Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]

Kalemdar

Admin
  • Content Count

    996
  • Joined

  • Last visited

  • Days Won

    45

Posts posted by Kalemdar


  1. Bize, bir lutüf gibi saadet bağışlayan değil, bizde mesuliyet şuuru yaratan insan lazımdır. Saadet, bizdeki iradenin yarattığı deruni bir aydınlık olmalıdır. Bize, kin ateşi içinde kuvvetle hak kazanan değil, hakikat aşkıyla hakkını yaşatan insan lazımdır. Bize "firdevs-i aladan ve bunca sevdadan" vazgeçmiş hak aşıkları lazımdır. Hakiki saadet ve hak (birinin) elinden alınır bir meta değildir.

    Nurettin Topçu

    • Like 1

  2. 34553.jpg

     

    Aman Bu Tuzağa Düşmeyin!

     

    İnternet üzerinde çok sayıda dolandırıcılık ve sahtekarlık yöntemi mevcut. Bunların başında ise, tabii ki e-postalarla yapılan dolandırıcılık girişimleri geliyor.

     

     

    Peki ama en çok kullanılan e-posta tuzaklarını hiç merak ettiniz mi?

     

    İşte interneti işgal eden, en popüler 3 e-posta tuzakları:

     

    Online siparişler: Örneğin Adobe’un CS4 yazılımının lisansı mail’inize geldi. Ancak hemen aldanmayın. Spammer’ların en çok denediği yöntemlerden biri paralı yazılımların ücretsiz lisansını veriyor gibi görünmek.

     

    Sahte para cezaları: Trafikte ceza yediğinize dair size gelen mail’lere de aldırış etmeyin. Bu şekilde cezasını öğrenmek isteyen kullanıcıları hedefleyen birçok spam mail bulunuyor.

     

    Çalışan adresler için test: Daha çok bir yazılımın veya oyunun güncelleme bahanesiyle ortaya çıkan bir spam türü. Mail adresinizi doğrulamanızı isteyen bu tür spam’lerden de uzak durmanız gerekiyor.

     

    K.


  3. 870320100525094631569.jpg

     

    Necip Fazıl Dersim'i hangi yıllarda yazdı?

     

    Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın ''Öyle kitaplar vardır ki hayatınızı değiştirir'' diyerek Dersim olaylarıyla ilgili alıntılar yaptığı ''Son Devrin Din Mazlumları'' 1950'lerde kaleme alınmış.

     

    Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın ''Öyle kitaplar vardır ki hayatınızı değiştirir'' diyerek Dersim olaylarıyla ilgili alıntılar yaptığı ''Son Devrin Din Mazlumları'', Necip Fazıl Kısakürek'in 42 yıl önce yayımlanan kitabı. Kısakürek kitapta, Türkiye'nin yakın tarihindeki bazı olayları anılardan, kitaplardan ve kişisel bilgilerinden yararlanarak anlatıyor.

     

    Dokuz bölümden oluşan kitabın ''Doğu Faciası'' başlıklı bölümünden alıntılar yapan Erdoğan, bölümde anlatılanları ''Kimsenin konuşmadığı, konuşmaya cesaret dahi edemediği Dersim meselesi, merhum üstad Necip Fazıl'ın kalemiyle bir nesle en doğru şekilde aktarılmıştır. Üstad Alevi dememiştir, Kürt dememiştir, Ermeni dememiştir. Necip Fazıl, Dersim'i ve Dersimlileri, 'din mazlumları' sınıfına alarak, onlara sadece insan gözlüğüyle bakarak, insani bir trajediyi bizlere aktarmıştır'' sözleriyle değerlendirdi.

     

    Erdoğan'ın dün partisinin genişletilmiş il başkanları toplantısında yaptığı konuşmada, Dersim olaylarını anlatırken alıntılar yaptığı ''Son Devrin Din Mazlumları'' kitabı 1969 yılında yayımlandı.

     

    Necip Fazıl Kısakürek, kitabın takdim yazısında, eserin çerçevesini şu sözlerle anlatıyor:

     

    ''İman ve ideal uğrunda umumi mazlumluk davasının çok yakından, öz hayatımızdan, yakın tarihimizden ele alınması ve hususi planda gösterilmesi... Bu yakın tarih ve hususi plan, İttihad ve Terakki ile başlayan, Cumhuriyetle yerleştiğini gördüğümüz İslam nefretinin zeminini çizer ve o zemin üzerinde en kuduz zulüm kılıcıyla düşürülen masum başarının hikayelerini anlatır.''

     

    9 bölümden oluşan kitabın ''Mazlum Padişah'' başlıklı ilk bölümünde, 31 Mart isyanı ve II. Abdülhamid'in tahttan indirilmesi anlatılıyor. Kısakürek, isyanı ''din davasına vurulan ilk darbedir ve her noktasıyla sahtekarca tertiplenmiş bir İttihad ve Terakki oyunudur'' ifadesiyle tanımlıyor.

     

    Üçüncü bölümde şapka devriminin Türkiye Büyük Millet Meclisinde nasıl ele alındığını örneklerle anlatan Necip Fazıl, bazı illerdeki ''şapka giymeyiz'' direnişlerini aktarıyor. Kitabın ''İskilipli Atıf Hoca'' başlıklı dördüncü bölümü ve ''Şeyh Esad Efendi-Menemen'' başlıklı beşinci bölümünün ardından ''Doğu Faciası'' başlıklı bölümde ise Dersim olayı anlatılıyor. Kitabın diğer bölümleri ise ''Said Nursi'', ''Süleyman Efendi'' ve ''Esseyid Abdülhakim Arvasi'' başlıklarını taşıyor.

     

    ''Bu facianın tarihte bir benzeri gösterilemez''

     

    ''Doğu Faciası'' başlıklı bölümde Dersim alt başlığını da kullanan Kısakürek, Başbakan Erdoğan'ın da söylediği gibi ''tarihte bir benzeri gösterilemez'' sözleriyle tanımladığı Dersim olayını şu sözlerle anlatmaya başlıyor:

     

    ''En aşağı 50 bin Müslümanın kanını ve canını ihtiva etmesi bakımından, kalın hatlarıyla bir harita gibi çizdiğimiz ve şu anda yalnız ana prensip ve manasıyla tespit ettiğimiz bu facianın, tarihte bir benzeri gösterilemez.''

     

    Olayı insan hikayeleri yoluyla okuyucuya aktaran Kısakürek, şu iki örneğe de yer veriyor:

     

    ''Hozat'ın Karaca köyünden Cafer oğlu Kasım... Bu adam, o tarihten 30 sene kadar evvel Amerika'ya gitmiş, orada 15 yıl kalmış, epeyce para kazanmış ve sonra köyüne dönmüştür. Kasım, Amerika dönüşünde, Birinci Dünya Harbi'nde Köprüköy muharebesinde şehit düşen kardeşi Yüzbaşı Şükrü'nün iki çocuklu karısı Şirin Hatun'la evlenmiş, Hozat'a gelip yerleşmiş, orada bir mağaza açmış ve ticarete başlamıştır. Hükümetle de bazı taahhüt işlerine girişmektedir. Dersim hareketi esnasında, işbu Cafer oğlu Kasım, taahhüt bedelinden alacağı olan 6 bin lirayı tahsil etmek üzere Ovacık Kaymakamlığına müracaat ediyor. Muamelesini tekemmül ettirip parayı kendisine veriyorlar. Muamele biter bitmez 'Seni Hozat'tan çağırıyorlar' diyerek, onu, mahfuzen yola çıkarıyorlar. Cafer oğlu Kasım, kasabadan ayrıldıktan bir saat sonra jandarmalara öldürtülüyor. Koynundaki 6 bin lira da iki alakalı idare amiri arasında taksim ediliyor.

     

    Bu arada Hozat'ın Zımbık köyünde 'Şekspir'in hayaline bile taş çıkartacak, bir vaka cereyan etmektedir. Erkekleri tamamıyla doğranmış olan köyün 100 kadar kadın ve çocuğu, sivri uçlu aletle (süngü) öldürülüyor. Öldürülen kadınlar arasında biri doğurmak üzere bir gebedir. Bu kadının karnına giren sivri uçlu alet, bağırsaklarını yere döküyor, rahmini parçalıyor ve kendisini öldürüyor. Tehlike geçtikten sonra gizlendikleri yerden çıkan birkaç kadın, ölüleri gözden geçirirken, bu kadının rahminden düşen çocuğun sağ olduğunu dehşetler içinde görüyorlar. Muazzam bir kader cilvesi olarak yaşamakta devam eden çocuğu alıyorlar, emzirtip büyütüyorlar ve ona 'Besi' adını koyuyorlar. Bu kız bugün hala aynı köyde ve hayattadır. Sivri uçlu alet annesinin karnına girip rahmini deldiği zaman da onun topukçuğunda bir yara açmıştır ve kız hala bu yarayı topuğunda taşımaktadır.''

     

    Kısakürek, Dersim'de yaşananların gerekçesi olarak da bu bölümün sonunda şu ifadelere yer veriyor:

     

    ''Dayandığı tek sebep de birtakım asayişsizlik ve itaatsizlik bahanesi altında, bütün Doğu Anadolu'yu kapsayıcı olarak, o mıntıkanın bir türlü sulandırılamayan koyu İslami rengidir.

     

    Bir kıvılcım halinde gösterdiğimiz Dersim yangınının kömürleştirilmiş 50 bin cesedinde, kutup şahsiyetler dışı bir yığın olarak din mazlumluğunun en çarpıcı levhasını seyredebilirsiniz.''

     

    ''Bu yazılar 1950'de kaleme alındı''-

     

    Necip Fazıl'ın kurucusu olduğu Büyük Doğu Yayınları Editörü Suat Ak, AA muhabirine yaptığı açıklamada, kitabın bugüne kadar 28 baskı yaptığını ve ''kitapta yazılanların şimdiye kadar pek gündeme getirilmemiş, en azından tartışılmamış, konuşulmamış'' konular olduğunu söyledi.

     

    Ak, şunları söyledi:

     

    ''O kitap 1969 senesinde yayımlandı ilk olarak. Daha çok din adamlarının hem biyografik hayatları var hem de hayatları itibarıyla uğramış olduğu zorluklar, eziyetler, çilelerin anlatımı. Onun içerisindeki Dersim ile ilgili mesele, kitap 1969'da yayımlanmış olmasına rağmen, çok erken bir tarihte yazılmış yazılardır aslında. Necip Fazıl, Dersim ile ilgili bu yazıları, 'Doğu Faciası' başlığı altında, Büyük Doğu dergilerinde 1950 senesinde ilk defa kaleme aldı.

     

    O dönem CHP iktidarının olduğu bir dönemdir. Biliyorsunuz o senenin mayısından sonra iktidar değişikliği söz konusu oldu. Dolayısıyla senenin ilk aylarında, yine İsmet İnönü iktidarı içerisindeki bir dönemde yazıldı. Necip Fazıl'ın o yazılara ilişik olarak bir dava süreci olduğunu ben bilmiyorum. Öyle bir bilgi gözüme çarpmadı. Bu Doğu faciasıyla ilgili yazılar, üstadın Büyük Doğu dergileri içindeki Cumhuriyetin ilk dönemi itibarıyla mağdur olmuş insanların, üzeri kapatılmış olayların ele alındığı birçok yazısı içinden bir bölümü.''

     

    K.


  4. HİCRAN

     

    Çekilip nur-u hidayet yine zindan olacak

    Yine fırkat, yine hasret, yine hüsran olacak

    Yine sen, yaş yerine kan akıtıp ağla gözüm

    Çünkü hicran dolu kalbim yerine hicran olacak

     

    ***

     

    Yine göç var diye mecnuna haber verme sakın

    Yine matem, yine zari, yine efgan olacak

    Açılan ol gül-ü tevhid, sararıp solsa gerek

    Kapanıp Kâbe-i irfan, yine viran olacak

     

    ***

     

    Haber aldım ki, yarın yâd olacakmış bize yar

    Ne büyük yâre ki kimler buna derman olacak

    Bu büyük derd ü elemden kime şekva edeyim?

    İşiten nâlemi, hep ben gibi nâlân olacak.

     

    ***

     

    O şifa bahş olan envarını sen çeksen eğer

    Bana kim nur verecek, kim bana Lokman olacak!

    O temiz pâk nefesin, âb-ı hayatı bu çölün

    Onu dûr etme ki her fert ona reyyan olacak

     

    ***

     

    Hele ol nur-u şerifin kime değmişse eğer,

    Küçücük zerre de olsa, meh-i tâban olacak.

    O lütufkâr, o keremkâr eli öptükçe benim

    Bu küçük kalbi hazinim yine handan olacak.

     

    ***

     

    Bab-ı feyzinden ırak olmayı asla çekemem

    Dahi nezrim bu ki canım sana kurban olacak.

    Nazarın erse garip başıma ey nur-u Hüda

    Bugün artık bu hakir bende de umman olacak.

     

    ***

     

    Bu anasır, yüzüne her ne kadar çekse hicap;

    Yine haksın, buna şahid yine Kur'an olacak

    Kab-ı Kavseynden alıp dersimi bildim ki ayân,

    O güzel nur-u bedi, âleme sultan olacak.

     

    ***

     

    Sakınıp Feyz-i bîçareye bahs açma bugün

    Yeni baştan, yine şeydâ, yine giryan olacak.

     

    Hasan Feyzi Yüreğil


  5. Tamamen Yerli Tablet PC Üretildi

     

    16443.jpg

     

    Sakarya'da incelediği tablet bilgisayardan yola çıkan elektrik elektronik mühendisi, dizaynı, anakartı ve yazılımı kendisine ait olan tablet bilgisayar geliştirdi.

     

    Sakarya'da incelediği tablet bilgisayardan yola çıkan elektrik elektronik mühendisi, dizaynı, anakartı ve yazılımı kendisine ait olan tablet bilgisayar geliştirdi.

    Hendek ilçesindeki bir klima fabrikasının Ar-Ge bölümünde çalışan Elektrik Elektronik Mühendisi Ufuk Tezcan (31), Apple firmasının geliştirdiği ''Ipad'' adlı tablet bilgisayarı merak ederek parçaladı. Parçaladığı tablet bilgisayardan yola çıkarak bir araya getirdiği bilgisayar parçalarıyla ilk tabletini üreten Tezcan, büyük oranda yerli bir ürün geliştirmek için çalışmalara başladı.

    Kısa süren Ar-Ge sürecinin ardından anakartı, yazılımı ve dizaynı kendisine ait olan bir tablet bilgisayar geliştiren Tezcan, seri üretime geçmek için KOSGEB'ten 500 bin liralık Ar-Ge inovasyon desteği aldı.

     

    Yer çekimi kuramının mucidi Isaac Newton'un adından esinlenerek ''Izec'' adını verdiği tablet bilgisayarların üretimine geçen Tezcan, piyasadaki benzerlerinin yarı fiyatına sattığı ürünlerle aylık 700 adetlik üretim kapasitesine ulaştı. Tezcan, üretimini geliştirmek için KOSGEB'ten 1 milyon liralık kredi bekliyor.

    Tezcan, yaptığı açıklamada, 2001'de Başkent Üniversitesi Elektrik Elektronik Mühendisliği Bölümünden mezun olduğunu, 4 yıl boyunca Hendek ilçesindeki bir klima fabrikasının Ar-Ge bölümünde çalışmaya başladığını söyledi.

     

    Fabrikadaki 4 yıllık çalışmasının ardından Apple firmasının piyasaya çıkardığı bir tablet bilgisayarı merak ederek parçaladığını kaydeden Tezcan, ''Tabletin içinde ne var ne yok derken bu işe girdik açıkçası. 'Netbook'u tablete çevirebilir miyiz?' diye çalıştık. Toplama parçalarla tablet bilgisayar geliştirdim. İlk ürünü piyasadan aldığımız parçalarla yaptım. Bu ürünü de belirli fiyatlarla satmaya başladık. Daha sonra yazılımı, anakartı ve dizaynı bana ait olan bir tablet bilgisayar geliştirdim'' dedi.

     

    Türkiye'deki bilgisayar üreticilerinin hazır parçalarla bilgisayar ürettiklerini iddia eden Tezcan, bu nedenle Türkiye'deki üreticilerin tablet bilgisayar sektörüne girmediklerini öne sürdü.

    Geliştirdiği tablet bilgisayarda android tabanlı yazılım kullandığını kaydeden Tezcan, ''Android sistem bilgisayar mantığını çökertti ve yeni bir mantık oluşturdu. 'Harddiski oradan, işlemciyi belirli bir firmadan' şeklindeki tekelleri kırdı. O yüzden de fiyatı dörtte biri fiyatına geliyor. Bilinen yazılımın ürününü aldığınızda 4 katı fiyatına alıyorsunuz'' diye konuştu.

    Tezcan, ürettiği tablet bilgisayarda kullanılan yazılımı, plastik aksamı ve anakartı kendisinin geliştirdiğini belirterek, işlemci, sanal bellek, harddisk, kamera ve dokunmatik ekranı belirli üreticilerden temin ettiklerini belirtti.

     

    Düşük Fiyat Üstün Özellikler

     

    Tasarımını yaptıkları anakartı İstanbul'da, plastik aksamı Sakarya'da ürettirdiklerini bildiren Tezcan, Adapazarı'ndaki tesiste ürünlerin montajını, yazılım yüklemelerini ve testlerini yaptıklarını söyledi.

     

    Tablet bilgisayarın kullanıcıları birçok yeni teknolojiyle tanıştırdığını ifade eden Tezcan, şöyle konuştu:

    ''Ürünlerimiz 7 ve 10 inç boyutlarında. Tüketicilerin talebine göre farklı özellikler ekleyebiliyoruz. Ürünlerimizde navigasyon, kablosuz internet, 2 USB, 1 kulaklık, 1 HDMI çıkışı, mikrofon girişi ve 2 megapiksellik entegre kamera bulunuyor. Piyasadaki aynı ürünün fiyatı 700 lira, bizim 7 inç boyutundaki ürünümüz ise 200 liradan 400 liraya kadar değişiyor. Piyasadaki ürünlerin standart hafızaları 4 GB ama biz ürünlerimize 8 GB'lık hafıza koyduk. Bu ürünlerin işlemci hızı da 800 Mhz. Ayrıca, piyasadaki ürünlerin şarjı 4 saat gidiyor, ürünlerimizin şarjı ise 8 saat dayanıyor. Ekran Güney Kore'den, pili de Çin'den geliyor. Çoklu dokunmatik ekrana sahip. Ürünümüze Isaac Newton'dan esinlendiğimiz için 'Izec' adını verdik. Uluslararası pazarlara satarız diye, uluslararası kabul görebilecek bir isim üzerinde çalıştık. Ayda 600-700 adet tablet üretiyoruz.''

     

    Tezcan, CEBIT Bilişim Fuarı'na da katıldıklarını belirterek, Arap iş adamlarıyla ihracat konusundaki görüşmelerinin sürdüğünü sözlerine ekledi.

     

    Kaynak:Trthaber


  6. Ahlâk ve Şemâili

     

    Merhum uzunca boylu, şişmanca, heybetli, beyaz tenli, dolgun pembe yanaklı, uzunca ak sakallı, geniş alınlı, aralıklı kaşlı, irice başlı, gül yüzlü, sevimli, alımlı bir kimse idi. Gençken zayıf olduğunu, öksüzlükte yemek yerine yumurta içivererek böyle iri vücutlu olduğunu gülerek anlatırdı. İlk görüşte insanda sevgi ve saygı uyandıran bir hali vardı. Tanıdığına tanımadığına selâm verir, güleryüz gösterir, gönül alırdı. İlk nazarda koyu kestane renkli görünen, fakat dikkatle bakılması imkânsız, esrarlı ve derin mânâlı gözleri vardı. Gözü içinde kırmızılık, sırtında ve karnında ise avuç içi kadar iri bir ben mevcuttu.

    Hafızası çok kuvvetli idi, konuşması tatlı ve safiyâne idi. Çok kere halk telâffuzu kullanır, karşısındakine söz fırsatı tanır; kesinlikle bildiği bir şeyi bile sanki ilk duyuyormuş gibi yumuşak bir tavırla dinler, mânâlı ve nükteli cevap verirdi. Sohbetleri hoş, hutbeleri fevkalâde celâlli olurdu. Hutbe esnasında sesini yükseltir, ordu önündeki bir komutan gibi celâdetle ve irticâlen konuşurdu.

    Özel hayatında ev halkına karşı müşfik ve latîfeci davranır, kimseye doğrudan doğruya birşey emretmez, telmih ve remiz ile söyler, anlaşılmazsa sabrederdi.

    Fevkalâde mütevâzi idi. Kerametleri zâhir ve şöhreti àlemgir olduğu halde, talebelerine bile tepeden bakmaz, şeyhlik tavrı takınmaz, kendisini ihvânı arasında lâlettayin bir fert gibi görür, makamını ve kemâlini büyük bir maharetle gizlerdi.

    Kendi üstadlarına fevkalâde saygılı ve bağlı idi. Tekke arkadaşları olan yaşlılar, üstadının meclisine gittiğinde diz üstü oturup, baş eğip hiç ayak değiştirmeden edeple oturduğunu anlatırlar.

    Çok uzun ve derin düşünürdü, sohbetlerindeki buluşlara, teşbihlere hayran kalmamak mümkün olmazdı. Bir ayetin, bir hadisin üzerinde haftalarca, aylarca durup konuştuğu olurdu.

    Ele aldığı bir kimseyi terbiye edip yola getirinceye kadar büyük bir sabırla çalışırdı. İlk zamanlarda kusurlarına müsamaha ederdi. Yıllarca çalışır, yarı yolda bıkıp bırakmazdı.

    Dostlarına vefâsı emsalsiz idi; onları ziyaret eder, arar sorardı. Akrabalarına karşı vazifelerinde kusur etmez ve onlara hhiçbir yardımı esirgemezdi.

    Çok açık elli idi, verdiği zaman şaşılacak miktarda verir, geriye kalmamasından korkmaz, verdiğini doyururdu. Sofrasında ekseriya misafir bulunurdu. Hizmet edenleri bir vesile ile memnun eder, ziyaretçilere güleryüz gösterir, kapısını her zaman açık tutmağa çalışırdı.

    Gece ve sabah ibadetlerine çok riayet eder, talebelerini de bunlara teşvik eylerdi. İnsanın kalbinden geçirdiğini bilir, gelenin sormadan cevabını verir, istemeden ihtiyaç sahibinin muhtaç olduğu şeyi bağışlardı. Gönüllere ve rüyalara tasarrufu vardı. Bereket gittiği yere yağar; bolluk onunla beraber gezer, en ücrâ, en kıtlık yerde o gelince nimet dolardı. Beraberinde seyahat edenler, tevafuklara, tecellilere, maddî ve mânevî hallere ve ikramlara şaşar, hayretlere düşerler, parmaklarını ısırırlardı.

     

    Vefatı

     

    Mehmed Zâhid Efendi (Rh.A), ömrünün son yıllarında rahatsız idi; ayakta gezmesine rağmen; şiddetli ağrılarından muzdaribdi. 1979 yazında uzun zaman kalmak üzere gittiği Hicaz'dan, ağır hasta olarak 1980 Şubat'ında dönmek zorunda kalmıştı. 7 Mart 1980'de ameliyata girdi ve midesinin üçte ikisi alındı.

    Ameliyattan sonra tedricen düzeldi, hatta 1980 Ramazanı'nda hiç aksatmadan oruç tuttu. Hatimle teravih kıldı, vaaz etti, yazın Balıkesir Ilıca'ya, Çanakkale Ayvacık sahiline ağrıyan ayakları için götürüldü, hac mevsimi gelince de Hicaz'a gitti. Fakat ameliyata sebep olan rahatsızlığı nüks etmiş ve ağrılar tekrar başlamıştı. Haccı güçlükle ifadan sonra, 6 Kasım 1980'de çok ağır hasta olarak İstanbul'a döndü. Tam bir hafta sonra 13 Kasım 1980'de (5 Muharrem 1401), Perşembe günü öğleye yakın, dualar, Yâsin'ler, tesbih ve gözyaşları ile uyur gibi bir halde iken ahirete irtihal eyledi.

    Cenaze namazı 14 Kasım 1980 Cuma günü İstanbul Süleymaniye Camii'nde muhteşem, mahzun, vakur ve edepli bir cemm-i gafir tarafından kılınarak, mübarek vücudu, Kanûnî Süleyman Türbesi arkasında, kendisinden feyz aldığı hocaları ve üstadlarının yanındaki istirahatgâhına defnolundu.

    Bu esnada Süleymaniye, Şehzadebaşı, Fatih ve çevrelerinde trafik durmuş, Süleymaniye'nin içi ve avlusu kâmilen dolduğu gibi, cemaat sokaklara taşarak Esnaf Hastahanesi'nin yanına kadar uzanmıştı. Vefatını duyanlar içinde Anadolu'nun en uzak şehirlerinden olduğu kadar Avrupa'dan gelenler de vardı. Uzakta bulunan muhiblerinden çoğu da vaktinde haber alamama yüzünden cenazesine yetişememişlerdi.

    Vefatı İslâm Alemi'nde de büyük üzüntüye yol açmış, Suudi Arabistan'da, Kâbe'de, Kuveyt'te ve daha başka şehirlerde gıyabında cenaze namazı kılınıp, dualar edilmiş, ajanslar bu elim vefat haberini yayınlamışlardı. Halil Necâtioğlu

     

    Allah Teala rahmetine gark eylesin. Büyüklerimizle birlikte bizleri de Efendimizin (s.a.v) sancağı şerifleri altında birlikte haşr-u cem eylesin, yollarından ayırmasın, nasihat ve buyruklarına tam bir teslimiyet içerisinde riayet eden kimselerden eylesin inşallah. Amin. Sohbetlerinden kesitler sunduğumuz konuya buradan ulaşabilirsiniz,

    Mehmet Zahit Kotku (Rh.A)


  7. Meftun Olarak

     

    Yandım ebedî hüsnüne meftûn olarak

    Kâr etti dilim ruhuma efsûn olarak

     

    Sor hâl-i perîşanımı saysın geceler

    Geldim kapına kaç kere meftûn olarak

     

    Kahr eyleme ey sevgili şâd eyle beni

    Görsen ne çıkar bir kere memnûn olarak

     

    Etmek mi murâdın beni sermest-i harâb

    Ta hâşre kadar böylece mecnûn olarak

     

    Süleyman Arif Emre


  8. SÜLEYMAN ARİF EMRE’NİN ŞİİRLERİ

     

    ”Komünizmle Mücadele Derneği” konferanslar düzenliyordu. Üstad, Adıyaman’a geldi. Yer yerinden oynadı. Halk galeyana geldi. Sait Serttaş isminde bir esnaf arkadaş vardı. Üstad’ın konferansından sonra boynuma sarılıyor. “Seni tebrik ederim. Böyle güzel şeyleri hep sen organize ediyorsun” diyor. “Sen Üstad’ın konuşmasından ne anladın?” diye sordum. “Çok güzel şeyler söylüyor.” “İyi de sen o sözlerden ne anladın?” Adam, yemin etti: “Vallahi bir şey anlamadım”

    Halbuki Üstad; verdiği örneklerle, edebi vecizelerle komünizmi yerden yere vuruyor. Konferanstan sonra bizim eve gittik. Kahvaltı yapacağız. Ondan önce o zamana kadar babam dahil, kimseye söylemediğim 200’e yakın şiirimin bulunduğu defteri korka korka Üstad’a getirdim.

     

    “Size bir şiirimi okuyabilir miyim?” diye sordum. Üstad: “Oku bakalım” dedi. Sonra Üstad birkaç şiirimi daha okuttu. “Yahu Süleyman Arif sen çok güzel şiirler yazmışsın bunları Büyük Doğuda yayınlayacağım” dedi. Ve gerçekten İstanbul’a gidince 7-8 şiirimi Büyük Doğuda yayınladı. O zaman hiç unutmuyorum.

     

    Üstad dedi ki:

    “Süleyman Arif; Arap Edebiyatçıları şiiri 7 kategoriye ayırmışlar. Seninki birinciye girmezse, ikinciye mutlaka girer.”

     

    Süleyman Arif Emre


  9. Selamlar,

     

    Kuruluşundan bu yana Üstad’ la alakalı çalışmalarına özveri ile devam eden, duruşundan, kalitesinden ve ciddiyetinden asla taviz vermeyen sitemiz, aynı minvalde faaliyetlerini sosyal platformlarda da devam ettirme kararı almış, bu kararı Allah’ın izniyle fiili manada gerçekleştirmiş bulunmaktadır. Bu karar, derneğin açılmasıyla ilk meyvesini vermiştir. Hayırlı, mübarek olsun. Bu zorlu süreci omuzlayan yılmadan, yüksünmeden çalışarak, bizlerinde bu çalışmalara iştirak etmesini sağlayan Erzurum’ lu kardeşlerimize şükran ve minnet borçlu olduğumuzu ifade etmek isterim.

     

    Aynı zamanda Üstadın, Erzurum' da verdiği İman ve Aksiyon Konferansı'nda, ileride zuhur edecek İslâm aksiyonunun kaynağı olarak gördüğü Erzurum’da ilk derneğimizin açılması bizlerin heyecan ve sevincini katbe kat artırmıştır. İnşallah bu dernek, ileride gerçekleştirmeyi planladığımız büyük hedeflere de kapı aralamış olacak ve müteakip çalışmalarımıza başlangıç teşkil edecektir.

     

    Son olarak 20 ve 22. cüzleri aldığımı belirtmek isterim. :)

     

    Dua ve muhabbetle…

    • Like 1

  10. necip-fazil-davetiye.jpg

     

    Necip Fazıl’ın poetikası kendi şiiriydi

     

     

    Bekir Oğuzbaşaran’la katıldığı Necip Fazıl Kısakürek Sempozyumu hakkında konuştuk

     

    Bekir Bey, yaşarken de vefatından sonra da hakkında çokça konuşulan, yazılan; dostları ve okurlarınca dâvâ adamı, üstad olarak nitelendirilen şair ve fikir adamı Necip Fazıl için doğduğu, yaşadığı ve şiirler yazdığı şehirde, İstanbul Büyükşehir Belediyesi Kültür Müdürlüğü tarafından 29 Ekim 2011 tarihinde bir sempozyum düzenlendi. Siz de bu sempozyumda Necip Fazıl'ın Poetikası başlıklı bir bildiri sundunuz. Ali Emiri Kültür Merkezi’ndeki bu anma ve anlama sempozyumu nasıl geçti? Alaka nasıldı?

    Sempozyum bana göre çok başarılı geçti. Salonda farklı bir heyecan vardı ve konuşmacılardan dinleyicilere doğru dalga dalga yayılıyordu. Salon sabah saat 9’dan toplantının sona erdiği 17.30’a kadar tamamıyla doluydu. Konuşmalar dinleyiciler tarafından pürdikkat takip edildi. Çok büyük bir alaka vardı. Salon hınca hınç doluydu. Özellikle bayanların, genç kızların alakası çok fazlaydı. Pek çok kişi de etkinliği ayakta izledi. Üstadın ruhu da o salonda bizimle beraberdi sanki. Protokol konuşmaları da dahil olmak üzere bütün bildiriler dolu doluydu. Programın sunuculuğunu TV5’te yayınlanan Şiirden Şuura programının yapımcısı ve sunucusu Kayseri'li değerli hemşehrimiz Fazlı Karaman Bey yaptı. Aykut Kuşkaya ve orkestrasının Necip Fazıl’ın Bestelenmiş Şiirleri konulu konseri heyecan vericiydi.

     

    Sempozyuma Üstadı yakinen tanıyan bilim, kültür, sanat adamları davet edildi. Bunlar: Prof. Dr. Süleyman Yalçın, Prof. Dr. Nevzat Yalçıntaş, Prof. Dr. İsmail Kıllıoğlu,Prof. Dr. Necmettin Tozlu, Prof. Dr. İbrahim Kavaz, Doç. Dr. Şükrü Karatepe, Dr. Necmettin Turinay, Mustafa Miyasoğlu,Dursun Ali Taşçı, Abdurrahman Şen, A.Vahap Akbaş, Fazlı Karaman, İsmail Kahraman ve sizdiniz. Bildirinizle ilgili neler söylemek istersiniz?

     

    Aslında bütün bildiri konuları kanaatimce kitaplık çaptaydı. Benimki de öyle. Necip Fazıl’ın poetikası demek onun 60 yıllık sanat-edebiyat ve şairlik hayatının özü ve özeti anlamına gelir. Poetikayı geniş anlamda değil de dar anlamda bir şairin şiir görüşü olarak alsak bile yine de bu mesele ancak bir kitap bütünlüğü içinde ve her yönüyle ele alınabilir kanaatindeyim. Merhum Necip Fazıl hemen her eserinde farklı ve kendine özgü bir üslup kullandığı gibi, Çile şiir kitabının sonunda yayınladığı ve “İdeolocya Örgüsü’nün Sanat Edebiyat Bölümü” saydığı Poetikasında da son derece sanatlı, beliğ bir dil ve üslup kullanmıştır. Bir çeşit vecize üslubu… Bu otuz sayfalık metni anlamak ve yorumlamak da bir kitap çalışmasını gerektirebilir. Şiir felsefesi, şiir teorisi de diyebileceğimiz bu sistematik eserle Necip Fazıl’ın başta şiirleri olmak üzere bütün eserleri tam bir uyumluluk halindedir. Bilindiği gibi onun şiir tarifi çok ünlüdür: “Şiir, mutlak güzellik olan Allah’ı sır ve güzellik yolundan arama işidir.” Poetika 14 bölüme ayrılmıştır. Şair adını taşıyan birinci bölümün ilk cümlesi şudur: “Arı bal yapar, fakat balı izah edemez.”

     

    Sözü uzatmamak için şöyle özetleyeyim; onun şiirleri arasında da şiir, edebiyat, sanat telakkisini yansıtan parçalar bulmak her zaman mümkündür. Bunlardan en çok bilineni, 1939 da yazdığı Sanat başlıklı beyittir: “Anladım işi, sanat Allah’ı aramakmış/ Marifet bu, gerisi yalnız çelik çomakmış…”

     

    Ölümünden 28, doğumundan 107 yıl sonra yapılan bu sempozyumu, düşünceleriyle diri, sanatıyla canlı ve mücadelesiyle yaşayan Necip Fazıl’a olan vefanın göstergesi olarak düşünüyorum. Tabi Büyük Doğu'ya ve Necip Fazıl'a olan bağlılığını bu sempozyumda emeği ve gayretiyle ispatlayan Muzaffer Doğan Bey’i de unutmamak gerek değil mi?

     

    Muzaffer Doğan merhum Üstad Necip Fazıl gibi fikir ve iman öfkesine sahip bir dostumuz. Sempozyumun açılış konuşmasını da o yaptı. Kendisi bir dönem Bahçelievler Belediye Başkanlığı da yaptı. Üstad hakkında birbirinden güzel yazılar ve konuşmalar yayımladı. Üstad’ın vefatından sonra Öfke ve Hiciv şiirlerini de o derledi. Bu sempozyum münasebetiyle Buz Dağını Eriten Deha: Necip Fazıl isimli çok da güzel bir kitap hazırlamış. Zarfı ve mazrufu ile dikkat çeken bu kitapta Muzaffer Bey, Üstad’dan seçme yazı ve şiirlere yer vermiş. Ayrıca hakkında yazılan yazılardan ve şiirlerden seçmeler yapmış. Fotoğraflarla zenginleştirilmiş eser İstanbul Büyükşehir Belediyesi tarafından basılmış. Sempozyuma gelen davetlilere ve dinleyicilere dağıtılmıştır. Bu önemli toplantının bana göre baş mimarı olan sevgili Muzaffer Doğan’ı gönülden tebrik ediyorum. Daha nice eser ve etkinliğe imza atmasını diliyorum. Bu önemli sempozyumun bildirilerini en güzel biçimde kitaplaştıracağını da biliyorum.

     

    Necip Fazıl hayatı boyunca güçlü karakter yapısını ortaya seriyordu. Ayrıca kahraman tavırlarının olduğunu da biliyoruz. Necip Fazıl’ı yakından tanıyan bir öğrencisi olarak sizce Üstad bu gücünü nasıl kazanmıştı?

     

    zBK358645DI022_250.jpg

     

    Necip Fazıl’ın önemli konferanslarından birinin adının İman ve Aksiyon olduğunu unutmamalıyız. Onun sık sık söylediği, bir sözü vardı: “Kahraman (Mefkureci) ahlakında hasis nefs kaygısına yer yoktur.” Mehmet Âkif ile ilgili bir hitabesi şöyle başlar: “Âkif’in savaş arabasını iki at çeker: Şair ve kahraman…” ben bu sözü Necip Fazıl için de çok uygun bulmuşumdur. Çünkü o edebiyatımızın kahraman şair tipinin en son ve en büyük örneklerinden biriydi. Tabii ki gücünü imanından, kuvvetli bir ırsiyetle dünyaya gelmiş olmasından alıyordu. O kendisini daima bir prens gibi gördü. Özellikle de gençlik yıllarında…

     

    Ondaki kendine güven duygusu adeta sonsuz denilebilecek bir vüs’atteydi. Konferanslarında sık sık tarihteki kahramanlardan bahsederdi. Bizdeki ve dünyadaki kahramanlardan birçoğu hakkında eserler yazdı. Onun kahramanlık anlayışını anlamak için Tarihimizde Sahte Kahramanlar, İhtilal, Büyük Mazlumlar, İman ve Aksiyon ve benzeri eserleriyle Çile adlı muhteşem şiir kitabının Kahramanlar, Dava ve Cemiyet bölümlerini okumak gerekir.

     

    Necip Fazıl taklitçi batıcılığa karşı şahsiyetli bir Müslümandı. Türk fikir, sanat ve siyaset hayatının yerine oturmasında önemli katkıları olduğu ve tasavvuf yolunda hizmet verdiği gerçeğini kimse göz ardı edemez. Peki, Necip Fazıl Kısakürek'in 1983 yılında vefat etmesinden bu yana eserleriyle, düşünceleriyle yetişen gençlik bir ilerleme kaydediyor mu? Milli Türk Talebe Birliği’nden bu yana yapılanlar yeterli mi?

     

    Necip Fazıl, hayattayken kitleleri arkasından sürükleyen bir şahsiyetti. O bilhassa geleceğimiz olan gençliğe ve gençlere çok önem veriyordu. Gençliğe Hitabe’si fikir, duygu, iman ve aksiyon aşılayıcı üstün bir metindir. Onun bir özelliği de ehl-i sünnet itikadına bağlılığı ve tasavvuf ile şeriatı tam anlamıyla örtüştüren bir anlayışa sahip bulunmasıydı. Bütün eserlerini bu eksen etrafında düşünebiliriz. Belki de bunca seneden sonra Necip Fazıl’a duyulan hasrette onun bütüncül anlayışına olan özlem yatmaktadır diye de düşünebiliriz. Bugün herkes kendi kulvarında hizmet etmekle beraber Müslümanlar arasındaki parçalanmışlık manzarası, Üstad’a ve onun çizgisini devam ettirenlere bir susama şeklinde tecelli etmektedir görüşündeyim.

     

    Son olarak “Kanaat önderlerinin de önderi” olan Necip Fazıl Sempozyumunda en çok hoşunuza giden bir cümleyi söyler misiniz?

     

    Şu anda kimin söylediğini hatırlamıyorum ama sempozyumda en beğendiğim söz; “O bir din adamı değildi, fakat dininin adamıydı.” cümlesi olmuştur.

    Teşekkür ederim.

     

    Sergül Vural konuştu

     

    Kaynak.

    • Like 2

  11. İran'a Tehdit Yağıyor

     

    UAEK’nun İran raporunun ardından İsrail Savunma Bakanı Ehud Barak “İran’ın tesislerini 500 sivil kayıpla yok ederiz” dedi. İran ise “Bize saldıran yok olur” diye yanıt verdi.

     

    Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu’nun (UAEK) İran’ın nükleer programına ilişkin ‘en sert raporu’ dünya gündemine oturdu. Raporun en önemli özelliği ilk kez İran’ın nükleer askeri kapasitesini geliştirmek için denetlenen resmi çalışmalar dışında da gizli denemeler yaptığına dair ‘güçlü kanıtlar’dan bahsetmesi...

    Uzmanlara göre rapor, İran’ın nükleer bomba sahibi olmaktan çok savaş başlıklarını da içeren askeri teknolojiyi geliştirme çabalarını ortaya koyuyor.

     

    Barak: 500 kişi ölür İran’ın nükleer programını tehdit olarak gören ve Şahap 3 füzelerinin menzilinde bulunan İsrail raporun açıklanmasını ardından tehditlerini somutlaştırdı.

     

    İngiliz gazetesi Daily Telegraph’a konuşan İsrail Savunma Bakanı Ehud Barak sadece tesisleri vurmanın önemli bir sivil kayba neden olmayacağını iddia etti. Barak “Zararı tamamen engellemek imkansız. Ancak 50 bin, 5 bin kişinin öleceği bir senaryo yok. Herkes evinde kalırsa, ölü sayısı 500 bile olmayabilir” dedi. Haaretz’e konuşan yetkililer ise dünya kamuoyu hazır olmadan harekete geçilmeyeceğini söyledi.

     

    İran'dan Aynı Sertlikte Cevap Geldi

    İsrail’in nükleer tesisleri vurmak için harekete geçme olasılığı karşısında İran Cumhurbaşkanı Mahmud Ahmedinejad “Bu ulus yolundan bir toplu iğne başı kadar geri adım atmayacaktır” diyerek meydan okudu. İran ordusunun en üst düzey görevlilerinden General Mesud Cazayeri “İsrail bize saldırırsa yok olmakla karşı karşıya kalır. İsrail’in Dimano nükleer üssü en kolay ulaşılabilir üs.. Ama yanıtımız Ortadoğu’yla sınırlı kalmaz” tehdidini savurdu.

     

    ABD Temkinli Yaklaşıyor

    ABD’de Obama yönetiminden üst düzey bir yetkili AFP’ye “Yaptırımları düşünürken diğer seçenekleri tamamen silmiş değiliz. Eylem şekli olarak bir sürü seçenek var” deyip askeri operasyona aleni bir yeşil ışık yakmadı.

     

    Eşi Benzeri Görülmemiş Yaptırım Tehdidi

    Bir diğer BM Güvenlik Konseyi daimi üyesi olan Fransa’nın Dışişleri Bakanı Alain Juppe ‘İran’ın uluslararası toplumla işbirliğine gitmediği takdirde eşi benzeri görülmemiş yaptırımların uygulanması’ için çağrıda bulundu.

     

    Çin ve Rusya Yaptırıma Sıcak Bakmıyor

    Fakat konseyde veto hakkı bulunan Çin ve Rusya’nın ikna edilmesi pek mümkün görünmüyor.

     

    Rus Dışişleri Bakanlığı raporun ‘müzakerelere geri dönülmesi şansını yok ettiği’ eleştirisini getirdi.

     

    Yaptırıma sıcak bakmayan Çin Dışişleri Bakanlığı sözcüsü İran’ı ‘esneklik ve samimiyet’ göstermeye davet ederek diyalog çağrısını yineledi. AB Dışişleri Bakanı Catherine Ashton’ın sözcüsü Maja Kocijancic ise “Bütün bu bulgular İran’da kapsamlı bir nükleer silah geliştirme programının varlığına işaret ediyor“ açıklamasını yaptı.

    UAEK, İran’ın nükleer cephane sahibi olmaya yönelik programına kanıt olarak savaş başlıklarında kullanabilecek bilgisayar modellemesinin tasarlanmasını, nükleer faaliyetler için gerekli ekipmanın tedarik edilmesini, Parşin’deki askeri üste patlayıcı denemelerini ve Şahap 3 füzelerinin nükleer roket yükü taşıyabilecek şekilde geliştirilmesini sunuyor.

     

    kaynak: trthaber


  12. Selamlar,

     

    Arkadaşlar, konuyu asıl mecraından saptırarak, birbirinizi rencide etmek adına kişisel hakaretlere meydan vermeyiniz. Konu seviyeli bir münazara çizgisinden çıktığı için ikaz ediyor, bir sonraki mesajlarınızda bu ikazımı gözardı etmeniz halinde, konuyu kilitleyeceğimi belirtmekde fayda görüyorum.

     

    Saygılarımla.

    • Like 2

  13. Selamlar,

     

    Bu konu daha önce "Hayatımıza Işık Tutan Ayetler" adı altında isimlendirilerek açıldığından tartışmaya sebebiyet vermiş ve kilitlenmiştir. Ayetlerin muhtelif başlıklar altında paylaşılması nedeniyle, ismi değiştirilmiş olan konuyu kullanıma açıyor ayetlerin bu başlık altında paylaşılmasını önemle rica ediyoruz.

     

    Saygılarımızla...

    • Like 1

  14. seyyid.jpg

     

     

    Kayseri’de düzenlenen sempozyumda Seyyid Burhaneddin Hazretleri ele alındı

     

    Seyyid Burhaneddin Hazretleri, Kayseri´nin manevi mimarlarından, tasavvufun öncülerinden. Hz. Mevlana'nın hocası, Seyyid-i Sırdan Seyyid Burhaneddin Muhakkık Tirmizi hazretlerinin fikirlerinin daha iyi anlaşılması ve günümüz insanıyla buluşturulması amacıyla 30 Eylül-2 Ekim tarihleri arasında “Dost’a Dost Olanlar” Uluslararası Seyyid Burhaneddin Sempozyumu yapıldı.

    Kayseri Büyükşehir Belediyesi, Erciyes Üniversitesi İlahiyat Fakültesi ve kısa adı TÜRKKAD olan Türk Kadınları Kültür Derneği´nin ortaklaşa düzenledikleri sempozyum, Erciyes Üniversitesi Sabancı Kültür Merkezi´nde gerçekleşti.

     

    5.jpg

     

    Yerli yabancı akademisyenler

     

    Tasavvuf tarihinin önde gelen isimlerinden biri olan Seyyid Burhaneddin Tirmizi´nin uluslararası bir sempozyumla ilk defa anıldığı program, yurt içinden olduğu kadar Pakistan, Azarbeycan ve İran başta olmak üzere yurt dışından da çok sayıda akademisyeni misafir etti.

    Sempozyuma İran'dan katılan Tahran Peyam-i Nur Üniversitesi'nden Prof. Dr. Tofigh Hashempour Sobhani, bütün çalışmasının Mevlânâ üzerine olduğunun altını çizerken Dokuz Eylül Üniversitesi Felsefe Bölümü Öğretim Üyesi Prof.Dr. Mehmet Demirci ise Kayseri'ye yaklaşık 20 yıl önce yine bir sempozyuma katılmak amacıyla geldiğini, O zamanlarda Seyyid Burhaneddin Türbesi'nin yerini bulmakta zorlandığını, eğri büğrü yollardan geçerek zorlukla bulabildiğini ve bir maneviyatı falan da olmadığını söyleyerek üzüldüğü günleri anlattı. Şimdi çevre düzenlemesiyle başka şehirlere de örnek olacak durumda olan türbe ve mezarlığın kültürümüze, geçmişimize ait yapıların ortaya çıkarılması, şanına layık bir şekilde ziyarete açılması takdire şayan bir olay olduğunu söyledi.

     

    Anadolu’daki Selçuklu şehirleri

     

    Konya Selçuk Üniversitesi Mevlânâ Araştırmaları Enstitüsü Müdürü Doç. Dr. Nuri Şimşekler, Selçuklu denilince akla Kayseri, Konya ve Sivas illerinin geldiğini belirterek, 13. yüzyılda olduğu kadar günümüz Türkiye'sinde de bu illerin ön plana çıktığını söyledi. Kayseri'ye her geldiğinde kendini 13. yüzyıla gelmiş gibi hissettiğini, şehrin Selçuklu izlerini taşıdığını anlattı. Gelecek nesillere kültürel değerlerimizin aktarılması adına Büyükşehir Belediyesi'nin katkısının önemini vurguladı.

     

    3.jpg

     

    Erciyes Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi Osman Nuri Küçük de yaptığı açıklamada Kayseri'ye mâl olmuş Seyyid Burhaneddin Hazretleri hakkında düzenlenen sempozyuma verdiği destek nedeniyle Büyükşehir Belediye Başkanı Mehmet Özhaseki'ye teşekkür etti. Küçük, "Her şehrin manevi mimarları vardır. Kayseri denilince akla gelen başlıca mimar Seyyid Burhaneddin Hazretleridir. Sempozyumda sunulan tebliğler daha sonra bildiri olarak basılacak ve bizden sonraya bir kaynak eser olarak bırakılacak. Emeği geçen herkese teşekkür ediyorum" dedi.

    Yeditepe Üniversitesi Felsefe Bölümü Öğretim Üyesi Prof.Dr. Mehmet Bayraktar, Kayseri'nin kültürel değerlere sahip çıkarak bilime önem verdiğinin altını çizerek, ilk kez 1974 yılında doktora çalışması için Kayseri'ye geldiğini o yıllarda da Kayseri kültürel değerlere sahip çıktığını ancak günümüz belediyesinde bu çalışmaların daha da hız kazanmış olduğunu söyledi. Bilim ve kültür insanlarının, güncelleştirilerek gençlere tanıtılması ve onların eserlerinin yayınlanmasında büyük katkıları olduğunu, Kayseri Büyükşehir Belediyesinin bu konuda çok duyarlı olduğunu bu sempozyumla şahitlik ettiklerini dile getirdi. Maddi şeylerin çabuk yıkıldığını ve çabuk da inşa edildiğini ancak manevi değerler yıkılırsa benliğimizin yok olacağını, başkalarının bizi kullanır hale geleceğini, insanlık mücadelesinin artık savaşlar yerine manevi değerler üzerinden yapıldığını, bu bakımdan katkıları için belediyeyi tebrik ettiğini söyledi.

    Sempozyum kapsamında TÜRKKAD İstanbul Şubesi Başkanı Cemalnur Sargut bir konferans verdi ve Büyükşehir Belediyesi tarafından Seyyid Burhaneddin Mezarlığı yanına nakledilen Kalemkırdı Camii ile namazgahının da öğle namazıyla birlikte açılışı yapıldı.

    Cemalnur Sargut belediyenin kültürel mirasa sahip çıkmasından övgüyle söz etti.

     

    Sempozyumda işlenen tebliğ konularının ana başlıkları şöyleydi:

    • Hayatı, Çevresi ve Dönemi
    • Dönemin Sosyal, Siyasi, Tasavvufî ve Diğer kültürel Özellikleri
    • Tirmiz ve Belh Şehirlerinin Kültürel ve Tasavvufî Durumu
    • Seyyid Burhaneddin Döneminde Kayseri’de Kültürel ve Tasavvufî Durum
    • Seyyid Burhaneddin Türbesi (Tarihi, Mimarisi, Vakfiyeleri)
    • Seyyid Burhaneddin’in Alidağdaki Halvethanesi (Tarihi ve Mevcut durumu)
    • Seyyid Burhanettin’in Etkilendiği ve Etkilediği Şahıslar
    • Seyyid Burhaneddin ve Kübrevîlik
    • Seyyid Burhaneddin ve Bahâeddin Veled
    • Seyyid Burhaneddin ve Şems-i Tebrîzî
    • Seyyid Burhaneddin ve Mevlana
    • Seyyid Burhaneddin’in Dönemin İlim Adamlarıyla ve Devlet Ricâliyle İlişkileri
    • Eseri Maarif
    • Tasavvufta Maarif ve Makâlât Yazma Geleneği ve Seyyid Burhaneddin’in Maârif’i (Bahauddin Veled, Şems-i Tebrizi ve Sultan Veledin Eserleriyle Mukayese)
    • Maârif’in Nüshaları ve Baskıları
    • Maârif üzerine şekil ve içerik incelemeleri
    • Maârif’teki şiirler ve Şiire Bakışı
    • Maârif ve Mesnevî Üzerinde Yapılacak Mukayeseli Çalışmalar
    • Hint alt kıtasında Maârif geleneği ve Seyyid Burhaneddin ile ilgili Yazma Eserler
    • Seyyid Burhaneddin ve Tasavvuf
    • Varlık Anlayışı
    • Seyr ü Sülûk Anlayışı
    • İnsan Anlayışı
    • Seyyid Burhanettin’e göre Zühd ve Çile
    • Seyyid Burhaneddin’in Ayetlere Getirdiği İşârî Yorumlar

    Sergül Vural haber verdi

     

     

     

    K


  15. Nefsini bilen Rabbini bilmez mi?

     

    Vahdet-i Vücud anlayışı hem kelâmcılar hem de sufiler tarafından ele alınan başlıca konulardan biridir. Özellikle tasavvuf geleneğinin “tevhid” anlayışını merkeze alan yaklaşımı pek çok şiir ve metinde sarih bir şekilde ifade edilmiştir. Başta Yunus Emre olmak üzere tüm büyük sûfilerin, gördüğümüz tüm mevcudatın Yüce Yaradanın bir cüz’ü olduğuna dair sözleri kimi zaman kelamcıların hücumuna uğrasa da her dönemde tasavvuf yoluna baş koyanların temel anlayışı olagelmiştir. Nitekim Yunus’un neredeyse sekiz yüz yıl önce söyledikleri bugün de halen kitleler tarafından okunmaktadır;

     

    Mana bahrine daldık vücud sırrını bulduk

    İki cihan serteser cümle vücutta bulduk

     

    Yunus’un sözleri Hak cümle dediği saddak

    Ne gördüysen kamu Hak cümle vücutta bulduk

     

    Hakikat şu ki Yunus ve Yunus gibi diğer pek çok sufi varlık âlemine “vahdet” gözüyle bakarlar. Buna göre eşyanın gerçeği ve cevheri “tek”tir, Allah’tır. Fakat görünümü çeşitlidir. Yaratılmış olan her şey, mutlak zatın sıfatlarıdır. İnsanın kendine ait vücudu(varlığı) yoktur. Vücut Allah’ındır. Benliğini terk eden kişi vücudun kendisine ait olmadığını bilecek ve görecektir. Tıpkı Yunus gibi Niyazi Mısri Hazretleri de âlemin anlamını aynı pencereden görür ve değerlendirir. “Bil ki tevhidin kemali, dışıyla birincinin ehlinden, içiyle sonuncunun ehlinden görünmektir” diyen Mısri’ye göre eşya yaratılmış bulunduğu gayeye kavuşmak ister. Çünkü O’ndan bir parçadır. Nasıl ki parçalar bütüne kavuşmak talep eder, nehirler denize kavuşmak isterse, her şey de böyle küllüne(bütününe) kavuşmak, onda fani olmak ister. Çünkü erbabı indinde vahdet(teklik) ve kesret(çokluk) hiçbir zaman birbirine zıt değildir. Asıl kemal, vahdet ve kesreti cemetmektir. Zira bu, Makam-ı Mahmud’dur. İbn Arabî ve Vahdet-i Vücud. Rivayet olunur ki büyük sufî İbn Arabî duaya şöyle başlamayı alışkanlık haline getirmişti; “ Ey Rabbim, beni senin sonsuz Vahdet Deryana daldır!“ Varlık olarak Allah’ın birlenmesi ya da teknik tâbiri ile vahdet-i vücud, daha çok İbn Arabî(ö. 638/1240) ve ekolü bağlamında İslam düşünce tarihinin bir konusu haline gelmiştir. Zaman zaman tasavvufta uç noktalardan biri olarak algılanan sözleri O’nu bir Hallac mesabesine getirmediyse de avamın fevkindeki sözleri, geçen zaman içinde şerhe muhtaç durumlar arz etmiştir. Yunus’un da Mısri’nin de Mevlana’nın da sözleri arasında yer bulan Hallac, manevi seyrini tamamlamış veya belirli bir seviyeye getirmiş sufîler arasında en büyük mutasavvıflardan biri olarak addedilir. Fakat gelin görün ki bu durumu çağların ötesine anlatmanın zorluğu kendinden sonrakilere ağır bir miras olarak bırakılmıştır.

     

    02_Kasim_2011_09_17_58_2197992206.jpg

     

    Bu mirasın bir gereği olarak İbn Arabî’nin Tevhid anlayışını ortaya koyan, tercüme ve şerhi Esad Erbilli Hazretlerine ait “Nefsini Bilen Rabbini Bilir” isimli eser geçtiğimiz ay raflardaki yerini aldı. Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi bünyesinde çalışmalarını yürüten Ercan ALKAN’ın yayına hazırladığı bu eser sufîler arasında İbn Arabî ile özdeşleşen Vahdet-i Vücud anlayışının ortaya konulması bakımından büyük bir boşluğu doldurmuştur. İbn Arabî’ye yaslanması sebebiyle sufîlerin vahdet-i vücud’la ilgili tüm şerhleri İbn Arabî’ye mâletmesini bir sorun olarak görmek yerine meselenin özüne inmeyi yeğleyen eser hem başlıklar halinde konuya eğilmesi hem de metnin daha iyi anlaşılması için hazırlanan sözlüğüyle okuyucuya büyük bir kolaylık sağlamış. Esad Erbilli Hazretleri mukaddime bölümünde eserle ilgili şunları dile getirmektedir; “Doğum yeri Endülüs olan, marifetin parlayan güneşi, velayetin nûranî ufku Şeyh-i Ekber Muhyiddin İbn Arabi Hazretlerinin gevher saçan eserlerinden “Nefsini bilen Rabbini bilir” hadisinin anlamı hakkındaki risalesinde vahdet-i vücuda dair görmüş olduğum ikna edici delilleri Türkçeye tercüme etme işine giriştim ve Arapçaya aşina olmayan ihvanım için de neşretme cesaretini gösterdim” Gerçek varlığın yalnız Cenab-ı Hakk’a ait olduğu(La mevcude illallah) ilkesi eserin ana temasıdır. Nefs bilgisi bir bilinçlilik, bir ayıklık (sahv) halini yani fenanın mukabili ya da daha doğru bir ifade biçimi ile fenânın bir sonraki ve bir üst aşaması addedilen bekâyı gerekli kılar. “Allah vardı ve O’nun dışında hiçbir şey yoktu” metafizik gerçekliğinin izahı eserin bütününe yayılan ve sıkça vurgulanan bir diğer konudur. Nefs bilgisi söz konusu olunca tabii ki seyr ü sülûk ile irtibatlı bulunan nefs mertebeleri ve letaif-i seb’a meselesi, bununla bağlantılı olarak da mürşidin gerekliliği hususu üzerinde durulur. Eser, tasavvufun varlık ve marifet ile bağlantılı pek çok temel/aslî meselesine kısaca da olsa değinmektedir. Öyle ki William Chittick’e göre Tevhid Risalesi, varlığın mahiyetine ilişkin –Hallac’ın sıkça tekrar edilen ene’l-Hak ifadesinde olduğu gibi- mükemmel bir izah sağlama girişimidir.

     

    Nefsini Bilen Rabbini Bilir”

     

    Hz.Peygamber(s.a.v) “Nefsini bilen muhakkak Rabbini bilir” buyurmuştur. Yani bir insan kendisinin hakikatte madum olduğunu ve varlığının da kendisine ödünç olarak verildiğini idrak ederse Cenab-ı Haktan başka bir mevcud ve gerçek bir malik olmadığını da idrak etmiş olur. Gözle görülen ya da görülmeyen varlıkların tamamı bir takım aletler kabilinden olup, gerçek varlık zat-ı uluhiyete mahsus olunca nebî olsun, resûl olsun, risâlet olsun hakikatte kendisinden başka bir şey var olamaz. O halde diyebiliriz ki, muhakkik sufilere göre Cenab-ı Hak hükümlerini tebliğ etmek üzere kendi nefsini, nefsinden nefsiyle kendi nefsine sebepsiz ve vasıtasız olarak göndermiştir. Dolayısıyla Cebrail de O’dur, vahiy de O’dur, resul de O’dur. Bunu ispat için “Sen atmadın attığında, ancak Allah attı”(Enfal 8/17) ayeti celilesi hakikate nail olanların elinde sağlam bir delildir. Konuyla ilgili diğer bir bahis ise “O evveldir, ahirdir, zahirdir ve bâtındır”(Hadid 57/3) ayetinde geçmektedir. Esad Erbilli Hazretleri eserde bu ayeti şu şekilde açıklamaktadır; “ Hak Teala Hazretleri evveldir, ezelidir; ahirdir, ebedidir, sona ermekten münezzehtir. Zahirdir, görünen alemin tamamı O’nun kudretinin bir eseridir. Bâtındır, uluhiyet sırları kainatın her bir zerresine gizlenmiştir ve O gizlenmiş olan her şeye vakıftır. Daha önce ve halihazırda mevcudatın tamamı Hak Teala’nın varlık nurlarından akseden bir takım zerreler ve mazharlardır. Gerçekte Hak Teala’dan başka bağımsız bir varlık yoktur: La mevcude illa hû. Bununla beraber Hak Teala kendi zatına mahsus olan azamet ve uluhiyet sıfatlarını kendisinin dışında başka bir varlığa vermediğinden dolayı kullar kendilerine verilen varlık nimetine şükredip kanaat etmeli, şeytanın vesveselerine uyarak ayaklarının kaymalarına sebep olacak ve kulluk vazifesini ihlal ettirecek hulul ve ittihad gibi bir takım sapık düşüncelerle meşgul olmamalıdırlar” Hakk’ı bilmek için fenaya muhtaç olduğun zannına kapılma. Zira fenaya ihtiyaç duyan kimse kendini var görmektedir. Bu da Hakk’tan başkasının O’na galip gelmesi ve O’nu rûyete engel olması demektir. Nefs’ten kasıt ise insanın vücudu ve hakikatidir. Nefsi öldürmek değil, nefsinin hakikatini bilmektir aslolan. Marifet budur. Bu ve bunun gibi meselelerin okuyucunun zihninde açıklığa kavuşması için eser boyunca tevhid ilkesinin temel felsefesi çerçevesinde, ayeti kerimeler ve hadisi şerifler ile desteklenerek etkili ve ikna edici bir üslup kullanılmış. Hem sade ve anlaşılır olması hem de akla yatkın delilleri bakımından bu eserin çoğu Müslümanın zihninde belirsizliğini koruyan sorulara cevaplar taşıdığını rahatlıkla söyleyebiliriz.

     

    Nefsini Bilen Rabbini Bilir/İbn Arabî

    Tercüme ve Şerh: M.Esad Erbilî

    Yayına Hazırlayan: Ercan Alkan

    Hayy Kitap/ İstanbul-2011

     

    Yunus Emre Altuntaş

    K


  16. 24_Ekim_2011_17_10_03_5734826922.jpg

     

    Bir milleti dili ve dini ayakta tutar…

     

    Kültür ve Dil Neden Önemli?

     

    Kültür ve Dil, Mehmet Kaplan’ın çeşitli tarihlerdeki kültür ve dil üzerine yaptığı konuşmalar ve yazdığı denemelerden oluşan kitabıdır. Kaplan, yeni Türk edebiyatı alanında uzman olmasının yanında edebiyat üzerine yaptığı kapsamlı incelemeler neticesinde Türk dili ile Türk tarihi ve kültürü arasındaki münasebetleri yakından görmüş ve okuyucusunu dil üzerine düşünmeye davet etmiştir.

     

    Kitapta üzerinde en çok durulan konulardan biri, ortak kültür unsurlarının bir milletin varlığını devam ettirmesinde oynadığı roldür. Kültürüne, diline yabancı aydınların bu ülke insanına hiçbir fayda sağlamayacağı ısrarla vurgulanmış, dilsiz toplumların başka ulusların içinde eriyip gideceği örneklerle açıklanmıştır. Ayrıca Türk dilinin çeşitli dönemlerde uğradığı değişiklikler de eleştirel bir üslupla ele alınmış ve dil meselelerine çeşitli öneriler getirilmiştir. Kaplan’a göre dili korumanın en güzel yollarından biri, bu dille meydana getirilmiş edebî eserleri iyi okumaktır. Bunun yanında dilin tabi akışına müdahalede bulunmak son derece yersiz ve tehlikeli bir iştir. Mehme Kaplan’ın bu konudaki tespitlerinin ne kadar yerinde olduğunu bugün daha iyi anlayabiliyoruz. Zira bugün de sağlıklı bir dil politikası izlendiğini söylemek pek mümkün değil.

    Kitapta musikî, mimarî, plastik sanatlar gibi alanlara da değinilerek, kültürün bütün bu sanatlarla oluşup geliştiği anlatılmıştır. Türkçenin çeşitli alanlarla ilişkisi ana hatlarıyla ve sade bir dille işlenmiştir. “İlim dili”, “yazı dili”, “konuşma dili” gibi ayrımlar da kitapta öne çıkan hususlardandır. Yabancı dil öğretiminin önemine de değinen Kaplan, bunun kesinlikle ana dili öğretiminin önüne geçmemesi gerektiğini hatırlatmış, dil öğretiminin iyi öğretmenlerle ilkokuldan itibaren ciddi bir şekilde gerçekleşmesi gerektiğini belirtmiştir.

     

    Yunus Emre’nin “Dil hikmetin yoludur” dizesi Kaplan’ın düşüncelerine kaynaklık etmiş gibidir. Şüphesiz, kişinin manevî gelişimi için de dil önemli bir araçtır. Edebiyatımız, bilhassa Tekke Edebiyatı insanların dinlerini daha güzel yaşamalarına vesile olan metinlerle doludur. Bilhassa tarihteki zor zamanlarda edebiyatın üstlendiği misyon hayli önemlidir.

     

    Esasen bir insanın dile nasıl baktığı, onun karakteriyle yakından ilgilidir. Günümüzde, dille kurduğumuz ilişkiyi tekrar gözden geçirmemiz gerekmektedir. Çünkü Heidegger’in de dediği gibi “Dil, insanın evidir.”

     

    Muazzez İmreoğlu

     

    K.


  17. "NECİP FAZIL KISAKÜREK’İN EDEBİYAT HAYATI” KONULU PANEL

     

    "Atılım Üniversitesi Edebiyat Topluluğu tarafından düzenlenen, Yakup Düzenli, Mustafa Miyasoğlu, Sadık Yalsızuçanlar’ın konuşmacı olduğu, “Necip Fazıl Kısakürek’in Edebiyat Hayatı” konulu panel, 26.02.2009 tarihinde İşletme Fakültesi Seyhan Cengiz Turhan Konferans Salonu’nda gerçekleştirilmişti.

     

    İlk olarak söz alan Yahya Düzenli, Necip Fazıl Kısakürek’e dair 35 yıllık ezberinin olduğunu ve genç bir topluluğun konuya gösterdiği ilgiden duyduğu memnuniyeti belirterek konuşmasına başladı.

     

    Düzenli, resmi şablonlar içine sıkıştırılmış bir Necip Fazıl profilinden ziyade 40 yıllık bir hesaplaşma hayatından söz edilmesi gerektiğini belirterek, şairin hayatının köklerinden kopmuş zorlama aidiyetlerle yaşayan sisteme karşı mücadele vererek geçtiğini vurguladı. Necip Fazıl’ın tüm zamanlar için fikir alınabilecek eserlere sahip olduğunu dile getiren Düzenli, Kısakürek’in en büyük talihsizliğinin şairlik olduğunu belirterek bu nedenle sosyal fikirlerinin ve tefekkür ideolojileri boyutunun anlaşılamadığını ifade etti.

     

    Necip Fazıl’ın yaşadığı dönem boyunca hapis hayatı ve toplumsal mücadelesi dahil olmak üzere huzurlu yaşamış bir insan olduğunu söyleyen Düzenli, “Necip Fazıl edebiyatın tüm türlerinde eser vermiştir. Eserlerinde yükselen bir öfkeyi görebiliriz. Öfkesiz fikrin ve fikirsiz öfkenin üstadın hayatında yeri yoktu. Necip Fazıl’ı anlamak herşeyi anlamaktır. “ dedi.

     

    Daha sonra söz alan Sadık Yalsızuçanlar, Necip Fazıl ile bir kez konuşma şansı elde ettiğini belirterek, Şairin kendine özgü bir tarzı olduğunu söyledi. Necip Fazıl’ın modern zamanların şairi olduğuna dikkat çeken konuşmacı, toplumsal ve siyasal eleştirilerinde dahi kendi derdini aktardığını ifade etti.

    Son konuşmacı Mustafa Miyasoğlu ise Necip Fazıl ile kendisinin lise yıllarında tanışıklığı olduğunu belirterek dinleyicilere şairle ilgili olan anılarını anlattı.

     

    Bir sohbet esnasında şairin “Beni kimse anlamıyor kanatlarım ufuklara çarpa çarpa kanıyor” diyerek yalnızlığını anlattığını söyleyen Miyasoğlu, bu sözlerden çok etkilendiğini belirterek Necip Fazıl’ın fikir ve ruh dünyasına büyük katkıları olan bir şair olduğunu ifade etti.

    21 yy’da büyük şairden habersiz olunmaması gerektiğini vurgulayan Miyasoğlu şairin bu ülkenin aydınlarına düşünmeyi ve yaşam muhasebesi yapmayı öğrettiğini söyledi. "

     

    Panelle ilgili videoyu izleyebilirsiniz.

     

    http://www.dailymotion.com/video/xbzcya_necip-fazyl-kysakurek-in-edebiyat-h_lifestyle


  18. 26_Ekim_2011_11_27_23_7617151141.jpg

     

     

    Üstada yakışır anma!

     

    Üstad Necip Fazıl Kısakürek Cumartesi günü Fatih Ali Emiri Efendi Kültür Merkezi'nde düzenlenecek bir sempozyumla anılacak. Çok sayıda akademisyen ve konuşmacının katılacağı etkinlikte, Necip Fazıl'ın farklı çalışma alanları masaya yatırılacak. Dönemin tanıkları Üstadı anlatacak.

     

    Üstad Necip Fazıl Kısakürek sempozyumu 29 Ekim Cumartesi günü Fatih Ali Emiri Efendi Kültür Merkezi'nde yapılacak. İki oturum şeklinde gerçekleşecek olan sempozyuma çok sayıda akademisyen ve konuşmacı katılacak. Açılış konuşmasını Muzaffer Doğan'ın yapacağı sempozyumun ilk oturumunda; Prof. Dr. Nevzat Yalçıntaş Necip Fazıl'ın Büyük Doğu Mücadelesi, Prof. Dr. İsmail Kıllıoğlu Necip Fazıl'ın Hikâyesi ve Romanları, Abdurrahman Şen Sinema ve Tiyatro'da Necip Fazıl ve A. Vahap Akbaş da Necip Fazıl'da Öfke, Hiciv ve Mizah üzerine bir sunum yapacak. Oturumu, Mustafa Miyasoğlu yönetecek. İkinci oturumda ise Fazlı Karaman'ın takdimiyle Necip Fazıl'ın bestelenmiş şiirlerini Aykut Kuşkaya ve orkestrası seslendirecek.

     

    Sempozyumda ayrıca eski Kültür Bakanı İsmail Kahraman Milli Türk Talebe Birliği ve Necip Fazıl, Doç. Dr. Şükrü Karatepe İdeolocya Örgüsü ve Necip Fazıl'ın Siyasi İdeolojisi, Dr. Necmettin Turinay Necip Fazıl'ın Şehir ve Medeniyete Bakışı, Öğretim Görevlisi Bekir Oğuzbaşaran Necip Fazıl'ın Poetikası ve Prof. Dr. İbrahim Kavaz Necip Fazıl Şiiri ve Cumhuriyet Dönemi Şiirlerine Etkileri üzerine konuşma yapacak. Saat 10'da başlayacak sempozyum akşam saatlerine kadar sürecek. Sempozyum halka açık olarak yapılacak

     

    K

     

    Üstadımız adına Fatih Ali Emiri Efendi Kültür Merkezi'nde düzenlenecek sempozyumla alakalı başlığa bu haberi de ilave ediyor başlığı 29 Ekim tarihine kadar aktif kılmak için iğneliyoruz.


  19. Şahı Nakşibend o yemeği yememiş!

     

    Osman Nuri Topbaş Hocaefendi sünnet merasiminde konuştu, biz de notlar aldık.

     

    Son Nefes, İmandan İhsana Tasavvuf ve Nebiler Silsilesi gibi onlarca kıymetli eseri ilim ve irfan dünyamıza kazandıran Osman Nuri Topbaş Hocaefendi geçtiğimiz günlerde İstanbul’da bir sünnet merasimine katıldı. Orada yapmış olduğu konuşmanın bazı satır başları şöyle:

     

    Nesil yetiştirmek

    Toplum ne tarafa meyletmişse gelen nesiller de o tarafa doğru meyleder. Çocuk hayran olduğu kimseleri taklit eder. Ve en çok neyi seyrediyorsa, kalbine o tesir eder. Televizyonda gördüğü menfi filmlerin tesiri altında kalır veya İnternetin çıkmaz sokaklarında kaybolur… Bunun için en mühim mesele nesli eğitebilmek… Bu konuda anne babalara iş düşüyor, topluma iş düşüyor ve nimet verilen kimselere iş düşüyor. Kendisine lütfedilenleri bu amaçta kullanmış mı? Bugün, gayret edenler için çok bereketli bir devirdeyiz. Arkada kalanlar ve ferdi yaşayanlar için ise çok mesuliyetli bir devirdeyiz.

     

    Daima dua halinde olmak

    Bu dünya büyük bir imtihan dershanesi… Ders kitabı Kur’an-ı Kerim. “Ya eyyühellezine amenu” yani “Ey iman edenler” diye başlayan ayetlerle Cenab-ı Allah devamlı talimat veriyor. “Haşr Suresi’nde; “Ey iman edenler Allah’tan korkun. Herkes yarın ne hazırladığına baksın” buyruluyor. Yine bir başka ayette; “Allah’ı unutan, Allah’ın da kendilerini unutturduğu kişiler gibi olmayın” buyruluyor. Başka bir ayette; “Allah’tan korkun Allah yaptığınızdan haberdardır” buyruluyor.

    Zahir ve batında zirve olan Mevlana Halidi Bağdadi Hazretleri diyor ki: “Ben hiçbir amelime güvenmiyorum. Ancak Rabbi’min merhametini umuyorum.“ Kul daima iltica halinde, bir dua halinde olmalı.

     

    Bayram yaklaştı

    Bayramlar içtimai sevinçlerimizdir. Bayramlar kardeşliğin toplum planında yaşandığı mübarek vakitlerdir. Rızayı ilahiyi tahsil günleridir. Yanık yüreklilere, kimsesizlere, biçarelere cennet serinliği veren manevi ziyafetlerdir. Bayram bir gönül seferberliğidir.

    Nefsani hayatın zorlamasıyla bayramları tatil devri gibi anlama temayülü var. Oysa bayramlar içtimai anlamda bir buluşma ve kaynaşma zamanlarıdır. Tek başına bayram namazı kılamazsın, tek başına bayramlaşamazsın; bayramlar müşterek sevinçlerdir…

    Bayramlar Yaratan’dan ötürü yaratılanlara sevgi, şefkat ve merhametle yardım götürme mevsimleridir. Akrabadan başlar, çevreye doğru gider. Mazlumların, kimsesizlerin ve mustariplerin gönlünü almakla bu bayram ihya edilir. Hz. Musa aleyhisselam soruyor: “Yarabbi seni ben nerede arayım?” Kendisine; “Ya Musa beni kalbi kırıkların, masumların, kimsesizlerin ve gariplerin yanında bulursun” buyruluyor.

    Behlül Dânâ Hazretleri; “Gerçek bayram yeni giysi giyenlere değil, Allah’ın azabından emin olanlaradır” der… Esas bayram müminlerin takva imtihanından muvaffakiyetle hakkın huzuruna çıktıkları gündür. Esas bayram son nefesin bir şeb-i aruz haline gelebilmesidir.

     

    Kurban etleri

    Kevser Suresi’nde Rabbimiz namazı ve kurbanı emrediyor. Kurban emri hicretin ikinci yılında emrolundu. Büyük bir cemaat geldi, Efendimiz; “Kurban etlerini saklamayın” dedi. “Üç günden sonra kimsenin evinde kalmasın” dedi. Sonra kurban etleri bollaştığı zaman Efendimiz “saklayabilirsiniz” buyurdu.

    Buhari’de geçen bir hadis-i şerifte sallallahü aleyhi ve sellem Efendimiz; “Hz. Cebrail aleyhisselam bana komşu hakkında o kadar aralıksız tavsiyede bulundu ki komşuyu varis kılacağını zannettim” buyurmuştur. Bugün de dünya artık birbirine komşu oldu. En uzak yer uçakla yarım gün. Demek ki Allahü alem bir komşuluk meydana geldi. Kurban bayramında dünyanın her tarafındaki insanlarla bayramlaşma kurban vesilesiyle oluyor.

    İnsan vacip kurbanını evinde kesmelidir. Ama bunun dışında sadaka ve nafile kurbanını da bu uzak yerlerdeki kardeşlerimize göndermelidir. Biz onların da duasına muhtacız. Somali’den âlim bir zat gelmişti. “İnanın” dedi “Kurban bayramını bekleyen çok mağdur insanlar var orada.”

     

    Abdullah bin Mübarek’ten…

    Abdullah bin Mübarek tabiinden bir zattır. Hanefi mezhebindeki sayılı fakihlerdendir. “Hac yaptım” diyor; “Bir yakaza halindeydim yani uyku ile uyanıklık arasında bir haldeydim. Melekler birbiriyle konuşuyordu. Biri diyordu ki bu sene altı yüz bin kişi hac yaptı hiçbirinin haccı kabul olmadı. Öbür melek diyordu ki Şam’da Ali bin Muvaaffak isimli bir kişinin ameliyle bütün hacıların ibadeti kabul oldu.”

    Abdullah bin Mübarek; “Hem hac yapmıyor hem de onun sayesinde huccacın haccı kabul oluyor bu nasıl bir hadisedir” diye düşünerek bunu araştırmaya karar veriyor. Şam’a gidiyor, Ali bin Muvaffak’ın kapısını çalıyor. Ali bin Muvaffak; “Dünyaca meşhur böyle büyük bir zat benim kapıma gelmiş” diyerek düşüp bayılıyor. Sonra ayılınca Abdullah bin Mübarek hazretleri; “Siz ne amel işlediniz ki huccacın ibadeti kabul oldu?” diye soruyor. Ali bin Muvaffak: “Hacca gitmek için otuz sene hac parası biriktirdim. Bir gün komşudan bir et kokusu geldi. Gittim; ‘bizim hanım hamile bir lokma et bana verebilir misin’ dedim. O da dedi ki; ‘Bu bize helaldir ama size haramdır. Çocuklar günlerdir aç, ben de bir şey bulamadım, bir ölü hayvan bulup ondan kestim bu eti... Biraz daha avutabilirsem çocukları avutacağım, bir helal rızık gelmezse bu eti yedireceğim onlara’ dedi. Ben de otuz sene biriktirdiğim bu parayı o kullara infak ettim. Benim yaptığım bundan başka bir şey yok.”

     

    Şu üç kişi hak dostu olamaz!

    Nefsin mayasında faniliğe isyan var. Enaniyet her yerde bizi yokluyor. Dindar insanlarda da yokluyor. Nefsani hayat kibir veriyor. Fücurun farik vasfı benlik, takvanın farik vasfı hiçlik…

    Ahmed Er Rufai Hazretleri der ki: “Şu üç sıfatla muttasıf olanlar hak dostu olamaz.” Kim bu üç sıfatla muttasıf olanlar? 1. Ahmak. Yani nefsani arzunun tahakkümü altında yaşıyor, önüne perde çekilmiş. Ahmağın durumu bu! 2. Cimri. Yani kendisine ahiret sermayesi olarak verilmiş malın kendisinin olduğunu zanneden kişi. 3. Kibirli.Yani Cenab-ı Allah’ın kibriya sıfatına ortaklık yapmaya kalkıyor. Cenab-ı Allah’a teşekkür edeceğine, Sen Yarabbi diyeceğine ben diyor.

     

    Şah-ı Nakşibend’in hassasiyeti

    Şah-ı Nakşibend’e bir talebesi kendisinde takva halinin kaybolduğunu söyledi. O da dedi ki: “Yediğin lokmanın helalden olup olmadığını araştır.” Talebesi, araştırınca yediği yemeği pişirdiği ocakta helalliğinden şüphe ettiği bir parça odun yakmış olduğunu anladı.

    Bahaeddin Nakşibend çoğu zaman yemek pişirme ve sofra hizmetlerinde bizzat çalışırlardı. Yemek yerken uyanık olmak ve kalp huzurunu sağlayabilmek için dervişlere devamlı tavsiyelerde bulunurdu. Tefekkürle yemek yeme konusunda çok hassas davranırlardı. Müritleri ile yemek yediği vakit onlardan biri bir lokmayı ağzına gafletle götürse onu yumuşak bir üslupla ikaz ederdi. Bir lokmayı bile gafletle yemelerine gönlü razı olmazdı. Rızık hem helal olacak hem de bir tefekkür hali ile yenecek.

    Bir yemek öfkeyle veya gönülsüz olarak pişirilmişse onu yemezler, talebelerinin yemesine de razı olmazlardı. “Bu yemekte zulümat/karanlıklar var bizim ondan yememiz münasip değildir” derlerdi. Bir gün bir şehre gitti. Bir derviş yemek ikram etti. “Bu yemekten yememiz münasip değildir. Hamuru yoğuran ve bunu pişiren kişi öfkeli ve gafil idi” dedi. Eğer bir kepçeyi öfkeli ve gönülsüz olarak bir çömleğe soksalar Hâce hazretleri o yemeği de yemezlerdi. “Öfke, gaflet, gönülsüzlük ve zorla yapılan işte hayır ve bereket yoktur. O işe nefsin hevası ve şeytan karışmıştır” buyururlardı.

     

    Yükseldikçe hassaslık da artıyor. Yine bunun bir misali: Şah Nakşibend Hazretleri bir defasında abdest için ısıtılan suyu malayani sözlerle ocağa koyan müritlerine şu nasihatte bulunmuştur: “Gafletle pişirilen yemekten yiyen ve gafletle ısıtılan suyla abdest alan kimsenin gönlüne zulümat ve gaflet gelir.”

     

    Aydın Başar notlar aktardı

     

    K

×
×
  • Create New...