Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]

trradomir

Editor
  • Content Count

    816
  • Joined

  • Last visited

  • Days Won

    43

Posts posted by trradomir


  1. Halkımızın bu duyarlılığına bitiyorum abicim. Allah gerek yardım eden, gerekse yardım etmek isteyip de durumu olmayan herkesten razı olsun. Türkiye'yi İslam dünyasının güneşi kılan amillerden birisi de bu. Hiçbir şekilde, başka bir amaç gütmeden elini cebine atan bu kocaman yürekli Anadolu insanına, bu hala kirletilememiş pâk hamura tüm Müslüman ülkelerin çok ihtiyacı var. Takip edebildiğim kadarıyla hiçbir Ortadoğu ülkesinde bu hassasiyet, bu insaniyet, bu çapta seferberlik görünmüyor. Dünyanın lafını soktuğumuz yeşil sermaye dahi oluşturduğu topluluklarla dikkate değer işler yapıyor. Ailecek zekatımızın önemli bir kısmını Somali'ye iletmeleri için kendilerine emanet ettiğimiz Denizfeneri; İHH, Cansuyu, Kimse Yok Mu gibi derneklerin yanısıra; eskiden asla güvenilir bir kurum olmadığı halde Ak Parti hükümetinin de tesiriyle büyük işler yapmaya başlayan Kızılay olsun, Mehmet Görmez ile bir asra yaklaşan tarihindeki adam gibi 2-3 başkanından birine kavuşan Diyanet İşleri Başkanlığı olsun kampanyaya gayet güzel öncülük ediyor. Dünyanın her yerindeki acıya elimizi uzatabiliyoruz, büyük saadet'!

     

    Pakistan'daki felaketle karşılaştırılmayacak derecede küçük olduğu halde, Simav depreminin ardından ahlaksızlığın, namussuzluğun, terbiyesizliğin daniskasını sergileyerek "Burası Simav, Pakistan değil" pankartlarıyla kendi kıt beyinlerince protestoda bulunduğunu zanneden nankör şerefsizlere bu hareketi yaptıran o iğrenç ifsada maruz kalmaksızın, herkesin az-çok bu işte elini taşın altına koyması gerekiyor. Zekata ve sadakaya etrafımızdan başlamak elbette ki evlâ. Lakin göz var, nizam var be kardeşim. Senin vereceğin üç-beş kuruşla bir taraftaki adam ekmek yerine sucuk yiyecekse, diğer adam ise açlıktan ölmekten kurtulacaksa ikincisine hiçbir şey vermemek vebali olan bir iştir.

     

    Son olarak sizi şu video'yu bir izlemeye çağıracağım. Doğrudur yanlıştır bilemem. Ama mutlaka izleyip üzerinde iyice bir düşünmek lazım. Bu sahnenin kameraya yansımayan yüzbinlerce örneği var. Afrika'yı, mesuliyetimizi, zenginliğimizi, tarihi, beyaz adamın ölen çocuğun karşısında öküz gibi bakan gaddarlığını, şükrü, fedakarlığı ve daha nice kavramı tefekküre faydası olacaktır. Buyurun


  2. Çekirge tüketimi meselesi 20. yüzyılın başına tesadüf eden dönemde Arap Yarımadası'nda vakit geçirme fırsatı bulan Türklerin epey dikkatini çekmişe benziyor. Fahreddin paşa'nın orduya kıtlıktan dolayı çekirge yedirmesindeki hazin tablonun yanında, yalnızca gözlem amacıyla meseleye değinen Kazım Karabekir de var mesela. Karabekir, yaklaşık olarak 1889-1893 yılları arasında Arabistan'da, hususen de Mekke'de ikamet ediyor ve babasını, yengesini, iki yeğenini ve dadısını kolera salgını başta olmak üzere çeşitli hastalıklardan kaybediyor. Mekke'de kaldığı esnada, çekirge yağmuru öncesinde halkın koca koca bezleri ve tablalarla tavaları hazır edip sokaklarda pusuya yattığını anlatıyor paşa. Çekirge yağmaya başladı mı, tepelerine şappadak indirdikleri bezlerin altında çekirgeleri sıkıştırırlar, bunları olduğu gibi canlı canlı kızartırlar ve daha sonra kafalarını koparıp, içindeki organları sıkarak dışarı fışkırttıktan sonra kalan dış yüzeyi çıtır çıtır yerlermiş. Böcek tüketim usullerinden biri de bu. Konuyu dağıtmak pahasına da olsa değinmek gereği hissediyorum, şuracıkta bulunsunlar. Karabekir aynı kitapta Arap bedevilerinin pilav yemelerini de anlatıyor ki insan iğrenmeden geçemiyor. Buna göre büyük şölenlerde bedeviler pilavları sağ avuçlarında sıkarak iyice bir dortop ediyor ve sonra ağızlarına götürüyor. Avuçladıklarını sıktıktan sonra vasıtasız ağızlarına taşıyorlar yani. Daha sonra da ellerini koltuk altlarına sildiklerini yazıyor Karabekir, o da ayrı bir tiksinti veriyor. İstanbul otobüslerindeki koltuk altı kokusu sebebiyle kafamı mütemadiyen zikir çeker gibi sağa sola döndürmeden yolculuk edemeyen ve Müslüman erkeklerini gerekirse döve döve parfüme alıştırmayı savunan ben bu tasfirden etkilendim, ne diyeyim.

     

    Karabekir'in Hayatım adlı kitabında Arabistan'la ilgili geçenler yalnızca bunlardan da ibaret değil. Misal, paşa bir kısım halkın Kabe'nin gökyüzüne kadar uzandığını ve üstünden kuş geçmeyeceği iddiasında olduğunu filan yazmış. Sokakta kavga edenlerin seslerini yükselterek, bizim artistlik dediğimiz el-kol hareketlerinin eşliğinde bağrışa çağrışa sövüşmeleri ve küfürleşirken silsile basamaklarını hep bir adım ileri götürmeleri akılda kalan tasfirlerden. Araplar sıklıkla küfredermiş ve muhattabın soyunu dilden bir güzel geçirmek yaygın bir adet imiş. Mesela karşınızdaki adam size 'eşek' diyorsa siz 'eşoğlueşşek' diyorsunuz, o da size 'eşek dedenin torunu' diye cevap veriyor, birkaç dedeye kadar inci düzüyorsunuz. Eşek dediysem, Karabekir'in verdiği örnekler arasındaki çok daha hakaretamiz lafları kamufle etmek için yazıyorum, anlayın artık. Bir de Karabekir'in, şehirli Araplar'ın Türkler gibi beyaz ve yakışıklı, fakat bedevilerin esmer ve tipsiz olduğunu zikretmesi de beni bir beyaz olarak gülümsetti desem yalan olmaz. Hahah.

     

    Ölü ağlayıcılarıyla ilgili kayıtlar da dikkat çekici. Eşraftan bir adam öldü mü ailesi parayla bir grup ölü ağlayıcısı tutarmış. Bu kadar samimiyetsizlik olabilir mi? Bu ölü ağlayıcısı hatunlar gerek ölünün evinde, gerekse de cenaze alayı boyunca bağırıp dövünürlermiş. Karabekir bunlardan bir kısmını dinlediğini söylüyor. Anlattığına göre ölünün başındaki baş çığırtkan 'Oğlum, sen bana ekmek getirirdin' diyor, bağırıyor. Arkadakiler de bağrışmaya başlıyor. Sonra 'Su getirirdin, entari getirirdin, yağ getirirdin, et getirirdin, takı getirirdin' filan diye adam hayatı boyunca ne getirebilirse hepsini bağıra bağıra sayıyorlarmış. Pespaye, iğrenç, rezil bir tablo. Karabekir bu paralı ağlayıcıların gözünden yaş da gelmediğini söylüyor. Ne diyeyim, Allah samimiyetsizlerden de, onlara para kaptırmaktan da bizleri muhafaza buyursun:)

    Konuyu dağıttım, af buyurun erenler.

    • Like 1

  3. Böyle bir tahlile ihtiyacımız var sanırım. Türkiye ciddi bir değişim geçirirken Müslümanların ülkedeki konumu bir 15 yıl öncesine göre dahi radikal şekilde değişmiş vaziyette. Liberalleşme, laikleşme, materyalistleşme benim dejenerasyonu çerçevelemek üzere kullandığım ilk 3 kelime. Bu konuyu irdeleyen kaliteli yazıları bu başlık altında toplayarak kendi tahlillerimizin de yardımıyla bir terkibe varmaya çalışalım, biraz ciddi iş yapalım hadi bakalım.

     

    Ömer Lekesiz'in yazısıyla başlayalım:

     

    http://yenisafak.com.tr/Yazarlar/?t=30.07.2011&y=OmerLekesiz

     

    Zorunla modernlerin iman testi

     

    Müslümanların modernleştiğini kabul etmekle birlikte, onların modernliğe olan imanlarının derecesinden sürekli kuşku duyan yerli müsteşrikler, zaman zaman onların bu halini test etmek için kaleme sarılırlar. Bu yazılarını, çoğunlukla amaçladıkları test için somut denekleri de ortaya çıkaracak şekilde tahrik edici bir üslupla yazarlar.

    Müslümanlar sanattan anlamazlar, derler örneğin, çağdaş müzikle başları hoş değildir; modern tapınma alanları olan konser salonlarına girmezler; futbolu bilmezler, heykele "ucube" diyen başbakana itiraz edemezler, çünkü biat ehlidirler ve heykelin değerini de ölçemezler, derler.

     

    Üzücü olan, son beş yılın medya kayıtlarına baktığımızda, İslami kimliğe sahip (olan ya da o izlenimi veren) kimi program sunucularının, konuşmacılarının veya köşe yazarlarının "modernliğe iman testi tuzağı"nı göremeyip, hemen birer deneğe dönüşüvermiş olmalarıdır. Yerli bir müsteşrik "Müslümanlar sanattan anlamazlar" demeye görsün, hemen, "Müslümanlar sanattan niye anlamasın?" sorusuyla itiraz ederek, bununla o müsteşrik tarafından kastedilen "sanat"ın tanımında anlaşma sağladıklarını ve onun kendi bildiği, benimsediği sanata "göre" konuşmaya başladıklarını fark etmedikleri gibi, "Ne demek canım, siz bizi küçümseyemezsiniz. Başörtülü kadınlarımızdan bir grup Amy Winehouse'un cenazesine gideceklerdi ama uçaklarda yer bulamadılar; piyano çalan bir başörtülü kızımız daha geçen gün bir konserde milleti kırdı geçirdi; siz Jennifer Lopez'de kalmışsınız, biz artık Snoop Dogg-Sweat dinliyoruz" yollu örneklerle modernlik yarışına girerler.

     

    Yerli müsteşriklerin asıl niyetini yukarıda söyledim. Bu niyet, ilk bakışta doğal görünen "kendini savunma refleksi"yle her karşılaştığında gemi azıya alarak, belirttiğim tarzda süregelmiş, söz konusu refleksin sahipleri de onlara daha çarpıcı gelecek, onları hayretten şaşkına çevirecek kendi "modernlik tablolarını" açıklama gayretini her vesileyle sürdürmüşlerdir.

     

    Konunun beni endişelendiren tarafı, bu gidişatın bir gün "Modern olduğunuzu söylüyorsunuz ama henüz bir pavyon işlettiğinizi görmedik" sorgusuna karşı, "Kör olduğunuz için görmemişsinizdir, sizi Nişantaşı'nda yeni açtığımız ultra-lüks pavyona davet ediyoruz" şeklinde bir cevabın üretilmesi noktasına gelip dayanmasıdır.

     

    İlk okunuşunda, endişeli modernlerin endişelerini gidermeye kendilerini ödevli sayan bu deneklerin –özellikle de feminist olanlarının– bu tehlikeli "ezberi", öyle sanıyorum ki, kendilerini "Müslümanca düşünce"nin "içinde" sanma yanılsamasından kaynaklanmaktadır.

     

    Bir önceki yazımda yerli müsteşrikler için kullandığım "aydınlanmış despot" kavramı bu denekler için de geçerlidir. Çünkü bunlar, modern bir zihne sahip olduklarını, daha açık bir söyleyişle Müslüman ve –eğitim, öğretim etkisiyle veya siyasal dayatmalar nedeniyle– "zorunlu modernler" olarak zihni bir kirlilik yaşadıklarını fark etmeksizin, sadece İslam kimliğinin kendilerini temiz tuttuğu vehmine kapılarak modenlikte müsteşriklerle yarışmaktalar.

     

    Bu nedenle söz konusu ezberi, kanıksanmış bir "savunma refleksi" olarak değil, benim kişisel endişemi de aşan, itikadi bir problem, düşünsel bir yarılma, bir tür müşrikleşme eğilimi olarak konuşmanın zamanı geldi de geçiyor bile.

     

    Öncelikle, "Müslümanca düşünmek" ile "Müslümanca düşünmeyi düşünmek" arasındaki farka dikkat çekmeliyim.

     

    Çünkü "Müslümanca düşünmek", tüm ilgilerini ve eylemlerini din'de toplamış, din merkezli kılmış olmakla mümkündür.

     

    Oysa ki, Türkiye'de yaşayan, Batılı eğitimin tezgahından geçmiş, modernliği gönüllü ya da gönülsüz olarak benimsemiş olan Müslümanlar (ben, sen, o farketmez) "Müslümanca düşünmeyi düşünmek"le "de" yükümlüdürler; modern bir yaşantı içinde kendi zihni kirliliğinin bilincinde olarak yer almak, ancak referanslara (Kur'an'a ve Hadis'e) tekrar tekrar dönmeyi, dolayısıyla bu sayede Müslümanca düşünmeyi "de" düşünerek zihnî temizliği süreklileştirmeyi gerektirir.

     

    Nasip olursa çarşamba günkü yazımda da bu konuyu işleyeceğim.

     

     

    Diyor hoca ve bitiriyor. Bakalım yarın ne yazacak?


  4. Ummadığım kadar rezil çıktı bu zırvaname ya. Kitap hakkında, kitabı okumadan önce pek çok inceleme okuyup inceledim, fakat kesmedi. 'Bir de ben bakayım yeni yetme yazarlar ne diyor' diye dürttü şeytan. Bitirdik bitirmeye de... Kitap hem edeb, hakikat bağlılığı, hürmet, incelik bakımlarından rezalet, hem de kendisine en fazla umut bağladığım kurgu zaviyesinden tam bir fiyasko. Şundan eminim, bundan 60 yıl sonra Elif Şafak denilen -afedersiniz- nadan karı bugünün sıralama talihlisi Fatma Aliye Hanım'ından daha popüler olmayacak. Aha buraya yazıyorum, ileride birinizin çocuğu, torunu görür de hak verir fakire. Kitapta evela, evinde kaldığı Mevlana'nın fıstık gibi beslemesinin yanaklarından makas alıp dudaklarını sıvazlayacak kadar ahlaksız ve falcılıkla uğraşacak derecede azıtmış, üstüne üstlük kocalık vazifelerini yerine getirmediği için karısını dolaylı yoldan katleden ve kafasına esti mi ağaç altlarında bir temiz demlenen bir Şems-i Tebrizi karakteriyle karşılaşıyorsunuz. Mevlana hz. dediğiniz tip ise romana göre tam bir sünepe. Sultan Veled Hazretlerine gelince içten pazarlıklı bir sahtekarın izlerini görüyoruz. İlk sema ayini var ya o ilk sema ayini, midemi kaldıracak ölçüde pespaye bir tasvirle sunulmuş. 'Seni değil, seni adam diye okuyanı eşekler kovalasın' dememek için çaba dahi harcayamadım azizan. Şu bizim sema var ya hani, görkemli bir açılış töreniyle Şems tarafından başlatılıyor. Günün temel atma törenlerini andıran bu aptalca kurguya göre Selçuklu padişahı filan da kalkıp, turist eğlendirme şölenlerini andıran bir kurguyla devam eden dansın açılış törenine protokolden katılıyor. Kurguya göre 1245 yılında Hasan Sabbah'ın Alamut'tan kaçan komutanları Konya'da hayal ediliyor. Hasan Sabbah öleli 120 yıl olmuş be hey şapşal, insan en azından kronolojiye bakar yahu, roman yazıyorsun efsane değil. Aynı yıllarda patlıcandan bahsediliyor ki patlıcanın memlekete girmesi yüzyıllar sonradır. Onu da geçtim, yine 13. yüzyıl Konyasındaki adamların ağzında, 19. yüzyılın şairi Ziya Paşa'nın Nush ile uslanmayanı cart curt diye giden beytine atıflar filan var. Kendine edebiyatçı diyen ve tarih hususunda kalem oynatan bir insanın bu hatayı yapmasını ben kabul edemiyorum. Cahilsen kalemine hakim olacaksın, bak benim dayım bahçe suluyor. Allah Allah.

    Amerikalı hatunu otel odalarında ağırlayan sufi Zahara hakkında da fazla yoruma gerek yok.

    Elif Şafak müsteşrik dahi olamayacak biriymiş. Müsteşriklerin muhayyilelerinden çıkan nice uyduruğu okudum bugüne kadar. Hakikate saygısızlık noktasında Elif Şafak'tan kalır yanları yoktu ama, Allah'ı var kurguları birşeye benziyordu be kardeşim. Yazdıkları tarihi ve edebi açıdan bir değer ifade ediyordu adamların. Bizim sonradan görme müsteşriklerde o seviye, o yetenek bile yok. 'Aşkın 40 kuralı' gibi bir zırvalamayı hiçbirinde de görmemiştim ayrıca bugüne dek. '10 adımda koca bulma teknikleri' tarzı iğrenç bir formatla sıralanan bu çirkin kurallaştırmalar Elifçiğimi öyle zorlamış, öyle boğmuş ki kural dediklerinden bir kısmı kuraldan çok Atatürk vecizesine benziyor. Emir belirtmeyen içi boş cümleler ve yamuk tespitler...

    Bastards of İstanbul romanından dolayı kazandığı mağduriyet popülerliği sayesinde voleyi vurdu kadın..

    Elif Şafak'la Cingöz Recai kapışsa zafer ikincinindir. Bunu anladım.

    • Like 1

  5. Şiirleri paylaşanlar alınganlık göstermesin, 'en ziyade ifrit olduğun solcu eskisi İslamcı' deseler bu adamın adını veririm. 'Gündemde kalabilmesi, sivri saçmalamalara bağlı bir adam söyleyiver' deseler her halde ilk aklıma gelenlerden biri bu olur. 'İki kelime laf etmeye başlar başlamaz ortaya koyduğu geveleme seansıyla dinleyenlere özgüven aşılayan NLP uzmanı edebiyatçı kimdir' deseniz tereddüt etmeden bu adamı hatırlarım. 'Kendisine saygıyla yaklaşan gençleri telefonlarda azarlayıp aşağılayarak egosunu tatmin eden boş beleş megaloman' deseler, listeye ilk sıradan yine bunu sokarım. 'Karışık kafanın, çalışmayan kafadan daha iyi olduğu iddiasını çürüten bir adam söyle' diye emir buyursalar 'yine İsmet, ille İsmet' derim. 'Modern şiirden neden tiksiniyorsun' deseler başımı çevirip ilk bakacağım adamlardan biri o olur eminim. 'Bir kısım ergen İslamcının muhalefet sevdasıyla saçmalamayı göze almasındaki amillerden biri' de gözümde yine bu adamdır. Yatacağın yer yok lan İsmet.

    • Like 1

  6. Dil devrimi denilen facia resmen sistematik bir cinnet hali. Devletin keçileri kaçırıp tımarhanelik olması gibi bir hal yani. Düşünüyorum da, sadece 'kökü farklı dilden olmasın' diye yeni kelime uydurmak, çocukların daz-dız-bıddaa-gıttala-homanaa-gutaa gibi olmayan kelimelerle yabancı dilde şarkı söylemeye çalışması kadar abes. Biliyorsunuz, dünya üzerindeki tüm milletlerin belleyip kendi aralarında iletişim kurmaları için insanlar tarafından üretilmiş Esperanto gibi yapay diller var. Fakat bizim Agop Dilaçar gibi şarapçıbaşılarına emanet ettiğimiz Türk Dil Kurumu üretmek için değil, var olanı tahrip etmek için çalıştı ve nihayetinde kolu kanadı kırık bir uyduruğun adı Türkçe oluverdi.

     

    İnsanların birbirleriyle iletişim kurmak üzere oluşturdukları ve o cemiyetin tüm kültürünü çerçeveleyen dili tahrip etmek hem yaşayan nesillerin beynini boşaltmak, hem de gelecek nesilleri robotlaştırmaktır. Zira kelimelerin kullanıla kullanıla elde ettikleri bir ruh vardır, bir an'anevi birikimleri vardır. Bunlar birtakım konseptler dahilinde kullanıldıkça manaları zenginleşir, soyutlaşır, sözlük manasını aşan bir ruha kavuşur. Hepsinden geçtim, kelimelerin herşeyden önce karşıladıkları anlamla ilişkili bir fonetiği, yani söylenişi ve manası arasında uyumu vardır. Ne demek istediğimi anlamak isterseniz alın bir teraziyi kafanızın içine, bir kefeye 'gönenç'i, öbürüne de 'refah'ı koyun. Ben gidiyorum.


  7. Mü'min-Kâfir Üstad'ın ilk okuduğum kitaplarındandı. Aslında tahmin edildiğinden de orijinal bir kitap. İtiraf edeyim ama aramızda kalsın, başka bi yerde duyarsam kulaklarından tavana asarım seni sayın okuyucu. Kitabı okumadan önce kaliteli bir Müslümanın kazma bir gavuru karşısına oturtup şamar oğlanına çevireceğini sanmıştım. Elindeki kılıçla boğayı her halukarda biçmesi beklenen matadora alkış tutarak keyif bulanlardan olacağımı kurmuştum kafamda.

     

    Kitabı okuduktan sonra Üstad'a sıradan yazar muamelesi yaptığımı fark ederek epey utandım. Malum, bu tarz diyaloglarda karşı tarafı süründürmek üzerine kurulmuş senaryolar bandı döndürür. Bizim tarafı savunan kişi, arada sırada demagojiye de saparak rakibine ölümü arzulatır. Battal Gazi'nin ruhu kanımıza işlemiş nitekim. Üstad'ın eserinde ise iki taraf da az-çok yeterli, az-çok birbirine yakın tipler. Bu da diyaloğun kalitesini arttırıyor, ayrıca yakın güçlerin mücadelesinde Mümin'in bariz üstünlüğü pırıl pırıl ortaya çıkıyor. Yani Mümin diğer adamdan daha yetenekli olduğu için değil, fikirleri ağır bastığı için tatmin edici oluyor. İşte ben bu hissi, bu tadı çok seviyorum. Malesef çoğu Müslüman kalem erbabı, mühim olanın böyle bir üstünlük olduğunun farkında değil.

     

    Bana kalırsa Üstad Mümin'in yerine kendini, Kafir'in yerine ise çevresinde karşılaştığı İslam düşmanlarını ve hataratlarını koymuş. Çünkü diyaloglara bakıldığında kendi hayatında karşılaştığı örneklerin de yansıması görünüyor. Kafir secdeden kalkarken bilmem ne kadar toz kaldırmaktan filan bahsediyor ki namaz hakkında aynı itirazın başka bir şahıs tarafından Üstad'a yöneltildiğini farklı eserlerden takip edebiliyoruz. Falih Rıfkı'ydı o di mi?

     

    Hele de arkasındaki iki ekle birlikte, bu kitap da bence Üstad'ın başucu eserlerinden sayılmayı hak ediyor. Bir Pırıltı Binbir Işık ve Vecdimin Penceresinden sanırım şu ana kadar okuduğum en iyi iki kitapçık..

    • Like 1

  8. İşte bu da bahsettiğim o yazı.

     

    Değerlerimiz bu kadar savunmasız kalmamıştı

     

    Türkiye'de demokratikleşme sahasında en fazla mesafe alındığı son 8-10 yıl, ne yazık ki bir yandan da dinî değerlerimizde 1950'den bu yana en fazla aşınmanın yaşandığı, en temel ahlâkî değerlerin bile savunmasız bırakıldığı yıllar oldu.

     

    En son, Prof. Orhan Çeker Bey'in dekolte kıyafet ve cinsel taciz konusunda belki iyi ifade edilememiş sözleri, hem bu ilim adamımıza hem de değerlerimize karşı medya lincine yol açtı. Bu lincin, en fazla üniversitede porno film çekimini akademik çalışma ve akademik özgürlük sahasına alarak savunan ve taciz de değil tecavüz üzerinden dizi yapıp tecavüzü sermaye olarak kullanan, gazeteyi çıplak kadın üzerinden para kazanılan bir dükkân olarak gören medya gruplarından gelmesi de işin ayrı bir boyutu.

     

    Aşağıda, iki Hıristiyan papazının kadın ve giyim konusundaki konuşmalarının özetini bulacaksınız. İlki, 22 Şubat 2009'da Kuzey İrlanda'da bir Presbiteryan Kilisesi'nde

    yapılan bir konuşma:

     

    "Konumuz, edep ve haya. Bunun erkeklerle de elbette ilgisi olmakla birlikte, asıl ilgi sahası kadınlarımız. Çünkü erkekler, kadınların erkeklerde gördüklerinden daha fazla kadınlarda gördüklerinden etkilenirler. Bakma ile bile erkeklerde cinsel arzu uyanır. Eyüp Kitabı'nda (31:1), 'Gözlerimle anlaşma yaptım, niye bir kadına bakayım ki?' denir. Zor ve günümüzde hakkında konuşmaktan korkulan bu konu üzerinde kadınlara yüklenmek için değil, tam tersine Hıristiyan kadınların onurunu korumak için duruyoruz. Kitab-ı Mukaddes'e baktığımızda örtünmekten maksadın vücudu örtmek olduğunu görürüz. Kadın güzelliği Kitabımızda reddedilmez, mahkûm da edilmez. Fakat uygun bir örtünmekle sergilenmemesi gerekir.

     

    "Nedir uygun örtünme? Meselâ mini etek. Mini etek, 1960'larda toplumumuza girdi. Onu icat eden Mary Quant aynen şöyle diyor: 'Öğleden sonra seksi daha kolay ulaşılabilir kılmak için icat ettim. Mini kıyafetler, erkekleri baştan çıkarmak isteyen kızlar için sembolik manâ taşıyan kıyafetlerdir.' Bundan daha açık bir ifade olur mu? Mini etek, hayasızlık adına ve erkekleri baştan çıkarmak için icat ediliyor. Örtünmede edep ve haya, sadece örtülmesi gereken yerleri örtmekten ibaret değildir. Günahkâr erkekler, yeni günah ve kötülük yolları icat ediyorlar. Meselâ kot pantolonlar. Belden aşağısını tamamen örtse bile örtünme sayılmaz; çünkü vücudun şeklini ortaya koymaktadır. Bazı kadınlar, 'Çekici giyinmeyeceğiz de nasıl koca bulacağız?' diyorlar. Eğer bir erkeğin ilgisi câzip ve müstehcen giyiminize odaklanıyorsa, bu ilgi iki para etmez ve böyle bir kocadan da hayır gelmez. Ayrıca, böyle bir giyim, size hayırlı olacak kocaları da sizden kaçırır."

     

    İkinci konuşma, 27 Kasım 2010 tarihli ve bir Afrika ülkesinden yine bir Hıristiyan papaza ait:

     

    "Bu hafta, çok tartışılan bir konu üzerinde duracağız: Kutsal Kitabımızın emrettiği edepli giyinme. 1. Timoteyus 9-10'da şöyle yazar: 'Kadınların da saç örgüleri, altınlar, inciler ya da pahalı giysilerle değil, sade giyimle, edebe uygun ve ölçülü biçimde, Tanrı yolunda yürüdüklerini ileri süren kadınlara yaraşır şekilde giyinip süslenmelerini isterim.' Pek çok kadınlar, kendilerini giyimleriyle tanımlıyorlar. Toplumumuz, gittikçe Tanrı'ya arka dönüyor. İsa, 7. Emr'e atfen 'Size zina etmeyeceksiniz denildiğini duydunuz. Ama ben size diyorum ki, bir kadına şehvetle bakan her adam, yüreğinde o kadınla zina etmiştir.' derken, kadınlarımızın bugün giydikleri ne kadar ürküntü verici! Kadınlar olarak, 'Adam bana şehvetle bakmışsa günah onundur' diyebilirsiniz. Hayır, İsa 'Adam tek başına zina etmiştir' demiyor, 'o kadınla zina etmiştir' diyor; siz de o zinaya ortaksınız. Siz mini etek veya vücut hatlarınızı ortaya koyan kot pantolon veya kısa T-shirtler giyiyorsanız, ben 'ey kadınlar, kendinize gelin!' derim. Müzik endüstrisindeki kadınları taklit ediyorsunuz, ama bunların pek çoğu para ve şöhret için ruhlarını şeytana satmış olanlardır."

     

    M. Ali Birand, ateş saçan bakışlarıyla bir ders de bu papazlara verir herhalde! [email protected]


  9. Ali Ünal'ın bu konuda çok güzel bir yazısı var. Özetle bazı İslami değerleri artık savunamaz hale geldiğimizden bahsediyor. Valla çok önemli bir noktaya temas etmiş, olup biteni harika okumuş. Yazıyı aşağıya almadan önce birkaç şey söyleme ihtiyacı hissediyorum. Bugün türk toplumunda özellikle liberal kesimin artan bir baskısı var. Bir sözünüz liberalizme aykırıysa artık o sözü söyleme özgürlüğüne sahip değilsiniz. Porno projesi mi, medya ahlaksızlıkları mı, eşcinsel evlilikleri mi, hatta gayrimüslimlerin cennete gitmesi meselesi mi; her ne olursa olsun liberallerle ve fason hümanistlerle aynı paralelde fikrinizi belirtmediyseniz kudurmuş köpek gibi hırlamaya başlıyorlar. Orhan hocanın buradaki sözü de böyle bir tepkiyle karşılaştı. Yalan mı kardeşim? Kadın karşısındaki erkeğin bilincine kendi derisini zorla sokuyorsa, meydana gelen tatsızlıkta en azından evinin kapısını açık bırakıp hırsızlığa uğrayan bir embesil kadar suçlu olduğunu söyleyemeyecek miyiz? Kanunen değil ama, aklı selimin huzurunda bir büyük hatadır kardeşim bu da. Kaldı ki böyle giyinenlerin önemli bir kısmının, 'Ulan keşke bana tecavüz etseler' demese bile cinsel dürtüleri harekete geçirme gayesiyle böyle davrandığını kimse reddedemez. İnsan tabiatının bu hakikatini dile getirdiğinizde maymunların yapabildiği tek şey siz dinciler sapıksınız demek oluyor. Bir anda sözümona beyninizin kıvrımlarını önünüze döküp, karakterinizi tahlil ediveriyorlar. Üçüncü bir ihtimal olmayacak şekilde, kendisi ya artık cinselliği yaşaya yaşaya kösele gibi hassasiyetini kaybetmiş, ya da kaybetmek istemediği zevkini ancak karşı tarafa sataşarak savunabilen muhattabınız utanmadan insani bir hakikati size suç gibi yapıştırmaya çalışıyor. Tahrik edilmiş bir insanın cinayet işlemesi suçtur, fakat tahrik etmek de onu bu suça teşviktir. Kabul etseniz de etmeseniz de dekolte giymek taciz veya tecavüz riskini arttırır kardeşim, ar-tı-rır! Böyle giymeyenler için de taciz sözkonusu olabilir elbette ama dekolte de taciz hissini arttırması beklenen bir etkendir.

     

    Bizimkiler genelde böyle laflar edecekleri zaman ağızlarına gözlerine bulaştırırlar ve kasıtlarını aşan şeyler söylerler. Ben de buna kıl olurum, 'madem ettiğin lafı bilmiyorsun kapa çeneni ahmak' derim. Fakat Orhan hoca gayet de güzel anlatmış, olaydan bahsederken köpek kudurtacak bir laf da etmemiş ki. Meymenet fukarası Karaibrahimgil'ler, bilmemkimler bile kalkıp hocaya kafa atmak istediğini söylüyor, daha bir ifrit oluyorum arkadaşım ya. Ben de, farz-ı muhal, 'bu şebek suratlı kartpostal feministini eldiven takıp, parmaklarımı gırtlağının köküne geçirerek hırıl hırıl boğmak istiyorum' desem, ya da tepesine temiz bir yumruk indirip boyunu 49 santimden 5 santime ziplemek istediğimi söylesem savcılık beni sürüm sürüm süründürür şerefsizim. Aradaki fark sadece ufak bir tepki dozundan ibaret ama alttaki o nefret tıpatıp aynı. Liberaller, aydınlar, janjanlı ablalar bugün malesef bizi bastırır oldular. Yani hocanın şu laflarına bile kudurdular arkadaş, var mı lan daha ötesi?

    • Like 1

  10. BD artık bu kitapları 6 cilt halinde basıyor. Benim gibi '6. ciltte yeni çerçeveler vardır, du şunu da bi okuyayım' diye atlamayın diye yazıyorum. 6. ciltteki yazılar bu başlığın ilk mesajında bahsedilen 5. cildin içeriğiyle aynı. Sadece sonuna birkaç tane daha çerçeve eklenmiş, o kadar. Daha önceki Çerçeve'lere de bazı ekler yapılmış.
    Bu arada bir not olsun, yarın birgün birisi gelir okur. Çerçeve'leri Üstad'ı yeni okumaya başlayanlara tavsiye etmiyorum, kitapları kendini Üstad'da derinleştirmek isteyen ve bazı temel eserleri okuyup Üstad'ın fikriyatıyla tanışan kimselerin okumasının daha faydalı olacağı kanaatindeyim. Aksi korkarım kırkı çıkmamış bebeye çiğköfte, ateiste tadil-i erkân, Kılıçdar'a parti başkanlığı sunmak gibi ayarsızlık olur vesselam.

    • Like 1

  11. Vaktinde bu adamdan işte şu başlıkta biraz bahsetmiştim. Gece Sohbetleri programında spiker kıza 'kedi canını senin...' kelimelerinin sürreal hovardalığıyla sulandığı gün bu defter kapandı. 10 yıl kadar önce üzerine iftira atılmış kıymetli bir Müslüman olduğu düşüncesindeydim, sonra gıdım gıdım geri vitese taktım. O son olay da kendisine itimadımı tamamen bitirdi. Hoca bırak bardağı, okyanusu taşırdı yahu. Bir insanın gizlice günah işlemesi vardır, eyvallah, hepimiz etteniz ve kemikteniz. Fakat bir de binlerce, on binlerce, ne bileyim, yüzmilyarlarca insanın gözünün içine baka baka İslami bir kimlikle rezilleşmek vardır, bu rezilliği İslama fatura edenlerin ağzına sakız olmak vardır. Ki Adnan malesef bunu yaptı. Hasılı hocayı çöpe attım. Kurulun hazırladığı bazı kitaplar hala okunur, okunmaz değil. Nasipse ileride çocuklarıma filan da ucundan okutmak isteyeceğim kitapları var. Ama şahsıyla, dini bir figür olarak tamamen kayıp hanesine yazıyorum Adnan'ı. Olmadı Oktar diyorum, tırtmışsın sen. Bundan sonra söyleyeceklerini iki değil, üç defa tartacağım.

     

    Mehdilik meselesinde de bu konuyu sürekli gündeme getirmesinden endişeli olduğumu yazmıştım. 'Mehdi geliyor, Altınçağ belki yarından da yakın, Hazret-i İsa Samanyolu'na yaklaşmış' tarzlı onlarca kitabın sonunun bu noktaya varabileceğinden az-çok korkuyordum, bunu 'ummuyorum' desem de o sözüm mezarlıkta çalınan ıslık gibiydi. Nitekim herif korktuğumu başıma getirdi. Yanılmıyorsam Konya'daki bir TV kanalında çıktığı bir programda da spiker kızlara vücudundaki Mehdiyet işaretlerinden dem vuruyordu. Fena sapıttı, maymun etti kendini, Allah hidayet versin. Belki de o lise çağının faydalı kitapları, bugünlerde kendini mehdi olarak piyasaya sürmesi için hazırlanmış bir planın başlangıç noktasıydı. Öyle görünüyor. Allah cümlemizi bu adamın düştüğü rezillikten muhafaza buyursun, kimseyi böyle şaşırıp düşürmesin.

     

    Not: Bahsettiğim video'nun linkini kopyalamıyorum, çokk görmek isteyen varsa nasıl bulacağını bilir.


  12. Şöyle bir baktım da bu konunun tartışıldığı bir başlığa rastlamadım. Hele biraz konuşalım yahu, ne bu sessizlik?..

     

    Allah affetsin, peygamberimizin içinden çıkarak ışıldattığı bir milletin torunlarına böyle demeye dilim varmıyor ama söylemeden de edemiyorum, şu anda yaşayan milletlerden belki de en geri zekalısı bu Arap alemi malesef. Her sene gökten boşanırcasına yağan yüz milyarlarca dolarlık petrol kaynağını hiçbir şekilde yatırıma dönüştüremeyen, hiçbir şekilde kendisine dünya sahnesinde yer açamayan, geleceğine yönelik hiç ama hiçbir yatırım yapmadan ancak Kâbe etrafına otel dikmekten anlayan bu zihniyetin son günlerdeki Mısır ayaklanmasını da nihai neticeye ulaştırabilmesi noktasında ciddi tereddütlerim var. İsrail'in has bendesi Mübarek'in başaşağı gitmesi, sadece Amerikan kuklası diktatörlere karşı yıllardan beri İslami hassasiyetçe beslenen büyük nefretin patlamasıyla gerçekleşti. Fakat olay burada bitmiyor. Mübarek gücünü pek çok diktatörlükte olduğu gibi ordudan alıyordu ve şimdi de başta o ordu var.

     

    Hiçbir zaman demokrat olmadım, asla da olmayacağım. Fakat Müslüman halkların çoğunlukta olduğu topraklarda demokrasinin gerekliliğine inanıyorum. Şu anda Amerika, İsrail ve diğer gayrimüslim aktörlerin yönettiği Müslüman devletlerin kurtuluşunun en kolay başlangıcı, hala çoğunluğunu koruyan o İslami ruhun iktidara, yani tescilli hainlerin mesken tuttuğu karar mekanizmasına kaymasıyla gerçekleşecek gibi görünüyor. Durum böyleyken anayasada gereken değişikliklerin yapılması ve özgür seçimlere gidilmesi Mısır için çok önemli. Bu adım atılmadığı sürece, zaten Mübarek rejiminin zihniyetini besleyen ordu iktidarını sürdürmeye devam edecek, çekilse dahi ortalığı aynı hain zihniyete terk ederek perde arkasına geçecek ve bu zafer kazanılamamış olacak. Birinci adımın atılması, yani Mübarek'in indirilmesi çok önemliydi, fakat bu ikinci adım atılmadan hiçbir işe yaramıyor. Devrilmenin ardından halkın bir süre daha Tahrir'de kalması ve polis zoruyla kovulmalarının ardından meydana doğru tekrar yürümesi bu sefer Arap milletinin biraz daha basiret göstereceğini anlatan bir işaret olur inşallah.

     

    Halk hareketinin bir liderinin olmaması da benim umudumu biraz kırıyor, zira sivrilen ve meydanın sırtlayacağı bir liderin yokluğu ordunun iktidardaki ayağını çok daha sağlamlaştırıyor, halkın pazarlık kuvvetini yok ediyor. Hele hele Mübarek'in devrilmesiyle az-çok gazı alınan halkın bu hamleyi daha fazla sürdüremeyeceği de önemli bir ihtimal olarak karşımıza çıkıyor. Dua edelim de 20. yüzyılın en aptal milleti olan bu güruh bu kez adam olsun.

     

    Canımı sıkan bir başka nokta ise Obama ve Barak'ın tutumu. Obama ordunun halka saldırmayacağı aşikar olduğundan beri halkın yanında yer aldı ve Mübarek'i dehlemeye başladı. İsrail ise Mübarek devrilene kadar onu destekliyorken, devrildikten sonra Mısır halkını kutlayanlar kervanına dahil oldu. Mısır'daki yönetimin Amerika, dolayısıyla da İsrail çıkarlarına aykırı bir şekilde el değiştirmesini beklemek çok mantıklı değil, çünkü bu bölgenin anahtarı olan Mısır'ı iki ülke de elden kaçırmak istemeyecektir. Amerika'nın kendi aleyhine gerçekleşecek bir ihtilali desteklemesi apaçık bir aptallıktır, dolayısıyla da imkansızdır. Amerika patlak veren bu öfkenin yanında görünerek halk nezdindeki imajını temizlemek istiyordu ve sonuçların da kendisi için tehlikeli olmayacağını umuyordu. Ya Mübarek zihniyetindeki ordu mensupları iktidarı tutacak ve Amerikan yanlılığı devam edecek, ya da serbest seçimlere gidilerek Amerika ile arasını sıcak tutmaya çalışan bir iktidar başa gelecek. Ben ikinci durumu ilk durumdan daha hayırlı buluyorum. Ak Parti'nin de açık bir ABD düşmanlığıyla yola çıkmamasına rağmen bugün Orta Doğu topraklarındaki etkisi ve kurak çölde parlattığı vaha yatsınamaz. Müslüman Kardeşler de iktidar olamaz, bunu da buraya yazıyorum, 'dediydi' dersiniz.


  13. Valla ben de söyleyeyim söyleyeyim diyorum, sonra 'kırıcı olmayayım' diye susuyorum ama hakikaten dayanılacak gibi değil. Madem Serdengeçtik kapıyı hafif aralamış, ben de bi omuz çakıp içeriye dalayım şöyle: Hocam gerçekten çok güzel şeyler söylüyorsunuz ama bunlar şiir değil. Yani öfkenizi anlıyorum ve çoğu yerde de paralel düşünüyoruz zaten, ama yazdıklarınızı nesir olarak veya yorum tarzında yazmayı denerseniz bence daha iyi edersiniz. Hani yarın birgün biri gelir de 'Ne ulan bunlar böyle, kanatsız kuş gibi' diye bi laf ederse ben de üzülürüm. Yanlış anlamayın ama şiir olarak gerçekten kötüler. Şekil açısından eksik, söyleyiş açısından şiirin kabul edemeyeceği kadar kaba.. Biraz daha şiir okuyabilirsiniz, oyunu kuralına göre oynama noktasında geliştirici olabilir. Siz de takdir edersiniz ki düşüncelerimizi şiire benzeyen bir tarzda ifade etmek mecburiyetinde değiliz. Bilmiyorum ama bence devlet buna bi şey yapsın.


  14. Yazı önemli. Yakup Kadri'nin bir zamanlar ne düşündüğünü gösterdiği için değil, samimiyetsizliğin kimyasını gösteren bir misal olduğu için önemli. Yakup müthiş, müthiş samimiyetsiz bir adam. 'fakat emin olunuz ki, şu dakikada çok samimiyim' derken bile ne olduğundan haber veriyor. Bi üstünü örtme gayreti, bi sıvama heyecanı var abi'de. Eskiden samimiydi de sonra mı bozuldu? Hayır, asla! Bir adam nefs muhasebesine dayanmayan bir değişime uğruyorsa zaten samimi olmamıştır.

     

    Veliahd arkadaşımın yaptığı son yoruma katılmıyorum, 'bir zamanlar bu düşüncede' demiş. Kendisi ne zaman düşündü ki, ne zaman samimiyetle inandı ki 'düşüncede' olduğunu söyleyelim? Bu cahilin daha sonradan 'Kemalizm' kelimesini yumurtlayıp, başımıza ideoloji diye iteklemesinde hangi fikir altyapısı vardı ki, şu yüzünden güzel görünen samimiyetsizlik destanında 'düşünce' izi bulunsun.

     

    Bu dalkavuklar, ah bu ciğersiz dalkavuklar! Türkiye'nin kurulduğu yıllarda öyle bir putperestlik yaptılar ki, öyle bir şişirmeye gittiler ki nesillerin mahvının vebali onların boynuna. Hem bir kısım halkın, hem de kendilerini neredeyse Tanrı sandırdıkları baştakilerin mahvında tek sebep olmadılar elbette, ama önemli bi katalizör oldular. Yalanlarına inandırdılar, hakikatin önündeki peynirli fare tuzağı oldular.

     

    Bir misal vereyim azizan. Kendisi bilirsiniz, Kemalizm İdeoloğu kesilmeden önce, Erenlerin Bağından diye bi yazı dizisi kaleme alıyor. O yazı dizisiyle ilgili olarak, anasının kitabında temiz bir samimiyetsizlik itirafı var. Babanın derdi Mevla, Mevlana filan değil; birilerine hoş görünüp kapağı Mevlevihane'ye atmak imiş. Başka bi şey zaten beklemezdik, ama kendi ağzından okumak ayrı bir tatlı.

     

    Bizim Mevlevihane'nin her şeyi nasıl gözümde tüterdi. O sık ve yakışıklı genç Çelebi, elvan elvan tennureleriyle o nazlı nazlı dervişler, o ney ve tanbur sesleri bana ne kadar tatlı, ne kadar cazibeli gelirdi, bu korkunç ve haşin kargaşalığın İçinden! Bir kuş olsam da uçup gitsem oraya derdim kendi kendime. Sanki birdenbire kabuslu bir rüyadan uyanmış, sanki birdenbire gözlerimi bir sevgi ve şefkat kucağında açmış gibi olacaktım o zaman... Hem, Ramazan gecelerinde, bön Cemal ağabeyimle beraber, o dervişler arasına karışmak ve semahaneye girip oturmak imkanını da buluyordum. Gerçi, ne devran olur, ne saz sesi duyulur, ne de Çelebinin yüzü görülürdü böyle gecelerde. Hatta, aklımda kaldığına göre, teravi namazı dahi kılınmazdı. Yalnız, dedelerden birinin hücresinde toplanılıp tatlı tatlı sohbetler edilir ve ara sıra da yine bunlardan biriyle semahaneye gidilerek geniş bir halka hâlinde diz çökülüp oturulur ve saatlerce sessiz sessiz tesbih çekilirdi.

     

    Tesbih ama ne tesbih! Her biri iki ceviz iriliğinde beş yüz ve belki bin taneli öyle kocaman, öyle dev gibi bir tesbih ki, yere yayıldığı vakit zincirleme bir daire şeklinde semahanenin bütün kutrunu çepçevre dolanırdı ve avuçtan avuca, kucaktan kucağa her devri en az on beş yirmi dakika sürerdi. Onun içindir ki, başlangıçta pek hoşuma giden ve bana, uzaktan uzağa o kadar imrenerek seyrettiğim Semahaneye girip dervişler sırasında yer almak gururunu veren bu "Elbirliği tesbih çekme" işinden en sonunda bir hayli yorulmuş, kolum kanadım kırılmış olarak çıkardım. Çıkardım ama, İlk fırsatta tekrar etmekten yine kendimi alamazdım.

     

    Beni böyle bir gayrete, böyle bir şevke sevkeden işin yalnız Mevlevi tekkesindeki tatlılık ve samimîlik havasından doğduğunu sanmıyorum. Kimbilir belki o bin taneli dev tesbihi çekmek cefasına bir İkbale ermek hırsiyle katılıyordum. Geçmiş gün şimdi, niye saklıyayım? Evet, belki de bu gayreti, bu şevki göstermekten, asıl maksadım dedelerden birinin gözüne girerek Mevlana ocağına kapılanmanın yolunu bulmak ve günün birinde bu meydana böyle manasız bir iş için, böyle adsız bir sığıntı gibi değil, Çelebi efendinin dervişleri etrafında adlı sanlı bir derviş olarak sikkem ve tennuremle, ellerim göklerde, başım havalarda girebilmekti.


  15. Islamustundur ekibini (yani erenler'i) ve yaptığı çalışmaları 9 yıldır takip ederim. Şu hayatta, inanılır gibi değil ama benim gibi birinin bile yanlışları olabiliyor arada sırada:) Fakat her zaman olmasa da, bazen ortaya konanları daha geniş bir bakışla, doğru ve yanlışların ağırlığını tartarak ve nesnenin ortaya koyduğu fonksiyonla yargılamamız gerekiyor. Biri kalkıp da Erenler'e 'Sapık müdafii, münafık, bozguncu' filan derse yahut bunu ima ederse, bu edepsizliğe karşı ben de tüm edebimi kaybedip 'çüş' diye haykırma hakkımı saklı tutarım. Biraz daha dengeli olsanız, biraz daha edepli davransanız ölür müsünüz abiler; tanımadığınız insanları bu kadar yüzeysel gidip de bizzat İslam davasını savunan kişiler olarak böylesine yaralamaya hakkınız var mı?

     

    Şunu söyleyeyim, İslam Üstündür benim düşünme tarzıma ciddi katkı sağlamış bir yapıdır ve özellikle dışarıdan gelen taarruzlara karşı zihinsel birikim elde etmek isteyenlerin istifade edebileceği bir kaynaktır. Interneti daha dün kullanmaya başlayanlar, islamustundur.com'un hangi şartlar altında ortaya atılıp kimlerle mücadele ettiğini, bu esnada nelere muvaffak olup ne gibi sıkıntılara katlandığını bilmez. İsa Mesih'in, İslamiyet Gerçekleri'nin, İlhan Arsel'in, hatta ve hatta Ekşi Sözlük'ün bugünkü gibi İslami hususlarda sesinin daha boğuk çıkmadığı, gümbür gümbür propaganda yaparak çok daha fazla kişiye ulaşabildiği dönemlerde onların saldırılarına karşı zihinsel bir güç kazanmak isteyenlere İslam Üstündür çok şey kattı. Ben de ihlasından asla şüphe duymadığım ve ne kadar halis niyetli bir adam olduğunu şahsi diyaloglarımızda da onlarca kere gördüğüm Erenler abiye bu yolda yaptığı çalışmalardan dolayı bir kez daha teşekkür ediyorum, Allah kendisinden razı olsun. Yaptığı site kanalıyla üzerimde büyük emeği oldu, bugün hala bomboş olan bir sahada tek başına çabalıyor. O site ve birkaç başka kaynak olmasaydı, henüz zihnimin yolunu çizen Üstad'ı da malesef yakından tanıma fırsatı bulamadığım o devirde ne olur, nerede karar kılardım Allah bilir. Kafama yol çizmeye, doğru olan görüşü tüm varlığımla arayıp benimsemeye çalıştığım ve İslam'la ilgili tatmin edici argümanlar barındıran bir kaynak bulabilmek için çılgınca araştırma yaptığım o bunalım günlerinde, şüpheleri yenmek için çatlatırcasına çalıştırdığım kafamı sidikli Budizm'in bile meşgul ettiğini söylesem ne durumlarda olduğum anlaşılır. Bugünüme binlerce şükürler olsun.

     

    Zamanla Erenler'in bazı görüşlerinden, daha doğrusu metod tercihlerinden ben de ayrıldım. Daha farklı bir yolda yürüdük. Reformist denyoları öne çıkartan yapısını ben de sevmiyorum bu sitenin. Süleyman Ateş'miş, Mislamoğlu'ymuş, ıslah olmadıkları sürece canları cehenneme. Daha sağlam insanların da oldukça geçerli argümanları varken, çürükleri, bir küfür iddiasına vermiş oldukları geçerli cevaplarla dahi olsa ortaya koyup popüler etmek niye? (Hoş, islamustundur.com un fonksiyonunu ifa edebilen başka bir site hâlâ yok, daha sağlam insanlara referans verilmesini öneren kişiler olarak hangi fare deliğinde kısıldık, onu da bilmiyorum ya!) Belki bu sapıtıkların context içerisinde paylaşılan sözleri ve yaklaşımları doğru oluyor fakat, insanlar onları adam belleyip üzerlerine eğilmeyi seçtiklerinde netice bazıları için daha da kötü olabiliyor. Burada Erenler abinin en doğru olan yolu tutmadığını düşünüyorum.

     

    Yalnız Erenler'in buradaki amacı bir kütüphane hazırlayarak geniş bir argüman bankası sunmak, bunu da anlamak gerekiyor. Paylaştığı kitapları yazanların tüm görüşlerine harfiyen iştirak ettiğini asla ispatlamaz onun bu çalışması. Ben ateistlere cevabı, belki de Hristiyan olan Tolstoy'un Din Nedir kitabından da veririm, Kant'ın Pratik Aklın Eleştirisi'nden de veririm; hatta yüzünü metafiziğe, sırtını materyalizme dönüp geri geri yürüyen has Hristiyan René Descartes ile de veririm. Çünkü ben burada karşı durmak istediğim bir argümanın geçersizliğini gösteren bir fikir kullanıyorum. İsterse has bir İslam düşmanının kafasından çıkmış olsun, isterse de dini içten yıkmaya çalışan bir kof reformist kafasından. Bu mühim değil, çünkü onun farklı bir alandaki fikrinden istifade etmek, o kişiyi tamamen benimsemekle asla eşdeğer değildir. Fakat direksiyonu kırmanın vakti geliyor - burada Erenler abinin yaptığı gibi, belli bir fikir kapasitesine ulaşanlar için geçerli olan bu yolu tutmak farklı riskleri de beraberinde getiriyor. Özellikle İslam'a içeriden daha büyük bir zarar veren kişiler sözkonusu olduğunda, insanlar o kişilerin sapıklıklarından haberdar değilse, çoğunlukla zihinsel korunma kalkanlarını indirip sözkonusu kişinin tesirine daha açık bir hale geliyor. Yani siz bu takdirde sizden olduğunu düşündüğünüz bir kişinin ifsadına çok daha beter kapılabiliyorsunuz. Internet'te gezen herkes de malesef bunu fark edebilecek birikime ve izana sahip değil. Dolayısıyla her ne kadar Erenler abinin bu çalışmasındaki yaklaşım tarzı, sadece birtakım argümanların derlenmesi açısından faydalı olsa da ciddi bir risk barındırıyor. Bizden görünen tehlike unsurlarının hoşa giden fikirlerini belki de isimsiz olarak, makaleler içerisinde paylaşmak çok daha doğru. Dolayısıyla ben de o kitapların o listeye sokulmasından zerre kadar haz etmedim. Kendim için değil fakat, henüz zihni gelişmemiş, ruhu aç, nefs muhasebesine başlama yolundaki misal lise talebeleri için o çalışma bir saatli bomba haline de gelebilir. Çıkar şunlardan birkaçını erenler abi yahu!

     

    Evet, hiçbirimiz o kitapların o listeye sokulmasından memnun değiliz aslında (Gerçi ben Harun Yahya'yı ayırıyorum, kendisini hiç sevmemekle beraber bu hususta yazdıklarının bazı kimselere bir noktaya kadar faydalı olabileceğini düşünüyorum). Fakat vereceğimiz tepkiler sert de olsa, biraz incelik taşımalı. Karşı tarafın yaptığı işin çapını, ehemmiyetini ve bu kişinin ihlasını bilmeden elinize baltayı alıp, çürük dalları budamak yerine ağaçların köklerine köklerine sallamaya başlarsanız; söktüğünüz ağaçlar bir gün gelir hep birden tepenize iner. O günün hangi gün olduğunu biliyorsunuz değil mi?.. Sözkonusu İslam'sa ve karşımızdaki kötü niyetli değilse, üstüne üstlük haklı olduğu yerler de varsa saldırırken dahi yapıcı olmalıyız vesselam.


  16. Ya rabbi şükür, bitirdim. Fenerin son beş dakikasına berabere girdiği Avrupa maçları gibi işkenceye döndü yahu, yılda ortalama 50 kitap bitiren ben bunu 3 yılda ancak bitirebildim. Her mısrada erkek-erkek dokuz doğurmaktan iflahım kesildi afedersiniz. Bir de en çok öz canımı yakan bir mükemmeliyetçilik, bir tamamlık sevdası var ki başta yüce benliğimi inim inim inletiyor zaten. O kitaba başladım ya, illa bitecek; yok başka çaresi. Öyle ki sırf bu iş için okuduğum kitapların çetelesini tutmaya başladım ne zamandır. Okuduğum kitap bitmeden, isim çeteleye yazılmıyor. Çeteleye yazılmayan kitabı da okunmuş saymıyorum. Bir kere başlandı ve kitap bitmediyse, geçen zaman beynimde bir 'kayıp' olarak yaftayı yiyor. Halbuki saçmalığa bakın, o kitap bittiğinde vaktimin daha da fazlası çöpe gitmiş olacak halbusem. Siz Türkler hani var demek ona 'kendi kaşınmak'. Akl-ı selîm yanım 'at şu kitabı' dese de, yarım okunmuş kitaba 'Kayıp!' yaftasını yapıştıran da aynı beyin. Yoksa, yoksa? Beynime müdahale eden sizseniz aklınızı alırım sizin, adam olun!

     

    İlahi Komedya (Enferno)'dan bahsediyorum. Ya rabbi, bu ne saçma sapan bir kitaptır? 'Niye yazmış ki bunu, oturup da 800 sayfa bayık bayık laf geveleyeceğine hele eline bir iğne alıp sondaja başlasaydı en azından onca insanın saatini yemeyeceği için hem zarardan kazandırmış olur, hem de belki sulak Floransa'da, insanların istifade edip de hayrat sahibinin sefil ruhuna onüçüncü babı okuyup üfleyeceği bir fırsat doğururdu diye düşünmeye başladım. Birileri, bu kitabın sürekli harika olduğu söylendiği halde, kimsenin tenezzül edip okumadığından söz ediyordu bir yerde. Kimdi, hatırlamıyorum. Arkadaşa acizane buradan ve şu an içerisinde cevap veriyorum: Sevgili arkadaşım, insanlar niye okusun bu çirkin eşek yavrusunu yahu? Bakınız şahsen mitolojiden galatasaray kadar nefret ederim, ama mitoloji okumak bile buna katlanmaktan daha zevklidir, birbirinin ırzının peşinde koşan tanrı uydurmacalarını okumak en azından aksiyon hissiyatı verir be kardeşim.

     

    Cemil Meriç ismindeki yarı dengesizin gazına geldik, 'Vaay bee, acaba elin oğlu Cehennem'i ve Cennet'i nasıl görüyor? Hele hele o doğru dürüst bilmediğimiz Araf'ı nasıl hayal ediyorlar acaba? Allah'ım, yarin gül cemali ve ruh okşayan sedası refakatinde cennette gezen bir adam aşkın en tatlısının içinde kim bilir ne kadar da mutludur! Eser eser değil de boru olsaydı 800 yılda dörtyüz kere patlar, onbeş kere çürürdü' fikriyle saldırdım kitaba. Heyhat, ne kadar aptalmışım. Bir de peşinden koştum ya ona yanıyorum. İtalyan milli şairi, bayrak şairi, vatan şairi ve hürriyet şairi Dante Alighieri'nin yavuklusuyla Cennet sokaklarında gezmesi kim bilir ne de güzel bir tasvir olurdu. Bakınız azizan, bu eserden öğrendiklerimin hülasasını geçiyorum. Okumaya başladığınızda 15 saatinizi alacak olan Cehennem, Araf ve Cennet'i size en kısa şekilde, bırakabildiği bütün izlenimlerle anlatacağım:

     

    1. Dante iğrenç bir adam. Ben bu kadar çirkef bir yazarı daha önce ne duydum, ne okudum. Pis herifin önde gideni. Eşeğin sıpaladığı. Soyunda kesin azılı bir çingenenin damlası vardır, aha buraya yazıyorum, öbür tarafa gidince sorar öğreniriz. Adam şahsi husumet duyduğu akranlarını göz göre göre zebanilerin işkencesi altına atmaktan utanmayan laubali, bulaşık birisi. Atıyorum, Venedikli Maximilyano bu herifle siyasi mücadeleye mi girişmiş? Gençliğine yazık etmiş toprağım. Yeri hazır, cehennemin dibinde bi ateş havuzu. Sağa sola sallarken kendini kaybedip cümle ümmeti cehenneme tıkan Ömer Öngüt tarzı hocaefendilerden hiçbir farkı yok bu ağabeyimizin. Fakat kitabı bitirince benim de kafamda bir şimşek çaktı. Acaba dedim, şundan bi tane de ben yazsam da, başkası araba koyacak olsa zır zır zile basıp milleti çağırarak arabayı çektirirken, yaya gariplerin arabaların arasında rahat bi manevra yapacağı boşluktan bile ahaliyi mahrum bırakan apartmanın önündeki gavur ahlaklı laz galericileri cehennemin yedi kat dibine sokuversem nasıl olur? Olur da attığım taş kuyuyu bulursa, 1000 yıl sonra dahi her okuyan benim iddialarımı tekrarlar, benim beddualarımı mırıldanır, bu haysiyetsiz şehir eşkiyaları da öbür tarafta inim inim inlerdi inşaaallah!..

     

    2. Malzeme sıkıntısından, Dante işlediği kimselerin bir kısmını Yunan mitolojisinden ithal etmiş. Mitolojinin hikayelerinden bahsetse yine problem değil, isme dokunup geçince mevzuun cahilleri olan bizler çıldırıyor ve tercüme yapabildiğini zanneden edebi zevk katili Rekin Teksoy'un insanı çileden çıkaran üslubundan, geçen isim hakkında kısa bir malumat devşirmek zorunda kalıyoruz.

     

    3. Rekin Teksoy denilen adamdan mecbur kalmadıkça bir defa daha çeviri okursam, beni dağ başında eşekler kovalasın. Müstehaktır. Revadır.

     

    4. Bir aşk destanı okumak istiyorsanız, rica ediyorum azizan, gidiniz ve Leyli vü Mecnun okuyunuz. Hani Beatrice Cennet kısmında bu abiye mihmandarlık ederken aşkı yakalayacağınızı düşünüyorsanız ahmak fakir gibi, avucunuzun tuzunu dilinizle damıtmak zorunda kalırsınız. Beatrice Kadınefendi'nin, Dante'ye lâlâlığında ulvi aşk mefhumunun içine girmeyi bırakın, bu mefhumun uzağından yakınından bile gezilmiyor. Aman şey, geçilmiyor. Ulvisinden geçtim, suflisi bile yok yahu. Hristiyanların uyduruk ve maddi melek telakkisi etrafında bir kadın çizilmiş, bu mide bulandıran meleğe de Beatrice denilmiş, hepsi bu kadar. Kesinlikle, hiçbir esprisi yok. Faust'ta, şeytanın (Mefisto) aşk hakkında söyledikleri bile İlahi Komedya'daki aşka basar geçer yemin ederim, bana güvenin, pişman olmazsınız!

     

    5. Dante, kafası karışık bir adam. Ne söylediğini, ne savunduğunu tam olarak bilmiyor. Politik duruşu itibarıyla fanatik bir galatasaray taraftarı kadar çirkef olabileceğini düşmanlarına reva gördüğü yakıştırmalarla ispatlayan Dante, din telakkisi hususunda Hıristiyanlık anlayışını hangi şekliyle savunduğunu bir türlü veremiyor ve ortada kalmış bir reformist gibi davranıyor. Dante iyi bir Hristiyan'dan çok, beni hiç mi hiç ilgilendirmeyen Venedik veya Sicilya'nın 800 yıl önceki taht kavgalarının sürüklediği, doğru dürüst bir fikri ve ağırlık verdiği sağlam bir görüşü olmayan, politik bir figüre benziyor. Maslahatı aşan bir ideali yok. Anlayacağınız beş para etmez, malın teki diyeceğim. Utanmasam yani.

     

    Kafası karışan insan düşünen insandır, kafası karışık kalan insan problem çözemeyen bir zavallıdır. (Mustafa Kemal Trradomir)

     

    6. Cennet ahalisi Hristiyan azizlerinden, zalım mitoloji tanrılarının hışmına uğrayan Yunan bakirelerinden ve Dante Efendi'nin sevdiği politik şahsiyetlerden oluşuyor. Allah -haşa- bu şerefsizi cennetin, cehennemin kapısına bilet kontrol memuru dikmiş, baba Deli Dumrul gibi oturduğu yerden 'sen içeri, sen dışarı' diye tasnif yapmış. Mitolojik, güncel ve dini şahsiyetlerden bir kısmını Cehennem'e gönderirken, 9. kantoda kendisinden bir kere daha nefret ettirerek midemi bulandırmaktan geri kalmadı. Yaradılışının sebebini cehenneme gönderip, yanına da Hazret-i Ali'yi vermeye kalkmak gibi yazması bile giran gelen bir sicil bozukluğu bulunan bu adam, Cennetmekan II. Abdülhamid Han dönemine memleketimizde sansüre uğramıştı. Ben padişah olsam(ah, nerede o günler) ben de sansürlerdim.

     

    7. Eserin hiç ama hiç hiç hiçbir tefekkür değeri de yok iyi mi? Bomboş, bomboş. Yemin ediyorum benim için bi atasözleri sözlüğünün iki sayfası koca İlahi Komedya'dan daha hikmetlidir. Hiç ama hiçbir kıymetli diyalog, vurucu nükte, tatlı bir espri, 'aa evet' dedirtecek bir fikir, yani hiçbir şey yok bu kocaoğlanda.

     

    8. Bu kadar orijinal bir konu ancak bu kadar rezil anlatılabilirdi. Aha bizim Fakir Baykurt, Behçet Kemal gibi sığ değil, kum tiplerin eline versen onlar bile daha iyisini yazardı herhalde diyeyim, anlayın faciayı!

     

    Okumayın, okutmayın! Yazıktır, günahtır! 3 yıl uğraştım, en sonunda bitirdim ama gelin bir de neler çektiğimi bana sorun. Anacığımın Yasin sureleri refakatinde verdiği süt burnumdan geldi. Kitabı bir daha okursam Budist rahiplerine imamette bulunan nirvana padişahı olurum, o çileyi çeken adamda dünyanın kiri pasağı kalır mı sanıyorsunuz siz ey azizan?


  17. Sizleri kralımızın nadide bir şiiri ile başbaşa bırakıyorum efendim. Hele son beyte özellikle dikkat kesilmenizi istirham edeceğim:

     

    Bir Delinin İyiliği

     

    "Pek değerli ve sevgili üstadımız Mazhar Osman Beyefendiye!"

     

    Gövdesi koca, iri

    Bir gün delinin biri;

    Düşmüştü hastaneye..

    Gün geçti, dedi: neye

    Bu -dar yerde- kalayım

    Sıkıntıya dalayım?

    O halde, ne yapmalı?

    Hangi yola sapmalı ;

    Bahçede gezinirken ?

    Sezdirmeden geç, erken,

    Parmaklıktan atlamak,

    En kolayca olacak

    Sıvışmanın çaresi,

    'Çelik ağ'ın neresi,

    tşime gelirse, ben

    Atliyayım o yerden ;

    Kaçıp ta kurtulayım .

    Geniş, geniş bulayım.

    Keyfime göre meydan!

    Fertiği çekmek burdan

    En kestirme bir iştir..

    Bu ne berbat giriştir!

    Deli, gezdi, dolaştı

    Bir fırsat buldu, aştı.

    Parmaklığın üstünden,

    Şimdi görsen ne de gen!...

    Hastanedeyken onu,

    Hoş bakmış olduğunu,

    Bildiği bir doktora,

    Rasgeldi, neden sonra!..

    Dedi 'tam zamanıdır,..

    Onu, yakalar, alır,

    Götürürüm evime,

    Ev yalnızdır.. Kim kime

    Karışabilir bana:

    Sıra düştü.. Ben ona:

    Ben evet, şimdi İşte,

    En büyük bir iyilikte

    Bulunmayı isterim,

    Buna uygundur yerim!..

    Yakalayıp doktoru,

    Bir ikram için doğru,

    Evine sürükledi;

    İçin, için inledi.

    Zavallı doktor fakat.

    Yemeden tekme, tokat;

    Deliyi avuturum,

    Bu düştüğüm uçurum

    Güzellikle aşılır,

    Deliyle anlaşılır,

    Düşüncesile, ona,

    Uydu, gitti yoluna...

    Eve geldiklerinde,

    Ruhu sıkan derinde,

    Bir 'odaya girdiler!

    Deli: hep güler, güler!

    Çünkü, düşündüğünü

    Yapmak için bu günü

    Aylarca iple çekti..

    Bugün de gülecekti!

    Sırıtarak doktor*,

    Hazırlan, geldi sıra,

    Geldi sana ikrama!

    Bundan büyük, arama

    Dünyada bir saadet!..

    Bana sonra dua et!

    Bu sözler karşısında,

    Alıklaşan 'doktora

    Çatmıştı sabırsızlık,

    Ne olacaksa artık;

    Anlaşılsın!, isterdi,

    Bu dileği gösterdi!

    Deli fikrini açtı!..

    Saçmalarını saçtı!

    Doktor'a, şöyle dedi:

    Sen de biliyorsun ki

    Dünyada en büyük bir,

    En yüce bir 'rütbe'dir:

    ŞEHİTLİK MERTEBESİ!..

    Sevin sevin, kes 'ses'i!

    'Şehid, edeceğim 'ben,

    Dem, geçmeden!

    Doktor, bu saçma sapan,

    Aklı başından kapan

    Lâfları işidince,

    Ah etti ince, ince ;

    'Deli'ye, demişti ki

    Aşkolsun sana, peki;

    Emrine hazırım 'ben,..

    Ancak abdesli iken

    Şehit olmak isterim,

    Ki cennet olsun 'yer'im..

    Bana biraz müsâde,

    Abtes alabilsemde,

    Muslukta, gelsem öyle

    Olmaz mı kuzum? söyle!

    Deli dedi haydi git!

    Abtes al da, gel şehit,

    Edeyim sonra seni!

    Sakın, bekletme beni!,.

    Doktor, teşekkür etti!

    'Kapı'yı hemen itti,

    Çıktı oda içinden;

    Güç belâ can atarken,

    Evin dışarısına,

    İçinin ağrısına!

    dinlenme geldi, gitti!

    O ölmeden şehitti,

    Deliye kaldı meydan-da

    Şimdi bodrum katında,

    Delilikler yatında!

    Sallandı, mırıldandı..

    Anladı ki aldandı!

    Doktoru koy vermekten'.

    içi yandı gerçekten!

    Fakat hâlâ bekliyor,

    Hıncını köstekliyor,

    Doktor gelecek diye,

    Benden budur hediye

    Basılacak bu sene,

    Yeni tıp takvimine!

     

    Üsküdar: 23-12-932

    Filorinalı Nâzım


  18. Nasıl başlasam ya?

     

    buldum, evvela biraz tasvir yapayım, gerisi gelir: Efendim matbuatımızda sürüsüne bereket adam var malum. Eline kalemi alan matbaaları don kişotun değirmenine çeviriyor. İsmini bildiğimiz muharrir kısmısının kısm-ı azamını teşkil eden eşhasın, ömrünü itmam edip hesap verme faslına geçtiği de kezalik malum. Şöhret insanın kendisini değilse bile, namını kıyamete dek yaşatabiliyor. Tabi bunun, okunan fatihalardan gayrı ölene ne faydası var, vakti gelince kendilerine sorup öğreniriz artık, aceleye lüzum yok, acele işe şeytan karışır di mi? Ne diyorduk? Efendim öte yandan nice şöhret sahibi var ki, vaktinde önüne gelenin ağzına sakız oldukları halde kendilerinin ne olduğunu az zaman geçtikten sonra bir tane bile hatırlayan kalmaz. Florinalı Nazım desem kaçınız bu adamı tanır? Oh be lafı sonunda getireceğim yere getirdim.

     

    Efendim detaya inmeden, Florinalı Nazım dediğimiz zat-ı muhteremin evvela katiyetle Rusya yalaklarının has içicisi Nazım Hikmet olmadığını belirtelim. İlkini hakkında birşeyler karalayacak kadar dikkate şayan bulmadığımdan gayri, aralarında ufak bir nüans farkı var bu iki kişinin. Birisi kendisini büyütmüş, diğerlerini de putperest solcular. Şu kaderin cilvesine bakın ki Hikmet Nazım epey ünlendirilmişken, bizim gariban Florinalı'nın adını dahi duyan yok neredeyse. Bundan geçtik, adamın soy ismi bile katiyetle belli değil. Günay mı, yoksa kendi yazış tarzıyla Öz Günay mı tam bilinmiyor. Hatta lakabını da ismi ve soyismi arasına sıkıştırıyor: Nazım Kıral Özgünay. Soy isim olarak Günay'ı seçtikten sonra, derecesini kuvvetlendirmek için kafasına göre Öz Günay yazmış olabileceği ihtimali bile yok değil. O derece...

     

    Florinalı Nazım nam şahıs oldukça enteresan bir simadır. Kendisine duyduğu müthiş sevgi ve güven sayesinde 1920 ve 1930'lu yıllarda matbuatımızın bir numaralı espri hedefi olmuş zavallı bir adamdır. Üstad da kendisi hakkında Babıali adlı eserinde 'bir devrin Abdülhak Hâmid taklitçisi ve 'Zeyl-i Makber' şairi Filorinalı Nâzım isimli yarı deli tipinden, yakın senelerin yarıdan fazla delisi Celâl Sılay'ına kadar nicelerini ihmâl zorunda kaldım' diyerek Florinalı'yı eğlenmeye dahi değer bulmadığını söylemiş ve garibi bir kez daha öldürmüştür.

     

    Beyni kuvvetli ve sağlam yapılı ana-babalardan doğanların her türlü eksiklikten uzak varlıklar olduğunu defaatle ifade eden Florinalı, anlaşılabileceği üzre Manastır'daki Florina'da, 1883 yılında, 'ayık ve uyanık bir kahraman yaratılmış' dediği, Manastır Evrak Müdür Muavini Halid Mazhar'ın evladı olarak dünyaya geliyor. İlk eğitimini memleketinde tamamladıktan sonra soluğu İstanbul'da alarak hukuk tahsil ediyor. Geçimini 10 yıl kadar idare ettiği Polis Mecmuası'ndan ve Emniyet-i Umumiye şube müdürlüğünden temin ediyor. 1939'da da ölüyor efendim, şu anahatların hissiyat fakirliğini hiçbir zaman sevmemişimdir. Sadede geliyorum: Florinalı Nazım hakikaten enteresan bir şahsiyettir. Ömrü boyunca büyük şairliğini cümle eşhasa kabul ettirebilmek için atmadık takla, denemedik numara komamış; övünmek ve gündemde tutunmak için akla hafsalaya sığmaz işler yapan bir megaloman olmuştur. 1920'lerde ve 1930'ların ilk yarısında işi gücü bu adamcağızla dalga geçmek olan matbuatımız garibin üzerine dört bir koldan taarruz etmişse de yüce kahraman azminden dönmemiştir. Mesela?

     

    Florinalı sırf kendini övebilmek için Tevfik Fikret, Abdülhak Hamid, Süleyman Nazif, Ziya Gökalp, Mimar Sinan, Nef'î gibi sanatkârlar hakkında medhiye kitapçıkları bastırıp kendini, büyüklüğünü ve o kişi tarafından gördüğü ihtimamı anlatır; vefaat etmiş bulunan kimselerin mezarları başında cenaze törenleri düzenleyip gelenlere kendi şiirlerinden okur, gövde gösterisi yapardı. Önde gelen edebiyatçıların ayak işlerine bakıp onları minnettar bıraktıktan sonra karaladığı defterleri kucaklayarak huzura çıkarır, onlardan her biri cihanşumul dehasını ispat eden bu şaheserler için takriz yazmalarını isterdi. Takriz, bildiğiniz gibi, eserlerin başına takdim niyetiyle alanın pirleri tarafından yazılan metinlere edebiyat lisanında verilen umumi isim. Nazım; Süleyman Nazif, İbnülemin Mahmud Kemal, Rıza Tevfik, Sami Paşazade Sezai, hele de Abdülhak Hamid gibi kişilerin gönüllü marabalığını yapar, onların işleri için cebinden dünyanın parasını harcar ve sevgisini gösterme gayesiyle, gazetelerin ilan sayfalarında onlara tahsisat bağlanması için Mârif Vekaleti gibi makamlara mektuplar kaleme alırdı. Onlar da Nazım'ı kırmaz, kitaplara çeyrek ciddi, üç-çeyrek de dalga geçme niyetiyle Nazım'ın dırdırını def etmek yolunda medhiye döşenirler, kitap ve fotoğraflarını imzalayıp verirlerdi. Nazım da misli bulunmaz yücelikteki edebi şahsiyetini ifade eden ve kitabın ana metni kadar uzayan, kapı kapı dolaşıp topladığı bu takrizleri pek güzel sahiplenir; her fırsatta 'Beni falan edib-i azam şu şekilde övdü, siz kim oluyorsunuz da benim edebi şahsiyetimi tartışabiliyorsunuz yahu?' diye nefs-i müdafada bulunurdu. Bir türlü rahat bırakmadığı ediblerden şahsına mahsus olarak temin ettiği övgü, kitap, hususi fotoğraf benzeri evrakı tam 17.5 çuvalda toplamış ve günlerini onları tasnife vakfetmiş olduğunu bilmek oldukça şaşırtıcıdır. Bunlardan bahsedeceğim.

     

    Nazım'ın içindeki narsist canavarı uyandıran şahıs, ona ilk defa 'Büyük Şair'lik payesini sunan Tevfik Fikret oluyor. Bu ifadeyi Florinalı'nın Edib-i Muazzam dediği Sami Paşazade Sezai ve Süleyman Nazif de sağolsunlar, epeyce yalama edince Nazım geri dönüşü olmaz bir yola girerek kendi dehasına iman ediyor, yolunda gayretten asla geri durmayacağı büyüklüğünün müdafaasına girişiyor. Fakat onun en ziyade yapıştığı şahıs Abdülhak Hamid'dir. Bunun birtakım sebepleri var. Biliyorsunuz, Abdülhak Hamid'in lakabı Şair-i Azam'dır ve kendisi devrin dahisi kabul edilir. Florinalı da kendisini bu kişiye övdürerek şahsiyetinin ve dehasının yüksekliğini tescillemek isterdi. Florinalı Hamid'e sair faydalar temin ediyor; onun tahsildarı, kahyası olarak bilabedel çalışıyor ve hatıratını derlemesinde teşvikleriyle en büyük amil oluyor. Bu esnada pek enteresan bir tecelli meydana geliyor ve Makber şairinin halifesinin eşi de ikinci kızı Mualla'yı doğururken rahmet-i rahmana kavuşuyor. Florinalı'nın arayıp da bulamadığı fırsat tam da ayağına gelmiştir. Makber şairinin hakiki veliahdı olduğu için, Abdülhak Hamid'in önceleri Leyl-i Makber (kabir gecesi) dediği fakat sonraları sitayişle medhettiği Zeyl-i Makber (Makber'in Eki) adlı şiirini yazar. Abdülhak Hamid, şiirinin adını defolayan Florinalı'yla şu mektupla dalga geçmiştir:

     

    'Müthiş bir eser bu Zeyl-i Makber! Çıkmış gibi arza teyl-i makber.. İnsan gömülür bunun içinde! Dehşetli bir güzellik! Ve hakikat kadar zulmanî bir silsile-i me'âliyât! Ki benim eserim bunların tahtında işitilmez bir vâveyl-i makberdir. Hal böyle olunca size büyük bir şâir demek lazım geliyor. Bilmem sizin bu hakikatten haberiniz var mıydı! İşte eğer bilmiyorsanız ben size ihbar ve isbat ediyorum: Büyük bir şairsiniz! Zeyl-i Makber'i okuyuncaya kadar bu mazhariyetinize ben de muttali' değildim fakat şimdi gördüm ve bildim.'

     

    Emin olabilirsiniz, içinden 'Rezil herif, Allah senin belanı...' diye geçiriyordu.

     

    Zeyl-i Makber hadisesi pek enteresandır, Nureddin Artam Nazım'a karısının vefaatinin ardından bir vapurda rastlıyor ve 'Efendim iki büyük şairin de eşleri vefaat etti, edebiyatımız ikinci bir Makber'e kavuşacak mı' diye latife yapacak oluyor. Daha lafını bitirmeden, Nazım cebinden Zeyl-i Makber'in müsvettelerini çıkarıp çat diye adamın önüne koyduğunda Artam'a şok olmaktan gayri hiçbir şey düşmüyor. Beyimiz Abdülhak Hamid'in veliahdı olduğunu ispatlama fırsatını yakalamışken belki de karısının öldüğü gün bu işe başlamıştır!

     

    Abdülhak Hamid bir keresinde bu adamın saatlerce kendi kabiliyetine dair çene çalmasından öyle bir bıkıyor ki, Servet-i Fünun'a gönderdiği Çamlıcada Mutekif İken şiirinin altına 'Biraz da Mizah' başlığını atıp şunu yazıyor:

     

    Âtide bu halkın yine bir yâveri vardır:

    Bir şair-i hoş-gû-yı vefa-perveri vardır.

    Maksûduna mevsül olur elbet edebiyyat;

    Hakka ki F. Nâzım gibi bir rehberi vardır.

    Hûyide sünûhatı tıraş etmeğe memur

    Allah'a şükür cümlemizin berberi vardır.

     

    Bu şiirden sonra Florinalı'nın lakabı 'tıraşçı'ya çıkıyor ve Şair-i Azam bağlılığı sebebiyle Berber-i Azam olarak da anılmaya başlıyor. Makber'inin intikamını ağır alan Hamid sayesinde Tıraşçı lafı o kadar tutuyor ki, Nazım'ın boy boy usturalı karikatürleri yayınlanıyor, hatta Tıraşçı diye bir dergi çıkıyor ve Florinalı bu dergide 'Üstadımız, pirimiz' olarak tesmiye buyruluyor.

     

    Hamid bir seferinde de kendisinden duyduğu herşeyi ahaliye kibirlenmek gayesiyle kullandığı için mektuplarına cevap vermemeye başladığı Nazım'dan, Sami Paşazade'ye yazdığğı bi mektupta şöyle dert yanıyor:

     

    'Florinalı dostumuzu görürsen tebrikinden memnun olduğumu, fakat berâ-yı maslahat, cevap veremediğimi söylemeni rica ederim. Bu zat biz ne yazarsak neşrediyor!'

     

    Nazım kendini Abdülhak Hamid'e öyle kaptırmıştır ki, Faruk Nafiz'in:

    'Der ki Nâzım: Şair-i âzam diyorlar zâtıma

    Bî-haber dîvanelerden Mazhar Osman bî-haber'

    beytiyle kendisini Mazhar Osman'a havale etmesi üzerine yazdığı şu şiirde de 'Şair-i Azam'ın hayırlı evladlığı' payesini sahiplenmiştir:

     

    Muazzez Faruk Nafiz'e

     

    Ben 'şâir-i âzam' değilim gerçi 'kalender',

    'Hayrülhalef-i şâir-i âzam' bana derler

    Bir sıska, sönük nazm ile bir kupkuru tehzil;

    Faruk edemez kadr-i semâ-tâbunı tenzîl!

    Tahdîs için ihsân-ı ilâhîyi tabii

    Yazsam yaraşır fahr ile bin şir'-i bediî!

    Dahîler enîsim, bana mah-rûlar olur yâr.

    Takdir edemez kıymet-i ulviyyemt ağyar!

    Dahîler olur şa'şaa-yı tab'ıma hayran,

    Şiirim ne semavî ki olur göklere perrân!

    Ben şair-i sehhâr-ı tabiat yaratıldım!

    Günden güne iktûb-ı maâliye atıldım!

    Âyînede görmüş gibisin kendini güya.

    Dîvâne diyorken bana ey nâkil-i hülya!

    Taltifine aldanma sakın mîr-i Nazif'in

    İzlaline benzer dağılan ebr-i lâtîfin!

    Benzer o nevâziş; sen emin ol ki serâbe,

    Tasvîr-i hakikat mi denir nakş-ı ber-âbe?

    Tevdh-i Nazifâneye bel bağlama Nafiz,

    Şairliği hak vergisi addetmeliyiz biz!

    Vâdî-i kadîmin ne sönük nâzımı çıktın,

    Şahsiyet-i şi'riyyeni birdenbire yıktın!

    Şehrâh-ı leceddüdde yürürken ne bu ric'at?

    Göz aç ki devam eyleyecektir bu fecaat!

    Göz aç ki yakındır bu temâşâ-yi sükûtun,

    Bir dağ oluyor kalbime ifşâ-yi sükûtun!

     

    Meseleye dahil olan Süleyman Nazif de, gerek Faruk Nafiz'e, gerekse de tarizleri kendini çılgınca medhederek karşılayan Nazım'ı 'Yahu millete gülüp geç, boşver kendini övme' diye uyaran Cenap Şahabeddin'e, şunu yazacaktır:

     

    '...Florinalı Nâzım Bey meziyyat-ı müteaddidesinden beri etrafında yükselen esvât-ı istihzaya ehemiyyet vermeyerek mesleğinde devam ve sebat etmiştir. Hiçbir büyük şair yoktur ki zamanında hezel ve temeshurdan masun kalmış olsun. Victor Hugo'yu da Florinalı Nâzım Bey gibi genç iken muasırı ihtiyarlar ve bunak doğmuş olanlar tenkid ve tehzil etmişlerdi. Shakespeare'i ingilizlerin pek geç, hatta Fransızlardan sonra ve o Fransızların delaletiyle anlamış oldukları ma'lumdur. Bizim Victor Hugo'muz her ne kadar Nâzım Bey değilse de yine pek büyük şairimiz olduğunu teslim ederiz. Üstaddan ricamız şunun bunun cehl veya hasseden mütevellid kıyl ü kaline ehemmiyet vermesin, bize Hâtırat-ı Meşâhir ve Terennümler Teellümler gibi bedialar ihda etsin.

    Zeyl-I Makber'in de bir an evvel intişar etmesine müştakane muntazırız.

    ...

    Reji şirketinin kırk senelik idaresi inhisar kelimesine büyük bir mânâ-yı dehşet ilâve etmemiş olsaydı zamanımızın ve lisanımızın 'en büyük şairi' Florinalı Nâzım Bey'dir der ve hesaptaki âmâl-ı erbaadan fazla malumât-ı riyaziyeye mâlik olsaydım bu iddiayı bir muadeleye kalbile, birriyazi ispat ederdim. Nâzım Bey'in büyük bir şair olduğunda icma-ı ümmet vardır. Abdülhak Hâmid'in tasdik ve ifânı ise nusus-ı edebiyye ve ebediyyeden addolunur.

     

    Cenab Şahabeddin Bey üstadım, Florinalı Nâzım Bey'i temeddühden men'etmek istemekle -işte şimdi inhisardan ihtizar etmiyorum- en büyük zülle-i kalemiyesini ika etmişdir. Üstada hep muğberiz. Büyük şair Florinalı Nâzım Bey, herkesin tasavvur ettiği bir lâzime-i hakşinasîye tebeiyet ettiği için muateb değil, meşkûr tutulmalıdır. Müstehak olduğu tebcilât-ı mütevâliyeyi kâfi derecede göremiyen büyük bir şair medh-i nefs etmesin de ne yapsın? Eğer bu bir kusur ise ayıp ve ân büyük şaire değil, bize ve hepimize râcidir.

     

    Makber kırk sene evvel yazılırken büyük bir kıyamet koparak velvele-i tahsin şemâtet-i itirazı boğmuş, susturmuşdu.

     

    Onun maba'di demek olan Nâzım Bey'in Zeyl-i Makber] veya Makber şairinin tabırince Leyl-i Makber] muhit olan bu sükût-ı ihmal, başta Cenab Şahabeddin olduğu halde, hepimizi mahcub edecek bir nişane-i kadirşinası değil midir?

     

    Hele Faruk Nafiz Bey daha ileri giderek Nâzım Bey'in büyük şair olmadığını ilân edecek kadar cür'et-i hasûdane gösterdi ve kendi şairliği hakkında herkese telkin etmiş olduğu kanaati bu hareketile esasından sarstı. Florinalı Nâzım Bey'in bâb-ı afv ü keremi kıyamette tevbe kapıları kapandıktan sonra da açık kalacaktır. Faruk Nafiz bir istiğfarnâme-i manzum ile müracaat ederse memuldur ki, büyük şairin dergâh-ı mekahminde bir cây-ı

    kabul bula.' Nihahahah.

     

    Nazif, sempati beslediği hazretle pek uğraşıyor. Bir keresinde kendi yazısı yanlışlıkla Florinalı'nın imzasıyla yayınlanınca 'Ne ise, bununla geçmiş olsun! Ya maazallah Florinalı Nâzım'ın yazısının altına benim imzamı koysalardı!' diyor. Ayrıca Florinalı için 'deli'yle tatmin olmayıp, düpedüz 'tımarhane' dediği de vakiidir.

     

    Florinalı, Recaizade'den aldığı bir fotoğrafın altına, ithaf olarak kendi eliyle 'Zî-deha Hamid' yazıyor ve bu fotoğrafı 'Recaizade'nin hakkımdaki takdiri' diye yutturmaya çalışıyor. Yani bu ifadeyle Recaizade, güya Florinalı'ya 'Hamid'in deha sahibi olan hali' demiş oluyor. Recaizade'nin oğlu da sonunda 'Bi daha bu resmi kullanmayacaksın' diye Dahiüzzaman'ı azarlıyor. Berber-i Azam efendimiz, ömrünün sonlarındaki eserlerinde, devrin ihtimam görme vesilesinin Mustafa Kemal'e yalakalık etmek olduğunu fark ederek Gazi'yi öven eserler kaleme alıyor, fakat temayülüne sadakatte kusur etmeyerek kendi hakkını teslim etmekten de geri durmuyor: 'Zaman çırpınmasın beyhude gelmez gayrı dünyaya/Senin kabında bir Gâzî, benim kabımda bir şair'. Nitekim haklılık payı vardır, ne ilki gibi bir gazi, ne de ikincisi gibi bir şair gelmiştir bu dünyaya!

     

    Nazım, 'Küçük Şaire' lakabını verdiği kızı Aliye Meliha hanıma, mezar başlarına topladığı Bab-ı Ali eşrafı huzurunda şiirlerini okutarak onu öne çıkarır. Yağmurda çamurda, elinde şemsiyeyle pilli masaj yastığı gibi titreşerek babasının şiirlerini okumak için sırasını bekleyen kızının fotoğraflarını kitapçıklarında kullanır. Fotoğraflara da şöyle notlar düşer:

     

    'Büyük ve bî-misal şairimiz Nedim'in 200. sene-i devriye-i vefatı münasebetiyle Karacaahmed'deki mezarı üzerinde yapılan ihtifal esnasında huzzarın takdiratını celbeden bir eda-yı talâkatle inşad-ı şiir eden Florinalı Nâzım kerimesi.'

     

    'Dâhi-i san'atkâr Koca Mimar Sinan'ın irtihalinin 346 ve 347. sene-i devriyelerine müsadif günlerde mezarı üzerinde yapılan ihtifaller esnasında kemal-i talakat ve muvaffakiyetle inşad eylediği şiirlerden dolayı huzzarın takdirat ve iltifatına mazhar olan Florinalı Nâzım kerimesi.'

     

    Belki de kendi kabiliyetsizliğine çaresizce hükmedip ümidini gelecek nesillerin şaire-i azamı yapmak istediği kızına bağlamıştı, bilinmez. Bir kitabında şöyle diyor mesela:

     

    'Aliye Meliha Hanım'ın bebekliği: Daha dört yaşında iken bu küçük güher-pâre mevcudiyetinin ne büyük bir lem'a-i zekâya mâlik, ne ulvi bir isti'dâd-i hitabete kabiliyetdar olduğunu seher vaktinde Öten şevk-efzâ bülbüller gibi saatlerce devam eden şâikât-ı hitâbâtiyle isbat eyliyordu.' Hahahhahah

     

    Yine kitaplarından birinin sonuna, Küçük Şaire'nin gümbür gümbür geldiğini haykıran, ufaklığın el yazısından çıkan şu enfes kıt'ayı ekliyor.

     

    'Bahar geldi çiçek açtı

    Elmas güneş nurlar saçtı

    Güzel bahar çiçek bahar!

    Ne sevimli seslerin var'

     

    Yağmur demeden, çamur demeden düzenlediği anma toplantılarının bir tanesinde, Fikret'in mezarı başında gelenlere kızı ve kendini öven yazıları barındıran 8 sayfalık bir kitapçık dağıtınca, Halit Fahri 'Ne lan bu, ölünün ardından lokma tatlısı mı dağıtıyorsun' manasında yüksek perdeden bir yazı kaleme alıyor. Bir hafta sonra Halit Fahri Servet-i Fünun binasında otururken imzasız bir mektup alıyor:

     

    'Ey Haberler sütununun garezkâr münekkidi! Sen kimsin? Maskeni çıkar yüzünden! Sen biliyor musun ki Florinalı Nâzım beyefendinin isim ve şöhreti şarktan garba bir güneş ziyası gibi yayılmış ve çar aktâr-ı cihanda bu dehayı tanımayan kalmamıştır? Bunu bilmiyorsan öğren ve bir daha dilini tut, böyle küstahça yazılar yazayım deme!'

     

    Fahri kağıdı 'Allah Allah' diyip bir kenara koyuyor, ama mektuba baya içerlemiş olacak ki biraz sonra içeriye giren Süleyman Nazif'e gösteriyor. Nazif kağıdı alır almaz makaraları koyveriyor. Bizim Fahri 'noluyo yahu' diye sual ettiğinde de, yazının Florinalı'nın elinden çıkma olduğu cevabını alıp şaşalıyor, birlikte gülüyorlar.

     

    Nazım, bunca insanın üzerine çullanmasını nasıl gördüğü hakkında Sedat Simavi'ye şöyle der: 'Vallahi azizim, ben hilkaten mütevazıım. Aleyhimde yazan muharrirler olmasaydı mahviyetkâr kalacak ve aciz benliğimi meydana koyamayacaktım. Gazetecilerin mütemadi hücumu benim için bir lütf-ı ilahi olmuştur. Şimdi garip görünen cür'etlerimi onlar temin ettiler. Onların beni hırpalayan, kamçılayan yazıları olmasaydı, bugün meçhul bir şahsiyet olarak kalacaktım! Unutmayınız ki ben şimdi gemilerini yakmış bir amiral gibiyim. Gazeteci dostlarınızın hakkımda yazdıklarına o kadar alıştım ki artık, on beş bin Yusuf Ziya, yirmi beş bin Orhan Seyfi, elli bin Peyami Safa'nın ve bir o kadar Faruk Nafiz'in hücumları bana ninni gibi geliyor.' Son cümledeki asalet karşısında şapka çıkarmamak mümkün mü?

     

    Yaptığı araştırmalarda, İbnülemin de acıdığı bu delinin gayretinden çok istifade ediyor. Son Asır Türk Şairleri adlı çalışmasında Florinalı'ya geniş yer vererek çalışmasını evine gönderiyor. Yaptığı iyiliğin karşısında 'Şiir krallığım üzerinde yeterince durmadın, tüm şiirlerimi yayınlamadın' şeklinde okkalı bir şepeşille yiyince de başından aşağıya kaynar sular dökülüyor, cevap vermiyor. Bir süre sonra Florinalı çark edip 'bağışlayınız beni' manasında sayfalarca mektuplar göndermeye başlayınca da dayanamayıp beyti patlatıyor:

     

    'Bir takım laf ile teşviş-i huzur Etme ey şair-ı bi-şiir ü şuur,

    Her dakika bana gelmekden ise Yılda bir kendine gelsen ne olur!'

     

    Florinalı'yla ilgili bomba bir hadise de kendisine Gülhane'de verilen bir rapordur. Zıpır doktorlar Florinalı'nın efsanevi narsizmini bildiklerinden, 1 Nisan 1926 tarihinde çektikleri beyin röntgeninde onun ileri zekalı bir insan olduğunu tespit ettiklerini rapor halinde sunmuşlar ve bu rapor bir süre sonra Nazım tarafından gazetelere yayılmıştır. Olay o kadar büyüyecektir ki İngiltere'deki Daily Mail ve Fransa'daki Commedia gazeteleri bile bu efsane raporu okuyucularına duyuracaktır. Florinalı ise, ülkemizi aşan şöhretinin dünyayı sarmasından hayli memnundur ve raporu bir kitabında şöyle tanımlar: 'Florinalı Nâzım Bey üç seneye karib zaman evvel ağır bir hastalık yüzünden Gülhane Seririyât-ı Hariciye birinci kısmına girdiği ve vaz'iyyât-ı umumiye-i sıhhiyesine müteaddid doktorun huzurunda röntgenle baktırdığı sırada cevher-i dimaiyyesi hakkındaki istikşâfât neticesini hâvi ayrıca verilen ve hâtırası Avrupa matbuatına kadar akseden raporun kopyası'. Üstad, raporun dünya çapında hadise olmasına sinirlenerek 'Bu ne rezalet' makamında bir yazı neşreden Nurullah Ataç'a da 'Benim pek müstesna olan muvaffakiyet ve mazhariyet-i edebiyemi çekemeyenlerden henüz şahsını tanımadığım genç ve hasetkâr bir kalem sahibinin 'hata' veznindeki İmzasıyla... (Nurullah Atâ'dan kinaye-trra)' diye zılgıtı kaymaktan da geri durmaz. Sözkonusu rapor da şu şekildedir:

     

    'Üstâd-ı muhterem ve şair-i âzam Florinalı Nâzım beyefendiye yapılan dimağ radyografisinde hafıza, meleke-i akliye, isabet-i ayn ve tahayylül merkezlerinin fevkalâde neşv ü nemada bulunduğu ve bu merâkize tevafuk eden nevâhî-i dimağiyenin fevkalâde münevver olup bu tenevvürün Tenevvür-i tabiiden pek ziyade bulunmakta olduğu, ezcümle batinât-ı dimağiye dâhilinde mevcud bulunan 'mâyi-i dimaği-i sevki'nin floresans hassasının mütezâyid bulunduğu ve husule gelen lemeâtın pek şâyân-ı dikkat olduğu görülmüştür. Muayene neticesinde dimağın tabiiye nisbel edilecek olursa pek fazla neşv ü nümâ bulduğu ve sebebden izâm-ı kahfiyenin pek ziyade rekakat kesbettiği anlaşılmıştır.'

     

    İlmin de dehasını ispatladığı Nazım bir gün Cevat Fehmi'ye dünyaya yayılan şöhretinin Hamid'i de alt ettiğinden şöyle bahseder:

     

    Edebî hayatım çok şaşaalı geçti. O kadar ki bugün artık tarihin malı oldum. Geçen gün Azerbaycan'dan gelen bir mektupta 'Sizin burada Hâmit'ten fazla şöhretiniz var' deniliyordu. Bu delil benim mazhariyetimin derecesini isbat eder. En büyük şairler benim için şiir yazdılar. En büyük ediplerin iltifatlarına mazhar oldum. En büyük muharrirlere, gazetecilere makale mevzuu teşkil ettim.

     

    Kadirnaşinas gazeteler Florinalı Nazım'dan bir sütuncuk yeri bile esirgerken, o sesini cihana duyurmak için ilan sayfalarına dünyanın parasını dökerek mücadelesini yalın-kılınç sürdürür. Birgün ilan sayfasına hakkında yazılanları ve fotoğrafını bastırınca Peyami Safa, 'Şair Florinalı Nâzım Bey son zamanlarda, makalelerini ilân sayfalarında neşrediyor. Dün de bizim gazetenin sonuncu ilân sayfasında ve sonuncu iki sütunda, yani ara sıra tıraş bıçağı ilânlarının çıktığı yerde uzun bir makalesi ve resmi vardı' diyor. Makalenin sonunda da Keriman Halis'i güzellik kraliçesi seçen heyetin Florinalı'yı övdüğünü, dolayısıyla onun da şiir krallığını ilan edebileceğini söylüyor. Ve bomba patlıyor. Florinalı Safa'ya teşekkür mektubunu ve Keriman Halis hakkındaki bir şiirini gönderiyor, Türk Şiir Kralı ünvanını kabul ettiğini söylüyor. Peyami Safa ise bunu duyurduğu makaleyi şöyle bitiriyor: 'Türk Şiir Kralı unvanını böylece kabullenen Florinalı'nın başına taç koymak yalnız Abdülhak Hâmid'e düşer, değil mi? Hayır, bence bu şerefli işi yapmaya daha salahiyetli olan bir zat var: Mazhar Osman.' Ve Florinalı'ya Mazhar Osman'ın tımarhanede hil'at giydirişinin karikatürü, altında da şu yazı: 'Haşmetlü Florinalı Nâzım hazretlerine Mazhar Osman Bey tarafından hil'at giydirildiğinin resmidir!'

     

    Kralımız da buna karşılık Mazhar osman'a imzalattığı eserleri çıkarıp ifşa ediyor:

     

    Sıhhat Almanakı: Aziz ve muhterem şairimiz Florinalı Nâzım beyefendiye takdim. 6.9.1933.

    Keyif Veren Zehirler: Muhterem ve aziz dostum büyük şair Florinalı Nâzım Beye. 27.8.1934

     

    Ve 'hiç ben onların kastettiği gibi deli olsaydım Mazhar Osman Bey bunları yazar mıydı?' diye oldukça sağlam bir kapak da takarak muhattaplarını apıştırıyor.

     

    Florinalı Nazım aradığı ünvanı bulmuştur, artık onu kimse tutamaz. O haşmetlü şiir kralımızdır ve bu sıfat kendisinin en büyük hakkıdır. Payesini Cumhuriyet'in ilan sayfalarında kelime başına para sayarak neşrettiği şu ifadelerle sahiplenir:

     

    'Otuz senelik yüksek ve parlak edebî varlığımı takdir ve tevkiren Türk şiir ve edebiyatının dahi ve üstadları tarafından bana 'büyük şair' payesi verilmesi münasebetiyle Cumhuriyet'te münteşir bir yazısında beni 'şiir kralı' diye anan Peyami Safa Bey'in sonradan bu vadide alaylı neşriyata kalkışmasına ve hakkımda bütün muarızlarımın atmaları melhuz her türlü tariz taşlarına rağmen, bugünden itibaren neşredeceğim yazılarımdan her istediğimin altına şu imzayı koyacağım: Türk Şiir Kralı Florinalı Nâzım!'

     

    'Kıratlık' değil, 'kıral'lığın nâmına imza atarım

    Cumhuriyet devrinde ben sanmayın kıratlığa daldım

    Yüksek şiir mevkiimi çekemeyenlerin bana

    Haksız hücumunu kırdım, haklı zaferimi aldım.' Haklısın yüce muzaffer diyoruz biz de.

     

    Haşmetmeab, bu yoldaki tüm maceralarını anlattığı 'Türk Şiir Kırallığı Neden ve Nasıl Doğmuştu' adlı bir şaheser de telif buyurmuşlar, krallığın kitabını yazmışlardır.

     

    Şiir Krallığıyla taltif edilen Florinalı'nın, Güzel Sanatlar Akademisi'ne bir de büstünün dikilmesi istihzanın nerelere kadar geldiğini gözler önüne sermektedir. Sami Paşazade Sezai büst hakkında 'Yüksek şiirlerinizle payidar İsminizi, bir âbide ile payidar olacak resminizi görerek iftihar ederim. Sizin şiirleriniz zaten o âbideyi tersim etmiştir' demiştir. Hazret de tatlı tatlı şöyle anlatır:

    'Ne garib bir tesadüftür ki Rifat Bey'in bir gün gelecek namıma dikileceğini 31 Mart 927 tarihinde söylediği heykelim, nurlu ve kıymet tanır Türk gençliğinin hakkımdaki yüce ve ebedî saygı ve takdir duygularının maddiyet şeklini alan bedii ve yüksek bir eda ve ifadesi olmak üzere, aradan yedi yıl geçmeden İstanbul'da Güzel Sanatlar Akademisi'nde yapılmış ve 18 İkincikânun 1934 tarihli Hilâl-i Ahmer ve Milliyet gazetelerinde o tarihi heykelimin resmi çıkmıştır.

     

    Akademi'yi ziyaret ettiği gün çekilen bir fotoğraf hakkında da şöyle der:

    'Bu resim, Güzel Sanatlar Akademisi'ni ziyarete gittiğim zaman çekilmişti. Bunlar benim hayranlarımdandırlar! Onlar, bana mekteplerini gezdirirken bu taşın önüne gelmiştik. Bana 'Üstadımız, dediler, Efgan kralı mektebimizi teşrifinde bu kaidenin üstüne çıkmıştı. Siz de şiir kralımızsınız. Bu sıfatla ayni makamı işgal etmenizi rica edeceğiz. Siz bize, şu bediî manzaranın kürsüsü üzerinden hitab buyurun ve biz hürmetkarlarınız yükseklerden gelecek veciz sesinizi hayran hayran aşağıdan dinleyelim (...) Ben, gençliğin bu teklifine mukabele olarak: 'Efgan kralı yükseklere çıkabilirler. Ben kendimde o yaraşıklığı bulamıyorum. Fakat Türk gençliğinin her isteği, benim için behemehal yerine getirmekle mükellef olduğum bir buyruk mahiyetindedir. Bu itibarla, kendimi, o yüksek kürsünün üstüne kadar değilse bile, ortasına kadar çıkmaya mecbur addediyorum!' cevabını vermiş ve bu resimdeki pozu almıştım. Bu da ayni günün başka bir hatırasıdır. Yine bahçede geziyorduk. Bu ağacın önüne geldiğimiz zaman, şu, diğer resimde gördüğünüz, aslan kafalı genç: 'Üstad, dedi, durunuz, burada bir resminizi çekelim. Burada tabiat yüksek başınıza solmaz güzelliklerinden muhteşem bir çelenk örmüş gibi görünüyor. Bu bediî sahneyi kıymetli bir hatıra olarak tesbit edelim!' Türk gençliğinden gelen bu samimi teklifi de kırmadım ve bu pozu aldım.' Eşek sıpalarının fırlamalığına bakın!

     

    Malesef haşmetlü şiir kralımızın derlemiş olduğu 17.5 çuvallık evrak, 9 Eylül 1933 gecesi Üsküdar Açıktürbe'de, üçe bölünmüş konağında başlayarak 17 evi küle çeviren yangında tarihe karışacak ve araştırmacıların hizmetine sunmak üzere defterlere yapıştırarak derlediği binlerce vesika kültür hazinemizden yitecektir. Ki bu defterlerde kendini aşağılayan yazı ve karikatürlerin altına 'Hakkımızdaki kıskançlığın iğrenç bir tasviri olmak dolayısıyla musavvirlerine ebedî bir hicap lekesi add ü telâkkisine şayan bir intiba', 'Dehâ-yı şairanemi kıskananların tehzilkâr neşriyatından bir numune', 'Hasetkârlıktan mütevellid âdi mizah cilvelerinden' gibi notlar da düşmüştü. Matbuat bu anda da yapacağını yapacak ve başında takke, sırtında pijama, yanan evinin yanında yetkililere dert yanan Florinalı'yı fotoğrafıyla ilk sayfaya taşıyacaktır. Daha sonra Florinalı'nın o gece yangında kaybolan kızını dahi farketmeyip, evrakları için dövündüğü de yazılacaktır.

     

    Florinalı, İlan sayfalarına bastırdığı yazılara para yetiştiremez olunca avukatlık yapmaya karar veriyor ve stajını tamamlıyor. Basın burada da vurmaktan geri durmuyor ve Vakit gazetesinde şu başlıkta bir röportaj yayınlanıyor: 'Florinalı cezbe halinde! Şiir krallığından avukatlar krallığına -- Fakat bu taht değiştirmenin sebebi hazinesinde mangır bulunmaması imiş'

     

    Florinalı 6 haziran 1939 günü Asabiye servisinde tedavi gördüğü Gülhane'de Hakka yürüyerek son birkaç yılını münzevi geçirdiği bu dünyayı terk eder. Şiir kralının cenazesi ise tam bir ibret vesikasıdır. Tanıdıkları dışında kimsenin cenazesine katılmadığı Florinalı, 4 asker ve 3 polisin ellerinde Topkapı mezarlığındaki ebedi tahtına taşınır. Ölümünden sonra Peyami Safa, Halit Fahri gibi şahıslar üzüntülerini ifade eden birkaç yazı kaleme alır; birkaç karikatürle daha dalga geçilir ve basının maymun ettiği bu şahıs tarihe öyle bir gömülür ki okumayı seven pek çok kişi dahi onun adını dahi duymaz olur. Çevrede Florinalı ruhiyatına sahip pek çok kimse olsa da, egolarını bastırmada muvaffak olup her aklına geleni yazmadıkları için Florinalı garibim gibi geyik oğlanı haline getirilmemişlerdir. Hayat dedikleri de işte böyledir... Bu yazıyı hazırlarken, ancak çoğu o dönemde kaleme alınan kitapların kıyılarındaki metin kırıntılarından ve Beşir Ayvazoğlu'nun araştırmasından müstefid olabildim. Hakkında kaynak yok. Allah rahmet eylesin, başka söze ne hacet?


  19. 'Necip Fazıl Bey' ifadesini malesef pek sık kullanıyorlar ve bu da bana dokunuyor aslında. Sezai Karakoç gibi entelektüel varlığını Üstad'a borçlu olan birisinin onu sizin yazdığınız ikinci ve üçüncü kelimelerle anması bence de daha yakışıklı olurdu. Aynı şeyi Mehmet Niyazi hoca da yapıyor ve mesafe koyma çabasına benzeyen, malesef kendi varlığını ispatlama gayreti gibi de anlaşılan bu hareket bana dokunuyor. Yüzüne karşı böyle sürekli 'Bey' dediklerini sanmıyorum. Üstad'ın asil ve vakur bir duruşu var, eski zaman beyefendilerine benzeyen zevkleri ve tavırları var doğru. Ama yine de Üstad'a yakışan bu hitabı kullanmaları pek yakışık almıyor. Konuşmada mütemadiyen 'bey' dedi. Sevmeye seviyoruz da yapmasınlar böyle.

     

    Parti işi için gereken adımları atmıştı o sıra, biz de konuşmada gelişine vurmuştuk. Gerçi o sıralar pişmek için niyetimizde Yücedirip de vardı ama yıllar bizi bunun için daha uygun, daha doğru ve pratikte de hizmet etme ihtimali var olan yerlere getirdi. Oyumu gönül rahatlığıyla çöpe atmamı gerektiren şartlar zuhur ederse ilk alternatif Alperen takımını pek sevmesem de BBP, ikinci alternatif de Yücedirip olur; yalnız daha bi 10 yıl oyumu sokağa atamam, kusura bakmasın Sezai Karakoç bey :D Oyumu mahallemizin dedikoducu karısı Melehat Kılıçdaroğluna virecem :D (Bir gün o herife oy atma niyetiyle sandığa gidecek olursam Allah sandık yolunda canımı alsın)


  20. Azizan, bundan 3 yıl kadar önce Mürid'le Diriliş Yayınları'nın Çemberlitaş'taki ofisine giderek Sezai Karakoç'la bir görüşme yapmıştık. Konuşma sonrasında aldığım notları daha sonra bir yer için donuk, sıkıcı bir üslupla düzenlemiştim. Buraya atmamışım, bulunsun, iyidir.

     

    Sezai Karakoç İle Röportaj

     

    (Bu söyleşi, 2007 Şubat'ında gerçekleştirilen bir sohbete ait notların gözden geçirilerek orijinal akışına uygun şekilde düzenlenmesi sonucunda ortaya çıkmıştır.)

     

    Yoğun yağmur damlalarının altında ve soğuk İstanbul havası refakatinde, bir arkadaşımla yola düşüyoruz. Niyetimizde, eskilerin o hasret duyduğumuz havasını taşıyan bir edebiyat ve fikir adamını ziyaret var. Necip Fazıl'ın 1957 baskılı Ata Senfoni'sinde anlattığı bir halk hikayesinde geçtiği halde, Yaşar Kemal'in 1973 baskılı Demirciler Çarşısı Cinayeti adlı romanında kullanarak meşhur ettiği ve kendisine ait olduğu sanılan cümleyle ifade etmek gerekirse, güzel insanlar güzel atlara binip gitmiş; geride ise hayatlarının sonbahar mevsimini yaşayan bir avuç insandan başkası kalmamıştı. Elde fırsat varken o günlerin değerli şahitleriyle görüşmek, onlardan kitaplara girmesi mümkün olmayan hatıra katreleri devşirebilmek, bilgi kütüğümüze hoş bir sada daha kaydedebilmek için yollardaydık.

     

    Yol maceramızdan bahsederek sözü uzatmak niyetinde değilim. Evvela Sezai Bey'in sakin, münzevi, sessiz, göz önünden ırakta duran edasıyla kapandığı; ziyarete gelen gençlerle muhattap oluşunu saymazsak, fildişi kule kavramının maddede yansıması olduğunu söyleyebileceğimiz ofisindeki izlenimlerimizden, daha sonra da hayat boyu unutulmayacak o ilk tatlı sohbetimizden kısaca bahsetmek istiyorum.

     

    Sezai Karakoç'un sahip olduğu ve içerisinde yer alan ofise haftanın belli günlerinde, belli saatlerde ziyaretçileriyle sohbet etmek üzere uğradığı Diriliş Yayınevi, apartman niyetiyle bina edildikten sonra iş hanına dönüştürülmüş olduğu fikrini uyandıran yapılardan birinin ilk merdiven grubu çıkıldıktan sonra sağ tarafta kalıyor. Bir akraba ziyaretine gelmişçesine zili çalıyor ve içeri giriyoruz. Kapıyı bize açan, yayınevinde daha sonra da göreceğimiz bir genç... Utana sıkıla, konuşmaya korkan halimizle Sezai Bey'le görüşmeye geldiğimizi söylüyor ve güleryüzle mukabele gördüğümüz bu delikanlı tarafından içeriye davet ediliyoruz. Evvela üst üste istiflenmiş kitaplarla dolu loş bir salonun içerisine alıyor bizi bu genç. Salondaki ikinci bir kapıyla geçilen iç odadan ise oldukça yaşlı bir adamın, hayli çatallaşmış, doğu şiveli sesini duyuyoruz. Arkadaşımı bilmiyorum fakat ben biraz ürküyorum. Anlıyorum ki birkaç dakika sonra kendisiyle konuşacağımız, hakkında henüz hayattayken Turan Karataş tarafından 900 sayfalık bir biyografi yazılan bu insan, Sezai Karakoç'un ta kendisidir.

     

    Biz kitapların yanına henüz gelmişken, kitapların istiflendiği odanın içerisinde yer alan ikinci odadan, bir kişi dışarıya çıkıyor. Sesler de kesildiğine göre, sıra bize gelmiş olmalı. Odanın dibindeki ikinci kapıya doğru arkadaşımla gencin kılavuzluğunda ilerlerken, kitaplar arasında ancak bir kişinin geçebileceği kadar boşluk olduğunu fark ediyorum. Bu esnada sağımdaki kitaplardan bazılarının plastik muhafazalarında olduğu dikkatimi çekiyor. Belli ki matbaadan yeni getirilen bu kitaplar, Yayınevi'nin hem dağıtımlarında, hem de perakende satışlarında kullanılmak üzere dizilmiş.

     

    Başım önde, refakatimdekilerle beraber üçüncü kapıdan da içeriye giriyorum. Gördüğüm ışık artarken, mekanın darlığı dikkatimi çekiyor. İlk kapıdan itibaren insanı çevreleyen bu "darlık" o noktadadır ki, sağa sola sıkıştırılmış masalara, raflara, sandalyelere belinizi çarpmadan, ekseniniz etrafında dönebilmeniz bile muhaldir. Konuşmaktan çekinen mizacım 'Yerim dar!' bahanesini de böylece bulmuş oluyor. Bu olağanüstü darlık, besbelli 1960'larda kimseden tek lokma yiyecek istememesi ve şahsi kazancını neşriyat ve bağış işlerinde tüketmesi sebebiyle, evinde, açlıktan bayılan Sezai Bey'in müstağni şeciyesinden ve değer vermediği maddiyatın kendisini yüz üstü bırakmasından ileri geliyordu.

     

    Sezai Bey'in oturmakta olduğu masanın karşısındaki kadim sandalyelere arkadaşımla beraber yerleşiyor ve tecrübesiz, şaşkın, utangaç halimizle düşünme yeteneğini dahi kaybettiren bir heyecanın refakatinde beklemeye başlıyoruz. Fakat o da nedir? Biz utangaç bir sükutun içerisinde, bir söz söyleme mecburiyetinin farkında olarak konuşmanın başlaması için bir giriş noktası arar ve karşı tarafın sözü alarak bizi ilk defa giriştiğimiz böyle bir işte rahatlatması için can-u gönülden dualar ederken, kendimizi dakikalar süren bir sükunetin içinde buluşumuz bizi şoka sokuyor.

     

    Dakikalar süren işkenceyi Sezai Bey sonunda bitirerek "Nasılsınız gençler?" sualini yöneltiyor ve içimizi ferahlatıyor. Arkadaşım utangaçlık ve sessizlikte benden de beter bir halde olduğu için, kutsal Abdurrahman Çelebi'lik vazifesini üstüme almak durumunda kalıyor ve konuşmanın sonuna kadar, Sezai Bey’e ben cevap veriyorum. Hal-hatır girizgahından sonra, konuşmanın asıl mecraını belirlemek üzere yeterli cesareti kendimde bularak, bundan sonra yalnızca Beyefendi'yi konuşturmak amacıyla soru soran mevkiinde kalacağım sohbeti fiilen başlatıyorum:

     

    Trradomir - Efendim, biz farklı üniversitelerde okuyan iki arkadaşız ve tecrübelerinizden, zihninizdekilerden istifade etmek üzere geldik. Sizin vaktinizi almaktaki amacımız ömrünü tamamlamış olan edebiyat ve fikir adamları hakkında konuşmak. Böylelikle kıyıda-köşede kalmış bazı bilgileri de sizin gibi onların yanında bulunmuş değerli bir fikir adamından öğrenebiliriz sanırım. Benim sizi tanımama Üstad Necip Fazıl üzerine yaptığım okumalar sebep oldu. Daha sonra Turan Karataş'ın hakkınızdaki biyografisini inceledim. Özellikle Masal adlı şiirinize çok büyük bir sempatim var fakat dediğim gibi sizi asıl tanımam Üstad Necip Fazıl kanalıyladır.

     

    Sezai Karakoç - Evet, Necip Fazıl Bey'le yıllar süren bir dostluğumuz olmuştu. uzun süre aynı yolda mücadele ettik ve aynı dergilerde yazdık. 1950'lerin başından itibaren beraberdik. Fakat onun vefatine yakın zamanlarda çevresinde türeyenler onu kendi tekellerine almaya kalktı (Burada İbda'cıları mı, MHP'lileri mi, yoksa Ahmet Kabaklı-Ayhan Songar gibi kimseleri mi kastediyor, anlayamıyorum). Biz Necip Fazıl Bey'in yanında olmanın zehirle pişmiş aş olduğu bir dönemde onunla beraberdik. Sisler dağılınca, artık onun yanında olmak bir şeref haline gelince onun yanını mesken tutanlar kendisini sahiplenmeye başladı. Dolayısıyla aramız bozulmamasına rağmen son yıllarında malesef yeterince yakın olamadık.

     

    T - Onun yanında olmanın zor olduğu zamanlardan söz ettiniz. Bu günlerden biraz bahsetmeniz mümkün olabilir mi?

     

    S - Biz Demokrat Parti'nin ilk seçildiği dönemde ilk temasımızı kurduk. Mülkiye'de okuduğum yıllarda o da Ankara'da bulunduğunda sık sık bir araya gelirdik. Büyük Doğu'ların çıkabilmesi için gereken düzenlemeleri zaman zaman birlikte yapardık. Bilirsiniz, Malatya suikastinden sonra bizim kesim büyük bir tazyik altında kaldı. Zaten 2-3 kanaat önderi vardı. Onları da sürekli baskı altında tutup yayınlarını kapatıyorlardı. Malatya hadisesinden sonra baskılar artık Necip Fazıl ve Osman Yüksel gibi kişilerin etrafında olanlar için de tehdit boyutuna ulaşmıştı. Mesela Necip Fazıl Bey Suikast dolayısıyla tevkif edildiğinde benim işim çıktığı için onun yanında olamamıştım. Tevkif esnasında yanında bulunan bir genç arkadaşı da gözaltına almışlar. Tevkifi gerçekleştiren memurun o sırada kim olsa alacaklarını söylediğini daha sonra öğrendim. Düşünebiliyor musunuz, sadece bir mekan birliği bile tehlikeliydi. Sonraki yıllarda da sürekli gizli polisler peşimizdeydi fakat artık biz de kimin ne olduğunu anlayacak tecrübeyi kazandık tabii.

     

    T - Evet efendim. Hatta MİT, iki yıl önce Necip Fazıl'ın gizli takipleri esnasında çekilen fotoğraflarından müteşekkil bir sergi açmıştı İstanbul'da, hatırlarsınız. Bir fikir adamını takip ederek sergi açacak bollukta fotoğraf çekmişler. Acı bir durum.

     

    S - Evet evet, defalarca takip edildik. Biz mesela bir masa etrafında sohbet ederken yanımıza tuhaf edalı, böyle silik, tedirgin tipler gelirdi. Mesela bir keresinde bir masa etrafında halkalanmış, konuşuyorken yandaki masaya birisi geldi. Artık tanıdığımız tiplerdendi. Gizli, sivil polis... Necip Fazıl Bey adamı fark edince La Fontaine'in "Ve Bay Karga teşrif etti" anlamına gelen mısrasını söyledi (burada mısranın Fransızca'sını iki defa söylüyor fakat anlamadığımız bir dilden gelen bu cümleyi nisyanla malul hafızamızda tutamıyor, notlarımız arasına yazamıyoruz). Masada kahkaha kopmuştu. Bir keresinde de İstanbul Pastahanesi’nde oturmuştuk. Masadakilere hararetli hararetli birşeyler anlatıyorum. O sırada arkadan adamın birisi geldi, fark ettiğim halde ben devam ettim. Arkadaşlardan birisi, eliyle koluyla işaretler yapıyor, göz kırpıyor. Ben istifimi bozmadan devam ediyorum. Arkadaş sonunda bir fırsatını bulup kulağıma eğilerek "Konuştuklarını kaydediyorlar ağabey" dedi ama biz kötü veya yanlış bir şey söylemiyorduk ki endişe duyalım, "Bir şey olmaz, dinlesinler" dedim (gülüyor, gülüyoruz).

     

    T - Sonraki devrelerde, rejimin halkın sesine karşı tavrı ister istemez yumuşamak durumunda kaldı. Siz de söylediniz. Sonraki dönemlerde de herhangi bir takibat oldu mu?

     

    S - Azalarak devam etti. Dediğim gibi bir dönemden sonra, ilk yıllardaki baskı da hafifledi ve bizimle olmak bir şeref vesilesi haline geldi. Fakat mesela 60’larda Necip Fazıl Bey’le, sanırım Samsun’a bir konferans vermeye gidiyoruz. Arkamızda da tuhaf edalı bir adam var. Biz nereye gidersek o da peşimizden geliyor. Yol boyu bizi takip etti. Adam o kadar acemi ki kendisini açıkça belli ediyor. Hissettirmemeye çalışıyor fakat hep peşimizde. Necip Fazıl Bey baktı ki olacak gibi değil. Geriye dönüp “Arkadaşım belli ki bizi takiple memursun, bari şu çantamı sana vereyim de taşı” dedi. Adamın o anda yüzü kıpkırmızı oldu ama çantayı alıp peşimizden gelmeye de devam etti (gülüyoruz).

     

    T - Anladım Üstad. Muhafazakar kesimin, “İslamcılık” olarak tabir edilen dünyadaki diğer temayüllerden farklı bir kafa yapısı ile ne yaptığını bilen, idealist ve entelektüel şahıslar olarak ortaya çıkışında, o gün diğer telakkilerin destekçisi pek çok yayın arasında çıkan Büyük Doğu, Serdengeçti, Diriliş gibi dergilerin payı büyük olmuştu. Öyle değil mi efendim?

     

    S - Elbette. Size bizim cenahın nereden nereye geldiğine dair bir misal anlatayım: Osman Yüksel Serdengeçti 1954'te Antalya'dan bağımsız milletvekili adayı oluyor. Antalya gibi eğitim seviyesi yüksek bir Akdeniz ili... Tabii Rahmetli Serdengeçti'nin asıl adı Osman Zeki Yüksel'dir. O dönemlerde bunu bilen pek yok. O seçimlerde bağımsız adayların isminin oy pusulasına yazılması gerekiyor. Seçimlerde insanlar Serdengeçti'nin adını bilmediğinden pusulalara “Serdengeçti” veya “Osman Yüksel Serdengeçti” yazmış. Seçim kurulu da bunları geçersiz saydı. Antalya'da 54 seçimlerinde çok ciddi miktarda oy bu yüzden geçersiz sayıldı. (Karşılıklı gülüşüyoruz.) Daha sonra bu bilgisizlik durumu yavaş yavaş da olsa değişti. Tabi yüzyılların birikimi var. Osmanlı döneminden kaynağını alan gevşemeler, sonra darbeler, sürgünler, idamlar belli bir kafa yapısını törpülemişti. Yine oldukça kısa sayılabilecek bir zamanda bu yayınlarla ciddi bir mesafe kat edildi. Bir nesil yoğuruldu. Tabii bir zaman sonra işler düzelince kaymak yemek fikrinde olanlar da çıktı. Öte yandan Cemil Meriç gibi Batı’yı tenkitte isabet kaydetmiş olsa da yerine alternatif bir sistem koymaktan uzak kalan, fikri tam oturmamış kişiler de vardı.

     

    T - Efendim, peki 40'lı ve 50'li yıllardaki bulutların dağılmasında pay sahibi olanların mücadelesi ne şekildeydi? Mesela Üstad nelere dikkat etmişti?

     

    S - Sıkıntılı dönemlerde İslam davasını sırtlanan kişiler herşeyden önce cesaretlerini korudu. Necip Fazıl Bey de imanının peşinden yürüdü ve Serdengeçti'yle birlikte hepsini yatsalar yüzyılları bulacak davalarda yargılandılar. Cesaretleri onları tedbirden de alıkoymuyordu. Mesela Necip Fazıl Bey bize bir seferinde bazı çizgilerde dikkatli olunduğu sürece sistem içinde de istenenin telkin edilebileceğini, tesir sahibi olunabileceğini söylemişti. "Mesela diyelim ki ihtilal yapmak istiyorsunuz, o zaman 'Ey Müslümanlar, kıyama kalkın' demek yerine ihtilal nasıl yapılır, şartları nelerdir, onu anlatmak lazım. Bu ilimdir, teşebbüs veya kışkırtma değildir, hiçkimse ilme karşı bir şey diyemez" demişti.

    * * *

    Konuşmanın burasında telefon çalıyor. Sezai Bey telefonu kaldırarak kendisini arayan Abdullah isimli bir kişiyle konuşuyor. Konuştuklarını bizden saklama gereği duymaması sebebiyle bunları yazmayı uygun görüyorum. Telefon konuşmasından anladığımıza göre Hilmi Yavuz, bir gece evvel TV'de bir programa katılmış ve aşağı yukarı "Necip Fazıl, Dünya çapında kıymeti olmayan Yunus Emre'ye eğilim gösterirken Sezai Karakoç daha ziyade bugün mesajları cihanda kabul gören Mevlana'yı takip etmiştir. Bu da Necip Fazıl’ın daha dar çerçevede, milliyetçi bir söylemi takip etmesine yol açarken Sezai Karakoç daha beynelmilel mesajlar vermektedir" anlamına gelen bir şeyler söylemiştir. Sezai Bey bu konuşmadan haberi olmadığını söylüyor, kızıyor, "Hilmi Yavuz işte, durup durup saçma sapan şeyler çıkarmasa gündemde tutunamaz ki. Sanki Yunus'la Mevlana aynı mesajın farklı dilleri değilmiş gibi…" anlamına gelen bir tepki gösteriyor. Bu bahsin sonlarında Sezai Bey'in Hilmi Yavuz için kelimesi kelimesine kullandığı "Onuncu sınıf şair işte" ifadesi ise bizi gülümsemenin de ötesine götürüyor.

     

    Telefon konuşması sonrası devam ediyorum:

     

    T - Efendim siz 90'larda bir parti kurmuştunuz, kapatılmıştı. Bununla ilgili bir projeniz var mı?

     

    S - Evet, Diriliş Partisi iki seçim üst üste teşkilatlanmasını tamamlayamadığı gerekçesiyle kapatıldı. Maddi şartlar malum. Bu gibi işler için tabii bazı şartların da uygun olması gerekiyor. Partiyi kursanız teşkilatlanmanız, teşkilatlansanız kitlelere ulaşmanız gerek. Partiden bugün için bu şartlar altında büyük bir beklentim yok fakat gelecekte neden olmasın. Biz yaşlandık, bizden sonra işi ellerine alacak olan gençlerin yetişmesi için bir akademi olacak. Yeni partiyi kurmak üzereyiz. İsterseniz sizler de toplantılara katılabilirsiniz.

     

    T - Tabii efendim. Müsait vakitlerde uğrarız inşallah.

    * * *

    Merak ettiğimiz halde Mona Roza efsanesine girme terbiyesizliğini göstermek istemiyor, günlük siyasi konular hakkında biraz daha konuştuktan sonra Sezai Bey'e kırk dakikaya yaklaşan konuşmamız için teşekkür ediyor ve Diriliş Yayınları'ndan ayrılıyoruz. Hoş karşılanmanın, tatlı sohbetimizin ve eski günlerin havasını teneffüs edebilmenin üzerimizde bıraktığı mutlulukla görüşmeyi değerlendirirken, konuşma esnasında önümüze konan tabakta bulunan kek benzeri hazır yiyeceklere ikimizin de dokunmamış olduğunu fark ediyor ve hicabımızın bizi ayıp kabul edilen bir işe nasıl ittiğini mahçup tebessümler refakatinde hatırlıyoruz. Tüm acemiliklerimize ve heyecanımıza rağmen, güzel bir gün geçirmiş olmanın mutluluğuyla konuşulanları değerlendirerek zor günlerin kokusunu evlerimize taşıyoruz.


  21. Ne kadar az tefekkür ettiğimizden şikayet eden Kur'an'ın emriyle tefekkür edemeyen bir nesil, pörsüyerek halisiyetini kaybetmeye ve hayvani hissiyatın esiri olmaya mahkumdur. Aşkın, vecdin, samimiyetin, tahkiki imanın nasibini sezgi, tefekkür ve hissiyat birlikte açar. Hiç ölmeyecek gibi, dünyayı Allah adına mamur etmek için hudutları ihlal etmeden maddiyat üzerinde de düşünürken; imanı her daim tazeleyen ve Allah'ın tavsiye ettiği ulvî tefekkürden bir saniye bile ayrılmamak çarenin ta kendisidir. İlahî huduttaki tefekkür inandığını sorgulayan değil; sindiren, daha doğrusu benimseyen bir beyin teridir. Teslimiyet tefekkürü engellemek yerine onu bizatihi teşvik eder. Peygamber düşünmez, tefekkür etmez miydi? Buna evet denmesini hakikat kabul etmez. Çilesi çekilen ve tefekkürle durmaksızın tazelenen bir teslimiyetin yerini, ruhunu kaybeden, donan, kabuk bağlayan bir iman tutamaz. Bugün, tıpkı hergün olduğu gibi, ihtiyaç duyulan ruh tefekkürün yoğurduğu asil teslimiyette gizlidir. Fikir çilesi çeken bir müslüman da, kafir de hayvani yaşayan türdeşinden üstündür. Hayvani kaygıyı değil, insanca tefekkürü öğütleyen Üstad'ın kastettiği manada düşünmediğimiz sürece mağlubiyete mahkumuz.

     

    Bugünün dünyasında yanlış bir düşünme tarzının kalıplaşması seni tefekküre düşman etmesin genç adam. Bizzat dinin sana bunu salık verirken, teslimiyet tefekküre engel değilken dur, intihar etme ve ikisinden de sakın vazgeçme!..

    • Like 1

  22. Sorbonne üniversitesinin taştan oluşan mükemmel bir mimarisi var, çok eski ve bir o kadar da ihtişamlı duruyor. Camlarına dışarıdan dokunulabilecek kadar da zemine yakın. Hey gidi hey, kaç yıllık bir bina bu kim bilir. Burada üniversiteler kampüs usulünde değil, müstakil bina halinde. Sorbonne da o yüzden bizim liseler gibi. Kocaman bir binası var. 50x300=15000 metre kare boyutunda, 5 katlı bir üniversite. Çevredeki kaldırımlar da taştan yapılmış, belki de 85 yıl önce Üstad'ın bastığı taşlar yerde yatıyor. Etrafında yürümek harika bir his, hele hele yağmur eşliğinde bir başka muhteşem. Sorbonne çevresindeki kaldırımlarda özellikle yürümek istememin sebebi elbette Üstadımdı. Bu hissiyatlar şehrinde, kılıçtan keskince yağan yağmurların altında, bu pürüzlü kaldırımlarda, o vakur tavrıyla o büyük binanın kapısına doğru ilerledi sürekli. Binanın taşlarına belki benim gibi o da dokunmuştur. Harika bir his bu.. Sorbonne'un tabelasının önünde gerine gerine, eller böğürde, şişkin bir göğüs ve 37 ekran boyunda açılmış gözlerle toz kokulu yağmurun altında poz vermek kadar zevkli hiçbir şey olmadı Avrupa gezimde, bundan eminim.

     

    Düzen yok, disiplin yok, hatta mimarideki sistem hayat akışında yok. Türkiye'ye nazaran daha iyi de olsa, Almanya'daki nizamı burada göremedim. İnsanlarsa bariz şekilde lüks yaşıyor. Köylerdeki konfor bile şaşırtıcı.

     

    İnsanlar eskiden ifrazatını poşet benzeri çantalara, peçete benzeri bezlere yapar, camdan aşağıya sallarmış. Tuvalet kullanımı Fransa'da da çok yeni. Banyo alışkanlığını yeni keşfeden bu milletler, işin keyfini iyi aldıklarından olacak, sık sık duş alıyor. Dışlarına çok dikkat eden, bakımlı görünmek için ellerinden geleni yapan fakat taharetten haberi olmayan bu pis insanlar pis yaşıyor. Şehirler, içinde yaşayanları anlatır. Metrolarındaki durum bile bunun bir göstergesi bence. İnsanlar üzerine bir şişe parfümü boşaltmaktan geri durmuyor belki ama, kedilerle köpeklerle kucaklaşıp oynaşmaktan da kalmıyor. Pissiniz!

     

    Duş demişken, aynı belayı bugün de yaşadım. Suyu musluktan duşa aktarmak için ben düğmeye asılıyorum, düğme aşağı düşüyor. En az yirmi dakika onunla uğraştım. Sonunda baktım ki olmayacak, bir elimle düğmeyi çekili tutarken diğer elimle işime bakmak zorunda kaldım. Olduğu kadar... Çıkışta öğrendim ki muslukların tepesindeki düğmenin suyu duşta tutabilmesi için suyu çok açmak gerekiyormuş. Su az açıkken düğme aşağıya düşüyormuş. Elinin körü. Güler misin, söver misin? Bu ne geri zekalı bi sistemdir? Su israf olmasın diye az açıyoruz, iyilikten de anlamıyorlar. Müsrif memlekette denizi tepemizden aşağı boşaltmamız gerekiyor ki adam gibi yıkanabilelim. Adam sen de, başlarım Fransa'nıza!

     

    Paris gökleri beni sinir etti bugün. Tıpkı bir mızıkçı çocuğa benziyor buranın bulutları. Durup dururken debelene debelene, hüngür hüngür ağlayan; keyfi yerine gelince de etrafa güneş gibi gülücükler dağıtan dengesiz bir eşek sıpası. 5 dakika boyunca müthiş bir yağmur ve güçlü bir rüzgar altında donuyoruz, 4-5 dakika sonra açan sımsıcak güneşte sırtımızı ısıtıp üstümüzü kurutuyoruz. Yağmur kokusu İstanbul'u hatırlatıyor; biraz toprak, biraz da toz. Bugün yağmur belki on defa başladı, on defa durdu. On defa dondum, on defa ısındım. Çatlamazsak iyi.

     

    Monşer (mon cher) kelimesi, 'benim pahalım, benim kıymetlim, cicim' gibi anlamlara gelen bir kelimeymiş. Siyasetteki manası ise, eskiden balolarda en güzel kıyafetleri giyinen, iki yüzlü nezaketlerinden kırılan, saygıda soytarılığa ve samimiyetsizliğe varan, herkese 'cicim' diye hitap eden tiplerden ileri geliyor. Bu eski zoraki nezaket devri bitince, bu takıntılı kasıntı tipler kendilerinden nefret edilen kişiler haline gelmiş. O. Öymen samimiyetsizliği iflas etti artık. O devir bitti.

     

    Şanzelize, içinden arabaların geçebildiği bir İstiklal caddesine benziyor. Caddenin kaldırımları İstiklal'den daha geniş, kaldırımın yanından da arabalar akmaya devam ediyor. Yalnız İstiklal, Şanzelize'deki pek çok caddeden sadece biri gibi duruyor. Burada onun gibi pek çok var. İnsanlar İstiklal'deki kadar yoğun değil, çünkü alan epey büyük. Dolayısıyla omuzunu milletin böğrüne sokup kalabalığı yara yara giden cengaverlere pek rastlanmıyor. Fakat kesinlikle yoğun, yürümesi yine de çok kolay değil. Ben sadece İstiklal akşamlarıyla karşılaştırıyorum. Şanzelize'de yığınla alt geçit var, ayrıca Şanzelize kulesi olarak da bilinen 50 metre yüksekliğindeki zafer takı da mekanı enteresan kılıyor. Zafer takından Paris'in her yerini görmek mümkün, biz de öyle yaptık, tüm şehre hakim olan bu noktadan şehri izleyerek fotolar çektirdik. Takın asansörleri de uçak gibi kalkıyor, bir kat çıktığını sanıyorsun ama 6 katı geçiyorsun.

     

    Caddede büyük araba show-room'ları da var. Her biri birer market büyüklüğünde, birkaç katlık binalar. İçerilerde henüz piyasaya sürülmemiş arabaları dahi sergiliyorlar. Peugeot bu noktada gayet iyi, üstü açık bir arabada poz vermek ayrı zevkliydi. Teknolojilerinin reklamını güzel yapmışlar. Toyota pahalı ve kötüyken, Renault her ikisinin ortasındaydı. Buralarda siparişler verilebiliyor, duvarlara monte demir klavyeli bilgisayarlarla araba modelleri incelenebiliyor.

     

    Sen Nehri'nin kenarında fotoğraf çektirmek de güzel bir tecrübe. Merdivenlerle nehre dokunacak kadar yakına inmek mümkün. Nehrin serin suyu rüzgar estiğinde deniz gibi dalgalanıyor. Eyfel kulesi nehrin hemen yakınında. Her iki güzelliği de aynı fotoğraf karesine sıkıştırabiliyorsunuz. Eyfel'i de görme şansımız oldu. Çevresini dilencilerin ve çingene mizaçlı satıcıların kuşattığı Eyfel, dört demir ayak üzerinde duran, demirlerin üst üste dizilmesiyle oluşan kocaman bir kule. Kulenin altında, Afrika'lıların güzel bir şovu vardı. Kule çevresi oldukça kalabalık, içeriye girebilmek için kocaman kuyruklara dahil olmak gerekiyor. Paris kulesi olarak da anılan bu yer, Paris'in sembolü. Semboller genellikle başarılı bir pazarlamayla ünlü olur, bu da öyle. Kulenin yanına gitmek için bol miktarda merdiven inme mecburiyetinde kalmak ise hoş bir espriydi. Eyfel ziyareti bir kere yaşanması gereken, fakat ikinci defa yaşamak gereksiz olan bir tecrübeydi. Fransa'ya gidip sınıf atladığını zanneden bir kısım vatandaşın aklına tüküreyim, amma da boşlarmış.

     

    Burada bir Kürt camisi var. Davulla zurnayla göbek atıp teröristlik yapmak dışında, bu tarz işlerle ilgilenen Firengistan kürtlerinin olduğunu görmek mutlu edici tabii. Taş döşeli bir avlunun içerisinde 30 metre kadar ilerliyorsunuz, solda ve sağda koca koca saksı çiçekleri var (Erkek milleti çiçekten ne anlar, ne bileyim adını? Saksı çiçeği işte, ot demediğime dua edin). Camiye girdiğinizde abdest almak için Pakistanlı camisinde olduğu gibi yine sağa dönüyorsunuz, fakat burada ayakkabılarla dalıyorsunuz içeriye. Ayakkabılarla daldığınızda da adamın biri çıkıp 'terlik giyeceksin hayvan herif' diye zılgıtı basıyor kendi dilince. İçinizden 'yürü lan, senin terliğini mi giyicem' deyip devam ediyorsunuz. Odanın girişinde solda kalan yerlerde ayakta, ayakkabılara basarak abdest alıyorsunuz. Oturak koymamış zalımlar. Abdest almak için musluğu kendinize doğru bir çekmeniz gerekiyor, hayatımda bu kadar aptalca bir sistem görmedim. Çünkü su bir süre akmaya devam ediyor, hiçbir şekilde onu durduramıyorsunuz. Bir süre şarıl şarıl aktıktan sonra bir anda hoppala, kesiliyor. Bir abdesti bitirene kadar 3-4 kere musluğu çekmeniz gerekiyor. Bunu yapan zalım, gereksiz yere insanların abdest keyfine çomak sokulsun, hem üstleri ıslansın, hem de su israfı olsun diye özene bezene bu teknolojik eziyeti yapmış besbelli. İçeride namazları kılıp çıktık.

     

    Kürt demişken, burada pkk tayfası çok daha rahat davranıyor. 1 mayıs gösterilerinde apo posterleri, davullar, zurnalar ve kesk-sol afişleri eşliğinde, pkk kolonileri toplanıp tepiniyordu. Biz araba içinde Strazburg'a doğru hareket halindeyken en çok gürültü de o kesimden geliyordu, elin gavuru sabahtan işini bitirmiş, bizim mağara adamları uyuyakalmış anlaşılan. Memleketten uzakta rahat rahat örgütleniyorlar. Paris'te Kürtçe öğrenen tipler var. Buradaki nüfusun çok mühim bir kısmı zaten safkan Kürtlerden oluşuyor, karşılaşılan her 5 Kürtten birisi Türkçe bilmiyor. Fakat güzel olan nokta, dinine bağlı, pkk'dan hoşlanmayan, hükümeti sahiplenen Kürt kökenli medeni Türkiyelilerin de bulunması. Din insanı güzelleştiriyor, gerçekten oldukça misafirperver davrandılar burada. Fakat diğerlerinin hali berbat, daha dün kesilmiş bir Kürt'ün cesedini çöp torbalarında bulmuşlar. Başka bir Kürt bunu balkonunda kıtır kıtır doğradıktan sonra çöp poşetlerine doldurmuş, birkaç gün geçip de komşular kokudan rahatsız olunca polise haber vermiş ve cesedi o şekilde tespit etmişler. Geçenlerde de birinin cesedini çöp kutusunda bulmuşlar. Türkiye'de de bunlar oluyor ama 100 bin tane Türkiyeli'nin başına yakın aralıklarla bu gibi şeyler gelmesi, buradakilerin çoğunun kültür seviyesini de göz önünde bulundurduğumuzda fikir vermekte yeterli olur sanırım. Memlekette eğitilememişler, iş bulamamışlar, Fransa'ya da o şekilde gidip Fransa ecnebilerinin geneli gibi hayvanca yaşamaya başlamışlar. Tablo bundan ibaret. Bir yaşı geçtikten sonra da kültür gelişmiyor, irfan yetişmiyor. Kültürün merkezi denen bir yerde bile leş hayatı sürüyorsun.

     

    Paris trafiğinde dikkat çekenlerden birisi de bisikletçilerin çokluğu. Almanya'da bir jipi 13 bin euro'ya almak mümkünken, motosiklete benzeyen teknik donanımlı bir bisikletin fiyatı 2600 euro civarındaydı. Avrupa'da genel olarak böyle bir temayül var anlaşılan. Bisiklet kullanımına özel ayrılmış yollar var, hatta öyle ki bu yolların gidişi ve gelişi ayrı şeritlerden veriliyor. Yaya üstünlüğü ise bariz. Kaldırımda bekliyorsun, uzaktan bir araba yavaşlaya yavaşlaya geliyor ve tam önün boş kalacak şekilde zınk diye duruyor, 'loluyo lan, tanıdı mı acaba?' diye bir saniye tereddüt ettikten sonra yürüyorsun, adam da kornaya basmadan akıllı akıllı bekliyor. Aynı durum Türkiye'de olsa hem trafik aşırı kilitlenir, hem de camdan sarkıp küfür eden yaratıklar insana rahat huzur vermez. 'Yürü abi.. Yürü.. Yürüsene lan hımbıl!..' Polisin ne kadar güçlüyse sistem o kadar güzel işliyor, zaman geçtikten sonra da artık iş normalleşiyor. Mesela Almanlar için, 'dağ başında bir trafik ışığı olsa, kırmızı yansa ve çevrede o adamı görecek hiçkimse bulunmasa, yine de o adam orada durur' derler. Aynı durum, kozmopolitlikten midir, burada bu derecede yok.

     

    Dil bombardımanından başım şişti biraz. Hele hele 2-3 gün öncesine kadar beynim müthiş bir karmaşa içerisindeydi. Farklı dilleri duya duya dilimin ayarı bozuldu, beynim şaşalıyor. Kelimeleri çıkaramıyorum zaman zaman, çıldırmak işten değil. Kürt Türkçesi, İstanbul Türkçesi, Amerikan İngilizcesi, Kırmançi Kürtçesi, İngiliz İngilizcesi, Alman Almancası, Çek Cumhuriyeti İngilizcesi, Kıbrıslı İngilizcesi, Almancı Türkçesi, Fransa Fransızcası, Avusturyalı İngilizcesi, Afgan Urducası, Katalan İspanyolcası derken bende nevr namına hiçbir şey kalmadı. Milyonlarca kelime beynime telafuz taarruzu ediyor, dil bölmeleri arasında kanal değiştirmekten delireceğim. Allah'tan kaldığımız yerdeki insanlar Türkçe konuşma nezaketini gösterdiler. Onların da arada sırada dillerini değiştirip devam etmeleri direk dikkat çekiyordu, sonra ne konuştuklarını basit bir özet halinde geçiyorlardı. Medeni bir davranış, aferin. Biz mesela fuarda iş görüşmeleri yaparken bu nezaketi göstermedik. Ecnebilerle muhabbeti İngilizce devam ettirirken, arada aniden 'Hadi lan ordan, geri zekalı' veya 'Ne dersin abi, ne söyleyelim?' demek için Türkçe'ye geçiyorduk. Bu arada Kıbrıslı İngilizcesi'nin ayrı bir fenomen olduğunu söylemek zorundayım, mesela nasıl ki bizim şarklılar 'geliyoh, gediyik' gibi konuşuyor, o da k yerine g, h yerine Arap hı sı gibi sesler çıkarıyor. Valla Welcome yerine velgam duyanda, have yerine Arap hef'i işitende kanım kaynadı Kıbrıslıya.

     

    Fransa'da, ve muhtemelen de diğer Avrupa ülkelerinde, satılan dijital ürünlerin mutlaka yedek bataryası sağlanıyor. Fakat bizim memlekettekiler hem Avrupa'dan daha pahalı bir fiyata malı iteliyor, hem de malın en az %10'una çakabildikleri yedek bataryayı malın yanında vermiyor. Bu kadar sahtekar bir millet olduk, bu kadar namussuz ve ahlaksız bir ticaret anlayışımız var. Avrupalı bizden daha mı iyi özünde? Hayır, sistemin önemi de burada ortaya çıkıyor. Herşeyi baştan yapıp, her işi baştan rayına oturtmak gerekirdi. Osmanlı'nın, son dönem bozulsa da kör-topal ilerleyen müesseselerini bile bozan kurucu kadromuzun fikirsiz heyecanı, ancak bozukluk getirti. Baştan imar planları yapmak, her ama her şeyin sistemini baştan ele almak, içtimaî ahlâkı baştan kontrol etmek gerekiyor ki yüz yıla yaklaşan, kökleri de daha ötelerde olan bu nizamsızlığın, bu çirkinliğin önüne geçilsin. Biz sistemli olabilsek, eminim bu ruh köküyle çok daha iyi bir noktada olacaktık fakat heyhat, canım memleketi öyle bir mahvetmişler ki 5-10 yılda tesir etmek bile zor. Hala Kemalist kadrolaşmanın zulmü altında inliyor ve bu boyunduruktan kurtulmaya çalışıyorken, hayatın aslı olan detayları gözden geçirmek kimin haddine. Yazık.

     

    İzlenimlere devam. Opera meydanı Paris'in en ünlü meydanlarından biri. Rüzgar insanın böğrüne böğrüne esiyor. Orası da sefahat merkezi. Bizim Çetinkaya tarzı binaları andıran(?), Galeries Lafayette adlı merkezde alışveriş yaptık, burada dünyanın en ünlü markaları var. Fiyatları bizim ülkeyle karşılaştırıldığında deli saçması. 1000 euroya bile çanta var. Bizim baktıklarımızdan bir tanesi 340 euro'ydu, bıraktık tabii. Memlekette yağmur atışlamaya başladığında 5 liraya seyyaren sattıkları şemsiyelerden bir tanesini 25 euroya itelemeye çalışıyorlar, eminim alıcısı vardır. O paçoz 25 euro olduğuna göre, rahmetli Celal Birsen'in şemsiyelerini 200 euroya filan satıyorlardır herhalde. Paris'te herkes güzel giyiniyor, Fransa'nın yerlileri arasında pejmurde giyinen yok. Yalnızca İngilizce'yi ana dili gibi konuşan dilencilerin üstü başı Dünya Dilencilik Enstitüsü standartlarına uyumlu. Askari ücretleri 2 bin tl civarında olduğundan, herkes alacak bir şey buluyor. Galeries Lafayette'in önünde kazı vardı, yine Paris'in İstanbul'a benzeyen bir yanını görmek beni şaşırttı. Paris'e laf atacak bir fırsat daha elime geçtiğinden ayrı bir mutluluk duydum. Bir kere sevmedim kardeşim, sevmeyince de laf çakma fırsatı kolladım. Hep eksiklikleri görüp onlar üzerinde alternatif düşünmek huy oldu bende. Her neyse. Memleketin turistik yerlerinden birinde, en lüks mağazalardan birisinin kapısı karşısında yapılan patır-kütür kazının tek farkı, alanın başarılı bir şekilde çevrilmesiydi. Aferin.

     

    Fransa'daki hizmetli takımı ve beden işçileri genellikle zencilerden oluşuyor. Fransızlar kendilerine zencileri, Arapları, Kürtleri hizmet ettiriyor. Nerede sokakları yıkayan, nerede çöp toplayan birini görsek adam ya zenci, ya Arap, ya da Kürt. Bizim memleketten o diyarlara gidip Türkiye'ye yüksek nazarlarla bakan tempra model kültürsüz adamların, genellikle çalıştığı işin inşaat işçiliği olduğunu görmek de enteresandı. Gösteriş meraklısıyız, hava atma sevdalısıyız. Fransız'a uşak olmakla övünmek enteresan bir çanak yalayıcılığı. Çok az meslek aşağılıktır ve diğer her meslek muhteremdir ama, gavura yaptığı beygirlikle tepeden bakan tiplerden de tiksiniyorum, ne yapayım.

     

    Fransızlar, Almanlara göre Türklere daha yakın bir insan profiline sahip. Sokakta yürüyen adam aniden 'bonjour' deyiveriyor. Zafer takına çıkarken, asansörde bize yol gösteren kadının sanki ev sahibiymişçesine, sesini kıvırarak en sıcak tonuyla 'Bonjour Monsieur' çekmesi unutulur gibi değil. Sanki teyzemle kucaklaşmaya gelmişim, o da bana 'Hoşgeldin oğlum' diyor. Benim teyzem olacak afedersiniz meymenetsiz yapmaz onu be. Almanlarda da bu hiç yoktur mesela. Fransa'da gürültü var. İnsanlar birbiriyle iletişim halinde. Yalnız Paris'te de köpeklerle gezen pis karıların bolluğu dikkat çekiyor. Bizim memleketin 'şekerim'leri, 'monşer'leri bu adeti çok şükür ki henüz tam manasıyla memlekete ithal edememiş.

     

    Avrupa kıtasının BİM'i olan Lidl kuyruğu öyle böyle değil. Bizim memlekette sık sık karşılaşılan 'sistem yok, işlem yapamıyoruz' tarzı bir durumla Fransa'da da karşılaştık. İyi çikolatayı çok ucuz fiyata kapatmak için girmek istediğim Lidl'ın kapısı, 'teknik bir problemden dolayı kapalıdır' dediği kelimelerden çıkarılabilen bir Fransızca mesaj üzerinde bulunduğu halde 5 saat boyunca kapalıydı. Kuyruk görülmeye değerdi, sanki bizim memlekette bedava ayakkabı filan dağıtıyorlar da insanlar kuyruğa girmiş sanırsınız. Bizim BİM'ler çok yoğun değildir, herkes alışveriş yapar ama adım atacak yeriniz her zaman vardır. Çoğu lüks veya orta halli marketten sakindir. Bakkal gibi içeri girer, alacağını alır, hemen çıkar gidersin. Fakat Lidl öyle değil. Fransız olmayan Fransa ahalisi yağmacı gibi içeriye doluşuyor. Yine bir zenci hakimiyeti var. Lidl ürünlerinin kutusunda birkaç dilde açıklama var, belli ki o ülkelerde aynı malı pazarlıyorlar. Kutuların üzerindeki envai çeşit Avrupa dilini görmüşken İngilizce'ye tesadüf edememiş olmamızı, ufak çaplı bir sövme ile yadırgadım. İspanyolcam olmasa domuz var mı yok mu anlayamayacağım. İngilizce atlanır mı?.. İçerisi inanılmaz kalabalık, elinize verdikleri el arabaları da zeminin tırtıklı olmasından dolayı motosiklet sesi çıkarıyor. Sinirlenip elimdekini bi kenara fırlatmıştım. İçerisi de aşırı kalabalık olduğu için, o arabayı kullanmak çok zor oluyor. Yanlışlıkla bi zenciye filan çarparsın, serer adamı şerefsizim.

     

    1.5 euro, 2 euro gibi fiyatlara bile bir kutu çikolata alınabiliyor. O hususta Lidl'ın tek rakibi "Bİ"rleşik "M"ağazalar. Kasa kuyrukları inanılmaz, resmen 15 dakika ödeme kuyruğunda bekledik. Sistemin yavaşlığından değil, insanların yoğunluğundan. Çevre zencilerle dolu olduğu için insan elini cebine götürmeye de korkuyor. Valla adamı anında çarparlar, ahalinin yarısı çakal gibi bakıyor. Elimizdeki bir ton çikolatayı gören bir vatandaş 'oha, onu yiyecek misin?' hareketi çekince, karşılığında 'no, these are gifts (Hediye yahu)' demek durumunda kaldık. Herifler mal alımında bizden farksız ama, tek bir ürünü yığınak yapmış olmamızdan dolayı bize 'çüş' demek istediler, galiba toptancı filan sandılar. Neyse, Lidl'ı görünce bizim memleketi tekrar takdir ettim. O buz gibi havada, saatlerce sistemi gelmeyen marketin kapısının önünde metrelerce kuyruk yapan Paris ahalisini görünce, insan umutsuzluğunu kırıyor biraz. Fransız kökenlilerin tuzu kuru olsa da, memleketteki herkes zengin değil vesselam.

     

    Hava alanında sadece bir defa kontrolden geçtik. Bizim ülkede ise tam 3 defa üst araması yapmışlardı. Helal olsun dedim. Gerçi sistemleri biraz paranoyak. Üzerimde sadece çamaşır, ayakkabı, kemersiz pantolon, gömlek ve kazak olduğu halde, aa pardon, cebimde bir de çikolata kağıdı vardı, x-ray'leri ben geçerken haykırmaya başladı. Adam iki defa aradı, fakat bir şey bulamadı. Sonra 'herhalde yok bi şey' dedi ve geçtik. Velhasıl bu da ilk defa yaşadığım böyle bir hatıramdır.

     

    Uçak gerçekten korkunçtu işte. Dideral'i almaya fırsat bulamamıştım o yoğunluğun içerisinde. Keşke alsaymışım, giderken pek faydası yok gibi gelen Dideral'in aslında nelere kadir olduğunu dönüşte anladım. Onur Air'in airbus tipi uçağı, hakikaten uçan bir körüklüye benziyordu. İşin kötüsü, bu uçan otobüs, kalkışta sağ cenahındaki motorundan öyle kükremeler çıkardı ki Allah dedim, gidiyoruz. Adam o sese aldırmadan uçağı ha babam kaldırmaya devam etti. Lan bi dur, lan bi dinle!.. Kalkışın yarısında başlayan bu büyük gürültü beni epey korkuttu, 870 km hızla giderken yaşadığımız her sarsıntıda yüreğim ağzıma geldi. İniş de çok uzun ve gürültülü oldu. Tam arkamızda oturan kadın önce bağırdı, sonra ağladı, uçağın tekerlekleri yere değince de bir alkış hengâmesi patlattı ki onun bu hissiyat dengesizliğini pek iyi anlıyorum.

     

    Paris hakkında genel bir mülahaza belirtmek gerekirse, orada göze batan uyumsuzluk değil, estetik intizam. İntizam daha ziyade plastik sahada tezahür ediyor. Almanya hayatı, Paris sanatı intizama oturtmuş diyebilirim. Bir tarafta tıkır tıkır işleyen bir akış, diğer tarafta müthiş ahenkli bir şehir görüntüsü. Bana, bedihi hislerimin yeterince gelişmemiş olmasından mıdır bilmiyorum ama, ilki daha fazla hitap ediyor. Umum turist için ise ikincisi, yani Paris daha kıymetli..

     

    Kaydadeğer duran notlar kısaca böyle. Darısı başka bir sefere inşallah!


  23. Ve Paris'teyim. İndiğimizde hava soğuktu, iklimi Frankfurt'a göre biraz daha karasal buranın. Galiba İç Anadolu bölgemizde yer alıyor. Deniz buraya 300 KM uzaktaymış, şehrin tam ortasından geçen ve üzerinde gerek ulaşım, gerekse de turizm amacıyla vapurlar gezen Sen nehri (la Seine burayı biraz ılıtıyor. Sabahları hava daha ılık. Geceleri de kaldığımız evin sıcaklığı iyiydi. Frankfurt'taki gibi buz kütlesi halinde kalkmıyorum.

     

    Paris, modern ve sistemli bir şehir olan Frankfurt'a göre daha eski. Paris'in sistemini, geçmişe ait dokuyu işleyerek oluşturmuşlar. Yani estetik bir nizam var burada. Frankfurt'ta pek bir geçmiş yok, tarih dediğimiz Hitler'in eserlerinden ibaret. Milattan sonra 400 yıllarında kurulmaya başlayan Paris'te olabildiğince tarihi bir doku var. 100 yıllık şehirleşme doğrudan izleniyor zaten. Şehrin güncel planlaması ise 300 yıl öncesinden yapılmışa benziyor. Bütün binaları o planla uyumlu şekilde yapmışlar, Paris'i Paris yapan da bu zevksiz mimarisine gösterdikleri sadakat. Mimarideki şahsiyet dikkat çeken ilk nokta oluyor. En azından adamların kendi varlığını iyi yansıtıyor. Biz mimarimize sadakat göstermeyi özentilikten beceremedik. Ortaya her iki tarafın da artıklarını harmanlamış iğrenç bir zevksizlik alemi çıktı. Bizim kaç mimarımızın bir hayat görüşü vardır, sanat anlayışı vardır? Belediye başkanlarımızdan kaç tanesi vizyon sahibidir? İyi niyetli olanlarda bile estetik vizyonunun eksikliği dikkat çekiyor.

     

    Victor Hugo'nun evi, ihtilalin sembolü Bastille meydanı, ünlü sefahat sokakları ve şehrin dışında sabahları kuşların cıvıldaştığı, toprak bahçelerin varlığını koruduğu köy benzeri yapılanmalar burada iç içe, çok yakın. İner inmez trafiğe takıldık, daha sonra otoyolları kullandığımız için önümüz açıldı. İstanbul trafiği burada da var, her ne kadar saat 23 gibi insek de gar civarında İstanbul'un köprü trafiği vardı.

     

    Ulaşım hayli ucuz. Buranın kişibaşı milli geliri de 20000 euro civarında. Almanya'yla hemen hemen aynı gelire sahipler. Fakat bir metro bileti 1.60 euro. geniş mesafe aralıklarında aylık 109 euro karşılığında sınırsız gezmek de mümkün. İstanbul'un öğrenci indirimi olmayan aylık akbili 55 euro civarında. Fransa'nın kişi başı milli gelirinin bizimkinin 4 katı olduğunu düşünürsek, ulaşım bize göre yarı yarıya ucuz oluyor. Tabii turist değilsen, yine patlayan trra'yaah!.. Paris'te petrol de ucuzmuş. şehir içlerinde çalışan otobüsler var, Metro haricinde ulaşım onlarla sağlanıyor. Fransa'da şehirlerarası otobüs yokmuş, dışarıdaki köylere bile trenlerle erişim mümkünmüş. Paris otobüslerinin asıl amacı metronun çalışmadığı saatlerde erişim sağlamak. Nüfusunun beş katı turist alan bu büyük şehirde, millet gecenin bir yarısı yollarda kurda, kuşa ve zencilere yem olmasın diye, biraz da insanları gece hayatında para saçmaya teşvik etmek için, 24 saat otobüs seferi koymuşlar.

     

    Ekonomiden devam edelim. askari ücret 1000 euro'ymuş. Fakat bir oda bir salondan oluşan evlerin kirası 500 euro civarında. Bizim kaldığımız küçük dubleks köy evinin kirası 1100, fiyatı da 250.000 euro civarındaymış. Fransa'da kazanıp İstanbul'da yemek lazım.

     

    Evlerin çoğu iki ve üç katlı. Evler de küçük, en büyüğü dört odalı. Dokuyu korumak için çok yüksek binalar yapılmasına, şehrin dışına doğru, özellikle eski evlerin olduğu yerlerde izin vermiyorlar.

     

    Paris yolları düzgün değil. Bazı yollar bizim köy yoluna rahmet okutuyor. Frankfurt'taki kaymak gibi yolların aksine, 13 milyon nüfuslu bu şehirde rahat bir şehirleşme yapılamadığını yansıtan engebeli, patika, sallayan yollar var.

     

    Şehri, ilçe mantığının dışında, paris 1, paris 2 gibi isimlerle bölgelere ayırmışlar. Bunlar şehrin farklı merkezlerini karşılayan tabirler. İlçeler zaten varken bu ne lüzumsuzluk? Üç-dört harfli kelimeyi bile bir satıra ancak sığdıran tuhaf milletin hali işte.

     

    Dünyanın en çok turist alan şehri Paris'e yılda 50 milyon turistin geldiği söyleniyor. Yabancı nüfusun istatistiğini tutmayı ülkede yasaklamışlar, çünkü Paris nüfusunun yaklaşık yarısı yabancılardan oluşuyor. Hatta biraz abartıyla da olsa Fransa'daki 64 milyonun 35'inin yabancı olduğu söyleniyor. Ben olsam ben de saydırmam, deli miyim? Pariste de yarısı Kürt olmak üzere 100000 kadar Türkiyeli varmış.

     

    Dil ırkçılığı pek fena. Müzelerde bile İngilizce mesaj bulunmuyor. Almanya'ya göre İngilizce bilen sayısı az. Misal, market kasiyerleriyle anlaşamıyorum. 'Jö la tuğa ban' filan diye kelimeler uydurup konuşmaya çalışasım geliyor, vazgeçiyorum.

     

    Tarihi bir İstanbul'a benzeyen bu sokak lambası şehrinde Türk marketleri de var. Cola Turca içiyorum şu an. Evinde kaldığımız abinin sahip olduğu kuyumcu dükkanına belki 10 kişi geldi, fakat bir tanesi olsun gayritürk değil. Buraya neden Fransızlar gelmiyor? Merak ettim. Belki 1 mayıs şartlarından kaynaklanıyordur. İçeri girmek isteyen kapının ziline basıyor, tipi beğenilirse içeriden düğmeye basılıyor ve kapı öyle açılıyor. Dışarıdaki vitrin camları oldukça kirlenmiş, fakat dizayn olsun, tam kapının karşısındaki cam sütun olsun, suni fakat hoş bir poz veriyor. Bak iki kişi daha geldi, onlar da Türk. Neden böyle acaba? Anlaşılan o ki 13 milyonluk şehirde herkes kendi vatandaşına hizmet götürme derdinde. Fiyat karşılaştırmaları yaparken de İstanbul'u baz alıyorlar. 'Altın İstanbul'da daha pahalı abi!..'

     

    Sen nehrinin üzerinde onlarca köprü var, bizde 3. köprü için ortalığı karıştırıyorlar. İnsanın bu şehirleri gezdikçe belediye başkanı olası geliyor. Cesur bir belediye başkanı, mükemmel bir şaheser ortaya çıkarabilir. Dönünce başbakana söyleyeyim de beni İstanbul'a belediye başkanı yapsın. O da beni bekliyormuş, haber büyük yerden, işkembem söyledi. O değil de Ak parti alt yapı işini iyi götürüyor ama, bedahet çerçevesinden şehir için harekete geçemiyorlar. Şehrin öncelikleri var evet, fakat yine de panaroma 1453 haricinde harika bir kültür hamlesi pek olmadı malesef. Kültür AŞ'nin yaptığı yayınları bile onun asıl binasında temin etmek mümkün olmuyor.

     

    Az önce bir Pakistanlı camisine gittik. Bizim camilerde olduğu gibi dışarıda işini görüp, içeride namaz kılmak yok öyle. Kapıda ayakkabılar çıkarılıyor ve abdest bölmesine geçiliyor. WC ihtiyacı da aynı yerlerde karşılanıyor. Namazı o bölmede kılmıyoruz tabii, namaz kılınan kısma geçiyoruz. Mekan, orta boylu bir mescit ebadındaydı. Adamlar sanırım Maliki idi. Çünkü imamdan sonra sesli olarak selam veriyorlar, namazda gaflete düşmemek için titreşimli telefon gibi ellerini ayaklarını fıkır fıkır oynatıp duruyorlar. Sudanlı zenciler filan da camideydi. Bizim İstiklalden daha çok cami var burada. Fakat işte o ezan sesi yok. Ezanları içeride okuyorlar. Gittiğimiz cami iki katlıymış, kalabalık olduğu demlerde alt katı da açıyorlarmış. Camiye 2 defa daha girmeye çalıştık, kapalı olduğundan giremedik)

     

    Şimdi kuyumcu dükkanına Fransızlar da geldi, hele şükür. Bugün 1 mayıs olduğu için hem yoğunluk az, hem de gelenler daha ziyade geyik yapıyor. Dükkan sahiplerine sordum, müşterilerin %60 kadarı Türkmüş. Fransız ablası şu an citizen saat filan soruyor. Swatch'a paran yetmiyo mu madam?

     

    Paris'in navigasyon sistemine hayran kaldım, muhteşem düzenlemişler. Her sokak kayıtlı olduğu gibi, navigasyon vasıtasıyla ara sokaklardan gidiş yollarını belirlemek bile mümkün. Baş sıkıştığında trafiğin nerede açık olduğunu görebiliyorsunuz, her an müracat edip yolu bulabileceğiniz kalitede yapmışlar. İstanbul'u da on yılda on beş milyon kere bu seviyeye çıkarırlar.

     

    Sabah kaldığımız evin çevresinde biraz yürüdük, işte o his mükemmeldi. Tabiatla iç içe bir köy, ama öyle bir köy ki yürüdüğümüz yerleri dümdüz, otoban gibi. Bal dök yala derler ya, insanın 'başüstüne' deyip selam çakası geliyor. Yağmurda çamurda problem olmasın diye asfaltın tam ortasına bir ayak sığacak şekilde bir oluk, onun bazı yerlerine de delikler yerleştirmişler. Dar, asfalt yolun sağında ve solunda cıvıldaşan kuşların yuva bellediği yemyeşil ağaçlar var. Modern bir köy ancak bu kadar tatlı olabilir. Her türlü altyapısı hazır, muntazam işleyen, lüks, bahçelerle çevrili bir köy de gezmiş olduk. Halkları biraz tembel galiba, çünkü biz pazar sabahı 10 gibi yürürken tek-tük ihtiyarın haricinde kimse piyasada yoktu. İhtiyarların ellerinde de pazar sepeti benzeri araçlar var. Hiç sağa sola dönmeden, yol boyunca metrelerce yürünüyor. Köyün girişindeki noktaya da engellilerin kullanımı için tırtıklı karşıya geçme uyarıcısı yapmışlar, helal olsun dedim. Adamların köyleri bile böyle işte. Tırtıklar, planlamanın nereye kadar ulaştığını göstermesi bakımından mühim. Tabiatı katleetmeyerek düzen kurmuşlar. Bizdeki haldır-huldur yapılaşmanın izi yok, ne güzel. Yan yana dubleks köy köşklerinin bulunduğu bölgeye geçerken, açmak gereken sensörlü lüks kapı da değişik bir korumayla kilitlenen hoş bi teknoloji harikası. İnsanlar köylerine bile özeniyor vesselam. Bunların en büyük avantajı, dediğim gibi hem tabiatı, hem de tarihi dokuyu incitmeden şehir planlamaları yapmaları olmuş. Yoksa İstanbul'dan eksiği var fazlası yok bu yerin. İlle de Dersaadet!

     

    Bizim bir milyoncuların tıpatıp aynılarını burada görmek de müthiş şaşırtıcıydı, adam resmen '5 tanesi bi euro' diye bağıra bağıra anahtarlık satıyordu. Gerek garda, gerekse de Eyfel'in çevresinde 'do you speak English?' diye turistlere yapışan denizanası kılıklı dilenciler de geziyor. Dilencileri şakır şakır İngilizce konuşan bir şehirde bulunmak hoş bir his. Fransa halkının cimriliği bunları İngilizce bülbüllüğüne mecbur bırakmış, çünkü biz de şahit olduk, Eyfel'in önündeki binlerce Fransız'dan bir tanesi bile çıkartıp bir euro olsun vermedi dilencilere. onlar da kimden isteyeceklerini öğrenmiş ki yapışacakları kişileri biliyorlar, İngilizce bilmekten başka suçları olmayan gariban turistler! İğrenç iki tabloyla da karşılaştım ki, İslam'ın ne olduğunu iyi bilmeyen bir alelade gavurun ırkçı ve İslamifobik olması malesef tabii göründü bana. Afrika'lı tiplerden birine Eyfel'in kara kalemle yapılmış bi resminin fiyatını sorduk, önce 10 Euro dedi. Biz gitmeye başlayınca 'how much, how much?' diye sora sora peşimizden geldi. Bi şey demedik, ne sormak istediğini de ilk etapta anlamadım. How much da, ne how much lan, onu sana ben sordum, köpek gibi yapışmanın manası ne? Meğer adam 'ne kadar' derken, 'ne kadar verirsin' demeye çalışıyormuş, diğer teklifler gelince anladım. Önce 'ok ok 7 euro' dedi, baktı ki biz 'no' deyip yürümeye devam ediyoruz, 'ok 5 euro' diye peşimizden gelmeye devam etti. Zıkkımın kökü! Ne kadara çakabilirse o fiyata elindekini iteklemeye çalışıyor. Bir anda fiyatı nasıl yarısına kırdı? Belki biz dönüp ok desek, şerefsiz tutup başka bi malı vermeye çalışacaktı. Benzerini başka biri de yaptı. Eyfel'in iki adet maketini aldık, saçma evet, ama maksat hatıra olsun. Birisi camlı, ışıklı gibi duran bir maket, diğeri de demirden yapılmış basit bir maket. İkincisini ben aldım. Her neyse, adam önce ikisi 5 euro demişti. Tam malları alırken, bizim çingeneler gibi tutup da 'oo, bi tanesi bi tanesi!' diye bızıklayacak oldu, ben büyük bir nefretle elimdekini, ucunu adama doğru çevirerek uzattım, amma yanımdakiler elimi geriye doğru itip 5 euroluk ödemeyi yaptı, hep beraber döndük gittik. Halbuki ikisini de adamın önüne fırlatıp dönerek başkasından almak, sonra da adamın önünden geçerken maketi gözüne doğru helikopter pervanesi gibi çevirmek gerekirdi. Ne namussuz adam bunlar? Bisikletli polisler bunların üzerine doğru şöyle bir gittiğinde, ellerindeki demir maketleri şıngır şıngır yanlarında sürükleyerek dört nala kaçıyorlar. Polis de biraz ağırdan alıyor, fakat 'en yavaş koşan ceylan'lardan birkaçını yine de ibret-i alem namına kucağına armut gibi döküyor. Kalanlar da, milleti soymaya yer arıyor. Sokaklarda yalnızca bunlar yok tabii, bir yere oturup karikatür çizen yahut karakalem birşeyler yapan bazı tipler de yüksek san'atlarına müşteri arıyor. Kültürlü milletin selpak satan, su satan tipleri de böyle oluyor galiba!

     

    Metroları Frankfurt metrolarından çok daha itici. Millet Paris metrosu deyip duruyor ama paşa göynüm haz etmedi. Biletleri para karşılığında otomatik veren bir cihaz burada yok, ancak kredi kartı kullanarak makinelerden bilet alınabiliyor. Bilet sıraları Halkekmek kuyruğuna benziyor. Bu hususta İstanbul'dan kötüler. Metroya binmek için Türkiye'deki gibi turnikelerden geçmek gerekiyor, fakat turnike biraz x-ray hissi veriyor, içinde yürü babam yürü, parkur mübarek. Yürüdüğün yerin sonunda da bir kapı var. Metroda yürüyen merdiven bulmak zor, İstanbul'da bile her yerde olan yürüyen merdivenler, burada koskoca Şanzelize meydanına çıkarken dahi yokluğunu hissettiriyor, geberesiye tırmanıyorsun. Paris metrolarına yürümeyen merdiven yapmış adamlar be azizim, büyük icat! Metro binalarının içi, hem Türkiye'dekilerden, hem de Frankfurt'takinden çok pis, bakımsız, tozlu, kireçli, eski püskü. Ay oduna bak, Paris metrosuna laf söylüyor deneceğinden korkmasam istasyonların işkembeci tuvaletine benzediğini bile söyleyeceğim de hadi neyse içimde kalsın. Viraneleri de pazarlıyor bu adamlar yahu. Tarihi binaları korumakmış, böyle mi koruyorlar? Aynı durum Strazburg ve Eyfel istasyonları için de geçerli. Paris aslına bakılırsa kocaman bir pazarlama destanı gibi geliyor bana, İstanbul'dan çok farkı yok. Sokakta karşılaştıklarıma sonra değineceğim. Metrolardan devam edeyim. Paris metroları çuf-çuf diye gidiyor, kulaklarını patlatıyor insanın. Memleketteki külüstür Haydarpaşa şimendüferlerine benziyorlar. Kapıların önünde bile koltuk var, giren çıkan oturanın bacağına basıyor. Koltukları da dar. Giderken sallanıyorsun, Yıldız Tilbe gibi bağıran araçlardaki kapılar da gıcırdayarak açılıyor. Sanayiden yağ götürseymişim keşke, ne bileyim? Trenleri de ayrı bi mevzu, melodik takırtılarıyla ruhumuzu gıdaya boğan at gibi bir trenle hava alanına doğru yolculuk yaptım, ben çok şanslı bir insan olmalıyım. Neyse. Paris metrolarının Paris'teki her sokağa ulaştığı söylenir. Gerçi Eyfel'e gitmek için indikten sonra baya yürümek zorunda kalmıştık. O da yalan oldu yani. Metrolarda dikkatimi çeken ve gerçekten çok beğendiğim bir alet de vardı, onu anlatmamak haksızlık olur. Metro binalarındaki bu cihazda, gidilebilecek tüm bölgelerin ismi yazıyor ve her hedef noktası ile ilişkilendirilmiş bir adet düğme bulunuyor. Gideceğiniz yerin düğmesine basıyorsunuz, ekranda hedefe giden yol önce ışıklandırılıyor, sonra da hangi numaralı metronun oraya gittiği gösteriliyor. Bu Fransa'nın hoşuma giden nadir teknolojilerinden biriydi. Makineden çikolata alalım dedik, fakat gördüğümüz cihaz para yemek gibi bir huya sahipmiş, malesef atılan parayı her türlü Türk usulü box ve güreş tekniğine rağmen çıkarmadı. Yapabilseydi, eminim o işkenceye dayanamaz, 'vurmayın abi konuşacağım' der ve tüm mal varlığını avucumuza dökerdi. Şanzelize meydanına çıkan yerdeki nadir yürüyen merdivenlerden bir tanesine bindik, o da bozulmuş mu? Torna atölyesinin borvek tezgahları gibi haykırıyordu, merdiveni bir ses izolasyon kabinine koysalar Paris ahalisinin kulak sağlığı içün ne de hayırlı olurdu halbusem!

×
×
  • Create New...