Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]

Mustafa Cilasun

Üye
  • Content Count

    1,595
  • Joined

  • Last visited

  • Days Won

    4

Posts posted by Mustafa Cilasun


  1. Yıllardır çok geç fark ettiğim

    bir gerçeği sizinle paylaşmak umudunu yaşamaktayım.

     

    Sizin şimdiki mevcut halinizden hiç haberdar değilim.

    Satırlarımı okumaya ne kadar müsaitsiniz asla bilemiyorum

     

    Lakin derinliğimde teneffüs ettiğim

    hislerin adeta beni bu eylemi yapmaya zorluyor.

     

    Kendi kendime yeterli olmaktır asıl maksadım…

    Duygularımı bir nizam içinde ahenge erdirince…

    Heveslerimin izleri ardınca gidersem nedameti öncelerim…

     

    “Ritmin” hayatımın en önemli göstergesi olduğunu bilmeme rağmen, idrakin tezahürü galebe çalmayınca ne kadar işe yarıyor ki bir şeyleri bilmek!

     

    Düşünüyorum, yoksa zorunda mı kalıyorum, birde size sorayım istedim.

    Bilmeden düşünmeyi becermek, ön yargılarımla aydınlığa ermek ne kadar mümkün?

     

    Her bir büyüğüm veya kemale ermiş değerim bir şeyler öğretmek diliyor.

    Lakin öğretmenin, sevgiden yoksun başarılamayacağını hiç düşünemiyor.

     

    Beklentileri doğrultusunda veriler elde edemeyince neler söylemiyorlar ki!

    İşte o zamanlar kimi kime şikâyet edeceğimi bilememenin sancısıyla çekiliyorum, her zaman teklifsiz başvurduğum yalnızlığıma!

     

    Bir gün olsun babamın kollarını açarak, şefkatiyle kuşatacağı benliğimi, oğlum diyerek payelendirmesine hasretim artık mazi sayfalarının, ahir inkişafıyla bir vuzuha ereceğini ummaktan başka.

     

    Annemin her vakit geçim gailesinden hiç gülmeyen yüz hatlarını resmedecek olursan, çocukluğumda hafızana nakşettiğini, sarı kamışta seferdeyken kışın ayazında donan askerlerin yüz hatları aklıma gelmiyor değil.

     

    Ablalarım… Zavallı canlarım… Kar damlalarım…

    Onlardan küçük olmama rağmen onlar için sinemde duyduğum sızı o kadar şiddetli ki hatırladıkça hala gözlerim dolar.

     

    Neydi bu hayatımızda olumsuzluklara kapı aralayan nedenler?

    Bu kişiliğin devam edecek nesillerine vereceği nasibi hakikatler!

     

    Çocuklarına öğretecekleri bilgiler…

    Onların gönüllerine ekeceği sevgiler…

    Verecekleri güven ve serdedeceği himmetler…

     

    Bir çocuğun nazarıyla bakarken…

    Babanın hazin durumu çocuğun şefkatine muhtaçsa…

    Annenin meşakkat gayretiyle ihmal ettiği değerler bulunmuyorsa…

     

    Emanet olarak tevdi edilen can ne olacak…

    Akranlarından farkı zaman içinde nasıl kapanacak…

    Melal içinde gizlenen ince yaralar nasıl deva bulacak soruluyor işte…

     

    Yalnızlığı kimi çevreler çok farklı telakki ederler!

    Oysaki o kadar sadık bir dosttur ki asla ondan bir endişe duymazsın.

     

    Senden hiçbir zaman bir talebi olmaz…

    Her vakit senin hizmetinde amadedir…

    Sırlarının bekçisi, ruhunun nöbetçisidir…

     

    Seni seninle yüzleştirmeyi başaran bir değerdir…

    O bir anne misali her zaman seni kendine tercih eder…

    Bir baba kudretiyle seni dehlizlerden koruyarak eminliğe salar…

     

    Sorarım bazen dirliğimde kendime…

    Ovalarda döşenen yeşiller içinde çiçekler ne arar!

    Yeşil çimenlerde gizlenen bir ayran olduğu çok aşikâr…

     

    Peki, öyleyse rengârenk çiçeklerde ne var?

    Yalnızlığımdan yükselen bir nida hasret kaldığın sevgi var…

    Güzellikler içinde gizlenen asudeliği, naifliği ruhun asliyetini haykırıyor…

     

    Sizinle her ne kadar bir tanış olmasak bile…

    Satırlarınızla aksettirdiğiniz manayı zarafet mefkûresi…

    Hissediyorum ki yalnızlığımı deşifre eden engin bir güzellikti…

     

    Bakınız bu zikredilen meyanlar da…

    Zahirin izleri hiç yok, soyut terennümler çok…

    Heveslerin bir amaca müteallik zihniyet açılımı hiç yok…

     

    Edebin bir erkân içtenliğiyle paylaşımı esastır…

    Zafiyetler müşahhaslıktan uzak olan zannı galiplerdir…

    Bunlara rağbet edenler, yalnızlığı efkârında nefes almayanlardır…

     

    Kâinatın öznesi durumunda bulunan aşk…

    Yaratılışın yegâne gayesi olan bu manada verilen aşk…

    Heva ve hevesler heba edilecek olursa şayet, ruhun hıçkırıkları duyulur…

     

    Vicdan sukutuhayal ile sızıya gark olur…

    Ahengin bulunmadığı, mananın uzaklaştığı her şey heder olur…

    Maksat insan olmaksa, adamlıkta kalmaksa, geçicilik niye reva bulsun…

     

    Seni andığım baharın çiçekleriyle var olan…

    Gönlümüzde zikrettiğin güzelliklerle gülü açtıran…

    Tefekkürü kaçınılamaz kılarak ati ve mazi senfonisi sunan payesin…

     

    Yıllarca iç içe yaşadığım yalnızlığımı seni anınca…

    Ne kadar çok zenginleştiğini fark ederek bazen gülüyorum…

    Unuttuğum hislerimde letafetler sunarak âlemlere kapı aralıyorsun…

     

    Artık sadık dostum olan yalnızlık…

    Zaman zaman müsaade talep ediyor halimden…

     

    Sabrediyorum, düşündükçe bir korku sarmıyor değil yeniden…

    Çiçekler nezaketin baharında, edebin kollarında kokusunu salarlar…

    Ben ise bu hasletlerden yoksun olduğum için naçarlığım nüksetmiyor değil…

     

    Biliyorum ki sen, yaratılışın gereği zarifsin…

    Sen hoş görünle, hataları örtüşünle sanki bir nakkaşsın…

    Toprağa kök salan, yağmur damlalarını anlamlaştıran ne hoş baharsın…


  2. "İt ürür, kervan yürür"

    Söylemini çözüm üretmekte

    Problem yaşayanlar veya tahkiki

    İhmal edenler olarak değerlendirmeliyiz.

     

    İtin ürümesini

    Sadece bir refleks olarak

    Algılarsak yanılgımız kaçınılmaz olur.

     

    Kervanın

    Her şeye rağmen yürümesi

    "verilen komuta kitlenmiş"

    Nice mürebbiyelerin hallerini hatırlatır.

     

    Zekâ insan içindir

    Peki, insanda ne işe yarar?

    Merak ederek öğrenmemizi sağlar.

     

    Merak etmeyi

    Ve öğrenmeyi kimilerine

    Havale edenler ve bunun ne demek

    Olduğunu bilmeyenlerin zekâsı!

     

    Evlerimizin misafir!

    Odalarını süsleyen vitrinin içinde

    Asla kullanılmayan aksesuarlara benzer!

     

    Mazi ve atisinden bihaber

    Bir millet nasıl düşünülmez ise,

    Tarihi hakikatleri gizleyen, külleyen

    Ve gereksiz gören fertler ve idareciler…

     

    Millet olgusundan

    Yoksun renksiz ve mekanikleşmiş

    Kimlik erbabı olduklarını mutlaka biliyordurlar.

     

    İşte bunlara sessiz kalanları

    Ve alkış tutanları milletimin efradı olarak

    Görmek zorunda bırakılmam nedense hüzünlendirir.


  3. Bizim, sizin,

    Bacımız dediğimiz hanım kardeşlerimiz,

    Bizlerden öyle kaçarlar ki, yüzlerini, gözlerini

    Takva zannederek gizler kaçırırlar.

     

    Ve hatta seslerini

    Dahi öyle kısarak konuşurlar ki;

    Adeta o an melek zannedersiniz mübarekleri.

     

    El, yüz ve gözlerin

    Ve hatta sesin haram olmadığı

    Bir din anlayışını bunlar, ne hale getiriyorlar,

    Bazen bilinç nerede kalıyor diye sormak lazım.

     

    Fakat aynı hanımlar,

    Pazardan mutfak masrafını

    Ve kapıdan geçen seyyar satıcı ile pazarlığı

    Pekâlâ, yapıyorlar veya sütçü ile gayet rahat

    Bir şekilde ve hiçte çekinmeden konuşuyorlar.

     

    İhtiyaçları

    Her neyse onu alıyorlar,

    Bir mağazaya gittiklerinde,

    Çarşı, pazar gezdiklerinde, oldukça rahatlar.

     

    Aynı hanımlar,

    Resmi kurumlar dediğimiz,

    Mekânlara gittiklerinde, ise merak

    Ve şaşkınlık hat safhada oluyor, çünkü

    Sosyal açılımlar öğretilmemiş, sürekli ötelenmiş.

     

    Neden bunlar hiç düşünülmez?

    Geleceğin anneleri için kalıcı çözümler üretilemez?

    Her halde çıkmaz sokakta değiliz?

     

    Bu insanlara,

    Yön verenler, hedef tayin edenler,

    Bir şekliyle maslahatı önceleyenler ne dersiniz

     

    Refahlarından

    Asla taviz vermeyenler,

    Her zaman tazim ve saygıyı

    Hak ettiğini sanarak gaflette olanlar!

     

    Ey beyefendiler neredesiniz?

    Nelerle uğraşıyorsunuz?

    İnsanların teveccühleri,

    Çocuklarından esirgedikleri hediyeleri,

    Sizleri çok mu meşgul ediyor, diye soramaz mıyım?

     

    Yıllarca devletin

    Tahakkümünden bıkmışız!

    Ekonomik kriz, enflasyondan usanmışız!

     

    Maarifin Kuran öğretisini,

    Âdemin nesebini dışlayarak,

    Adeta maneviyata savaş açmışlar!

     

    Kuran’a,

    Onu getiren peygambere

    En son olan din-i İslam’a susamış,

     

    Yıllarca

    Hasıraltı ettiği ne kadar

    Ezilmişliği varsa çözümleyemediği

    Gözleri kapalı olarak, daldıkça dalmış.

     

    Ve böyle çaresizlik içinde,

    Aczi yetini sorgularken, ufukta oldukça

    Sakin görünen ve gönül enginliğinde serinleten,

     

    Fevkalade

    Huzur veren bir limana çıktığında

    Yaratana teşekkür ederek şöyle bir düşünmüş.

     

    Ümmeti olduğu

    Ve yıllarca özlem duyduğu

    Sevgili peygamber efendimiz,

     

    Her zaman kendi

    Nefsini değil, ümmetinin

    Kurtuluşunu ve huzurunu tercih eden,

     

    Onun için

    Her şeyini vakfeden

    Ve her zaman bir çözüm üreten,

    Hiçbir aşmada özeli bulunmayan böyle bir insan…

     

    Asliye tinden

    Ve aidiyetinden, taviz vermeyen,

    Teklif edilen dünya ve nimetlerini reddeden,

    Toplumunun her zaman sosyal dengelerini gözeten…

     

    Her zaman zenginlerle değil,

    Mazlumlarla olan, varlığını suffe sakinleriyle paylaşan,

    Her bir sorunda başvurulan, çözüm mercii bulunan…

     

    Rahmet peygamberi olarak

    Gönderilen, hepimizin yüreğini fetheden,

    Şefaatçimiz olacağını müjdeleyen,

    Aleyhi selatü vesselam efendimiz…

     

    Hayatımızı genel olarak niçin kapsamıyor?

    Hülyalarımızı ve hatta rüyalarımız süslemiyor?

    Bu kadar mı yabancıyız, rahmet peygamberine?

     

    Evladı ayalimizden

    Ve hatta kendi nefsimizden, ziyade

    Sevmemiz gereken bir Peygamberi,

    Yaşadığımız hayatın genelinde neden hiç göremiyoruz!

     

    Sadece camilere

    Ve mübarek gecelere mi hasretmeli miyiz?

     

    Günümüz de

    Karşımıza çıkan en büyük problem,

    Silik birer birey, mazi ve atisinden bihaber aileler,

    Mananın kaybolduğu dolup taşan çeşitli eğlenceler…

     

    Sürekli tüketen,

    Asla tatmin olmayan,

    her bir şeye özenen bireyler olmamız ne ile ilintilidir!

     

    Artık nihayeti olan

    Bir hayatı yaşamaktayız

    Giderken dahi bir hesap yapmalıyız!


  4. Kimliğin Müşahhaslığı!

     

    Âdemi beşer

    Önce insan ve daha sonra

    Adam olmayı muhakkak hedefler

    Adam olma hakkını kazanmış bireyler

    Yaratılma hilkatine göre hareket ederler

     

    Bu insanlar

    Asla sığıntı olmayı

    Tesadüfe inanarak yaşamayı,

    Nedamet duymayı hedeflemezler

     

    Evli olan bir bayan,

    Öncelikle kimlere güven

    Duyacağını her şartta bilmelidir

     

    Şayet bunu bilmiyorsa,

    Emanet kavramına da yabancıdır

    Hareket ve kuvvetin

    Asıl sahibini bilme zorunluluğumuz mutlaktır

     

    Bilmiyorsak şayet

    Bireyleri, beyleri ve hanımları

    Sevmenin ahengini sağlayamayacağımızdan

    Retlerimizde hüsranı yaşamamız kaçınılmaz olacaktır

     

    Evrende hayatını

    İdame ettiren bir âdemoğlu,

    Yaratıldığı hilkat üzerine hayatını

    İdame ettirmesi kaçınılmaz olandır

     

    Âdemin sulbü

    Ve meşrebi, Sosyal

    Ve psikolojik analiz gerektirir

     

    Âdem

    Mükellef oluncaya kadar

    Elbette ki masumdur bu bir hukuktur

     

    Sabiliğin cazibesi

    Bir emanet olarak masum

    Ve şefkate muhtaç olmasıyla bağlantılıdır

     

    Evrende bulunmak

    Mutlaka evrensel olmayı da

    Her birey için gerçekleştirmeyecektir

     

    Evrensel olmak için

    Kanaat sahibinin niyeti

    Cehdi, idraki ve inkişafı

    Bir mutlakıyeti gerektirecektir

     

    Evren, kıtaları

    Ülkeleri, şehirleri, kasaba

    Köy, belde ve mahalleleri kapsadığından

     

    Âdem

    Nereye giderse gitsin,

    Fani olmadığı müddetçe,

    Evrende kalmaya mahkûmdur

     

    Evreni halk eden,

    Onun gerçek sahibiyken

    Rahmetinin gereği, uyarıcı ve tebliğ

    Elçilerini, gaflet derinliğinde ki âdemlere göndermiş

     

    Âdemlerden

    İman edenler bu elçilere

    "Efendim" diyerek teslim oluyorlar

     

    Birde refikalar

    Beylerine efendi derler

     

    Rahmet elçilerin

    Efendiliğine itibar ve iman edenler

    Asla bir başka efendiye ihtiyaç duymazlar


  5. Seni Anarken!

     

    Kalbim yine

    Hazanın esirinde

    Seni andığım bu an

     

    Geçtim yine

    Hayali sürurumdan

    Akışında seyri seferde

     

    Kırılan umutlarım

    Göremediğim

    Rüyada hayalin

    Bitap bir hayatı yaşattı

    Bedenimi ruhsuz bıraktı

     

    An’ın

    Katresinde ki

    Zamanın gamına

    Sen söyle ben

    Nasıl yaslanmayayım

     

    Açmayı bıraktı güller

    Hiç ötmeyen bülbüller

    Yaramın Hicranında

    Ahu figan eden sebepler

     

    Silinmeyen izler

    Nihayetimde durmadan

    Açılan perdeler

    Melalle anılan yerler

     

    Yalnızlığımda ki

    Semaya uzanan

    Gök kubbeler refakatinde

    Verilen selatü selamlar

     

    Salacadan

    Tutan nice eller

    Muradına ermeyen neferler

     

    Aşk acısıyla

    Yanan onca gönüller

    Musalla taşında bekleyenler

     

    Toprağın

    Hasretini çeken erenler

    Cemal için sabra kitlenenler

     

    İstemem artık

    Işıkların huzmesini

    Yıldızların süzmesini

     

    Koklamam

    Artık karanfili

    Sineme nazar eden

    Umut vadeden narçiçeğini

     

    Ten bizar

    Ruh gülizar olsa

    Sevda sinede kalmayınca

     

    Aşk

    Kapıyı çalmayınca

    Gönüller

    Sevdalılarına akmayınca

     

    Ölüm

    Gelse ne çıkar

    Cehennemi ateşte

    Korlanarak bekleyen alevler

     

    Nefsimi

    Bekleyen zebaniler

    Haşyet içinde

    Bakan nice faniler

     

    Arasat’ta

    Yaşanacak nice haller

    Mizana hasret çeken

    Dil-i gül olan onca abitler

     

    Aşk acısından

    Bihaber nasipsizler,

    Şefkatsiz gönlü beklerler


  6. Efendim yüreğinize sağlık, birbirinin devamı olan anı- romanınızı okumaktan büyük keyif alıyorum.Öncesi güzeldi,sonrası yani serinin okuyacağım geri kalan kısmı da aynı güzellikte olacaktır. Bu okuma keyfini tattırdığınız için teşekkür ediyorum.

     

     

    Değerli kardeşim çok teşekkürler ediyorum, halinizin esenliğinde güzellikler diliyorum, temenileriniz için dilerim öyle gerçekleşşir diyerek selam eğliyorum.


  7. Kalın duvarların nefesimi daralttığı yıllardı.

    Birçok insanla bir şekliyle müşterekliği paylaşmak zorunluluğumuz bulunuyordu zira adeta kaçınılmaz olan vakıaydı.

     

    Tanış olduğum insanları gözlemlerken terennüm ettikleri nefeslerde hicranın izlerini görmemek mümkün değildi. Aslında saf ve temizlerdi.

     

    Bir güvenle inanmanın…

    O manada hadiselere bakmanın…

    Bilinmeyenler karşısında niyazda bulunmanın açmazıyla karşılaşıyordum.

     

    Nimetin sebebi belliyken…

    Nedenlerini fikredenler irdelerken…

    Gayretin nispetinde refahın olacağı aşikârken bu gerçek bilinirken…

     

    Hiç lüzumu gerekmeyen…

    İradesini avuntuya yeğleyen…

    Hiddet ve adaveti piyasaya sürenler karışıklık ortamında demlenirlerdi…

     

    Kurban olan her insan…

    İnandığını mukaddes sayar…

    İdealistlik o kadar işlenmiş ki marifetle anar…

     

    Bayrağımız belliyken…

    Milletimiz yıların dirliğini özlerken…

    Dinimiz vicdanlarımızda bilinmeden yeğlenirken…

     

    Sabah… Öğle… Akşam…

    Birilerince yönlendirilen birçok insan…

    Vatan… Nizam… Güzelliğinde hep kaygılandırılan…

     

    Yıllara sâri olarak gelişen…

    Bir girdabın içinde çaresizliğe mahkûm edilen…

    Bir öğrenciyken hatta çocuk yaştayken davalar ilan edilirken…

     

    Örfümün donattığı…

    Ailemin yıllarca anlattığı…

    Okullarda ezberlerin yaptırıldığı lakin hale yansımadığı…

     

    Konuların sevgi diliyle anlatılmadığı…

    Bilinmeyen her şeyden gereksizce kaçıldığı…

    Zekânın gereği olan merakın insanlarca kullanılmadığı…

     

    Bağıran şiddeti çağıranlar…

    Hamaset uğruna bir yatırıma koşanlar…

    Katledilen onca canlar, cahilleşendir bu insanlar…

     

    Ruh aşkı arar… Vicdan nefrette ne arar… Can ona şaşar…

    Çaresizsin… Gideceğin yeri bilensin… Sen akleden düşünensin…

    Hak için derlenensin sen kalbinin sahibinin sesini ne vakit dinleyeceksin.


  8. Sessizliğimin tüm Kadrelerinde nefeslenirken hilkatimin muvacehesince bir insan olmam, onun için hayatı anlamam, ruhumla barışık olmam gerekmez mi diye sormadan edemiyorum.

     

    Her şeyden habersizken…

    Bir sahibe muhtaçlıyken…

    Halimde umut için bakarken…

     

    Zaman ve mekân sayesinde sabitlenerek resmedilen o anı hangi çocuğun güzel gözlerinde, halinde ki teslimiyette görmeyiz ki…

     

    Geleceğin teminatları olarak taltif edilen bu şefkatin emanetçisi çocukların hak ve hukuku adına ne hezeyanlar beyan edilmiyor ki…

     

    Oysaki tertemiz ve berrak hafızalarıyla merakın eşiğinde nefeslenirlerken muhakkak bir teslimiyet içindedirler…

     

    Onlar için anne ve babaları tüm varlıklarını seferber ederler…

    Kendi hürriyetlerini vakfederler, heveslerinden vazgeçerler…

    Yeter ki çocuklarımız bir eminlik içinde büyüsünler diyerek…

     

    Kolay mı anne ve baba olmak…

    Onun değerine müdrik bulunmak…

     

    Bir zillet uğruna zevklere sarılmak…

    Ne olduğu belirsiz ilişkilerde bulunmak…

    Adına da bir hak diyerek nisaları pazarlamak…

     

    Bizim olan, milletin efradı bulunan insanlar…

    Hak adına nefes alan canlar çaresiz kalanlar…

    Bizzat hakları ellerinden sökülerek alınan zavallılar…

     

    Biliyoruz ki bunlar bizim canlardı…

    Sahipsiz bırakılan masum kanlardı…

    Teslim olmaları bizlere olan inançlarındandı…

     

    Akıl… Nesil… Can… Mal… Din…

    Gibi beş temel hak ve özgürlüğü korumak zorunda bulunan nizam…

     

    Nizamlara vaziyete eden bizim olan insan…

    Mazlumu zalimin ellerine teslim eden bir vicdan…

     

    Ben yine sakin köşemde nefes alırken…

    Tevdi edilen canın nihayetini beklerken…

    Niyazımla ellerimi yaşlarla yüzüme sürerken nasibi beklerim….


  9. Henüz, idrakin ve inkişafın tarafımdan bilinmeyen yıllardı…

     

    İlkokul ikinci sınıfa gidiyordum.

     

    O yıllar bir başkaydı…

     

    Heyecan ve merakın vazgeçilmez zamanlarıydı…

     

    Kendi halinde, yaşamaya çalışan bir kişiliğim vardı!

     

    Kimseye sataşmaz, bir hinlik yapmaz ruh halindeydim.

     

    Belki böyle olmak zorundaydım, arkamda kimseyi bulamazdım.

     

    Şımarıklığı, hadsizlik yapmayı içime sindiremezdim.

     

    Aynı mahalleden arkadaşlarım vardı, fakat çok farklılardı.

     

    Bir açık kapı gördüler mi, oraya nüfus etmeyi marifet sayarlardı.

     

    Babalarımız aynı iş yerlerinde çalışırlardı, aynı sokakta oynardık.

     

    Yine okulda teneffüse çıkmıştık. Semih diye arkadaş yanıma geldi.

     

    Haydi, gel de şu bakkala gidelim dedi. Sessiz kaldım ve yanına takıldım.

     

    Kalmak zorundaydım, çünkü harcayacak param hiç bulunmazdı.

     

    Semihle bakkala birlikte girdik. Ben kenarda bekliyordum.

     

    Bakkal biraz kalabalıktı, öğrenciler ihtiyaçlarını alıyorlardı.

     

    Ben Semihe bakıyordum. Ne alacaksa, alsa da çıksak diyordum.

     

    Semih her bir şeye el uzatıyor, bakıyordu. Cebine bir şeyler koyuyordu.

     

    İçimden, Semihin ne kadar çok parası varmış, diye geçiriyordum.

     

    Zil sesini duydum. Teneffüs bitmişti, öğrenciler sınıflarına giriyordu.

     

    Ben artık beklemekten sıkılmıştım, asla bir keyif almıyordum.

     

    Fakat Semih yeni tanıştığımız bir arkadaştı, babası da komisermiş.

     

    Öyle söylüyordu, Semihin yalan söyleyeceğine, ihtimal vermiyorduk.

     

    Sınıfta ve okulda ona farklı davranıyorlardı, bu çok fark ediliyordu.

     

    Nihayet Semih, alacaklarını almış olmalı ki, bana haydi gidelim dedi.

     

    Zil sesine ve sınıflara koşan öğrencilere baktığımdan,

     

    Semihin, neler aldığını pek fark etmedim ve ne kadar ödediğini göremedim.

     

    Bakkalın kapısından tam çıkıyorduk ki, bakkal amca Semihin kolundan tuttu.

     

    Yeniden içeriye aldı. Ben şaşkın bir halde, ne yapacaklarını bekliyordum.

     

    Bakkal amca, Semihin ceplerine elini sokarak, saklananları çıkartıyordu.

     

    Bir taraftan da kızgın bir şekilde Semihe bakıyordu. Nihayet durakladı.

     

    Anladım ki ben, arkadaşım Semih, verdiği paradan çok şeyler almış.

     

    Bakkal amca utanmıyor musun çalmaya, bir de öğrenci olacaksın dedi.

     

    Ben bunları duyunca, yerin dibine girdim. Yüzüm kızardı, şaşırdım kaldım.

     

    Ne olacakları bekliyordum ki, Semih fırladı ve beni göstererek söyledi!

     

    Bakkal amca, bunları bana Mustafa verdi. Sen sakla da paylaşırız dedi.

     

    Diyerek, bakkal amcaya beni, bir parmak işaretiyle gösterdi.

     

    Benim nutkum durdu. Donup kaldım. Hiçbir şey yapamadım.

     

    Ve Semih hala konuşmaya devam ediyordu. Benim babam komiser diyordu.

     

    Bakkal amca bir bana ve birde Semihe bakıyordu. Yalan söyleme diye haykırıyordu.

     

    Semih ağlamaya başladı ve babamı istiyorum diye feryat ediyordu.

     

    Ben perişan ve çaresiz olarak akıbetimi bekliyordum. Babamlar duymamalıydı.

     

    Yıkılırdım. Her bir cezayı çekmeye hazırdım, fakat Annemlar duymamalıydı.

     

    Çünkü onlar, bizleri bu konuda, çok hassas yetiştirmişlerdi. Yoksa yıkılırlardı!

     

    Bakkal amca, öğretmenimizi çağırttırdı. Polise haber vereceğini söylüyordu.

     

    Öğretmenimiz, telaşlı bir şekilde bakkala girdi. Neler olduğunu sordu.

     

    Bakkal amcada, olanları bir çırpıda, öğretmenimize anlattı. Öğretmenimiz bir nefes aldı.

     

    Yeniden bizlere dönerek, gözlerimizden bir şeyler arıyordu. Yeniden yutkundu.

     

    Mustafa’yı her zaman, evimin anahtarını vererek, bir şeyler getirmesini istemiştim.

     

    Bu güne kadar takip ettim, en ufak bir şüpheye kapılmadım diyerek savunma yaptı.

     

    Bakkal amca, bende biliyorum bu çocuk şu köşeden hiç ayrılmadı.

     

    Hiçbir şeye elini dahi uzatmadı, zavallı çocuk masun dedi.

     

    Öğretmenimiz, özür diledi ve gerekli cezayı vereceğini söylemişti.

     

    Bana, kimlerle arkadaşlık yapacağıma dair, dikkat etmemi öğütledi.

     

    Komiserin oğlu olan ve benim arkadaşım zannettiğim Semih bir iftira atmıştı.

     

    Hayatım boyunca, yaşadığım bu durumu asla unutamadım. Hüznümü yudumladım!


  10. Siz... Biz...

     

    Hepimiz...

    Dirliğimiz için...

    Bağnazlığı terk etmeliyiz...

     

    Bir sesiz...

    Sezgilerimizle

    Ancak değerliyiz...

     

    Bizler

    İdrakimiz

    Oranında kıymetliyiz...

     

    İrademiz

    Nispetinde ki

    Tercihlerimizle senetliyiz...

     

    Her şeye

    Rağmen sizi

    En kalbi duygularla

    Elbette ki sevebilmeliyiz...

     

    Zira siz

    Bir himmet

    Ve bir şefkatsiniz...


  11. Nakşeden İzler (anı Roman 11)

     

    Evet, tefekkürü mevt diye, rabıta diye, bir olgu bilmiyordum, daha sonra bunları kelime olarak öğrendim.

     

    Fakat ölümü düşünmek, o kadar basit ve kolay mıydı, yolu, yordamı, bu kadar sığ mıydı?

     

    Son nefesimi vermeden, o ana kadar bütün yaşantım, neye, hangi ölçüye göre şekillendi, mihengim var mıydı veya nasıl olmalıydı.

     

    Ruhlar âleminde bulunurken, verdiğimiz söze iman ettiğimiz, evet Yarabbi sen bizim Rabbimiz sin, ahdine ne kadar ve hangi koşullarda sadık kalabildim.

     

    Bunların muhasebesini yapmadan, kulluk bilincini kazanmadan, taklitten kurtulup, tahkike ermeden, günü birlik bir hayatın, sefasını veya cefasını nasıl çekerim.

     

    Çaresiz kalıp, hastalandığımız da, yatağa uzanıp yatarken, her türlü beşeri isteklerimin açılımlarını sağladığım bu yatağı,

     

    Gün evveli, mecalsiz kalmadan, cazibe merkezi olduğumuz zaman, son nefesimizin mekânı olarak, hiç düşüne bildik mi?

     

    Allah’ın ve sevgili resulünün ve ashabının, müçtehit imamların, tavsiye ve telkinlerine, duyarsız kaldım, en önemli referans ve müstakim olan bu yolu, yol pusulası olarak, telakki etmedim.

     

    Hayatımı idame ettiğim sosyal yapı, beni bana bırakmadı, sürükleyip bu hale getirdi, eşim, dostum, çevrem, hep benim gibi yaşıyorlardı diye söylenmem!

     

    Çok canlı ve diriydim, istek ve heveslerim bitmek bilmiyordu, ona yetişeyim, tatmin edeyim derken, kendimi ansızın yatakta buluverdim birden, diyerek figan etmem!

     

    Bunca yıl ve farkında olmadan yaşadığım ömrüm, ansızın nasıl geçmiş anlayamadım ve şu an inanın şaşırdım kaldım, diye feryat etmem!

     

    Şimdi ne düşüneceğimi dahi, bilememenin aczini yaşıyorum, evet bu dünyada işimiz bitti belli ki gidiyoruz, diye kederlenmem!

     

    Ama nereye ve nasıl bir yere, gideceğim hakkında mütereddit olarak, tabuta kefenlenip konacağız, salaca ya konup arkamızdan gelenlere bakacağız, diyerek hayıflanmam!

     

    Tabuttan çıkarılıp üç metre kefenle, bizi hasretle bekleyen ve asla reddetmeyen, sergisi topsak olan, meçhulde derinliği bulunan kabir’e bir çırpıda konacağız!

     

    Ruhumuzun terk ettiği dünya ve nimetlerini, bir mühlet sonra da kefen ve etlerimiz çürüyerek, iskeletimizi bir ati olarak neslimize sunacağız!

     

    Sorgu meleklerine ne diyeceğiz, bilemiyoruz haşyet ve taaccüple şaşırıp kalacağız, kabir âlemi ve azabı neyse onu mutlaka göreceğiz ve öğreneceğiz!

     

    Cehennem çukurlarından olan, bir çukura mı, yoksa cennet bahçelerinden bir bahçeye mi, kapı aralandığını amellerimiz ölçüsünde karar verilerek, mahşer gününü beklemek zorunda kalacağız!

     

    Korku, panik, haşyet duygularını, en büyük azıkmış gibi, hep yanımızda bulacağız.

     

    Ve bu duyguların, sadece dünyaya ait olmadığını, çok geçte olsa nihayet anlayacağız!

     

    İmanımızı, amellerimizi, hayırlı evlat ve varsa hizmetlerimizi, çok arayacağız beklide bulamayacağız, fakat tükenmeyen bir ümitle sürekli arayıp duracağız.

     

    Ölümün ne demek olduğunu, ancak o zaman idrak edeceğiz ve en müşahhas biçimiyle öyle anlayacağız ki, fakat bunu anlamakta bizlere bir kurtuluş sunmayacak.

     

    İşte akıl ve izan sahipleri bu aşamaları yaşamadan, hiç vakit geçmeden ve mühlet varken, varlık ve kuvvetimiz, hatta en canlı hislerimiz, bizleri terk etmeden,

     

    Düşünmek, idrak etmek ve bunun, en büyük sermaye olduğunu bilmek, şan, şöhret ve makamların insana asli yet kazandırmadığını deruhte etmek ve anlamak durumundayız.

     

    Ölümü, asıl ve bu tespitlerden yola çıkarak düşünmeliyiz, yoksa ölmüş insanların durumunu, tahayyül etmek, ibret almak için belki uygundur!

     

    Bizimde akıbetimizin, nihayetini bilmemek ve sadece tasavvur etmek ne demek!

     

    Aklederek irdelemek ve bu tespitlerden sonra düşünmek gerek.

     

    Gariptir belki, fakat anlayamadığım, taklide müteallik olgular benim için, bir çıkış yolu olarak, görünmüyordu.

     

    Şu an yaşamakta olduğum ve aramakla yorulduğum, problemlere, çözümsüzlüklere, çare olacak bir tek alternatif sunamıyordu.

     

    Maşallah, inşallah temennileri, gerekçesiz olduğu sürece, çözümün kendisi olmamalıdır!

     

    Hayatı anlamlı kılmak adına yaşarken, mesnetsiz ve içi boş saplantılara kolayımıza geldiği için niçin bel bağlıyoruz?

     

    Düşünün ki, rızkını arayan bir insan, çok az bir sermayeyle ve biraz da borçlanarak, akmaz, kokmaz kanaatiyle,

     

    Sakin bir mahallenin, kuytu bir caddesinde, kira bedeli az olduğu için, bir dükkân tutarak, sermayeyi tuhafiye işine bağlıyor ve nasıl olsa Allah kerimdir niyetiyle, müşteri beklemeye başlıyor!

     

    Geçimini, dükkân masrafını ve ödemek zorunda olduğu borçlarını, buraya gelecek müşterilerden ve kasaya girecek paradan yapacağını zannediyor.

     

    Bu tevekkel insan, aynı zamanda namaz kılıyor, tespih çekiyor, dua ve zikir ediyor, hatta boş kaldıkça kitap bile okuyor, hiçbir kötülüğe dahi bulaşmıyor.

     

    Size göre bu insan, ailesini geçindirir, borçlarını öder ve sermayesini muhafaza ederek, müşteri kitlesine ulaşması mümkün görünüyor mu?

     

    Tabi ki mümkün efenim, rızkı veren Allah’tır, nereye gidersen git, rızkın seni bulacak demek, bizlere çözümü sunacak mı?

     

    Peki, öyleyse rızkı aramanın anlamı nerede kalacak?

     

    O zaman demezler mi ki, sünnetullah ne olacak?

     

    Eğer o saf, samimi ve tevekkel insan, piyasayı araştırmaz, pazarda kendine malını satacağı piyasayı bulamaz, müşteri kitlesine ulaşamaz ve rekabet ortamında, kuvvet dengesini oluşturamaz ise;

     

    İşte bu insan, büyük bir şevkle başladığı, oldukça umutlandığı, kendi ve çocuklarının geleceği için, ufuk sandığı,

     

    Gözü gibi baktığı dükkândan ve dolayısıyla Allah tan umduğunu bulamaz.

     

    Ve bu nedenle, borçlarını dahi ödeyemez, sermayesinin ve emeğinin hakkının ne olduğunu bilemez.

     

    Netice olarak bu insan, karamsarlığa düşer, borçların ödeyemeyince panik başlar ve maalesef evinde huzuru dahi kaçar.

     

    Düzlüğe çıkmak ve sükûna kavuşmak için, çıkış aramaya başlar,

    Fakat alacaklı durmaz kapıya dayanır ve zili çalar,

    Zavallı kaçacak yer arar fakat uğraşmaktan feleği şaşar, takatsiz kalır.

     

    Şevk, cesaret, sevinç ve ümit bu insanın gönül dünyasında alabora olmuştur.

     

    Arkadaş çevresi, boş ver üzülme Allah kerimdir derler, büyük bir imtihandan geçtiğini söylerler, fakat maddi bağlamda başka bir alternatif sunamazlar.

     

    Allah’ın hiç insanı, gücünün yetmeyeceği bir yüke, tabi tutması mümkün değilse ve bizzat yaratan tarafından bu bir vaat ise;

     

    İnsanlarda, akıl, bilgi, tecrübe, istişare ve tespitlerden oluşan, kuvvet dengesini, azimetini ve iradesini, sabır ve sebatını bilerek düşünmeli, buna göre de hareket etmelidir.

     

    Nasıl kendini tehlikeden koruyorsa, yani aslanın pençesinden, timsahın dişlerinden, piton yılanının boğmasından, denize düşmekten, sağlam dişini pense ile çekmekten, vagonun altına girerek,

     

    Allah’ın izniyle kaldırırım diyerek, ahmaklığa düşmüyor ve kendini sürekli korumayı biliyorsa;

     

    Hayatımızın bütününde böyle düşünmek ve olmak zorundayız, yoksa tedbirsizlik, tevekkellik ve ahmaklık Allah için, bir imtihan vesilesi olamaz.

     

    İşte bu ve benzeri mantıkla hareket edilince;

     

    Rabıta eyleminde, sürekli mürşidi düşünmek, bizlere ne kazandırıyor ve bizleri nereye doğru sürüklüyor diye sorabilmeliyiz!

     

    Bu dine inananların onca yaşadıkları zülüm ve çektikleri sıkıntılar, sadece bir imtihan vesilesi miydi, bunca zaman farkında olmadan bulaştığımız şirk illetinden, nasıl arınıp, kurtulacaktık, diye soramaz mıyız?

     

    Ukba kelimesi, Dareyn kelimesi bizler için ne ifade ediyor, Allah’ın zatı ve subut’i sıfatlarını, niçin hakkıyla öğrenip ve idrak edemiyoruz?

     

    Neden bunlara yabancı kalıyoruz, okumuyoruz, suya, yemeğe ve bir eşe duyduğumuz ihtiyacı, böylesi hayati konularda neden göstermiyoruz?

     

    Oysaki bizlere bu hisleri veren cenabı Allah olduğunu biliyor ve bunu kabul ediyoruz, o zaman neden, onu tanımaktan korkuyoruz?

     

    Peygamber efendimizi, hakkiyle tanıyor muyuz, Kuran’ı ahenkli bir şekilde okuyanın, kulağımıza gelen hoş ve güzel sesi haricimde, başka ne anlıyoruz?

     

    Yeryüzünde en çok okunan kitabın, Kuranı kerim olduğunu biliyoruz.

     

    Fakat hiç anlaşılmadan okunan kitabında kuranı kerim olduğunu bilmiyoruz.

     

    Bu yüce kitabın anlaşılmamak üzere indiğini söyleyebilecek hiç kimse var mı?

     

    Anlayanlar, ne yapıyor, neredeler, niçin sesleri çıkmıyor, niçin bunları konuşmuyoruz?

     

    Kutbu cihan, gavsı azam diye makam tayin ettiğiniz, fakat hiçbir zaman, benim kendilerinden duymadığım,

     

    Bu mübarek insanlar, onca zülüm ve tahripleri görmüyorlar mı, neden sürekli maslahat gözetiyorlar, şecaat askıya mı alındı, öyle bile olsa niçin, kimsenin haberi olmadı?

     

    Yığınlarca insanlar, intisap edeli yıllar geçmiş, ama hala dar görüşlü, ufku kapalı, önünü göremeyen, fakat sorunları, başkalarına havale ederek,

     

    Kurtulduğunu zannedenler, hat safhada, bunları Allah için benden başka gören kimse yok mu, bu kadar yozlaşma ve erozyon, ne zaman fark edilecek ve önlenecek?

     

    Önderimiz, peygamber efendimizin, her şeyden ziyade, eğitim ve öğretime ne kadar çok önem verdiği malum, bu uğurdaki gayreti ve azmi, niçin dikkate alınmıyor?

     

    Akıl, mantık sadece ticaret ve asvata da, acımasızca kendini gösteriyor, menfaat ve çıkarcılık maalesef fevkine çıkmış, ama hala birileri tarafından her nedense görülmüyor.

     

    İyi niyetli, saf, dayanışma adına, cemaat ve ihvan’ım,

     

    Yani aynı yere intisaplı kardeşim diyerek, teslim olmak için gelen insanların, birileri tarafından aldatıldıklarını görmüyorlar, zira uğraş alanları tefekkür ve zikir!

     

    Enteresandır ama haremlik selamlık ve mahremiyet öyle anlaşılmaz bir hal almış ki, adeta tezatlar odağı olmuş.

     

    O kadar farklı ve saklı ki, ilmihal kitaplarında dahi, konu olarak yerini alamayan, haremlik, selamlık bahsi, adeta yarışa çıkmış, koşu atları gibi.

     

    Çok daha elzem ve bir o kadar öneme haiz olan, akaidi bilgileri sollamış, menzilde yerini almış, tesettür giyim diye bir de, yeni pazar oluşmuş!

     

    Bizim, sizin, bacımız dediğimiz hanım kardeşlerimiz, bizlerden öyle kaçarlar ki, yüzlerini, gözlerini takva zannederek gizler kaçırırlar.

     

    Ve hatta seslerini dahi öyle kısarak konuşurlar ki; adeta o an melek zannedersiniz mübarekleri.

     

    El, yüz ve gözlerin ve hatta sesin haram olmadığı bir din anlayışını bunlar ne hale getiriyorlar, bilinç nerede kalıyor diye sormak lazım.

     

    Fakat aynı hanımlar, pazardan mutfak masrafını ve kapıdan geçen seyyar satıcı ile pazarlığı veya sütçü ile gayet rahat şekilde ve hiç çekinmeden konuşuyorlar.

     

    İhtiyaçları her neyse onu alıyorlar, bir mağazaya gittiklerinde, çarşı, pazar gezdiklerinde, oldukça rahatlar.

     

    Aynı hanımlar resmi kurumlar dediğimiz, mekânlara gittiklerinde ise, merak ve şaşkınlık hat safhada oluyor, çünkü sosyal açılımlar öğretilmemiş, bilmiyorlar ki?

     

    Neden bunlar hiç düşünülmez, geleceğin annelerine kalıcı çözümler üretilemez, her halde çıkmaz sokakta değiliz?

     

    Bu insanlara, yön verenler, hedef tayin edenler, maslahat gözetenler, refahlarından taviz vermeyenler, her zaman tazim ve saygıyı hak ettiğini sananlardır.

     

    Ey beyefendiler neredesiniz, nelerle uğraşıyorsunuz, insanların teveccühleri, çocuklarından esirgedikleri hediyeleri, sizleri çok mu meşgul ediyor, diye soramam mı?

     

    Devletin tahakkümünden bıkmış, adı milli eğitim denen kurum adeta İslam’a savaş açmış, peygamber ocağı denen kışlada, mümin erat dışlanmış, millet adeta sahipsiz bırakılmış,

     

    Kuran’a, peygambere İslam’a susamış, yıllarca hasıraltı ettiği ne kadar ezilmişliği varsa, gözleri kapalı olarak, daldıkça dalmış.

     

    Ve böyle çaresizlik içinde, aczi yetini sorgularken, ufukta oldukça sakin görünen ve gönül enginliğinde serinleten, fevkalade huzur veren bir limana çıktığında yaratana teşekkür ederek şöyle bir düşünmüş.

     

    Ümmeti olduğu ve yıllarca özlem duyduğu sevgili peygamber efendimiz…

     

    Her zaman kendi nefsini değil, ümmetinin kurtuluşunu ve huzurunu tercih eden, onun için her şeyini vakfeden ve her zaman çözüm üreten, özeli bulunmayan bir insan.

     

    Asliye tinden ve aidiyetinden, taviz vermeyen, teklif edilen dünya ve nimetlerini reddeden, toplumunun her zaman sosyal dengelerini gözeten,

     

    Her zaman zenginlerle değil, mazlumlarla olan, varlığını suffe sakinleriyle paylaşan, her bir sorunda başvurulan, çözüm mercii olan,

     

    Rahmet peygamberi olarak gönderilen, hepimizin yüreğini fetheden, şefaat cimiz olacağını müjdeleyen, aleyhi selatü vesselam efendimiz.

     

    Önderimiz, hiç tereddüt etmeden, uğruna başımızı koyacağımız, o kutlu insanın, kâinatın sonuna kadar, mesajının silinemeyeceği efendimizin, asrıydı.

     

    Fakat o kutlu insanların, yaşadığı saadet asrını, iyice, anlayamadan, özümsemeden, kıyas etmeden, sosyal dengeleri düşünmeden, duyulduğu gibi yaşamaya kalkarsak, hatalarımız, maslahatlarımız gün yüzüne çıkarak sırtarır.

     

    İşte çözümsüzlüğe, keşmekeşliğe, bulanık suda avlanmaya, o zaman kapı aralamış oluruz, o nedenle Allah’ın veli kulları, gecenin karanlığında ki bir yıldız gibi, cazip, çekici ve celbeden olurlar.

     

    Gecenin o kuşatan esrarında, yıldızlar bizler için ne kadar muamma ise, hedefinden sapmadan, fire vermeden vuslata koşuyorsa, Allah’ın veli kulları da, ancak o kadar berrak ve şeffaf, olmak durumundadır.

     

    Olduğunca, züht ve takvayı kuşanarak, dünya ve nimetlerine boğulmadan, efradının felahını temin ederek, en güzel şekliyle Allah resulünün, ilkelerine azimet dekliğinde yaşayarak hal ehli bulunan bir kimlikte, olmak zorunluluğu vardır.

     

    Bu ölçü ve mihengi, kuşanmış olan, muttaki insanları, dareyn saadetine bir muştu sunan, Allahın hanif kullarını, Allah ve resulünün dostları olarak elbette aramalıyız, bağlanmalıyız, nasihat ve tavsiyelerine uymalıyız.

     

    Fakat böyle güzide ve müstesna insanları bulana kadar, hiç boş durmadan ve hatta yorulmadan Cenabı Hakkın lütfettiği, tüm enerjimizi ve asli hislerimizi,

     

    Aklımızı, mantığımızı ve vicdanımızı, duygularımıza teslim etmeden, onun emrine vermeden, gerçeğe koşmalıyız.

     

    Bu hedefte olmadığımız an, akıl ve mantığımızı askıya aldığımız zaman, öyle sorunlar çıkar ki, içinden çıkabilmek gayri kabil.

     

    İşte o zaman neden bu hanım bacılar neden bizlerden kaçıyorlar, hiç konuşmuyorlar ve bir hoş geldiniz dahi demiyorlar, diye merak ediyorum.

     

    Bacımız, namusumuz, diyerek onu baş tacı yapmışız, bu insanlar, tasada, sevinçte ve başlarına bir iş geldiğinde, bizim dışımızda, kimlerin kapısını çalacaklar, seyyar satıcının veya sütçünün değil herhalde.

     

    Bir kerecik ağabey nasılsınız deseler, kız çocuklarımız köşe, bucak kaçmayarak, amca nasılsınız diyerek konuşsalar, kardeşlerim ne yapıyorlar diyerek, hatırlarını sorsalar, eksilirler mi, niçin onlara bu adabı öğretemiyoruz?

     

    (devamı Nakşeden izler 12)


  12. Bulvarların kullanım hakkı

    Biliyoruz ki insanın kudretinde saklı

    Sırnaşlık arsızlık geceden kalanda farkı

    Zavallı görevlilerin nahoş görünen efkârı

     

    .

    ben de sadece bakıyorum.bakmaktan öte gidemiyorum.. herhalde, görmek istemediğim şeyler var..

     

    Tahammül azalınca heyhat ki heyhat! sabrı sevgiyle yoğurunca aşk kapıyı çalıyor sen hiç korkma... sevgi ve selamlarımla kardeşim...


  13. Anlar yaşanan zamanlar!

     

     

    Geldim kollarımı açarak

    Onca asırlık bir sevgi demetiyle

    Ruhlara bırakılan kutsi emanetlerle

    Bedenimde vicdanımla inatlaşan nefsimle

     

    Dalgaların masum hıçkırışında

    Su yüzünde gezinen şişeler içinde

    Balıkların deniz enginliğinde ki seyrinde

    Senden arta kalan düşlerimle şiir yazdım

     

    Geçmişten kalan hatıratta

    Kayıt altına alınan onca kitaplarda

    Büyük bir özlemle yazdığım mektupta

    Senin umudunu yaşadım verdiğin sevginle

     

    Biliyorum ki artık mazi oldu

    Kartpostallar sanki müzelere kondu

    Hal hatır sormalar kontörle hesaplaştı

    Her bir can zaruretten arta kalanla yaşadı

     

    Sahilin sessizliğinde haykıran

    Bir ahenk içinde umuda kucak açan

    Nakaratlar halinde zılgıt çalan şu martılar

    Senden arta kalan hasret bıraktığın nazarlar

     

    Anam derdi ki aman oğlum

    Gönlüne mukayyet ol sakın alınma

    Gördüğün güzelliğe kanma adam sanma

    Ruhundan habersiz dilberlerle oturup kalkma

     

    Seçtiğin arkadaşların var ya

    Hani adam olmak için yarışıyorlar ya

    Sen yine onların davranışlarına asla kanma

    Adam gibi adam olmadıktan sonra sen inanma

     

    Elbet sende bir gün seveceksin

    Sevilmeden meyledecek gideceksin

    Gülü tanımayan güzelliği de anlamayan

    Şekliyeti önceleyen cazibeyi mi seçeceksin

     

    Dağda davarları hep güderken

    Koyunlar sürüler halinde meleşirken

    Gönlün dilinden bihaber olan çabanın

    Çaldığı kaval nefsi meyleder ruhu öteler

     

    Sakın hayvan deyip te geçmeyesin

    Onlarda ne marifet var sen hissetmelisin

    Nelere dikkat edilir muhakkak ki bilmelisin

    Sen bir değersin hislerinle hep idraki seçersin


  14. Kaybolan Insanlık!

     

    Dertleniyorum bazen

    Kendi halimde düşünürken

    Otobüs duraklarında beklerken

    Ayaz kesen simaları temaşa ederken

     

    Oysa biliyorum ki bunlar

    Bizim olan kanlar canlı insanlardı

    Her birinin haline yansımış kaygılar

    Ne olacağı belirsiz ilzamlar kanaatler

     

    Çocuğun ellerinden tutan

    Aylarca karnında taşıyan can

    Kanından kan bağışlayan yüce insan

    Ne olmuştu menzile yetişmek için unuttu

     

    Aracın kaptanı asık suratlı

    Gençler birbirlerinde farklı anlı

    Duyarsız bir kimliğin sanki içinde saklı

    Yaşlının karşısında görmemek içinde katlı

     

    Her ne kadar tercih etmesem de

    Bir şekliyle gönderiyorlar iş halinde

    Yeşile hasret yaşadığım bu melalimle

    Suda buluna ülfet nerede verilen değerde

     

    Bulvarların kullanım hakkı

    Biliyoruz ki insanın kudretinde saklı

    Sırnaşlık arsızlık geceden kalanda farkı

    Zavallı görevlilerin nahoş görünen efkârı

     

    Bir heyecandır hız tutkunu

    Basıyor gaza yutuyor bak salkımı

    Yanında manitası onun dinmez çakası

    Motosikletlinin kanlar içinde yerde yatışı

     

    İnsanız işte merak kesildik

    Yerle yeksan olan gence nazar ettik

    Hareketsiz eklemler mesnetsiz şekilsiz

    Kan revan içinde nefessiz yatıyordu hissiz

     

    Hız tutkunu genç duyarsız

    Kaskom var beyler bedelini alırsınız

    Yaşanan hadise karşısında şaşar kalırsınız

    İnsan mı bu konuşan genç diye hayıflanırsınız

     

    Kız ağlıyor bir panik yaşıyor

    Ölen insan için değil arkadaşına yanıyor

    Sen üzülme baban halleder diye tembihliyor

    Yerde yatan bedeni terk eden ruhuyla bakıyor


  15. Hasretin Daveti!

     

    Her geçen günlerin

    Avazı çıktığı kadar

    Bir nida ettiğini duyar gibiyim

     

    Tekniğin teknolojinin

    Bu kadar hesapsız çığır açtığı

    Hanelerimizde ki heveslerde

    Özlemleri anlamsızlaştırdı

     

    Her elimizi attığımızda

    Birkaç cep telefonu sayesinde

    Meramların sahnelendiği seste

     

    İnsanın iliklerini sarsan

    Hasretle özlemi muştulayan

    Her anıldığında sızısı duyulan

    Özlemler kalmadı artık

     

    Oysaki bu kadar

    Yakınlaşmada bir uzaklaşma

    Sahnesi yaşanıyor sinede

    Günün tükenen tahammülünde

     

    Bir zamanların sevdaları

    Asla yıpranmayacak sanılanı

    Muhabbet için saklananı

    Arıyorum işte şimdilerde

     

    Hasretim muvazeneye

    Özlemin hasret yelpazesine

    Toprağın nazarında ki hakikate

    Gün içinde yaşadığım şaşkınlığa

     

    Sokaktaki çocuğun

    Arz ettiği mahzunluğunda

    Karların altında aranan canlıya

    Kuşların kanat çırpınışlarına

     

    Dilenenler dillenenler

    Bir konuda muhasebe etmeliler

    Muhakkakı bir yerden geldiler

    Zevkleri için tepinenler

     

    Hasret içinde nefeslenen

    Aşk için tazelerde demlenen

    Hikmeti için ezelle kavilleşen

    Rahmeti bilen onu özleyen

     

    Güzeli gülü bülbülü

    Melalinde gizlenen hüznü

    Senin için vaaz edilen süreyi

    Ruhun için zikredilen güzelliliği

     

    Melekûtun özelliğini

    Arzı mekânın tükenen süresini

    İnsanlığın sekülerle şen kimliğini

    Ölümün nefeslerimizde ki ayak izlerini

     

    Ölüm en güzide nasihatken

    Toprak hasretle teni beklerken

    Defnin yapıldığı hazır un haşyetteyken

    Tilavette anlaşılmayan ayet dinlenirken

     

    Hasretim ahirin dilinde

    Özlemim bedenden geçilmeye

    Zihnim edep ile fikri hakikatlerde

    Gözlerim hal içinde nefeslenenlerde

     

    Bazen söylenmiyor değilim

    Ne evim ne yarenim ne de dilim

    Aşk için dillenirdim oysa hederdim

    Enem ince hastalığım payem kudretim

     

    Düşüyorum hala sefilim

    Terk ediyor artık hücrelerim

    Aynada ki baktığım vazgeçilmezim

    Ben meğerse ne kadar densizmişim

     

    Yıllara sâri olan heveslerim

    Avuntular içinde geçti günlerim

    Malayanilikte tükettiğim nefeslerim

    Kitabı celilin anlaşılmasına hasretim

     

    Ben topraktan ne anlarım

    Bir reçber değilim onu işleyemem

    Sünnetullah böyledir tohumu ekemem

    Gayet tahkik içinde bulunan gizli davet

     

    Suyun aşkında ki hikmet

    Aslanın pençesine verilen kudret

    Yılanın sessiz süzülüşünde ki hareket

    Hasret olunan tefekkürde var olan bereket

     

    Arının narın karın içinde kalanın

    Yeşil çimenlerde gizlenen ayranın

    Düşünmeye hasrettir zannı kararın

    Seni kuşatan ön yargıların sevgiyi anın

     

    Ey can kan içinde oksijen arayan

    Beyin için kana ihtiyaçlı olan insan

    Bir düşün senden arta kalacak olan

    Zan talan hezeyan lanetlenmiş kan


  16. Öncelikle bir merhabayla başlıyorum satırlarımı yazmaya…

     

    Çok nadiren denediğim bu tür çalışmalar, ancak zihnimi zorladığı vakitler bir iki kelam etmeyi, sizinle paylaşmayı, lüzum ettirdiğinden olsa gerekir.

     

    Bilmenizi dilerim ki, her yazan gibi, şiir, deneme, hikâye çalışmalarını fırsat bulduğumuz sürece takip etmekteyiz.

     

    Birçok arkadaşımız bu gayretin peşinde, yoğun bir çaba sarf etmekteler.

     

    Bilseniz ne kadar memnun kalıyorum, bu uğurda gösterdikleri gayretten mütevellit.

     

    Oysaki hayatın bu acımasız açmazlarında fedakârlık göstererek bizlerle duygularını paylaşıyorlar.

     

    Sizde öylesiniz.

    En azından öyle zannediyorum…

     

    Fırsat buldukça okumaya gayret ettiğim birçok şiiriniz de vurgularınız çok dikkatimi çekmişti. Yazılarınız hakeza…

     

    Sanki yılların tecrübesini gönül hücrenize hapsederek bugünleri beklemişiniz!

     

    Bir bendin başında melalinizle baş başa, ağacın dalları arasın da, kuşların şakıyan nağmelerinde siz başka âlemleri yaşıyorsunuz.

     

    Parmaklarınızın kavradığı bir çöp parçasıyla, toprak zeminin tuval zenginliğini kullanarak anladığınız…

     

    Kavradığınız hayatın sayfalarında kalan izlerin güftesini yazarak resmediyorsunuz…

     

    En bariz dikkatimi çeken yanınız manayı fevkalade öncelemeniz olmuştur.

     

    Ufki yelpazeniz alışılmışın dışında ve farklı zenginlikte.

    Kullandığınız temalar, son derece ilginç…

     

    Gece gibi, kan yaşları gibi, yalnızlık gibi, okyanus ve balık gibi sıralayabiliriz. Bazen hesap sormanız dahi çok farklı…

     

    Öyle ki bütün hesaplarınızı ukbanın derinliğinde bulunan mizan ölçeğine biriktiriyorsunuz.

     

    Hayata bakışınız da sevgi üst perdeler de yalnız aşırı hüzün ışığı göstermiyor. Işıksız bir ortam, tefekkür için bir zenginliktir.

     

    Ama gözler görmeli, bir heyecan olmalı, hayatı rahmetin enginliğinde yaşamalı.

     

    İşte siz yazılarınız da hissiyatın her nüansını farklı bir şekilde tasarlıyorsunuz.

     

    Bu durum elbette bir zenginliktir.

    Bir seçiciliktir.

     

    Fakat bir okuyucunuz olarak sürekli hüzün mısralarını okumam şahsen beni üzüyor.

     

    Zannederim genç bir hanım arkadaşsınız.

     

    İnancınızın kuvvetli olduğuna inanıyorum, satırlarınızdan bu hissi alıyorum.

     

    O vakit bir geleceğin hesabıyla Hayatınızı tanzim ediyorsanız, bir kadere inanıyorsanız niye üzüntü o zaman.

     

    Hani her cefa aşk içindi…

    Hakkın Cemali içindi…

     

    Efendimiz içindi…

     

    Korkarım ki siz yıllarca bir oyun dahi oynamamışsınızdır.

    İp atlamamışsınızdır, met değnek oynamamışsınızdır!

     

    Öyle mi yoksa?

     

    Bakın efendimiz neler yapmamış ki, muhabbet için, sevgi için değil mi?

    Sizin yüreğiniz henüz çok taze, bakınız hayat sizlere neleri vaat ediyor.

     

    Ama çok kaygılara kapılamadan, acabayı çok sık kullanamadan olmaz mı?

    Sizin gibi yazan bir arkadaşla aynı sitede bulunmaktan keyif almaktayım.

     

    Bu bakımdan mutluyum, gelecek adına umutluyum.

     

    Sizi en kalbi duygularımla kutluyorum.

    Başarılarınızın devamını diliyorum.


  17. Nakşeden İzler (anı Roman 10)

     

    Şahsıma latife olsun diye, baş imam derdi, niçin böyle taltif ediyorsun, hocam dediğimizde,

     

    Ben, senin kadar, cami hocasının hatalarını, yüzüne söylesem, senin kadar dirayetli olabilsem, başkada bir şey istemem, ama mümkün değil ben söyleyemem diyerek devam etti konuşmasına.

     

     

    Sen hiç çekinmeden, direk yüzüne söylüyorsun, ben bir denemeye kalksam, bu camide beni mümkün değil durdurmaz.

     

    Allah bilir ya, senden de çok çekiniyor, bunu bilesin deyince, arkadaşım Mehmet hemen atılarak, bu kardeşimden kim çekinmez ki, haddine mi düşmüş diye söyleyince, katılarak cami içindeki, hocanın mevkiinde gülmüştük.

     

    Nihayet meydan camisinin müezzinlik kadrosunda olan ve fakat hafız olması nedeni ile imamlık yapan, Mehmet’in övgüyle bahsettiği, hoca efendiyle yine, bir sabah namazından sonra, tanışma fırsatı bulduk.

     

    Yahyalılı Hafız Mükremin hoca, on yıldır aynı camide görev yapıyormuş, oldukça uzun boylu, iri cüsseli, heybetli, orta kilolu, kına rengine benzer sakalı vardı.

     

    Mat, oldukça ciddi birini beklerken, enteresandır ki, o heybet ve cüsseye rağmen, mütevazı olduğu her halinden anlaşılan, sevecen bir insan.

     

    Bizleri, gözlerinin içi gülerek, sarılıp kucaklayan, ısrarla böyle olmaz diyerek, alıp Derviş bakkala götüren, orada bizlere kendi elleriyle seçerek tarttığı Üzümleri, yedirerek ikram eden,

     

    Ve Allah için, her zaman beklerim, sizler gibi, yüreği Hak sevgisiyle yanan yiğitler, bizler, için iftihar vesilesi, diyerek sizleri;

     

    Geleceğimizin, teminatı olarak görüyorum, sizlerle ne kadar, öğünsek azdır, temennisiyle, bizleri dualarla uğurladı, işte böyle mübarek bir insan.

     

    Sen gel de şaşma, taaccüp etme, aralarında bin metre olmayan, biri camiden kaçıran ve müezzinini yıldıran bir hoca,

     

    Bir diğeri ise, insanın gönlünü alan, imamlık mesleğinin saygınlığını artıran, cemaatin şevkini kamçılayan, oldukça mütevazı olan, bizlerde kalıcı izler bırakan, muhterem bir hoca,

     

    Oysaki yıllarca bu meydan camisinden, mahrum kalmama, vesile olan, çocukluk anılarımı buğulayan, her ezan duyduğumda, bu buruk acıyı hatırlatan,

     

    Müsamaha ve şefkatten nasibini alamamış, bir hoca yüzünden yaşadığım, on yedi yıl içimde sakladığım, o hazin olayı, hocayı ve camiyi, sinemi yıllarca yakan anımı ve sırrımı,

     

    Bu kez, aynı mekânda tanıdığım, Hafız Mükremin hocayı, tanıyarak, kalpten muhabbet duyarak, yırtıp atıyor,

     

    Ve yıllarca hasret kaldığım, cami sevgimin, yeniden filizlenip, yeşerdiğini hissediyordum.

     

    Bunu da Allah razı olsun ki, muhterem hocam, Hafız Mükremin efendi sağlıyordu.

     

    Sen gel de, bir insan olarak, böyle bir hocayı sayıp, sevme, gıyabında hayırla yâd etme ve her zaman arkasında namaz kılayım diye sabırla bekleme.

     

    Mükremin hocamla samimi olmuştuk, dertleşiyor, güncel olayları konuşuyorduk, manidardır ki aynı hedefe doğru yol alıyorduk.

     

    Gelişmelerden bizleri, mahrum etmeyin, haberdar edin ki, bilelim bizlerde, elimizden ne geliyorsa, çabuk davranıp seferber edelim, diyordu.

     

    Mehmet’le millet caddesinde, bir iş için koşturuyorduk. Yeni mahallede oturan, Şaban ağabey diye bilinen ve baharat işleriyle uğraşan, zatı muhteremle karşılaştık.

     

    Hal hatırdan sonra, Mehmet sitem dolu bir ifadeyle, biz sizden neler beklerken, siz ne yapıyorsunuz,

     

    Allah aşkına Şaban ağabey deyince, bende merak ettim, acaba ne oldu ki, Mehmet hiç şahit olmadığım, böyle bir tavır sergiledi.

     

    Şaban bey hayırdır, niçin böyle kahırlı konuşuyorsun, deyince, ağabey nasıl konuşmam, daha ne olacak,

     

    Benim canım gibi sevdiğim, çok değer verdiğim, her şeyine kefil olduğum, Mustafa kardeşim Bursa’dan geldi ve iki haftadır boş, münasip bir iş araştırıyor.

     

    Böyle muttaki bir insanın, nasıl boş kalmasına, fırsat verilir, hala anlaya bilmiş değilim, deyince.

     

    Elhamdülillah, bende başka bir şey mi oldu, diye merak ettim, tamam o iş olmuş bil, yarın arkadaşımız gelsin, hemen işe başlasın demez mi?

     

    Ben, hiç beklemediğim bir anda geliştiği için, hem çok şaşırmıştım, hem de, bir o kadar sevinmiştim.

     

    Çok memnun olmuştum, böyle hayırlı dostlara, sahip olduğum için Allah’a, şükretmiştim.

     

    Baharat ve paketleme şirketinde, çalışmaya başlamıştım, güzel gidiyordu, arkadaşlarla kaynaşmıştık.

     

    Çalışanların çoğu, üç, dört kişi hariç, battal gazi ve Cafer bey mahallesinden, servis yapılarak getirilen, anneleri ve on yaşın üzerindeki çocuklardı.

     

    İşin özetini yapacak olursak, Mersinden getirilen çimento torbaları ebat’ın da olan, karbonatlar, un torbalarına benzer pirinç unları, susam torbaları vesaire,

     

    Bu malzemeler elenerek, çeşitli ebatlarda, ambalajlanarak, paketleniyor ve muhtelif vilayetlere pazarlanıyordu.

     

    Karabiber, tarçın değirmen makinesinde, öğütülüyor, aynı sistem uygulanıyor, istenilen ölçüde paketleniyordu.

     

    Benim görevim, satış mümessiliydi, fakat yapmadığımız işte yoktu, gayret göstererek, samimi bir şekilde çalışıyorduk, mal sevkıyatı ve pazarlamak için, sıkça şehir dışına çıkıyordum.

     

    Niğde, bor, Kırıkkale, Ankara pazarlarında, Bedfort dingilli kamyonla, sevkıyatı yapıyor, Parti genel merkezine uğruyor, bazen de Erbakan hocayla görüşüp, dönüp geliyorduk.

     

    Sivas, Malatya, Tokat, zile, Samsun pazarlarında, aynı işlemleri tekrarlıyorduk.

     

    Adana, Mersin, Ankara, Samsun en fazla pazarlama yaptığımız illerdi.

     

    Şehir dışına çıktığımız vakit, orta sınıf otellerde kalırdık, Şaban bey, her sabah namazından sonra, tespihini çekerken uyanırdım,

     

    Kollarımızda, sırtımızda malları, ikinci, bazen üçüncü katlara çıkartırdık ki, nasıl olsa gücümüz yetiyor ve Şaban bey boş yere hamala para vermesin diye.

     

    Ama Allah var, takatsiz kalır, hış diye yığılırdık. Bilhassa yazın insanlıktan çıkar, dilimiz dışarı sarkardı.

     

    Fakat hiç önemli değildi, çünkü huzurumuz vardı, zaman zamanda ibadet için, fırsat bulamaz, aksamalar yapardık, diğer vakit namazlarında, telafi etmeye çalışırdık.

     

    O yıllarda, iş yeri düven önünde, bodrumdaydı, Akıncılar derneği de, iş yerinin üzerinde üçüncü kattaydı.

     

    Dernekle, fırsat buldukça, yakinen ilgilenir, elimizden ne geliyorsa, esirgemezdik.

     

    Bildiri dağıtmak, sesimizi duyurmak, varlığımızı ispatlamak, kim tayin ederse, tereddüt etmeden, hedefe koşardık, görevi ifa etmenin huzuruyla döner, yeni projeler peşinde koşardık.

     

    Fakat genelde sahipsizdik, heyecanlı gençler, hedef göstersen, gözlerini kırpmadan giderlerdi, ama bu böyle olmamalıydı, çünkü

     

    Hedef tespiti, strateji, lojistik donanım, bilgi birikimi, hiçbir zaman, olması gereken, düzeyde olmadı, ütopyamızdaki tasavvurlarla besleniyor, evlerimizden iaşeler getiriyorduk.

     

    Bunca fedakârlığa rağmen, terbiyemiz gereği, öne çıkmıyor, heveslilerini dinliyorduk, dinlerken de sürekli içinden çıkılamaz, tezatları aynı anda yaşıyorduk.

     

    Güzel sesli bir insan Kur’an okuduğunda her çileyi unutuyor, yeniden doluyorduk.

     

    Çünkü özlemimiz Asrı sadetti, sürekli o günlerin, çileli sancılarını, çekilen sıkıntılarını, sabredilerek Allah’tan istenen,

     

    Fetih müjdesini, gasp ve zulümlerini hatırlıyor ve yaşarcasına anıyorduk, bizlerin çektikleri bu sıkıntılar, ashabın gördüğü, zulüm ve meşakkat yanında hiç kalıyordu.

     

    Ben fırsat buldukça, şehirde kaldıkça, tespit ettiğim, yeni öğrendiğim ne varsa Hafız Mükremin Hocama anlatıyor ve onunla paylaşıyordum.

     

    O zaman akıncılar derneğinde tanıdığım, yeni Almanya’dan gelmiş, gözü kara, fakat ölçüsüz olan,

     

    Sürekli bir olayın içinde bulunmamız şartmış gibi, panik yapan, kumral, mavi gözlü, biraz ukala, asi tavırlı olan, bu gencin adı Mehmet Kabaktı.

     

    Böyle gençlere sabretmek ve seyretmek durumunda kalıyorduk çünkü derneği bunlar mekân tutmuşlardı, geçim sıkıntısı, maişiyet derdi yoktu bunların.

     

    Kiminin babası halıcı, diğerinin ki ise hastane caddesinde toptancıydı, ara, sıra bizim gibi gelen insanlar, nasıl söz sahibi olurdu.

     

    Özlemimiz saadet asrıydı, kıyafetimiz de, dökümlü bir şalvar, şalvarın üzerine dökülmüş, yakasız bir gömlek, kafamda papak ve Bursa da bıraktığım sakal, oluşturuyordu.

     

    Sinemde barındırdığım, o kadar çok soru vardı ki, çözemediğim fakat mutlaka sormam gereken, ama kime, nasıl soracaktım.

     

    Herkes ayrı bir maslahat gösteriyordu, sorunun içinden çıkamadığı zaman, mürşidine gönderme yapıyordu.

     

    Akla, mantığa uymayan, yer, zaman mevhumu tanımayan, izahını dahi yapamayan, alâmetifarikalardan, bahsediyor, kalben inanmamızı istiyor, belki de farkında olmadan kendini avutuyorlardı.

     

    Arkadaşım Mehmet’e soruyordum, vallahi bende, anlamaya zorlanıyorum, sabredelim diyordu.

     

    Bu içimi kemiren sorularımı sorarak, mantıklı bir cevap alamayınca sohbetlerde, sıkıcı geliyordu.

     

    Enteresandır ki, soru dahi soramıyordum, çünkü sadece adap risalesi diye, bir kitap okutuyorlardı, devamlı.

     

    Zira yanlış anlaşılmak, hat safhadaydı o günlerde, korkuyordum, arkadaşlarım zanda bulunacaklar diye.

     

    (devamı Nakşeden İzler 11)


  18. Nakşeden İzler (anı Roman 9)

     

     

    Milletten habersiz, kendi namı hesaplarına çalışan, kon tür gerilla, Ergenekon veya batı çalışma gurubu gibi,

     

    Milletinin aleyhinde ve milleti yönlendirme adına, parlâmentonun dahi çözemediği, bir oluşuma alet oluyorlarsa,

     

    Bu milletin, devleti için her zaman, kendini feda etmiş ferlerinin, temel hak ve hürriyetleri, gözlerinin içine bakılarak, ellerinden alınıyorsa,

     

    Bu mübarek millete, cihan devleti olma, bahtiyarlığını gösteren, ecdatlarımızı, hiçbir zaman gün yüzüne çıkarmaz ve arşivlere mahkûm ediliyorlarsa,

     

    Ve bu milletin, en büyük arşivi, Bulgaristan’a kilo ile hurda kâğıt olarak satılıyorsa, bunu da devlet bizzat kendisi yapıyorsa,

     

    Devletin, devlet olabilme şartlarından birisi olan, milletinin genelinin, en büyük kutsiyetlerini, Allah, Kur’an ve Peygamber bağlamında ki İslam ve prensiplerini,

     

    Arapların dini sayarak ve en büyük tehlike olarak, hedef gösterip, bu kutsal değerlere savaş açıyorlarsa;

     

    İşte ben, böyle bir devlete, dua edemem, etmemde mümkünde değil, çünkü bu şekilde yapacağım bir dua,

     

    Bu millete, zulüm etmem manasına gelir, böyle bir küstahlığı, nasıl yapabilirim, bu cesareti ve dalaleti, kendimde nasıl görebilirim.

     

    Bu millete, huzuru çok görerek yozlaştıranlar, asimile yapanlar, maneviyattan uzaklaştırarak, maddeye mahkûm edenlerin,

     

    Yaptıkları her bir eylemin, maksatlı olduğu, bu millet tarafından pekâlâ bilinmektedir.

     

    Fakat bunlar, batıl ve şer cephesinde, yerlerini almış, az bir paha karşılığında, en önemli değerlerini satmış, gafil, ışıktan mahrum olmuş, piyon gibi kullanılan, posası çıktığı vakit, alaşağı edilen, biçarelerdir.

     

    Şu anda, bu görevi icra edenler, yani onlarda, bir zamanlar, bu kutsiyetlere inanıyorlardı.

     

    Fakat makam, şan ve şöhret onların mabetleri, beslendikleri mekânlar da, maalesef kıbleleri oldu, bu zavallıların.

     

    İşte ben, bu şuur ve idrak içerisinde, tüm çevreme, etki alanıma giren herkese ve emanetim de olan, sevgili neslime, yılmayacağım,

     

    Ömrüm vefa ettiği sürece, bu gerçekleri onlara durmadan, haykıracağım.

     

    Ki yeter artık, bu milletin yıllarca çektiği zulüm, artık canımıza tak dedi, belki şu anda, kuvvet dengeleri, müsait olduğundan, yükselen ateşi, kontrol altına aldıklarını, zannediyorlar.

     

    Fakat ateşin ne zaman yükseldiğini, fark edemeyecekleri, günlerde uzakta değil, sancılı doğum, şafakta görünüyor!

     

    Toplumun tüm kesimlerinde, kıpırdanmalar, hak aramalar, meydanlara çıkmalar ve sosyal açılımlar durmuyor, ardı arkası kesilmiyor, devam ediyor,

     

    Halkımızda, baş gösteren bu temayüller, protestolar ve ta ciğerlerinden gelen, isyan çığlıkları bitmek bilmiyor.

     

    Tahakküm odakları, sürekli gündem değiştirmeye, yönlendirmeye, suni çözüm yollarını aramaya koyuldular.

     

    Yalakları da boş durmuyorlar, bir yandan ellerindeki medya faktörünü kullanarak, millete korku pompalamaya devam ediyorlar.

     

    Sakın ha, sesinizi yükseltmeyin, yoksa askerler gelir diyerek, sanki yaptıkları, tüm politik açmazları, askerler istedi bizlerde uyguladık!

     

    Mantığından hareket ederek, milletimizin, peygamber ocağı diye sahip çıktığı, kendi efratlarını hedef göstererek, eğer bir suçlu varsa, orası da genelkurmay karargâhıdır, diyorlardı.

     

    Zavallıların, basiretleri kapanmış olmalı ki herhalde, milletimizin kimlerin, neden ve hangi maksada binaen, aldıkları kararları ve yaptıkları uygulamaları, bilmediklerini zannediyorlar.

     

    Oysaki bu yüce millet, her bir oluşumu, yakinen takip ediyor.

     

    Nasıl ki bir anne, evladının yaramazlıklarına, gelişme çağındadır diyerek, sabrediyor ve mühlet vererek affediyorsa,

    Fakat bu müsamahaya rağmen, çocuk haddini aşınca, annesinden ummadığı bir zamanda, nasıl elinin tersiyle, vurup devirdiğini,

     

    Sevgi ve şefkatinden men ederek alaşağı ettiğini, buda yetmedi mi, istemeyerek beddua eylemine başvuruyor.

     

    Yaratanına yöneldiğini, her vatandaş, mutlaka biliyor.

     

    O nedenle bu millet, kararını geç verir fakat tam verir, onu da yakinen biliyorlar.

     

    Ben elbette, babamdan farklıydım ve farklı olmak zorundaydım, zira yaşadığım olaylar ve kazandığım tecrübeler bana, başka seçenek bırakmıyordu.

     

    Kayıtsız kalamazdım, aman boş ver diyemezdim, bana ellemeyen yılan, bin yaşasın gafletine düşemezdim.

    Dolayısıyla her şeyi Allah’a ve ahi ret gününe havale edemezdim.

     

    Akıl, mantık ve idrakimi, başkalarına emanet veremezdim, insan olma vasfımı, düşünme melekemi, askıya alamazdım

     

    Hülasa beşer olarak kalamazdım, yani doğan bir çocuğun, tek başına, hayatını idame ettirmesi ve yaşaması nasıl mümkün değilse,

     

    Çocuğu doğuran annesi, bizzat kendini feda etmek pahasına, gözü gibi ona bakarak, koruması ve ayakta kalabilecek koşulları sağlamaya çalışması gibi,

     

    Akıl, mantık ve idrakimi, başkalarına emanet veremezdim, insan olma vasfımı, düşünme melekemi, askıya alamazdım.

     

    İnsan olmak ise, kimlik kazanmaya, kendini tanımaya, bulunduğu ortamı sorgulamaya, iyiyi ve kötüyü, doğruyu ve yanlışı algılamak.

     

    Hakkı ve batılı, aklıyla elde ettiği bilgiler ışığında, mukayese yeteneğini geliştirmek, tercih etme hakkını kullanmak, bunlar gelişim süreciyle orantılı olan eylemlerdir dolaysıyla;

     

    Kul olabilme bilincimi, yurttaşlık hakkımı, en iyi biçimiyle, kullanmalıydım, araştırıp, sorgulamalıydım.

     

    Onun için, benim tarafımdan bilinmeyenlerin, bir muamma gibi görünenlerin, içine girerek deşifre etmeliyim.

     

    Doğruları tespit ederek, yoldaş olmalıydım, yanlışlara da gücümün yettiği ölçüde, fren vazifesi yapmalıyım.

     

    Herkes beşer olarak doğar, fakat her beşer, insan olamaz, insan olabilmeyi başarmak ve kazanmak zorundayız.

     

    Yoksa aksi davranış, tembel kalış, kendini bulamamış, mükellef duygusuna haiz olmamış ve sürekli başka insanların desteğine ihtiyaç duymaları,

     

    İleri yaşta bulunmaları dahi, bu insanların beşer olmaktan kurtulmaları anlamına gelmez. Çünkü insanı insan yapan değerler, mutlaka ön planda olmalıdır.

     

    Ve bu maksatlar doğrultusunda, tarikat olgusunu da, keşfetmeliydim.

     

    Öyle de yaptım, bir arkadaşımın vesilesiyle, kumaş toptancısı olan hacı Ender beyin refakatiyle.

     

    Cami kebir civarında bulunan, selamet apartmanının üçüncü katının kuzeyin deki kapının ziline bastık, biraz bekledik ve nihayet kapı aralandı, içeriye buyur edilerek, zatı muhteremin huzuruna geldik.

     

    Sağ olsun hoş geldiniz diyerek, hatırımızı aldı, nereli ve kimlerden olduğumun, kısa bir malûmatını alarak, istihare rüyamı nasıl gördüğümü anlatmamı istedi.

     

    Bende nasıl gördüğümü, olduğu gibi anlattım, dinledi ve karar vermiş olmalı ki; şöyle temkinlerde bulundular.

     

    Teheccüt, yani gecenin bir vaktinde, kılınan namazı, hassaten kılmamı ve belirli vakitlerde, falan sayı kadar, tespih çekmemi, varsa kaza namazım,

     

    Vakit namazlarından önce veya sonra bir günlük, kılmamı, haftalık sohbetlere kendi oturduğum semt olan, Yenimahalle katılmamı söyledi ve hayırlı olsun dileklerinde bulundular.

     

    Kapıda bekleyenleri düşünerek, müsaade istedik ve bizleri sağ olsunlar kapıya kadar uğurladılar.

     

    İçimden Allah razı olsun bumuymuş tarikat! Diyerek rahatladığımı anladım.

     

    Meğer girmek, ne kadar kolaymış, ben zaten söylediklerinin çoğunu, yıllarca yapıyordum, ibadete yabancı değildim.

     

    Kulluk, bilincimi geliştirmek, yıllarca taklit ettiğim, fakat teferruatına inemediğim, ibadet ve ta atimin, şuuruna ermek ve her şeyi hakkıyla yapmak, hedefindeydim.

     

    Arkadaşım Mehmet ve Yakup’la karar verdik, sabah namazına, meydan camisine gidecektik.

     

    Seherin o alaca karanlığında, mütevazı bir muhabbet ortamında, sanki kenetlenmiştik, aynı hedefteydik ve nihayet mekâna gelmiştik.

     

    Meydan Camisi, çok büyük değil, fakat içine girince, derin sessizliği barındıran, ayrıca huzurlu ve feyiz olduğu hemen gözleniyor.

     

    Mehmet ilâhiyatlı olduğundan, aramızda en bilgili oydu, mihrapların bir peygamber makamı olduğunu,

     

    Bilen ve bunun şuurunda olan, hocaların arkasında namaz kılmayı, tercih ve tayinini o belirliyordu, bizler de memnuniyetle icabet ediyorduk.

     

    Birkaç gün aynı camide, sabah namazını kıldık, feyiz aldık ve hayırlar dileyerek, camiden ayrılıp giderken, kendi aramızda sohbet ediyorduk, Mehmet bu caminin, imamlığını yapan hocanın,

     

    Yahyalı’lı olduğunu, Mükremin hafız diye bilindiğini, ehli takva bir kişi olduğunu, hafızlık konusunda muhkemlik sıfatı bulunduğunu,

     

    Çok muhterem ve muhabbetli bir insan olduğunu söyleyerek, bir ara, sizleri tanıştırıp sohbet ederiz inşallah dedi.

     

    Bizler de, mademki bu kadar muhterem bir insan, neden şimdiye kadar hiç tanıştırmadın, diyerek latife yapmıştık.

     

    Mehmet’te fırsat bulamadım, merak etmeyin, hocamızın ellerinden öperiz, bir gün inşallah, diyerek mevzuu kapattık.

     

    Arada bir de olsa, yunus emre camisine gidiyorduk, fakat meydan camisinden aldığımız, huzuru her zaman, arıyorduk.

     

    Bu camide de, yine hafız olan, müezzinlik görevini yapan, mütevazı ve iyi bir insan olarak tanıdığımız arkadaş,

     

    Yunus emre camisi imamının, şerrinden daima korkan, hacı Ömer Kafa isimli, yaşlı olmasına rağmen, ilâhiyat fakültesi son sınıfında okuyan, güzel bir arkadaşımız vardı.

     

    (devamı Nakşeden İzler 9 da)


  19. Nakşeden İzler (anı Roman 8)

     

    Huda her yarattığına gerçeği sormuş, akdedip sabredenler, su yüzünde saman olmuş, etmeyenler ise sefalet ve zillette boğulmuş.

     

    Beni yaratıp donatan, en ulvi duyguları mücehhez kılan, her zaman bağışlayan, Rahman ve Rahim olan, Yaratan Rabbime sığındım, sinemi istila eden burukluğumla ona ellerimi açtım.

     

    Ey Allah’ım, biliyorum ki imtihan ediyorsun, fakat sen beni, benden daha iyi bilirsin, kimseye bilerek kötülük yapmadığımı, gözümü kör edecek hırsımın olmadığını, kalbimde hasedin hiç barınmadığını,

     

    Helalinden kazanayım istedim, bunun için hiç vakit gözetmedim, üşenmedim, isyan etmedim, gücümün üzerinde gayret gösterdim ve her zaman sana hamd ettim.

     

    Sinemi bu kadar, harap edecek ne yaptım, yüreğimde kopan fırtınalara, zihnimi felç eden dalgalara, artık göğüs geremiyorum.

     

    Yüküm ağır geliyor sabredemiyorum, takatim kalmadı artık yoruluyorum, sana sığınıyorum, çözümün sende olduğunu biliyorum, öyle inanıyorum,

     

    Beni hiç zorda bırakmadın, lütufta bulundun, hep umudum oldun, ben yine sana geldim, kapına sığındım, bana gönül rahatlığı ver, çözüm bulmam için bir vesile göster, diyerek ellerimin içiyle yüzümü mesettim.

     

    Silkinmiştim, meramımı maksuduma havale etmiştim, rahatlamıştım, bir cengâver gibi hayatta beni bekleyen, yeni imkânlara ümitle kucak açmıştım, yeis’ten arınıp, istikbale yeniden kapı aralamıştım.

     

    Bursa da geçirdiğim bir yıl boyunca, birçok dost kazanmıştım, hayırlı ve güzel hizmetler yapmıştım, gariban insanların sığınağı olmuştum.

     

    Bu insanlara, hayata daha farklı pencereden bakma ufkunu, kazandırmıştım, bunlar benim için çok yeterli sebeplerdi.

     

    Fakat babama, anneme Bursa dan dan böyle habersiz, alel acele niçin döndüğümü, nasıl izah edip, anlatacaktım.

     

    Zihnimden bu içinden çıkılmaz, keşmekeşliği bir türlü atamıyordum, bu düşünceler eşliğinde yol alıyordum.

     

    Değişik senaryolar hazırlayıp, sil baştan yapıyordum, bedenen çalışmaktan çok daha fazla yoruluyordum, sinemdeki dalgalar eşliğinde düşüncelere dalıyordum.

    Uyuya kalmışım, öyle derin ki;

     

    Gözlerimi açtığımda, her kez otobüsten inmiş, sadece ben kalmıştım.

     

    Fakat zihnimdeki fırtınalar durulmuş, kuş gibi hafiflemiştim, ufkum açılmış, hem de, karnım açıkmış olarak kendimdeydim, bu ne büyük bir nimet, şükürler olsun.

     

    Bu kadar rahatlayınca, nasıl hamd etmem, yüce Allah’a, hem de hemen, ab dest aldım, çimenlerin üzerinde, iki rekât namaz kıldım.

     

    Okyanusun azametli dalgalarının ortasında alabora olmaktan kurtulmuş, karaya, sahilin o eşsiz güzelliğine, bir anda kucak açmıştım.

     

    Böyle fırtınalara maruz kalarak, birebir yaşayanların, beni daha iyi anlayacaklarını zannediyorum.

     

    Fakat yinede herkesin, farklı bile olsa, böyle duyguların benzerlerini yaşadıklarına veya bir gün yaşayacaklarına inanıyorum.

     

    Evimize geldim, annem ve babamın anlayıp, ikna olacakları biçimde, sizlere, memleketime dayanamadım, kabilinden ifadelerde bulundum ve böylece Bursa hatırama noktayı koydum.

     

    Birkaç gün dinlendim, dost arkadaşım Mehmet Muçhan sağ olsun, beni hiç yalnız bırakmadı, bir yıllık özlemimizi, bir nebzede olsa gidermiştik.

     

    Meğerse daha yeni, kendini toparlıyormuş.

     

    Hastalanmış, günlerce hasta yatağında yatmış, İstanbul dan dan Prof. Dr. Ayhan Songar’a, Ankara dan dan Dr. Emin Acar’a giderek günlerce çare aramış.

     

    Mehmet’in annesi Fatma Hanım teyze, onun olmadığı bir zamanda, sesini kısarak, ah Mustafa bilsen neler çektik diye başını sallayarak, aynı paniği yeniden yaşıyormuş gibi anlatıyordu.

     

    Kendi gönlünde çaresiz kalmış, etrafına bakınmış, kendinden başkada yanan yokmuş, ne yapsın zavallı kadın, dalyan gibi oğlu gözünün önünde, gün geçtikçe kötüleşiyor, harap oluyormuş.

     

    Öyle ki, kim bir tavsiyede bulunsa, vakit geçirmeden uygulamaya koyuluyormuş, çoğunu da Mehmet ten saklayarak yapıyormuş, sıkıca da tembihliyor beni,

     

    Aman ne olur, sakın ola ki Mehmet’e söyleme emi diye tembihliyordu.

     

    Onunla geçmiş olsun çok çileler çekmişiniz, merak etme teyzeciğim inanın ki, söylemem kimseye dedim ve mi sade alarak oradan ayrıldım.

     

    Şu satırları yazdığım an ve zaman itibarı ile tam yirmi üç yıl geçmişti, ben hala sizlerden başka kimseye de, söylememiştim bu sırrımı, artık sakıncası olmadığına inanıyorum.

     

    Günler geçiyor, zaman mevhumu kendi ölçeğinde, sormadan, bizatihi alacaklı gibi, derinden, hissettirmeden bir şeyler alıp götürüyordu bizlerden.

     

    Tasavvuf ve tarikat söylemi nereye gitsek karşımıza çıkıyordu, sanki o günlerde gündemi o oluşturuyordu.

     

    Mehmet durmuyor beni sürekli zorluyordu, ben senin kadar kararlı ve cesaretli değilim, önce tarikata sen gir, sonrada ben gireyim diyordu.

     

    Fakat anlaşılamayanlar haddinden fazla çoktu, içine girenler Allah ve Peygamberden çok şeyhlerinden ve kerametlerinden bahsediyorlardı.

     

    Onunla da yetinmeyip mürşitlerinin kutbu cihan veya gavs olduklarını söyleyerek, onlara makam tayin etmeyi ihmal etmiyorlardı.

     

    Akıl, mantık zaviyesinden, sorgulamaya fırsat vermiyorlar ve içine girip yaşamayınca anlayamazsın diyorlardı.

     

    Denize düşüp’te, yüzmeyi bilemeyen bir insanın, haleti ruhuyesi ne ise, bende o günlerde, gönlümün derinliklerinde, öyleydim.

     

    Siyasi arenada, İslâm’i söylemde, dikkatimizi çeken, o günkü koşullarda, bizlere cazip gelen,

     

    Tüm mazlumların, saf, samimi, manevi duyarlılığı olan, dar gelirli insanların, çıkış kapısı olarak gördükleri,

     

    Bir amaç, hedef olarak ileri sürdükleri, kendilerinin, diğer partilerden üstün ve farklı olduklarını, ilan ettikleri,

     

    Bizlere yabancı olan parlâmento, yasama, yürütme ve yargı organlarını, daha yakından tanıtarak ve öğreterek,

     

    Ufkumuzda olmayan, hiçbir zaman tasavvur etmediğimiz, devleti tanıma ve sahiplenme olgusunu kazandırmışlar,

     

    Kısıtlı olan televizyonlardan takip ederek, tavrımızı ve katkımızı netleştirmeye çalışıyorduk, bunlar bizlerden isteniyordu.

     

    İlk defa bir parti binasına gittim.

     

    Yusuf Bozkurt tan sonra il başkanı olan, Kenan Mutlu ve yönetim kurulu üyeleri ile kiçikapı da ki o eski, millet caddesinin arkasından girilen, mütevazı binada tanıştığım,

     

    Ve o gün, bu insanların çoğunda gözlemlediğim, mütereddit halin, yani zihninde teşekkül eden,

     

    Fakat zaman içinde, çözüleceğine inanılan, rahatlıkla herkese sorulamayan, tefrika girmesinden korkulan, soru ve ünlem işaretlerinin olduğudur.

     

    Artık bende, çevremin oluşturduğu koşullar nedeniyle, arkadaşım Mehmet’in bitmeyen ısrarı nedeniyle,

     

    Ve içimde ki, birçok mevhumun barınağı olarak, meçhule doğru, daha iyi bir kul olmak düşüncesiyle, yok sandığım,

     

    Fakat belki de kendimi avuttuğum, enaniyet ve tekebbür virüslerinden, arınmak heva ve heveslerimi, daha iyi disipline etmek niyetiyle, kararımı vermiştim.

     

    Girecektim artık, kararlıydım, tanıdığım herkesin, kurtuluş yolu olarak gördüğü ve gösterdiği,

     

    İlahiyatlısından, mühendisine, doktorundan, öğretmenine,

     

    İş adamından, yayıncısına kadar, tanıdığım her kesin, tavsiye ettiği,

     

    Ve fakat benim için, iks kümelerinden oluşan,denklemi düşünürken, kendime sürekli sorduğum,

     

    Bu insanların, tahkiki, araştırması yok muydu, elbette vardı, akıl ve mantık açısından noksan değillerdi, öyleyse kandırılmış olamazlardı.

     

    Benim bu insanlardan, daha kapsamlı bir araştırama yapmadığıma göre ve dolayısıyla bunlardan, çok daha akıllı olmadığım kanaatiyle, tereddütlü davranmanın bir gereği ve manası yoktu.

     

     

    Beni davet ettikleri yol, yalanlara, entrikalara, fırsatçılara, yalakalara ve her türlü mel’a netin işlendiği mekânlara, kapı aralamıyordu.

     

    İnsanı tek başına sadece kendiyle müteşekkil, serbestiye ti, ve keyfiyetini vermiyordu.

     

    Halife veya şeyh denen zat, müridin kalbinden geçen her şeyi bildiğini ve o bakımdan,

     

    Çok dikkat edilmesi gerektiğini söylüyorlardı, yanına giderken kalbine sahip ol, tembihinde bulunmayı ihmal etmiyorlardı.

     

    Anlatılanlar öyleydi, dolayısıyla benim gibi;

     

    Yıllarca Allah demiş, Peygamber demiş, Kur’an demiş fakat sadece taklit etmiş birini!

     

    Doğurup dünyaya getirmiş, baba, anne olgusunu öğretmiş, yeme, içme, giyim, kuşam, yanlış, doğru öğretisinden ileriye gidememiş,

     

    Ufkumu açmamış, bilgilerle donatmamış, hedef göstermemiş, ilke ve prensip konusunda duyarsız kalmış, bunlardan ellerinde olmayarak, bizleri mahrum bırakmış olan, canım annem ve sevgili babam.

     

    Kime, nasıl, ne şekilde, hangi koşullarda, nereye kadar, hangi tavizlerle diye, hiç bir ölçü öğretilip, sorulmamıştı, şimdiye kadar!

     

    Nasıl sorsunlar biçareler, onlara da babalarından, annelerinden miras kalmış, çünkü o yıllarda, her tarafı geçim sıkıntısı sarmış,

     

    Harf inkılâbından dolayı herkes, bir çırpıda cahil kalmış, kim Allah’tan bahsediyorsa, gerici, yobaz sanılmış.

     

    Gariban babam, kırk üç buçuk ay askerde kalmış, okumayı dahi öğrenememiş, fakat suçlu bulamamış, hiç kimseye bir şey soramamış, zira çoğu insan o yıllarda, aynı ahenkteymiş.

     

    Geçinebilmenin en büyük dert olarak görüldüğü, aile ortamlarında şefkatin akıbetini bir düşünün, kim buluyor ki onu, hangi ölçülerle kime taksim etsin.

     

    Benim en değerli varlığım olan annemi, sevgili babamı suçlamam, haddim değil, ama onlar gibi kimleri suçlayacağımdan ve nasıl hesap sorulacağından, habersiz ve de mahrum değilim.

     

    Her şeye rağmen, hamd ederim Allah’a ki, Müslüman bir ailede ve İslam diyarında dünyaya gelmeyi, bizlere nasip etti.

     

    Akidemiz, amellerimiz, taklitte olsa, gönlümüzde her zaman, hakikate kapı aralanmış, tahkike giden yolunda, taklitten geçtiğinin zeminini hazırlanmış.

    Yalnızca bu dahi, şükretmek için, yeterli sebep değil mi?

     

    Ya batıl olan dinlere iman edilen, bir aile ortamda dünyaya gelseydim, Müslüman kimliğinden uzak ve mahrum kalsaydım daha mı iyi idi.

     

    Yine de, onlar sürekli;

     

    Allah devlete ve Millete, zeval vermesin diye, dua ederlerdi.

     

    Ben maalesef böyle dua edemiyordum.

     

    Devlet denen olgu, halkının hizmetinde, emrinde ve bu görev bilincinde değil de, halkına tahakküm özentisinde olursa,

     

    Devletin, devlet olabilme vasıflarına, haiz değilse ve bunları yerine getiremiyorsa,

     

    Halkının refahını ve mutluluğunu, artırmak yerine, onları sürekli perişanlığa, mahkûm ediyorsa,

     

    Adına Parlâmento denilen, ve bu milletin temsil yetkisi verdiği, millet vekillerinin bulunduğu mekan, her on yılda bir, tedavülden kaldırılıp, tasfiye ediliyorsa,

     

    Bunu da, millet adına yaptık, milletin ve devletin bekası için diyorlarsa, temsil yetkisi olan nice mümtaz şahsiyetleri, hiç suçları olmadığı halde, mahkûm ediyorlarsa,

     

    Kendi kuvvet dengelerini, korumak ve kurtarmak adına, kanun çıkartıp, milletin âli menfaatlerini, hiçe sayıyorlarsa,

    (devamı Nakşeden İzler 9 da)


  20. Nakşeden İzler (anı Roman 7)

     

    Bak Hava teyze, sen olgun ve tecrübelisin, merak ediyorum bunlar bende ne buluyorlar, sen benim tavırlarımda, bunları ümitlendirecek, bir emare görüyor musun, Allah aşkına söyle de bende bileyim.

     

    Hayır, oğlum katiyen, sen helal süt emmişin, fırsatçı, değilsin, yiğitsin, başarılı bir idarecisin, sen gelmeden burada huzur, güven diye bir şey yoktu, kimin kime gücü yeterse, istediğini zorda olsa alırdı.

     

    Usta diye sahiplendiğimiz, ağabey dediğimiz birçok insandan görmediğimiz, zulüm ve kötülük kalmadı, bunlar hat safhadaydı.

     

    İşten çıkarılma korkusu hepimizi sarmış, çaresiz kalmıştık, evimize bizler bakıyoruz, her bir ihtiyacı kadın halimizle gidermeye çalışıyoruz.

     

    İşte sen böyle bir zamanda, Hızır gibi geldin, herkese haddini bildirdin, kendini esirgemedin, bunlara insanlığı öğrettin, karşılığında iş harici, başka istekte bulunmadın.

     

    Böyle yiğitleri kim kaçırmak ister, kim ondan uzak kalmak ister. Gönül güzelliğinin üstünde, başka güzellik kalıcı olabilir mi?

     

    Boşa dememişler her halde;( güvenme zenginliğine bir kıvılcım yeter, güvenme güzelliğine bir sivilci yeter.) diye.

     

    İşte oğul, bunlar sende, sadece güzellik değil, daha güzelini buluyorlar, Allah işini, gücünü asan etsin, önüne kolaylıklar sersin diye dua etti.

    Bende teşekkür ederek, alacağım dersi, deruhte etmiş bir öğrenci edası ile oradan ayrıldım.

     

    Fakat duygularım kabarmış, beynime taarruz ediyordu, hep karşıma çıkıyor, beni buluyordu.

     

    Onları görmediğim zaman, gözlerim arıyordu, tebessüm ederek sineme, yıllarca frenlediğim hislerim, durmuyordu, gece rüyama giriyor, benimle oluyordu.

     

    Baktım ki durum, zahiren haz veriyor tatlı, fakat neticesi çok meşakkatli, geçici zevkler her zaman tehlikeliydi.

     

    İnsan hayatında silinmeyen kalıcı bir iz bırakırdı, bulaşmamalıydım.

     

    Karar verdim, gün aşırı oruç tutuyordum, hislerime gem vurmak için, sakal bıraktım, yaşlı ve itici görünmek için, grup içinden ayrılmıyor, onlara fırsat vermiyordum.

     

    Daha çok ibadete yöneliyor, Yusuf a.s.mın hayatını özümsüyordum.

     

    Günlerden perşembeydi, mesaiye kalıyorduk, yemek fabrikasından yemekler gelmeyince, oldukça acıktık çalışanlar gözüme bakıyorlardı.

     

    Fabrikada benden başka hiçbir idareci yoktu, yüklü malı İstanbul’a teslim etmek ve bir iki gün kalmak için gitmişlerdi.

     

    Yemek haneye defalarca telefon ettik, cevap verecek kimse çıkmıyordu, işletme fakültesinde okuyan, aynı zamanda yanımızda çalışan Ferhat isminde,

     

    Karakter sahibi elemana, araca bin ilerdeki bakkaldan yiyecek olarak, çalışanlara yetecek kadar, bir şeyler alda gel dedim ve dikkatli olmasını söyledim.

     

    Çalışarak Ferhat’ın gelmesini bekliyorduk, telefona çağrıldım, ahizeyi alarak alo dedim, Ferhat’tı sesi kısılıyor mahcuptu, gelirken su birikintisinden hızlı geçmiş, aracın bujileri ıslanmış ve orada kalmış,

     

    Tamam, Ferhat üzülme, bekle geliyorum ben diyerek, telefonu kapattım, hemen bir halat aldım, hızlı bir şekilde hedefe varmak üzere, fabrikadan ayrıldım.

     

    Hava biraz yağışlıydı, sil geçler faal çalışmıyordu,200 Docta kalas gibi bir arabaydı, mübarekte hiç estetik yok, bu araçları sürenler sanki farklı insanlardı.

     

    Nihayet personelimizin servisini yapan fort minibüsü ve içinde oturan Ferhat’ı gördüm,yaklaşarak önüne durdum,araçtan indim geçmiş olsun dedim ve ne yapabiliriz diye düşündüm.

     

    Personel yemek bekliyordu, yağmur yağıyordu, aracı çekmekten başka bir çözüm görünmüyordu.

     

    Ferhat’a hangisini sürersin, nasıl olsa ikimizin de şoförlüğü var, ama ehliyetimiz yok, tercihini sen yap dedim.

     

    Ferhat’ta, çekilmesi gereken aracı tercih etti, dikkat et sinyallerden gözünü ayırma diyerek tembihledim.

     

    Problem olursa kornayı çalmayı unutma sakın dedim.

     

    Aracı çekerken çalıştırmak mümkündü, fakat Ferhat bundan çok çekiniyordu.

     

    Çekmeye başladık, gayet güzel gidiyorduk,

     

    Fabrikanın önüne yaklaştığımızda Ferhat küt diye, arkadan çarptı, hemen frene bastım, stop ederek araçtan atladım,

     

    Baktım ki fort minibüsün önü,kaputu,panjurları,marş dinamosu,maf olmuş ve içinden çıkılmaz bir hal almıştı.

     

    Ferhat’ın gözüne baktım mahzunlaşmış, kızarmıştı, dişlerimi sıktım, donup kaldım. Bu servis personel taşıyacak, elimiz ayağımız olacak, şimdi ne olacak diye hayıflandım.

     

    Allah’ım sen kerimsin, merhametlisin, zorda kalanın imdadına yetişirsin, acze düştük, naçar kaldık Rabbimiz olarak sana el açtık, sen bizlere genişlik ve imkân ver diye içimden dua yaptım.

     

    Tamam, Ferhat yardım ette, şu erzakları taşıyalım, elemanlar yemeklerini yerken, bizler de çözüm arayalım, haydi fazla üzülme, dedim fakat Ferhat daha çok matlaşıyor, karamsarlığa doğru gidiyordu.

     

    Ferhat sana diyorum, ne düşünüyorsun deyince, Ferhat derince bir nefes alarak, tamamda ağabey, duyulunca benim işime son vermezler mi, ne olacak benim halim, dedi.

     

    Aldığım parayla hem okumaya çalışıyorum, hem de annemlere bakmak zorundayım demez mi?

     

    Bak güzel kardeşim, yaratan, yoktan var eden, bu güzel kâinatı halk eden, rızkı veren Allah olduğunu bilmeliyiz.

     

    En güzel sevgiliye neden yönelmiyorsun, çözümü onu anarak düşünmüyorsun.

     

    Hamd olsun Allah’a, bak aklıma bir fikir geldi, şöyle yapabiliriz deyince, nasıl dedi sevinerek, ben seninle yer değiştirmiş olurum, dolayısıyla çarpan, ben olurum dedim,

     

    Mümkün değil kabul edemem, zaten bizler için ne kadar, gayret gösterdiğini, kendini heder ettiğini bilerek, nasıl böyle bir şeyi kabul ederim.

     

    Ferhat beni yorma, ben yaşlı bir insanım, sana sormadan, söz hakkı vermeden, gitmen için talimat veren benim, yemeğin gelmeme sorunu bizim, dolayısıyla sen, kendi inisiyatifini kullanarak tercih yapmış değilsin.

     

    Lütfen kendini daha fazla üzerek, beni de çıkmaza sokma, ehliyetin olmadığı halde, ses çıkarmadan talimatıma uyman, benim için çok yeterli bir sebeptir diyerek, araçları orada bırakıp, fabrikaya daldık.

     

    Elemanlar yemeklerini yerken, odama geçerek telefona sarıldım, sanayide böyle geç saate, açık bir dükkân buluruyuz belki, diye çare arıyordum.

     

    Fakat ne mümkün, cevap veren bulamıyordum, ama yılmıyor, komşu fabrikaları arayarak, emek harcıyordum.

     

    Maalesef telefonla netice alamadık, doç kamyonete atlayarak, sanayiye doğru yol alıyorduk, bir ümitti bizim ki açık bir dükkan bulur muyuz diye.

     

    Üç saatten fazla bütün sokakları taradık, aramadık bir yer bırakmadık, aradık.

     

    Takatsiz kaldık, fabrikaya dönmek için karar aldık, geçici bir servisle personeli evlerine dağıttık, ben yine orda fabrikada, sessizliğin en cömert ortamında, tüm dertlerimle baş başa kalmıştım.

     

    Bekliyordum Mehmet ustanın büyük bir keyifle, bana bakacağını, patrona katkı yaparak anlatacağını, Sabri beyin inanacağını, onlar için bulunmaz fırsattı bu, onlara sormadan karar vermiştim çünkü.

     

    Durumu Ferhat’a söylediğim şekilde, üstlenerek, ben yaptım diyerek, nasıl olduğunu izah ettim, Sabri bey Allah var, anlayışlı davrandı, sebep olan yemekhane ile işleri kopardı.

     

    Fakat böyle kolay geçiştirilmeyeceğine dair kuşkularım vardı.

     

    Kuşkularımda haklı olduğum gün gibi ortaya çıktı, sağ olsunlar boş durmamışlar, İstanbul’da bulunan Osman beye, hemen sıcak haberi havale etmişler.

     

    Doğruya iş sorumluluğu değil miydi,elbette iş vereni bilgilendirecekti.!

     

    İki gün sonra, oldukça yoğun bir iş ortamında, Osman beyin geldiğini haber verdiler.

     

    Uzaktan gördüm, fabrikayı geziyorlardı, yanında ikide misafiri vardı, oraya doğru yöneldim hoş geldiniz diyerek, o an yapılmakta olan işlerden bilgi verdim.

     

    Misafirlerle tanıştık, kaynatası ve kayın biraderiymiş, memnun olduğumu ifade ederek tokalaştık.

     

    Osman Bey, aracı çarpanın şoför olduğunu zannediyormuş, zaten gözüm tutmuyordu dedi.

     

    Bu durumda sessiz kalamazdım, çünkü haksızlık yapılıyordu, kazayı yapan şoför değil, bendim ve hemen Osman beye olayı izah ettim.

     

    Hiç beklemediğim kadar, misafirlerinin yanında, sen nasıl araç sürersin, ehliyetin var mı ki, nasıl böyle düşüncesiz davrana bilirsin deyince, öyle bir şok oldum ki.

     

    Ağzıma gelen, boğazımda düğümlenen, yeter artık be, seni de, fabrikanızı da, aracınızı da Allah yargılasın, benden buraya kadar diyerek, terk edip gitmekti.

     

    O an kaynatası müdahale etti, sen ne yapıyorsun, böyle yapılır mı diyerek araya girdi, fakat benden tüm ümitlerim ve çalışma heveslerim, damarlarından kan boşalır gibi çekilip gitti.

     

    Oradan ayrıldım, kazan dairesine kendimi zor attım, epey bir görünmedim, aramışlar hiç fark etmedim.

     

    Sakinleşmek niyetiyle ab dest aldım, iki rekât namaz kıldım, hissettiğim duygularımı sakladım, kimseye anlatmadım.

     

    Yüreğimde ki hüznümü, maksadımı Allah biliyordu, rahatlamıştım, ona açıldım, telaffuz etmeden, gözyaşlarımla dert yandım.

     

    Fabrikada işler azalmıştı, gün geçtikçe iade mallar oluyordu, personel çıkartılıyordu, Allah’tan iade edilen malların hepsi de bizimle ilgili değil, Mehmet ustanın bölümündeydi.

     

    Fabrika ortakları sık sık bir araya geliyor, hararetli konuşmalar yapıyorlardı.

     

    Ben kendimi işe vermiş, konuşmamayı, sessizliği tercih etmiştim.

     

    Eski, şen, şakrak, moral dağıtan, ümitsizlere kucak açan, Mustafa’nın gönlü, fabrikayı terk etmiş, sadece fiziği kalmıştı sanki.

     

    Kazan su ile doldurulmuş, boya hazırlanıyordu, kontrol ettim tamamdı, karıştırıldı, asit ilave edildi, ipler kazana sarkıtılacaktı ki, Mehmet usta beni çağırıyordu.

     

    Mustafa Bey, Osman bey sizi odasında bekliyor, hayırdır dedim, inan ki bilmiyorum diye cevap verdi. Odasına vardım, buyurun beni çağırmışınız dinliyorum dedim.

     

    Bak Mustafa son zamanlar da, hakkında iyi şeyler duymuyorum, Sabri bey her halde Mustafa bey, tarikata girdi, kendini sürekli ibadete verdi, çalışanlar içinde kötü örnek oluşturuyor, diyor.

     

    Bir anda şaşırdım kaldım, ne söyleye bilirdim.

     

    Benim amcazadem olacak, beni dinleyip bir gün halimi, düşüncelerimi sormayacak, başkalarının kanaatine göre yargılayacak, olacak şey gibi değil, nasıl iyimser olabilirim.

     

    Hiç ilgisi yok söylenenlerin, fakat merak ediyorum, hiç bir işi aksattım mı, bir gün olsun defolu mal çıkarttım mı?

     

    Vardiyamda bir sorun yaşandı mı, bunu siz hiç merak ettiniz mi, onlara sordunuz mu, mahiyetimde çalışan elemanların verimliliği,

     

    Sekiz aydır hiç aksamadan ve artarak devam ediyor, neden tarafınızdan şimdiye kadar fark edilmedi, kendinize bunu sordunuz mu?

     

    Bura da nelerin döndüğünü siz hiç fark ettiniz mi, benim bir yıldır, yirmi dört saatim burada geçiyor, bunun ne demek olduğunu, aklınızdan geçirdiniz mi, bunu hiç düşündünüz mü?

     

    Bırakın akraba olmayı, bir insan olarak hakkım olan, sevgi ve muhabbeti esirgediniz, oysaki yıllarca hasret kalmıştım ve o nedenle buraya gelmiştim, siz bu olguları, düşünerek, hiç değer verdiniz mi?

     

    Yirmi iki yaşında ve fabrikada, yalnız olan bir gencim, hiç sosyal yaşantım, doğal ihtiyacım, olamaz mı, bunu kendinize şimdiye kadar hiç sordunuz mu?

     

    Bir yıldır çalışıyorum, üç aylık sigortalı görünüyorum, bunu da maalesef yılsonunda öğreniyorum, Mehmet ustanın, iki katı hizmet veriyorum, üçte biri oranında maaş alıyorum,

     

    Bu ne anlama geliyor, siz biliyor musunuz, işinizden fırsat bularak, merak ettiniz mi, yoksa bu, sizin işiniz değil miydi?

     

    Onu dahi alırken ne kadar zorlanıyorum,sabaha kadar bomboş fabrikada,sanki gece bekçiliği yapıyorum,hafta sonların da,bir gün dahi ayrılamıyordum,siz hiç düşündünüz mü bunu, ne demek olduğunu biliyor musunuz?

     

    Allah aşkına siz, işinizden başka olgulara, değer vererek, hiç düşündünüz mü, şimdiye kadar, tespit ettiğim ve sinemde biriktirdiğim ne varsa,

     

    Bilmediklerine şahit olduğum, tüm sırlarımı, yanılgılarını bir solukta, hışımla haykıracaktım, fakat yapamadım!

     

    Çünkü sevgili babam ve şahit olduğum yardımları gözümün önüne geldi, o an yutkundum, adeta boğazıma düğümlendi, söyleyeceklerim, kafamı önüme eğdim, hiçbir şey söyleyemedim.

     

    Ve kapıyı çektim, efkârımın doruğun da odama geçtim, valizimi hazırladım.

     

    Akşam saat 20.30 da, kimseyle vedalaşmadan, nasıl vedalaşa bilirdim ki, onlara ne söyleyecektim,

     

    Amcamın oğlu, Osman beyi mi, şikâyet edecektim, hiç ilgim olmayan, asılsız zanlar yüzünden mi diyecektim, gizleyemezdim.

     

    Onlarla hukukum, dürüstlüğe dayanıyordu, harbiliğe dayanıyordu, bu vazgeçilmez mevhumların, vatanı olmazdı, bunu öğrenmişlerdi, biliyorlardı.

     

    Cebimde ne kadar para var, miktarını bilmeden, oto stop yaparak, terminale geldim, o kadar kalabalıktı ki, fakat ben yalnızdım, hüzünlerimin eşliğinde, yalnızlığımın ıssız derinliğine dalarak, sabaha kadar bekledim.

     

    Sitem, hicran, keder ne derseniz kilitlendim, otobüsün gelmesini bekledim, zira benim her halimi anlayan, güzel kentim Kayserime, kavuşacaktım, gıyabında dahi düşünsem mütevazılık kuşatmıştı onu.

     

    Ama çok, pek çok hüzünlüydüm, sanki kendi içimde çözümsüzdüm.

     

    Kuytu bir mekân buldum, gecenin kuşatan sessizliğinde, mehtaba baktım daldım.

     

    İçim alev alev yanıyor, fakat açamıyorum, sanki öyle bir yük ki kaçamıyorum, deniyordum, dertleniyordum ama saçamıyorum, yoruldum inan ki artık, bakamıyorum.

     

    Öyle bir ruh halim vardı ki, o an, kasvet kuşatmış, teslim almıştı beni bir an.

     

    Tefekkür ikliminde çare aradım ve içimden geldiği gibi, hiç sansür uygulamadan, kelimeleri ufkumda sıraladım.

     

    (devamı nakşeden izler 8 de)


  21. Nakşeden İzler (anı Roman 6)

     

    Fakat benim nasıl olduğumu, neler düşündüğümü sormasını bekliyordum merakla, maalesef beklentim boşa çıktı sormadı.

     

    Fakat Mustafa şu ana kadar gösterdiğin başarı, herkesi şaşırttığı gibi beni de oldukça sevindirdi.

     

    Sabri Bey her fırsatta seni överek, gurur duyduğunu söylüyor, işleri tamamıyla deruhte ettiğini anlatıyor.

     

    Mehmet usta bile zorlandığı vakit, sana koşuyormuş, amcamın oğlu olarak, bana bu duyguları yaşattığın için, sana teşekkür ederim, bir sıkıntın olduğu zaman hiç çekinme, beklerim diyerek tokalaştı ve

     

    İstanbul’a hareket etmek için aracın gaz pedalına bastı ve uzaklaştı.

     

    Ben yine sırlarımla baş başa kalmıştım, tespit ettiğim onca problemleri, içime gömerek, zamana sabırla havale etmiştim.

     

    Bir gece uyuyamamıştım, saat 04.35 civarı ab dest almak niyetiyle kalktım, lâvaboya doğru yönelip adımlıyordum.

     

    Boyaların bulunduğu yer, önemli olduğu için, idareci haricinde kimse giremezdi, üçer gram karıştırılsa, renk değişik çıkar, birçok maddi zarar olurdu.

     

    Çok farklı sesler geliyordu, irkildim emin olmak için silkindim ve yeniden kulak kesildim, acayip seslerin devam ettiğini fark ettim.

     

    Teklifsiz kapıyı açtım, baktım ki ne göreyim şaşırdım kaldım, tabi biraz bocaladım, gözlerimi açtım, sonra hiddetimi şu sözlerle sıraladım.

     

    Eğer sizi bir daha böyle, uygunsuz biçimde görürsem, kimseye söylemem önce ben sizi kitlerim, açılamazsınız diyerek konuşmaya devam ettim.

     

    Bunu böyle bilin dedikten sonra, orayı terk etmelerini söyleyerek, hışımla gözlerine baktım, onları silkelememek için kendimi zor zapt ettim,

     

    Başları öne eğik şekilde kaybolup gittiler, meşhur Mehmet usta ve evli olduğu halde, namustan arınmış bulunan ve maalesef burada çalışan güya yetkili bayan.

     

    Çalışan bayanlar içinde, Bursa hürriyet mahallesini iskân tutmuş Bulgar ve Romen göçmen vatandaşlar çoğunluktaydı.

     

    Çalışanların genelini oluşturan onlardı ve bu insanların yapıları, adetleri oldukça farklıydı, mesela; bayanlar, erkeklerle güreşmekten sakınmıyorlar, gayet doğal diyorlardı.

     

    Mehmet ustada sağ olsun bunu fırsat bilerek hiç sıkılmıyor ve çok rahat bir şekilde değerlendiriyordu.

     

    Terfi etmek isteyen, rahat işi benimseyen, izine ihtiyaç duyan, Mehmet ustanın vardiyasında, kime gidecekti elbette ve üstelik tek yetkili olan Mehmet ustaya, o ne derse onaylanır, mesele çıkmazdı.

     

    Ama Mehmet usta sürekli, hata yapar, beş kazan iplikten en az iki kazanı abraşlı(bozuk) çıkar, hayrola neden verim sürekli düşüyor, diye sorulunca bazen,

     

    Elektrik kurumunu, bazen sigortanın attığını, eh mazeret bitmez ya Mehmet ustada, bazen de motor arıza yaptı der çıkardı.

     

    Acaba doğrumu söylüyor demezler, tamam usta canın sağ olsun, hafta sonu acısını çıkartırız diyerek, zavallı garibanları karşılıksız olarak çalıştırırlardı.

     

    Elemanların hafta sonu, dinlenmeleri, en doğal ihtiyaçlarını gidermeleri, aile fertleriyle bir gün dahi olsa,

     

    Bir araya gelmeleri, dertleşmeleri onlara sorulmadan, başkalarının hataları yüzünden, hafta sonu tatillerinden haksızca mahrum edilerek, çalıştırılmaları beni kahrediyordu.

     

    Tabi işveren temsilcisi Sabri beyin işine geldiği için, problem çıkmıyordu.

     

    Fakat iş veren kim.!asıl patron hangisi !

     

    Çalışanlar tarafından pek bilinmiyordu.

     

    İstanbul da ikamet eden, oradaki pazarı genişleten, sürekli siparişleri artıran amcazadem Osman bey, haftada bir gün zor geliyordu.

     

    Diğer azınlıkta olan hisse sahipleri, nadiren gelirler, hafta sonu araçlarını temizlerler, asıl işleri olan fabrikalarına giderler, hoş geldikleri zaman, Bursa sporun transferini konuşurlardı.

     

    Dolayısıyla asıl patron, Sabri bey olarak bilinmekteydi, zira çoğu zaman bizimle birlikteydi.

     

    Sabri Bey Mehmet ustaya o kadar güveniyordu ki, üzerine toz kondurmuyordu her nedense birkaç kez yokladım, atmosfer zemini müsait değildi ve hemen konuyu değiştirerek vazgeçtim.

     

    Çünkü Sabri Bey, meşrep ve mantık olarak Mehmet ustaya daha yakındı.

     

    Mehmet usta işine, işverenine saygı duysa, iş ahlakı ve disiplinine haiz olsa, Sabri beyden çekinse, boyahanenin içinde, gece yarısı ve o saatte,

     

    Kendi vardiyasında, bayan elemanların başıyla, üstelik kapıyı dahi kilitlemeden, en mahrem pozisyonda, haramın doruğunda,

     

    İdareci sorumluluğunda bu kadar pervasız olabilir miydi, mümkün değil dedim kendime ve daha boyutlu düşünmeye başladım.

     

    Sürekli içime atıyor, sabrediyordum, çalışma şevkim kırılıyor, kuytu, serin ve sakin mekânlar arıyordum,

     

    Sinemde beni kuşatan sırlarımı, sigaramı yakarak, hasret kalmışçasına nefes çekiyor, dumanları ile mehtaba pas atıyor, hicranımı paylaşıyordum.

     

    Cumartesi günü yoğunluğu bitirmiş, mutat olduğu üzere çalışıyorduk, saat 11.15 civarındaydı, ipek kozalarını temizletiyor, Pazartesi için hazırlık yaptırıyordum.

     

    Elektriklerin kesildiğini fark ettim, elemanlara temizlik yaptırmak niyetiyle, talimat verecektim ki ,

     

    Sabri Bey hızlı bir şekilde, elemanların yanına yaklaşarak, el, kol hareketleriyle bir şeyler anlatıyordu, ben uzaktaydım fakat fark ediyordum.

     

    Anlattıkları her neyse, elemanların lehine olmadığı kesindi, çünkü Sabri beyin suratı asıktı, hayırdır inşallah diyerek yanlarına yaklaştım.

     

    Sabri Bey bana yönelerek, sizi bulamadığım için, elemanlara söylemek durumunda kaldım deyince, alakasız ve manalı olduğunu anladım.

     

    Hemen beni nerede aradınız, her zaman buradaydım dedim ve arkasından, neyse önemli değil, sizi dinliyorum diyerek, meramını merak ettim.

     

    Mustafa Bey, biliyorsunuz ki elektrikler yok, o nedenle çalışan arkadaşlar, Pazar günü gelecekler ve bugünkü açığı telafi edecekler dedi.

     

    Teklifi çok mantıksız, manasız ve haksızdı, üstelik benim sorumlu olduğum elemanlarımdı.

     

    Sabri beye kafamı kaldırdım, gözlerine manalı bir şekilde baktım ve ağzımı açtım,

     

    Sabri Bey, Allah aşkına saat kaç, bakar mısınız, mesai bitimine kırk dakika var, böyle bir talebi siz nasıl yaparsınız.

     

    Elektriğin kesilmesinin elemanlarla ne ilgisi var, kul da Allah ta insana bunu sorar, sonra maksadınız nedir anlayamadım, bizim hafta içinden sarkan işimiz yok.

     

    Bak Mustafa Bey, sizin gelmenize gerek yok, ben Mehmet ustayı getirtirim, bunları çalıştırırım deyince.

     

    Hakir bir ifade şekli vardı, asabım bozuldu, bu insanlardan ben mesulüm, sizin işverenlerden biri olmanız,

     

    Yanlış veya haksız davranmanızı gerektirmez, böyle hareket keyfiyetini de hiç bir zaman size vermez.

     

    Eğer bu insanlara sahip çıkmaz, devamlı haksızlık yaparsak, insan olma onurunu, bizler nasıl savunur, koruruz, rahat bir biçimde insanların, karşısına nasıl çıkar konuşuruz dedim.

     

    Ve elemanlara dönerek arkadaşlar, mesai bitmiştir, hazırlık yapabilirsiniz diye, komut verdim.

     

    Sabri beye yönelerek, yapacak başka bir şey yok, kusura kalma, ama sen yinede istersen, Mehmet ustayı ve ekibini çağıra bilirsin, dedim ve oradan ayrıldım.

     

    Belki bu denli keskin davranmazdım, fakat kocası askerde olan, sigortalı olarak çalıştığını sanan, gariban bayanın dramını yaşamasaydım.

     

    Öyle hazin ki, gece vardiyasında mesai yapıyoruz, ben makineleri geziyorum, kazanı kontrol ediyorum, genel iş takibini yapıyordum.

     

    Saat takriben 23.15 civarıydı.

     

    Kısım ikiye geçtim, bobinleri saran, bayan elemana baktım, sabit bakıyordu, bir anda kaskatı kesildi,

     

    Gözleri fal taşı gibi açıldı, ağzından köpükler saçıldı, adeta bir robot gibi yere çakıldı, öyle şaşırdım ki sormayın.

     

    Hayatımda o ana kadar böyle bir olayla hiç karşılaşmamıştım, aptallaştım!

     

    Hemen yanına yaklaştım, elemanlara, seslendim geldiler, ellerinden gelen ne varsa, ortaya serdiler, maharetlerini gösterdiler.

     

    Yakın arkadaşlarından biri, arkadaşlar telâşlanmayın, zaten belliydi, zavallı ne çekmişti, bunu bir Allah, birde ben bilirim deyince, daha çok şaşırdım!

     

    Hemen orada kendi kendime hayıflandım, haberimiz yok, ama neler var dünyada diye.

     

    Bayan arkadaş, bir müddet sonra ayıldı, kendine geldi, sara hastası olduğunu belittiler, şimdi geçer dediler,

     

    Fakat olsun biz yine de seni, bir hastaneye gönderelim de kontrol edilirsin, durumunun tespiti yapılır, olmaz mı deyince,

    Faydası olmaz acil servisinde ilgi az, izin verirseniz şimdi gidip dinleneyim, yarın nöroloji doktoruna giderim dedi.

     

    Bende tamam, sen durumunu bizden daha iyi bilirsin, diyerek şoföre talimat verdim, evine bırakmasını tembihledim.

     

    Şoför yanıma yaklaştı, kulağıma eğildi, efenim, size söyleyemiyor, ama sigortası hala yapılmadı, personel müdürü oyalayıp duruyor, her maaşında üstelik ücreti kesiliyor deyince;

     

    Beynime kan toplandı, gözlerimin önü karardı, boğazım kurudu, kulaklarım kızardı, ateş yüz hatlarımı sardı.

     

    Allah kahretsin böyle varlığı; Yarabbi senin uygun görmediğin, kullarına tavsiye etmediğin, lanetlediğin,

     

    Kul hakkını gasp ederek, bunu marifet sayarak, aldananlardan eyleme, diye kalbi hislerimle duamı yaptım.

     

    Personel kaleminden, bayanın durumunu kontrol ettim ki, içler acısı yedi aydır çalışıyor, ama sigortası yapılmıyor,

     

    Neden diye sorunca da, iş talebinde bulunanlar pek çok, çalışmak istemiyor mu,hiç nazlandırma hemen kapıya koy,çıkart demesinler mi.

    Bak Mehmet, usta elemanlarının çoğunu yeniledi, sizde aynısını yapın diyerek, tavsiyede bulundular akıl da neleri.

     

    O zaman tepemden sıcak sular bir hışımda indi. Biraz bocalamaya başladım, bende mi gariplik var, idareciler de mi terslik var, diyerek mırıldanmaktan kendimi alamadım.

     

    Sosyal barış, iş ahlakı, dürüstlük, adalet mevhumları nerede kaldı, öyle ya para kazanmak en büyük sanattı, toplumsal temel öğeler, kilere kaldırılmış, menfaat ve yalaklık her tarafı sarmıştı sanki.

     

    Nerede kaldı mükellefiyet, bu kadar yozlaşma, nasıl izah edilir, bütün bunların sebebi ne olabilir diye düşündüm, daha çok dertlendim.

     

    Fakat tiksinmiştim, soğumuş, buz kesilmiştim, hakkımda en hayırlısı ne ise Allah tan onu samimiyetimle istedim.

     

    Kanaatim odur ki;

     

    Tespit ettiğim, şahit olduğum, zulme, haksızlığa, gaspa gücümün yettiğince müdahale etmezsem,

     

    Kendime, kişiliğime, kul olabilme bilincime, saygı duyamam, ses çıkartmaz, seyirci kalırsam, mutlaka katkım olduğuna inanırım.

     

    Dolayısıyla kayıtsız kalıp, seyirci olamam.

     

    Günler ilerledikçe, geldiğim ilk günlerdeki heyecanımı, hevesimi, ümitlerimi ve şevkimi bulamıyorum, sıkıntılı, buruk, amcazademe karşı donuk, bir şekilde fire vermeden çalışıyordum.

     

    Kazandan ipleri çıkarttık, sulardan arınmasını bekliyorduk, boş durmayım diye, ikinci kazanın iplerini, kontrol etmeye başlamıştım ve dalgındım.

     

    Belimi iki kollarıyla kavrayıp, kendine doğru çekerek, dili ve dudaklarıyla el ense eden, bakire hislerimi bir anda galeyana getiren ve inanılmaz şekilde heyecanlandırdı.

     

    İçime hasret kalınmış bir arzu salan kişiye, dönüp baktığımda yüzü alev gibi yanan, gözlerini kapatarak kendini bana sunan, Ferize isminde bir kız.

     

    Allah kalbimi bilir ya, kendimi çok zor zapt ettim, fakat kendimden de geçtim o an, itiraf etmeliyim, şükürler olsun ki hemen toparlandım.

     

    Ferize ne yapıyorsun, nasıl böyle davranırsın, oluyor mu bu yaptığın, çok şaşırdım inan ki, senden hiç beklemezdim, haydi hemen işinin başına dön diyebildim.

     

    Ben sizi geldiğiniz günden belli, gece, gündüz düşünüyor, aklımdan çıkartamıyorum, kendimi sana adıyorum, sensizlikten kahroluyorum,

     

    Fakat bunu sana bir türlü anlatamadım, burada kimseler yokken senin olmaya hazırım demesin mi?

     

    Tabi bu sözler beni ihya ediyor, hoşuma gidiyordu, ama birazda şaşırtıyordu çünkü ben cezp edecek bir güzelliğe haiz değildim,

     

    Kızların ilgisini çekecek, tavırlardan uzaktım, konuştuğum her bir bayanla ölçülü ilişkiler kurardım, işin yoğunluğundan ve özellikle tüm hücrelerime kadar deruhte ettiğim,

     

    Dürüstlük ve namus mevhumu, başka duygulara, kapı aralamaz, dolayısıyla fırsat oluşturmazdım, bunları bir anda aklımdan geçirdim ve orayı terk ettim.

     

    Oldukça dikkatimi çekmiş, ilgimi uyandırmıştı, düşünmediğim duygulara bir anda salmıştı, bir odağa kilitlemişti sanki beni.

     

    Bir anda içimde ki burukluk, hüzün, keder ve dertler kaybolup gitti, onun yerini heyecan, arzular ve takip aldı.

     

    Bayanlara daha çok dikkat ettim ve fark etmediğim tespitleri yaptım, bana ilgisi olan bir Ferize değilmiş,

     

    Sema ve ayrıca Hatice de varmış, onlara dikkat ettim, sanki mübarekler bulunmaz bir insanmışım gibi veya erkeklerin olmadığı mekân da, bir ben varmışım gibi, kendilerini zatıma sunmaya hazırlar.

     

     

    Bir gariplik olmalıydı, hepsi de birbirinden güzel, saygılı ve edalı kızlardı, bu kadar cömert olarak kendilerini bana sunmamalıydılar.

     

    Çünkü onların duygularını okşayacak, ne bir bakışım nede bir romantik imgelerim vardı.

     

    Biraz yaşlı, nur yüzlü, ab destli Hava teyzemiz vardı, sağ olsun beni çok sayar ve severdi, hayır öğütlü, yumuşak dilli, her işin ehli bir hanımefendiydi.

     

    Yanına doğru yaklaştım, tebessüm ediyordu, sanki duygularımı anlamış gibi, sizi üzüyorlar, yoruyorlar değil mi, diyerek devam etti.

     

    Onlar çoktan beri, sana vurgunlar oğlum, bazen kendi aralarında dahi, kavga yapıyorlar, bizler biliyoruz fakat senden yüz bulamıyorlar, mahallede dahi seni konuşuyorlar.

     

    (devamı nakşeden izler 7 de)


  22. Nakşeden İzler (anı Roman 5)

     

    Ben Osman Cilasun beyi aramıştım, yok mu kendisi dedim, efendim kim arıyor acaba, burada kendisi deyince, rahatlamış bir eda ile ben Kayseri’den Mustafa Cilasun dedim.

     

    Efendim bir saniye hemen bağlıyorum ve ben yutkunurken Osman ağabey alo Mustafa dedi.

     

    Ağabey nasılsınız inşallah iyisinizdir, diyerek hatırını sordum, teşekkür etti ve ne yaptığımı merak ettiğini söyledi, kısaca izah ettim, iş aradığımı anlattım.

     

    Mustafa Bursa ya gelmek ister misin, oradaki fabrikamıza senin gibi Meslek lisesi mezunlarına ihtiyacımız var, sonra senin geleceğin için planlarım söz konusu, ne dersin deyince, tabi neden olmasın gelirim ağabey dedim.

     

    Haydi, öyleyse durma bir arabaya atla, şu adrese hemen gel bekliyorum, peki görüşmek üzere diyerek, telefonu kapattık.

     

    Ben aslında evimizin bir oğlu olduğum için, annemle, babamla fakir hanemizde kalarak, altı yıl Ankara da kaldığım çileli günlerimde, hasret dolu yüreğimle Kayseri’yi yeni bulmuş kavuşmuştum.

     

    O yüzden, buradan ayrılmak istemiyordum, zira geleli henüz üç yıl olmuştu. Huzur buluyordum, memleketimden şu an işsiz kalsam bile.

     

    Erciyes dağının haşmetli duruşu, baktığım an içime serinlik sunuşu…

     

    Ali dağının, sakin ve mahzun oluşu…

     

    Yılanlı dağın, ürperten yalın yokuşu…

     

    Erkilet’in, tepe noktada ki kulenin konuşu, her zaman benim huzur ve sırlarımın sığınağı olmuşlardır.

     

    Fakat çare kalmamıştı artık pekiyi demiştik, bir kere üstelikte işsizdik, annem, canım babam üzülmüştü, boş ver gitme biz sensiz ne yapacağız, demişlerdi, fakat başka bir alternatif yoktu.

     

    Hazırlığımı yaptım, gurbete alışıktım, ne çileler çekmiştim, hayat mücadelesi verdiğim yıllarda, ekmek parası kazanmak uğruna.

     

    Sabırla yudumladığım, haksızlığı, zulmü bir tecrübe olarak sineme kalın harflerle yazmıştım bin kere.

     

    Valizim bana bakıyordu haydi durma artık vedalaş diyordu.

     

    Babam ve annemle vedalaşıp terminale vardım, etrafa şöyle bir baktım, yüreğimin derinliklerinden gelen bir ah ki, hışımla salıverdim, durmadım ve otobüse doğru adımladım.

     

    Sormadım bile kimseye, efkârlıydım, tahmin ederek araca daldım, koltuk sıra numaramı aradım, cam kenarı olduğunu anladım, yol arkadaşımdan müsaade alarak, yerimi aldım.

     

    Teypte bir şarkı çalıyordu, sanki ritmik melodisi ve mısraları yolculara yüreğimi tercüme ediyordu.

     

    Bakıyordum camdan dışarıya, dalıyordum hiç bir şey fark etmiyordum, tabi görevlinin biletinize baka bilir miyim diyene kadar.

     

    Uzattım bileti, teşekkür etti verdi, bende anlamadım niçin bilete bakması gerekti.

     

    Nihayet otobüs kaptanı, hayırlı yolculuklar dileyerek, aracı hareket ettirdi.

     

    İlerliyordu araç, o zaman trafik ışığı, felan pek yoktu, hızlanıyordu.

     

    İçim gidiyordu, sonbahar mevsimiydi sanki Kayseri gözümde yaprak, yaprak bir, bir dökülüyordu, yapacağım hiçbir şey yoktu.

     

    Sıkıcı olduğu kadar, yorucu yolculuktan sonra nihayet, Bursa ya gelince kurtulmuş olduk.

     

    Beni karşılamaya gelen bey, Sabri isminde gözlüklü, biraz tarama özürlü, ince uzun boylu, kumral, füme renginde takım elbiseli, gözleri çakı gibi sanki uyanık olduğu her halinden besbelli.

     

    Merhabalaşıp tanıştık, o da benim gibi Kayseri’liymiş, bunu duymam bile beni teselli etmeye yetti.

     

    Özel aracına bindik, biraz yol aldıktan sonra, selametle evine geldik.

     

    Maşallah konuşmaya hasret kalmış gibi, evveliyatından başlayıp, şu anki iştigalini bir solukta anlatıverdi.

     

    Oda çok macera yaşamış, uzun yolda kaptanlık yapmış, haksızlığa dayanamamış, trafik polisleri ile kavga yapmış, o günkü gazetelere sür manşetlik haber olmuş, dolayısıyla kaptanlıktan kovulmuş.

     

    İş ararken amcazadem Osman Bey elinden tutup, Bursa da yeni devraldığı fabrikaya çok az bir hisse vererek, sahiplensin diye yönetici yapmış.

     

    Osman ağabey sürekli İstanbul’da kaldığından, Sabri bey oranın tek sorumlusu ve karar vereni olmuş.

     

    Erkenden kahvaltı yaptık, Bursa’nın pilot sanayi bölgesindeki, İteks a.ş.ünvanlı fabrikaya vardık, oradaki personelle tanıştık, tokalaştık, idareci arkadaşlarla biraz konuştuk.

     

    Refakatçi oldular, bölüm ve kısımları göstererek, işin oluşum ve ahengini bir solukta önüme koydular.

     

    Daha önce geleceğimi duymuşlar, patronun amcasının oğlu olduğumu öğrenmişler, gıyabımda müessese müdürü olarak görmek istediklerinin kararına vermişler.

     

    Bunu benim yüzüme karşı söylediler ama zorlandılar, zira çok belirsizlikler vardı.

     

    İşi tamamıyla öğrenip, tespit ve tayin eden olamayınca, piyon olmaktan başka seçenek kalmaz, ben bunun bilincindeydim ve taltifle oyuna gelmeyecek kadar, insan psikolojisini özümlemiştim.

     

    Hayatıma nakış güzelliğinde işlenen ve iliklerime kadar nüfus eden, hiç silemediğim ve sürekli üzerimde taşıdığım, tecrübe olarak kalan silinmeyen izler, benim mihengim, yoldaşım olmuşlardı.

     

    Fabrikada, iki vardiya olarak çalışılacak, sürekli mesaiye kalınacak, yüklü siparişler olduğundan, iplik balyaları hazırlanıp teslim edilecek, gerekirse fabrikaya takviye işçi alınacak, kararına varılarak ilgililer uyarıldı.

     

    Öyle bir iş vardı ki heyecanlanıyordum, annem, babam ve Kayserim güzel memleketim nerede kaldı, inanın çalışırken unutuyordum.

     

    Yatsı namazımı zor kılıyor, uzandığım yerde uyuya kalıyordum.

     

    Yorulmuyor, keyif alıyor ve özellikle hoşlanıyordum, Allah işsiz kalanların yardımcısı olsun çünkü o psikoloji çekilir, tahammül edilir gibi dert değil.

    Yirmi dört saat fabrikada kalıyor yetiştiğim her işe koşmaya çalışıyordum.

     

    Fakat zaman öyle hızlı akıyordu ki, yapacağımız işleri yetiştiremiyor, yeni oluşumlar ve sıkıntılar durmuyor devam ederek geliyordu.

     

    İşin yoğunluğu beni öylesine içine almış ve sarmıştı ki, tam beş ay geçmiş olduğunu her nasılsa pek fark edemedim.

     

    İlk önce vardiya amiri oldum, mahiyetimde elli beş kişi çalışıyor, on iki saat mesaiye kalınıyor ve beş kazan mal (iplik)boyaya hazırlanıyordu.

     

    İthal boyalar son derece hassas bir şekilde tarafımdan tartılıyor, asit’i katılıyor en uygun biçimde karıştırılıyor ve kazan içinde belirli bir sıcaklığa getirilmiş, hazır bekleyen suya katılarak, kazanın kapağı kapatılıyor, kelepçeler takılaşarak, vanalar açılıyordu.

     

    Yüz derece ısıya kadar kaynatılıp, ipliğin boyayı çekmesi dolayısıyla kıvamına gelmesi bekleniyor ve bir müddet sonra kazanın kapağı açılarak, soğuması bekleniyordu.

     

    En ufak bir yanlışlık yapılırsa, defo ve abraş meydana gelir, yapılan tüm çalışmalar heba olur, işverenin suratı asılır ve abraşlı mal hiçbir işe yaramadığından bir kenara konarak bekletilirdi, daha sonra değerlendirmek üzere.

     

    Böyle durumlarda suçlu aranır, fakat maalesef bir türlü bulunamazdı.

     

    Çünkü iplik boyama işlerinde, on beş yıllık tecrübesi olan, kendini bulunmaz bir bursa kumaşı olarak sunmayı başarmış bir insan var karşımda.

     

    Ve çok kıymetli, değişemez olduğunun zehabına kapılarak, her zaman içebilen, kazancını dost edindiği kadınlarla yaşayan ve bundan hiç bir vakit gocunmayan bir insan.

     

    Bu gayri meşru yaşantısını, siyah bir şavrole taksiyi seçerek zenginleştiren ve bu araçla gece, gündüz gezmeyi marifet sayan bir insan.

     

    İşleri bir alt kademede bulunan görevlilere havale ederek kaybolan, meşhur Mehmet ustamız vardı ve benim karşı vardiyamın amiriydi bu insan.

     

    Neredesin diye sorulunca sürekli mazeret ileri sürebilen, oldukça kurnaz olan, kalender görümünde, babacan tavırlı olmayı becerebilen bu insan.

     

    Ufak boyu, yeşil gözlü, hafif göbekli, biraz tarama özürlü, bir insan.

     

    Çalışanların Mehmet ustanın her işlediği haltı bildiği halde, maalesef çaresizlik içinde sessiz kalmalarına hala şaşarım.

     

    Şaşkın bakışlarla suçu üstlenmek zorunda kalmaları, aksi bir davranış durumda, anında işten çıkarılma korkusunu yaşayarak sigorta adına sabrettikleri, meşhur Mehmet usta ve ekibiydi.

     

    Sürekli onun vardiyasında, bir iki kazan mal defolu çıkar, oda kendini kurtarmak adına çalışanları suçlar, onlara sürekli fırça atar, böyle giderse hepsini kovalayıp yeniden kadro kuracağını söyleyerek,

     

    Zavallı işçileri sindirir, vardiya dönüp gece mesaisine kaldığı zaman, odasına çekilerek âlemine dalardı.

     

    Ben bunların hepsini tespit ediyor, fakat seslenmiyor, sabrediyordum, zira benim işim bunlarla uğraşmak değildi.

     

    Kendi vardiyamda sosyal yapının şartı olarak gördüğüm, iş verimliliğinin mutlaka artması adına telakki ettiğim, arkadaşlık ve muhabbet rüzgârının esmesini temin adına, sürekli yenilikler yapıyordum.

     

    Çalışma ortamını, herkesin benimsediği, güven duyduğu, huzur bulduğu, saygı ve sevginin önemsendiği, herkesin mutlaka dinlendiği, bir ortam esenliğine götürüyor ve yoğun bir şekilde koşturuyordum.

     

    Bayan arkadaşların sayısı, yirmi kişiye yakındı, her birinin ayrı derdi var, çoğunun bağrı yanıktı.

     

    Hayat mücadelesinin verildiği bir ortamda, kaderlerindeki fırtınanın, onları kum taneleri gibi çok faklı yerlere savurmuş olduğunu öğreniyorum.

     

    Hüzün, kaygı, her zaman bol idi, ümit ise oldukça azdı, fakat çok kıymetliydi, ufukta belirdiği zaman, bakan gözler kiminse, ışıl ışıl canlanır, yanardı.

     

    Hayırdır inşallah, bugün daha iyisin dendiği vakit, bir anda, gönül rahatlığında, heyecanının refakatinde, soluk, soluğa anlatırlardı.

     

    Paylaşırdık, elimizden gelen katkıyı, esirgemez yapardık, umursamaz olamazdık, çünkü kaynaşmış, zor olanı başarmıştık, bir aile ortamı esenliğinde, sıcak ve samimi birer dostlar olmuştuk.

     

    Böyle çalışma ortamlarında, başarısızlık, barınamaz, mekân tutamazdı, çünkü husumet yoktu, karalama, kaypaklık ve özellikle yalan hiç kıymet bulamıyordu.

     

    Ön yargı ile beslenmek, arkadan çekiştirmek kabul görmüyordu, dinlemeden mahkûm etmenin, haksızlık olduğu bilinci yerleşmişti bir kez.

     

    Böylece insanlara şırınga edilen;

     

    Toplumsal hastalıklara, geçit yoktu, hepimiz birimiz, birimiz hepimiz için, seferber olmuştuk, kenetlenmiş bir bütünlüğe giden yola, gönül koymuştuk.

     

    Çalışanların geneli, vasıfsız olduğu için, kısa zamanda tarafımdan yetiştiriliyor, vasıf kazanması sağlanıyordu.

     

    Onun geleceğini de bir anlamda, düşünmek zorundaydım.

     

    Yeter ki, harbi, mert, dürüstlükten taviz vermeyen, şahsiyet bütünlüğünde ufku saf, yalak ve salak olmasın.

     

    Bu ilkeler benim olmazsa, olmaz şartlarımdı.

     

    Sinemde oluşmuş ve oturmuş değişmez kanaatimdi!

     

    İnsanlar yaşadıkları sürece, mutlaka hata, yanlış veya suç işleyebilirler, bunlar mümkün olan fiillerdi, nihayetinde insan değil mi?

     

    Haiz oldukları şartları ve sosyal dokuyu, araştırıp sorgulamadan bu oluşum ve açılımları analiz etmeden, insanları mahkûm etmeye kalkarsak, bir anlamda zulmetmiş sayılırız.

     

    Ve işte o zaman; temelden hatayı bizler yapmış oluyoruz.

     

    Çünkü temel konularda tercihleri fertlere bırakmıyoruz, önlerine koyduğumuz tercihi yapmaya, bilakis bizler zorluyoruz.

     

    İnsanların inisiyatif hakkını, bilerek gasp ediyoruz, dolayısıyla belki farkında bile olmadan, asıl yanlışı bizler yapıyoruz.

     

    Şu anda bizleri yargılayacak, bir kimse çıkamıyor, zira gücün bu gün, bizlerde bulunuyor olması yeterli görünüyor!

     

    Zavallının zaten mecali kalmamış ki, haykırsın haksızlığı var gücüyle.

     

    Yine onlara durmadan, sizler ne bilirsiniz, düşünemezsiniz bile, sadece söyleneni yaparsınız demiyor muyuz çoğu vakit.

     

    Her zaman kendi akıl ve zanlarımızı ön plana çıkartarak, onlarda akletme, tahkik etme, imkânını tanımadan tahayyül diye bir şey bırakıyor muyuz?

     

    Bunları bizlere yaptıran her ne olursa olsun, sermaye, politika, makam veya şerrimizden korkulan zulmümüzdür.

     

    İster kabul edelim veya etmeyelim azgın bir nefis için ne fark edecek.

     

    Eğer hakkıyla düşünürsek, bunların pek çoğunu, aynı şartlara haiz olarak elde etmemişizdir.

     

    Mutlaka çok önemli desteğimiz veya desiselerimiz mevcuttur.

     

    Yok, eğer hak ederek gelmiş isek, enaniyetimiz veya farkında olmadığımız tekebbürümüz, bunları bizlere yaptırmaktadır.

     

    Çünkü halkın kucakladığı, her müspet tavrın arkasında, objektif ahlak, şeffaf yönetim ve mutlaka hakkaniyet vardır.

     

    Bu hareket sosyal bir gerçektir, bunu fark ederek göremeyenler, ne hazindir ki; zavallılar ve terapiye ihtiyacı olan, biçarelerdir.

     

    Fabrikanın bir bölümünde, mescit olarak ayrılan, küçük, kare biçiminde olan, mesai dâhilinde her türlü gürültüyü cömertçe içine alan, koyu yeşil halı ser döşeli, odaya bir somya yerleştirip, burayı lojman niyetiyle kullanmak zorunda kalıyordum.

     

    Güya hedefimiz fabrikadaki her faaliyeti öğrenmek ve özümsemekti!

     

    Fakat kaldığım yer, dinlendiğim mekân beni sıkıyor, daha çok yoruyordu, kendimi dinlemem mümkün görünmüyordu.

     

    Kimseye söylemiyor, sabrediyordum, istiyordum ki, amcazadem, tespitini yapsın, bir gün yerimde yatsın, benim hissiyatımı anlasın ve çözüm arasın.

     

    Bir akşam benim gece vardiyamda geldi, saat 02.45 e kadar çalıştı, aynı bir işçi konumunda, röleleri taşıyor, istif yapıyor, makine’nin başına geçiyor, ipleri sarıyordu.

     

    İlgisizdi, son derece yoğun olduğu gözleniyordu, zihni kaldığı mekânda değil, başka ufuklarda dolaşıyordu.

     

    Yorulmuş olmalı ki, işlerden sıyrıldı, bana doğru yaklaştı Mustafa senin yattığın yer müsait mi, yatmayı düşünüyorum, ne dersin dedi.

     

    Tabi müsait buyurun gidelim diyerek, refakat ettim, yatağı açtım, yardımcı olacağım bir şey var mı, diye sordum, teşekkür etti sabah görüşür, konuşuruz seni epeydir dinlemiyorum, bu fırsatı bulmuş oluruz dedi.

     

    Dolayısıyla bende hayırlı geceler dileyerek ayrılmak zorunda kaldım.

     

    Sabah Osman ağabeyin isteği üzere, saat 06.30 da uyandırdım, dinlenmiş görünüyordu, işlerin nasıl gittiğini sordu, gayet güzel geçti, bir vukuatımız olmadı dedim.

     

    (devamı nakşeden izler 6 da)

×
×
  • Create New...