Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]

Mustafa Cilasun

Üye
  • Content Count

    1,595
  • Joined

  • Last visited

  • Days Won

    4

Posts posted by Mustafa Cilasun


  1. Mihengim!

     

    Sahilin sessizliğinde,

    Mehtabı yaşarken;

    İçtenliğin ve zarafetin,

    Dalgaları kuşatmış görüyorum.

     

    Öyle bir duruşun var ki,

    Cazibeler yumağı olmuşun,

    Aldığım nefeste kokluyor,

    Verdiğim solukta sana konuyorum.

     

    Gördüğüm her yerde,

    Seni görüyor ve öylece yudumluyorum.

     

    Uyanık iken rüyaya,

    Aç iken suya kanıyorum.

    Issızlığın serinliğinde,

    Seni terennümle anıyorum.

     

    Benliğimi bitap ettin,

    Sineme gülleler attın,

    Takatsiz bırakıp, hicrana kattın.

     

    Duygularımın zirvesinde,

    Anılarımın gölgesinde,

    Öyle mesrur haz, yaşıyorum ki,

    Sana, Müteşekkir kalıyorum.

     

    Dalgalar yüzeyde kasvetli,

    Derinler sakin sinemdeki,

    Hislerim seninle kaim,

    Görünüşüm aldatmasın sakın.

     

    Kışın güneşi arar yazın,

    Serinliğine dalarcasına,

    Seni hissetmezsem,

    Hayıflanıyor kalıyorum.

     

    Ritmin vurguladığı,

    Meşkin sorgulandığı,

    Ahenk derinliğinde,

    Sinemdeki bakire,

    Mertliğimde ellerimi,

    Sana açıyorum.


  2. Akşama Yakın Bir Vakitti.

     

    Akşama yakın bir vakitti.

    Kuşlar o kadar güzel uçuyorlardı ki hürriyetin yekparesinde bir nefes sıhhat gibi.

     

    Oldukça canlı ve diri bir keyfiyette, hilkatleri mucibince, rızklarının taksimince!

    Semanın haşmeti, maviliğin enginliği, bulutların serpilişi bir nizamın ölçüsüydü.

     

    Etrafımız oldukça kalabalıktı, muhtelif seslerin can havliyle çıktığı, meramların paylaşıldığı, dikkatlerin bir yöne doğru çekilmek dilendiği bir ortamdı.

     

    Her bir arkadaşım bir güç gösterisine soyunmuştu sanki. Aslen güçsüz olanlar dahi her zaman ulaşabileceği bir babası veya annesi olduğundan, evleri yakın bulunduğundan daha çok baskın çıkıyorlardı.

     

    Top oynansa, maç yapılsa, met değnekte olsa, yakarda karar kılınsa, tıpta oynansa, saklambaçta varsa yinede pek değişen bir şey olmuyordu bu meyanda.

     

    Uçurtmalarımız çok olmuştur, topaçlarımız nasılda zınılayarak ses çıkartırlardı.

    Bir kaş arkadaş uçurtma sevdasıyla gökyüzünde seyri âlem ederken düşlerimiz, hülya sağanaklarımız, kursağımızda kalan umutlarımız sayfalarını açardı sanki!

     

    Bir ayçiçeğinin kalpaklarında, bir mısırın sümbül yelpazesinde, bir nohudun metanetinde, bir karpuzun masumiyetinde, bir kavunun dirayetinde, bir çileğin zarafetinde, bir domatesin hazırlığında, bir biberin süzülüşünde farklı farklı!

     

    En heyecanlı anlarımızda annemizin gel diyen amir sesi ne de hoşnutsuzdu!

     

    Babalarımız sanki daha bir masumdu, çok yüz göz olmazlardı, çalışan dirayetli pervanelerdi. Annelerimiz sabrın demi, sevginin seli, hoş görünün nefesiydi.

     

    Ablalarımız can yoldaşımız, yardım sağanağımız, kaygı yumağımız canlardı.

    Ağabeylerimiz sanki daha katı, yaptırım noktasında karalı, müsamaha açısından çok sıkıntılı olanlardı.

     

    Komşularımız ne kadarda birbirinden farklı insanlardı. Bir kooperatif marifetiyle bir müşterekliği bulunan, çok değişik mekânlardan gelmek zorunda kalanlardı.

     

    Kültür farkı o kadar sarih olandı ki, tercih sebepleri dikkate şayan olanlardı.

     

    Bir Ahmet amca vardı ki sakin bir adamdı, eskilerin klup sigarasını çok içerdi.

    Hasan amca canı tez olan her bir olayda bir tutam tuzu bulunan farklı insandı.

    Fethi amca çok ciğerpare olan bir amcaydı, tebessüm yüzünden asla eksik olmazdı, çok narin kızardı, her vakit yardıma koşan değerli ve dost bir insandı.

     

    Ama Hatice teyze yani hanımı tam tersi, asık suratlı, iddiacı, layardımcı olandı.

    Hani derler ya tencere yuvarlanıp kapağını bulmuş tesellemesi misali gibi.

     

    Evlerinin tek oğlu durumunda ki Mehmet çok şımartılmıştı. Babasının avcılık lakabı bulunan Mehmet’e kimseler söz edemezlerdi. Ne kadar çok şımarsa da!

     

    Çok haksızlık yapsa da, onun her hareketi birilerince masum karşılanırdı. Çünkü avcı olan Ahmet amcadan çok korkarlardı. Lakin Ahmet amca bunlardan habersiz olan, kendi işleriyle ilgili çalışmaları bulunan çok sakin bir insandı.

     

    Bizler uzaktan da olsa bir kötülüğüne şahit olamadığımızdan azda olsa onu severdik. Oğlu Mehmet’i hiç sevmediğimiz halde, onu şımarttığını bildiğimiz nedenle diyemem, çünkü onu hiç yüz göz olurken görmemiştik.

     

    Bir gün yine uçurtmalarımızı uçururken şımarık Mehmet bir diğer arkadaşın ipini kopartmak için, uçurtmasını kaçırtmak için saldırmıştı.

     

    Mağdur olan arkadaşımız Sait ne kadar sabrederek dirense de, bizler bir gayret göstersek te tüm çabalarımız nafileydi. Mehmet’i bir kere hırs basmıştı.

     

    Çok rahat dövebileceğimiz bir arkadaştı lakin onun babası acı olan bir adandı!

    Ara da olsa omzunda tüfekle gezdiği görülürdü. Farklı kıyafetler eşliğinde.

     

    Mehmet mücadelesine devam ederken mağdur olan arkadaş Sait’in babası işten geliyormuş duyduğu sesler onun dikkatini çekince koşarak geldi ve sevimsiz mücadeleyi gördü.

     

    Ayırmak için yüksek sesle müdahale etse de Mehmet artık dut durak bilmiyordu.

    Hakaretler yapmaya başladı, salim amca fazla dayanamadı ve Mehmet’e bir fiske vurdu.

     

    Mehmet ağlayarak koşar adımlarla babasını çağırmaya gittiğini haykırıyordu.

    Bir müddet sonra Mehmet anne ve babasına her ne anlatmışsa bir fırtına koptu.

     

    Mehmet’in babası tüfeği elinde soluk soluğa koşarak geldi. Salim amcanın oğlu Sait’in uçurtmasını hedef alarak tüfeği ateşlemişti.

     

    Bizlerde korku ile havada ki uçurtmaya bakıyorduk.

     

    Uçurtma tam ortasından delinmişti ve çok fazla direnmeden elektrik direğine dolandı ve arada çaresiz bir şekilde kalmıştı.

     

    Tüfeğin saçmalarından nasibini alan üç tane kuşta cansız bedenleriyle yere öylece düşmüşlerdi.

     

    Hırsın, mantıksızlığın, ahmaklığın bir yaşı olmadığını o kadar bariz bir şekilde görmüştük ki şaşkınlığımız ayyuka çıkmıştı.

     

    Başlangıç paragrafında neler söylemiştik oysaki!

     

    Kuşlar o kadar güzel uçuyorlardı ki hürriyetin yekparesinde bir nefes sıhhat gibi.

    Oldukça canlı ve diri bir keyfiyette, hilkatleri mucibince, rızklarının taksimince!

    Semanın haşmeti, maviliğin enginliği, bulutların serpilişi bir nizamın ölçüsüydü.

     

    Ne kalmıştı bunlarda artan geriye sadece terbiye edilmeyen, tefekkürle şekillenmeyen, ahirle özleşmeyen, mizanla bütünleşmeyen fiiliyatlar.

     

    Gözyaşından başka bir şey kalmamıştı. Üzülenler çok fazlaydı. Hafızalarına kayıt düşenler en bahtsız olan zavallı masum çocuklardı.

     

    Düşünmek onu tercih etmek, insan olmanın erdemiyle nefeslenmek demektir.


  3. Düşünmek Onunla El Ele Yürümeyi Denemek!

     

    Her nedense bu günlerde sinemin daraldığını çok hissediyorum.

     

    Muhakkak ki soruyorum, düşünüyorum, fikri teatiyi çok önemsiyorum.

    Zaten bundan öte ne yapıla biliyor ki? Sessizlik içinde nefeslenme gibi!

    Hadiselerin mücbir sebepleri belli değil mi? Yıllara sâri bir illet misali.

     

    Ceddim hani bir zamanlar demişti ya! Kulak asan mı var sanki!

     

    İnsan olma özelliğimizin dahi tartışılıyor olması dahi kimlerin derdi sanki?

    Hayatın anlaşılması, hadisatın zuhuru, ebet ve ezelin hala bir tefekkür muhayyilesiyle bilinmiyor olması ne kadar gariptir lakin ne yapıla bilir ki?

     

    Teknik açılımlar insanlığın huzur ve teminatı muvacehesince tasnif edilmesi gerekirken, asırlar boyunca hangi maksada binaen kullanıldığı aşikâr değil mi?

     

    Saygı kimlere duyulur, sevgi kimler için zorunludur, münasebet sınırı hangi ölçüler sebebiyle meşrulaştırılır, kültürel alt yapı neden sürekli asimile ye uğratılır çok anlaşılır olmasa gerekir.

     

    Bireysel olarak katkı payımız oranında söz hakkımız ne kadar mümkün! Neden kolluk kuvvetleri hala bir ürperti nedenidir? Bizim için görev yaptıkları bilinmesine rağmen. Bir illegaliteye bulaşmamıza rağmen. Kendi çocuklarımız olduğunu bilmemize rağmen.

     

    Neden devlet ve organları halkımıza bu kadar mesafeli bir duruş sergilemek durumunda kalırlar çok anlaşılır olmasa gerek! Neden kolluk kuvvetlerinin asayiş adına görev ifa ettikleri mahalli noktaların adı “karakoldur”

     

    Oysaki bu merkezler huzurun ve sürurun temini için var olan merkezlerdir. Anlaşmazlığın, nizamsızlığın kişi hak ve özgürlüklerinin temininin sağlandığı mekânlardır. Ancak ne kadarı mümkün oluyor düşünmemiz gerekmez mi?

     

    Benim devletim, bizim devletimiz derken milli duyarlılığımızı meydanlara taşırken, sükûnet tavsiye edilirken, kanlar dökülürken sanki hala bir karmaşa içindeyiz!

     

    Büyük Ortadoğu projesi kavramını hatırlayalım, kimlerin ihdas ettiklerine şöyle bir bakalım, arzı cihanı demokrasi vaatleriyle işgal eden müstekbirleri unutmayalım. Lakin bir stratejik ortaklığımız sözde de olsa devam ettiriliyor.

     

    Neden? Kuvvetin merkezi, gücün temsilcisi dünya ülkelerinin hamileri olmaları sebebiyledir zannederim. Ki dikkat ederseniz savaşın sebebi, asayişi kendi heva ve heveslerine göre tanzim eden zamane tağuti tuğyan güçleridir.

     

    Kendi ülkelerinde dahi huzur ve güvenliği sağlayamayan, tabalarını zorunlu kölelikte daimiliğe alıştıran, insanları düşünmekten alıkoyan asi bir sistem!

     

    Tüketim toplumlarının genel hastalığı hala ne zaman deşifre edilerek, bizim insanlarımızın manasına bir önem arz ederek, insanlığın düşünmek mefkûresine zenginlik zuhur edecektir. Halin seyrinde esinlenecektir, ahiri netleşecektir.

     

    Sevmeden bir müşterekliğin içinde nefeslenmek bazen o kadar zor gelir ki, kurulmayı arzu edersiniz sinenin derinliğinden.

    İnsan bu! Manasında ki ahenk, muhayyilesinde ki ezeli koku, fıtri güzellik donatısı, bu manada ki hazzı ihsan eden aşkı, tefekkür ikliminde ki her aldığı nefeste ki teyakkuzu nasıl izah edilebilinir ki?

     

    Nebatat! Ne kadar berrak bir senfoni, hilkatinin esenliğinde adımlayarak maddesine bir anlam katarak, güzelliğini insanlığa sunarak ahirin izlerinden yürümek… Şevk vermek… Sebebini bilmek… Hikmetini nefeslenmek… Dirilmek!

     

    Tahkik yeteneğimizi geliştirerek öncelikle kendimizi sonra ayalimizi sonra sevdiklerimizi hilmin esenliğinde, hataların acizliğinde, tekebbürün hadsizliğinde dilerseniz yeniden bir düşünelim.

     

    Kimliğimizin anlam bulduğu tüm güzelliklerin başka canların baharlarındayken düştüğümüz acziyeti, gücümüzün seviyesini, hissiyatımızın bahanesini bilirken.

     

    Şefkate aç yetişmiş bir gönül, gülün değerini ne kadar anlar ki? Şefkate boğulmuş gönüller dikenin hikmetinden anlamadıkları misali!

     

    Yılışık, şımarık yetiştirilen nesillerin gülizarda tepinmeleri ahenksizliği gibi!

    Hadsizliğinden kaya neden olan bir arsızın, “kaskom var kardeşim” diyebildiği gibi. İnsan, insan olduğu için düşünen, akledendir başka bir ifadeyle adam gibidir.

     

    Kulluk hukuku nedir bilir, mecburdur, icbardır, mutlak bilmelidir. Zira insanlığın gereğidir. Aidiyetin nedenidir, ahirin sebebidir, mizanın ölçeğidir.

     

    Öncelikle insan kendine saygılı olmalıdır. Saygı çok iyi tanımlanmalıdır. Kimler için duyulacağı bilinmelidir. Yoksa sevgi bilinmeyen serdedilen olarak bilinir.

     

    Mükellef olanla olmayanın farkı gibi! Bunun şartlarının gereği sadece belirli bir yaşa gelmek olmadığı bilindiği gerçeği, tefekkür edilince öğrenileceği hakikati.

     

    Müstekbir: Hakkı olamadığı halde hakları gasbeten, hak ilan eden demektir.

    Müstezaf: Hakları gasp edilen, ellerinden zorla alınan insanlar demektir.

     

    Mükellef: Her şeye boyun eğen, sebebini merek etmeyen, ne verirlerse şükreden değildir! Maalesef bir çarpık kader telakkisiyle insanlar uyutulmaktadırlar.

     

    Ne anlama geldiği düşünenler için muhakkak ki bilinmelidir. Açılımları tefekkür edilmelidir. Bu manada akıl neden çok önemlidir haliyle sahipleri tarafından merak edilmelidir.

     

    Manasını kaybetmeyen bir insan, asla ve kat’a hiçbir nesneye zarar verme lüksleri bulunmamaktadır. Zaten aşk bunun için asli bir ihtiyaçtır.

     

    Lakin kimlerin nasibidir, gayret nerdedir, tefekkür halin seyrinde sebebini bilmektir, onun verdiği hazla nazar edebilmeyi tercih etmektir.

     

    Sevemeden diyarı terk etmek, aşkı bilmeden ahkam kesmek ne acıdır!


  4. Eğer Bir Bilseniz Ki!

     

     

    Ey tefekkür eden can

    İsmiyle müsemma olan insan

    Biliyoruz ki her bir can

    Farklılığı bulunan bir âlemdir

     

    İnkişaf ve inhisar

    İtminanlık bakımından

    Hale bir akse da olarak

    Aksetme misse

    Hüzün ve yeis vardır

     

    Bircan olarak yazma dilim ve tarzım

    Acizliğimden farklı seçeneklerle

    Mücehhez olamamamdan

    Kaynaklandığı muhakkaktır

     

    Yazmam hususuna gelir isek

    İşte ne yaparsınız ki

    Boş bir başak misali

    Lafazanlığa cüret edince

    Böyle oluyor maalesef

     

    Siz lütfen kusurumuzu bağışlayın

    Dilediğinizi ve değer verdiğinizi

    Okumayı tercih edin şiirlerimden

    Edebe ihtiyaçlı bir can olarak

     

    Edebi bir dalda yazmak

    Elbette ki haddim olamazdı

    Sadece melalimi paylaşmak için

    Huzurunuza çıkmaya

    Cesaret edebilmiştim

     

    İlginizden dolayı, tercihiniz

    Sebebiyle sizlere müteşekkirim

    Sizi kalbinizin sahibine emanet ederken

    Huzur ve itminanlık diliyorum

    Selam ve saygılarımla


  5. Edebi yönden oldukça zevkle okuduğum bu yazınızdan ötürü tekrardan teşekkür ediyoru(m)z. Hamd olsun, sitemizde, yazılarımızda gözardı edilmeyen edebi zevki sizin yazılarınızda da ön planda ve öncelikli olarak görünce içimizdeki "edebi mekan" kendisini mesrur ve memnun bulmakta. Çok noktada muzdarip olan mahzun ve mazlum olan manamız/ruhumuz, bu sanal ama ulvi ortamda kendisini renklendirebiliyor,şekillendirebiliyor.Kelimelerin sırlı büyüsünde kendisini saklayan revnakları diğer bölümlerimizle birlikte sizin de yazılarızla birlikte tadabiliyoruz...

     

    Üstadın anıldığı/anlatıldığı sitemizde hep böyle paylaşımları beklemekteyiz...

     

    saygılarımla

     

    Gönlüm bir hicranın arefesinde halin esintisiyle ahengi ararken, mana muhayyilesi, bir hasret olarak gün yüzüne muhtaçtı. Üstadlar rahmetin şerefine nail olurlarken hayatlarını hasrettiği dava enginliği evrenselliğin güzelliklerinden seyirlerdi. İşte o vakit cefa aşk idi, safahat zilletti. Uykuya hasret gözler mihengi için ne büyük güzellikte nazar ederken, hüzün en büyük bir şevkti. Sevmek... Onu bilmek... Onun için enefeslenmek... Ne muazzam bir şerefti...

    Yazmak... Onun için yanmak... Bu uğurda yaşamak... Ancak böylece anlamlı olmak... Canı, cananı, sevdayı, hülyayı aşkı hal içinde vakfetemek...

    Bir yaprağın hiçliğinde ki bu ahvalim sizler için bir mna ifade ediyorsa... Onun için ancak hamd edilmelidir... Tesirin kimden olduğu bilinmelidir... Teşekürler.


  6. Bilmek!

     

     

     

    Her nefes,

    Nafilemidir?

     

    Asla!

    Zerresi,

    Sahibine aittir?

     

    Hak,

    Bir hakikattir?

     

    Zan,

    Cehalettir?

     

    Kaygı,

    Adavettir?

     

    Yargı,

    Garabettir?

     

    Saygı,

    Nezakettir?

    Aldı,

    Hassasiyettir?

     

    Nal,

    Zarurettir?

     

    Mal,

    Sahavettir?

     

    Bal,

    Bir ibrettir?

     

    Sal,

    Suyu bilmektir?

     

    Zar,

    Bir gaflettir?

     

    Kar,

    Rahmettir?

     

    Nar,

    Berekettir?

     

    Bar,

    Rezalettir?

     

    Can,

    Bir nihayettir?

     

    Kan,

    Asliyendir?

     

    Canan,

    En yakınındır?

     

    Ar,

    Edep bilmektir?

     

    An,

    Bir akibetir?

     

    Yar,

    Bir gayedir?


  7. Fırsatım ölçüsünde şimdilik ancak bu hikayenizin 1. kısmını okuyabildim. Şu ana kadarki intibamı belirteyim: Cümleler çok net,duru ve anlaşılır. Sadece bu yazınıza bakarak baş kahramandan için "bir" yorum getireyim: Arayışın kollarında hayat süren şahsı remzlendirmektedir.

    Keyfiyet sahibi olduğunuzu eserinizden anlıyoruz. Hikayeniz, bizlere de farklı bir cihetten farklı düşüncelerin/duyguların potresini sunmaktadır. Olayın serencamını hayli merak ederek bende şimdilik burada noktalayayım. Elinize ve emeğinize sağlık efendim.

     

    İlginiz, bu vesileyle himmetiniz, tahkik yeteneğiniz, muhayyileniz, atfettikleriniz, metanetiniz sizler için güzellikler dileriz, hayırlar niyaz eyleriz.


  8. Değerli Bir Yazar Arkadaşıma!

     

     

    “iki hayatın var olduğunu ve hayal âlemin de bulunduğumuzu farz edersek, ağırlığın verilmesi gereken yeri bilenlerdendir demek yerinde olur” diyorsunuz.

    Sevgili üstat; zatımla ilgili tespitleriniz için bahtiyar olduğumu bilmenizi isterim.

    Makale, hikâyelerim için “devede kulak kalır” teşhisiniz biraz manidar geldi.“Nakşeden izler” anı roman çalışmamı ilgili siteye bir bütün halinde ekleme fırsatını bulamamıştım. Bu nedenle bölümler halinde yayınladım.

    Bu çalışmam diğer sitelerde fevkalade revaçtadır. Bir okur sıkıntısını, tasasını asla çekmedim ve böyle bir beklentiye meyletmedim.

    Zira tesirin sebebini bilendim bu bakımdan muhakkak ki heder-i nefestim.

    Şiir çalışmama gelince; bu alanda çok başarılı olduğum söylenemez elbette.

    Çünkü mısralarımı şair olduğum için veya bu sıfatın hasretiyle yoğrulduğum için yazmıyorum.

    Hani bir hüznün nağmesi bizleri farklı hissiyat serencamında yol aldırırlar ya…

    Maddeden maada bir nefes gibi… Şekliyeti şutlayan bir abit misali…

    Tefekkür ikliminden haz alan bir nefeslik can gibi…

    Aşkın demiyle kavrulan deveran inisiyatifi…

    Cezbeye tutulmuş feveran misali bilinir ya…

    Yazmak… Onu anlamak… Onun için var olmak…

    Düşünmek… Neyi düşüneceğimizi bilmek gibi…

    Sevmek… Hinlikten bertaraf olmayı bilmek…

    Sineyi bahşedeni La şerike diyerek diyardan göçmeyi tercih etmek!

    İşte değerli dost neylersin, bir acizliğin muhayyilesiyle nefeslenirken.

    Atmosferde yankı bulan feryadımın ahenk sızısı serdedildiği gibi…

    Bu maksada binaen okurlarımdan gelen talepler nedeniyle belki biraz fazla zaman ayırdığımı söylemek mümkündür…

    En fazla şiir ürettiğim dönem, yazmaya başladığımdan itibarendir.

    Ama sevgili üstat bilmelisiniz ki, o kadar güzel tepkiler alıyorum ki edebiyat çevrelerinden, haz almadığımı söylemeden geçemeyeceğim.

    Şiirlerime, ilham perimin kayıplara karışması sebebiyle, bir süreliğine ara verdiğimi belirtsem çok manidar bulur musunuz?

    En son yayınladığım” Nefesinle solayım” çalışmasıdır.

    Fakat en çok alındığım, başlangıç paragrafında ki hatırlatmanızdır.

    Hakikaten biraz yüreğimi sızlattı…

    “İki dünyanın var olduğunu ve hayal âleminde bulunmak”

    Demek ki yazdıklarımda bu pek fark edilmiyordu.

    Hayalin eşiğinde bir emeğin döküntüleriydi… Hayal…

    Ah bu hayal olmasaydı… Aşk nasıl anlaşılırdı… Nasıl yaşanırdı?

    Kurtulamadığımız bir monotonluğun pençesinde yaşamak, o kadar meşakkatli ki benim için, inanın kelimelerle anlatmak kifayetsizdir…

    İşte sevgili üstat şiirlerle ben hayalin meşkinde seyretmişsem, inanın bundan asla bizar değilim, çok keyif aldım, birçok yeni dost kazandım.

    Yüreğimin hücresinde hapsolan duygularımın kapısını, atmosfer dostlarına açtım.

    Onlarla paylaştım, sağ olsunlar kıymet verdiler, yorumlarda bulundular…

    Aşk bir hakikatse onu yaşadım dersem abartmış olur muyum bilmiyorum.

    Hissettiğim aşkın ta kendisiydi… Bilmeden… Görülmeden…

    Sadece satırlarla yaşana bir aşk düşüne biliyor musunuz?

    Şekliyeti önceleyenler biliyorum ki çok şaşıracaktır…

    Kim ne derse desin şaşmayan bir esin kaynağım olmuşu!

    Mısralarında bulduğum mana derinliği, hislerimi tetikliyordu.

    O bir sanatçı ruhluydu… Mısralarında güftenin izleri mevcuttu…

    Bir kemanın nağmelerinde dinlenseydi mısraları ne harika olurdu…

    Bir ressamım hassasiyeti mevcuttu… Tuval onun ellerinde raks ediyordu…

    İşte hissettiklerinizi bu haleti ruhla kaleme alırsanız…

    Neler çıkıyor emeğinizden bir bilseniz…

    Aşk acısını bilen kaç insan vardır… Arzunun değil, hazzın aşkını…

    İşte bu güzel ve görmediğim insan aşk acısını bilendi…

    Hissedendi… Bir sevendi… Sevmeyi bilendi…

    Demem odur ki sevgili üstat, aniden yüreğimi yakalayandı…

    Kendine katandı… Fizik kurallarını hiçe sayarak…

    Tenleri mahkûm bırakarak… Hayânın içinde kalarak…

    İşte her iki dünyayı da hayallerimizin zenginliğiyle güreleştirebiliriz…

    Aşk bizlere manayı yaşatandır ey sevgili dost…

    Aşk hak kapısında kavurandır…

    Aşk gülün kokusundan, bülbülün feryadından imbiklerdir…

    Yaptığınız yorumlar için teşekkür ediyorum…

    Sevgi ve muhabbetlerimi gönderiyorum…


  9. Aşk öyle Bir Düşer Ki Nasibi Doğrultusunda!

     

     

    Suya nağmelerini yazan yapraklar teker teker diziliyordu.

     

    Bir aşkın mana katresinde ki yansımalarını aksettiriyordu.

     

    Ne parmaklar onu okşamıştı, haline bir şevk katmıştı melallerin seyri hallerince.

     

    Her nedense bir yaprağın hali nezaketinde her zaman bir nisanın, bir aşkın, bir hazzın, bir kızın salınması, naz ile samimiyeti hatırıma gelirdi.

     

    Bir damlanın dalgaları misali, melalin dili sukut hali gibi.

     

    Ne hicranlar gizliydi oysaki pakı mahzun umutlarında, feryat edemediği soluklarında, yutkunduğu muratlarında. Her düşen bir yaprak misali…

     

    Her bir nefesi anlamlaştıran ruhunun güzelliğinde ki sanattır. Ruh hak için vardır, mutlaktır, aşkın rengiyle boyanmaktır.

     

    Nedendir sanat harikası aşklar sürekli ibreti hak olarak telakki edilerek anlatılırlar.

     

    Nesiller boyu tarihin savaşlar kusturan teganniliğinde sanki uzatılan bir buket misali, bir salkım üzüm gibi, tenin derisinden boşandığı gibi, midenin kendi yetisiyle iktifa ettiği misali.

     

    Bedende bir yenileşme, sinede içsel derinleşme safhası başlardı sanki açlığın yudumlanan sahnelerinde.

     

    Kulluğun idraki gibi, muştunun kalan izleri misali, aşkın hali hissiyatta devri mana yapması gibi…

     

    Ruh bedene vaziyet ettiği sürece itibarlıdır, vardır, anlamlıdır, kadri mutlaktır.

    Nefisler asla eziyete, ızdıraba, gayrete, meşakkate kapalıdırlar.

     

    Yan gelip yatmak isterler, doymak nedir bilmezler, bedenin kas yapısını tahrik ederek miskinleştirirler.

     

    Ölmek temayülüne hız katarak, manasız kalırlar ancak.

     

    Oysa sessizliğinde sukutu hal ile akıbetini bekleyen su, emri hak ile hiddetin ve şiddetin korkusuyla esrarın safhalarındaydı.

     

    Yaprak ki dalından kopmak zorunda bırakılan bir sevdanın mahzunluğunu yaşayarak habersizdi olacaklardan.

     

    Lakin düşmek zorunaydı hikmetin muvacehesinde ki mevcut nasibince.

     

    Bu öyle kutlu bir yoldu ki teslimiyetle ancak durulur, solunur, anlam bulunurdu.

     

    Muhakkak ki bir halk edenin nuruydu, muradıydı, tasarrufuydu, nizamıydı.

     

    Maksuda ulaşmanın bir tek yolu rızayı bari ile solumak, konuşmak, hem hal olmaktı, aksi bir tavrın tercih edilerek enaniyet için isyana girilmesi şirretti.

     

    Hazanın esrarında kurumaya yüz tutarak, hayat damarları sessiz bir sukutun perdelerinde aranan mızraptan akseden bir feryadın nağmesi misaliydi.

     

    Gözyaşları içe akarken, kan çekilirken, iksir tükenirken, cazibe biterken bırakılmak gibi, azadın izleri misali.

     

    Hürriyeti hayata yeniden başlamak gibi…

     

    Suya düşerken bile esintilerin etkisinde sessiz melalin derinliğinde. S

    Sesler, renkler anlamsızlaşır, tükenen bedende ki can gibi, mecalsiz nazarlar misali.

     

    Anılar! Bir yerde nutku duranlar, zihni bulananlar, şevki kaçanlar, ahirin unutanların seyri halleri gibi.

     

    Artık eneyi önceleyen kudret kalmamıştı düşen yaprağın melalinde!

    Güç kalmayınca suyun serinliğinden habersiz bir esinti gibi serilir.

     

    O zerreyi hakikati merak edenler olamaz mı hiç mahlûklar arasında beklenirken.

     

    Mühleti hayatı bulunan canlar bir gayretin içine girerek can havliyle yarışırlar.

     

    Oysaki düşen yaprak cansız kalınmışlığın her aşamasını büyük bir nezaketle arz ediyordu!

     

    İşte düştüm elinize her ne ederseniz, neye layık görürseniz, nasıl tasarruf ederseniz demek istiyordu.

     

    Üflenen bir neyin sesi, tamburdan akseden hüzzam gibi, kemanın hüzünle kuşatan nağmesi misali…

     

    Edep halin dili, mananın ahengi, gülün rengidir.

     

    Dil dane olmak, onu bahşeden, letafeti serde ten, edep içinde eriyen bir piri fani, fuzuli, baki, seyrani meşkiyle kıdemleşerek nefeslenmek muhayyilesi.

     

    Aşklar sadece mükellef olanların hasleti zannedilir,

     

    Oysaki onu bahşeden kimdir, kimler için hikmetler nasip etmiştir nerden bilinir ki, bir idraki hakikat ötelenirse.

     

    İdrakimiz her ne kadar bu hakikate müdrik olsa da, ruhi derinliğin kifayetsizliğinden inkıtaa uğramak zorunda kalacaktır.

     

    Çünkü terbiye düsturuna hasret bir nefs erdemliliği, fazileti, münevverliği engelleyecektir.

     

    Bu hal üzerine mütenasip olan bir can, aşkın hazzından ne kadar anlayacaktır.

     

    Bu nedenle anlaşılır olacaktır, vuslat için koşturacak, koklayacak, yorulacaktır.

     

    Düşen bir yaprağın meramından, aşkın hazından, mahzunluğundan, suyun hilminden, içselliğinde ki teslimiyetinden ne kadar anlaya bilecektir ki.

     

    Oysaki her zerreyi hakikatin yaratılış sebebi nihayetinde bir rahmetin tecellisiydi.

     

    Rahmet ki, bir gül misali sineleri ihata ederken, gülün mihengi efendimizi anlattığını onun için neşet ettiğini haykırıyordu.

     

    Cahilliğinden azat olmuş bir münevver misali, zindandan kurtulmuş Mehmet gibi, kaldırımlarda sabahlayan bir himmet ehlinin şefkati gibi…

     

    Ağlayan bir sabinin derdiyle hemhal olan bir ana misali, yavuklusuna hasret bir sevdalı gibi…

     

    Elbette ki gedik ki gideceğiz, neyi düşüneceğiz, güle hasretiz, edebin derdiyiz, halin kederiyiz, suyun sesiyiz, yaprağın yüreklerde korlaştırdığı izleriz.

     

    Biz düşününce bir değeriz, tahkik edince faziletliyiz, zekâ içinde merak edeniz.

     

    Teslimiyette mukallitliği seçmeyiz, idrakin seyrinde serinleriz, hareket ve kuvvetin kime ait olduğunu bileniz.

     

    Biz kulluğun itminanlığında Rahmanın huzurunda köleliğin müdriki olarak haz alan, hakkın rızası doğrultusunda efendimize olan sevgimizi!

     

    Nefsimizden ziyade sevdiğimizi beyan ederken, içselliğimizde ne derler vehmiyle yaşayan biçareyiz.

     

    La şerike derken ne demek olduğunun farkında olmayan zavallı inananlarız.

     

    Bu sebeple halden, demden, meşkten, aşktan ancak idrakimiz oranında anlarız.


  10. Nakşeden İzler (anı Roman 4)

     

    Koğuşta bulunan insanlara, şöyle bir baktım ki, çoğu ağlıyor gözleri kıpkırmızı olmuş, şaşırdım ve bu duruma çok duygulandım.

     

    Müsaade isteyerek, yavaş, yavaş aralarından ilerledim, gam ve kedere bürünerek, lâvaboya doğru yöneldim, tabiatıyla yüzümü yıkamak maksadıyla.

     

    Hemen arkadaşlar koluma girdiler ve bana yardımcı oldular, bir kısmı kalkarak yol verdiler.

     

    Musluğu açarak hazır hale getirdiler ve başına geçtiler, ellerimi uzattım, bir miktar su alıp yüzüme sürdüm.

     

    Aman Allah’ım ne müthiş bir acı, bir daha denedim, daha çok acı çektim, yüzümü kaldırıp aynaya baktım ki, kendimi tanıyamadım, daha çok şaşırdım ve elhamdülillah diyerek şükrettim.

     

    Yüzüm ala bora olmuş, sanki coğrafyaya dönmüş, gözlerimin feri sönmüş, öyle bir yakından baktım ki aynaya, falakaya yattığım andan, şu ana kadar hiç acı duymamıştım, zulme ve haksızlığa kilitlenip kalmıştım.

     

    Düşününce içim kabardı, alev oldu yandı, hislerim canlandı, kuvvet kaslarımı sardı, onlarca insan direncine ulaşmıştım neredeyse.

     

    Arkadaşlar haklı olduğumu, maksatlı bir şekilde zulme uğradığımı, benim yanımda olduklarını, ifade ederek kızgınlıklarını anlatmak isteyerek, söylenip durdular.

     

    Konuşmalarına aldırmadım, kahrımdan kim kimim adamıdır, kim bilir diyerek içimden, tekrar aynaya bakarak hayıflandım.

     

    Aradan üç gün geçmişti, ziyaret gününün zamanı gelmişti.

     

    İsmi okunan mahkûmlar, koşar adımlarla ve bir sevinçle hazırlanıyor, gözün aydın diyenlere de, eyvallah diyerek ilerliyorlardı.

     

    İsmi okunmayanlar ise, ya başka ilden gelen mahkûmlardı yahut ta yaşarken insani değerlerden uzak kalmış, enaniyetini her şeyin üzerinde görmüş, zavallılardı.

     

    Onlarda anlamış olmalılar ki hatalarını, kulakları seste, gözleri ümitsiz de olsa, uzaklardan gelecek sır dolu mesajı almak için teyakkuzda bulunuyorlardı.

    Bu durumu izlerken kendimi alamıyor, hüzünleniyorum.

     

    Ranzama uzanmış bir vaziyette, elimde bulunan kitabın, satırları okumaya çalışıyorum.

     

    Fakat zihnim her nedense meşguldü, okuduğum satırları anlamıyordum, kitabın sayfalarına yine bakarken, ilgisiz gibiydim lakin istemeden olanların sevinçlerini paylaşıyordum.

     

    Bende her insan içinde var olan bir ümitle, ismimim çağrılmasını bekliyordum.

     

    İsmi çağrılanlar da gördüğüm ümit, sevinç, neşe, koğuşu kuşatarak sarıyordu.

     

    Fakat herkes bundan haz alıyordu, keder, hınç, kin, bir anda her nasılsa istirahata çekiliyorlardı.

     

    Nihayet sabırla beklediğim, çağrılma anım gelmişti, ranzadan doğrularak elimdeki kitabı kapatarak, yastığın altına koydum ve bir hamlede kendimi yerde buldum.

     

    Keyiflendim, koşar adımlarla görüşme mekânına, bir solukta hemen vardım.

     

    Koridor oldukça kalabalıktı, görüş yeri beş ayrı kabinden oluşuyordu, içine girince üç aşamalı, demir parmaklı cam karşınıza çıkıyordu.

     

    Dikkatli bir şekilde süzdüm ve baktım ki, karşımda duran, benin güzel yüzlü çilekeş anam, anne hoş geldin diyerek haykırıp, bağırıyordum.

     

    Fakat nafile tanımamış olmalı ki beni, oğlum ben Mustafa Cilasun’un annesiyim ne olur çabuk bir haber ver de gelsin görüşeyim dedi.

     

    Peki, teyze hemen çağırıyorum, sen buradan ayrılma bekle, diyerek oradan ayrıldım, koridorda bir tur attım ve tekrar aynı yere geldim, yeni geliyormuş gibi yaparak.

     

    Anacığım hoş geldin, nasılsın dedim, annem dikkatli bakıyordu yüzüme, fark etmiş olmalı ki halimi!

     

    Pür telaş ve acı bir şekilde, ne oldu yüzüne oğlum dedi, ne kadar gizlemeye çalışsam da, beceremediğimi anladım.

     

    Anne zannettiğin gibi değil, burada spor yapmak zorundayız, top oynarken düştüm, bu yüzden yüzüm yere geldi yüzüldü, fakat inanmadı.

     

    Anemi ikna etmek için, içim yanarak yemin ettim, yeminimi duyunca biraz rahatladı, annem yeminime çok itibar eder ve inanırdı.

     

    Annemin yüzüne bakarken utanıyor, kahrediyordum, çünkü annemin gözü gibi bakarak büyütüp, emanet ettiği yüzümü, ben ne hale getirmiştim.

     

    Yeniden yumruklarımı sıkarak, hak etmediğim halde, beni bu hale getirip, dava adına zulmü, reva görenlere ve bununla öğünenlere acıyarak hayıflanıyordum.

     

    Canım anamın geldiğine, sevineceğim yerde, maalesef daha çok üzüldüm.

     

    Yüreğim parçalandı, bir anda mahcubiyet ve aczi yet her tarafımı sardı, duman etti, içimi sızlattı ve yüreğimi dağıttı.

     

    Ama olsun yinede, hayatımın en değerli varlığı olan, canım anamın, yüzünü görmem ve ayrıca, karşısına onu utandıracak, bir başka suç ile çıkmamam tek tesellim olmuştu.

     

    Garip anam, bana iç çamaşırı ve kıyafetin yanı sıra, güzel şeyler getirmiş sağ olsun, çok ikram olmuştu.

     

    Okul arkadaşlarım gelmişler, görüştük ve özellikle dostum Mustafa, zahmet etmiş unutmamış sigaramı getirmiş, çok ikram olmuştu.

     

    Onun için Rabbime, sonsuz şükürler olsun diye el açtım ve yakardım.

     

    Ömrüm vefa ettiği sürece zillet, adavet ve enaniyetten ona sığındım.

     

    Cezaevinde geçirdiğimiz günlerin, 34.günü olan bu gün, mahkemeye çıkacağımız gün olduğu için, gece dahi doğru dürüst uyuyamamıştık.

     

    Zaman gelmişti artık, hazırlığımızı gün evveli yaptık ve mahkemeye çıkmanın heyecanını yaşıyorduk, nihayet gardiyanlar geldi ve o günkü listeyi okudular.

     

    Hazır olanları hizaya koyarak, kelepçeleyip, dış kapıya doğru yöneldiler ve cezaevi aracının yanına geldiğimizde, beklememizi söylediler.

     

    Askerlere teslim ederek, kendi görevlerini ifa ettiler.

     

    Askerler daha sert ifadelerle, bizleri nizama koyarak, araca sıra ile bindirdiler.

     

    Aracın içi hafif karanlıktı, sigara içenlerden epeyce bunalmıştık, fakat ses çıkartamıyorduk, zaten herkesin bin bir türlü derdi ve ümidi vardı.

     

    Çünkü dert bir değildi ki, bunu biliyorduk, çektiğimiz her nefeste, hak etmediğimiz acılarımızı, içimize gömerek, çaresizlikten kıvranıyor ve adeta soluyorduk.

     

    Nihayet cezaevi aracı durdu ve stop etti, anladık ki, bizimde yolculuğumuz nihayet bitti.

     

    Askerler kapıyı açtılar fakat gözlerimiz güneşten o kadar çok kamaştı ki, o an kimseyi göremedik.

     

    Ellerimiz kelepçeli vaziyette, araçtan aşağıya indik ve askerler bizleri gözleri ile sayarak, adliye sarayının bodrumuna götürdüler, burada saatlerce dikildik ve öylece bekledik.

     

    Donuk, sönük, kuşku ve merak bütünlüğünde, sütunları sayarak, gelen gidenlere anlıyormuş gibi bakıyordum ve bu arada askerler, arkadaşlar zaman geldi, haydi hazırlanın gidiyoruz, komutunu verdi.

     

    Her nedense o vakit kalbimde, sonsuz bir heyecan hissettim, adeta yüreğim dışarı fırlayacak gibi atıyordu.

     

    Fakat o an, nasıl bir savunma yapacağım, şablon gibi aklıma geldi, gece sabaha kadar düşünerek hazırlanmıştım.

     

    Adliyenin bodrum kapısından çıktık, merdivenleri ve katları bir solukta adımlıyorduk.

     

    Meraktan bekleyenlerimiz oldukça çokmuş, salonda onları görünce sevindik, hüzünlendik ve şaşırdık.

     

    İstanbul’dan rahmetli Ramazan amcamın, sevgili eşi Leyla yengemin de, gelmiş olduğunu fark ettim, lakin onlara da zahmet verdiğimi düşününce, istemesem de üzüldüm.

     

    Sarılıp, hal, hatır soramadan, kendimizi biranda mahkeme salonunda bulduk, tarama özürlü, kalın gözlüklü, orta yaşlı bir avukat, bizim davamızı savunacakmış.

     

    Hâkim bey bizlere sorular yöneltti, cevap verdik ve bir müddet bekledik, netice itibariyle tutuksuz yargılanmak üzere, serbest bırakıldık.

     

    Tabi olarak heyecanım yatıştı, çok sevinmiştim, o anki coşkuyu tarif edemem, sarılan, öpen, kucaklayıp kahraman ilan edenler, hat safhadaydı.

     

    Cezaevinin kapısına kadar, konvoy halinde gelerek, eşyalarımı alıp, çıkmamı bekleyen, oldukça kalabalık arkadaşlar içimi kabartıyordu.

     

    Cezaevindeki arkadaşlarla vedalaşıp ayrılarken, idamlık ve kabadayı olarak bilinen, bağrı yanık Şereften;

     

    Gardaş buranın huzurunun senimle bir başka olduğunu, çok geç anladık.

     

    Yeni bulmuşken, kaybetmenin acısını yaşadıklarını ifade ederek, gönlümü almak istedi, koğuşun en kıdemlisinden bunu duymak, beni ayrıca sevindirdi.

     

    Bizleri unutma seni çok arayacağız diyerek, haydi arkadaşlar dedi ve hep bir ağızdan çırpınırdın kara deniz, şarkısı söylenmeye başlandı.

     

    Koro halinde söylenen ve oldukça gür seslerin koridorları çınlattığı, o güzel anın izlerini, kulaklarımda hala taşırım.

     

    Gardiyanların, yalak ve salaklarını ayırdıktan sonra, kalanlarla vedalaşıp, cezaevi ana kapısından çıkınca, aklıma ilk gelen kafesten kaçan kuşlar oldu.

     

    Tezahüratlar yaparak bekleyen, coşkulu kalabalığa karıştım, otuz dört gün boyunca, içimde sakladığım, kini, dışladım sanki yeniden kendimle barıştım.

     

    Konvoy halinde evimize geldik, sevgi yüklü muhabbeti yere serdik, sofralar kuruldu ve bulunan nimetlerden nasiplendik.

     

    Üç gün boyunca gelen, geçmiş olsun, gözünüz aydın diyen, sürekli nasıl geçti günlerin diye, sorarak merak edenlerin sayısı oldukça fazlaydı.

     

    Takip edildiğimi bildiğim için, kırk beş gün sürekli müspet konuşarak, tespit etmiş olduğum, lâçkalık ve kokuşmuşluğu, öne çıkartmadım.

     

    İlmi siyasetin gereği ve kuvvet dengesinin şartı, kanaat oluşturmak, gücü toplamak, söylem ve tarzlarında paralelliği aynı anda yansıtmaktır.

     

    Potansiyel tespitinden sonsa, gerçekleri her yerde değil, yeri ve zamanı geldiğinde haykırmak, yanılgıda olanları sabırla ayıltmanın lüzumuna inanmaktır.

     

    Nihayet okulu, zar zorda olsa, küçük bir vukuatla tamamladık, güya meslek sahibi olduk, onunla ilgili iş araştırmaya başladım.

     

    Okul arkadaşım İsa, ağabeyinin elemana ihtiyacı olduğunu belirtti ve istersem onun yanında çalışacağımı söyledi.

     

    Hiç tereddüt etmeden hemen kabul ettim, zira başka bir alternatifim yoktu ve çalışmak zorundaydım ve böylece demir doğramacı olarak, mesleğe ilk adımı attık.

     

    Usta ölçüleri veriyor, bunları yap, hazırla yarın takacağız diyor, aynı zamanda orta ana dolu fabrikasında, çalışan biri olduğundan, çekip gidiyordu.

     

    Saclar ölçüler dâhilinde kesilip, doğranacak, sonra toparlanıp puntalar halinde kaynak yapılacak, spreyle taşlanacak ve akşama hazır hale gelecek.

     

    Düşündüm, taşındım, bazen de şaşkınlıktan ensemi kaşıdım, bir çıkar yol bulamadım, usta benden o kadar çok şey istiyordu ki, şaşırdım, donup kaldım.

     

    Yeni mezun olmuş, pratikle hiç yoğrulmamış, benim gibi acemi bir insanı, dükkânda yalnız bırakarak, onca iş başına sarılarak, ne yapılmak isteniyor diyerek söylendim.

     

    Ne yaptım biliyor musunuz, hiç bir işe el sürmedim, bekledim, düşündüm, durdum, en sonunda dağılmış malzemeleri topladım, bir kenara koydum.

     

    Kapıyı sıkıca kontrol ederek, kilitledim hemen arkadaşım İsanın yanına giderek, olanları bir solukta sıraladım ve kendisine anlattım.

     

    Anlattıklarımı dinleyen İsa’nın, katılarak gülmesine ve gözlerinden yaş gelene kadar, bu eylemine devam etmesine şaşırdım.

     

    Nihayet önemli değil, zaten böyle olacağını biliyordum demesi, çaktırmadan beni süzmesi, unutulmayacak kadar enteresan ve güzeldi. Fakat çok rahatlamıştım.

     

    İsa beni bırakmadı, çay demledim birlikte içeriz, sabredersen az bir işim kaldı, beraberce birkaç yer daha var, oralara da bakarız dedi.

     

    Benim yıllarca sanayi tecrübem var, ben dahi yapamam ağabeyimin sana yap dediği işi, üzülme zaten yanında da kimse çalışamıyor, diyerek teselli etti.

     

    Birkaç yere baktık, haber vereceklerini söylediler, teşekkür ederek ayrıldık, yine sokakların arasına daldık, daha sonra İsa ile görüşmek üzere vedalaştık.

     

    Evimize beni terk etmeyen efkârımla geldim, canım koç babam kapının önünde sandalyede sanki beni bekliyormuş gibi oturuyordu.

     

    Selam verdim, nasıl olduğunu sordum, içeriye geçip soyumdum, iş kıyafetimi giyerek, bahçeyi bellemeye, kendime gelmeye koyuldum.

     

    Bahçe ile uğraşırken dertlerimle, derinlere dalıyor hiç yorulmuyordum, zaman ilerlemiş ve alıp başını sessiz sedasız gitmiş, nihayet hava kararmıştı.

     

    Bir ses geldi kulağıma, dönüp baktım ki annem, yemek hazırlamış, babamla bana bakıyorlarmış, ben hiç fark etmeyince, yemek soğumasın diye çağırmış.

     

    Yemek atıştırırken, İstanbul da ki fabrikatör amca zadelerimden, Osman ağabeyimin aradığını, beni sorduklarını ve telefonla kendilerini aramamı söylemişler.

     

    Onları biran düşündüm, İstanbul gibi dünya şehrin de, çocuk yaşta babasız kalarak, eniştesinin yanında yılmadan çalışarak, ayakta kalabilmeyi başarmış ve şahsına ait bir işyeri açarak kendi ayakları üstünde durmayı başarmış.

     

    Perakende, toptan ve daha sonra, toptancılara mal satan fabrika, kurarak sahibi olmuş, birçok insana iş imkânı sağlamış oldukça başarılı bir insan.

     

    Saygı duymamak, şaşırmamak mümkün değil, gıpta ile nazar ettim, baktım birde kendime, fakat mukayese edemedim, aramızda bulunan farkı açık, seçik bir şekilde sorguladım.

     

    Babam tek amcaları olmasının yanı sıra, Sümer bez fabrikasından emekli ve dar gelirli olması sebebiyle, her sene Ramazan ayında, amcamın canlı hatırası olan yengemi gönderirler ve sevgili yengem ihtiyaçların tespitini yapardı.

     

    Bir yıllık ne ihtiyaç varsa, her şey dâhil alınır, biraz da harçlık vererek hayır dualarla başka ihtiyaç sahiplerinin, yardımına gitmek için, vedalaşarak helallik alırdı.

     

    Yengem çok hayır öğütlü, birazda peşin sözlü, ama oldukça samimi, son derece geçim ehli, çileyi tanımış, sabırla yudumlamış, ama kimseye yansıtmamış bir hanımefendi idi.

     

    Allah rahmet eylesin şimdi aramızda değil, bu fani dünyadan, zamanı gelen herkes gibi aniden, amcamın sevgili hanımı olan yengemde, dareyn saadetine göçüp gitti.

     

    Evinde misafir bulunduğun her an ilgisini ve ikramını hiçbir zaman ihmal etmemişti, Allah’ın rahmeti üzerine olsun.

     

    Bu düşünceler yumağı ile, telefon etmek için postaneye gittim, telefon numarasını yazdırdım ve her kez gibi sıraya girip beklemeye başladım.

     

    Bir müddet sonra, sıram gelmiş olmalı ki ismim çağrıldı, hemen telefona yöneldim, alo dedim karşımda bir bayan sesi; o an şaşırdım.

     

    (devamı nakşeden izler 5 te)


  11. Bir Dirilişin Başlangıç Senfonisi!

     

    Nedametin nisyanıyla geçiyor zaman

    Kim diyor ki sana aranıyorsun her an

    Meraklanma elbet gelecek o aklanan

    Takatin, mütemadiyen kesildiği biran

     

    O zatı zülcelâl ki en yakınımızda olan

    Göstermeye ne hacet sızıyı veren Hak

    Niye utanırsın ki ey hak içinde ki apak

    Aşk sızısı anlaşılsaydı mecnunluk niye

     

    Sen yeter ki esirgeme verilen sevgiyi

    Kalpte aşikâr olur Hak Taala dileyince

    Sen yeter ki bir vehim sanma sevdayı

    Gönülde yeşeren sır durumunda ki aşkı

     

    Sen sözlerin en latif olanlarına layıksın

    Sen mevcudat içinde en çok anlamlısın

    Sen çölleşen gönlün, gülistanı baharsın

    Sen harikasın, bir başka olan bir nazsın

     

    Eğer hiçliğimden dökülen mısralar üzerse

    O pak gönlü zerre miktar olsa zedelersem

    Bir nedametin içine sürüklersem en sefilim

    Kalemimi kırarım yutkunur kenara çekilirim

     

    Ölüm ne kadar mükemmel bir diriliş aynası

    Ebedi bir hayatın başlangıcı, sevgililer diyarı

    Zahirden kurtulmak günahtan arınmak hazzı

    Hakikatin karşılaması arzın vuzuha ermesidir


  12. Okunmuştur.Yeni bölümlerde buluşmak dileğiyle.

     

    Arkası yarın gibi oldu yav

     

    üstüne bir de reklam falan mı alsak :D

     

    Sizler sıkılmayınız diye yoksa bu çalışma bir çok önemli sitede yayınlanmıştır ve yayın halindedir bir bütün olarak... Gönlünüzden şayet böyle geçiyorsa bir edebiyat sayfasında, tacirliğin her bir yanı kuşatığında ve birde Kayserili olunca değmeyin keyfine:) Hemi de islam -bol hazanında nasıldı ama! En kısa bir zaman da, selam ve hayırlarla...


  13. Nakşeden İzler (anı Roman 3)

     

     

    Üç tane çocuk yaşta hırsız yakalamışlar, yüzleri donuk, yere uzanmış yatıyorlar, sanki orada devamlı konuk, yer yok ki oturacak, alalım bir soluk, saatlerce dikildik durduk, tabii bu arada da haylice solduk.

     

    Saat 23.45 i gösteriyordu, gelen giden çok, ama göstermiyorlar ki bilelim, soran hangi konuk.

     

    En çok kahrolduğum konu, bir garip babam ve sevgili annem hiç istemediğim halde başıma gelen bu olayı öğrenince çok üzüleceklerdi, beni en çok yıpratan buydu.

     

    Karnım acıkmıştı, polisler hışımla yiyorlardı, ikramda bulunmak ne demek, bir sokum azık, saatler geçmiyor, göz kapaklarım kapanıyor, aç ve susuz beklemekten olduk adeta bir kazık.

     

    Saat 03.35 i gösteriyordu sesler geldi, göründü mırıldanan, göbeğinden gömleğinin çıktığını fark etmeyen, profili bozuk orta yaş bir polis.

     

    Kapıyı açtı baktı, aniden copunu çıkartıp, hasret kalmış gibi, hırsızlara saldırdı.

     

    Çocuk yaşlarda, çelimsiz perişan halleri vardı, on üç, on beş yaşlarında görünüyorlardı.

     

    Hızını alamamış olmalı ki polis, yetmedi tekme, tokat neresine gelirse hiç acımadan vuruyor ve birde soluyordu.

     

    Uykulu gözlerim, bir anda fal taşı gibi açıldı, hislerim donup kaldı, bir insan böyle mi dövülürmüş meğer şaşırdım, sarsıldım, donup kalakaldım ve sadece baktım.

     

    Polis ihtiyacı olan sporu her halde yaptı ki, hıncını içesiye aldı, çocuklar kan revan içinde kaldı, polis yere düşen copunu eğildi aldı ve başını kaldırarak bana manalı bir şekilde baktı.

     

    Adımlayarak yaklaştı, copunu havaya kaldırıp, iki eliyle kıvırdı, baktım ki niyeti bozuk üzerime indirmeden copu, kolumu kaldırıp haykırdım, sakın ha dedim.

     

    Şaşırdı kaldı, gözlerime bakıyordu, devam ettim, benim hiç suçum olmadığı halde, bura da bulunuyor ve mahkemeyi bekliyorum dedim.

     

    Suçlu olmadığım kesin, eğer vuracak olursan, sakın unutma, seni mutlaka bulurum, bulamazsam eğer, karını, çocuğunu bulurum, perişan ederim bunu hiç unutma dedim.

     

    Polis deli misin, dangalak mısın başıma bela olma diyerek, arkasını dönüp kafasını salladı, nezaretten ayrıldı, kapıyı kilitleyip gözden kayboldu.

     

    Sabah saat 10.30 olmuştu, kapı açıldı, dışarıya çıktık, dünya varmış diye içimden geçirdim, bir yudum su içtim.

     

    Bir müddet sonra mahkemeye çıkmak için ekip otosuna bindik ve adliye binasının yolunu takip ederek, kısa bir zaman sonra duruşma yapılacak mekâna çıkmadan polis noktasında bekledik ve nihayet kapıya geldik.

     

    Hâkim; kumral saçlı, faulleri uzun, oldukça iri, fakat içi geçmiş, bana bakan, fakat boş gözlerle aranan, muhakeme yapacak mecali bulunmayan, mat birine benziyordu.

     

    Bana hiç bir soru sormadı, dinlemedi, şöyle bir baktı, eliyle polislere çıkın der gibi, işaret yaptı ve mahkemeden ayrıldık.

     

    Merakla bekliyordum sonuç ne oldu diye, sağ olsun polisin biri sıkıntımı anlamış olmalı ki,

     

    Evinize gideceğiz, yatak, yorgan ve cezaevi ihtiyaçlarını alacağız deyince, tepemden sanki sıcak sular döküldü, bir anda aktı ve ayaklarıma indi.

     

    İçimden bu nasıl bir hâkim olmalı ki; hiç soru sormadan, söz hakkı vermeden, bir öğrenciyi ceza evine gönderiyor, diyerek hayıflandım, sarsıldım, düşünmekten kendimi alamadım.

     

    Hukukun üstünlüğü bumu diyerek, hukuktan anlamayan biri olarak, hukuksuzluğun acısını, ilklerime kadar o an yaşamak zorunda kaldım ve anladım.

     

    Senin Şeriatçı olduğuna dair şüphelerimiz var, aldığımız duyumlar da bu kanaatimizi doğruladı.

     

    Evimize uğradık, annemin şaşkın, üzgün, çaresiz bakışları eşliğinde, gerekli olan levazımı aldık.

     

    Şaşkın ve biçare olarak annemle, babamla vedalaşarak, onlara metin olmalarını söyleyerek hüzünle ayrıldık, cezaevine doğru yol aldık ve nihayet cezaevine vardık.

     

    Kapıdaki görevliler, şöyle bir baktılar, sağcı mısın, solcu musun diye soru sordular, sağcıyım dedim.

     

    İyi o zaman senin saçlarını, tıraş etmeyelim diyerek kendilerince lütufta bulundular ve gardiyanların refakati ile, doğruca koğuşa yolladılar.

     

    Kapılar açıldı, içerdekiler haber almışlar bekliyorlardı, geçmiş olsun diyerek bana sarılıp, kucaklaşıyorlardı.

     

    Basık, sıkıcı, gün ışığından uzak bir mekân, odalar dar, sıkıştırılmış ikili ranzalar, herkesin gözünde muğlâk bakışlar, çok değişik ve çarpık inanışlar, sanki her şey iç içe girmiş bir vaziyeti gözlemledim.

     

    Efkârım dağınık, keyfim kaçık, sıkıntılarım, asabiyetim hadsiz ve açık, durumun ciddiyetini anlayanlar, hemen etrafımı boşalttılar, ihtiyacımı sordular.

     

    Vakit daraldı ikindi namazımı kılamadım, şu duvarlardaki sembol resimleri uygun bir yere kaldırın da, kıbleye yönelip namaza duralım.

     

    Saf, katkısız, berrak, olsun ki kıble gahımız, durunca namaza, dünya ve dertlerinden arınmış olarak, öyle bir namaz kılalım ki, kendimize gelip, sabır ve metaneti kuşanalım dedim.

     

    Tam otuz dört gün tutuklu kaldım, Allah’ın izni ile Kur’anı Kerim öğrettim, otuz üç kişinin namaza, başlamasına vesile oldum.

     

    Çoğu zaman cemaatle kılıyorduk, kendim sürekli kitap okuyordum, din, devlet, halk bütünlüğünün, maksatlı olarak tahrip edildiğini, basit bir şekilde yozlaştırıldığını hazmedemiyordum.

     

    Entrika ve desiselerin odağında bulunan, çıkar çevrelerinin,milleti ve devleti işbirlikçileri ile nasıl perişan ve tarumar ettiklerini, düşünüyor,analizler yapmaya çalışıyordum.

     

    Tutuklu kaldığım günlerde, idamlık, müebbetlik mahkûmların, yalakaları tarafından ezilmek, emir uşağı edilmek istendim.

     

    Reddettim; güreşmek bahanesi ile alt etmek istediler, becerip yenemediler, değişik oyunlar sergilediler, imtihan edip sorguladılar, ama tüm koğuşun önünde rezil oldular.

     

    Davalarına ulaşmak için her şeyi göze alan ve meşru sayan, akıl ve izanı, çoğu zaman nefsi ve enaniyetiyle karıştıran, bu ahmak grupları;

     

    Sonunda bölüp, parçalamak, güçsüz bırakmak için çıkar yol buldular, bana, sen Kur’an la çok ilgilisin, bizlerde Müslüman’ız ama senin gibi düşünmüyoruz diyerek.

     

    Ve şu andan itibaren seni, yeşil komünist olarak tanıyacağız ve öyle bileceğiz dediler.

     

    Bu kanaate nasıl varmışlar biliyor musunuz?

     

    Takriben beş ay önce, fuarda bulunan çay bahçesinde buluşmak üzere, fatih dernek başkanı ve yönetiminde bulunan üç arkadaşı beni ve arkadaşım Mustafa’yı davet etmişlerdi. Hakkımızda neler duymuşlarsa!

     

    Konuşalım, tanışalım diyorlarmış.

     

    Bize bu teklifi, bizim sınıfımızda bulunan Mustafa Saccıoğlu getirmişti, bizde tereddüt etmeden kabul ettik.

     

    Maksat konuşmak ve tanışmak değil miydi, bizim için hiçbir sakıncası bulunmuyordu.

     

    Bizler düşünce olarak sorunları konuşarak, karşı tarafı dinlemeyi bilerek, şiddet ve adavetten uzak kalarak, meselelerin çözüleceğine inanıyorduk.

     

    Nihayet buluşmuştuk, başkan olan arkadaş, yüz hatlarında yorgunluğu, bakışlarında ön yargıyı barındırıyordu ve varlıklı bir aileye mensup olduğu fark ediliyordu ismi de Fatihti.

     

    Diğer arkadaşları da maddi açıdan aynı düzeyde sayılabilecek, kolejde okumuş, çokbilmiş, aşağılayıcı tavırları ön plana çıkan, oldukça şımarık kişilerden oluşuyordu.

     

    Dördü de Kayseriliymiş, fakat ben hem şehirlileri olarak, onların serkeş, kıvıran, birbirlerine aşırı sulu davranan, üslup ve tavırlarına şahit olunca!

     

    Zengin bir ailenin çocuğu olmadığıma şükrettim ve Kayserili olmaktan haylice utandım.

     

    Bizim fikir ve kanaatlerimizi biliyorlarmış, o nedenlerle kurgulu gelmişler.

     

    Hal hatır sorduktan sonra, hemen mevzuu, milliyetçiliğe getirdiler ve hararetli bir şekilde, hiç fırsat vermeden, peş peşe sordukları sorularla, paniklememizi temin ederek, tesir altında kalmamızı istiyorlardı.

     

    Hoş görü, nezaket ve muhabbet maalesef, ahmaklığın ve adavetin olduğu mekânlarda bulunmazlar, fakat bu değerler onları hiç bağlamıyordu.

     

    Sordukları sorulardan bir tanesi bile seviyelerinin, şartlanmış olmalarının, akıl ve idraklerinin askıya alındığının, ipuçlarını veriyordu.

     

    Ne diyorlar; iki kişi denize düşmüşler ‘e’, bunlardan ikisi de Müslüman’mış ‘e’, bunlardan birisi Türk boksör Mustafa Sandalmış ‘e’, bir diğeri de Muhammet Ali Kılaymış ‘e’, ve biz bunlardan hangisini kurtarırmışız.

     

    Böyle absürd bir soruya, aklı başında bir insan nasıl cevap verirse, bizde aynı şekilde cevaplandırdık.

     

    Fakat çok büyük bir hata yapmışız ki, cevabımız arkadaşların hoşlarına gitmemiş.

     

    Siz nasıl Muhammet Ali ile ilgilenirsiniz, bırakın onu, zenciler kurtarsın dediler, masaya yumruk vurarak şiddet gösterisi yaptılar. Tabiî bu duruma canımız sıkıldı, moralimiz sıfırlandı.

     

    Ben böyle tavırlara tahammül ederek, sessiz kalmayı içine sindirecek, müsait bir yapıya sahip değilim.

     

    Ayağa kalktım, bakın arkadaşlar, biz buraya sınıf arkadaşımız Saccı oğlunun hatırını kıramadık geldik.

     

    Şu anda ortaya koyduğunuz tavır, sizin aczinizi gösteriyor, sakın ola ki bir daha bizim bulunduğumuz mekânlar da, böyle bir kepazeliğe yeltenmeyin.

     

    Yoksa saygıyı, hoş görüyü sizler gibi rafa kaldırır, gereğini fazlasıyla size iade ederiz dedim.

     

    Garsonu çağırarak hesabı istedim, çok fahiş bir rakam söylemişti garson, ama hamdolsun ki, üzerimde para mevcuttu.

     

    Bir aylık harçlığımı tereddüt göstermeden garsona ödedim.

     

    Onlar da bir anda boşta bulunduk, kusura kalmayın diyerek yanımızdan ayrıldılar, bizde Mustafa’yla onlara, arkalarından bakıyorduk, lakin acıyor ve üzülüyorduk.

     

    Enteresandır fakat vatan ve bayrak adına slogan atan bu insanlarda, görerek şahit olduğumuz, yumuşak ve yavşaklara haiz tavırları, bizleri daha da çok şaşırtmıştı.

     

    Bu tavırları kalabalıktan çekinmeden, fütursuzca sergilemeleri bizi çok düşündürüyordu, zira bu insanlar, lise gençliğine dava diyerek vatan millet Sakarya nakaratını atıyorlardı.

     

    Benim muhatap olduğum ve zaman ayırarak adam sandığım ve tartıştığım bu arkadaşlardan kaynaklandığını bir kez daha öğrenmiş oldum.

     

    İşte suçumuz, bunlar taraflarından şeriatçı olarak algılanmamız ve dolayısıyla yeşil komünist hükmüyle, yargılanmamızın nedeni buymuş.

     

    O tartışmada babası halı toptancısı olan, babasının sermayesine güvenerek, koleji terk eden ve oldukça şımarık meziyetli tanıdığımız, Metin ismindeki sulu insan…

     

    Diğer koğuşta iki aydır yatıyormuş, bazen görüşüyorduk fakat nereden tanıdığımı hatırlayamıyordum, sağ olsun o daha genç olduğu için beni tanımış.

     

    Ve üç gün sonra koğuşta düzeni bozmaktan, disiplin kurulu kararı ile falakaya yatmama karar verildi.

     

    “Falakaya yatmam, dayak yemem, benim için sorun değil”, diyerek konuşmaya başladım ve devem ettim, sorun olan, bu kadar yanlış ve haksız uygulamaları bulunan!

     

    Vicdanlarınızın kabul etmediğini bildiğim halde, zulmü dava diyerek insanlara yutturmaya kalkmanız ve kendinizi bilerek aldatmanızdır diyerek, konuşmama devam ettim.

     

    Koğuşta bulunan arkadaşlarımızın hepsi, yaptığınız zulmü görüyorlar ve gözyaşı döküyorlar, ama şerrinizden korktukları için, haksızlığınızı istemeyerek acı içinde yudumluyor ve söyleyemiyorlar.

     

    Fakat ben, bu zulüm ve haksızlığın, hiçbir anlam ifade etmediğini, gözlerinizin içine bakarak, ses çıkartmadan, karşılık vermeden, tavrımla ve imanımdan aldığım kuvvetimle, hafızanıza nakşedeceğim.

     

    Hayatınızda utanacağınız kalıcı bir iz olarak bırakacağım, bunu her zaman hissedeceksiniz… Sakın bunu unutmayın diyerek ekledim.

     

    Şamanizm’i savunan, idamlık mahkûm olan, babası üç gün önce kurşunlanarak öldürülen, birkaç kez tartıştığım, iriyarı, yüz on kilo bulunan Mahmut isminde bir arkadaş.

     

    Koğuşta bulunanların pek sevmediği, fakat idamlık olduğu için ses çıkartamadığı, itici bir tip olan bu adam, karşıma dikildi, gözlerini yere eğdi, hasmını görmüş ve eline fırsat geçmiş bir keyifle başlayarak!

     

    Kum torbasına çalışır gibi, nefes nefese kalarak, ter boşalırcasına, takatsiz kalana kadar, üzerimde yumruklarıyla çalışma yaptı ve nihayet dili dışarı çıktı ve yere yığıldı kaldı.

     

    Ne oldu yoksa yoruldun mu, sizlere hiçbir zaman, gücünüzün yetmeyeceğini söylemiştim, neden şimdi yüzüme bakamıyorsunuz, niye nefesiniz kesildi ve soludunuz, şimdi tüm koğuşa rezil, kepaze oldunuz.

     

    İşte sizin davanız bu, hakkaniyet yok, insaniyet yok, maneviyat yok, ne olduğu belirsiz, ilkesiz ve mesnetsiz, gözü kapalı bir şekilde ve puta taparcasına!

     

    Çıkar ve cürümlere koşarcasına, en yakın dostlarınızı dahi, menfaatiniz uğruna harcayarak ve kandırarak aldatıyorsunuz.

     

    Evet, ben İslam ve prensiplerini dava, Hz. Muhammedi önder, Kuran’ı rehber olarak kabul ettim, var mı itirazınız diyerek içimden geldiği gibi haykırdım.

     

    Son söz olarak, bizler ölmeye veya öldürmeye değil, haksız yere kan döküp inletmeye değil, zulme götüren gayeye değil, parçalayıp yok etmeye asla talip değiliz ve olamayız da.

     

    Yaşamaya anlam katarak, düşünmek varken, sükûnetle tartışıp, konuşmak dururken, severek, sevilmek mümkün iken!

     

    Yok, etmek yerine, yetiştirmek için çalışmak, daha güzele koşmak, kâinatın en şereflisi olmak, varlık âleminde mükemmeli yakalamak, daha iyi ve manalı değil mi?

     

    Yaratana kul olmak bilinciyle koşarak, samimiyetle el açmak, yakarmak ve aczimizi idrak ederek, vuslatta olsak, hiç olmazsa dahi bu uğurda şehit olsak, daha güzel ve manalı değil mi?

    İşte benim davam diyerek gönül verdiğim ve manada mücadele ettiğim yöntemim budur.

     

    İlkelerim sevgi ve saygıdan beslenir, doğrularım evrensel mesajın bir simgesidir, dedim ve sustum.

     

    (devamı nakşeden izler 4 te)


  14. NE MUTLU ZATEN MARİFET ÜMMİ(yani tedris etmeden sadece gönle verilenleri kağıda dökebilmek) OLABİLMEKTE. :D

     

    İşte bu zaman, hazanın esintisinde seyre dalan, dosların himmetiyle bir anlam bulan, acaba bir okuyan bulunur mu diye kaygı taşımayan, sine-i hicranında mahkum hissiyatı atmosfer parkına salarak efkarını haykıran olmak maksadıyla sizlerle tanış oluyoruz, paslaşıyoruz, ahirimiz için adımları sayıyoruz...


  15. Bu şiiri acizane kanaatime göre uslup ve usul yönünden başarılı buldum

    Yüreğinize ve kaleminize sağlık :D

     

    Ey can bilmelisiniz ki bu abdiaciz olan , ne uslüptan ve ne de usulden anladığından yazmıyor...Sadece sine-i sürurundan nasıl geliyorsa onu mısralara ekliyor.

    Bu bakımdan edebin muahayyilesinde ki edebiyat katrelerinde bir alaylı kalıyor...


  16. Hayatın kaynağı olan suya çok güzel bir yorum getirilmiş bu eserde.Güzel bir bakış açısı yakalandığını düşünüyorum.

     

    Fuzuli'ye kulak verirsek diyor ki hak diliyle."O ,taştan o taşa başını vura vura akarak bir arayış içindedir.O yüce sevgilinin muhabbeti ve hasretiyle yanıp tutuşmaktadır.En iğrenç ,günahkar ayakları ayakları onu bulabilme ümidiyle arıtmaktadır."

     

    Selametle...

     

    Ey güzelliiğin gönül ikliminde mekanı avdet adenbir nefeslik can kardeşim... İşte neylersiniz ki neyi düşüneceğinizi tefekklür edince hareket ve kuvvetin sahibi lütfediyor, alemlerin seyrihalinde terennüm ettiriyor. Bir teba kültürünün müdavimi olatak tarafınızdan beğenilmem zatım için bir bahtiyarlığı yaşatacaktır. Siz şefkatin dilinde ki nefesiniz, sevginin meşkinde ki hasletiniz sebebiyle ne kadar güzel nazar edersiniz...Elbet teşekkürü hak edersiniz...

×
×
  • Create New...