Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]

rabia BDG

Editor
  • Content Count

    227
  • Joined

  • Last visited

Posts posted by rabia BDG


  1. Zinayı Ak parti serbest bırakmamıştır, bu noktada çarpıtılma var... Fakat, bırakılmasına da müsade göstermiştir- yani tepkisiz kalmışlardır.

    Şöyle ki anayasa mahkemesi zina ile ilgili hükmün yalnızca kadına ceza yüklediği için - eşitsizlik olduğu düşüncesiyle maddeyi anayasadan çıkarmıştır /kaldırmıştır.

     

    Buna karşın Ak parti yasadaki eşitliği sağlayacak- her ikisine de ceza verecek değişikliği yapmamıştır. Dolaylı yoldan bir kaldırma var. Bunu yapmasının nedeni de zinanın Avrupa ülkelerinde suç kapsamında bulunmamasıdır ; bizde Avrupa kapısında bulunduğumuza göre... uyum çerçevesi bunlar, uyum ((:


  2. Kendileri dünyaca tanınmış Nakşibendi Şeyhidir. Maneviyâtı çok yüksek bir şahsiyet... sohbetlerini dinlemenizi tavsiye ederim.

     

    Ayrıca kendileri Kıbrıs Lefke şehrinde 5 Haziran 2009 Cuma günü yaptığı sohbetinde Manevi Varisinin Şeyh Mehmed Adil Hakkanî olduğunu açıkladı...

     

    ...

     

    Şeyh Muhammed Nazım Kıbrısî Hazretleri hakkında kısaca bilgi :

     

     

    Kıbrıs’ın Larnaka şehrinde 21 Nisan 1922 tarihinde doğdu. Soyu, baba tarafından, Abdülkadir Geylani’ye, anne tarafından ise Mevlana Celaleddin Rumi’ye dayanır. 1940 yılında liseyi Kıbrıs’ta bitirdikten sonra iki ağabeyi ve bir kız kardeşinin yaşadığı İstanbul’a gitti. İstanbul Üniversitesi’nde Kimya Mühendisliği okudu. Mühendislik eğitimi sürerken biryandan bazı alimlerden Akaid, Fıkıh, Tefsir ve Hadis dersleri aldı. Manevi bir işaret ile mürşidi olarak gösterilen ve 1936’da Yalova’dan hicret ederek Şam’da yerleşen Şeyh Abdullah Dağıstani vasıtası ile Nakşıbendi tarikatına intisab etti. 1952 yılında Şam’a yerleşip mürşidi Abdullah Dağıstani’nin müridlerinden Hacı Emine Hanım ile evlendi. 1973 yılında mürşidi Abdullah Dağıstani’nin emri ile Nakşıbendi tarikatını Avrupa ve Ameriak kıtaların taşımak ile görevlendirildi. O tarihten sonra tyaptığı irşad çalışmaları ile pek çok insanın İslam ile müşerref olmasına ve sufilik öğretisini benimsemesine vesile oldu. Bugün Avrupa’nın tüm ülkelerinde Japonya’dan Peru’ya; Arjantin’in Patagonya bölgesinden Endonezya’ya kadar dünyanın dört bir yanında birer mürşid olarak eğittiği vekilleri vasıtası ile etkinliği devam etmektedir. Komünizmin yıkılması sonrasında Özbekistan ve Dağıstan gibi tasavvuf tarihinin ve Nakşıbendi silsilesinin önemli merkezlerini barındıran eski Sovyet Cumhuriyetleri’ni ziyaret eden Şeyh M. Nazım Kıbrısî bu bölgelerde müridliğe kabul ettiği ve yetiştirdiği temsilcileri vasıtası ile tasavvufi kökleri yeniden canlandırmıştır. Kıbrıs’ın Lefke ilçesinde kurmuş olduğu merkez dergahında dünyanın her köşesinden kendisini ziyarete gelmiş ve her sosyal statüde dervişleri görmek mümkündür. Son zamanlarda sufilive.com sitesinden naklen canlı olarak yayınlanan ve İngilizce olarak verdiği sohbetleri ile tasavvufi irşad çalışmalarına dünya ölçeğinde yeni bir boyut getirmiştir. Dünyanın her köşesinden kendisine intisab etmek isteyen ancak KKTC’ye ulaşma ve yüzyüze biat alma imkanı bulamayan talibler için de 2007 yılından bu yana internet sayfalarında ayrıntıları yayınlanan bir içtihadı ile on-line biat kapısını açmış ve tasavvuf tarihinde şimdiye kadar bir benzeri ancak uzaktan mektublaşma şeklinde örneği görülen yepyeni bir irşad yönteminin de öncüsü olmuştur.


  3. Ömer Tuğrul İnançer’in Bizim Aile dergisinde Fatma Yılmaz’la gerçekleştirmiş olduğu söyleşi

     

    “Resûlullah’sız Mevlânâ düşünülemez”

     

    Malûmu ilâm nev’inden olacak ama, sizi tanıyabilir miyiz?

     

    1946 Bursa doğumluyum. İstanbul hukuk mezunu, müzik ve tasavvuf meraklısıyım. 1971’den beri 1974 hariç, her Aralık ayında Konya’dayım. 1980’den beri resmî olarak görev aldım. 1991’de de Kültür Bakanlığı bünyesinde çalıştım. Bazen çaldım, bazen söyledim, bazen konuştum. Bu sene 28. olacak inşallah. Ayrıca 1980 yılından itibaren dünyanın pek çok yerinde Mevlevî âyininde bulundum. Bu sene Mevlânâ Yılı olması hasebiyle daha çok yerlere gidip geldim. Hz. Mevlânâ ve tasavvuf hakkında kendimce incelemeler yaptım. Allah izin verirse kitap haline getireceğim. Bunların bir kısmı ansiklopedi maddeleri olarak yayınlandı, bazıları kitap haline getirildi. Şu anda 4 kitap var. Ve bunların ana konuları tasavvuf ve hemen yanı başında müzik. Çünkü beni tasavvufa iten sebep müzik oldu. Evvelâ Batı müziği dersleri aldım. Bu derslerin sonunda hocama, “Bu müzik bana beni anlatmıyor, beni de başkalarına anlatamıyor” dedim ve Türk müziğine yöneldim. Türk müziğine yöneldikten sonra, “Bu müziğin altında başka bir şey var, bu sadece müzik değil” deyince, o şey öncelikle tasavvuf müziği olarak çıktı karşıma. “Bu müziğiyse eğer, bunun bir de kendi olmalı!” diye düşündüm ve tasavvufla tanıştıktan sonra da büyüklerimden sual sorarak bir şeyler öğrenmeye çalıştım.

     

    Hz. Mevlânâ’nın düşüncesinin temellerinden bahseder misiniz?

     

    Din olgusu, İslâm olgusu anlaşılmadan, Hz. Peygamber bilinmeden, tasavvuf ekolleri bilinmeden Hz. Mevlânâ’nın bunların hepsinden soyutlanarak tek başına anlatılması mümkün değildir. Tasavvufsuz ve Resulullahsız bir Mevlânâ ortaya koyulmaya çalışılıyor. Kendine ait olmayan birtakım lâflar üretiliyor. Hz. Mevlânâ’yı bunlardan soyutlayarak ortaya koymak son zamanlardaki bir modadır.

     

    Mesnevî-i Şerif’in ve diğer Divan-ı Kebir’in Mektubat, Mecalis-i Seb’a, Rubaiyat gibi Hz. Pîr’in eserlerini okuyup, üstelik de-dikkat buyurun-tercümelerini okuyup, “Hz. Mevlânâ’yı anladım!” diye ortaya çıkanlar, Hz. Mevlânâ’yı anlayamamışlardır. Anlamadıkları için de anlatamamışlardır. Bu iş çok basit zannedildiği için de anlatanların kısm-ı küllîsi de yanlış anlatmışlardır. Çok aykırı şeyler söylüyor olabilirim, ama yanlış ve yalan değil. Hz. Mevlânâ bir modadır. Bizim tasavvufumuz, Anadolu erenlerimiz Hz. Mevlânâ, Hz. Hacı Bektaş-ı Veli, Hz. Yunus Emre’den ibaret değildir. Kars’tan Muğla’ya, Hakkâri’den Edirne’ye kadar bugünkü siyasî coğrafyamızda ve eğer Türklük ise, Bosna’dan Orta Asya’ya kadar bizim pek çok büyük tasavvuf sîmalarımız vardır. Maalesef, anma törenleri Hz. Mevlânâ’ya ve Hacı Bektaş-ı Veli’ye yoğunlaştırıldığı (ama ona çok siyaset bulaştırıldığı) için ikisi tanınıyor. Bir de Yunus Emre.

     

    Türkçe ve Farsça meselesine gelince, bunu da yanlış biliyorlar. Hz. Mevlânâ Belh doğumludur. Belh bugün siyasî sınır olarak Afganistan sınırlarında kalmış olsa dahi, orası bir Türk beldesidir. Bugün Merv, Mezar-ı Şerif gibi Türk beldeleri de Afganistan sınırları içindedir, ama Afganlıkla alâkaları yoktur. Siyaseten öyle paylaştırılmıştır. Belh şehrinde konuşulan Türklerin ana lisanı, oranın Farsçasıdır. Bugün İran’da konuşulan Pehlevî şivesiyle olan Farsça değildir. Yani Hz. Mevlânâ yabancı dilde değil, ana dilinde o eserleri yazmıştır. Ve eğer Anadolu’da, onun ailesinin geldiği zamanlarda, herkes Türkçe konuşuyor olsaydı, Karamanoğlu Mehmet Beyin, “Bundan sonra Türkçe konuşulsun” fermanı ne işe yarardı? Demek ki artık Türkçe konuşulmuyor ki, Karamanoğlu Mehmet Bey “Türkçe konuşulsun!” deme ihtiyacı duydu. Hz. Mevlânâ da ana dili olan Orta Asya Farsçasıyla yazmıştır. Maalesef, eski Türkçede (Osmanlıca) birçok eserimiz olmasına rağmen, bunlar Latinceye çevrilmediği, çevrilse de lisanı eskilerde ve yükseklerde kaldığından bugün anlayamıyoruz.

     

    Hz. Mevlânâ’nın fikirleri tercümeler üzerinden yürüyor. Bunun doğrusunu anlamak için, mutlaka özel çalışma yapmak lâzımdır.

     

    Ayrıca burada bir fıkranın yeri geldi. Baba erenlere, “Neden namaz kılmıyorsun?” diye sormuşlar. “Hakkında âyet var,” demiş. “Hangi âyet ki bu?” demişler. “Namaza yaklaşamayın” âyeti demiş. “İyi de o âyetin devamı var” demişler. “Ben hafız değilim, o kadarını bilmem” demiş. Dolayısıyla herhangi bir konuda bir küllden cımbızla bir şey çekip almak ve onun üzerine fikir bina etmek fevkalâde yanlıştır. Hz. Mevlânâ hakkında da bugün bu fazlasıyla yapılıyor. Hz. Şems’le olan ilişkisi hiç anlaşılmamış vaziyettedir. Bir kısım aklı başka yerde olan insanlar, bu münasebeti kendi akıllarınca süflîleştirmektedirler.

     

     

    Çok fazla tarikat varken, insanların Mevlevîliğe ilgileri neden daha fazla?

     

    Diğer tarikatlar tanınıyor mu? Bosna’dan Orta Asya’ya kadar birçok büyüğümüz var. Bu büyüklerimizin, bir kısmının büyüklükleri, tasavvufta içtihat sahibi, yani ‘pîr’ olmalarından kaynaklanır. Bunların bir kısmı ‘pîr-i sanî’dir. Meselâ Bakü’de herkes petrol kuyularını biliyor, ama Seyyid Yahya Şirvanî’yi biliyor mu? Erzincan’da bugün türbesi zelzelelerle yer değiştiren, Fırat Nehrinin kenarındaki Ulu Cami, eski Ulu Cami olan, ama bugün yeri belli olmayan Pîr Muhammed Molla-yı Erzincanî’yi tanıyor muyuz? Sivas’ta Şemseddin-i Sivasî’yi tanıyor muyuz? Onun Hz. Ebubekir hakkındaki, dört halife hakkındaki kitabını biliyor muyuz?

     

    Bu kötü bir fotoğraftır. Çünkü devlet Hz. Mevlânâ’nın tarikatının âyininin yapılmasına müsaade etmiştir. Diğer tarikatlerin âyinleri yasaktır. Onun için başka tarikat yok zannediliyor. Ama Aralık ayında, siyasetçisiyle, gazetecisiyle, popüler sîmalarla herkes Konya’ya gittiği için Hz. Mevlânâ diğer turuk-u âliyeden daha önde zannediliyor. Ancak Batının üç Müslüman sîmaya ayrı bir teveccühü var: Rabiatü’l-Adeviyye, Muhyiddin İbni Arabî, Mevlânâ Muhammed Celâleddini Rumî.

     

    Neden bu isimler?

     

    Feminizm rüzgârlarının tesiriyle Rabiatü’l-Adeviyye’ye bakıyorlar. Kendi kafalarındaki Roma putperestliği karışmış Hıristiyanlık tesiriyle—dikkat buyurun—Hıristiyanlık demedim, Roma putperestliği karışmış Hıristiyanlık tesiriyle, kendi ‘panteist’ anlayışlarıyla paralel zannettikleri Vahdet-i Vücudu en iyi anlatan, en geniş eserlerinde yer veren zât-ı şerif olduğu için, İbni Arabî’ye yöneliyorlar. Doğru dürüst tetkik eden, Vahdet-i Vücudun panteizm olmadığını anlıyor, Müslüman oluyor, o ayrı mesele. Çünkü asla panteizm değildir. Parçaların birleşmesiyle bütün oluşmaz. Vahdet-i Vücud bu değildir. Vahdet-i Mevcud da başka bir şeydir. Vahdet-i Şuhud da başka bir şeydir. Biraz doktora konusu değil mi, ama mevzu bu. Bu konu gazete makalesi olacak bir mevzu değildir. Bir gazetenin orta sayfasındaki baldır bacağın yanında yayınlanacak bir haber de değildir.

     

    Batıdaki insanın en muhtaç olduğu şey sevgidir. O kadar sevgisiz bir toplum ki… Bir takım düzenler görüyorsunuz Batıda, hepsi kanun zoruyla. Çok sevgiye muhtaçlar. Hepimiz sevgiye muhtacız, o ayrı. Hollanda’da laboratuara sokulmuş ve neticeleri rakamsal olarak ortaya konulmuş bir araştırma var. İki inek üzerinde yapılmış. Biri okşanıyor ve müzik dinletiliyor. Sütünün kalitesi ve miktarı, okşanılmayan ve müzik dinletilmeyenden fazla. Bak, sevgi böyle bir şey. Ama Batı bu sevgiye çok aç. Ve onun için sevgiyi en yüksek derecede ifade ve ifa eden Hz. Mevlânâ’ya yöneliyor. Hz. Mevlânâ’nın diğer turuk-u âliye arasında herkes tarafından kabul edilen bir başka özelliği vardır. Tasavvufta bir takım olmazsa olmaz unsurlar bulunur. Bu unsurların doruk şahsiyetleri vardır. Bu aynen Hulefa-i Raşidin’e benzer. Sıddıkıyet deyince akla Hz. Ebubekir gelir, diğerleri sadık değil mi? Adalet deyince akla Hz. Ömer gelir, diğerleri değil mi? Hayâ, iman deyince Hz. Osman; ilim deyince akla Hz. Ali gelir. Peki, diğerleri değil mi? Hâşâ! İşte bunun gibi, tasavvufta zühd, irfan, terk, aşk gibi unsurlar vardır. Hepsi ehl-i terktir, ama İbrahim Ethem başkadır. Hepsi irfanlıdır, ama Bayezıd-ı Bestamî başkadır. Hepsi zühd-ü takva sahibidir, ama Cüneyd-i Bağdadî başkadır, hepsi yardım eder, ama Hz. Abdülkadir başkadır. Hepsi âşıktır, ama Hz. Mevlânâ başkadır. Onun için eski kitaplarda vardır; bu terk-i Ethem, zühd-ü Cüneyd, irfan-ı Bayezıd, aşk-ı Mevlânâ olmadan olmaz, yazarlar. Dolayısıyla Hz. Mevlânâ’nın böyle bir genel kabulü vardır.

     

    Mevlânâ’nın Kur’ân-ı Kerim’e bakışından biraz bahsedelim.

     

    “Bizim Mesnevîmiz birlik dükkânıdır. Kur’ân’ın anlattığı birlikten gayrı, ne görüyorsan, o puttur” diyor.

     

    Bir başka beytinde, “Ben onun (Kur’ân) ayağının tozuyum, eğer bir şeref sahibiysem onun ayağının tozu olduğum içindir ve benim hakkımda bundan başka bir söz olursa, o sözden de, o sözü söyleyenden de şikâyetçiyim” diyor.

     

    Bu yılın Mevlânâ yılı olmasının sebebi nedir?

     

    1973 Hz. Mevlânâ’nın ahirete teşrifinin 700. yıldönümü münasebetiyle, yine UNESCO tarafından Dünya Mevlânâ Yılı ilân edilmişti. 2007’de doğumunun 800 yılı olduğu için, 2005 yılının sonunda devletimizce, bu işi sevenlerce birtakım dosyalar hazırlandı, UNESCO’ya teklif götürüldü ve UNESCO böylesine büyük şahsiyetin dünyaca tanınması gerektiğini ve genel kültür mirası olarak, bunu kabul etti. Tabiî 2007 yılı geçecek bitecek. Ama ayrıca, UNESCO’nun yeni bir kararı daha var. Bu yeterince bilinmiyor. Biliyorsunuz, UNESCO devlet tarafından veya paralı kuruluşlarca desteklenmeyip, dünya halkının kendi kültürüne asırlardır sahip çıktığı bazı değerleri tesbit edip, bunların yok olmasına mani olmakta. Mevlevî semaı dünya kültür mirası olarak tespit edildi. UNESCO tarafından koruma altına alındı.

     

    “Gel, gel ne olursan ol, yine gel. İster kâfir, ister Mecusî, ister puta tapan ol, yine gel. Bizim dergâhımız, ümitsizlik dergâhı değildir.” Bu sözden bahsedelim biraz.

     

    Bu söz Mevlânâ’ya ait bir söz değildir. Kazvinî isimli bir şaire aittir. Ancak çok güzel sözlerdir, Hz. Mevlânâ’nın fikirlerine uygundur. Hiçbir eski eserinde yoktur. Sadece 1925’ten sonra Mevlânâ Kütüphanesi elden geçerken kendisine ait bir kitabın, yani kendisinin yazdığı değil, bir Divan-ı Kebir nüshasının kabında, bir başka yazıyla yazılmış çok güzel bir rubaidir. En son icazetli mesnevîhanı Şefik Can, Mevlânâ’ya ait olmadığını ispat etti. Ayrıca ‘baza’ kelimesiyle başlıyor bu rubai, yani Farsça “Dön!” demek. Sen aslına dön, diyor. Çünkü insanlar sıfat-ı İslâmiye ile yaratılırlar. Sonra nefislerinin tesiriyle yanlış yola giderler. “Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin” âyetinin bizim anlayacağımız şekilde bir açıklamasıdır. “Benim dergâhım ümitsizlik dergâhı değil” diyor. Burada kastedilen, “Gel, sen aslına dön. Ben seni küfre düşürmem” diyor. Yoksa şimdiki bazı insanların anlamak istediği gibi, “Pisliğinle gel, bizi de pislet!” demiyor.

    Mevlânâ Hazretleri, “Biz ölünce bizim kabrimizi toprakta aramayınız. Zira biz âriflerin gönüllerindeyiz” derken hangi âlimleri kastediyor?

     

    Niyazî-i Mısrî Efendimiz diyor ki;

     

    Savm-ı salât-ı hacc ile sanma zahid biter işin

     

    İnsan-ı kâmil olmaya lâzım olan irfan imiş.

     

    İşte o irfan sahiplerinin gönlündeyim, diyor. Onun ne olduğunu da bu mısradan anlayabiliriz.

     

    Ârifler irfan sahipleridir. İlim, irfanı geliştirmeye yardımcı olan yollardan biridir. Ama her âlim, ârif değildir. Elinden tutan ve yol gösteren olmazsa, ilmine mağrur olur. O ilim, onu tepe takla düşürür.

     

     

    Bizim Aile Dergisi/Fatma Yılmaz


  4. Bu noktada özellikle ailelere çok önemli sorumluluk düşüyor. Ece Nur'un dirâyetli tavrına ailesinden tam destek geldi ; her aile böyle mi... İllâ ki okumalısınız, "biz okumadık siz okuyun... diplomanız olsun kâfii.." sözlerinden başka birşey bilmeyen aileler o kadar çok ki.. Bir diploma için terk-i farz ,gayet normal geliyor. Oysa "Başörtüm olmadan asla" diyebilme bâsiretini göstermek gerekiyor, bu bâsireti gösteremiyorsak gafletimize birde kılıf bulma gâyretine düşüyoruz... Gençlerimizi, çocuklarımızı bu şuurla yetiştirmek, yönlendirmek lazım ; Rabbim, cemiyetimize bu bâsireti gösterecek şuurlu aileler nasip etsin..


  5. Ece Nur ve Başörtüsünde yeni boyut

     

    12 Yaşında Bir Başörtüsü Mağduru/Direnişçisi: Ece Nur

     

     

    Ece Nur 12 yaşında bir kız çocuğu. Bu yıl 6. sınıfa geçince, önceden sonuçlarını kestiremediği bir karar alıyor; ailesinin verdiği İslami eğitimin bir sonucu olarak başörtüsü takıyor. Doğal olarak da okula başörtüsüyle gidiyor. Onun temiz zihninde yaptığı şey gayet doğal. Allah öyle emrediyor ve o da öyle yapıyor. Kemalizm, laiklik, sekülerlik, irtica, kamusal alan, vesayet gibi kavramların ideolojik kirliliğinin örselemesinden uzak olan kalbi imanla dolu olarak gittiği okulda birden tanımadığı bu kavramların kirlettiği zihinlerin, korkaklaştırıp sinikleştirdiği "eğitimci"lerin ürkütücü tavrıyla karşılaşıyor.

     

    Sonrası bildik başörtü yasağı manzaraları. İkna odaları, sınıftan çıkarmalar, okuldan atmalar, korkutma, yıldırma çabaları. Tüm bunlar işe yaramayınca bu kez "normal prosedüre" geçiliyor. Önce kınama, ardından okul değiştirme cezası veya durumu daha doğru izah eden bir ifadeyle, sürgün.

     

    Ece Nur'un tek savunması, başını ellerinin arasına alıp sessizce ağlamak. 12 yaşında bir kız çocuğu o. Başörtüsüyle okumak istiyor. Başarılı bir öğrenci. Ancak bu kararı karşısında devlet tüm otoritesiyle karşısına dikiliyor, tehditler, cezalar ve sürgün. Çünkü sistem onun minik başörtüsünü kendisi için büyük bir tehlike olarak görüyor.

     

    Ece Nur'un yaşadıkları tam anlamıyla bir psikolojik şiddet ve işkence. Önce öğretmenler Ece'ye baskı yapıyor, yargılıyor ve infaz ediyorlar; biri Ece'yi başörtüsünü çıkarmaya zorluyor sonra da sınıftan çıkarıyor, bir diğeri Ece'yi okulun dışına atarak cezalandırıyor. Sonra ikna odası anlayışı devreye giriyor. Sonra okul idaresi devreye giriyor. Müdürün görevlendirdiği bayan öğretmenler Ece'nin zaten yeterince ürkmüş ruhunu cendereye alarak tehdit tonlu bir şekilde ikna etmeye çalışıyorlar. Ama Ece kararlı, vazgeçmiyor. Okul yönetimi acilen kınama cezası veriyor, sonra da Yenişehir ilçe Milli Eğitim Müdürlüğü "prosedür"ü uygulayarak Ece'yi sürgün ediyor.

     

     

    Sistem böylece otoritesini 12 yaşında bir kız çocuğu üzerinden tesis ediyor. Bu yaşadıklarından dolayı ailesi derslerinin şimdi kötüye gittiğini, çalışma ve okuma isteğini yitirdiğini söylüyor. O, bugüne kadar Kemalist oligarşik sistemin mağdur ettiği yüz binlerce başörtüsü mağdurundan biri artık.

     

    Bu noktada Ece Nur'a en büyük destek ailesinden geliyor. ( -Olması gereken bu işte, ailelere çok iş düşüyor !!)

     

    Kızlarını İslami bir kimlikle yetiştiren ve kimliğinin gereğini yerine getirme konusunda kızlarını bilinçlendiren aile, 28 Şubat sürecinde sıkça rastladığımız ebeveyn portresinden farklı olarak yaptıkları tercihin bedelini ödemeye hazır durumdalar. Bu destek, diğer yandan "direniş" ve "mücadele" ile paralel yürüyor. Okul idaresi, milli eğitim bürokratları, siyasilerle ve derneklerle görüşüp kızının hakkını arayan, destek yerine nasihat verenlere prim vermeyen ailesi, sorunu derinleştirerek bunu bir hak mücadelesine dönüştürüyor. Hak dilenmeyen, hakda direten ebeveynler sayesinde kişisel bir sorun olarak kalan benzerlerinden farklılaşıyor Ece Nur'un durumu.

     

    Bu yönüyle ailenin tavrı örneklik teşkil eden, öğretici bir tavır. Takdir etmenin ötesinde örnek alınması gereken bu tavrın yaygınlaştırılması, başörtüsü mücadelesinde ön açıcı bir işlev görecektir kuşkusuz.

     

     

    Başörtüsü Sorununda Algılar Değişiyor Mu?

     

     

    AK Parti iktidarı döneminde şiddeti azalan ancak hala devam eden başörtüsü sorunu hayal ile gerçek arasında umut dağıtarak Müslümanları oyalıyor. Bu oyalama bir yandan belli bir kesimin kızgınlığına neden olurken bir diğer kesimi ise duyarsızlaştırarak başörtüsünün ehemmiyetini törpülüyor. İkinci kesim, AK Partinin elinden geldiğini yaptığını ama sistemin tüm şiddetiyle karşı koyarak başörtüsünün özgürleşmesini engellediğini ve dolayısıyla şimdilik konuyu gündemleştirmenin ortamı AK Parti aleyhine gereceğini düşünüyor. Bu durumda var olan hale boyun eğmeği "Müslümanların kazanımlarını korumak" adına bir erdem sayıyor. Bunlar içinde başörtüsü eylemlerini gereksiz ve hatta zararlı görenler bile var.

     

    Direniş bu kesimler için anlamını yitirmiş bir kavram. Doğru olan davranışın, kız öğrencilerin ve memurların başörtülerini açarak veya perukla iş ve okullarına devam etmeleri olduğu kabul ediliyor. Yıllar önce direnişin en zirvede olduğu dönemde "füruat fetvasıyla" başlarını açarak normal yaşamlarını devam ettirenlerin bu ilkesizliğin sonucunda korudukları yerlerinin ve elde ettikleri yeni konumlarının "kazanım" olarak algılanması, anlaşılan söz konusu "başörtüsü yorgunu" olan kesimleri süreci yeniden değerlendirmeye ve ödedikleri bedelleri "kayıp" olarak algılamalarına yol açmış görünüyor.

     

    Tesettürsüzlük bunların sonucunda planlı veya plansız olarak kanıksanmış oldu. İnsanların bir kısmı süreç içinde eşlerinin, kızlarının başını açtırdı kiminin gönlü de kendilerinin ödedikleri bedelleri çocuklarının ödemesine razı olmadı. Çocuklarını ortaokuldan başlayarak tesettürsüz olarak okula gönderme alışkanlığı, zamanla ortaöğretime de yansıdı. Artık birçok aile kızını, katsayı problemini dikkate alarak İHL yerine diğer liselere tesettürsüz olarak gönderiyor.

     

    Buna bir de başörtüsünün tesettür aracı olmaktan çıkıp modanın bir nesnesi kılınması da eklenince Müslüman kadının başörtüsü/tesettür algısı giderek değişmeye, yozlaşmaya başladı. Bu da başörtüsünü uğruna bedel ödenecek, mesleki geleceği ve maddi imkânları feda edilecek bir değer olmaktan çıkardı. Değilse, bugün hala devam eden yasağa ve değişmeyen düzene rağmen bu sessizliğin nedeni neyle açıklanabilir? Yaşamı kuşatan bir din algısı yerini laik/parçacı bir din anlayışına bırakınca, başörtüsü ?yeri gelince? çıkarılabilecek önemsiz bir ayrıntı olup çıktı. Başörtüsünün ve başörtüsü algısı geniş kitlelerce kanıksanmış durumda.

     

    Bu ölümcül kanıksamanın nesli ifsade ettiği, geleceğimizi kararttığı maalesef fark edilmiyor. Aynı zamanda, yıllar önce verilmiş başörtü mücadelesini ve ödenmiş bedelleri değersizleştiriyor. Deyim yerindeyse ortada bir "nedamet" hali söz konusu. Buna bir de sıklıkla dile getirilen "AK Partiyi yıpratmama" hassasiyeti de eklenince başörtüsü giderek gündemimizin dışına itiliyor. Bu durumda da bu konunun bir şekilde gündeme gelmesi, ne yazık ki bu kesimleri rahatsız ediyor.

     

    Oysaki Kemalizm, Müslümanları sindirmek için öncelikle başörtüsü yasağını kullanıyor ve bunun üzerinden kendini var etmeye devam ediyor. İslamî değerlere karşı açtığı cephe savaşının sadece bu mevziye sıkışıp kalmasından dolayı kurulu düzen bir varoluş savaşı hassasiyetiyle yasağa sahip çıkıyor.

     

    Bu yasağın bize üniversiteleri kaybettirdiğini görmek gerekiyor. Direniş de aslında burada daha bir gereklilik arz ediyor. Düzenin yürüttüğü varoluş savaşının Müslümanlara karşı yürütüldüğünün bilincinde olmak direnişi gerekli kılıyor. Direniş bu yönüyle Müslümanların Müslüman kalma mücadelesini ifade ediyor. Bu nedenle tüm cahili dayatmalar karşısında almamız gereken bu tavır başörtüsü yasağı için de gerekli.

     

    İlköğretimde başörtüsü sorunu

     

     

    Başörtü yasağı tüm resmi kurumlarda yasak. Kurulu düzen, adeta bir "procrustes yatağı" olan kamusal alan dayatmasıyla toplumu şekillendiriyor. Yasak ve kamusal alan denince ilk akla gelen üniversiteler, İHL'ler ve çalışma hayatıydı. Genellikle İHL'ler dışındaki liseler ve ilköğretim okulları yasağın firesiz uygulandığı ve gidenlerin adeta yasağı kabullenerek gittikleri alanlardı; özellikle de ilköğretim okulları.

     

    Üniversitede ve çalışma hayatındaki başörtüsü yasağı aşılamadığından ilk ve orta öğretimdeki yasakla ilgilenmek veya mücadeleyi buraya teşmil kılmak kimsenin aklına gelmiyor. Oysa biliyoruz ki 28 Şubat yasağa karşı direnişi kırmak için liseleri baskı altına aldı. İHL?lilerin ilahiyat dışında üniversiteye girişini engelleyerek ve tesettürlü başvuru formlarını kabul etmeyerek, üstelik başvuru formlarındaki fotoğrafı webcam yoluyla kendisi bizzat çekip, photoshop, peruk gibi yöntemlerin kullanılmasının önüne geçerek direnebilecek kararlılıktaki kesime üniversite kapılarını kapattı. Ama daha önemlisi, liselerde yasağı katı bir şekilde uygulayarak baş örtme yaşını hep lise sonrasına bırakmış oldu. Bu da liselerden gelecek bir bilinçli kitlenin üniversite kapılarında birikmesini ve direnişi sürdürmesini engellemiş oldu.

     

    Bu noktada Ece Nur Özel olayıyla gündemimize girmiş olan bu alanı, Müslümanların gündemlerine almaları ve tartışmaları faydalı olacaktır. Hükümetin yasağı kaldırmasını beklemeyip direnişi sürdüren kesimlerin direniş hattını bu okulları içine alacak şekilde genişletmeleri, toplumun gönüllü olarak çocuğunu bu okullara başı açık gönderdiği algısını kırmak, sorunu orta yere sermek ve yok sayılan krizi gün yüzüne çıkarıp derinleştirmek bakımından önemlidir.

     

    Kaldı ki tesettür, akıl baliğ yaşı çocuktan çocuğa değişmekle birlikte, üniversite çağı öğrencileri için ne kadar farz ise lise ve de ortaokul çağı öğrencileri için de o kadar farzdır. Bu noktada direnmezsek hiçbir zaman bu yasak kalkmayacak. Nitekim yasak yaşa ve kariyere bakmıyor; 70 yaşını aşmış Medine Bircan'ı da 12 yaşındaki Ece Nur'u da aynı şekilde etkiliyor.

     

    Yasal Durum

     

    Kurulu düzen bir yandan ilköğretimi zorunlu kılıyor ve hatta çocuğunu okula göndermeyen velileri cezalandırıyor, aynı zamanda milyonlarca liralık tanıtımların eşliğinde "Haydi, kızlar okula" kampanyaları düzenleyerek okullaşmayı teşvik ediyor, kaymakamlar köy köy dolaşıp okula gitmeyen çocukların ailelerini ikna etmeye çalışıyor ama diğer taraftan da başörtülü öğrenciyi okula kabul etmiyor. Okullaşmaya ne kadar önem verdiğini ilan eden devletin, kızların başını açacağı gerekçesiyle ailesi tarafından okula gönderilmeme gerçeğini görmek istememesi samimiyetsizliğinin göstergesi. Samimiyetsizliğin ve tutarsızlığın ötesinde bu uygulama temel eğitim mantığına ve yönetmeliklere de ters.

     

    İmam Hatiplerin önünü kesmek için 3 yıllık ortaokul eğitimi 8 yıllık eğitim düzenlemesi ile birlikte ilköğretimle birleştirildi. Bilindiği gibi ilköğretim eğitimi, temel eğitim sayılıyor ve zorunlu tutuluyor. Bu nedenle de ilköğretimlerde öğrenciyi okuldan atmak gibi bir cezalandırma yöntemi yok. Disiplin yönetmeliğine göre; kılık kıyafet yönetmeliğine aykırı davranan öğrenciler sırasıyla kınama ve okul değiştirme cezası ile cezalandırılır. Ama okuldan atılamıyor. Bu iki ceza dışında bir cezalandırma yöntemi yönetmelikte yer almıyor.

    Bu durumda Ece Nur Özel olayında okul idaresini uyarırken ifade ettiğimiz gibi, öğrenciyi okula veya sınıfa almamak, psikolojik baskı yapmak, azarlamak, başörtüsünü çıkarmak, onurunu kırmak gibi davranışlar yönetmelikte ifade edilmeyen kanunca tanımlanmamış cezalandırma yöntemleridir. Oysa öğrenci hiçbir şekilde yönetmelikte sayılamayan bir nedenle ve bir şekilde cezalandırılamaz. Sonuçta başörtüsü takmakta direten bir öğrenciye verilebilecek en büyük ceza okulunu değiştirmektir. Bu da ilköğretimde başörtüsünde diretmek bakımından bizlere önemli bir avantaj sunmaktadır.

     

    Eğer bu durum zorlanırsa ilköğretimde başörtü serbestliği konusunda fiili bir durum oluşturulabilir ve bu da lise eğitimine yansır. Böylece önemli mevzi kazanımlarını elde etme fırsatı yakalanabilir. Bu nedenle konunun Müslümanlar tarafından gündeme alınarak değerlendirilmesinde fayda var.

     

    AK Partili Milli Eğitim Bürokrasisi ve Dindar Eğitim Kadrosu İçin Samimiyet Sınavı

     

    AK Parti hükümeti ilk iktidar döneminde başörtüsü sorununu çözecek gerekli adımları atmadı. Ya adım atacak cesareti bulamadı veya olası baskıları göze alamadı. İkinci ikitdar döneminde ise anayasa mahkemesinin dayatmasına boyun eğmişe benziyor. Anayasa mahkemesinin iptal kararından sonra, bugüne dek konu hiçbir şekilde hükümet çevrelerince dile getirilmedi. Adeta buzluğa konan mesele için bir sonraki seçime kadar sabredilmesi salık veriliyor halka. İktidar dönemi boyunca birçok konuda belli gelişmeler sağlayan AK Partinin gelişme kat etmediği tek alan Müslümanların sorunları.

     

    Bizim de genel hatlarıyla desteklediğimiz "Demokratik Açılım" konusunun tartışılageldiği, buna dair çeşitli yol haritalarının hem hükümet hem de aydınlar tarafından değerlendirildiği bu günlerde, Kürtlerden Alevilere, vesayet sorunundan azınlıklara varan geniş bir yelpazede özgürlük alanlarının genişletilmesi dile getirilirken yine söz konusu edilmeyen tek konu Müslümanların hak ve özgürlük sorunu. Ne hükümet ne de aydın çevreleri bu konuyu gündemleştirmekte. Hâlbuki bu yazı kaleme alındığında Kocaeli'nde 241, Ankara'da 201, Akyazı 147 ve Van'da. 46.ncı başörtüsü eylemi yapılmıştı. Bunlar dışında başka birçok ilde her hafta başörtüsü eylemleri yapılıyor. Sorunun canlılığı, yakıcılığı anlatılıyor ancak hükümet ve "akredite aydınlar" kulaklarının üzerine yatıyor, üç maymunları oynuyorlar.

     

    Bunda elbette sistemin ağır baskısının etkisi var, ancak kendisine oy veren kesimlerin temel sorunları konusunda sisteme bu denli boyun eğen bir hükümetin bu tavrı koltuk kaygısından kaynaklanmıyorsa neden kaynaklanıyor? Bu nasıl bir sıralamadır ki bir türlü sıra bu başörtüsü sorununa gelmiyor?

     

    AK Parti bürokratik kadroları eliyle başörtüsü konusunda en azından baskıları ortadan kaldırılabilir, fiili durum oluşturulabilirdi. Kaldı ki Cumhurbaşkanı, YÖK kadrosu, Milli Eğitim bürokrasisi, rektörler ve 28 Şubat valileri değişti bu dönemde ama yasak sürüyor. Halk kanunlar değişecek, uygulamalar değişecek diye beklerken sadece kanunları uygulayanlar değişti ve zulüm yerinde kaldı. Failler değişti ama o meşum fiil devam ediyor.

    Bu durumda Ak Partiye ve konuşunca mangalda kül bırakmayan bürokratlara sormak gerekiyor: Sizler bu makamlara geldiniz de ne değişti? Cevaplar ise genellikle bildik klişeler; "müfettişler teftiş ediyor", "biz sadece yasaları uyguluyoruz", "ortamı germemek lazım, hükümetin elini zayıf bırakmayalım", "biz gidersek yerimize İslam düşmanları gelir" ve saire. Mevzuatı uygulama konusunda 28 Şubat bürokratlarından farklı davranmayan bu bürokratları bu gerçekle yüzleştirmek gerekiyor. Ancak her seferinde "ile içi zalim"e karşı bir koruma refleksi sergileniyor. Ve herkes susuyor, klasik "kazanımları koruma" zihniyeti devreye giriyor. Oysaki kazanım denilen şeyin kendisi halkın menfaatlerine tekabül etmiyorsa kişisel ikbal veya makamdan başka nedir ki?

     

    Dindar muhafazakar öğretmenlere gelince tüm 28 Şubat'ta olduğu gibi onlar bugün de yasağın uygulayıcıları. Her ne kadar mazur görmesek de 28 Şubat sürecindeki korkularının bir noktaya kadar somut karşılığı olduğu düşünülebilir. Ya bugün? Bugün hangi korkularla hareket ediliyor? Korkaklığın bu kadarı neyle açıklanabilir? Türkiye'de yasağı uygulamayan birçok idareci ve öğretmen örneği var. Ama aslında esas neden kendilerini sistem karşısında tehlikede görmeleri. Rezzak olanın, devlet değil alemlerin rabbi olan Allah olduğunu kavramış bir mü'min, bu denli bir rızk korkusu nasıl yaşar? Kaldı ki hangi mü'min, bir başkasının geleceğini karartarak kendi geleceğini kurmayı inancıyla bağdaştırabilir?

    Evet, tarihin her döneminde olduğu gibi bugün de zalimler, ancak köleleştirdikleri kitleler vasıtasıyla iktidarını sürdürüyor. Bu istikbar düzeni, zalime itaatkâr mazlumların sayesinde ayakta duruyor. Zulüm kanunlarını uygulama konusunda bu kadar rahat davranan dindar eğitimci, idareci ve bürokratlara, süregelen zulme ortak olduklarını, bu zulmün onların eliyle uygulandığını ve kendileri uygulamazsa bu zulmün sürmeyeceğini hatırlatmak istiyoruz.

     

    Serdar Bülent Yılmaz

    Haksöz Aralık 2009 : Sayı 225

     

     

    .....

     

    Ne vâkit bu sorun düzelecek, olması gerektiği gibi çözüme kavuşacak.. Yıllar uzadıkça uzuyor. Her yıl, dirayetsizlik daha bir derine iniyor, sabır yerini zulme teslimiyete bırakıyor... Ne berbat bir durum, Rabbimin emrinden tâviz vererek ilim yolunda gitme gayreti...

     

    Rabbim sen büyüksün, ve elbet senin rızan için yapılan bu gâyretleri boşa çıkarmayacaksın...


  6. Kızlarınız ve Ece Nur.

     

    Muhafazakâr ebeveynlere bu soruyu sormanın tam zamanı:

     

    Kızlarınız okullara nasıl gidiyor?

     

    Benim; İslamcı kesimin yazdığında, konuştuğunda, mangalda kül bırakmayan şahsiyetleri arasında birçok tanıdığım var.

     

    Bunların bir kısmı vakti zamanında başörtüsü yasağına karşı direnen kızlara destek veren ama sıra kendi kızlarına geldiğinde başörtülerini açtırarak okullara gönderen pragmatik muhafazakarlar.

     

    Bir kısmı da “aç kapa olacağına hiç takmasın da bizim gibi zorluk çekmesinler” diyerek kızlarının tesettürsüzlüğünü normalleştirenler. Bu tipler sözde İslami kesimin çoğunluğunu teşkil etmekte.

     

    Bir de marifetmiş gibi kariyer sahibi oğullarına “kalbi tesettürlü (!)” gelin tercih eden güya İslamcılar var.

     

    ALLAH’ın emrini kayıtsız şartsız tercih edenler ise azınlıkta.

     

    Ece Nur Özel’i duymuşsunuzdur.

     

    Diyarbakır’da 12 yaşında başörtülü bir öğrenci.

     

    Başörtülü olarak eğitimine devam etmek istedi.

     

    Ailesinin de kızcağızın da başına gelmedik kalmadı.

     

    İkna odası kurup başörtüsünü açması için baskı yaptılar, olmadı.

     

    Babasına tutanak imzalatmak istediler, olmadı.

     

    Okulundan kaydını silip evine kilometrelerce uzak başka bir okula sürdüler, olmadı.

     

    Arkadaşlarından ayırdılar, ceza verdiler.

     

    Kalbini kırdılar, üzdüler, ağlattılar ama Ece Nur’u vazgeçiremediler.

     

    Ailesi de kendisi de direniyor, olması gerektiği gibi.

     

    Ece Nur’a destek olmak ister misiniz?

     

    Milli Eğitim Bakanı Nimet Çubukçu’ya veya Meclis İnsan Hakları Komisyonuna email atın, dilekçe yazın veya imza kampanyaları başlatalım falan demeyeceğim…

    Ece Nur’u örnek alın ve kızlarınızı okullara örtüleriyle yollayın.

     

    İslamcı denilen yazarlar, ağabeyler, başkanlar, hoca efendiler, imam efendiler, tesettürlü anneler, seçim öncesi başörtüsü edebiyatı yapan siyasiler; Ece Nur gibi 12, 13, 14 hatta 18, 19 yaşlarındaki kızlarınızın örtülerini okul kapılarında açtırmaktan vazgeçin, tevbe edin.

     

    Ece Nur’un babası gibi dik durun.

     

    Ece Nur’un annesi gibi dirayetli olun.

     

    Başörtüsünden vazgeçmenin fetvalarını aramak ve sisteme boyun eğmek yerine “yanındayız kızım” deyin.

     

    Kulluk en güzel mertebedir, bize “taviz değil mücadele yakışır” deyin. Yüreklendirin onları.

     

    Taksınlar örtülerini, gitsinler istenmedikleri her yere.

     

    Ece Nur yalnız hissetmesin kendisini.

     

    Ona zulmedenler, onun bu coğrafyanın bir istisnası değil gerçeği olduğunu görsünler.

     

    Her zaman söylüyorum tekrar edeyim…

     

    Başörtüsü yasağı Kemalist rejimin İslam ile olan mücadelesinin görünen yüzüdür.

     

    Bu coğrafyanın Müslümanları inançlarına karşı başlatılan bu en bariz saldırıyı en az yasakçılar kadar önemsemeliydiler.

     

    Direnmeliydiler, direnmediler.

     

    Şimdi Ece Nur size örnek olsun

     

    Haydi, bu despot yasakçılara inat bütün Büşra Nurlar, Kübra Nurlar, Sümeyyeler okula hem de vergisi cebimizden alınarak yapılan okullara.

     

    Sadece O’nun emirlerine amade, düzenin tüm baskı ve dayatmalarından azade günlerin gelmesi dileğiyle…

     

    ....

    Nuray Canan Bezirgan


  7. İşte bizim gericiliğimiz buna benziyor... Biz yüz milyon devir ilerdeyiz... Sahte nisbet oyunları ile bir ân için zaman-mekân hokkabazlığı yapanlar, basit kemmiyet hileleri düzenler, bize "gerici" diyor... Bizim ne kadar ilerde olduğumuzu anlamaları için, onların bizim yaptığımız devir kadar devri tamamlamaları lâzımdır.

     

    Ne müthiş bir cevap... Verdiği misâl, herşeyi en mahrem noktalarıyla özet hâlinde içinde toplamış.. Allah razı olsun Üstad'dan...


  8. Üstad ile tanışalı takriben 6 sene oldu... fakat kesik kesik daha önceki zamanlarda da Üstad hep zihnimde, hayatımdaydı. Çile ile ilk keşfim oldu, sonra Milli Türk Talebe Birliği'ne merak sardım ; ondan sonra ideolocya ve Büyük Doğu fikrine yöneldim... Cemiyetimizde örnek şahsiyet yokluğu var; hele ki lise gençliğini içinde bulunduğu boşluktan çekip alacak örnek şahsiyetler tanıtılmıyor, anlatılmıyor ; en büyük sorunumuz bu galiba... Bir başkasının teşvikinden ziyâde, aradığını ancak yine sen bulabiliyorsun.. Bir arama hâlindeydim.. Örnek şahsiyet ararken, muazzam fikirleriyle Üstad karşıma çıktı... gerisi malûm... Üstad'ı anlamak zor iş, halâ anlamaya çalışıyorum... :)


  9. Elif Şafak´ın Aşk´ına bir eleştiri denemesi: Aşk kağıda yazılmıyor Mihriban!

     

    Elif Şafak Aşk´ı yazdı; yüz binlerce sattı; kem gözlere şiş, hâlâ da peynir ekmek gibi gidiyor. Pembe kapaklısının müşterisi ayrı, gri kapaklısının ayrı… Meğer insanlarımız aşka nasıl da susamış… Dilimize pelesenk oldu aşk. İlişkisinin aşk olmadığını/olmayabileceğini düşünen yok neredeyse. Çiftler birbirine ‘aşkım´ diye hitap etmiyorsa, dillerdeki bu eksiklik, gönüllerdeki eksikliğe delil kabul ediliyor. Ağızlarda sakız ettik aşkı. O kadar ki, bu gözler şahit, köpeğine bile aşkım diyenler var. Piyasa malı haline gelmiş bir aşk, pek matah bir şey olmasa gerek. Leyla ile Mecnun´un aşkına öykünülür, Mevlana ile Şems-i Tebrizî´nin aşkına gıpta edilir de, köpeğine ‘aşkımmm´ diyen birinin aşkına öykünülmez herhalde. Doğrusu, bu kadar çok konuşulmasına rağmen, insanların aşkı bildikleri şüpheli. Olur olmaz, bayağı kadın erkek ilişkilerini aşk sanmak, ne kadar aşk cahili olduğumuzun ispatı değil mi? Sıradan insanların aşkı bilmemesinde şaşılacak ve garipsenecek bir durum yok; Elif Şafak acaba aşkı biliyor mu?

     

    “Yahu kadın aşkın kitabını yazmış, senin sorduğun soruya bak, laf mı bu!”

     

    Dücane Cündioğlu yırtınadursun “Aşkın kuralı mı olurmuş!” diye, hanımefendi üşenmemiş, tam 40 kural koymuş ortaya… İnşallah, mezarında kemikleri sızlamıyordur Tebriz güneşinin. Yazarımızın hiç vicdanı sızlamamış bunları yazarken. Hiç düşünmemiş, “aşkın kuralı olmaz derlerdi, bunlar da neyin nesi” diye… Belli ki, Mihriban türküsü de hiç kulağına çalınmamış: “Yar deyince kalem elden düşüyor / Lambada titreyen alev üşüyor / Aşk kağıda yazılmıyor Mihriban” Aşkın koşulu yoktur ki kuralı olsun. Aşk karşılıksızdır. Aşk hasbiliği gerektirir; hesapsız olmayı. Hesap ve çıkar olmayınca, kural da olmaz. Akıl kural vaz eder, gönülse ferman dinlemez!

    Elif Şafak´ın Aşk kitabı için yapılabilecek en temel eleştiri budur. Yazarımız kurallar koymakla, aşkı aklıyla yazdığını ispatlamaktadır. Kays çöllere düştüğüne, aklını yitirdiğine yansın!

     

    Aşkın kitabını yazmak kabilse, bu akılla değil, ancak gönülle yazılabilir. Elif Şafak´ın Aşk´ının gönülle bir rabıtası olmadığı apaçıktır. Gönülden çıkmayınca, sûfîlik özentisi de aşka bir anlam ve değer katmaya yetmemiştir. Aşk kitabının gönülle bir ilişkisi olmadığı tespiti, işin özüne dair temel bir eleştiridir. Bu nedenle kitapla ilgili bir yargıya varmamız için yeterlidir. Ancak yazara ve eserine dair eleştiriler bununla sınırla kalmış olsaydı, en fazla söylenecek şey şu olurdu: Kifayetsiz! Fakat daha vahim bir durumla karşı karşıya olduğumuzu belirtmek gerekir. Maalesef yazarımız hem kifayetsizdir, hem de muhteris! Ben Elif Şafak´ta, Orhan Pamuk´un dişi versiyonunu görüyorum. Yazar, Nobel´e giden yolu bilmektedir; Baba ve Piç´ten sonra Aşk, yazarımızın, bu yola koyulduğunun belgesi niteliğindedir. Yazarın niyeti, aşk üzerine iyi niyetli bir deneme değildir. Yazar, Mevlana ve Şems-i Tebrizî gibi Doğu´nun en büyük hazinelerini, Batılılara yağmalatmak istemektedir. Dücane Cündioğlu, “Altın bulmak ümidiyle erenlerin türbesine kazma vurulmaz” diye endişelerini dile getirirken yerden göğe kadar haklı değil midir?

     

    Yazar, Batı´da Mesnevi´nin İncil´den sonra en çok okunan kitap olduğunu gayet iyi biliyor. Mevlana ile Şems-i Tebrizî´nin kendi alemlerindeki ‘aşk ilişkisi´nin Batı tarafından sapkın yorumlara konu edildiğini de… Hakk´la tanışmayanların bu aşkı anlamaları mümkün değildir elbet. Batılıların bunu anlamamaları gayet normal. Ancak bu toprakların sesi olması gereken yazarın, Batılıların penceresinden aşkı yazması doğrusu çok daha manidardır. Biz aşkı yazan bir yazarın gözlerinin aşktan kör olmasını beklerdik, ne ki Elif Şafak´ın Nobel saplantısı gözlerini kör etmiş görünmektedir. Her hamlesi buna dönüktür, Baba ve Piç romanında, Ermeni tezlerini dillendirmiş ve bir Türk yazarın vicdanında Türkleri mahkûm etmiştir. Bu çıkışının Batı´da dikkat çekeceğinden emindir yazar, nitekim bu kanaatinde yanılmadığı görülmüştür. Orhan Pamuk da bu yollardan geçmiştir, Elif hanım Orhan Pamuk´un kılavuzluğundan gayet maharetle yararlanmayı bilmektedir. Aşk romanında yerleşik ve yerli değerlerin içlerinin boşaltılması, değersizleştirilmesi ve Batı anlayışına uygun yeniden modife edilmesi çabaları sürmektedir. Her ne kadar Mevlana demekteyse de, Şems-i Tebrizi´den söz etmekteyse de, İslam´a dair inciler döktürmekteyse de, yazarın bütün bunları Batılı değerlerle yeniden ürettiği bellidir.

     

    Roman kahramanımız Aziz bile, Mevlana´yı en iyi Batılıların anladığı iddiasının tezahürüdür. Çöl gülü tiplemesi, Mevlana ve aşk konulu bir çalışmada ne kadar yerli yerindedir, oturmuştur! Cündioğlu, “Hiristiyan okuyucuların ihtiyacı dikkate alınarak üretilmiş Maria Magdalena taklidi” derken yerinde bir tespitte bulunmaktadır. Bunları, yazarın roman tekniği içinde kullandığı / kullanmak zorunda hissettiği dolgu malzemeleri olarak saymak mümkün denilebilir, ancak Batılı değerlere uygun ‘üretilmiş İslam´ tezlerini misyon edinmesinin affedilir yanı olabilir mi? Romanda bilinçli olarak geleneksel İslam´a ve şeriata dair yer alan bütün figürler, kötü ve demode olarak kurgulanmıştır. Çöl gülü hadi tövbekârdır, iyi gösterilmeyi hak etmektedir, peki masadan başını kaldırmayan Sarhoş Süleyman bile sevimli gösterilirken, Cengaver Baybars´ın iki yüzlü, Şeyh Yasin´in Şeriat´tan başka bir şey bilmez bir tutucu olarak gösterilmesi ve yargısız infaza tabi tutulması tesadüf olabilir mi? Şems-i Tebrizî´nin hoşgörü iklimi Çöl gülünü, Sarhoş Süleyman´ı kuşatıyor, fakat yıldızı Şeyh Yasin´le, Baybars´la bir türlü barışmıyor? Öyle bir portre çizilmiş ki, Şems´in yolu camiye uğramıyor hiç, cami cemaati ile ne konuşacağı, ne paylaşacağı bir şey var… Hâşâ zındığın teki… Yazarımız Mevlana´yı bile meyhaneye yolluyor da, Şems´e, Mevlana´yı görmek için bile olsa camiden içeri adım attırmıyor. Şems, şarabı içmekte sakınca görmüyor; Mevlana´nın kırmızı şarabın tadıyla tanışmasına ise ramak kalıyor…

     

    Bütün bunlar, Elif hanımın Batı algısına uygun piyasa malı üretimleri… Şeriat bağnazlıktır. Mevlana her ne kadar önceleri bağnazların başı ise de, Şems´le halvet olduktan sonra, İslam´ın batınî yorumuyla tanışınca, sanki şeriatın kalıplarından, bağnazlıklarından kendini kurtarmıştır. Şems-i Tebrizî´nin ‘Meryem putunu´ hoş görmesi de bu anlayışın uzantısı bir zırvalıktan başka anlama gelmemektedir.

    Sanki ‘aşk´la tanışanlara Kur´an-ı ve Kur´an İslamını kendi kafalarına göre yorumlama hakkı bahşedilmektedir. Yok böyle bir şey. Sanki Peygamberleri bile bağlayan İslamın kuralları, batınî dervişler için sınırlayıcı değildir. Onlar ruh esrikliği içinde ne şeriat dinlemektedirler, ne din diyanet! Hal böyle olunca Şems-i Tebrizî´nin Şeyh Yasin´le takışmasından daha doğal ne olabilir!

     

    Elif Şafak´ın romanını iyi niyetli bir deneme kabul etsek bile, İslam algısında bir problem olduğunda şüphe yoktur. Kaldı ki, bu nakıse ve çarpıklık, bilgisizlikten değil, bilinçli tercihten kaynaklanmaktadır. Batı dünyasının anlayışına ve algısına uygun hazlar devşirilmek istenmektedir. Bu yaklaşım tarzı, Elif Şafak´ın aşk algısını da problemli hale getirmiştir. Buna rağmen Ella´nın Aziz´e görmeden aşık olmasını, Şafak´ın hanesine yazılacak bir artı olarak değerlendirmek mümkün olabilir. Öyle ya, insanlar, aşkın bin türlü hali olduğuna; hesaba kitaba sığmadığına inanırlar ama yine de görmeden aşka asla ihtimal vermezler. Böyle bir şey muhaldir onlara göre. (Oysa aşkın gözü kör değil midir, nasıl görülebilir ki!) Bense aşkta imkânsızın imkansız olduğuna inanırım. Onlar görmeden aşka şaştıkça, ben de onların bu hallerine şaşarım.

    Sözde Allah´ı severler! Sormak lazım, Allah´ı görmüşler midir hiç! Ya Peygamber aşklarına ne demeli!

    Dünya gözü beğenilerimiz içindir. Göz görür, ama gönül sever… Gönül gözünün görmesi ve sevmesidir esas olan. Aşk, gönül iklimine cemre düşmesi gibidir; ıpılık hisler yayılır önce, toprağın uyanması gibi uyanır bütün duygular. Hazların bütün çeşitlerinden, ıstırapların bütün nüanslarına kadar her bir duygu tomurcuğa durur. Bazen Nisan yağmuru olur, ipil ipil yağar yüreğe. Bazen yanardağ olur, lav püskürtür…

     

    Aşk halden hale sokar insanı. Kâh hamuş (suskun) dersiniz kendinize Mevlana gibi, kâh her bir sözcük inci tanesi gibi şiir olur dökülür dudaklarınızdan. Aşk ne görülebilir, ne öngörülebilir… Gönle düşer, uzak yakın demeden. Ne aradaki dağları dinler, ne yılları… Kırk yılda bir görülen depremle sarsılırsınız, sıtma nöbetine yakalanmış gibi. Aklınız itiraz eder mütemadiyen. Ama gönül ferman dinlemez! Sonra akıl da kalmaz başta; Mecnun olur düşersiniz çöllere. Mevlana´nın Şems´le hemhal olduktan sonra, dünya ile bağlantısını kesmesi, çoluğunu çocuğunu, evini barkını unutması, hikaye ya da rivayet değildir.

     

    Dünya gözüyle görseniz ne olur, görmeseniz ne olur! Ses olur önce, siz elbise gibi bir beden giydirirsiniz. Dudaklarını hayal edersiniz mesela. Sonra gözlerini ve gözlerindeki pırıltıyı… Sesinin tınısı ve gözlerindeki ışıltı güneş olur; bir yandan içinizi ısıtırken, bir yandan da kardan adama çevirir sizi. Tanrı kendi ruhundan üfürür; bu aşktır. Tanrı´nın aradığı Mecnun yürek sizdeyse, Leyla´yı bulmak da, Mevla´yı bulmak da mesele değildir artık. Mecnun Leyla´yı görse ne olur, sanki tanıyacak mı? Bana öyle gelmektedir ki, Elif Şafak, Mevlana ile Şems-i Tebrizî aşkından, Ella-Aziz aşkı çıkarmakla, sanki sarayın atlas perdelerinden paspas yapmıştır. Elif Şafak´ın metalaştırdığı aşk, belki yüz binlerce satarak milyon dolarlar etti, ama aşıkların gözünde beş para etmedi. Son söz yerine: Aşk kağıda yazılmıyor Mihriban!

     

     

    Selami Güdener,anadolugenclik.com.tr


  10. Bir bilge vardı. Bir gün bir dervişine keramet göstermek için onu aldı, tenha bir yere götürdü. orada yüksek bir yere, kayanın başına çıktı, oradan bedenini boşluğa bıraktı, kuş gibi havada süzüldü. Yere inince, dervişine ;

     

    “sen de uçmak ister misin ?”

     

    diye sordu. Dervişin gözleri parladı, “elbette sultanım” dedi. Bunun üzerine bilge, “istediğin için uçamazsın” dedi, “eğer istiğna gösterip geri dursaydın uçabilirdin, ama şimdi bu hâlin, bu melâlinle uçamazsın, sendeki benlik bu bedeni taşımaz.

     

    Derviş, “istiğnadan kastınız nedir efendim ?” diye sordu.

     

    Bilge , “kulluktan başka bir şeye tâlip olmamaktır” dedi...

     

    (... Sadık Yalsızuçanlar, “Anka” kitâbından iktibâs yapılmıştır...)

     

    ...................................................................

     

     

    "Ben" dedi , "Rabbimden, kalkış günü, kör olarak beni diriltmesini dilerim."

     

    Abdullah ,"Niçin ?" diye sordu, "Niçin böyle bir şey diliyorsunuz ?"

     

    "Rabbimi" diye konuştu, "Görmüş olanı görmeyeyim, diye."

     

    ( Sadık Yalsızuçanlar -Gezgin kitâbından 119 sayf. iktibâs )

     

    .....................................................................

     

    'Sen olmasaydın felekleri yaratmazdım' seslenişini duyan Peygamber şöyle buyurur:

     

    "Benim yoluma atıldığı kadar kimsenin yoluna kahır dikeni serpilmemiştir.İbrahim'in ateşe atılması,onun için bela değildi.Zekeriyya'yı paramparça etmeleri bir eziyet sayılmaz.Bela ve sıkıntı benim başıma sarılanlardır.Bizi yeryüzünde ve gökte oturanlara kılavuz yaptılar ve insanoğlunun en küçük günahını bizim şefaat eteğimize bağladılar.Yolunu yitirenin izini bizim bulmamızı,günahkârların özrünü bizim dilememizi istediler.Tembellerin işlerini bizim görmemiz gerekiyor.Bazen bizi,varlığın sınırına kondururlar,bazen Ebu Cehil'in cefa dolu kapısına gönderirler.Bazen,gören,görünen,müjdeleyen ve müjdelenen lakabı verirler,bazen büyücü ve deli diye nitelerler.Bazen Cebrail'i bize yoldaş olarak gönderirler,bazen destursuz Mekke'ye sokmazlar.Bazen öte âlemlerin hazinelerinin anahtarlarını kapımıza getirirler,bazen bir avuç arpa için Ebu Şahme'nin kapısına gönderirler.Bazen Hayber'in kapısını bir yoldaşımızın kılıcıyla açarlar,bazen inanmayan birinin taşıyla dişimizi kırarlar.İnsanlar bilsin ki bizim yolumuz,bela ve eziyetle doludur.Eğer bu yolun sırrını bilirsen,ayağını baştan kes at.Yoksa çekeceğin zahmeti bir kenara koy.Çünkü bu yolda bu ayaklarla yürünmez ..."

     

    (Sadık Yalsızuçanlar Bey'in Cam ve Elmas adlı kitabının 131-132. sayfalarından iktibas yapılmıştır)

     


  11. Elif Şafak'ın Aşk'ına dair

     

    Merhum Ömer Nasuhi Bilmen, İslami ilimlerin itikad, muamelat ve ahlak olarak üçe ayrıldığını anlatır ve İslam'ın ahlak esaslarının tasavvufta somutlaştığını söyler. Tasavvuf yani tarikatlar İslam ahlakını esas alan, Müslümanı inancı ve amelinin yanı sıra güzel ahlaklı kılmayı hedefleyen kurumlardır.

    "Güzel ahlakı tamamlamak için gönderildim." buyuran Efendimiz aleyhisselam, Rabbimizin tarif ettiği üzere "En Güzel Örnek"tir, kâmil insandır.

    Tarikatlar da mensuplarını bu en güzel Örnek'e benzeterek olgunlaştırmayı hedeflerler. Bazılarının zanettiği gibi sadece kimi zikirlerden ibaret değildir tarikat. Mesela Nakşibendi tarikatının Âdâb Risalesi'nde amaçlarının en küçük sünneti dahi ihya etmek olduğu yazılıdır. Yine aynı risale "Keramet-i Kübra(en büyük keramet) şeriatın zahirine bağlılıktır." der. Yani Efendimiz aleyhisselam nasıl yaşadıysa neyi nasıl yaptıysa onu öğrenip uygulama kurumudur tarikatlar. Sadece ibadetleri ifa edip kendisini mükemmel zanneden, Üstad Necip Fazıl'ın ifadesiyle 'ham softa kaba yobaz' değil, mensuplarını tıpkı Efendimiz gibi üstün ahlak sahibi mükemmel bir insan yapmayı amaçlar tarikatlar.

    Hak tarikata mensup bir insan normal olarak ibadetlerini eksiksiz yerine getirir, haramlardan mutlak surette kaçınır, sonra da kâmil insan olabilmek için oturmasında kalkmasında, yemesinde içmesinde, insanlar ilişkilerinden kendisine Efendimizi örnek alır. Bir mümin Efendimiz aleyhisselama ne kadar çok benzerse o kadar ahlaklı, o kadar güzel ve o kadar mükemmel bir insan olur.

     

    Ve bir mümin Efendimiz aleyhissalama ne kadar benzerse kalbindeki ilahi aşk da o kadar derin olur, o kadar müessir olur, sahibini o kadar yüceltir. İlahi aşka kavuşmuş bir mümin Allah'a ve Efendimiz aleyhisselama muhalefet etmeyi aklının ucundan bile geçirmez. Tasavvuf kitapları bu aşıkların menkıbeleriyle doludur.

    İslam'ın ahlak(tasavvuf) anlayışı böyleyken, birileri Allah ve Resulu'ne her türlü muhalefeti sergileyerek, ibadetleri hafife alarak, Peygamber sünnetini küçümseyerek ve haramları irtikap ederek ilahi aşka sahip olunacağını savunur dururlar.

     

    Çok fazla reklam yapılıp çok fazla konuşulduğu ve yazıldığı için AŞK isimli romanı ben de okudum. Eleştirmek amacıyla okumadım, o yüzden de hiçbir satırın altını çizmedim.

     

    İtiraf etmek gerekirse kitap kendisini okutuyor. Çeviriden kaynaklanan kimi eksikliklere rağmen dili akıcı bir üsluba sahip. Türkçesi de Orhan Pamuk'un Türkçesinden daha güzel geldi bana.

    Muhteva için aynı değerlendirmeyi yapamayacağım. Hele Mevlana gibi bir örnek insanı eksen alıp onun aşk anlayışını günümüz insanına taşırken takip edilen yol fevkalade bozuktu.

     

    Düz bir yolda gittiğinizi düşünürken ayağınıza sürekli taşlar takılsa, çukurlara düşseniz, üzerinize çamur sıçrasa ne hissederseniz, kitabı okurken de aynı şeyleri hissediyorsunuz.

    İslam'ı az buçuk bilenler kitaptaki İslam ile taban tabana zıt unsurları düz yolda ayağına takılan taş gibi çok açık ve bariz bir şekilde görürler.

     

    Maalesef Aşk isimli roman İslam dininden, İslam düşüncesinden ve İslam ahlakından sapan ve saptıran bir roman olmuş. Günümüzdeki laikçi kesimin din anlayışını Mevlana'ya mal ederek İslam'ı tahrife teşebbüs etmiştir.

    İlahi aşka tutulmuş bir insan düşünün, haramları irtikap etmekten hiç çekinmiyor, ibadetleri öyle küçümsüyor ki hiç yapılmasa bile bir önemi kalmıyor, insanlar arasındaki ilişkilerde örnek insan Efendimiz aleyhisselamın koyduğu esasları hiç kaale almıyor. Ama kalbi temiz olduğu için ilahi aşk sahibi oluyorlar ve yükseklerde uçuyorlar.

     

    Üstelik bu anlayışa da Mevlana'yı alet ediyorlar. Oysa Mevlana, "Şeriat, bir kaynaktır ve hükümleri herkes içindir. Şeriata uyan manevi huzur ve zevkler elde eder."(Fihimafih mukaddimesi sh.21) diyerek, dinin hükümlerinden kimseyi hariçte tutmuyor ve üstelik manevi zevk almak için dinin emirlerine uymanın gereğine işaret ediyor. Bu kitapta tarif edilen aşıklarsa kendilerini dinin hükümlerinden müstağni tutuyorlar ve sadece kalplerindeki huzur ve zevki tanıyorlar. Romanda anlatılan aşk, ilahi bir aşktan ziyade iğva edilmiş kalpleri anlatıyor gibi geldi bana.

     

    Kitaptaki ilahi aşka mazhar kahraman hayatının son iki yılını henüz kocasından ayrılmamış evli bir kadınla birlikte geçiriyor. Kitap bu iki şahsı kahramanlaştırarak sona eriyor.

     

    Elif Şafak hanımın şahsına söyleyecek sözüm yok. Böyle yazdığına göre demek ki böyle öğrenmiş böyle biliyor.

    Benim asıl sitemim bu alanı boş bırakan ehil insanlara. Siz yazmazsanız birileri işte böyle çıkar, iğvayı ilahi aşk diye satar.

     

     

     

    Resul Tosun


  12. Elif Şafak'ın Mevlana'yı anlattığı AŞK romanı değişik kesimleri kızdırdı. İstanbul Tarihi Türk Müziği Topluluğu Müdürü Ömer Tuğrul İnançer ise Elif Şafak'ı çok kızdıracak açıklamalarda bulundu.

     

    Gülcan TEZCAN

     

     

    Sadece dini hayatımızın değil sosyal ve kültürel hayatımızın da temel dinamiklerinden biri olan tasavvuf, popüler kültürün ilgi alanına da fazlasıyla girmeye başladı son yıllarda. Ancak tasavvuf böylesi kolay "tüketim nesnesi" haline getirilebilecek bir alan değil. Başlı başına bir ilim dalı. Bundan bihaber olarak tasavvuftan beslendiğini söyleyip eser verenler çoğu zaman ciddi bilgi yanlışlarına düşüyorlar. Bu anlamda toplumun tasavvuf konusundaki bilgisizliğini, tasavvuf denildiğinde neden belli manevi şahsiyetler etrafında dönüp durulduğunu İstanbul Kültür ve Turizm Bakanlığı İstanbul Tarihi Türk Müziği Topluluğu MüdürüÖmer Tuğrul İnançer?le konuştuk. Söz uzayıp gitti ama siz okurlara yerimizin sınırlı olmasından dolayı sohbetten bu kadar hisse düştü.

     

    Son yıllarda Mevlana'yla ilgili ve Mevlana'dan esinlenerek yazılan popüler kitapların sayısında bir artış var. Tasavvufa bir ilgi mi var yoksa geçici bir heves mi?

     

    Bugün Türkiye'de manevi şahsiyet olarak üç isim etrafında döner durur bütün cahiller. Siyasetçisi de böyledir kendini edebiyatçı zanneden de böyledir. İstisnalar kaideleri kuvvetlendirir. Türkçe yazdığı iddia edildiği için Türkçecilikten kaynaklanan bir Yunus Emre. Acaba anlıyorlar mı Yunus Emre'yi "Çıktım erik dalına anda yedim üzümü, bostan ıssı kakıyıp der ne yersin kozumu". Bu orijinal Yunus Emre dörtlüğüdür. Anlasınlar bakayım. Ayrıca koskoca Yunus Emre divanı diye basılan kitaplardaki şiirlerin kısmi küllisi Yunus Emre'nin değildir. Çünkü Türkiye'de Yunus'luk bir meslektir. Tasavvuf terbiyesi almış bir çok zevatı kiram benlikten ve o benliği ifade eden isimden sıyrıldıkları için Aşık Yunus, Derviş Yunus, Miskin Yunus, Yunus Emrem, Yoğurtçu Yunus gibi nice Yunuslarımız vardır ve onların hepsini Yunus Emre zannederler. Ciddi büyük sanatkarlar eserlerine imza atmaya lüzum görmezler. Çünkü üslubu beyan ayniyle insandır. Bunun gibi Türkçe cümle tahlillerine girişildiğinde birinde Çalap birinde Rabbül alemin diyen bir Yunus olmaz. Dolayısıyla Yunus'u da bilmiyoruz.

     

    Peki edebiyat fakülteleri neyle meşgul oluyorlar?

     

    Edebiyat fakülteleri bilmiyorum neyle meşgul oluyorlar.

     

    Bu alanda akademik çalışmalar da pek yapılmıyor galiba?

     

    Tasavvuf mektepte öğrenilmez. Hiç kimse kitap okuyarak yüzme öğrenmez. Suya giren yüzmeyi öğrenir. İhtiyaç var o ayrı mesele. Ama bugün kimse tasavvuf öğrenemez. Tasavvuf tekkede öğrenilir mektepte değil.

    Bu anlamdalar tekkeler ve tarikatlar konusunda da bir açılıma ihtiyaç yok mu?

     

    Onu bilmem. Ona siyasiler karışır.

     

    İnsanlar o kadar maneviyattan yoksunlar ki?

     

    Farkındalar mı? Farkında olanlar mutlaka vardır. Çoğunluktan bahsediyorum. "Siz neye layıksanız onunla idare olunursunuz" diyen bir Peygamberin ümmetiyiz. Bunun farkında olan yetmiş milyonun kaçı acaba ?

     

    Ama onlar uyutuluyorlar, uyuşturuluyorlar?

     

    Uyuşmasınlar. Açsınlar gözlerini. Uyuşturanlar kabahatli de uyuşturulanlar kabahatli değil mi? Kandıranlar kabahatli de kandırılanlar kabahatli değil mi? Üç günlük dünya hayatı için daha yüksek mevki sahibi olayım, daha çok maaş alayım diye yüksek lisansından doktorasına, yabancı diline kadar emek sarfediyor gençlerimiz, okuyorlar. Ebedi olduğuna inandığımızı iddia ettiğimiz hayat için ne çalışma yapıyoruz acaba? Kocakarı imanından başka bir bilgimiz var mı? Niye öğrenmiyorlar? Kur'an'ın hangi hükmünü yerine getiriyoruz? Yatıp kalkmayı namaz kılmak, aç kalmayı oruç tutmak zanneden bir toplum bu nevi eksikliklerinin ihtiyacını hissedebilir mi? Onun için bu çok ufak bir azınlığın derdidir. Cemiyetin derdi halinde değildir. Cemiyetin derdi haline gelirse olur.

     

     

    HACI BEKTAŞİ VELİ SİYASETE BULAŞTIRILDI

     

    Manevi şahsiyet olarak üç isim etrafında dönülüp durulduğunu söylemiştiniz devam edersek?

     

    Bir diğer isim de siyasete bulaştırıldığı için Hacı Bektaş-ı Veli Efendimiz'dir. Demin üniversite ile ilgili bir sual sordunuz. Ne yazık ki bazı üniversite mensupları bile Alevi-Bektaşi şiirleri diye ikisinin arasına tire koyarak ortaya koyuyorlar. Alevilik bir mezheptir. Bektaşilik ehl-i sünnet bir tarikattir. İkisi de sıvıdır. Zeytinyağı ile su gibidir. Birbirine karışmaz. Ama aynı şekilde yazıyorlar. Federasyonlar, dernekler Alevi-Bektaşi diye geçiyor. Alevilik başka Bektaşilik başka şeydir. Bugün Alevilerde hakim olan görüntü zahirde - batını ayrı meseledir- mesela içki kullanırlar. Ama Hacı Bektaş-i Veli menakıbnamesinde ne yazdığını bilmezler. "Bir kuyuya bir damla şarap damlasa o kuyudan su çekilse toprak sulansa o topraktan ot bitse o ottan koyun yese o koyun kuzulasa o kuzu bizim dergahımıza girmez" diyor Hacı Bektaş-ı Veli efendimiz.

     

    Korkunç bir cehalet sözkonusu !!

     

    Gayet tabi korkunç bir cehalet. Zaten başımıza ne geliyorsa cehaletten geliyor.

     

    Bunun önüne geçmek için ne yapılmalı ?

     

    İlim, ilim, ilim! Başka bir şey yok. Dolayısıyla Hacı Hünkar Veli Efendimiz siyasete karıştırıldığı için ne yazık ki bazı cahiller de ona dil uzatmaya başladılar. Cahillerin yaptığı yanlış hareketleri ona maletmeye çalışıyorlar. Ve popülaritesinden istifade ile Hz. Mevlana biliniyor. Peki Hz. Mevlana'nın popülaritesi nedir?

     

    Evvela 1954'ten beri yapılmakta olan ayinleridir. Hz. Mevlana bu ayininin görülüyor olmasından dolayı merak uyandırmış bir şahsiyettir. İnsanlar dönüyorlar, bir yerde birileri çalıyor, çok estetik bir şey. Kimse iç yüzünü bilmiyor ama.

     

    Siz her sene canlı yayında anlatıyorsunuz?

     

    Kös dinlemiş adama davul çalsan n'olacak ? Nefsi yenmek o kadar kolay mı? Senede bir defa tv'den naklen verilen bir programın içeriğindeki sembolik anlamları anlatmak koca bir toplumun yanlışlarını gidermeye yeterli midir? Anlatsam n'olacak anlatmasam n'olacak? Ha, üç beş kişi. O ayrı mesele. Çünkü bir gönül kainata bedeldir. Bir kişi için bile biz her türlü teri dökeriz Efendimiz'in rızasını kazanmak için. Ayrıca batı dünyası da Hz. Mevlana'ya meraklıdır. Neden? Batı dünyasının en göze çarpan eksikliği sevgi noksanıdır. İşte bu sevgi noksanını telafi etmek için sosyal kurumlar kurulmuştur. Hz. Mevlana?da sevgi en yüksek derecede ifade edildiği ve bizatihi yaşandığı için o sevgi noksanını onda gidermeye çalıştıkları için merakları uyanıyor.

     

    MENFAATİN OLDUĞU YERDE NE İLİM OLUR NE SANAT

     

    Kimi edebiyatçılar tasavvuftan, Mevlana'dan, Mesnevi'den beslendiklerini söyleyerek Mevlana üzerine birtakım eserler kaleme alıyorlar. İnsanlar da bunlara büyük ilgi gösteriyorlar. Bunları nasıl değerlendiriyorsunuz? Doğru okuyabiliyorlar mı? Doğru aktarabiliyorlar mı ?

     

    Siyasetin ve ticaretin yani menfaatin olduğu yerde ne ilim olur ne sanat olur. Dolayısıyla bugünkü yazılan kitaplar ticari amaçlı kitaplardır. Ne yazık ki dünyanın ölçüsü ve bize de ta ıslahat döneminden beri batıdan gelen bu zihniyet, meseleleri doğru tartamaz hale gelmiştir. Başarı maddi kazançla ölçülür hale gelmiştir. Adam ilmihal bilmiyor Mesnevi okuyorum ben diyor. Ne anlayacaksın? Bu neye benzer? Biz Türkiye Cumhuriyeti anayasasını okuyarak Türk Hukuk sistemini öğrenebilir miyiz? Avukat mektepten çıktığı zaman dilekçe yazmasını bilmez. Ama Anayasa hukukundan geçmiştir sınıfını. Dilekçenin bir şekil şartı vardır. O şart anayasada yazmaz. Anayasayı okuyup hukuk, anatomi kitabı okuyup tıp öğrenilmezse Kur'an okuyup Müslümanlık öğrenilmez. Kur?anı öğrenmek için evvel tahsil lazım. Keza Mesnevi Şerif-i, Fütuhat-ı Mekkiye'yi, Füsusul Hikem-i okumak için evvel tahsil lazımdır. O evvel tahsil olmadan olmaz, böyle saçmalıklar ortaya çıkar.

     

    ELİF ŞAFAK'IN MADDİ BİLGİSİ NOKSAN

     

    Elif Şafak'ın Mevlana'yı anlatan romanı "Aşk"tan çokça sözediliyor son günlerde... ?

     

    Geçen ay Tarık Zafer Tunaya'da konferansım vardı. Orada bu hanımın aşk üzerine olan kitabıyla ilgili olarak gazetede çıkan yarım sayfalık bir yazı vardı. O yazı üzerine bir saat kırk beş dakika konuştum; sadece yanlışlıklarını açıklamak için. O kadar cahilane bir kitap ki. Mesela 1243 yılı Bağdat'ında bir derviş patlıcan soyuyor. Patlıcan Amerika'dan gelmiştir, domates, biber ve patlıcan Amerika'dan gelmiştir. 1243'te Bağdat'ta patlıcan olmaz. Bu kadar maddi bilgisi bile noksansa ? Ayrıca mesela kendi şeyhi hakkında "uyuşuk" tabiri kullanan bir derviş düşünülemez bile. Ama bu düşünüyor ve yazmış. 1001 gün çile diyor. Çilenin ne olduğunu bile bilmiyor. Mevlevi çilesi halvetten farklı bir şeydir. Bilmezler, bilmeden yazıyorlar. Ama cehalet ne yazık ki bir başka cahiller topluluğu olan toplumumuz tarafından prim veriliyor.

     

    Ayrıca Hz.Mevlana ve Hz. Şems ilişkisi empoze edilmek ve pompalanmak istendiği gibi değildir. Hz.Mevlana bütün hayatı boyunca çok büyük bir aşk sahibidir ve bu aşkı daima belli bir kişide temerküz ettirmiştir. Bu evvela babasıdır. Babasının göçmesinden sonra babasının halifesi ve kendi şeyhi olan Seyyid Burhaneddin Muhakkiki Tirmizi'dir. Ondan sonra Hazreti Şems'tir. Ondan sonra yani vefat ettikten sonra Selahattin Zerkubi Konevi, O'nun da rıhletinden sonra Çelebi Hüsamettin ve bütün bu arada da daima Sultan Veled. Niçün Seyyid Burhaneddin, Selahattin Zerkub, Çelebi Hüsamettin konuşulmuyor da hep Şems konuşuluyor? Neden? Çünkü Tebrizi lafından dolayı İranlılar pompalıyorlar. Halbuki Tebriz Türkmen memleketidir Acem memleketi değildir. Oralar Türk memleketidir.

     

    İran da Mevlana'nın popülaritesinden yararlanmak istiyor...

     

    Mesnevi Farisi yazıldığı için İranlılar sahip çıkmaya çalışırlar. Halbuki Orta Asya Türkleri Farsça konuşurlar. Yani Hz. Mevlana yabancı dilde bir kitap yazmış değildir, ana dilinde yazmıştır. Hâlâ Merv'de Horasan'da Türkler Farsça konuşurlar. Ama onların konuştuğu Farisî Pehlevi Farsçası değildir. Bunu da bilmiyorlar. Ayrıca İranlılar çok Mesnevi okumazlar. Divan-ı Şems-i Tebrizi namı altında Hz.Pir'in Divan-ı Kebir?ini okurlar. Mahalle kahvelerinde bile birer Divan bulabilirsiniz İran'da.

     

    Biz o kadar çok okumuyoruz Mevlana'yı ama O'ndan esinlenen romanlar yazılıyor, filmler çekiliyor?

     

    Para kazanacağız.

     

    Mevlana filmi senelerdir konuşulduğu halde bir türlü meselenin hakkını verecek bir yapım ortaya çıkmadı. Yapılabilen sinema filmi ve belgeseller de ortada? Neden çekilemiyor Mevlana filmi ?

     

    Çağrı filmi 30 senedir seyrediliyor. Hâlâ bir şeyler veriyor. Çok ciddi bir prodüksiyondur. Bir devlet desteğiyle çekilmiştir. Libya Devleti parasını vermiştir. Akad gibi bir ciddi yönetmen tarafından yapılmıştır. Türkiye'de böyle yönetmenler var, böyle oyuncular var, böyle senaristler var böyle para yok zannediyoruz. Hayır, ondan çok daha fazla para var. O işe tahsis edecek gönüllü yok.

     

    Dinle Ney'den bu anlamda..?

     

    Pek çok şey söyledim Dinle Ney'den ile ilgili olarak. Hiç birini dinlemediler. Ve Mevlevihane dekorlu bir tarihi film oldu. Hz. Mevlana ile ilgili değil. Perdedeki iki üç tane yazıdan başka Hz. Mevlana ile ilgili hiçbir şey yok. Ve orada çok ciddi teknik yanlışlıklar var. Ona rağmen güzel. Neden? Bu işten o kadar uzak bir toplum halindeyiz ki o kadarcık şeyler bile artık bizi mutlu eder hale geldi. Ucuzluğa alıştırıldık. 1973 Hz. Pir'in 700. Vuslat Yılı münasebetiyle yine UNESCO tarafından Dünya Mevlana Yılı ilan edilmişti. O vesileyle bir film çevrildi. Hz. Mevlana rolünü Cüneyt Gökçer, Hz. Şems rolünü Kerim Avşar oynamıştı. Niye hep ikisi? Niye sultanü ulema yok. Niye Seyyid Burhaneddin yok? Efendim Hz. Şemsi çok seviyordu. Mesnevi Şerif'in ikinci cildini okudunuz mu ki Hz. Hüsameddin'i ne kadar çok sevdiğini bileceksiniz. Niye Çelebi Hüsameddin'den bahsetmiyoruz? Konya Müzesinde Çelebi Hüsameddin Mevlana'nın katibi yazıyor. Bu kadar basit ve ucuz mu? Yazacak başka şey bulamadınız mı? Kaç defa söyledim. Değiştirmiyorlar.

     

    DELİ OLMAK KOLAY SAÇMA BULMAK ZORDUR!

     

    Son günlerde hararetli bir tartışma var; Dünya İslam Günü kutlanmalı mı kutlanmamalı mı şeklinde. Kutlu Doğum Haftası, Dünya İslam günü gibi kutlamalara siz nasıl bakıyorsunuz? Bunlar bir fayda sağlar mı? Oyalayıcı şeyler midir?

     

    Hem fayda sağlar hem oyalar. İslam'la başka tür düşünceleri, kurumları yan yana getirmek, birbirine karşı ya da paralel göstermek benim İslam anlayışıma ters. Kapitalizm ne ki İslam?la aynı teraziye koyayım. Anneler, babalar günü ticari şeyler. O günlerin olduğu zamanlarda daha çok alışveriş yapılır. Peki kandillerde niye yapılmıyor? Niçin gazeteler anneler gününü sürmanşetten veriyor da kandil 18. sayfada iki parmak kalınlığında bir haber oluyor? Ve hâlâ Regaip Kandili Hz. Peygamber?in ana rahmine düştüğü gece? Bu ne cehalet ya! Recep?in ilk haftasından Rebiülevvel?e sayıverin 280 gün oluyor mu? Hz. Peygamber noksan mı doğdu? Ayrıca bir özel hayat nasıl bu kadar ahalinin ağzına sakız olabilir ki? Bahsettiğimiz zevat ebeveyni Rasulullah. Hz. Peygamber hakkında edepsizlik sure-i Hucurat'ın ilk ayetleriyle yasaklanmış ve ibadetlerinizi yok farzederim tehdidiyle ortaya konmuştur.

     

    12 Rebiülevvel önemli bir tarih. Regaip Allah?ın rağbet ettiği bir gece demektir. Ayrıca Berat hakkında hadis var. Nısfi Şaban önemlidir diyor Hz. Peygamber. Nısfi Şaban; Şaban?ın ortası. Peki Miraç ? İsra'ya inanmamak küfürdür, Mirac'a inanmamak küfür değildir. Çünkü ayet yok? diyor. Peki ayette "Hz. Peygamber size ne verdiyse alın, sizi neden çekindirdiyse çekinin yok mu?" "Uydurmadır hadis belki" diyor. Bu kadar müslümanın inancının uydurma olduğu kabul edilebilir mi? Onun için deli olmak kolay saçma bulmak zordur. Bunlar saçma laflardır. Kendi ellerinde neyin hakikat neyin uydurma olduğunu ölçecek bir şablonu olmayanlar Allah?ın kendilerine vermiş olduğu inanma ve yaratıcısını bulma cevherini bir şekilde tatmin ettikleri zaman doğruluğuna yanlışlığına inanmadan o sahtekarın peşinden gidiyorlar. 28 Şubat zamanında memur olduğuna inandığım Ali Kalkancı bu günlerde uyuşturucudan yakalandı. Bunlar bu nevi adamlar. N'oldu arkasına bir sürü adam takan, ortalığı velveleye veren Müslüm Gündüz ve etrafındakiler neredeler? Ama Mevlevilik, Kadirilik, Nakşibendilik, Halvetilik, Şazelilik hâlâ var. Neden? Hak yol da ondan.

     

     

    GERÇEK HAYAT


  13. Şüphesiz Rabbin, gözetlemededir.

    (Fecr sûresi, 14. âyet)

     

    İnternet Ahlâkı

     

    Günümüzde İnternet yaşamın vazgeçilmez bir parçası olarak yer almakta. Ev-iş demeden sürekli uzaklara bağlı vaziyetteyiz. Madem ki hayatımızda bu denli önem arzetmekte, İnternette sergilediğimiz davranışlar, özellikle de İnternet ahlâkı hakkında düşünmekte fayda var.

     

    Lügatlerde ahlâk "İnsanın yaradılışından gelen ve cemiyet içinde yaşanarak kazanılan iyi ve güzel huylar" olarak tanımlanıyor. İslamî boyut eklendiğinde ise, "İnsanın yaradılışından gelen hususiyetler ile Kur'an-ı Kerim ve Sünnet-i Şerif'te sınırları çizilen, insanların iyiliğini ve mutluluğunu hedef alan kaidelerin hayata geçirilmesiyle kazanılan iyi ve güzel davranışlar bütünü" olarak izah ediliyor.

     

    Ahlâk kelimesinin açıklamalarında önemli bir nokta beliriyor; yaradılışı itibariyle insan ahlâk üzere doğuyor, lakin bu ahlâkı beslemek gerekiyor. Ahlâk sadece yaradılıştan gelmeyip, sonradan kazanılan huyları da kapsamına alıyor. İnsan'ın nefsi iyiliğe meyilli olduğu gibi, kötülüğe de meyilli olabildiği için nefis terbiyesi söz konusudur. Önce ebeveyne, sonra şahsın kendisine düşen tabii olan bu ahlâkı beslemesi ve kendini iyi ahlâk üzere eğitmesi, yani bir terbiye süreci söz konusu. "Agaç yaş iken egrilir" sözünden yola çıkarsak, ahlâk çocukluk ve ergenlik dönemlerinde insan'a aşılanmalı, benimsetilmeli, bilinçaltına yerleştirilmelidir. Daha sonraki yıllarda ise, doğru yolda sabit kalma çabaları geliştirilmeli.

     

    Nefse ve onu düzgün bir biçimde şekillendirip ona kötülük duygusunu ve takvasını (kötülükten sakınma yeteneğini) ilham edene andolsun ki, nefsini arındıran kurtuluşa ermiştir. Onu kötülüklere gömüp kirleten kimse de ziyana uğramıştır.

    (Şems sûresi, 7-10. âyet)

     

    Kur'ân insanların uymaları gereken kuralları, ahlâk dahil olmak üzere, ortaya koymuştur. Ahlâk konusu Kur'ân'da defaatle zikredilmesine rağmen, Rabbimiz bununla yetinmeyip, "yaşayan Kur'ân" olarak Peygamber efendimizi (s.a.v.) bizlere rehber olarak göndermiştir.

    Andolsun, Allah'ın Resülünde sizin için; Allah'a ve ahiret gününe kavuşmayı uman, Allah?ı çok zikreden kimseler için güzel bir örnek vardır.

    (Ahzab sûresi, 21. âyet)

     

    Kur'ân'ın öngördüğü ahlâkın yanı sıra, Kur'ân bizlere bazı davranışlardan uzak durmamızı emrediyor. Enam sûresinin 151, 152, 153. âyetleri ahlakî yasakları özetlemekte;

     

    151. (Ey Muhammed!) De ki: "Gelin, Rabbinizin size haram kıldığı şeyleri okuyayım: Ona hiçbir şeyi ortak koşmayın. Anaya babaya iyi davranın. Fakirlik endişesiyle çocuklarınızı öldürmeyin. Sizi de onları da biz rızıklandırırız. (Zina ve benzeri) çirkinliklere, bunların açığına da gizlisine de yaklaşmayın. Meşrû bir hak karşılığı olmadıkça Allah'ın haram (dokunulmaz) kıldığı canı öldürmeyin. İşte size Allah bunu emretti ki aklınızı kullanasınız."

     

    152. Rüşdüne erişinceye kadar yetimin malına ancak en güzel şekilde yaklaşın. Ölçüyü ve tartıyı adaletle tam yapın. Biz herkesi ancak gücünün yettiği kadarıyla sorumlu tutarız. (Birisi hakkında) konuştuğunuz zaman yakınınız bile olsa adil olun. Allah?a verdiğiniz sözü tutun. İşte bunları Allah size öğüt alasınız diye emretti.

     

    153. İşte bu, benim dosdoğru yolum. Artık ona uyun. Başka yollara uymayın. Yoksa o yollar sizi parça parça edip O?nun yolundan ayırır. İşte size bunları Allah sakınasınız diye emretti.

     

    Rabbimiz bu yasaklardan sakındığımız taktirde bizlere ebedî saadetin kapılarını açıyor, bizleri cennetiyle müjdeliyor. Bizi bizden iyi bilen, bizlere şah damarımızdan yakın, daha önemlisi bizlerin yaratıcısı olan Rabbimiz bilgimize sunuyor bu âyetleri. O hamurumuza, fıtratımıza uygun olanı bildiği için fıtratımızı bozan şeyleri bizlere yasak kılıyor. Bu İlahî mesajı göz ardı etmek hem dünya hem ahiret saadetimizi tehlikeye sürükler. Yapmamız gereken, Rabbimizin koyduğu kurallar çerçevesinde bir hayat inşa etmek.

     

    Ahlâk terimini açıkladıktan sonra ahlâk'ın insan hayatı üzerine etkisinden bahsedelim. Nasıl ki din insan?ın hayatını tamamıyla kapsıyorsa, kapsamak zorunda ise, ahlâk da yaşamın her alanını kapsamak durumunda. Attığımız her adımda, sergilediğimiz her davranışta ahlâk kurallarına endeksli olmamız gerekmekte. Bu durum "reel"de olduğu gibi, "sanal" olarak tanımladığımız İnternet ortamında da geçerlidir. Aksi taktirde ahlâktan, insanlıktan uzaklaşmış oluruz. Evet, ahlâktan uzaklastığımız oranda insanlığımızı yitirmiş durumdayız.

    "Reel" dünyada olduğu gibi İnternette de bazı kurallara uymalıyız. Mesela, bizlere yapılmasını istemediğimiz davranışları sergilememek gibi. Her ne kadar muhattabımız bilgisayar gibi görünsede, gerek sitelerde, gerek forumlarda, gerekse sohbet odalarında, etten kemikten insanlarla muhattab olmaktayız. "Sanal" kelimesine takılıp vicdanımızın sesine kulak tıkayamayız, "medenî yaşam" kurallarını görmemezlikten gelemeyiz.

    Örneğin, olumsuz bir alışkanlık olan "yalan"dan söz edelim. Yalan söyleyen insan gerçeği istediği şekilde, şahsî menfaati doğrultusunda çarpıtan kişidir. Kimliğini gizleyenlerin bir zararı yoktur, bizim sorunumuz kendine yeni bir kimlik oluşturanlarla. En büyük zararlarından birini sayacak olursak, insanlara güvensizliği öğreten bir davranış olmasıdır. Ayrıca yalan söyleyen insan, zamanla "yalancı" olma vasfına bürünecektir. Öyle ya, söylediği ilk yalanı muhafaza etmek üzere yalan söylemeye devam edip, yalan batağına saplanacaktır ... Koruma amaçlı veya "oyun" olarak algılanıp doğruluktan uzaklaşıldığı taktirde, yalanla inşa edilmiş bir kalede hapis olunacaktır.

     

    Yani yalan söyleyemeyi alışkanlık hâline getiren insan kendine ve muhattab olduğu kişiye hem ahlâkî hemde imanî açıdan zarar veren bir davranış sergilemekte. Hangi boyuttan bakarsanız bakın, olumsuz bir davranışla karşı karşıyayız. Görünürde masûm gibi tanımlanabilen, fakat ahlâksızlık girdabına sürükleyebilecek bir tutum.

    "Muhammed'ül emin", "El emin" olarak bilinen bir peygamberin (s.a.v.) ümmetiyiz. Emin, güvenilir bir peygamberin ümmeti olarak kendimizi sorgulamalıyız. En güzel örnek olan, Kur'ân ahlâkı üzere olan bir peygamber?e (s.a.v.) yakışıyoruz muyuz, ona layık mıyız? Güvenilir sıfatını, ünvanını kendimize hangi taktirde yakıştırabiliriz? Kendimizi müslüman, mü'min olarak tanımlandıran bizler, nasıl olur da İslam'a aykırı olan davranışlarda bürünme lüksünde bulunuruz ... Hangi ruhsatla, neye güvenerek Rabbimizin öngördüklerine karşı gelebiliyoruz, O'nun sözüne karşı gelmekten korkmuyoruz?

     

    Bazılarınız "Muhammed'ül emin" olmasına rağmen peygamber efendimizin (s.a.v.) yalan söylemeye ruhsat verdiğini öne sürebilirler. Fakat bu ruhsat belirli durumlarda verilmiştir;

     

    "İnsanların söylediklerinden hiçbir şeyde yalana ruhsat verildiğini işitmedim; ancak şu üç durum müstesna: 1) Harpte, 2) İnsanların arasını bulmada, 3) Kadının kocasına, kocanın da karısına karşı ?ailenin düzeni için söylediklerinde?"

    (Müslim)

    Ahlâk konusunda İnternetin zararlarından bir diğeri ise insan ilişkilerinde bazı sınırların şeffaflaşması veya yok sayılması. Kadın-erkek ilişkilerine değinecek olursak, belirli sınırlara riâyet edilmediği taktirde diyaloglar "sanal" da olsa zinâya kadar varabilecek durumlara gebe kalabiliyor. Bu sınırların aşılmaması için "laubalilik safhası" olarak adlandırabileceğimiz seviyeye ulaşmadan kendimize "dur!" ihbarını vermesini bilmeliyiz. Daha önce de vurguladığım gibi, bilgisayarın karşısında bulunsakta, bir insanla irtibattayız. Bu insanın karşı cinsten biri olduğu durumlarda ahlâk kuralları daha da önem arz etmekte. Dikkat etmek ve davranışlarımızı ahlâk kurallarının denetimi altında tutmalıyız. "Tanışma siteleri" rezilliğine ise hiç değinmiyorum ...!!! Eminim ki dinî hükümlerden haberdârsınızdır.

    İnternet'in "sanal", "elektronik" olması sebebiyle, Rabbimizin hükümlerini geçersiz sayamayız! Ahlâk kurallarına uymamakla karşımızdakinin hakkına girmiş oluyoruz. Evet, şu hellalikten başka telafisi olmayan, kendimizi sakındığımız kul hakkı. Şehitlerin bile hesabından kurtulamadıkları "kul hakkı"

     

    "İnsanların hakkı olan şeyleri kısmayın. Yeryüzünde bozgunculuk yaparak karşıklık çıkarmayın. Sizi ve nesilleri yaratan (Allah) dan korkun."

    (Şuarâ sûresi, 183-184. âyetler)

     

    "Ey iman edenler! Allah için hakkı titizlikle ayakta tutan, adalet ile şahitlik eden kimseler olun. Bir topluma olan kininiz sizi adaletsizliğe itmesin. Adil olun. Bu, Allah?a karşı gelmekten sakınmaya daha yakındır. Allah'a karşı gelmekten sakının. Şüphesiz Allah yaptıklarınızdan hakkıyla haberdardır."

    (Maide sûresi, 8. âyet)

     

    Kul hakkına değinmisken, mp3, e-kitap, çesitli software indirmek gibi bir hataya çoğumuzun düştügü hatırıma geldi. Lisanssız programlar hariç, hiçbir ücret ödemeden indirdiğimiz, İnternette bulunduğu için kolaylıkla istifade ettiğimiz dosyalar ve programlar kul hakkına giriyor. Bunların telif hakları mevcut olmasına rağmen, elimizin altında olduğu için "modern hırsızlık" olarak nitelendirebileceğimiz bir işe kalkışıyoruz. Haliyle, karşımızdaki insan'a verdiğimiz maddî zarardan ötürü kul hakkına girmiş oluyoruz. Ayrıca kanunlarla yasaklanmış olması sebebiyle bu yasağın değeri artmış oluyor (Rabbimizin koyduğu kurallara ve O'nun vereceği cezalardan korkmayanları dünyevî cezalarla korkutmakta fayda var). Aynı şekilde bazı kardeşlerimiz kendilerine ait olmayan bir bağlantıyla İnternete girebiliyorlar (şirket veya şahsın izni olmadığı halde, ki hak geçmemesi için hem şirketin hem şahsın onayı olmalı). Hem İnternet hızını düşürmekle hem kullanıcının performansını düşürmekle hakka giriliyor (bu bağlantı sınırsız değil ise, maddî bir zarara da yol açılıyor). Birde hackerlerin durumunu düşünün?

     

    "Bir kimse kardeşinin haysiyetine, yahut malına haksız olarak taarruz etmişse, iltimas olarak verilebilecek altın ve gümüşün bulunmadığı günden (Kıyamet) önce helâlleşsin. Aksi halde, yaptığı haksızlık nisbetinde onun iyi amellerinden alınıp hak sahibine verilir. İyiliği yoksa, hak sahibinin günahından alınıp haksızlık eden adama verilir."

    (Buhari)

     

    Bu hadis-i şerif?in hemen ardından bir âyet-i kerime zikredelim inşaAllah;

    "Ey kendi nefislerine karşı haddi aşan, günahlarla kendi nefsine kötülük eden kullarım! Allah?ın rahmetinden ümidinizi kesmeyiniz. Muhakkak Allah günahları affeder. O Gafur ve Rahimdir."

    (Zümer sûresi, 53. âyet)

    "Sanal" ortamın getirdiği iletişim rahatlığına aldanmamak gerekir. "Anonim" olmamız sebebiyle kendimizi fazlaca özgür hissetmemiz bizlerin ahlâk kurallarına aykırı bir yol tutmamıza sebep olmamalıdır. Ahlâk kurallarını göz ardı ettiğimizde zihnimizden Rabbimizin bizi gözettiğini çıkarmamak gerek. Her an kaydedildiğini bilincine yerleştiren bir insan, günah işlemekten korkan, her attığı adıma dikkat eden bir insan hâline gelecektir. İnsanımıza tabir-i caizse "Allah'ın kamerası" yetmiyor olacak ki "mobese kameraları" türedi her köşe başında? Doğrusu, "mobese kameraları"na evlerde de ihtiyaç duyulacağı günden endişe ediyorum. İnsanların gözetiminden, polisten, hakimden, dünyada insanlar tarafından verilecek cezalardan korkan, fakat yüce Rabbimizin uyarılarına kulak asmayan insanlar'ın ahlâkî durumlarını tartmaya kalkışsak ne gibi sonuçlar elde ederiz acaba?

     

    İletişim(sizlik) çağında yaşadığımızı düşünürsek, İnternet kendine has bir iletişim tarzı geliştirdi. Bizlere empoze edilmek üzere gayret sarfedilen bu üslubu yok sayıp yüce dinimizin insan ilişkilerinde öngördüğü kurallara uymakla yükümlüyüz. Ancak bu durumda güven içinde, karşılıklı saygı çerçevesinde ve sağlıklı bir şekilde İnternet bizlere fayda sağlayacaktır.

    Ahlâk kurallarına "sanal" ortamda da dikkat ettiğimiz sürece, İnternet ağında bulunan kirliliklerden kendimizi muhafaza etmiş, bir kalkan oluşturmuş olacağız. Fakat, unutmamak gerekir ki, ahlâksızlığın evimizin içine kadar sızmasına göz yummanın yanlış bir tutum olduğu gibi, kabuğumuza çekilmek aynı şekilde yanlıştır. Böyle bir yolu izlemek, bizleri kötülüklerden korumak yerine dış dünyayı daha da tehdit edici bir duruma getirecektir. Bunun yerine, sağlam değerler üzerine bina edilmiş bir insan eğitmek gerekmektedir. Sünger misali iyi-kötü ayırt etmeden herşeyi benimseyen bir nesil değil, herşeyi akıl süzgecinden geçiren bir nesil yetiştirmeliyiz Allah?ın izniyle.

     

    Herşeye ayak uydurmaya çalıstığımız bu çağda, hiç olmazsa İnternetin ahlâkî dejenerasyonuna ayak uydurmamak gibi bir özgürlügümüz bulunmakta. Ahlâkın çöküşüne veto etmek hem hakkımız, hemde vazifemiz olmalı!

     

    Unutmayalım ki İnternetle dünya elimizin altında olduğu gibi, dünya kadar günah, dünya kadar kötülük elimizin altında olabilir ...

     

    "İnsanlar, "İnandık" demekle imtihan edilmeden bırakılacaklarını mı zannederler. Andolsun, biz onlardan öncekileri de imtihan etmiştik. Allah doğru söyleyenleri de mutlaka bilir, yalancıları da mutlaka bilir."

    (Ankebut sûresi, 2-3 âyet)

    Ey iman edenler! Hepiniz topluca barış ve güvenliğe (İslam?a) girin. Şeytanın adımlarını izlemeyin. Çünkü o, size apaçık bir düşmandır.

    (Bakara sûresi, 208. âyet)

    Ey iman edenler! Siz kendinizi düzeltin. Siz doğru yolda olursanız yoldan sapan kimse size zarar veremez. Hepinizin dönüşü Allah?adır. O zaman Allah size yaptıklarınızı haber verecektir.

    (Maide sûresi, 105. âyet)

    Ey iman edenler! Allah?a karşı gelmekten sakının ve doğrularla beraber olun.

    (Tevbe sûresi, 119. âyet)

    Şüphesiz Allah, adaleti, iyilik yapmayı, yakınlara yardım etmeyi emreder; hayasızlığı, fenalık ve azgınlığı da yasaklar. O, düşünüp tutasınız diye size öğüt veriyor.

    (Nahl sûresi, 90. âyet)

    (Ey Muhammed!) Kitaptan sana vahyolunanı oku, namazı da dosdoğru kıl. Çünkü namaz, insanı hayasızlıktan ve kötülükten alıkor. Allah?ı anmak (olan namaz) elbette en büyük ibadettir. Allah yaptıklarınızı biliyor.

    (Ankebut sûresi, 45. âyet)

    Ey Muhammed! De ki: ?Şüphesiz benim namazım da, diğer ibadetlerim de, yaşamam da, ölümüm de âlemlerin Rabbi Allah içindir.?

    (Enam sûresi, 162. âyet)

    Kur'ân ahlâkı üzere olanlara selâm olsun !

     

    Nilgün Eryılmaz

    18.11.2009


  14. "

    Kadınlarımıza bir türlü geçiremediğimiz bir sözü, moda yoluyle memlekete ithal etmenin acaba çaresi nedir?Bu yolla suratlarına katran dökmeye razıdırlar da, hakikat yoluyle bir damla zemzeme razı değiller.

     

    Necip Fazıl

    10 Nisan 1956

    ... "

     

    Herşeyde bir modaya uyma(!) gayreti, bu gayretten nasiplenen tesettür ve netice, günümüz modern telakkiye uyarlanmış bir tesettür anlayışı ... Keyfiyette hiç bir anlam ifâde etmeyen bu örtünme ile tesettürün vasfını tamamen hiçe indirenleri gördükçe, çileden çıkmamak elde mi acaba ?! ... Rabbim akıl fikir versin, hatalarını idrâk edebilmeyi nasip etsin.


  15. Nurulhak kardeşim haklısın, İbni Teymiyye ve tâkipçileri hakkında elbetteki net fikir yürütebilecek bilgiye sâhip değiliz, birilerini eleştirecek kadar mükemmel değiliz zaten, bizimde ehl-i sünnet fıkhında epey noksanlıklarımız var. O vakit noksanlıklarımızı göz önüne alarak şunu söyleyebiliriz : Bu kimselerin kitaplarında yer alan yanlış fikirleri net bir şekilde farkedemediğimiz için, Ehli Sünnet'in önde gelen âlimleri tarafından verilen reddiyeler bize nasıl davranmamız gerektiği hususunda fikir verir .

     

    İbni Teymiyye'nin "mülhid"e varan fikirleri olduğu âlimler tarafından sabit bir görüştür. O nedenle İbni teymiyye tâkipçileride sağlam kaynak değildir.

     

    O nedenle, konu, ibni teymiyye hakkındaki görüşlerin olumlu olrak değişmesine vesile olmak için açılmamıştır, bunu belirteyim. Anlayamadığım nokta şu, Esad Coşan Hazretleri İbni teymiyye hakkında olumlu ve olumsuz- iki farklı görüş içinde bulunuyor . İktibas ettiğim bu ifadelerdeki farklılıklar neden kaynaklanıyor, bunu anlamak istedim...


  16. İbni teymiyye'nin Ehli Sünnet âlimlerince mülhid olduğu sabittir, itikadî sapıklıklarına reddiyeler yazılmıştır. Forumda epey bu konu üzerinde tartışıldı, istişareler yapıldı . Bu konuda pek bir bilgim kısa bir süre öncesine kadar yoktu, konuya hâkimiyetimi Üstad'ın "doğru yolun sapık kolları" kitabıyla kurabildik... Sonra araştırma vesaire, konuya hâkimiyet bir nebze oluştu.

     

    Geçenlerde Esad Coşan Hazretleri'nin İbni teymiyye hakkında

     

    "Nitekim meselâ, İbn-i Teymiye diye bir kimse vardır, hep tasavvufun karşısında bir kimse olarak gösterilir. Halbuki kendisi mutasavvıftır, kendisi tasavvuf erbabıdır. İbn-i Teymiye'de Tasavvuf diye Türkçe'ye de kitaplar çevrilmiştir. O bizim anladığımız mânâdaki tasavvufa karşı değil, bizim karşı olduğumuz tasavvufa karşı... "

     

    diye bir sözüne rasgeldim. Hocaefendi'nin bu sözünü ilk defa duydum, ve açıkcası şaşırdım. Lâkin Teymiyye'nin sapıklığı sabit, tasavvufa bakışı olumsuz ; buna karşın Mahmud Esad Coşan Hazretleri ise tasavvuf ehli çok kıymetli bir zât...Kendisi ilim ehli, önemli bir şahsiyet. Bu sözüyle Mahmud Esad hocamız Teymiyye'nin tasavvufa değil, sapık görüşlü tasavvufculara karşı olduğunu söylemiş. Bu sözünde Teymiyye'ye dair olumsuz bir bakışı yok, gibi görünüyor.

     

    Hocaefendinin ,"Güncel Meseleler 1" kitabında, Teymiyye'nin sapık görüşlerinden birini eleştirdiğini görüyoruz ;

     

    "Hattâ İbn-i Teymiye, "Gecenin şu kadarı geçtikten sonra Allah-u Teâlâ semâ-i dünyaya nüzûl eder." hadis-i şerifini izah ederken, kürsüden inmiş, "Şöyle benim kürsüden indiğim gibi, aşağıya iner." demiş. Öyle şey olur mu?.. Allah'ın nüzûl etmesi, senin kürsüden inmene benzer mi?.. Öyle şey olur mu?.. Bu tamamen mücessimeye kayan, alimlerimizin tasvib etmediği bir izah tarzı olmuş oluyor.

    O zamanın alimleri de tasvib etmemişler. İbn-i Teymiye'yi bu sözünden dolayı muhakeme edip, hapsetmişler."

     

    yani, Teymiyye'nin itikadî sapıklığını biliyor.

     

    "Güncel Meseleler 2" kitabında ise gene teymiyye ile ilgili şunları belirtiyor:

     

    "İbn-i Teymiye gibi pek çok kimsenin, gerçek tasavvufun Kur'an'ın bir olgusu olduğunu, bir emri olduğunu, dinin bir esası olduğunu ifade ettiklerini biliyoruz. Suudluların, başka kimselerin, selefiyecilerin itibar ettikleri bir kimse olduğu halde, "Gerçek tasavvuf vardır." diyorlar. "

     

    Yine "Güncel Meseleler 2" de ;

     

    " Rabıtanın şirk olmasının hiç bir aslı, esası, dayanağı yoktur. Çünkü, insanın gözünü kapatması serbesttir. Gözünü kapattığı zaman sevdiği bir insanı düşünmesi serbesttir. Bunun şirkle hiç bir ilgisi yoktur. Onlar herhalde tasavvufu bilmiyorlar veya rabıtayı bilmiyorlar, böyle bir görüşe saplanıyorlar. Ya da İbn-i Teymiye'nin filân kitaplarını iyi okumuyorlar.

     

    Ben şöyle onların kitaplarını ve o kitaplardan alınan özetleri okuyunca, baktım o da bizim gibi düşünüyor. Tasavvufa saygılı, bu gibi pek çok konuda oldukça güzel ifadeleri var... Demek ki yarım bilgili olan insanlar, meseleyi anlamadıkları için yalan yanlış konuşuyorlar .."

    (s.193-194-195-196)

     

     

    Bu sözlerinde İbi Teymiyye'ye karşı olumsuz bir bakış yok...

     

    ....

     

    İbni teymiyye sapıktır, itikadı sakattır, "dini içten zedeleyen kafir"dir,vahhabilere kaynak teşkil etmektedir...

    Öyleyse onun bu sapık görüşleri hususunda Esad Coşan Hocamız'da bir kaç şey söylemeli değil miydi, lakin sözü dinlenen kıymetli bir hocamız. Bu olumlu sözleri aklıma girmedi değil, o nedenle bu konuyu açma gereği hissettim.

    İstişare edilebilir belki, inşaAllah doğru ne ise anlaşılır .

     

    ves'selam.


  17. Elif Şafak, düşünce yapısını sevmediğim bir yazar. Bir kadın olarak, cemiyet içindeki sorunları, aile içindeki vahşet derecesine ulaşan çatışmaları, ezilen kadın figürünü görür lakin çözümü yanlış yollarda arar. İnsanın ruh ve fikir dünyasının ve ona bağlı olarak da hayatını en güzel şekilde intizam eden biricik unsurun İslam olduğunu bilmez, bilmediği için çözümü onda aramaz. Feminizmin, kadını güya özgürleştirmek isteyen kalıplarından bir parça nasiplenmiştir.

     

    ....

     

    Aşk�a dair kitap okumak isteyenlere İskender Pala�nın Akşname�sini, Kitab-ı aşk�ını, Leyla ile Mecnun�unu tavsiye ederim. Bilhassa aşk, aşk diye diye köpürtülen süflilik pasını gönülden, beyinden gidermek için.

     

     

    Etrafımda Elif Şafak okuyan çok arkadaş var, ama Elif Şafak profili'yle pek barışamıyorum, o nedenle hiçbir kitâbını okumadım... Reyhan Abla'nın ifade ettikleri benimde düşüncelerime tercüman oldu.

     

    İllâ "Aşk"a dair birşeyler okunacaksa, İskender Pala'yı tavsiye ederim. Şahsi kanaatim, günümüzde Aşk'ı satırlara en güzel yansıtan yazar. "Aşk"ın hakkını veriyor ...

×
×
  • Create New...