Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]

Achar

Admin
  • Content Count

    1,001
  • Joined

  • Last visited

  • Days Won

    24

Posts posted by Achar


  1. Evet işte mevcut şahsın bir çark örneği daha:

     

    Demirel Sözüne Sahip Çıkmadı

    Türbanlı öğrenciler Arabistan’a gitsin’ sözüne sahip çıkmadı

     

    Eski Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, canlı yayında sarf ettiği “Türban gericiliktir. Başı bağlı okumak isteyen Arabistan’a gitsin.” sözüne sahip çıkmadı.

     

    Öyle demediğini ileri süren Demirel, basının yanlış bilgilendirme yaparak vatandaşı yanılttığını savundu. Demirel, Türkiye Esnaf ve Sanatkarlar Odası Konfederasyonu’nun, Atatürk’ün 125. doğumu ve Samsun’a çıkışının 87. yıldönümü nedeniyle TIR içinde hazırladığı ‘İşgalden Zafere, Zaferden Cumhuriyete’ adlı gezici serginin açılışını gerçekleştirdi. Törende gazetecilerin sorularını cevaplandıran Demirel, başörtülü öğrencilere ilişkin açıklamalarının hatırlatılması üzerine şöyle konuştu: “Bu soruların hiçbirini yanıtlamam. Hep cevaplandırdım. 3 defa, 4 defa, 5 defa cevaplandırdım. Altıncısını da cevaplandırsam ne olacak? Demek ki duyulmuyor, anlaşılmıyor. Benim dediğim o değil. Eğer Türkiye’de okuyamıyorsa bir yere gitsin, okunabilir bir yere gitsin. Bununla, ‘türbanlılar Suudi Arabistan’a gitsin’ arasında dağlar kadar fark var...” 28 Nisan’da Haber Türk’te yayınlanan ‘Basın Kulübü’ programına konuk olan Demirel, ‘laiklik’ ve ‘başörtüsü sorunu’ konusundaki sorulara da cevap vermişti. Demirel, kendisine yöneltilen “Sayın Demirel, galiba siz farkında değilsiniz; ama bu ülkede başlarını örten binlerce genç kız üniversite kapılarından geri çevriliyor. Bu yüzden, bütün bir Türkiye’de derin acılar ve dramlar yaşanıyor, peki bu kızlar ne yapsın?” sorusuna şu karşılığı vermişti: “Türban özgürlük falan değildir. Bu gericiliktir. Orası üniversite, oranın kuralları var. Danıştay, Anayasa Mahkemesi karar vermiş. İlle başı bağlı okumak istiyorsan, başı bağlı olarak okunabilen yerler var, oraya git. Arabistan’da falan öyle yerler vardır, oraya gidin. Orada okuyun.”

     

    http://www.zaman.com.tr/?bl=politika&...;hn=285499

     

    Selametle


  2. ESSALAMU ALEYKUM

     

    Yuzyillardir 3 kitaya adalet ve saadetle hukmeden sanli Osmanli Devletinin tartisilmaz en buyuk fetihlerinden birtaneside ISTANBULDUR! ISTANBUL’uda ISTANBUL yapanda sanli dedemiz olan Fatih Sultan Mehmet Han Hazretlerinin fetih sebebiyle Ayasofyayi, camii yapmasidir. Cunku Ayasofyanin cami olusu ISTANBULUN FETHININ bir semboludur. Fakat Osmanli Devletinin yikilmasindan bir muddet sonra Ayasofya bir takim cevreler yuzunden MAHSUN, MAGDUR ve MAZLUM birakilmistir ve AYASOFYA CAMIISI tekrar kiliselistirilmeye calisilmistir! Ama bunu yapan zalimler bilmezlerki Fatih Sultan Mehet Han Hazretlerinin onlarin uzerinde kiyamete kadar surecek bir laneti vardir!

     

    29 MAYIS ISTANBULUN FETHININ YILDONUMU munasebitiyle, bu vesileyle bir takim TURK ISLAMI KURULUSLARIN, AYASOFYA CAMIISININ tekrar acilmasi icin TURKIYE captinda baslatmis oldugu "MAHZUN OLMA AYASOFYA, YANLIZ DEGILSIN" adli imza kampanyasini butun TURKIYE HALKINI VE UMMETI MUHAMMEDI yardim etmeye cagiriyoruz!

     

    Eger biz gercekten Fatih Sultan Mehmet Han dedemize vefali olmak istiyorsak, eger gercekten onlarin torunlari oldugumuzu kendimize layik goruyorsak, Allah rizasi icin bu cagriyi, emaille olsun, forumlarda olsun, MSNde olsun, ICQde olsun, elimizden geldigi kadar bunu herkese duyuralimki, DEDELERIMIZIN VE SEHITLERIMIZIN KEMIKLERI TOPRAGIN ALTINDA SIZLAMASIN!

     

    OY VERMEK İÇİN TIKLA

     

     

     

     

    cw de chattab kardeşimin açtığı konudan alıntıdır

    selametle


  3. Son yılların modasından bahsediyorum. Belki Üstad'ın yaşadığı dönemlerde filizlenen, o zamanlardan moda olma yoluna koyulan, ama daha çok onu kaybettiğimiz günlerden sonra çığ gibi büyüyen bir sahtekârlıktan dem vurmak istiyorum. Sahtekârlık diyorum, çünkü böyle olduğuna inanıyorum. Kullandığım bu kelimeden alınacak olanlarıysa hiç umursamıyorum. Çünkü gerçek anlamda alınacaklarını düşünmüyorum. Alınmak, olsa olsa haklı olduğunuz veya başka bir söyleyişle haksız yere hakarete uğradığınız zaman sözkonusu olabilir. Halbuki bahsettiğim sahtekârlar gerçekten sahtekârdır.

    Kızdım da yazıyorum. Hani artık, bir damla daha alamayacak kadar doldu da öfke bardağım, onun için yazıyorum.

     

    Ne zaman bir yerde, birisi Necip Fazıl dese, Üstad dese canım sıkılıyor. Utanıyorum. 'Utanmak da nereden çıktı?' demeyin şimdi. Hani bilirsiniz, bazen rezil adamın biri sizin asla yapamayacağınız utanç verici hareketleri yapar, asla ağzınıza alamayacağınız cümleler kurar ve utanmaz. Tutar onun adına yerin dibine geçersiniz. Öyle bir utanç benimki.

     

    Ne zaman bir topluluk Necip Fazıl'ı sözümona anmaya(!) kalkışsa canım sıkılıyor, içimde bir cinayet isteği kıpırdanmaya başlıyor. Değil mi ki, onlar ölmüş bir adamı, ölmüş bir büyük adamı tekrar tekrar öldürüyorlar; bir kere de ben onları, -ikincisini de yaşamaların dileğiyle- bir şekilde öldürmek istiyorum.

     

    Ne zaman Necip Fazıl'ın şiirini okusa birileri, canım sıkılıyor; büyük ihtimalle daha önceleri okuduğum veya duyduğum o şiirden nefret edesim geliyor. Çünkü çoğu zaman okuyanının ağzına yakışmıyor şiir. Eser Necip Fazıl'a ait olunca ve okuyan da asla Necip Fazıl'ın bildiği, anladığı şiir coğrafyasına yaklaşmamış olunca böyle oluyor.

     

    Ne zaman Necip Fazıl'ın ismini duysam birinden, o birine sahtekâr gözüyle bakıyorum. Bunun büyükçe bir hata olduğunun da farkındayım bir yandan. Çünkü nadir de olsa, samimi sevenleriyle karşılaşma ihtimali var, bunu biliyorum. Ama o kadar çok sahtekârla karşılaştım ki, elimde değil!

     

    Bu sahtekârlar ne yapıyorlar, bilir misiniz? Necip Fazıl ismini zikredip dururlarsa, herkes, onu çok iyi anladıklarını, çok iyi analiz ettiklerini ve hatta onun kadar bilgili, kültürlü, şiire ve fikir dünyasına hâkim olduklarını zannedecek vehmine kapılıyorlar. Onun yalnızca ismini anmakla, yalnızca -bilmeden, anlamadan- eserlerini okumakla zirveye yakın biryerlerde bulunabileceklerini düşünüyorlar. Ondan bahsetmeyi ve ezberledikleri methiyeleri düzmeyi adamlık sayıyorlar, entelektüelliğin şartı sanıyorlar.

     

    Ama bu sahtekârlar; meselâ bunların şiir yazmaya çalışanları, hayatları boyunca Üstad'ın yazdığı şiirin yanından bile geçmemişlerdir. Herkes o kadar güzel şiir yazabilir mi? Yazanlar da olur, yazmayanlar da... Mühim değil. Mühim olan Üstad kadar güzel yazmak değil; -ona bu kadar inanıyorsanız, ona bu kadar güveniyorsanız- mühim olan onun gittiği yoldan gitmek. Şimdi kimse kalkıp bana zamanın değiştiğinden, şiirin ilerlediğinden veya çehre değiştirdiğinden bahsetmesin. Şiirin değişen çehresi, şair geçinenlerin beş para etmezliklerinden kaynaklanıyor. Gelişme denilen şeyse, -nemenem bir gelişmeyse artık- şiirin içini boşaltmaktan ibaret! Geçmişe sünger çekmek adına, geçmişte tatbik edilen bütün güzel söz sanatlarını, şiire gereken bütün kuralları, ahengi, yoğunluğu ve her güzel şeyi yok etmekten ibaret gelişme.

     

    Ne sanıyorsunuz sevgili sahtekârlar. Sizin yaptıklarınız güzel ve doğru işler olsa, bu kadar methettiğiniz, göklere çıkardığınız Necip Fazıl, bundan 15-20 yıl kadar önce bunları keşfedemeyecek kadar aciz miydi? O da şiirini, sizin yaptığınız gibi bomboş, karaktersiz, kültürsüz, kuralsız yazamaz mıydı? Sakın şu 'seçim' aldatmacasının ardına saklanmayın. Hani diyebilirsiniz: 'Öyle yazmak Üstad'ın seçimiydi, bu da bizim seçimimiz.' Şiirde seçim meçim yoktur. Şiirin değişmez bir güzergâhı vardır. Maharet, o güzergâh üzerinde değişik lezzetleri yakalamakta, sanki farklı bir rotada ilerliyormuş hissi verebilmekteydi. Üstad'ın her şiirinde ayrı lezzetlerin bulunduğu gibi.

    İyi düşünün burayı!

     

     

    Selman CAHİT


  4. A.S.

     

    Üstad'ın Vasiyeti Esselam isimli kitabının sonunda da bulunmakta.

     

    Vasiyetinden bir bölüm :

     

    Mezarımda ilahi ve ulvi isim ve sıfatlardan ve benim beşeri ve süfli isim ve sıfatlarımdan hiçbir iz bulunmayacak...Mevlid de istemem! Onu, uhrevi rüşvet vasıtası yapanlara bırakınız! Sadece Kur'an...

     

    Selametle


  5. Seyyid Abdülhakim-i Arvâsi

     

    Son asırda yetişen, zahir ve batın ilimlerinde kamil ve dört mezhebin fıkıh bilgilerinde mahir, büyük âlim ve ruh bilgilerinin mütehassısı büyük veli. Allahü teâlânın emir ve yasaklarını insanlara anlatan ve kendilerine Silsile-i aliyye adı verilen büyük âlimlerin otuzbeşincisidir. Babası Seyyid Mustafa Efendidir. 1865 (H. 1281)te Van'ın Başkale kazasında doğdu. 1943 (H. 1362)te Ankara'da vefat etti. Kabirleri Ankara yakınındaki Bağlum kasabasındadır.

     

    Babası Seyyid Mustafa Efendi ve bütün dedeleri, zamanlarının âlim ve fadılları idiler. İmam-ı Ali Rıza bin Musa Kazım soyundan olup, seyyid oldukları Irak'taki şer'i mahkeme defterlerinde yazılıdır. Arvasi ailesi, altı yüz seneden beri ilim yaymakla ve en üstün insanlık meziyetlerinde nümune olmakla tanınmış ve halk arasındaki ayrılıkları gidermekte, milli birliği sağlamakta büyük vazifeler üstlenmişlerdir.

     

    Abdülhakim Arvasi'nin kıymetli sözlerinden bazıları:

     

    "Temiz ve yeni elbise giyiniz. Gittiğiniz yerlerde, ahlakınızla, sözlerinizle, İslamın vekarını, kıymetini gösterdiğiniz gibi, giyiminizle de saygı ve ilgi toplayınız."

     

    "Allahü teâlâ, her şeyi bir sebep altında yaratmaktadır. Bu sebeplere, iş yapabilecek tesir, kuvvet vermiştir. Bu kuvvetlere, tabiat kuvvetleri, fizik, kimya ve biyoloji kanunları diyoruz. Bir iş yapmamız, bir şeyi elde etmemiz için, bu işin sebeplerine yapışmamız lazımdır.

     

    "Tek vakit namazımı kaçırmaktansa, bin kere ölmeyi tercih ederim."

     

    "Namaz, aman namaz, nerede ve ne şart altında olursa olsun mutlaka namaz kılın."

     

    ''En büyük edeb, ilâhi hududu muhâfazadır, gözetmektir."

     

    "Allahü teâlâya inanan ve güvenen kimse neden mahrumdur. Allah'tan mahrum olan ise neye mâliktir."

     

    "Şu İstanbul ne garip belde! İnsan mümin olmak için de, kâfir olmak için de burada her vâsıtayı, her imkânı bulabilir."

     

     

    '' Kur'ân-ı kerim şifâdır. Fakat şifâ, suyun geldiği boruya tâbidir. Pis borudan şifâ gelmez.''

     

    '' Gerçek kerâmet, kerâmetin gizlenmesidir. Bunun dışında görünenler, velinin irâde ve ihtiyârı ile değildir. İlâhi hikmet öyle gerektiriyor demektir.''

     

    '' Allahü teâlâ sırrını eminine verir. Bilen söylemez, söyleyen bilmez.''

     

    '' Ahmaklık, hatâda ısrar etmektir.''

     

     

    '' Riyâ olmasın diye cemâatten kaçanlar ayrı bir riyâ içindedirler.''

     

    '' İlim, cehaleti giderir yok eder, ahmaklığı değil.''

     

    '' Cemiyetteki ruh hastalıklarının sebebi, imân eksikliğidir.''

     

     

     

    Allahüteala, Üstad Necip Fazıl KISAKÜREK ' in de üstad'ı olan, bu Allah dostunun, feyzinden, ilminden istifade etmeyi bizlere de nasib eyleye ( Amin Amin Amin)

     

    Allah (cc) her ikisininde mekanını cennet eyleye. (Amin)

     

    (Ravda.net ten alıntıdır)


  6. AL!

     

    Babıâlinin Bab-ı âdi cephesinde (Dünya) isimli, çöp tenekesi boyunda bir kulübeye sığınmış bir köpek vardır ve adı B.... F...'tir.

     

    Dökük kıllarının her kökünde uyuz kabartıları zıplaşan ve ruhundaki cerahat ağzından dökülen ve hokkasını dolduran bu âdi hayvan, kalemini işte her gün bu hokkaya daldırıp ulvî mânalara mikrop aşılar. Fikir adına, hiçbir mahalle itinin tenezzül etmeyeceği küfürlere kadar düşer ve devamlı bir can çekişme içinde ulvuliklere karşı olur.

     

    Bu, mikrop kavanozu it, geçenlerde benim "Kırmızı" isimli yazımı ele alıyor ve kurmay yakasının kırmızı olması gibi nâmütenahi uzak bir münasebeti kuyruğuna dolayarak, benim kurmayları murad ettiğimi ileri sürüyor.

     

    Bâbıâlinin Bab-ı âdi cephesi iti, unutmuş görünüyor ki, bu âlemde topu topu yedi renk vardır; bu renklerden herhangi biri içinde tecelli eden eşya ise sayısızdır. Aziz ve münezzeh kurmay sınıfının yakası kırmızı olduğu gibi, Bedii Faik'in suratından daha az kirli olan ve kendisine kefenlik etmeyi kabul etmeyecek kadar haysiyet sahibi bulunan âdet bezi de kırmızıdır.

     

    Ben, sivil cezaevinde bir buçuk yıllık hapsimi hikâye eden o yazıda sadece acılarımı remzlendirmek mânâsına "kırmızı" yı ele aldım; ve elbette ki "Zindan bekçisi" tâbiriyle, yakalarının kırmızı olduğu herkesçe bilinen hapishane gardiyanlara, şahıs ve meslek olarak herhangi bir kötülük sıçratmadım; onları, mücerret bir ruh baskısının azap sembolleri diye gösterdim.

     

    Hapishânede kurmay ne arar? Zindan bekçisi ve gardiyan nerede, kurmay nerededir? Eğer yakasında kırmızı bir renk taşıyan her meslekî hüviyet bundan alınmak vaziyetinde olsa, ceza hâkimi, savcı, bekçi ve daha bilmem kim, ayaklanmak hakkını nefsinde görmez mi?

     

    Hiçbir riyazî kat'iyet ve bedahet, benim yazımdaki kast hedefi kadar açık ve belirli değildir; hapsimiz sivil hapishânededir, yazımız bu hapishâne acılarının hikâyesidir, oradaysa zindan bekçisi gardiyandır ve kırmızı yakalıdır. Kaldı ki, askeri ceza ve tevkif evlerinde de kurmayın işi yoktur.

     

    Ben ilk terbiyesini bir askeri mektepten almış (militarist) bir insanım, tek kelimeyle orducuyum ve hayalimde mefkûreleştirdiğim kurmay subay seciyesine âşıkım.

    O kadar âşıkım ki, 27 Mayıs hareketinin bir neşter gibi deştiği ahlâk buhranımızın en keskin tezahür kutuplarından biri olarak, kâbuslara bile girân gelecek bir münasebeti, arslanlara:

    -Bak, düşmanın senin için ne diyor!!!

    Gibilerden rapor etmeye kalkan Bedii Faik misillû hasta köpeklerin tecrid edilecekleri hâli adayı, yine kurmay dehâsından beklemekteyim.

     

    Büyük çileler sonu gözlerini kaybeden (Son Posta) sahibine "Kör!" diye küfredecek kadar alçalmış bir hasta köpeğin (Basil dö Koh) yatağı sefil ciğerindeki kan, kurmay renginin asaletinden o kadar utanmalıdır ki, ağzından kahverengi gelip o mülevves leşi terketmelidir.

    Hepsi bu kadar!:..

     

    (18 Ocak 1962)

     

    (Alıntıdır)


  7. Bunlar hep bir arada birkaç yüzbin nüsha satsalar da, benim elimde karamela kağıdı boyunda bir neşir vasıtası olsa, hemen kuyruklarını apış aralarına sokarlar, susarlar ve güya beni görmemezlikten, duymamazlıktan, tanımamazlıktan gelirler. Zaten benim bu memlekette nasibimdir bu hal...

     

    Yanarızki şu an üstad gibi bir büyüğümüz başımızda değil, Allahıma şükürler olsun üstadımızın neşrettiği yol gösterici eserleri var..


  8. S.A. Kardeşlerim.Belki mevzuu ile fazla alakası yok ama. Birde filistin in şimdiki haline bakarsak ciddi bir maddi sıkıntıyla karşı karşıya.Daha önce filistine para yardımı yapan devletlerin çoğu yardımlarını kestiler.Eğer şimdi menderes gibi bir baş olsaydı eminimki filistine şu an başımızdakilerden daha fazla yardımı dokunurdu.

     

    selam ve dua ile


  9. ALLAHIM, SENİ İSTİYORUZ!

     

     

    Yıllardır insanlık, derin ve sinsi bir dert çekiyor. Bu dert, sinirleri bozuk bir mirasyedi oğlunun iç sıkıntısı. Mirasyedi çocuğu, gözünün bir işaretiyle yeryüzünün bütün çeyizlerini ayağına serdirebileceği halde hiçbirisiyle avunamıyor. Lâstik toplarını ısırıyor, renkli balonlarını iğneliyor, motorlu fillerini, pervaneli atlarını yerlerde süründürüyor ve bütün zenginliklere arkasını dönmüş, bir pencereden, bir türlü kendisine kadar gelemiyen güneşin toprak üstündeki altın lekelerini seyrediyor. Bu hastalık, masallardaki dünya güzeli şehzadelerin derdi gibi bir şey... Başında bin doktor ve üfürükçü, bin hokkabaz ve falcı çare arıyadursun; o, günden güne fenalaşmakta...

     

     

    Denizaşırı bir memlekette bir takım kardeşleri, tuhaf bir ülke kurdu. Evleri itfaiye merdivenlerinden, gökleri arı kovanlarından, sokakları, üstünde binlerce bıçağın işlediği bileği taşlarından farksız... Orada, uzun boylu, cam gözlü, dört köşe omuzlu; az konuşan, konuştuğu zaman da kurbağa gibi sesler çıkaran bir insan örneği pey dahlandı. Suratı yoğurttan daha çizgisiz olan bu tipin ne zaman ağladığı, ne zaman güldüğü, ne zaman heyecanlandığı belli değil... Yalnız bir paspasın üstünde, yumruklarına deriden bohçalar sarmış iki çıplak insan boğuşurken; milyonluk kalabalıklar karşısında, bir takım kısa pantalonlu çocuklar meşinden bir yuvarlağı kovalarken; iki lâstik tekerlekli araba 80 derece meyille bir dönemeci kıvrılırken gırtlağından nâralar boşanıyor.

    Ufak bir ameliyatla aşka ait her kahırdan kurtulmuş harem ağaları gibi, içinin bütün zehirlerini sinirleriyle beraber söktürmüş olan bir insan örneği, teselliyi cematlaşmakta aramanın korkunç misali...

    İşte, bütün hârikası sadece kemiyet plânını alabildiğine köpürtmekten ibaret (Yeni Dünya) isimli diyarın macerası!..

     

     

    Beri tarafta, şarka doğru bitmez ormanlar ve sonsuz (step)ler memleketinde başka kardeşleri, yıldızların bile duyduğu bir çığlık kopardılar: Komünizma!..

    Yenicami merdivenlerinde asker terhislilerine leke sabunu satan işportacıların kolay belâgatiyle dünyayı, asırları, medeniyetleri, milletleri ve sınıfları markaladılar. Bütün derdi, fazladan bir demet soğan, bir şişe yağ ve iki saat istirahatten ibaret bir sınıfın istırabı, insandaki büyük ve mücerret idrâk ıstırabının yerini almak istedi. O gündenberi kâinatı dört köşe gören bir madde telâkkisi, hâdiselerin ebedî düğümünü arıyan ruh kavrayışına; sefil bir yokluk mantığı, mantığın üstündeki varlık murakabesine; Eskimolara bile vâdeden insaniyetçi dolandırıclık, millet aşkına; sokak afişçiliği, sâf ve hâlis san'ata; âdî vu zuh, ulvî muğdile düşman kesildi. Sonunda onlar da, ezelî ve ebedî kıymetlerin çoğuna, merkezinden mahrum olarak, sinsi sinsi dümen kırmakta aradılar muvazeneyi...

     

     

    Gelelim, (Adriyatik) kıyılarından esmeğe başlayıp Baltık sahillerinde kasırgalaşan, sonra dünya büyüklüğünde bir balon gibi patlayıveren mahut tecrübeye: Faşizma ve Nazizma!...

    Bu tecrübe, eşya ve hâdiselere tahakküm iktidarından düşen, öz terakkileri içinde boğulan (Greko - Lâtin) medeniyetinin kendi nefsine karşı bir aksülâmeli oldu. Bir aksülâmel; kendi kanunlarına, mukaddeslerine karşı bir isyan ve ihanet... Garp medeniyetinin son yemişi müsbet bilgiler, onu bir hançer gibi tutan elde, hiçbir başka hak ve mukaddes tanımaksızın, mutlak bir imtiyaz ve tahakküm edasiyle mirasa konmak istedi.

    Ve meydanı, hiçbir insanî ideolocya gayreti olmıyan, sadece kâbuslarda bile görülmez bir iştiha ve ihtiras psikolocyasiyle şişmiş, ilim ve sistem sahibi bir canavarlık hamlesi kapladı. Netice malûm...

     

     

    Ya demokrasyalar?.. Hastalığın başı onlarda!.. Bir zamanki sahte muvazeneleri ve sonra bu muvazeneyi allak bullak eden madde keşiflerinden sonra, rahimlerine bu iki (menfi)yi düşüren, bilmeden geliştiren, doğuran ve nihayet teker teker boğup kilise kapılarına bırakmaya mecbur olacak kadar bedbahtlaşan; şu ânda maddede muzaffer, fakat mânada büsbütün müflis onlardır!

     

     

    Hiçbir misal ve tecrübe, insanlığı kandıramıyor. O, kifayetsizi ve dalâleti hemen seziyor. Menfiyi, çürüğü, günübirliği sezmek işten bile değil, fakat müsbeti, sağlamı, devamlıyı bulmak, dâvaların dâvası...

    Niçin o kadar tapındığı müsbet ilimler ona tesellisini vermiyor. Ölülerin kalbini şişelerde zıplatan doktorları; suyun altına, havanın üstüne merdiven kuran mühendisleri; Londradaki fısıltıyı Tahranda dinleten kâşifleri var. Bütün bunlar içinin yıkıntısına niye ilâç değil?..

    Ruhunun bütün nizamı çöktü. Bestekârın kulağına eski vecdin sesleri yerine sar'alı kadın çığlıkları ve Afrikalı vahşi tepinmeleri geliyor. Ressamın gözüne, eski âhenkli yüzler yerine, yedi başlı zebanîler ve kemik hastalıkları koğuşundan seçilmiş hilkat galatları görünüyor. Mimar, gökyüzüne bağırsak gibi şeyler çekiyor. Şairin şiiri, daha içini okumadan, uzaktan bakıldığı vakit, kocakarı ağzı gibi yıkık dökük... Üstünde oturduğumuz eşya, taş devri âletleriyle yontulmuş, işsizlik, ümitsizlik ve bedbinlik teneşirleri...

    İnsanlık bunalıyor!!!

    İşte bütün dâva; insanlık bunalıyor!!!

    Belki de bunalmaktan kurtulmak için ayaklandırdığı kıyamete rağmen insanlık bunalıyor. Ve asıl bundan sonra bunalacak!...

    Son yıllarda zamanın en ince çizgisine dokunan filozof ormanlarda dolaştı; ve (Bunalma felsefesi) başlığı altında korku ve sıkıntıyı bestelemeğe çalıştı. Şimdi de insanlığın beklediği yeni ve büyük (metafizik)ten bahsediyorlar!

     

     

    Artık anlıyoruz; Allah dünyamızdan çekilmiştir!

    Dünyanın ve her şeyin mutlak sahibi dünyadan çekilmedi; dünyanın kalbleri, kendilerini onun nurundan çekti. Allah dünyamızdan çekilmiştir.

     

     

    Bize kim yol verecek? Kabuğunu emdiği şeyin ruhunu tüküren ham ve kaba softa mı? Adını bile anmayın!

    Basit ve tabiatın üstünde, âlem içi âlem sezen yepyeni (fevkalâde) telâkkisi; sen neredesin? Kaz kümeslerine sığmayan üstün ruhun, istikbâle ve mâveraya iştiyakından ne haber?.. Kurbanlık koyunlar gibi boynu kesilmiş büyük saffet ve teslimiyet; bizi E f e n d i m i z e ancak sen kavuşturabilirsin!

     

     

    Niçin yıllarca güneşe, ateşe, öküze ve ağaca taptık?.. Ne diye bu âdi maddelere ruhumuzun esrar gömleklerini giydirdik? Hep bu dört köşe şeklin dışındaki ruhu, hep bu yaşadığımız günün ilerisindeki ânı, hep bu gençliğin üstündeki durağı ifadelendirmek için...

    Dünya ilk defa olarak Allahsızdır. Artık ne bir (harikulâde) telâkkisi, ne bir sonsuzluk duygusu, ne bir gizlilik idrâki, ne bir yarın iştiyakı!..

    Hızını büyük imanlardan alan müsbet bilgilerimiz, lokomotifi bozulmuş vagonlar gibi ilk darbeyle yürüyor ve hep inişlerden faydalanıyor. Yokuş göründü! Vagonlardan çığlıklar geliyor: Nasıl tırmanacağız?..

    Allah dünyamızdan çekildi. Bu çekiliş, bir insandan cesaretin çekilişi, bir çehreden sevginin uçuşu, bir bahçeden baharın gidişi gibi, kaba madde üzerinde takibi mümkün bir iş değil!...

    Ve işte bunalıyoruz!!! Günün en ince çizgisi, bu... Rahatsızız; mahduda sığamıyor, hudutsuzu dolduramıyoruz.

    Her sakatlık ve çarpıklık yalnız bu yüzden...

    Bu hal, her vasfı ihmal edilen ruhun, göze görünmez bir plânda, kâinat kadar büyük şahsiyetini ihtar edişinden doğmakta...

     

     

    Dünyanın ve her şeyin mutlak sahibini, has aynası olan gönüllerde, mutlak sahiplik tecellisine dâvet etmeyi bilecek miyiz, bilmeyecek miyiz? Bilmeyeceksek bilelim ki bir saniye ilerimizde, artık bir daha zerrelerimiz yanyana gelmemecesine müthiş, patlama ânı var!..

     

     

    Allahım! Seni istiyoruz!..

     

    selametle

×
×
  • Create New...