya gidiyordum. Hu sefer davetli ve devlet misafiri olarak. Maksadım, ilgimi çekmiş olan Kaddafi ile bir röportaj yapmaktı. Kaddafi ilgimi çekmişti çünkü dünyada kendisine bir yer edinebilmek için olsa da İslâm'ın ve bu sebeple Batı Trakya Türklerinin kaderiyle ilgileniyordu. İbrahim Râşit dostum, elçilik müsteşarı olarak bana Kaddafi'den randevu almış, biletimi de ayarlamıştı. Sonradan öğrendiğime göre, Tercüman bu işlerde gerçekten başarılı bir mensubundan Kaddafi ile röportaj yapmasını istemiş fakat elçilikten vize bile alamamışlar. Ben ise gazeteye beş kuruş masraf çıkarmadan gidiyordum.

    Kaddafinin beni beklediğini de tedbirsizlik ederek açıklamıştım. Bu sefer de Kasr-ı Libya Oteli'ne inmiştim. Ama ne beni bekleyen vardı, ne arayan ne soran. Ne de randevudan haberi olan. Aslında soran ve not alan çoktu ve değişik kişilerdi ama bir daha görünmüyorlardı. Diğer Kaddafinin beni beklediğini gazeteme açıklamamış olsaydım iki gün içinde geri dönerdim. İçine düştüğüm kaostan çok bunalmıştım. Hızır'ın yetişeceği kadar.

    Nitekim yetişti. Bir hafta kadar sonraydı. Libya Elçilik Müsteşarı İbrahim Râşit de Trablusgarb'a izne gelmişti. Hiç beklenmedik bir yerde ve zamanda, yolda arabasıyla giderken bir an beni görmüş. Hemen yanıma geldi. Aldığı fakat şimdi kaybolmuş görünen randevuyu beraber aramaya başladık.

    Beni birkaç gün arabasıyla muhtelif yerlere götürdü, hepsinde gaye Kaddafiye ulaşmaktı. Davet-i İslam Cemiyeti Başkanı Şeyh Subhi, belki bizim kaybolan randevuyu bulabilirdi. Belki İmar İskan Bakanı Manguş bize bir yol veya cevap bulabilirdi. Türkiye'de okumuş bir mühendisti. Böyle diyerek epey gezip durduk. Dağılmış da toparlanamamış bir yapıyı geziyorduk adetâ. Dâvet-i İslâm Cemiyeti benim Kaddafi tercümelerini satın almaya kalktı. Yirmi beş bin Libya lirası vereceklerini söylüyorlardı. Arapça aslı olan bir eserin Türkçe tercümesinin Arapça konuşanlara ne faydası olabilirdi? Açıkça rüşvetti, hediye deseniz bile. Böyle hediye olmazdı. Kastım Kaddafiye ulaşmaktı. Savsakladım. Ne red ne kabul durumunda oldum. Kaddafi ile görüşme kat'ileşince İbrahim Kâşifle Şeyh Subhi'ye vedâya gittik ve ben. bütün eserlerimi basabileceklerini, bunun için herhangi bir ödeme yapılmasına gerek olmadığını ve böyle bir ödemeyi kabul edemeyeceğimi bildirdim.

    Çıktıktan sonra İbrahim Raşit'in benim elimi tutarak tebrik etmesinden ne kadar sevindiğini anladım. Demek beni tanımasına rağmen bir an düştüğü tereddütten kurtulmuş, ferahlamıştı.

    (......)

    Otele her dönüşümüzde birileri gelip biyografimi alıp gidiyordu. Onlara Tercüman'ın özelliklerini: sağ görüşlü ve antikomünist. en büyük tirajlı opinon gazetesi olduğunu anlatmaya çalışarak Kaddafi veya Libya hükümeti tarafından davetli olduğumu bilhassa söylüyordum. Tınmıyorlardı. Sanki ben çağrılmış bir devlet misafiri değil, macera arayan bir gazeteci durumuna düşmüştüm. Eğer ben profesyonel bir gazeteci olsaydım belki bu duruma tahammül etmezdim. Fakat meselenin, fikrî, millî ve mânevi yönü vardı ki beni asıl o cezbediyordu. Zâten ok yaydan çıkmış, olan olmuştu. İnancımın sabrına sarılmış ne olacak diye biraz da merakla bekliyordum.

     

    Mâlik bin Nebî imdada yetişiyor

    Fakat son bir defa biyografimi almaya gelen şahsa Cezayir'in mütefekkir ve büyük evladı Mâlik Hin Nebinin bazı eserlerini -Vocation de Lİslâm, Le Phenomen Coranique vs- tercüme ettiğimi söyleyince ve yanımdaki nüshaları gösterince iş değişti. Meğerse Mâlik Bin Nebi bir müddet Kaddafi'ye danışmanlık yapmış ve onun çok güvenini kazanmış. Hava tamamen değişmişti. Sorularınızı yazın verin diyerek bu farkı belli ettiler. Ertesi gün de otelden ayrılmayın her an çağrılabilirsiniz, dediler. Ankara'da alınan randevu unutulmuş, yeni bir randevu da rahmetli Mâlik Bin Nebî dostum hatırına alınmıştı.

     

    Bu arada Deniz Baykal

    Bu arada hiç ummadığım bir davetle karşılaştım. Mâliye Bakanı Deniz Baykal burada, sizinle elçilikte görüşmek istiyor, dediler. Çok şaşırdım. Tam zıt kutuplardayız, birbirimizi de ancak ismen tanırız o kadar. Ama davete icabet edilir. Gittim. Beni görür görmez Baykal da şaşırdı. Afedersiniz ben Ergin Konuksever'den bahsediyorlar sanmıştım, onun için bir yanlışlık oldu. sizi rahatsız etmiş olduk.' dedikten sonra devam etti, "Mamafih mademki geldiniz sizinle istişare edeyim.'

    Doğrusu Baykal'ın tavrını net bulmuştum. Burada iki Türk'üz. Üstelik siz benim devletimin bir bakanısınız. Elbette ben aklımın erdiğini size söyleyeceğim.' cevabını verdim. Baykal'ı, geleli birkaç gün olduğu hâlde ve sefaretin tavassutuna rağmen bir türlü Kaddafi ile irtibatlandırmıyorlarmış. 'Beklemem devletimin haysiyeti için ayıp olur, beklemesem boşa gelmiş olacağım, ne yapmalıyım?" diye soruyordu.

    Ben de aynı netlikle dedim ki, 'Siz Libya'yı bir devlet sanıyorsunuz. Burası Osmanlı Devletinin bir nâhiyesiydi. Uzun yıllar da sömürge hâlinde kaldılar. Şimdi çok şiddetli bir ihtilâl sonrası yaşıyorlar. Organizasyon falan aramayın. Aynı şekilde kötü niyet de aramayın. Yalnız fazla bekletilmeniz de milletimizin şerefine uymaz. Bence haber gönderin ve yer ayırttığınız uçağın tarihini belirtin. Derhal sizi kabul edeceklerini sanırım. Etmezlerse siz size düşeni yapmış, devletin milletin şerefini korumuş olursunuz.' Ve kendisine başıma gelenleri anlattım. Baykal, doğru dedi. Sonra öğrendim ki aynı şekilde hareket etmiş. Uçağının kalkmasına birkaç saat kala kendisini Kaddafi'ye götürmüşler. Kaddafi de Kıbrıs çıkartmasını ondan dinlemeye doyamamış. Baykal'ın uçağının kalkmak üzere olduğunu hatırlatması üzerine, ziyanı yok size uçak tahsis ederim diyerek kendisini alıkoymuş ve kendi uçağıyla göndermiş.

     

    Nihayet Kaddafi

    Mâlik Bin Nebî ismi onaya çıktıktan sonra bana da, otelden ayrılmayın her an aranabilirsiniz, demişlerdi. Nihayet Enformasyon Bakanlığı yetkilisi İbrahim Bey otele geldi ve haydi dedi. Kıyadeye gidecekmişiz. Kıyade Devlet Başkanlığı Ofisiydi. Kaddafi bizi orada beklemekteymiş. Ofisin şatafatlı salonunda bekliyoruz. Bir hayli daha gelecek diye, on beş günde yaşadıklarımı düşünürken birden yanımdakiler Enformasyon Bakanlığından İbrahim ve tercüme işini yapacak Dueb Beyler ayağa kalktılar. Kaddafi'nin içeri girdiğini gördüm. Musâfâha ettik. Kaddafi'nin ilk sözleri, Kaleminizle, tercümelerinizle, yazdığınız kitaplarla İslam kültürüne yaptığınız hizmetlerden ötürü sizi tebrik ederim.' iltifat cümlesi oldu. Bu cümlede rahmetli Mâlik Bin Nebî'ye de bir saygı payı vardı. Bu arada ona bakıyorum. Ortadan uzun bir boy, sevimli ve yakışıklı bir yüz, ayaklarında çizmeler, yakalarında kırmızı rütbe işaretleri var. Teşekkür ederken ve tercüme ettiğim kitaplardan birer tane verirken kendimi, Ben İslâm ümmetine ve Türk kavmine mensup bir gazeteciyim, diye takdim ediyorum. Takdirle dudaklarını sıktığını görüyorum.

    Daha önce yazarak verdiğim soruları sıralamaya başlıyorum:

    - Dünyanın en önemli meselesi?

    - Hak ile batılın ayrılması!

    - İslâm dünyasının en önemli meselesi?

    - Parça parça bölünmüş olmak.

    İslâm'ın Afrika'da yayılışından, Birleşmiş Milletler'in zaaflarından, Watergate skandalından, hangi şâirleri sevdiğine kadar uzanan sorular...

    Hatta 'Türkiye'de çok sevildiğinizi biliyor musunuz?" suali de vardı. Ben de Türkleri, Türkiye'yi seviyorum' gibi bir cevap veriyordu ki, ecdadın çok kullandığı bir Arapça deyimi tekrarladım: Minel kalbi ilel kalbi sebilâ! Yani kalpten kalbe yol vardır. Kaddafi bir an soran gözlerle Dueb Beye baktı. Onlar benim Osmanlıca'dan kalma birkaç deyimden başka Arapça bilmediğimi söylediler. Kaddafi Türkiye'de hem İslâm'a yaklaşımı ile hem de Kıbrıs çıkarmasında uçaklarımıza gerekli olan lastiklerden Libya depolarında bulunanları, istememiz üzerine omzuyla taşıyarak vermiş bulunduğu için büyük sempati toplamıştı.

     

    Hala Sultan meselesi

    Bu arada elbette Kıbrıs meselesi de vardı. Kıbrıs Barış Harekâtından önce Kıbrıs'a gitmiş ve orada Hala Sultan Türbesini ziyaret etmiştim. Târihî ve manevî değeri olan böyle bir âbidenin Rumların bölgesinde kalmış olması bana dokunmuştu. Birden Peygamberimizin halasının Kıbrıs'ta yattığı aklıma geldi ve Kaddaffiye bunu bilip bilmediğini sordum. Çok şaşırarak, sizden duydum, dedi. Onu Kıbrıs ile ilgilendirmenin ve bu ilgiyi devamlı kılmanın o gün için en iyi yolu olarak bunu bulmuştum. Anlattım, çok alâkalandı. Şimdi o türbenin Rumların elinde esir olduğunu ve bakıma ihtiyacı bulunduğunu söyledim. Türk Dışişleri Bakanlığı'nda laiklik saplantısı olmasaydı bu konu bütün İslâm dünyasında lehimize büyük bir kozdu. Hatta bugün bile Türk idaresinde, bütün İslâm dünyasına açılmış bir ziyaret merkezi olarak Rumların elinden alınabilir. Maalesef hâlâ Rum tarafındadır ve yılda bir ziyaret izni verilmektedir o da bin bir şart altında. Hatta Hala Sultan Vakfının Türkiye'ye ait olduğu söylenmelidir.

    Ne kadar üzerinde durmuşum ki aynen şunları söyledi: "Bu camiin tekrar ibâdet edilir hâle getirilmesi için elimizden gelen her şeyi yapmaya hazırız. Türklere bu konuda her türlü yardımı yapmak arzusundayız. İnşallah bir gün bu arzumuz gerçekleşir."

    Birkaç yıl sonra bana Kıbrıs'ta, Hala Sultan Cami ve türbesinin Kaddafi tarafından onartıldığını anlattılar.

    Kaddafi'den bir de '120 bin Kıbrıslı Türk benim kardeşimdir." beyânını aldım. Galiba bu cümleyi Pakistan Dışişleri Bakanının beyanatından da almıştım.

    Dışarı çıkınca mihmandarım İbrahim Bey, bana daha büyük bir saygı göstermeye başlamıştı. Sebebini sordum. Ben, Kaddafi'nin kabul ettiği ilk Türk gazetecisi ve mülakatı bir saatten fazla süren ilk gazeteciymişim. Bu ise bana büyük önem verildiğini göstermekteydi çünkü hiçbir gazeteciyle bu kadar uzun konuşmamış. Güldüm. Mamafih beş altı sene sonra bazı Türk gazetecileri bu şerefe kavuştular ve bununla bol bol övündüler. Ben ise kuş gibi hafiflemiştim. Aklım fikrim ülkeme dönmek ve gazetem Tercümana röportajı vermekti

    İlk uçak Beyrut'a gidiyordu. Hemen atladım. Fotoğrafları, ancak havaalanına hareket ederken yetiştirebildiler. Beyrut'tan Ankara'ya ve Ankara'dan İstanbul'a... İstanbul uçağında bu gibi röportajları yapmakla ünlü bir tanıdıkla karşılaştık. Haberdar olmuş. Röportaj yapabildin mi diye sordu. Evet deyince pek inanmadı. Fotoğrafları gösterdim. "Üç yüz altmış bin lira vermişlerdir, bu gibi röportaj yapabilen gazetecilere verilen paradır bu' dedi. Şaşırdım. İlk defa böyle bir şey duyuyordum. Ayrıca bu rakamı nasıl hesaplamıştı? Niçin üç yüz değil, dört yüz değil de üç yüz altmış bin? Bunun da mı borsası vardı? Dudaklarımı büktüm, şaka yapıyorsun dercesine başımı salladım. Ama o şaka yapmıyordu. Ben Kaddafi'ye Türk İşi bir çevre götürmüştüm. Hediyemi çok beğenmişti. Hatta çevreyi incelerken çekilmiş bir resmi de vardır. O da bana fotoğrafıyla beraber bir transistorlu radyo hediye etmişti ki bir iki yıl içinde büyük oğlum tarafından istihlak edilmiştir.

     

    Fotoğraf yoksa röportaj da yok

    Evet İstanbul Cağaloğlu'nda, Gediz Han'da Genel Yayın Müdürü Saadettin Çulcu ile beraberiz. Hoş geldin faslından sonra yazıları çıkardım önüne koydum, işte röportaj, dedim. Durdu. Bana baktı. Fotoğrafları sordu. Uçaktaki gazeteci dostun fotoğraf görmeden inanmadığını hatırlamış, bir muziplik yapmak istemiştim. Gönderecekler, dedim. Yüzü karıştı, ciddileşti.

    -Sayın Göze, yayınlayamayız. Yanlış anlamayın, size itimadımız sonsuzdur ama bizi anlayınız. Geçenlerde bir arkadaşımız Cezayir Cumhurbaşkanı Bumedyen'indir diyerek bir beyanat getirdi, koyduk ve ertesi günü Cezayir Elçiliği Cumhurbaşkanımız şu son hafta içinde hiçbir yabancı gazeteye beyanat vermemiştir' diye tekzip yayınladı, rezil olduk. Biz de karar verdik, artık fotoğrafsız beyanları koymuyoruz.

    Sessizce eğildim, evrak çantamdan fotoğrafları çıkarıp önüne koydum.

    Renk vermedi ben de üstelemedim. Röportajı "Tercüman Yine İlk", "Yılın Röportajı" diye tanıtarak yayınladılar, o devirler İslâmi bir rönesans vardı, İslâm'ın bekareti, ulviyeti, yüce ahlakı; ticârete, siyâsete henüz rehin edilmemişti. Röportaj büyük yankı yaptı.

     

    Bir telif hakkı komedisi

    Birkaç ay geçti. Bir gün patron Kemal Ilıcak bana yalnızken, beyefendi, dedi. Biraz alıngan bir deyişti bu. 'Beyefendi siz bir şey söylemiyorsunuz, biz de susuyoruz ama elbette bir şeyler yapacağız.' Röportajı kastediyordu. Hiç sesimi çıkarmadım. Bir hafta sonra 'Sayın Göze size yirmi beş bin lira vereceğiz.' dedi. Yine hiç sesimi çıkarmadım. Hâlbuki bu para, bu röportajı gazete nâmına yapsam masrafına yetmezdi. Bir hafta sonra, bu parayı vereceğiz ama bunun vergisi ne olacak, demeye başladı. Siz bilirsiniz, dedim. Yine bir hafta geçti. Bu sefer muhasebeci hanımı çağırdı. Nursan Hanımdı galiba. Sayın Göze'nin telifini nasıl yapacağız?' diye sordu. O da büyük bir canlılıkla, büyük miktarda bir vergi vermem gerektiğini anlattı. Ben zâten her defasında içimden gülüyordum, çünkü karşımdaki danışıklı dövüştü. Bu Tercüman'da bir ilk değildi.

    Bir neticeye varamadıklarını görünce 'Kemal Bey boş verin, benim size hediyem olsun." dedim. Duraladı. Cevabım ağır gelmişti ama sesini çıkarmadı.

     

    Amatörlüğün neticesi

    Şimdi düşünüyorum da amatörlüğün neticesi buydu. Kaddafi ile röportaj o günlerde çok mühim bir gazetecilik olayıydı. Bütün dünya için böyleydi çünkü Libya ve Kaddafi bütün dünyanın merakının odak noktası olmuştu.

    Beni de Tercüman yazarı olduğum için değil fakat Mâlik Bin Nebî mütercimi olduğum için kabul etmiş, "Kardeşim Ergun Göze'ye" diye bir de resim imzalamıştı. Tam ve büyük bir meslekî fırsat geçmişti elime. Yapılacak iş oradan Türkiye'ye değil Paris'e geçmek ve Türkçesine rezerv koyarak diğer dillerde Avrupa'da yayınlanmasını temin ettikten sonra, röportajı dünya gazetelerinde rağbet görmüş bir yazar ve biraz da zengin olarak Türkiye'ye dönmek ve büyük gazeteci olarak şöhret sahibi olmaktı.

    En azından röportajı vermeden, fotoğrafları çıkarınca, fotoğrafsız yayınlayamayız diyen genel yayın müdürü ile veya daha İyisi patronla ne verileceğinin pazarlığını önceden yapmaktı. Çünkü o zaman hemen hesap edeceklerdi ki bu röportajı özelikle iki üç gazete, yüz binler vererek almaya hazırdı. Üstelik patrondan pazarlıkla ne kadar çok alabilirsem gözüne daha çok girmiş olacaktım. Beni bu yönden de takdir edecekti. Sonradan bunun böyle olduğunu da hayretle öğrenecektim.

    Ama biz idealist ve amatör bir ruh ile gelmişiz. Benim yaptığım ise taa delikanlılığımızda "Babıadî" dediğimiz mekânın hiç sevmediği, hoşlanmadığı şeylerdendi. Burada alınan ve satılan adam olmak geçerliydi. İhanet diye bir şey yoktu. Bugün birbirine ihanet edenler, birkaç gün sonra bir başkasına ihanet etmek için kol kola girebilirlerdi. Böyleleri makbuldü. Böyleleri gözdeydi

    Kemal Ilıcaktan bir gün aynen şu sözleri duymuşumdur:

    - Bu p...k! -hâlen meşhur bir gazeteciden bahsederek- Paris'ten elbise getirtir. İtalyadan ayakkabı. White Horse'dan aşağı viski içmez. Ona çok para lâzım. Ama Sayın Göze siz öyle misiniz? Ana sütü kadar temizsiniz. Sigaranız bile yok. Para size o kadar lâzım değil.

    Yani patrondan bol para alabilmek için onu kazandıracak şereflendirecek işler değil de bu sayılan masrafları yapmak lâzımdır. Ona ihanet ederseniz daha makbuldür. İnanılmaz ama misallerini çok gördük. Vefalı iseniz, kimse sizi takmaz, Çünkü sizden kimse çekinmez, size önem vermezler, hatta küçümserler. Vefanın mânâsını ve değerini bilmedikleri için bunu aczinize verirler. Başarısız olmak da önemli değildir. Pardon çok önemlidir, her başarısızlıktan sonra taltif edilmiş kimseleri bilirim. Ne kadar zarar verdirirseniz o kadar saygı gösterirler. Ama dâima işinizi ve kendinizi öne sürecek, doğru eğri bir şeyleri bıkmadan söyleyeceksiniz.

    Hiç unutmam Star Gazetesinin ilk çıktığı gün. Fatih Çekirge, Star televizyonunda saadetten mest olmuş şekilde. "Aklın alacağı iş değil, ilk gün dört-beş yüz bini geçtik. Bu kadar başarılı olunur.' mealinde lâflar etmişti. Bilenler bıyık altından gülmüşlerdir. Sen elli kuruşa sattığın gazetenin yanında iki yüz elli kuruşluk promosyon verirsen; arkanda bir televizyon, iki banka, dağıtım ağı da varsa yetmiş milyon gazete satmalısın. O zaman bile başarılıyım diyemezsin. Çünkü bu başarıyı birkaç gün devam ettirmeye kalkarsan bankaları da batırırsın televizyonu da.

    İleride anlatacağım bir sebepten dolayı sütunumu bir iki ay terk etmiştim. Nihayet bir gün Ilıcak yazıhaneme geldi. "Ağacığım ayıp ediyorsun, sütunun seni bekliyor.' dedi, Fethi ağabey araya girdi ve ben Tercümana döndüm. Ondan sonra, hiç öyle bir mesele konuşulmadığı hâlde Fethi ağabey kanalıyla bana otuz bin liralık bir senet destesi gönderdi. Bunu da Kemal Bey'in hakkı ne kadar ise o kadarını teslim babında yazıyorum.

    Bunları Babıali'yi anlatmak için yazıyorum. Kemal llıcak'ı değil. Çünkü o bugün bile bana sorarsanız bulunmaz bir patrondu. Yanlışları vardı ama onları unutturacak doğruları ve çok başka hâlleri de vardı.

    Meselâ, Fethi ağabey vefat edince beni çağırdı. Fethi ağabeyin hanımı yengemize hürmetlerimi söyle ve sor; açık çek mi göndereyim yoksa tensip etmek istediği bir rakam var mı, bildirsin onu yazayım göndereyim." dedi. Ilıcak kendisini Fethi gemuhluoğluna borçlu hissediyordu. Bana onu bir ara şirketine murakıp yapmak, bir çek vermek istedi. Emr-i vâki yapıp benim yanımda verdi de. Ama birkaç gün sonra Gemuhluoğlu çeki yine yanımda, özür dileyerek alamam deyip iade etti. Bana da, içime sindiremedim, demişti. Ilıcak bu teklifinde samimiydi, hangi rakamı söyleseler verecekti.

    Fethi ağabeyin hanımına ve çocuklarına durumu anlattım. Onlar ileride anlatacağım bir başka sebepten ve haklı olarak Ilıcaka kırılmışlardı. Hayır teşekkür ederiz lüzum yok, zahmet etmesin dediler. Ellerinin tersiyle teklifi geri çevirdiler. Birbirine denk iki jest. Bugün kim yapabilir? Ilıcak tezatlar kumkumasıydı. Ama Fethi ağabeyin ailesi bunu niçin yapmıştı bunu da anlatmalıyım.

    1977 seçimleri yaklaşırken Fethi ağabeyin meclise girmesi fikri ortaya çıktı. Bunu kendisi de istiyordu. Millet için de büyük bir ferahlık olurdu. Millet vicdanının sesini en iyi o temsil ederdi. Ben son hükümet kurulmasındaki temaslarım ve alınan netice bakımından, o günlerde büyük bir siyasî güce erişmiştim. Diyebilirim ki milletvekili adaylığı için kendimden maadası için bile kontenjan hakkı kullanabilirdim. 1969 seçimlerinde Koca Reis Saadettin Bilgiç yazıhaneme gelmiş. 'İstanbul listesinde benim yerim dahil hangi sırayı istersen DP'den aday olmanı rica ediyorum.' demişti. Ben yine yazarlık idealizmi ile size sütunumda daha faydalı olurum haklı gerekçesiyle kabul etmemiştim. Ankara'dan Hasan Korkmazcan ise 'Ağabey kabul etseydin, bütün Türkiye'de partimiz için iyi olurdu.' demek nezâketini gösteriyordu. Elbette bu politik gücü en çok Fethi ağabey için kullanırdım ve o gün gücümü buna daha çok müsait görüyordum.

    Kemal Ilıcakla buluştuğumuz, bir gün söz bu noktaya geldi ve ben kontenjanımı Fethi ağabey için göğsümü gere gere kullanacağımı ifâde ettim. Kemal Ilıcak birden canlandı. 'Sakın ha!' dedi. Böyle bir şey yapmayın, izin veremem diyerek ilâve etti. 'Bu benim vazifemdir. Fethi ağabeyin meclise girmesi bana düşen bir görevdir, Ben Ankara'ya gider bu işi hallederim.'

    Elbette AP düşünülüyordu. O zaman ben "Patron, bunun benim de arzum olduğunu ilâveten bildirmenizi rica ederim.' dedim ve meseleyi bağladık. Daha doğrusu bağladığımızı sandık. Çok emin olduğumuz bu konu dışarıya da sızdı. Fethi ağabeyin çevresinde de duyuldu. Çünkü vaziyet garantiydi.

    Fakat günler ilerledikçe ortaya çıktı ki Kemal Bey, Demirel ve AP nezdinde bu konuda hiçbir teşebbüste bulunmamış. Daha doğrusu Nazlı için konuşmuş ve bizim teşebbüste bulunmamıza da belki bunun için mâni olmuştu. Ve Fethi ağabey listeye giremedi. Üstelik benim de elim kolum bağlanmış ve şahsen bir teşebbüse girmek imkânı da elimden alınmış oldu.

    Bu aldatılış Fethi ağabeye çok dokundu. Eğer gereken yapılıp da netice alınmasaydı mesele değildi, ama böylece aldatılmış olmayı ve ailesi nezdinde de aldatılmış durumuna düşürülmeyi affedemedi. Günlerce hiddetiyle boğuştu. Bir ara affeder gibi oldu. Ama edemiyordu. Kemal Ilıcak'ı cezalandırmak istiyor, bunun yolunu arıyordu. Nihayet bir gün geldi ve dedi ki:

    -Ağacığım, buldum. Kemalin cezasını buldum ve verdim.

    Merakla baktığımızı görünce de infialini açıkladı.

    -Onun zekerini bağladım, şimdi görsün gününü.

    Bunu adlı adınca söylüyordu. Aydın Bolak Beye, etrafında birçok kişiye de söylemiş. Sonradan onlardan da dinledim.

    İlk önceleri bunu bir mecaz olarak kabul ettik. Fakat kısa bir müddet sonra Kemalin aile hayatında büyük aksamalar, sarsıntılar başladı. Afrodizyak almaya başladığına bir gün bizzat şahit oldum. Uğur Reyhan'la otururlarken içeri girmiştim ve renkli haplar alıyorlardı. Gördüğümü fark edince, hatta işi şakaya getirerek bana da ikram(!) ettiler. Konuşmalarından ve yaptıkları esprilerden afrodizyak olduğunu anlamıştım. Odama geçtikten sonra bir yerlerde bu renkli hap bir müddet durdu. İbretle ve Fethi ağabeyin sözünü hatırlayarak baktım, olanları düşündüm ve sonra bu renkli hapları çöpe attım.

     

    Libya'ya üçüncü gidiş

    Türkiye'ye dönünce röportajı da hikâyesini de bir kitap hâlinde topladım. Üçüncü defa Libya'ya uçtum. Kitabı Kaddafi'ye verecektim ve ona bir de söyleyeceğim vardı. Bu sefer Enformasyon Bakanlığında ve her yerde artık ismimi biliyorlardı. Hatta röportajımı tercüme eden bir hanım yanıma gelip kendisini tanıttı ve daha sonra kocasıyla otele gelip beni evlerine yemeğe davet ettiler. Kabul etme mecburiyeti hissettim. Evde muşamba örtülü bir masaya bizi buyur ettiler, hanım ortaya bir tencere getirdi, önümüze koydu içinde etli pilav vardı. Elimize de birer kaşık verilmişti. Kimbilir belki hayat şartları böyleydi. Bu hanım Türk asıllıydı ve benim röportajı Arapça'ya o tercüme etmişti.

    Kaddafi ile bu sefer evinde görüştüm. Bu defa sorularıma İrticali cevap vermek durumundaydı. Tercümanlığımızı kendisi de bir Türk olan ve Libya Haber ajansı (Jana) Genel Müdürü Saad Mücber yapıyordu. Kaddafi'ye kitabı verdim, incelerken fotoğrafı çekiliyordu. Sonunda söyleyeceğimi Söyledim;

    -Türkler, sizin din kardeşleriniz olarak gelip burayı İspanyollardan, Portekizlilerden temizledi. Onlar kızlarınızın ırzına musallat oluyorlar, sizlere köle muamelesi ediyorlardı. Ecdadım, sizin ecdadınızla aynı safa durup namaz kılıp tek Allah'a secde etti. Kızlarınızı ise zevce edindiler, size de kız verdiler. Sizin mektep kitaplarınızda ise Türkler emperyalisttir yazıyor. Bunu nasıl izah edersiniz? Şimdi düşünüyorum da bir diktatöre, ne olursa olsun, evinde böyle bir soru sormak akıl işi miydi? Ama bu benim millî haysiyetimdi. Kitap da sanırım fazla satmadı. Çünkü ne yayınlayan Fatih Matbaası ne de ben Libya Elçiliği'ne falan teklifi düşünmemiştik.

    Kaddafi ummadığım güzellikte bir cevap verdi;

    -Çok haklısınız. O kitaplar asıl sömürgeciden bizi bölüp parçalamak isteyen emperyalistlerden kalmadır Hemence o cümleleri temizleteceğim.

    Bunları da Tercümanda yazdım, bir yıl kadar sonra Prof. Dr. Nevzat Yalçıntaş, Libya dönüşünde bana 'Kaddafi sana verdiği sözü tuttu, kitaplardan o cümleleri çıkarttı.' haberini getirdi.

    Hep düşünürüm. O yakışıklı, masum ve mâkul yüzbaşı sonradan nasıl bu hâle geldi? Nasıl bu kadar zikzaklar yaptı, o masum yüz nasıl karardı? Eğer diyorum, Türkiye'nin akıllı ve gerçekçi bir dış politikası olsaydı, Libya'ya rahmetli Mahir İz gibi; Arap edebiyatını, İslâm tarihini ve yaşadığımız çağı bilen, müstakim olan bir insanı sefir ve iyi yetişmiş bir kurmayı da askeri ataşe olarak gönderebilselerdi belki Kaddafi de bu hâle gelmezdi. Libya da böyle çalkalanmazdı. Çünkü Kaddafi onun şahsında en hayırlı bir danışman bulmuş olurdu.

    Sayın Demirel'e de Kaddafi'nin çağrılması gerektiğini söyledim. Şartlar elvermedi. Ama Kaddafi tezatları ve büyük zikzakları içinde, Libya'yı elinde tutan adam olmaya devam ediyor.

    Evet, Dr. Suphi Ezgi o muhteşem "Baktıkça hüsn-ü ânına hayran olur âşıkların" şarkısını Bingazide; Libya, imparatorluğumuzun bir parçasıyken bestelemiş. Ama bugün şâirin dediği gibi "Ne bende o eski taravet ne onda o hüsn-ü ân kalmıştır."


  13. İskender Pala'ya sardırdım şimdi nedense. Bu yazıyı mitajanına ithaf ediyorum. Dünya üzerinde tek olmadığını anlasın, üzülmesin.

    Bağdatlı Abbas

    Tarihin en ünlü oburlarından birisi, halife Harun Reşit zamanında Bağdat'ta yaşamıştır. Abbas adıyla bilinen bu adamın özelliği, ne kadar yerse yesin, asla "Doydum!" dememesiymiş. Ömründe bir kere bile olsun, "Oh, çok şükür doydum!" dediği gün olmamış.

    Harun Reşit devlet erkânı ile divan toplantısı yaptığı zaman onlara ziyafet de verir, siyasî görüşmelerin sonunda söz edebiyata, şiire, sanata doğru kayar ve sarayda böyle günler bir şenlik havasında geçermiş. Yine bir divan toplantısından sonra, tam sofraya oturulacağı sırada halife sarayının penceresinden bakarken Dicle kıyısında avare dolaşmakta olan Abbas'ı görmüş. Derhal adamlarına emir buyurup sarayına getirilmesini emretmiş. Niyeti o gün Abbas'ı doyurmak, "Doydum!" demesini sağlamakmış. Devlet erkânı da bu fikre sıcak bakmışlar.

    Abbas'a hâl hatır sorulduktan sonra tek başına sofraya oturtulmuş. Onca kişi için hazırlanan yemekler sıra ile önüne konulmuş. Abbas yedikçe yiyor. Çorbalar, ara mezeler, etliler, börekler, pilavlar derken huzurdakilerin bir kısmı, böyle giderse aç kalacaklarını düşünmeye, diğerleri de Abbas'in bunca yediğini neresine doldurduğunu merak etmeye başlamışlar. Sofradaki yemekler her tazelenişte halife soruyormuş:

    - Abbas doydun mu? Cevap her zamanki gibi:

    - Halife hazretleri biraz daha yiyeyim!..

    Böyle böyle Abbas, aşçıların tam on altı devlet büyüğü için hazırladıkları yemeklerin hepsini bitirmiş. Ama kendisinde de mecal kalmamış. Artık lokmaları ağzına götürürken eli daha yavaş hareket ediyor, "Abbas, doydun mu?" sorularını sessiz kalarak geçiştiriyormuş. Nihayet birkaç porsiyon baklavadan sonra yemekten kesilmiş Tam o sırada halife yeniden sormuş:

    - Abbas doydun galiba?!..

    - Artık yemeyeceğim sultanım!

    - O halde doymuşsun?

    - Biraz sonra acıkacağım...

    Halife Abbas'in "Doydum!" demeye yanaşmadığını görünce belindeki kılıcın kabzasına yapışıp yeniden sormuş:

    - Doydun değil mi Abbas!.. Doymadıysan doyasıya kadar yemeye devam et!..

    - Vallahi halife hazretleri, boynumu da vursanız şu anda bir şey yiyebilecek değilim.

    Bakmışlar ki Abbas inatçı, bir yandan doyduğunu söylemiyor, öte yandan çatlamak üzere... Salıvermişler ki gitsin.

    Abbas saraydan çıkınca yalpalayarak giderken tanıdıklarından birisi sormuş:

    - Hayrola Abbas!? Saraydan geliyorsun, Harun Reşit seni iyice bir doyurdu galiba?

    Abbas ne dese beğenirsiniz:

    - Ne doyması efendi! Kılıç korkusuyla bir şey mi yiyebildik?!..

    • Like 3

  14. Efendim raviyân-ı ahbar, nakilân-ı âsâr, gevher nisâr anlatır, bir devr-i kadim simâsıdır Pinti Hamid. En mübağalalı İskoç fıkralarına taş çıkaran hikayeleri anlatılsa da İskender Pala'dan öğreniyoruz ki, Nâbi'yle sık sık atışan Osmanzade Taib Efendi'nin hicviyelerine misal olmuş bir gerçek şahsiyettir kendileri ve anlatılanlar fıkra değil ayniyle vâkidir. Nâbi ile Taib Efendi'nin nesildâşı olduğuna göre 17. yüzyılın renkli Osmanlı tiplerinden biridir Pinti Hamid ve ismiyle müsemma bir cimridir.

    Yine İskender Pala'dan öğrendiğimize göre Fait Reşad'ın Külliyat-ı Letaif'inde Süleyman Faik Efendi'nin mecmualarında maceraları anlatılır Hamid'in.

    Masraf olmasın diye evlenmeyen, sonraları ucuza geldiği için yaşlı bi cariye alan Hamid'e bir gün bir misafir tavuk kesip getirmiş.

    Hamid cariyesine

    -Şunu al kaynat, çorba yap. Eti dursun sonra yine kaynatırız, Demiş.

    Böyle böyle günler geçmiş tavuğa dokunulmadan çorbaya devam edilmiş mütemadiyen kaynatılmak suretiyle. Haftanın sonunda tavuğun bütününü pişirip önüne koymuş cariye "Efendi etin mecali kalmadı bi kere daha kaynatırsak dağılacak iyice, böylece yiyin" diyerek.

    Hamid bunu görünce:

    - Bak bu tavuğu bir kere daha kaynatıp çorba çıkarırsan vasiyet ederim ben ölünce azad olursun, diyerek kerem etmiş kendince..

    Emektâr cariye sinirlenmiş bu hale:

    - Efendi benim yerime şu tavuğu azad ediverseniz daha büyük sevab olur., deyivermiş.

    Raviyân-ı ahbar, nakilân-ı âsâr, şekergüftâr nakleder ki yine bir gün Pinti Hamid hastalık illetine tutulmuş. Tabib çağırılmış, muayene edilmiş teşhis yapılmış.

    Hamid sormuş;

    -Tedavi kaç kuruş eder.

    Tabib hesab edip

    -Peşin kırk kuruş verilir ise sıhhat bulursun inşallah demiş. Hamid bi düşüneyim "deyüpte" mahallelinin imamını çağırtmış, sual etmiş:

    -Emr-i hâk vâki olsa cenazemi kaldırmak kaç kuruşa mukabil olur?

    İmam; "20 kuruş efendi" demiş

    O vakit Hamid kararını vermiş;

    "Bu vechile ölmek tedavi olmaktan daha kârlı olsa gerektir" deyip tabibi tedaviden tard eylemiş.

    (Ehl-i Keyf'ten İktibastır..)

    • Like 3

  15. Anaa, Üstad'ım nerdesin bile sonunda bi toplantıya katılabilmiş, bi ben kalmışım. :) Arkamdan yılan dilinizle laflar sokuşturacağınıza çağırsanıza ulan sevgili arkadaşlarım cihandar ve la edri. Sizin yüzünüzden toplantıya gidemedim. Vebali giyotin misali boynunuzdadır. Ben üçkağıtçıysam bu kelime bugüne dek hep yanlış kullanılmış. Niye kimseyi uyarmıyosunuz? Bundan sonra gördüğünüz yerde halkı acımadan tenvir buyurun; üçkağıtçı sözüne sadık, zeki, karizmatik, arkadaş canlısı, şefkatli, alçak gönüllü ve pırpır gibi bi şeydir. Sahtekar zannedilmesi ise galat-ı meşhur tesmiye buyrulan halin bir misalidir. Hadi bakiim herkes beş ilkokul arkadaşına, beş ortaokul arkadaşına, beş asker arkadaşına, beş mahalle arkadaşına ve dört de sokaktan rastgele çevireceği adama bunları anlatsın da bütün inandırıcılığını kaybettiği yetmezmiş gibi eşek sudan gelinceye kadar bir araba da zopa yesin.

    O değil de ne gibi hususların konuşulduğunu kimse zahmet edip şuraya yazmayacak mı? Kim katıldı bu toplantıya kardeşim. Ne var ne yok?


  16. Değme kepazelik Kılıçdar'ın Lefter'le ilgili füzesinin yerini tutamaz. Ejderhaya atsan dişi kesmez, havaya atsan atmosferi söker atar şerefsizim. 'Çocukluğumuzda Lefter çok iyi bir kaleciydi, ondan etkilenip Fenerli oldum' demişti Tunceli'nin dünya kültür mirasına kazandırdığı yerli Brad Pit. O gün Türkiye'nin siyaset tarihine bir satır daha kaydedildi. Ben de Kemal çok iyi bir palyaço olduğu için manifaturacı dükkanı açıp sermayeyi sizden toplamaya karar verdim. Garanti Bankası Cumhuriyet caddesi şubesi, hesap no 772-66624**... Öperim mübarek ellerinizden efendim.


  17. Bugün Üstad'ın turist terliği dediği gösteri endüstrisini, oryantal dans gösterisine çeviren ve üryan dervişeleriyle, elindeki şarabıyla, kurduğu tezgahıyla Mevlana hazretleri üzerinden geçimini temin eden Hasan Çıkar isimli bir şarlatan geziniyor ortalıkta. Mevlana suiistimali denince benim aklıma gelen ilk şahıs, Rus sarhoşlarına benzeyen nursuz çehresiyle bu adam oluyor. Çalıştığım işyerinden bir hanım kişi mini eteği ve sarıya boyanmış kafa kıllarıyla neredeyse her akşam Hasan dedesinin yanında kıvırtmaya ve teganniye giderdi, nedense iki kilo çantayı taşıyamayan bel hastası bu abla turist gözleri önünde kekliğe dönerdi. Oradan ayrı bir gıcığım bu adama. Bizim dervişe hergün işyerinde otellerle görüşür, nazarları önünde dans edecekleri turistlerin sayısına göre otele fiyat verirdi. Kimi zaman da kıran kırana pazarlığa girdiği oluyordu. Nitekim şirketten ayrılıp maişetini vakıftan elde etmeye karar verdi sonunda. CD, kitap ve benzeri materyalin satışından da iyi para kazanıyorlarmış anlattığına göre.

     

    Evrensel Mevlana Aşıkları Vakfı bu şarlatan tezgahının örgütlendiği kapının adı. Rastlamışsınızdır bir yerlerde.

     

    Dinsizliğini açık yüreklilikle ortaya koymayanlara münafık diyorlar... Kimbilir, belki de Üstad'ın yazısına ilham olan endüstriyel Mevlana pazarlamacısı da bu adamın selefiydi.

    • Like 1

  18. Gittik, gördük abicim. Sabah 9 gibi açılıp akşam da aynı saatin PM'inde kapanan, toleranslı bir devlet dairesini andırıyor camii, yatsıydı sabah namazıydı hak getire. Ama orası Çin tabii. Hristiyan ve müslümanlara karşı sıfır tahammül gösterilen kapkaranlık bir geçmişi var.

     

    Günlerimiz hıncahınç dolu olduğundan, camide namaz kılmak nasip olmadı. Birkaç akşam camiin kapısından dönmek zorunda kaldık, kapalıydı. Fakat bir akşam vakti iç avluya girip içeriden gelen tilaveti dinlemek nasip oldu. Tahminen Endonezya taraflarından Birkaç Müslüman kardeş de avluda oturup kendi aralarında muhabbet ediyorlardı, selamlaştık. İç içe avlulardan oluşan şekil itibarıyla hoş bir camii, ama en çok dikkatimi çeken şey eşiklerin çok yüksek olmasıydı. Bazı eşiklerden geçerken kafanızı eğmeniz gerekiyor. Bizde pek nadir rastlanan bir stil bu. Tabii caminin Çinli vatandaşların boyuna göre inşa edildiğini de düşünmek mümkün elbette..

     

    Camiin mimarisine çok fazla takılmamak lazım, çünkü Çin mimaride dünyanın ulaştığı kutup noktasıdır. Pekin ziyaretimin bana kazandırdığı en büyük beylik yargı bu oldu. Ne muhteşem şeyler yapmışlar öyle. Detaya şimdi girmeyeyim, üşengeçliğimi atarsam kısa kısa notlar halinde bir başlıkta ziyaretime dair birşeyler paylaşmayı düşünüyorum.

     

    Bu camiin etrafında bir müslüman caddesi şekillenmiş. Yazıda ondan bahsetmemeleri biraz eksiklik olmuş. Pekin'deki yegâne müslüman caddesi orasıydı. Allah rızası için bi tane İngilizce bilen çalışanı olmayan onlarca müslüman restoranıyla; olur olmaz her ürünün etiketinde, yalan mıdır yanlış mıdır, helal yazan marketleriyle; 10 günlük Çin gezimde rastladığım yegane dilencileri barındırmasıyla, Müslüman halkın gece vakti sergilediği ilginç orta oyunlarıyla görülmeye değer bir mekândı. Kapalı bayanlara pek sık tesadüf edemediğiniz bu caddede sanırım bizim gittiğimiz saatlerde Müslüman hanımlar dolaşmıyordu, ya da başları cıbıldak geziyorlar, bilemeyeceğim. Heheh. Yalnız hedef kitlesi olarak Çin dışından gelen müslümanları da dikkate alması gereken müslüman restoranlarında İngilizce bilen tek adam olmaması bana tekrar şunu dedirtti: Müslüman aleminin Türkiye'ye, Türkiye'nin de bana ihtiyacı var. :)


  19. Valla yeni dönemin şairlerinden beklemeyeceğim kadar iyi yazıyor. Elbette bütün şiirlerini beğeniyor değilim fakat fikirde ve üslupta güzel şeyler ortaya koyuyor. Hele Sunay Akın kılıklı adamların gevezelikleriyle ayyuka çıktığı bir zamanda gerçekten takdir ediyorum, Allah muvaffak eylesin. Adetim olduğunun aksine zatına pislik atmayacağım:)


  20. Bence o tam öyle değil. İslami hareketin zirvesi arkadaşımızın dediği gibi 70'ler değil, 90'ların ilk yarısıydı. Bana kalırsa Üstad'ın attığı tohumların yeşermeye yüz tuttuğu bir dönemdi o sıralar. Zira yalnızca siyaset değil, kültür ve sanatta, ekonomide, iletişimde ve eğitimde ilk kalkınışlar büyük heyecanların eşliğinde bu döneme denk düşüyordu. Her ne kadar temeli yeterince güçlü olmasa da topyekün bir heyecanın ayak sesleri o dönemde gümbürdemeye başlamıştı. 70'lerde de elbette bir kalkınış, bir heyecan vardı fakat bu heyecanı biz daha ziyade milliyetçi kesimde gördük, İslami kesim nisbeten arkada kaldı bu yıllarda. Çatışmaya girmektense geleceğine yatırım yapıp derslerine çalışmayı tercih ettiler, milliyetçi arkadaşlarına ders notu verdiler. Hemen her konuda daha sönüktüler. Milliyetçilerle -tatsız tabiri hoşgörün- İslamcıların o dönemde birbirinden tamamen kopmasını önleyen ve İslami hassasiyeti yüksek ülkücülerin güç kazanmasını sağlayan en büyük sebep de Üstad'dı. Çerçeve'leri incelediğinizde görüyorsunuz ki, o dönemde sahip olduğu kalem gücünün çok önemli bir kısmını Üstad bu iki grubu birleştirmeye, yakınlaştırmaya, aynı doğrultuda toplamaya tahsis ediyor. 90'lı yıllarda bir Üstad yoktu, merhum Erbakan'a şimdi bir laf söyleyip de vatandaşların hışmına uğramak istemem, o yüzden geçeyim; fakat gerçek liderin eksikliği sebebiyle bu heyecanlı kalkınış paldır küldür devrildi. Geride Üstad'ın yetiştirdiği zihinlerin sürüklediği bir ruh kaldı, o kalmasaydı şu anki durum daha da beter olacaktı belki, bilemeyiz.

     

    Siyasetin karşısında olmayı da ben şahsen çok doğru bulmuyorum. Siyasetten uzak durarak siyasetin geniş kapsama alanında kalan hiçbir şeyi düzeltemezsiniz, İslami yaşayışı çok yakından ilgilendiren kararların merkezindeki anayasa mahkemesinin yapısını değiştirme mecburiyeti dahi siyasete mecbur. Siyaset kurumları içerisinde hareket etmektense topyekun devrimle işi bitirme düşüncesi de aslında siyasetin ta kendisi. Üstad'ı diğer İslami figürlerden ayıran önemli faktörlerden biri de, onun siyasi sahada gür bir sesle, kimsenin söyleyemedikleriyle mücadeleye girişmesi ve kemalist rejime karşı ayağı yere en sağlam basan muhalefeti göstermesiydi. Üstad'ı siyasetinden ayırdığınızda elinizde kalan yarım bir portredir. Onu, günün şartlarında Demirel'e destek vermek işkencesine katlandıran şartlar üzerinde kafa patlatmak gerekiyor.

     

    Yalnız Müslümanlar olarak amaçla aracı fazlaca karıştırdığımız doğru. Benim başlığı açarken temas etmek istediğim nokta da buydu. Misal başörtüsü mücadelesinde konjönktür gereği 90'ların hızlı Müslümanları liberal doktrinin görüşlerine sarılmak durumunda kaldı. Siyaset sahasında yapmak gereken de oydu, çünkü bir diktatörlük içinde siyasi bir kimlikle 'Başörtüsü Allah'ın emridir!' dediğiniz zaman başarı elde edemiyor, üstüne üstlük bir temiz tepeleniyorsunuz. Sesiniz 28 şubatta olduğu gibi tamamen kısılabiliyor, hatta geleceğinizi önleyecek adımlar atıyorlar, İHL'leri ve Kuran kurslarını sağcı etiketli bir şerefsizin eliyle kapatıveriyorlar. Allah sürüm sürüm süründürmeden canını çıkarmasın o Rizeli şeytan uşağının. Neyse. Ne diyorduk? Bizimkiler meseleyi düzeltmek siyasi mücadeleyi mecburi kıldığından tuttular, 'Başörtüsü takmak bir insan hakkıdır' falan demeye başladılar. İyi de yaptılar, daha geniş bir çevreden destek görüp oyunu kurallarına göre oynayarak yasağı yıllar içinde yumuşattılar. Ama sonra ne oldu?

     

    Malesef İslami inançlarının önüne dünyevi bir düşünce olan liberalizmi geçiren Müslümanlar doğdu. Müslüman kadınlarla Hristiyan erkeklerin evlenmesini hak olarak görmeye başlayıp 'Ben Müslümanım' diye gezen insanlar türedi. Be hey ahmak, misal eşcinsellere evlenme hakkını Allah tanımamışken sana ne oluyor, kendini ondan daha üstün bir mevkide görüyorsan söyle de bilelim. Bir koldan liberal Müslümanlar, öte koldan da Şeriati izinden giden sosyalizmin pençesine etini kaptırmış müminler ilerliyor ve her ikisi de gerçek ve derin müslümanı zedeleyerek yürüyor bugün. Demokrasi sazı eline aldığında dininin emirlerinden taviz verecek çok fazla insan türedi. Düpedüz saçmalayıp PKK'ya takdirkar bakanlar dahi çıkıyor.

     

    Refahın da artmasıyla insanlarımızın hareketlerindeki amil artık dini temelden uzaklaşıyor. Şımardık bildiğin. Siyaseti liberalizm için, para kazanmayı sadece zengin olmak için, yazı yazmayı yalnızca şöhret ve takdir kazanmak için yapmaya başlamış bir kitle var karşımızda. İnanılmaz bir şekilde, umre resmen dine uzak kesimin turistik gezisi haline gelmeye başladı.

     

    Anam müezzin efendi çağırıyor, beni kimse burada tutamaz!

    • Like 1
×
×
  • Create New...