Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]

Kalemdar

Admin
  • Content Count

    996
  • Joined

  • Last visited

  • Days Won

    45

Posts posted by Kalemdar


  1. İskilipli Atıf Hoca'ya Devletten İade-i İtibar

     

     

    armagan.jpg

     

    Şapka inkılabına muhalefet ettiği gerekçesiyle idam edilen İskilipli Atıf Hoca'ya devlet tarafından ilk iade-i itibar geldi.

     

    Edinilen bilgilere göre Sağlık Bakanlığı yetkilileri önceki gün aldığı bir kararla Çorum'un İskilip ilçesinde bulunan İskilip Devlet Hastanesi'nin adını Atıf Hoca İskilip Devlet Hastanesi olarak değiştirildi.

     

    Hastanedeki isim değişikliği nedeniyle hastanede düzenlenen törende bir konuşma yapan Sağlık Bakan Yardımcısı Agah Kafkas, Türkiye'nin demokratikleşmesi, özgürleşmesi ve sivilleşmesi adına önemli bir adım attıklarını belirterek, "İskilip tarihi derinlikleri olan, özgün kültürü olan önemli ilçelerinden bir tanesi. İskilip'in medarı iftarı bir büyük bilim adamı, bir alim İskilipli Atıf Hoca. Bu noktada İskilip'ten yoğun talepler geldi. İlgili arkadaşlarla değerlendirerek Çorum'un İskilip ilçesindeki Devlet Hastanesi'nin adını İskilipli Atıf Hoca olarak değiştirdik. Bu bir iade-i itibardır" dedi.

     

    İskilipli Atıf Hoca'nın torunu Ahmet Faruk İmal ise, hastanenin isminin değiştirilmesinde emeği geçen herkese teşekkür etti.

     

    Kaynak

    • Like 3

  2. Üstad Necip Fazıl'ın hayatı sahnelendi!

     

    35378208007eqz8hp5cjkpe46e87r6pbu3hmcl87jb154.jpg

     

    Üstad oyunundan bir kare...

     

    Sırf Tiyatro Ekibi, “Üstad” oyunuyla Necip Fazıl'ın hayatına dair mühim detaylar içeren güzel bir oyun sahneledi...

     

    İzmit Belediyesi Kültür ve Sosyal İşler Müdürlüğü Yetkilileri Necip Fazıl Kısakürek’in şimdiye kadar kendi yazdığı eserlerin sahnelenmesiyle anıldığını, bu oyunda ise onu anmanın ötesinde onu yaşatmak ve yansıtmak için ona yakışır bir şekilde mücadele dolu hayatından kesitlerin yer aldığı tiyatro oyunu ile farklı bir oyun sahneye koyduklarını bildirdiler.

     

    nnnnnnn.jpg

     

    Yaşlısı, genci oradaydı

     

    Çocukları tiyatroya götürme imkânı her zaman mümkün olmuyor. Zira ya içerik açısından uygunsuz ya da tamamen saçmalıklarla doldurulmuş şeyler çocuk tiyatrosu diye yutturulduğundan tam emin olup bir oyuna gitmeniz hayli zor iş (benzeri mevzuların sinema içinde aynen geçerli olduğunu söyleyebiliriz). “Üstad” oyununun halka açık ve yaş sınırı olmaması hasebiyle bu fırsat kaçmaz diyerek oyuna gittik. Bizim ufaklık sıkılır mı diye biraz tereddüt ettik lâkin salonda başka çocukları da görünce bir nebze olsun rahatladık. Aynı zamanda orta yaşın üzerinde, hatta hayli yaşlı izleyicileri de görmek şaşırtıcı olsa da güzeldi.

     

    Yersiz sorulara yerinde cevaplar

     

    Oyun tam olarak bir tiyatro oyununun sahnelenmesinden çok, Necip Fazıl’ın hayatından önemli detayların belli bir devamlılık gözeterek ortaya konmasıydı. Abdulhakîm Arvâsî ile muhabbeti ve onunla tanışmasının yaşantısına yaptığı tesirle gönül dünyasında hissettikleri... Ardından elbette hayatında önemli bir yer tutan mahkeme diyaloglarını es geçmemişlerdi.

    Son derece nüktedan Necip Fazıl’ın nüktelerini, ayrıca onu alt etmek için sorulan sorulara her zaman muhteşem zekâsı ve hazır cevaplılığıyla verdiği karşılıkların sahnede canlandırılmış şeklini görmek doğrusu ayrı bir tecrübe ve büyük keyifti. “Özel aracınız yok mu?” diye soranlara; “Ona en son bineceğiz!” demesi, Nazım Hikmet’ten bahsederken “Nazım aymadı ki aydın olsun” demesi ve birlikte bir sohbetleri esnasında Nazım Hikmet’in ona oruç tuttuğu için “bir deri bir kemik kalmışsın” dediğinde ona “senin çok sevdiğin Fransızlar ne demiş; yaşamak için yemeli, yemek için yaşamamalı” diyerek ders vermesi... Sonrasında Nazım Hikmet’in ise “ya nereden buluyorsun bu lafları” dediğinde “hem Nazımsın hem Hikmet, bil bakalım nereden buluyorum” cevapları gibi daha bir sürü nüktedan cevapların yer aldığı harika bir oyundu açıkçası. Aynı zamanda aralarda kendi sesinden şiirleri de dinlediğimiz ve eşlik etmeden de duramadığımız sahneler mevcuttu.

     

    4-5-detail.jpg

     

    NFK’dan nükteler

     

    Bir ara oğluyla birlikte oturdukları sofrada yıkanıp, iyice temizlenmiş içki şişesinin sürahi niyetine kullanıldığını gördüğünde “oğlum yeni bir lazımlık alıp, gelsen de tertemiz olduğu halde içerisine su koyup içmek ister misin?” diye sorması ve o şişenin derhal kaldırılmasını istemesi... Böyle bir sahne size neyi hatırlatır? Bana ilk gelen alkolsüz bira adı altında tıpa tıp bira şişesinin özelliklerine sahip şişelerle piyasaya içecek çıkartan pek “mütedeyyin firmaları” hatırlattı nedense... O’nun ardından ne de çok “ilerleme” kaydetmişiz meğerse. Üstadın hayatından daha birçok esprili ve etkileyici kesitlerin yer aldığı, çocukların bile sonuna kadar ilgiyle izleyeceği ve hatta akıllarında yer tutacak mahiyette bir oyundu hakikaten.

    Sırf Tiyatro Ekibini ilk kez izlediğimiz halde çok beğendik. İsimlerinden de anlaşılacağı üzere tek dertleri sadece tiyatro. Temennimiz bu gençlerin bizim için önem arz eden diğer şair ve yazarlarla alakalı olarak da böylesine etkileyici ve anlamlı oyunlar sahnelemeleri.

     

    Üstatlık bu olsa gerek

     

    Oyun esnasında ve sonrasında düşündüm Necip Fazıl Kısakürek niçin bizim için bu kadar önemli? Niye hep bu ismi ve şiirlerini duyduğumda kendimi zamansız ve mekânsız bir yerde hissediyorum. Acaba ilk dilimize ve oradan da kalbimize inen şiirler O’nun olduğu için olabilir mi? Yoksa fikirleriyle tam bir dava adamı olduğu ve bizlere davamızın tam manasıyla idrakini yaşattığından mı? Her anıldığı yerde içimizin titremesi ve sorumluluğumuzu tüm zerrelerimizde hissettirmesi mi ona Üstad vasfını kazandıran yoksa?

     

    F.Kebire Gündüz Karaaslan izledi, beğendi, yazdı

     

    Kaynak

    • Like 1

  3. Şeyhimin İlleri

     

    Şeyhimin illeri, uzaktır yolları,

    Açılmış gülleri, dermeye kim gelir ya hu?

     

    Şeyhimin özünü, severim sözünü,

    Mübarek yüzünü görmeye kim gelir ya hu?

     

    Şeyhimin ilinde, asası elinde,

    Şeyhimin yolunda olmaya kim gelir ya hu?

     

    Şeyhimin şemine, bu canım pervane,

    Salâdır aşıklar, yanmaya kim gelir ya hu?

     

    Ahd ile vefalar, zevk ile sefalar,

    Bu yolda cefalar çekmeye kim gelir ya hu?

     

    Ah ile göz yaşı, Yunus-un haldaşı,

    Zehr ile şol aşı, yemeğe kim gelir ya hu?

    • Like 1

  4. Nuri Pakdil sormuş Üstad cevaplamış!

     

    untitled-3.jpg

    Nuri Pakdil, Necip Fazıl Kısakürek

     

     

    Edebiyat dergisinin Şubat 1972 sayısında Nuri Pakdil Usta'nın Üstad Necip Fazıl ile röportajı yayınlanmıştı. Bu önemli röportajı ç-alıntılıyoruz.

     

     

    NECİP FAZIL KISAKÜREK’LE BİR KONUŞMA

    Konuşan: NURİ PAKDİL

    EDEBİYAT

    Aylık Dergi Şubat 1972

     

    Necip Fazıl Kısakürek’in Ankara’ya geldiğini ve konuk olduğunu Akif İnan söyledi bana. O gece İnan’lardaydık. Edebiyat dergisinde yayınlamak üzere bir konuşma düşündüm. Sorular, konuştukça kendiliğinden beliriverdi. Rasim Özdenören de yazdı konuşmalarımızı.

    Necip Fazıl Kısakürek’in sanat ve düşünce dünyamızda çok etken bir yeri vardır. Onun kişiliğinde, eylemci yazarın sürekli atılımlarını görüyoruz. Şiirleriyle, piyesleriyle, tarihsel eleştirileri içerleyen kitaplarıyla uygarlığımızın en güçlü savunucusu oldu. Onunla, kelimelere, kurşun gibi ağır, ama öldüren değil inşa eden, bir yük yüklendi.

    Konuşmamızda, kısa çizgilerle de olsa, genellikle sanat, ama daha çok uygarlık sorunu üzerinde duruldu. Sanırım bir gecede bundan fazlası da yapılamazdı. N. P.

     

    Bildiğiniz gibi, sanatçılarla yapılan konuşmalar, onların düşündüklerini, yazdıklarını açıklamakta çok yararlı oluyor. Hatta bu konuşmalar gereklidir de. Bu bakımdan sanatçılarla yapılan konuşmaları çok önemli bulurum. İzin verirseniz, ilk soruma şöyle başlamak istiyorum. Doğum tarihiniz kesinlikle bilinmiyor. Çeşitli kitaplarda ve antolojilerde farklı tarihler yazılı. Bu yanlışların düzeltilmesi için doğum tarihinizi söyler misiniz?

     

    Aynı suali bana, Millî Eğitim Bakanlığının hazırladığı Türk Ansiklopedisinden sordular. Kendilerine cevap verirken Fransız Ansiklopedilerinde sıhhatla tespit edilen bazı hususiyetlerimin memleket içinde bilinmeyişine esef duyduğumu belirttim. Ben 1323 (1907) tarihinde İstanbul’da doğdum.

     

    captures.JPG

     

    Doğum tarihinizi saptadıktan sonra nereli olmak sorununa geliyorum. Büyük Kapı kitabınızda, İstanbul’da doğduğunuz halde, Maraş’lı bir aileden gelmiş olmanıza büyük önem verirsiniz. Maraş’a verdiğiniz bu önemi ve Maraşlıların niteliklerini açıklar mısınız?

     

    Ben İstanbul’da doğduğum gibi, babam Abdülbaki Fazlı Bey de, İstanbul’da doğmuştur. Fakat kendisine topyekûn çocukluk terbiye ve telkinlerini borçlu olduğum büyükbabam Maraş’lıdır. Maraş’ın en eski hanedan ailesine mensup Dulkadir sülâlesine bağlı Kısakürekoğulları soyundandır ve Sarayın verdiği en yüksek rütbelerden birini taşıdığı halde, bana onunla değil, Maraş’taki aile kökümüzle iftihar etmem gerektiğini telkin etmiş ve 45 yaşıma kadar görmediğim Maraş’ı nazarımda bir ideal toprak olarak ruhuma sindirmiştir. Çocukluğumda başlayan bu his, Maraş’ı tanıdıktan ve bir kaç kere gördükten sonra büsbütün içime yerleşmiş bulunuyor. Orada idealimin iptidai malzemesini tamamiyle bulmuş, bütün Türkiye’de olduğu gibi, binasına henüz şahit olmuş değilim. Etrafı huni gibi kaplayan dağların dip noktasında, sâf Türk kalmış olmanın mührünü çehresinde hecelediğim Maraşlı, gözümde, tarihî haklarını bile aramak gayretinden müstağni, iç hayatını dışına vurmaz bir hicap içinde Müslüman Türkün en zengin örneklerinden biridir; faziletiyle birlikte suçu da bu noktadadır.

     

    Büyük Kapı’da gençlik yıllarınızı, ailenizi, orta öğrenim döneminizi oldukça ayrıntılı bir biçimde anlatıyorsunuz. Kitap 1965 yılında yayınlandığında büyük yankı yapmıştı. Aynı hafta içinde, tesadüfen Jean Paul Sartre’ın Kelimeler kitabını da okumuştum. İki kitap da, bir yaşamın anlatımıydı. Sizinki etkilemişti beni. Sanırım o günden beri kitabınızı yeniden okumak, üzerinde düşünmek fırsatını buldunuz. Kitabınızda anlatılanlar dışında gençlik yıllarınıza değin bize söylemek istediğiniz başka anılarınız var mı?

     

    O kitapta gençlik yıllarım, anlatılmasına cevap verebileceğim veya veremiyeceğim çizgilerden sadece birkaç basit noktayı gösterir. Kendimi buluncaya kadar sürdürdüğüm 30 yıl içinde gayet dolambaçlı ve burjuva nizamına aykırı bir hayatım olduğunu itiraf ederim. Bu hayatın hulasası Büyük Kapı isimli eserimde kullandığım ifade ile mevsimlerce gündüz ışığını görmedim Paris gibi bir şehirdeki yaşayışımdan istidlâl edilebilir.

     

    Konuşmamızın bu başlangıç bölümlerinde, bize, kişisel beğenilerinizden, çalışma tarzınızdan bahseder misiniz? Söz gelimi, atı sevdiğinizi biliyoruz. Nereden geliyor bu at sevginiz?

     

    Allahın insana bir fatihlik sembolü olarak hediye ettiği at, benim nazarımda “Dünya saadeti atların sırtındadır” Hadisinden gelen bir mâna aranmak gerekir. Allah Resulünün atlarından birinin ismi Necip’tir. Aynı ismi taşımakla, Peygamberden mâna hâlesi içinde ata olan sevgimin saadetini yaşıyorum.

     

    Çiçeklerle ilginiz?

     

    Onların taşıdığı renk fenerlerine hayran hayran bakmadığımı ve oradan ilahi sanata çıkmadığımı söyleyemem.

     

    Biraz da çalışma tarzınızdan, nasıl yazdığınızdan söz açar mısınız?

    Umumiyetle içinin zindanında yaşayan bir insan olduğum için, hiç bir dekor kaygısına düşmeden yazarım. Otobüste, dolmuşta, kalabalık içinde veya tam sükûnet vasatında yazabilirim. Zaten çok defa kalabalık içinde kendi ruh zindanına hapsedilmiş bir insan olmak vasfını muhafaza ederim. Beni, kabuğunu sırtından atmış bir kaplumbağa gibi, çırılçıplak mahrem hücremde yakalayabilmiş dostlarım fevkalade nadirdir. Bu ölçüye göre, benim yazı yazarken hiçbir dış dünya etkisi altında kalmam hemen hemen imkânsızdır.

     

    Niçin “içimin zindanı” diyorsunuz da “aydınlığı” demiyorsunuz?

    Benim anladığım ışıküstü ışık, yani nur, gün ışığı ile değil ancak gece karanlığı ile ifade edilebilir. İçimin zindanı demekteki muradım, işte her atomun üstündeki bu zindanda ışığı bulmamdandır. Yoksa öbür türlü aydınlık, bayram yerinde eğlenen çocukların anladığı gündüzden ayrı değildir. Yâni aydınlığın ötesi, mâverası, işte bu zindanın içindedir.

     

    necip-fazil-kisakurek-71372.jpg

     

     

    Çocukluk döneminiz, ülkede büyük kargaşalıkların, bunalımların olduğu bir döneme rastlar. Bütün yazdıklarınızda hissedilen ruhçulukla çocukluk anılarınız arasındaki ilgiyi

    belirtir misiniz?

     

    O yıllarda henüz ben çocuk yaşlardaydım, o yaşlarda bir çocuğa herhangi bir sosyal endişeden bahsedilemez. Âmma o yaşlarda bile denize bakarak saatlerce ağladığımı, evimizin önünden akşam üzerleri geçen satıcıların haykırışları yüzünden melânkoli buhranları çektiğimi, evimizin renkli camlarla kaplı arka merdivenlerinde süzülen ışık huzmelerine öteler âlemini sorarcasına baktığımı, bir kelimeyle metafizik bir oluş çilesi içinde çırpındığımı hatırlarım.

     

    Bu dönem, Osmanlı Devletinin çökme ve sonunda yıkılma yıllarını kapsar. 600 yıllık Osmanlı Devleti çökertilirken (burada özellikle ve bilinçle “çökertilirken” diyorum) siz büyüyordunuz. Osmanlı Devletinin çöküşü ile Türk Ulusu, tarih içinde artık aynı yükü taşımıyor ve aynı ödevi yüklenmiyordu. İçinde yaşadığınız 1918-1923 yılları arasında ne hissediyordunuz?

     

    O yıllar, beni, bütün memleket aydınlarına eş olarak istiklâl hareketinin heyecanı içinde bulur. Geleceğin ne olacağındansa kimsenin haberi yoktur.

     

    1940’lara kadarki dönemde, uğraşınız şiir ve tiyatro oldu. O dönem şiirimiz, o dönem tiyatromuz sizinle çok güçlendi. O dönemde bile toplum sorunlarına daha çok mistik bir yaklaşımla çözüm aramaktaydınız. 1936’larda yayınladığınız Ağaç Dergilerinde “1001 Çerçeve” başlıklı fıkralarda, tutumunuz genellikle böyle. Antimateryalist ve ruhçu bir uslup. (Edebiyat dergisinin bazı sayılarında bunların anlatılmasına çalışıldı. Daha yazacağız.) Bu tutumunuz, o dönemin genel şartlamasıyla çelişiyordu. Şöyle açıklayayım bunu: 1923 Devriminin üslûbu, özünde tabiatçılık ve maddecilik bulunan bir değişimi öneriyordu. Böyle bir ortamda, mistik bir yaklaşımla nasıl düşünebiliyor ve yazabiliyorsunuz?

     

    Benim ilk şiirlerim, çocukluğumda geçirdiğim metafizik ürpertilerin bir dökümü olarak Allah ve ölümü ele alırken, üniversite talebeliğimden sonra Yakup Kadri’nin idare ettiği Yeni Mecmua ve Anadolu Mecmuasında ancak çocuk çapında ele alınabilen bu temaları bir kenara bırakır ve sâf sanata yönelmeyi hedef tutar. Kaldırımlar şiirinde tecelli eden bu sanat ve şiir arayışı 1934’e kadar devam eder. Bu tarihte tanıdığım büyük bir veliden aldığım tesir beni tekrar başlangıcıma iade eder ve aynı temaların en ileri kutbuna yükselmeyi bana gaye olarak verir. Bunun da örneği Çile şiiridir. O şiiri Bir Adam Yaratmak vesair eserlerim takip eder ve o güne değin Berceste Mısra hududunu aşmayan tab’ım birden bire –yine aynı velînin feyz eseri olsa gerek- büyük bir veludiyete kavuşur. Benim 1934 sonrası sanat ve fikir hayatım, başta şiir olmak üzere, orkestranın her âletinden ruhçuluğu ilân eden ve bütün beşeri bilmecelerin çözümünü bu noktada bulan bir inkılâp ifadesidir. Nitekim her büyük sanatkârın hayatında aradığım ve bir fikir meydan muharebesi diye vasıflandırabileceğim büyük kafa yarası, bana, o velîyi tanıdığım günlerde musallat olur ve yara kapadıktan sonra bende bugünkü sanat ve fikir adamının mimarisini kurmuş olur.

     

    Yukarda değindiğim değişim, hiç kuşkusuz, 19. yüzyılın başından beri, çoğunluğu dış etkenlerle başlayan batılılaşma hareketinin son aşaması oluyordu. 1943’den beri çıkarmaya başladığınız Büyük Doğu dergisi ile devrimlere karşı ilk yazılı eleştiriyi yapan ve başlatan oldunuz. Yalnız eleştiri ile kalmıyor hüküm de getiriyordunuz. Hem Batıya yönelmeyi (değişimi ve yabancılaşmayı) eleştiriyordunuz, hükme bağlıyordunuz, hem de Batı düşüncesi yerine yerli düşünceyi yeniden ikame ediyordunuz. Derginizin adı da bu amaçla seçilmişti. Bu eyleminizi, aynı içtenlikle, sapma yapmadan, kesintisiz sürdürüyorsunuz. Aşağı yukarı otuz yıl olacak. Otuz yıldır savunuyorsunuz inandıklarınızı. Sizi, bu tarihsel eleştiriye ve bir dâvayı otuz yıl boyunca savunmaya iteleyen, sizi buna mecbur eden, zorlayan, sizi bu direncinizde yıldırmayan nedenleri bir kez daha açıklar mısınız?

     

    Sorduğunuz şeyin izahını bizzat kendiniz yapıyor ve farkında değilmiş gibi cevap istiyorsunuz. “Nedenler” diye öğrenmek istediğiniz Saikler bir tanedir, tek saik ve sebepten ibarettir, o da yazımda “Ceplerde Kaybedilen Güneş” tabiri ile belirttiğim gibi, İslâm lafzı içinde, İslâm ruhunu kaybetmiş olmanın ve bütün kurtuluş çarelerinin bu kaybedilmiş anahtarlar destesinde olduğunu bilmemenin verdiği ıstırap. Bütün davamızı, şu cümlelerin etrafında toplayabiliriz: “Türkün ve bütün insanlığın biricik kurtuluş formülü elimizde küflü ve paslı kabuklarından başka bir şeyi kalmayan İslâmın özüne nüfuz etmektir ki, bu da, gökyüzünde muayyen ve belirli bir yıldıza gitmekten daha çetin bir iştir. Zira malik bulunurken mahrum kalınan bir şeyi elde etmek, en olmayacak malikiyetten daha zordur.” Dolayısıyla dünyaya en uzak bir yıldıza gitmekten daha zor olduğunu keşfettiğimiz güneş, böylece bir el atışta ele geçirilebilir bir kolaylık da arz etmektedir.

     

    1943’den itibaren şiddetini ve dozunu gittikçe arttırarak bütün yazdıklarınızda (şiirlerinizde, piyeslerinizde, hikayelerinizde, düşünü yazılarınızda) angaje edebiyatın belirişini görürüz. Sağ’da angaje edebiyat sizinle başladı. Şunu da söyleyeyim: Siz, edebiyatı, ülkünün buyruğunda düşündükçe ve öyle verimlendirdikçe, sol, kendi ortamında sizin kıvamınızı bulamadı, bu yüzden, yani kendi alanındaki dengesizliğinden (dengeyi kuramayışından), genellikle öldürdü edebiyatı ve görünürde sadece kupkuru angajmanları kaldı. Bu açıklamalarımdan sonra, angaje edebiyat üzerine, özellikle ve genel çizgileriyle Türk Edebiyatını içerleyen angaje edebiyatın gereği ya da gereksizliği üstüne ne düşünüyorsunuz?

     

    1943 yılına kadar sanat anlayışım fildişi kule şairini azizleştirmek ve sanatkârı kapitolün mukaddes kapıları gibi fildişi kulesinde besiye çekilecek bir nahvet kayası kabul etmekten ileri geçmiyordu. Öyle bir sanat anlayışı ki, çin manderenleri gibi halkı sadece alkış vergisine tabii gören ve ancak elitlerin eliti bir zümreye kapısını açan korkunç bir imtiyaz aristokrasisi… 1934’te başıma inen balyoz Cahiliye devrinin Arabistan’ı gibi bütün dünyamı altüst etti. Peygamberlerin öncülük ettiği insan akınlarında bir fener taşıyıcı olarak kabul ettiğim şair, topyekün memuriyeti ile o zaman nazarımda tecelli etti. Hiçbir şiir, Peygamber kelâmına yaklaşamayacağına göre, bizzat resullerin mucizelerine muhatap olan halk, birdenbire bana en büyük sanat tecellisinin istiğna kabul etmez aynası olarak göründü. O gün, bugün geçmiş gaflet yıllarına tükürdüm ve mucizelere muhatap olan halkın herhangi bir nahvet kaygısına kurban edilemeyeceğini anladım. Halk, mucizenin ne olduğu, ruhunu ve keyfini bilmez, ama muhatap bizzat kendisidir. Bilmeden anlar ve anlamadan hayran kalır. Şiir de, peygamberlik hikmetinden bir zerre olarak aynı kanuna bağlıdır. Bu yakıcı hakikatı anladığım gün, şiiri, Peygamber alayının en hakir fenerciliği işi kabul etim ve sağır ferdiyetçiliğinden fırlayıp şamatalı cemiyetçiliğe döküldüm. Bazı fikir yoksulları ve fikir nâdânları bu yola döküldüm döküleli şiirime kıydığım kanaatindedirler. Halbuki bu oluş, bende asıl şiiri bulduğum ve onun memuriyetine erdiğim inkılâp devresinin en bariz nişanesidir. Ben, Kaf Dağının tepesinde billurdan bir saray içinde ziyafet veren bir prens gibi davetlilerime bütün bir renk ve ses ziyafeti hazırlarken, sarayın hizmetçilik işlerini de üzerine alan hazin ve mahzun şartların zoru ile sosyal plana atılmak zoru altında kaldım. Eğer cemiyetimde bütün düzenler yerli yerinde olsaydı, bana şiir düzeninden başka bir yer kalmazdı. Demek ki, ben şiirimin dilediği iklimin inşaası mecburiyeti altında başka sahalara kayarken yine şiirimin koruyucusu olmaktan başka kimse değilim.

    Angaje edebiyat diye vasıflandırdığınız belli başlı bir gayeye bağlı sanat bahsine gelince, benim şimdiki kanun kadar muhkem sanat ölçüm şudur ki sanat ne sadece sanat, ne de cemiyet içindir; sanat, kendi için olduğu kadar, mutlaka başka bir şey içindir ve o da, dünyanın ötesine köprü atmaktan başka bir şey değildir.

    Sol cepheye ait angaje edebiyatın bizim tecrübelerimizi andırır gibi gördüğünüz çizgileri ise, içine bal yerleştirilemeyen bir peteğin hasis hendesini ihtar etmektedir ki, bunda başlıca iki saik görülür: Biri bala malik olamamak, öbürü de bala benzer bir iç imal kudretinden mahrum bulunmaktır. Demek ki, ideal kıvam hem dıştaki ve hem içteki balların katışmasındadır. Zira iç imal ile anlattığımız bal verimi nasıl olsa gerçek balı bulmak, gerçek bal ise, peteğine yerleştiği sanatkârda cevherinden kaybetmemek gibi karşılıklı iki ihtiyaç ifade eder ve bu bakımdan sahte bal usta petekçiler elinde bile sırıtmaya mahkûm kalırken, gerçek bal da, kaba dillerde cevherinden kaybedebilir. Bu iki akıbetin misalleri sayılamayacak kadar çoktur.

     

    Yavuz Ertürk ç-alıntıladı

     

    Kaynak


  5. HAKİKİ İNSAN NEYE BENZER?

     

    Âriflerden bir zat kendilerine hürmet ve muhabbeti olan birkaç dostunu irşad maksadıyla, ama onlara belli etmeksizin gezmeye götürür. Kale kapısından dışarıya çıkarlar, bostanları seyrederek giderlerken ârif, ihtiyar bir Hıristiyan bahçıvanın bakla ektiğini görür.“Kolay gelsin Baba” der. İhtiyar: “Allah razı olsun efendi” diye cevap verir. Ârif: “Usta şu ektiğiniz yerden ne kadar mahsûl alırsınız?” diye sorar. İhtiyar Hıristiyan bahçıvan: “Ah efendim, onu ben ne bilirim. Biz ekmeye memuruz, vergi Allah’ındır o ne kadar verirse o kadar mahsûl alırız” diye cevap verir. Ârif de: “Hak bereketini ihsan etsin” diye dua edip geçer.

    Biraz ileriye gidince Müslüman ismini taşıyan bir bahçıvan da mevsim dolayısıyla bakla dikmekle meşgul imiş, ârif olan zât ona da selâm vererek: “Kolay gelsin evlât” der ve aynı soruyu ona yöneltir: “Usta buradan ne kadar mahsûl alabilirsiniz?” Bahçıvan rakam zikrederek: “Şu kadar mahsûl alırız” der. Ârif zât ona da: “İnşaallah, Cenab-ı Hak bereketini ihsan et-sin” diyerek dua eder.

    Biraz ilerledikten sonra yanındaki dostlarına: “İki bağçevanla da konuşmamı dinlediniz.

    Acaba hangisinin Hakka daha güzel teslim olduğunu anladınız?” diye sorar. Sonra yine kendisi cevap vererek:

    “Tabii ki ilkinin değil mi?” Biraz daha ilerlerler, bu defa bir bostan dolabının önünde dururlar. Ârif zat yine talebelerine hitaben: “Şu hâle dikkat edin” der ve sonra devam eder:

     

    “Hakiki insan neye benzer bilir misiniz? İşte şu dolaba. Nasıl ki şu dolap suyu alıp kendine mâl etmeden veriyorsa, hakikî insan da Hak’tan aldığını kendine mâl etmeden öylece verir.” Ve biraz durduktan sonra ilâve eder: “Evlâdlar! Yine hakikî insan neye benzer bilir misiniz? İşte şu toprağa. Biz buna türlü hakaretler yaparız, pisleriz, kirleriz; o ise bütün çirkinliklerimizi gizler. O bizim bu hâlimizi hoş görerek affeder.” Hülasa bütün gün gezerler, akşam olur, dönerler. Ârif zat hücresinde mumunu uyandırır, biraz oturduktan sonra hürmetkâr olan dostlarına yine: “Hakikî insan neye benzer bilir misiniz?” der. “İşte şu yanan muma. Mum etrafımı aydınlatayım diye o uğurda yanar da kendini hizmete feda eder.”

    Kaynak


  6. 7329.jpg

     

    Rauf Denktaş Hayatını Kaybetti

     

    KKTC'nin kurucu Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş 88 yaşında hayatını kaybetti.

     

    Kıbrıs mücadelesinin büyük lideri Rauf Dentaş'ı kaybettik.

     

    Bir süredi tedavi gören Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'nin Kurucu Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş, 88 yaşında hayatını kaybetti.

    Denktaş'ın cenazesi salı günü devlet töreniyle toprağa verilecek.

    İki gündür yoğun bakım ünitesinde tedavi gören Rauf Denktaş yaşam mücadelesini kaybetti.

    İç organlarında yetersizlik baş gösteren Denktaş, kalp ve solunum yetmezliğindeki artış nedeniyle, solunum cihazına bağlanmıştı.

    Denktaş'ın ölüm haberinin duyulmasının ardından onbinlerce kişi hastanenin önünde toplandı.

    Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'nin Cumhurbaşkanı Derviş Eroğlu da Kıbrıs Türkünün "Baba Denktaş"ı ve onun yaptıklarını unutmayacağını söyledi.

    Rauf Denktaş'ın kızı Ender Denktaş, babasının son anlarında bile bağımsızlık fikrinden ödün vermediğini vurguladı.

    Ender Denktaş, "makarius ve hıristofyas'ın adını söyledi, Rumca söyleyince ben türkçe veya ingilizce söylemesini istedim. Hıristofyas, Makarius ve Klerides'e hitaben; burası bağımsız bir cumhuriyet kelimesini kullandı" dedi.

    Denktaş'ın cenazesi salı günü devlet töreniyle toprağa verilecek. Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti Bakanlar Kurulu da yarın toplanarak ulusal yas kararı alacak.

     

    Rauf Denktaş'ın Özgeçmişi

     

    Kıbrıs Türk'ünün bağımsızlık mücadelesinin efsanevi lideri Denktaş, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyetinin Kurucu Cumhurbaşkanı, politikacı, yazar, gazeteci idi..

    27 Ocak 1924 tarihinde Baf'ta doğdu. Daha 1 buçuk yaşındayken annesini kaybetti. Babası hakim Raif Bey'di. Anneannesi ile babaannesi tarafından büyütülen Rauf Denktaş, 1930'da eğitim için İstanbul'a gönderildi.

    Arnavutköy Fevzi Ati Lisesi'nde yatılı okudu. Ortaokuldan sonra Kıbrıs'a döndü ve liseyi Ada'da bitirdi. İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra hukuk eğitimi için İngiltere'ye gitti. Mezun olduktan sonra avukatlığa başladı. 1949 yılında savcılık yapmaya başladı, aynı yıl, hayat arkadaşı Aydın Hanım'la evlendi.

    27 Kasım 1948'de Kıbrıslı Türklerin düzenlediği ilk mitingte Doktor Fazıl Küçük ile beraber hatiplik yaptı. O zamanlar Türk Cemaatı olarak anılan Kıbrıs Türk toplumunun haklarının takipçisi oldu. Kısa sürede Kıbrıs Türk Kurumlar Federasyonu kongresinde başkanlığa seçildi. Savcılık görevinden İngiliz yönetimini zorlukla ikna ederek istifa etti ve Türk Cemaatinin sorunlarıyla uğraşmaya başladı.

    Terörist EOKA ile mücadele ve Ada'yı Yunanistan'a bağlama hayali Enosis karşısında Kıbrıs Türklerinin direniş hareketini yönlendiren Denktaş, 1 Ağustos 1958'de arkadaşlarıyla Türk Mukavemet Teşkilatı'nı kurdu.

    Denktaş,1960'taki Kıbrıs Cumhuriyeti'ne zemin hazırlayan Zürih-Londra antlaşmaları öncesinde Doktor Fazıl Küçük ile birlikte Ankara'da, dönemin Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu ile görüştü ve Ada'ya Türk askeri gönderilmesi teklifini dile getirdi.

    16 Ağustos 1960'ta 650 kişilik Türk Alayı Gazi Mağusa Limanına ayak bastı.

    Londra antlaşmasıyla kurulan Kıbrıs Cumhuriyeti döneminde de Rum tedhişcilerin eylemleri durmadı. 1963'te Denktaş, Ankara temaslarının ardından sandalla Ada'ya döndü ve Türk direnişini örgütlemeye başladı.

     

    1964'te Başpiskopos Makarios'un "istenmeyen adam" ilan ettiği Denktaş, Türk mücadelesinin etkin isimlerinden biri oldu.

    1967'de Ada'ya girerken tutuklandı. Yoğun girişimler sonucu Türkiye'ye gönderildi. Ancak, 1968'de giriş yasağı kaldırılınca Ada'ya yeniden dönebildi.

    1970'de Türk Cemaat Meclisi Başkanlığı'na seçildi. 28 Şubat 1973'e kadar Kıbrıs Cumhurbaşkanı Muavini ve Kıbrıs Türk Yönetim Başkanı olarak görev yaptı.

    13 Şubat 1975'te Kıbrıs Türk Federe Devleti'nin ilanından sonra devlet ve meclis başkanı görevlerini de yürüten Denktaş, anayasa uyarınca 1976'da yapılan ilk genel seçimlerde devlet başkanlığına seçildi.

     

    Rauf Denktaş Türkiye'ye bağlılığını her fırsatta dile getirdi.

     

    Denktaş, "Türkiyesiz hiç bir yere gidemeyiz.Egemenliğimizden devletimizden vazgeçemeyiz. Allah kimseyi devletsiz bayraksız bırakmasın." dedi.

    Daha önce 1878'de Türkiye'den ayrılmanın acısını yaşadıklarını vurgulayan Denktaş bir konuşmasında da " Allah bize bu acıyı bir daha yaşatmasın, öleyim öyle bir günü görmeyeyim" demişti.

     

    Rauf Denktaş, 15 Kasım 1983'te ilan edilen Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'nde 24 Nisan 2005'e kadar üç dönem cumhurbaşkanlığı yaptı.

     

    Kaynak


  7. Üstad, piyes yazarsa böyle yazar!

     

    26586.jpg

     

     

     

    ‘Bir Adam Yaratmak’… Okuduktan sonra müptelası olacağınız, ara ara alıp içindeki o manalara tekrar dalmak isteyeceğiniz bir piyes.

     

     

    1538.jpg

     

    Yaşayacaklarımız aslında gördüğümüz, bildiğimiz şeylerdir. Sadece başımıza geldiğinde bize şaşırtıcı farklılıkta gelirler. Etrafımızı bir anda saran olaylar sonrasında, ivmeler hızını kaybeder. Vakit yaşananları düşünme ve irdeleme vaktidir. Kaderi anlama, kaderle yaşamayı kabul etmekle başlanır. Her büyük olayın arkasından aslında biz yine tek bir şeyi hatırlarız. Allah… Planlarını kurduğumuz hayatımız bir bakmışızdır ki hiç bizim olmamış. ‘Bir Adam Yaratmak’ piyesinde Üstadın düşünce perdelerini fırtınadan yırttığı husus buradadır. Yazarken eğer bunları yaşamasa yazması mümkün olur muydu diye düşünüyorum kendimce… Bir sanatkârın hayali bir gün üzerindeki şey olup çıkabiliyor diyor Necip Fazıl. Bu durumda piyesin içinde bir piyes söz konusu… Necip Fazıl, Hüsrev’ in ölüm korkusu piyesiyle olanları bir piyes olarak tekrar yazıyor. Derin manalar asıl burada başlıyor. Necip Fazıl, bu piyeste uzaktan bakan değil aksine piyesi yaşayan taraftadır. Dediği gibi sanatkâr eserinden bağımsız olamaz. Piyesi okumaya başladığınızda bir yerde Necip Fazıl’ın hayatını okur gibi oluyorsunuz. Misal vermek gerekirse Üstadın, Hüsrev karakterinin çocukluğundan bahsettiği bir bölümde büyükannesinin bir takım şerbetler yaptığından bahseder. Baktığımızda Necip Fazıl’ın büyüdüğü köşkte de bu tür şerbet, tütsü kavramlarını bulabiliyoruz. Bir yazarın eserini okumadan önce hayatını gözden geçirmek de eseri anlayabilmede etkili olabilir.

     

    bir-adam-yaratmak.jpg

     

    Yaratılan, Yaratan’ın peşinde...

     

    Bir Adam Yaratmak, içten dışa doğru yayılan düşünceler zinciri adeta. Sürekli bir tasavvur peşinde dolaşan bir adam görüyoruz. Necip Fazıl’ın bu adamı bir sanatkâr yapması, piyesi farklı bir noktaya taşıyor. Necip Fazıl, bir sanatkârın diğer insanlarla aynı yaşamayacağını belirtiyor. Sanatkâr olan kişinin yaratma gibi bir gücünün olduğunu ama bu yaratmaya kalkışma işi yüzünden her defasında aslında yaratılmış olan kendisini yazdığını bizlere gösteriyor. Kitaptaki sanatkâr tiplemesindeki Hüsrev de sınırlarını aştığı için bu hale düştüğünü, Allah ile yarıştığı için, kendi âleminde Allah olduğunu düşündüğünden cezasını ölümü düşünerek çektiğini düşünüyor. Cezası kendi yazdığı piyesi yaşamakla başlıyor. Babasının o çok küçükken kendini astığı incir ağacı ve kendisinin bir kazayla vurduğu Selma. Üstad, bu ıstırabı öylesine derin düşüncelerle dolduruyor ki, piyeste metafizik duygu, felsefi düşünceler en üst saflara çıkıyor. Bu bağlamda işlediği Allah kavramı, var olmanın ne demek olduğu karmaşık bir ruh haliyle dile getiriyor. Hele bir de yok olma korkusu var ki, sanırım böyle bir tasvir görülmemiştir. O tasvirlerdeki duygu patlamaları okuyucu tarafı da oyunun bir parçası haline getiriyor. Sürekli düşünce hali… Çok düşünmekten delirdiği fikri de var. Allah’ a, âleme getirdiklerine akıl erdirme çabaları var ama her defasında aklı almayan olaylarla karşılaşması karakteri tekrar düşünmeye, tasavvur etmeye çağırır. Bu düşünme hallerinde yalnızlık duygusu, hüsranlar, bunalımlar detaylı bir şekilde hissettiriliyor. Okuyucu/izleyicinin hem düşünce duygusunu hem de yüreğini depreştiriyor. Bir yaratmaya kalkışan Hüsrev’ in, yarattığı şeye hapsolduğunu ve bu hapis hayatından çıkmaya çalıştığını piyeste bize aksettiriyor Necip Fazıl.

     

    Üstad elinden çıkma

     

    Yazılan her cümleyi okuduğunuzda Necip Fazıl boş yere Üstad değil ibaresini kullanacağınızı düşünüyorum. Öyle ki karmaşıklık içinde geçen bu piyeste ölünün iskeletinin halini gözümüzde canlandırıyor. Bu ancak Üstad’ın haleti ruhiyesine mahsus bir durum. Her yazan böyle yazamıyor. Necip Fazıl’ ın ikinci tiyatro tecrübesi ve eserleri arasında kendi gözdesi olarak gördüğü bir eser ‘Bir Adam Yaratmak’… Kendi adına başarısızlık olarak gördüğü Tohum adlı piyesinden sonra içine dolan bir hınçla yazdığı bu şaheser çıktığı tarihlerde Şehir Tiyatroları’nda her gün sahnelenmiş ve çok beğenilmiş. Aradan yıllar geçiyor ve biz yine ‘Bir Adam Yaratmak’ ı okuduğumuzda katlanan beğenilerimizle herkese piyesi anlatıyoruz. Bir gecede okuyacağınız ‘Bir Adam Yaratmak’ bize şaheserin nasıl olacağını gösteriyor.

     

    Sevde Kaya yazdı

     

    K.

    • Like 1

  8. Selamlar,

     

    Arkadaşlar forum hesabına ikaz etmek yönetimin sorumlulukları arasında yer alır. Şahsi polemiklerin, sataşmaların ve münakaşaların dışında yönetim hesabına konuşma, ikaz etme yetkisi ve selahiyeti kimseye verilmemiştir. Hiç kimse hiçbir şekilde, hiçbir gerekçeyle, hiçbir şart altında bir başkasını alaycı, haysiyet kırıcı, rencide edici, tahkir edici bir uslupla uyaramaz uyarmaya kalkışamaz. Hele hele sokak ağzını andıran müstehzi bir tavır takınıp, kullanıcılarımızı töhmet altında bırakmak, paylaşımlarından ve forum içi hareketlerinden ötürü paylamayak, hakaret ederek tartışmaya zorlamak edebe mugayir bir davranış sergilemek olacağından bu davranışlardan şiddetle kaçınmalı, makul olmalı ve itidali elden bırakmamaya özen göstermeliyiz. Bu ikazı aynı hatanın defaatle tekrarlanması sebebiyle yaptığımı özellikle belirtmek durumundayım. Şikayetlerinizi paylaşımların altında bulunan “mesajı yönetime şikayet et” butonundan yada özel mesaj yolunu kullanarak herhangi bir yöneticimize bildirebilirsiniz. Tartışmanın uzamaması ve huzursuzluğun çıkmaması adına başlığı geçici olarak kilitliyorum.

     

    Saygı ve selamlarımızla...

    • Like 2

  9. Necip Fazıl Kısakürek

     

     

    nfk.jpg

     

    NECİP FAZIL KISAKÜREK

     

    Editörler: Mehmet Nuri ŞAHİN / Mehmet ÇETİN

    Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, Ankara 2010.

    Anma ve Armağan Kitapları Dizisi, 3. bs.

    Sert kapaklı küçük boy: 549, s. 21 cm. Fiyatı: 15 TL

     

     

     

     

    Kültür, sanat ve edebiyat dünyasında düşünceleriyle, eserleriyle çığır açan ve kültür dünyamıza katkıda bulunan isimleri, geniş okuyucu kitleleriyle buluşturmaya dönük bir yayın politikası izleyen Kültür ve Turizm Bakanlığı, ilk baskısı 2004, 2. baskısı 2008 yılında gerçekleştirilen ve editörlüğünü Mehmet Nuri Şahin ve Mehmet Çetin’nin yaptığı “Necip Fazıl Kısakürek” adlı kitabın 3. baskısını okuyucuyla buluşturmaktadır.

     

    Türk edebiyatına, kültürüne eserleriyle katkıda bulunmuş değerli yazar, şair, tarihçi, siyasetçi ve bilim adamlarımızı anmak amacıyla, 2006 yılından itibaren “Anma ve Armağan Kitapları Dizisi”nde büyük boy ve karton kapak biçiminde prestij kitaplar yayımlayan Bakanlığımız, 2010 yılından itibaren farklı iki boyutta yayın hazırlamaya başlamıştır. Bu çerçevede daha önce 23,5 x 28,5 cm boyutlarında büyük boy olarak basılan “Necip Fazıl Kısakürek” adlı kitap, bu yıl 13,5 x 21 cm boyutlarında renksiz küçük boy olarak yeniden yayımlanmıştır.

     

    Cumhuriyetin kuruluşuna ve Türk toplumunun yeniden inşasına şahit olan Necip Fazıl Kısakürek, ömrünü idealleri uğruna vakfetmiş, fikirlerini ne pahasına olursa olsun hiç ödün vermeden savunan bir düşünür ve şairimizdir. O Sakarya Türküsündeki gibi kıvrım kıvrım akan meşakkatli bir ömür yaşadı. O, ideal bir gençlik yetiştirmek için ömrünü adayan bir fikir ve aksiyon adamıydı. İlk baskısını doğumunun 100. yıl dönümü dolayısıyla 2004 yılında, 2. baskısını da 2008 yılında yaptığımız ve büyük beğeni toplayan “Necip Fazıl Kısakürek” adlı yayınımızı bir kez daha okurla buluşturuyoruz.

     

    Bu eserde, hakkında açılan davalarda sadece ‘yazdıklarından’ dolayı yüzlerce yıl hapis istenen Necip Fazıl’ın şairliği, hatipliği, hikâyeciliği, tiyatro ve biyografi yazarlığı, gazeteciliği, tarihçiliği, düşünür olarak, sinema için senaryo çalışmaları ve din konusundaki çeşitli yapıtlarıyla benzerlerine az rastlanan çok yönlü kişiliği birbirinden değerli yazılarla ele alınmaktadır.

     

    Kaynak


  10. Güncellediğiniz için teşekkür ederim.

     

    Yılbaşı ve yılanınbaşı noel baba.

     

    Noel baba olarak anılan bu şarlatan imaj, geçmişte olduğu gibi günümüzde de etkisini sürdürmekte ve birileri daha doğrusu dış mihraklar bu tesir sahasının genişlemesine fevkalade katkı sağlamaktadır. Her geçen yıl biraz daha içimize sinmeye çalışan bu nesebi gayri sahih tip, kendisini kabullendirmenin rehaveti içerisinde karşı cinslerini de yanına alarak agorada boy göstermeye başlamıştır. Ne vahim bir hadisedir ki hiçbir kimse hiçbir şekilde reaksiyon göstermemektedir. Televizyon kanallarında adeta gözümüze kaktırılırcasına, durmaksızın propagandası ve reklamları yapılmaktadır. Bizim kültürümüzle, anlayışımızla zerre kadar alaka kesb etmeyen aksine taban tabana zıt bir anlayışın içimizde bu denli rahat hareket etmesi bizleri derin derin düşündürmelidir. Hiper marketlerde yılbaşına özel, hindi satışlarının başlaması ve fiyatlarında yapılan indirimler, yılbaşı müziğinin (cingil beng) hemen hemen bütün popüler radyo kanallarında fon müziği olarak çalınması, yılbaşı hediyelerinin alınması, iş yerlerinde güya dekoratif unsur olarak tercih edildiği gerekçesiyle bulundurulan ve süslenen çam ağaçları, bu ülkede bir şeylerin yolunda gitmediğine işarettir.

     

    En azından bu gibi hassas konularda gerek idari yönetim ve gerekse toplum olarak kendi kültürümüze sahip çıkmalı dışarıdan değerlerimizi baltalamak adına bizlere empoze edilen bu saçmalıklara müsamaha göstermememiz gerekir.

    • Like 3

  11. 29_Aralik_2011_08_36_20_7655908465.jpg

     

    Depremler oluyor beynimde

     

    Sıkıntı ve bela bizi, çılgınlığa değil hidayete götürmeli…

     

    "Siz kendi nefsinizde olanı değiştirmedikçe Allah Teâlâ sizi değiştirmez." Enfal, 53 buyuran Rabbimiz (cc) ıslahımızı murat eder. Azgın nefsi rûha yoldaş kılmak sûretiyle içte sulhu temin etmemizi diler.

     

    Suyun, havanın, toprak ve her bir nesnenin terbiyeden geçmek suretiyle en mükemmel olmasını isteriz. Yediğimiz-içtiğimizin, giyinip-kuşandığımızın, evimiz-barkımızın, arabamız-mobilyamızın en güzel şekilde olmasını isteriz.

     

    Bizler, dünyevi hayatımızın rahatından ziyade, uhrevî hayatımızın rahatlığını düşünmeliyiz.

     

    “İçini ıslah edenin Cenab-ı Hakk dışını ıslah eder.” buyurur Efendimiz (sav). Gönlü ile barışık olmayan, dışı ile barışık olamaz. Doğu’da-Batı’da, Asya’da-Avrupa’da dünyanın her yerinde ahlâkî bozulma, savaş, terör, kavga, kargaşa düşündürüyor bizi.

     

    “ İnsanların ellerinin kazandığı şeyler yüzünden karada ve denizde fesad meydana geldi.” (Rum, 41) buyurur Rabbimiz.

     

    Kavga ve gürültüyü, en fazla, gönlü huzursuz olanlar yapar. Helak sürecine giren; Âd ve Semûd uygarlığı, Hicir ve Eyke ahalisi, Sodom ve Gomore'nin fecî âkıbeti hep bu huzursuzluktandır. Acı sonları belirtilen bu kavimler hakkında, “İbret alın ey akıl sahipleri!” (Haşr, 2) buyurur Rabbimiz (cc).

    Maalesef, bu kavimlerin helakine mucip olan ahlaksızlıkların hepsi yaşanıyor.

    Sıkıntı ve bela bizi, çılgınlığa değil hidayete götürmeli. Bir anlık nedamet ve pişmanlıktan sonra, aynı hale dönmememizi Rabbimiz(cc) Yunus Sûresi 12. âyet-i celilesi’nde bildirir.

     

    “İnsana bir sıkıntı da dokundu mu gerek yan yatarken, gerek otururken, gerek dikilirken bize dua eder durur. Kendisinden sıkıntısını giderdik mi sanki kendine dokunan bir sıkıntı için bize yalvarmamış gibi geçer gider. İşte o haddi aşanlara, yaptıkları ameller böyle süslü gösterilmiştir.”

    Başımıza gelen mûsîbet, kahr u galebe sahibi Rabbimizin azametini gösterir. Muhkem binalarda da otursak, her türlü önlemi de alsak, İlâhî gücün karşısında duramayız. Yaşanan tsunami hadisesiyle coğrafya değişmiştir. Nice millet ve ülke yere batmış; yangın, sel ve rüzgârla kahrolup gitmiştir.

     

    “İşini düzgün ve sağlam yapanı Allah Teâlâ sever.” Hadis-i Şerif’ine istinaden, her şeyi yerli yerince yapmak, bize yüklenen İlâhî bir görevdir. Neticeyi Rabbimize havale ederken, süreklilik önemlidir; eksiğimizi tamamlamak, zayıf kalan yerleri sağlamlaştırmak gibi.

     

    Bir ağaç dahi yaprağını, Allah'ın emri dışında düşürmez. Zuhur eden her şey O’nun dilemesi iledir. “O’nun emri bir şeyi dileyince ona sadece “0l!” demektir. O da hemen oluverir.” (Yasin, 82)

     

    “Ne yücedir O ki, mülk (hükümdarlık) O'nun elindedir. Ve O her şeye gücü yetendir. O ki ölümü ve dirimi (hayatı) yarattı ki, sizi imtihana çekip hanginizin amelce daha güzel olduğunu bildirsin. O güçlüdür, bağışlayıcıdır.” (Mülk, 1-2)

     

    Zuhur eden her şey bizim için bir imtihandır.

     

    Ali Ramazan Dinç Hocaefendi

     

    Kaynak

    • Like 2

  12. 23_Aralik_2011_07_46_46_4735834003.jpg

     

    Allah’a çağıran Müslüman yok mu? ‘Hep Gönül Alış, Hep Aşk, Hep Huzur Var Burada’…

     

    Tartışmak, çekişmek, sürtüşmek, düşmanlık, kin ve nefret beslemek, insanların titizlikle kaçınması gereken ve Allah’ın Kur'an'da tarif ettiği ahlâka aykırı kötü özellikler. Samimi insan hiçbir zaman bu duygulara kapılmaz, her zaman mütevazıdır, şefkat ve sevgi doludur.

     

    İçi titreyerek Rabbinden korkan kimse, ruhunda en güçlü, en kaliteli sevgiyi taşır. Coşkuludur, içtendir, candandır; Allah aşkını tepeden tırnağa samimiyetle yaşar.

     

    Samimi inananların sözlerinden kalplere ferahlık gelir; insanların içi açılır. Mevlana'nın, “Yolumuzda hep lütuf var, bağış var. Hep sevgi, hep gönül alış, hep aşk, hep huzur var burada” sözü müminlerin sohbet ortamlarını çok güzel tarif eder.

     

    Ancak Müslümanların bir kesiminin Allah aşkından söz ettiğini duyuyor musunuz? İnternette sitelerinde ve sayfalarında yazdıkları yazılarda ve yorumlarda tek kelime Allah sevgisinden, Allah aşkından bahsettiklerini görüyor musunuz?

     

    Genelde yaptıkları; tartışma, saldırı, fitne çıkarmak, ona buna laf söylemek; etrafa nefret saçmak. Oysa insan, o an içinden gelmiyor dahi olsa, sevgiden bahsetmeli. Yüce Allah’ı aşkla anlatmalı, muhabbetle anlatmalı. Resullullah (s.a.v)’e olan aşkını, Allah rızası için olan aşkını anlatmalı. Allah’ın tecellilerine, yarattığı güzelliklere olan sevgiyi anlatmalı.

     

    Hep nefret dolu, hep kin dolu yazılar, hep siyaset, hep öfke. Sitesine güzel bir şey koymalı oysa; masum bir çocuk resmi, güzel bir çiçek, sevimli bir hayvan ya da iç açıcı bir manzara resmi... Allah ne güzel yaratmış yazmalı altına, Allah’ın benzersiz sanatı yazmalı. Allah'a ve yarattıklarına olan sevgiyi yazmalı. Birkaç kelime de olsa kin ve nefret yerine sevgi olmalı.

     

    Ancak çoğunun dilleri kilitlenmiş, konuşamıyorlar... Olmuyor; aşkı, sevgiyi, şefkat ve merhameti anlatamıyorlar. Allah, niyetlerine binaen onlara sevgiden bahsetmeyi nasip etmiyor.

     

    Sevgisizlik, bağnazlık korkunç bir şey. Bağnaz kişi, sevgiye, güzelliğe düşman, her an kavgaya hazır ve tartışmacıdır; nefret ve öfke doludur. Kendi görüşündeki, kendi çevresindeki insanlarla dahi tartışır. Kafası karmakarışık, görüşü pusludur.

     

    Katı, buz gibi, neşesiz, sevgisiz, donuk, üslubu bozuk bir Müslüman modeli olamaz. Soğuk, itici bir üslupla, yüzünde anlaşılmaz bir ifadeyle konuşan kişi neden örnek Müslüman olsun? Dindar olmak bunları gerektirmez. Dahası, söz konusu kişinin anlattığı, gerçek din değildir; bağnaz yalnızca kendi kafasındaki karanlığı ve kâbusunu anlatır.

     

    İnsanın Allah’a olan imanı arttıkça, sevgi gücü de artar. Allah imanında samimi olan her kulunun kalbine bu duyguyu ilham eder. Mümin ise, bu nimeti elde edebilmek için samimi olarak dua eder, bunu Allah’tan sürekli ister.

     

    Samimi inananlar, Allah’ın verdiği en büyük nimetlerden olan ’sevgi gücünü’ çok iyi kullanmaya ve Allah rızası için sevgiyi yaşama konusunda tüm engelleri kaldırmaya çaba gösterirler. Kur'an ahlakından uzak insanlara, gerçekleri samimi bir şekilde ve güzel sözle ifade ederler. Kalbe hitap eden konuşmaları, karşılarındaki kişilerin kalplerinde sıcaklık oluşturur. Ve insanları Allah'a yöneltir.

     

    "Allah'a çağıran, salih amelde bulunan ve: "Gerçekten ben Müslümanlardanım" diyenden daha güzel sözlü kimdir?" (Fussilet Suresi, 33) ayetiyle bildirildiği gibi...

     

    Samimi müminlerin muhabbetinden kalplere nur akar, güzellik ve sevgi akar. Kurdukları sofrada ruhu besleyen her türlü yemek vardır. Her insan orada kendisine şifa olacak gıdayı bulur.

     

    Peygamberimiz (sav) hadislerinde, müminlerin dünyadaki samimi sohbetlerinin cennette de devam ettiğinden şöyle söz eder:

    "Dünyada nasıl olduklarını ve Rablerine ibadetlerinin nasıl olduğunu, geceleri nasıl ihya ettiklerini, gündüzleri nasıl oruç tuttuklarını, dünyanın zenginliği ile fakirliğinin nasıl olduğunu, ölümün nasıl olduğunu ve nasıl cennet ahalisinden olduklarını konuşup müzakere (ve sohbet) ederler."[Tezkireti'l Kurtubi, s. 326/565]

     

    Fuat Türker

     

    Kaynak


  13. 154320111228112541935.jpg

     

    Türkiye'nin sahabe haritası çıkarıldı

     

    Siyer Araştırmalar Merkezi tarafından ''82 il, 82 sahabe'' projesi kapsamında Türkiye ve Lefkoşa'da düzenlenecek çeşitli etkinliklerle ''iz bırakan 82 sahabe'' anılacak.

    Siyer Araştırmaları Merkezi Kurucu Başkanı Muhammed Emin Yıldırım, AA muhabirine yaptığı açıklamada, projenin hazırlık sürecinin yaklaşık 1,5 yıl sürdüğünü, öncelikle sahabelerin 82 yer ile ilişkilerinin tespit edildiğini aktardı.

    Proje kapsamında 3 yılda 82 yerde çeşitli etkinlikler düzenleneceğini bildiren Yıldırım, ''Türbeleri ve kabirleri olan yerlerde de bazı araştırmalar yapacağız. Her ilde, bir şekilde orayla bir bağı olan sahabeleri anlatacağız. Kimisi gidip orada yaşamış ve vefat etmiş, kimileri fetihlerine karışmış, kimisi orada yaşamamış ama oradaki halkın sevgisinden dolayı onlara ait bir makam oluşturulmuş. 82 ilde de böyle izler var. Biz bu projeyle bu izlerin ortaya çıkarılmasına katkı sağlamaya çalışacağız'' diye konuştu.

     

    ''Onların yaşadığı hayat Allah'ın razı ve memnun olduğu hayattır''

     

    Sahabelerin Hz. Muhammed'in elinde yetişmiş ilk nesil olduğunu belirten Yıldırım, Kur'an-ı Kerim'in dinle ilgili teorik bilgileri verdiğini, sahabelerin hayatının, var olan o bilgilerin hayata nasıl aktarıldığının örnekleri olduğunu bildirdi.

    İslam dinini en kamil halini yaşayan kişilerin sahabeler olduğunu ifade eden Yıldırım, şunları söyledi:

    ''Onlar bunu yaşarken Kur'an-ı Kerim hala inmeye devam ediyordu. Doğruları Kur'an-ı Kerim tarafından tasdiklendi, yanlışları da hemen düzeltildi. Sahabelerin yaşadığı hayat Allah'ın razı ve memnun olduğu hayattır. Onun için biz hangi sahabe efendimizin adını ansak, arkasından 'Allah onlardan razı olsun, Allah onlardan razı olmuştur' deriz. Bizlerde 1500 yıl sonrasında gelen Müslümanlar olarak, hedefimiz sahabenin yaşadığı şekliyle İslamı o güzellikte, o sadelikte yeniden yaşamak ve kulluk yolunda yürümektir. Bunu yapabilmemiz için de onların hayatlarını çok iyi öğrenmemiz lazım. Biz ne kadar onların hayatlarını öğrenirsek, ne kadar onların hayata bıraktıkları izleri anlayabilirsek o kadar onlardan istifade edebiliriz, o kadar da Rabbimizin bizden istediği kulluğu yerine getirebiliriz.''

     

    ''Türkiye'ye gidip gelen sahabe sayısının bine vardığını görüyoruz''

     

    İslam tarihine ait kaynaklarına göre, isimleri bilinen 10 bine yakın sahabenin bulunduğunu kaydeden Yıldırım, şunları bildirdi:

    ''Bunlarda 5 binin hayatlarına dair bilgileri biliyoruz. Bu konuda İslam tarihinde ilk dönemden itibaren çok güzel kitaplar kaleme alınmış. Bizim sahabe ile tanışıklığımız Hz. Ömer dönemiyle başladı ve bu dönem erken bir başlangıçtır. Peygamber efendimiz o günkü adı Konstantiniyye olan İstanbul'u sahabeye hedef olarak gösteriyor. Oranın fethi için 3. halife Hz. Osman döneminden itibaren sahabe ordularının İstanbul'a geldiğini biliyoruz. Bu kadar erken dönemde bu topraklar sahabenin o mücadelesiyle tanışıyorlar. Dolayısıyla tam sayı veremesek bile, Türkiye'ye gidip gelen sahabe sayısının çok rahatlıkla bine vardığını görüyoruz. Çünkü o seferlerde askerlerin büyük bir kısmı da sahabelerden oluşuyor. Belki bizim insanımızın sahabeye olan muhabbeti de, bundan kaynaklanıyor. Biz onların eliyle imanla tanıştık.''

     

    ''İstanbul'da 27 tane 'sahabe kabri' diye isimlendirilen yer bulunuyor'' Sadece 2'si doğru

     

    Projenin hazırlık sürecinde sahabelerin var olan kabirlerin gerçek olup olmadığını da araştırdıklarını bildiren Yıldırım, şöyle konuştu:

    ''Mesela; Siirt'te Abdurrahman Bin Avf'ın kabrinin olduğu söyleniyor. Tarihi kaynaklarımız ise bunun tam aksini söylüyor. Orada böyle bir kabir yok. Medine'de yaşamış, Medine'de vefat etmiştir. Oradaki yerin, makam olarak bilinmesi gerekiyor. Makam ve kabir arasındaki fark şu; birinde gerçekten orada bedeni var, birinde de insanların sevgisinden dolayı orada bir hatıra olsun diye, onun adına bir türbe oluşturulmuş ya da soyundan gelen birisi, tarih içerisinde orada vefat etmiştir. İnsanlar onu sahabe zannediyor. Bunları da ortaya çıkarmak istiyoruz. İstanbul'da 27 tane 'sahabe kabri' diye isimlendirilen yer bulunuyor. Tarihi kaynaklarımıza göre, bunlardan sadece 2 tanesi doğrudur. 25 tanesi makamdır. İstanbul'da da kabri olan Ebu Eyyüb-el Ensari'yi anlatacağız.''

     

    ''Diyarbakır'da 541 sahabe bulunmuştur''

     

    Sahabelerin, Anadolu topraklarına çok ciddi bir katkısı olduğunu, Hz. Ömer devrinden itibaren sahabe ordularının fetihler yaptığının bilindiğini kaydeden Yıldırım, şunları söyledi:

    ''Mesela o günlerde Urfa ve Diyarbakır'ın fethedildiğini biliyoruz. Dolayısıyla bu kadar erken bir zaman da Anadolu toprakları İslam'la tanışıyor. Mekke, Medine ve Şam dışında en fazla sahabenin olduğu yerlerden bir tanesi, Diyarbakır'dır. Diyarbakır'da 541 sahabe bulunmuştur. Bu kadar çok sahabenin varlığından habersiziz. Diyarbakır'ın çok zengin bir tarihi var. Bu projeyle bunları gündeme getirmek istiyoruz. Diyarbakır'da, Halit Bin Velid'i anlatacağız. Bu sahabemiz oranın fatihidir. Gelen İslam ordularının komutanıdır. Onu anlatırken, orada var olan diğer sahabeleri de söyleyeceğiz.''

    Adıyaman'da Safvan Bin Muattal'ın kabrinin bulunduğunu ifade eden Yıldırım, ''Sahabenin gerçek kabridir. Muattal da, İslam tarihinde çok önemli bir isimdir. Kendi iffeti Peygamber Efendimiz tarafından tescillenmiş biridir, büyük bir İslam askeridir. Onun orada olmasının da çok farklı bir anlamı var. O yıllarda Adıyaman seferlerine geliyor. O seferler sırasında vefat ettiği için, orada defnediliyor'' dedi.

     

    Kadın sahabeler

     

    Trabzon'da anlatacakları Esma Bint-i Yezid'in Medine'de kadınların sözcüsü olarak seçilmiş bir sahabe olduğunu aktaran Yıldırım, şunları kaydetti:

    ''Peygamber Efendimiz o kadın sahabeyi bazen erkeklere de örnek gösterir. 'Şimdi Esma gelecek öyle bir soru soracak ki; siz 40 yıl erkek halinizle düşünceniz o soru aklınıza gelmez' diyerek, onun soru sorma kabiliyetini ortaya koymuştur. Gerçekten Esma sahabe, bize Peygamber Efendimiz'den 81 tane hadis rivayet ediyor. Her rivayet ettiği hadiste, dinin ve hayatın farklı bir boyutunda örneklik teşkil ediyor. Trabzon'da bunları gündeme getirerek, kadınların da aslında erkeklere model olabileceğini vurgulayacağız. Onlar kadındı belki ama hayatın her alanında öyle örneklikler ortaya koydular ki, bize bu manada çok farklı şeyler söyleyerek gittiler.''

    Yıldırım, kadın sahabe Ümmü Haram'ın Kıbrıs'ın manevi fatihi olduğunu, 86 yaşında Kıbrıs seferine katıldığını ve şehit düştüğünü belirterek, şöyle konuştu:

    ''İstanbul'da Ebu Eyyüp-el Ensari neyse, Ümmü Haram odur aslında. Ancak çoğumuz bu bilgiden habersiziz. 86 yaşında bir kadının verdiği mücadeleyi, biz onun üzerinden ancak anlayabiliriz. Samsun'da anacağımız Esma binti Ebi Bekir, Hz. Ebu Bekir'ın kızıdır. Esma validemizin hayatında inanılmaz bir mücadele var. Gerçekten mücadele adına en önemli isimlerden biridir. Hicret yolculuğunda Sevr Dağı'na çıkıp babası ve Peygamber Efendimiz'e yiyecek taşımıştır. Günümüz hacıları bile o dağı zor çıkarlar. Ancak Esma Validemiz, o dönemde 7 aylık hamile iken oraya 3 kez gidiyor. Bu tamamen mücadele onun durduğu yeri gösteriyor. Yaklaşık 100 yıllık bir ömrü var ve ömrünün tamamında İslam adına müthiş bir gayreti var. Kadın, erkek herkese örneklik edebilecek bir isimdir.''

     

    Kaynak

    • Like 1

  14. Forumda bu şahıslarla alakalı çok fazla tartışmalara ve bilgilendirmelere yer verildiğinden konunun gereksiz yere uzamasını ve hakarete varan veya hakarete zemin hazırlayan sözlerin sarfedilmesini huzurun bozulmaması için doğru bulmuyorum. Aşağıdaki iktibasda şahıslarla alakalı gerekli malumatlar verilirken diğer konularında gözden geçirilmesi şahısların tanınması açısından ve referans olarak tercih edilip edilmeyeceği hususunda bizlere yardımcı olacaktır

     

    Cemalettin Efgani

     

    Sual: Abduhcuların pek methettiği Cemalettin Efgani kimdir?

    CEVAP

    1838 senesinde Afganistan’da doğup, 1897 de İstanbul'da vefat etti. Din bilgisi azdı. Zındıkların kitaplarını okuyarak dinden çıkmıştır. Bir aralık Ruslar tarafından satın alınarak, ana vatanı olan Afganistan’a karşı casusluk yaptı. Dinine ve vatanına hıyanet etmekten çekinmedi. İngiliz masonları ile de işbirliği yaparak zengin oldu ise de, Osmanlı Şeyh-ül-İslamı Hasan Fehmi efendi, onun cahilliğini ve zındıklığını ortaya koydu. 1944 de, kemikleri, İstanbul’dan, Kabil’e nakil edildi.

     

    Mason idi. Mısırlı Edib İshak, Ed-dürer kitabında, bunun Kahire mason locası reisi olduğunu yazmaktadır. Bütün masonlar gibi, çeşitli kılıklara girerek, İslamiyet'i içerden yıkmaya çalışmıştır.

     

    Dr. Muhammed Reşad, dört yüzün üstünde önemli kaynaktan hazırladığı Efgani Etrafında Makaleler isimli kitabında özetle diyor ki:

     

    Çok önemli bir kaynak olan Sicilli Osmanide Efgani’nin İranlı bir Şii olduğu belirtilmektedir. Manastırlı Naibi efendi ve o devrin Şeyh-ül-İslamı, büyük âlim Hasan Fehmi efendi tarafından kâfir olduğuna fetva verildi. Afganistan hakkında Ruslara casusluk da yapan, dinine ve vatanına hıyanet etmekten çekinmeyen Efgani, mason olmadan önce de, hiç bir zaman masonluğu kötülememiştir. Hatta dehrilere [dinsizlere] yazdığı reddiyede masonluktan hiç bahsetmemesi manidârdır. Gittiği her yerde, sicilli masonlar tarafından himaye görmüş, İngiliz masonları ile de işbirliği yapmıştır. Birden fazla mason locasına kayıtlı olan Efgani, Mısır’daki İskoç locasından kovulmuşsa da, kendisi bizzat mason locası kurmuş, çömezleri bu locaya girmiştir. Edward Brown, Efgani’nin özel mason eldiveni ile bir resmini neşretmiştir.

     

    Efgani, hem Türkçü, hem İslamcı görünmeyi başarmıştır. Mehmet Emin Yurdakul, Ziya Gökalp, A. Agayef hep Efgani’den destek görmüştür. Mesela M. Emin Yurdakul’un, "Ben bir Türküm, dinim cinsim uludur" şiirini Efgani çok beğenmişti. O zamanki İslamcı Sebilürreşad dergisi, ırkçılığı tenkit eden makaleler neşrederken, ırkçılar da, Efgani’nin ırkçılığı öven makalesini tercüme edip yayınlayınca İslamcıların sesleri, solukları kesilmişti. Efgani, makalesinde diyordu ki: “Irkçılık dışında saadet yoktur. İnsanları birbirine bağlıyan iki bağ vardır: Biri dil, biri de din birliğidir. Dil birliği, ırk ve milliyet birliği demektir. şüphesiz, bu birliğin dünyadaki beka ve sebatı dinden daha devamlıdır.”

     

    Efgani, Mısırda da Arap ırkçısıdır. (Arap ırkının sınırını belirleyecek ölçü din ve mezhep değil, Araplık ölçüsüdür) demiştir.

     

    İstanbul yüksek İslam enstitüsü eski müdürü ve öğretim üyesi Ahmet Davudoğlu hoca da diyor ki:

    1355 numara ile Şarkın Yıldızı Locasına kayıtlı bir mason olan, İslam’a duyduğu güvensizliği açığa vurmaktan çekinmeyen ve Peygamberlik sanatlardan bir sanattır diyen Efgani, bir ilim adamı değil, siyasetle uğraşan bir nankördür. Fesatçılığı sezilince ulema tarafından İstanbul’dan kovulmuş, Mısır’a kaçmıştır. (Din Tahripçileri)

     

    Prof. M. Kaya Bilgegil, Ziya Paşa isimli kitabında, (Efgani, her mason gibi İslamiyet’i içerden yıkmaya çalışmıştır) diyor.

     

    Bir konferansın ardından

    İlim Yayma Cemiyetinde Efgani Efsanesi üzerine bir konferans verildi. Konuşmacı, Dr. M. Reşad, Prof. M. Kaya Bilgegil, Ziya Paşa isimli kitabında, (Efgani, her mason gibi İslamiyet’i içerden yıkmaya çalışmıştır) diyor.

     

    Bir konferansın ardından

    İlim Yayma Cemiyetinde Efgani Efsanesi üzerine bir konferans verildi. Konuşmacı, Dr. M. Reşad, medya önüne çıkmayı sevmeyen, mütevazı genç bir araştırmacı idi. Resim çekip konuşmasını gazetede neşredemedik. Efgani Etrafında Makaleler adıyla bir kitap da neşretmişti.

     

    Konferansı da bu kitabının açıklaması mahiyetinde idi. Bu kitap, 400’ün üzerinde kaynak taranarak hazırlanmış, ciddi bir eserdir. Aşağıdaki konuşmaların kaynağı için kitaba bakılabilir. Dr. Muhammed Reşad özetle dedi ki:

    Abduh, Efgani’ye diyor ki:

    "Azametli mevlâm, siz nefsimizde olanların cümlesini bilirsiniz. Bizi en güzel bir şekilde yarattın ve resminiz ki yeri, kıble-i salâtımızdır."

     

    Reşid Rıza da Efgani’yi övmekte, Abduh’tan aşağı kalmaz:

    "İrfan ağacı, iyilikler ve lütuf Cennetinin efendisi, her alınan nefeste ecri bulunan büyük İmam, Kendisinde en mükemmel bir biçimde güzellik sırrı tecelli eden.." diyor.

     

    Renan; (İslamiyet ilme ve felsefeye daima eza etmiş ve nihayet onları boğmuştur. İnsan zekası için İslamiyet çok zararlı olmuştur) diyor. Efgani, bunca hezeyan karşısında bir misli hezeyan da kendi ilave edip şunları yazdı:

    "İlmin tekamülünde İslam’ın bir mani teşkil ettiği doğru ise de, bu maninin bir gün ortadan kalkmayacağını söylemek mümkün müdür? Ben Renana karşı Müslümanlığı değil, cehalette yaşamaya mecbur kalacak yüz milyonlarca insanı savunuyorum. Müslümanlığın, ilmi ve ilmi tekamülü yok etmek istediği bir gerçektir." (10 Ekim 1996, Türkiye)

     

    Mason Efgani

    Sual: Bir mason Efgani yandaşı, (Mücahit Efgani’yi eleştirenler, düşmanlarıdır. Bir de bu mücahidi, bizim gibi dostlarından dinlemek gerekir. Geçmiş değerlerimizden olan bu yiğit mücahid, II. Abdülhamid’e, “Uyuyan Müslümanları uyandırman şartıyla sana biat ederim” demiştir, ama “İslam birliği” ismini verdiği planını kabul ettirememiştir. Mücahid Efgani’nin Masonluğa girdiği doğrudur, ama daha sonra “Ben masonları adam sandım” demiştir. Efgani, Abduh gibi müstesna âlimler yetiştiren bir mücahiddir) dediği halde, Efgani’den geçmiş değerimiz diye bahsedip de, neden gerçek geçmiş değerimiz olan mezhep imamlarımız ve diğer Ehl-i Sünnet âlimleri hakkında övücü tek kelime etmiyor?

    CEVAP

    Dinde reformcuları ve masonları övmenin bu kadarı görülmüş değildir. Efgani, nasıl bir yiğit mücahid ki, masonların adam olduğunu sanarak masonluğa giriyor? Müslüman olup da, masonluğun sadece Müslümanlığa değil, bütün dinlere düşman olduğunu bilmeyen insan olur mu hiç? Bu, büyük bir gaflet değil midir? Bir kimse, komünistleri adam sandım diyerek komünist olur mu? Siyonistleri adam sandım diyerek, Siyonist olunur mu hiç? Bunları hangi Müslüman yapar?

     

    Ayrıca Efgani, masonluğa girip de çıkmıyor. Güvenilir bir mason olduğu için masonluğun başına geçiriliyor. Masonlar güvenmediği adamı hiç başkan yaparlar mı? Ondan çok memnun olmuşlar ki, yerine çömezi Abduh’u da başkan yapıyorlar.

     

    Aslında (Masonları adam sandım) dediği de, gerçek değildir. Mezhepsiz yandaşının uçurduğu balonlardan biridir. Masonluğu bıraktığına dair, uydurma da olsa bir belge yoktur. Yani Efganici mezhepsizlerin, (Efgani masonluğu bırakmıştır) demeleri tamamen yalandır. Masonluğa girip çıkan kimseyi hemen mason locasına başkan yaparlar mı? Başkan olması için yıllarca masonlukta kalması lazım.

     

    Zamanın İstanbul Üniversitesi rektörü Sadrazam Reşit Paşa tarafından Paris’te yetiştirilmiş olan ve aşırı derecede İttihat ve Terakki taraftarı olan mason Hasan Tahsin tarafından, hain Efgani’ye konferanslar verdirildi, fakat dine aykırı sözleri yüzünden, o zamanın Şeyhülislamı olan, büyük âlim Hasan Fehmi efendi hazretleri tarafından kâfir olduğuna fetva verildi. Hasan Fehmi efendi hazretleri, zamanın derin âlimlerindendi. Osmanlı devletinin 110. şeyhülislamı idi.

     

    Mısırlı Edip İshak, Ed-Dürer kitabında, Efgani’nin Kahire mason locası başkanı olduğunu yazmaktadır. 1960’da Fransa’da basılan, Les franco-maçons kitabının 127. sayfasında da, (Mısır’da kurulan mason localarının başına Cemaleddin Efgani ve ondan sonra Muhammed Abduh getirildi. Bunlar, Müslümanlar arasında masonluğun yayılmasına çok yardım ettiler) deniyor. Kitabın bu sayfasında, İslam ülkelerinden, hoca görünümlü, sarıklı birinin mason locası başkanlık elbisesiyle büyük bir resmi de vardır.

     

    Görüldüğü gibi Efgani, sıradan bir mason olmayıp, masonların övgü ve takdirlerini kazanmış bir mason locası başkanıydı. Dr. Muhammed Reşat da, dört yüzün üstünde önemli kaynaktan hazırladığı kitabında diyor ki:

    İngiliz belgelerine göre, bir tanrıya inanmayı şart koşan İskoç Mason Locası’na üyeyken, buradan ateistlik ithamıyla kovulmuş, o da ateistliğin makbul sayıldığı Fransız Grand Orient Locası’na başkan olmuştur. (Dr. M. Reşad, Efgani Etrafında Makaleler)

     

    Cennetmekân Abdülhamid han, keskin görüşüyle, Efgani’nin hain maksatlarının farkına varıp, kirli emellerine fırsat vermediği için, Efgani’nin yandaşları Ulu Hakana diş biliyorlar.

     

    Cennetmekân Ulu Hakan, hatıratında diyor ki:

     

     

    (Hilafetin elimde olması İngilizleri hep tedirgin etti. Blund adlı bir İngiliz ile Efgani adlı bir maskaranın el birliğiyle İngiliz hariciyesinde hazırladıkları bir plan elime geçti. Efgani’yi yakından tanırdım. Tehlikeli bir adamdı. Bana bir ara, Mehdilik iddiasıyla bütün Orta Asya Müslümanlarını ayaklandırmayı teklif etmişti. Derhal reddettim. Bu sefer Blund ile işbirliği yaptı. Kendisini İstanbul’a çağırttım. Bir daha İstanbul’dan çıkmasına izin vermedim.)

     

    Efgani’nin çömezi Abduh da, hocasının yolundan ayrılmamış, o da mason locası başkanı olarak, reformlara devam etmiştir. Efgani, masonluğun yanlış olduğunu anlayıp buradan ayrılsaydı, çok sevdiği öğrencisi Abduh’u da masonluğa sokar mıydı, hattâ yıllarca olgunlaştırıp loca başkanlığına kadar yükseltir miydi? Bu sadık talebesi Abduh, İslamiyet ve Hıristiyanlık kitabında, (Bütün dinler birdir. Dış görünüşleri değişiktir) demekte, İslam birliği adı altında, Yahudi, Hıristiyan ve Müslümanların, birbirlerini desteklemelerini istemektedir. Yani “İslam birliği” çığlıkları atan Efgani, Abduh ve bugünkü çömezlerinin asıl maksadı, Müslümanların birliği değil, bâtıl dinleri hak gibi göstermektir. Abduh, Londra’da, bir papaza yazdığı mektupta da, bâtıl olan Yahudilik ve Hıristiyanlığı büyük bir hak din gibi göstererek, (İslamiyet ve Hıristiyanlık gibi iki büyük dinin el ele vererek kucaklaşmasını beklerim. O zaman, Tevrat, İncil ve Kur’an birbirlerini destekleyen kitaplar olarak her yerde okunur ve her milletçe saygı görür) demiştir.

     

    Mason Abduh’un açtığı bu kötü çığır bugün de son hızla devam ediyor, ektiği kötü tohumlar dal budak salıyor. Dört İncil’i ve Tevrat’ı okuyorlar. Yahudiler ve Hıristiyanlar da Cennete gidecek diye, bas bas bağırıyorlar.

     

    Cemaleddin Efgani Ve Muhammed Abduh Üzerine Bir Tetkik

     

    Muhammed Abduh'un Bazi İtikadî Görüşleri

    • Like 2

  15. Allah yardımcısı olsun. Büyük insanların, büyük düşünürlerin, halkın içinde Hakk'ın gür sesi olanların akıbetleri birbirinin aynı. Ya bir iftiraya maruz kalıyorlar yada adi bir cinayete kurban gidiyorlar. Üstad-ı alimizin Tarih Boyunca Büyük Mazlumlar adlı eserinde hiçbir suçu yokken kendisine infaz hükmü verilen Sokrates, müdaafasında şöyle haykırıyordu:

     

    Bu iş dünyada ne benimle başladı, ne de benimle bitecek!.. Hak ve hakikati günlük hayat kaygılarının üstünde tutanları, daima benim akıbetim kovalayacak!..

    • Like 5

  16. Muvaffak olmak mesut olmak demek değildir. İnsan muvaffak olur, cemiyet içinde özlediği yerin daha üstününü bile alır da, mesut olmayabilir. Servetin, iktidar ve şöhretin son haddine varmış nice insan vardır ki, içi daima saadet dünyasının hasretiyle yanıp tutuşur. Mükellef apartmanlarda, göz kamaştırıcı bir konfor ve lüks içerisinde yaşayan insanlar görürsün ki, bunun hepsini bir günlük saadete değişmeye hazırdır. Çünkü, saadet tamamıyla gönül işidir. Ve içimizdedir.Onu kendi içimizden başka bir yerde sanıp aramak ve saadeti sırf servet, iktidar ve şöhrette görmek çölde serabı su zannetmektir.

     

    Ord.Prof. Dr. Ali Fuad Başgil / Gençlerle Başbaşa


  17. Selamlar,

     

    Büyük Doğu Haber sitesine yayın hayatına başlaması münasebetiyle muvaffakiyetler diliyoruz. Siteniz hayırlı olsun. Üstad'a dair çalışmalarımızın yanı sıra diğer faaliyetlerimize ilişkin çalışmalarımızı, tarafımızca uygun görülmesi halinde sizlerle temasa geçerek paylaşacağız. Teklifinize binaen teşekkür ediyor çalışmalarınızda kolaylıklar diliyoruz.

     

    Saygı ve Selamlarımızla.


  18. 05_Aralik_2011_14_24_46_9387323260.jpg

     

    Dil Devrimi Dersim'den beter!

     

    Bir hafta boyunca gündemde kalacak olan Festival başladı

     

    Türkiye Yazarlar Birliği tarafından İstanbul Büyükşehir Belediyesi Kültür Müdürlüğünün desteğiyle Sultanahmet'teki Kızlarağası Medresesi'nde düzenlenen "3. İstanbul Edebiyat Festivali" başladı. Açılışta Türkiye Yazarlar Birliği Kurucu Başkanı Mehmet Doğan önemli bir konuşma yaptı...

     

    -"Asıl müdahale zihnimizeydi"-

     

    Türkçe'nin eski dünyanın üç kıtasında yazılıp, konuşulduğunu ifade ederek, "Hiç bir dil bu kadar geniş bir coğrafyada yazılıp, konuşulmadı. Bugüne kadar Türkçe yazdıklarımızdan sayısız kütüphaneler doldu. Bugün geçmişte yazdıklarımızın ne yazık ki çoğunu okuyamıyoruz. Okuduklarımızın da çok azını anlayabiliyoruz. 20. yüzyılımız çok çetin geçti. 20. yüzyılda kırımlar gördük. Bedenlerimize yapılandan çok daha fazlası zihinlerimize yapıldı. Asıl müdahale zihnimizeydi. Eğer zihnimizi istedikleri şekilde dönüştürselerdi, bedenlerimizi de belki kurtaracaktır. Bu ülkede yapılan kültürel kırım, hiç bir ülkede yapılanla kıyaslanamayacak boyutta. Dersim, zihin kırımı yanında ne ki-" diye konuştu.

     

    20. yüzyılda, köklü milletlerden sadece Türklerin alfabesinin değiştiğini belirten Doğan, sadece Türkçe'nin dil devrimine maruz kaldığını dile getirdi.

     

    Türkiye Yazarlar Birliği İstanbul Şube Başkanı Ali Ural da, İstanbul'da yaşamanın yalnız ekonomik değil, kültürel bir bedeli olduğunu belirterek, "Bu sorumluluğun yalnız sanatçıların değil, bütün İstanbulluların omuzlarında olduğunu düşünüyoruz" diye konuştu.

     

    İstanbul İl Kültür ve Turizm Müdürü Ahmet Emre Bilgili de, eğitim kurumlarında ders olarak okutulmaya başlanan "İstanbul" dersine ilişkin katılımcılara bilgi verdi.

     

    İstanbul Milli Eğitim Müdürü Muammer Yıldız da, İstanbul'da yaşayan yazarların, okullarda öğrencilerle buluşması için hazırlanan projeyi desteklediklerini ifade etti.

     

    Konuşmaların ardından, Mehmet Akif Ersoy ile Oğuz Atay'ın fotoğraflarının, şahsi eşyalarının, mektuplarının ve eserlerinin yer aldığı sergilerin açılışı gerçekleştirildi.

     

    Altı gün sürecek olan festivalde, atölye çalışmalarından açık oturum ve panellere, film gösterimlerinden konsere, sergilerden ödül törenine 20 farklı etkinlik yer alıyor.

     

    Tanınmış 44 edebiyatçı, akademisyen, uzman ve sanatçının yer alacağı festival, bir hafta boyunca İstanbullu edebiyat sevenleri ağırlayacak. Festival, 10 Aralık'ta şiir, roman, hikaye ve deneme alanlarında önemli katkılarda bulunan 4 edebiyatçının da ödüllendirileceği "2011 Edebiyat Mevsimi Büyük Ödülleri" töreniyle son bulacak.

     

    Kaynak

    • Like 1

  19. ŞAH-I NAKŞİBEND

     

    Veliler ordu ordu olsa...

    Bunların başbuğlarından da ayrı ayrı bir ordu kurulsa...

    Ona başbuğ olacaklardan da bir ordu...

    Son başbuğ kim olurdu?

     

    Dereceler sonsuz; fakat bizim biliş ve bildiriş vasıtalarımız sınırlı, kıyas basamaklarımız sayılı...

    Hayatın son basamağıyle Şah-ı Nakşibend Hazretlerinin ayak parmaklarına bile yetişemeyeceğimizin aczi içerisinde bildirelim ki, son başbuğ kendileri olurdu.

     

    Böyleyken son başbuğ bir tane değil... Her biri herbirinden ayrı ayrı üstün...

     

    Boyumuzu aşan sulardan ilerisi, bizim için ve bize göre hep birken, derinlikleri nasıl birbirine nispet edilebilir,birbiri içinde tartabiliriz?Yalnız bir nevi bedahat duygusuyle sezebiliriz ki, kemal fezasını dolduran manzume manzume yıldız arasında güneşler, bu güneşler arasında da, insanın, ışığına takat getiremeyeceği merkezler vardır; ve işte Şah-ı Nakşibend Hazretleri böyle bir merkez güneşidir.

     

    Allah'ın lûtfu, bu... Verdiğini ve erdirdiğini sınırlandırabilmek kimin iktidarında?...

     

    Şah-ı Nakşıbend, Şah-ı Nakşıbend... Dudaktan dökülürken insanı, raşelere boğan bu isim, yola tarikate alem oldu.

     

    Düşünün Şah-ı Nakşıbend'i...*NFK.

     

    Başbuğ Velilerinden 33 syf.88

×
×
  • Create New...