Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]

rabia BDG

Editor
  • Content Count

    227
  • Joined

  • Last visited

Posts posted by rabia BDG


  1. Bir Hayat Tarzı Olarak Fetih

     

    Fethin insanda bir hayat tarzına dönüşmesi, mahlukata “insan eksenli” bir bakışla mümkündür.İnsanın ,Kur’an’ın ifadesiyle “sakil: ağır ve değerli” bir varlık olduğunu teslim etmeyen biri, yürek fethini bir yaşam biçimine dönüştürmez.

     

    İnsan eksenli bir bakış, insanı şeref yönünden daha aşağı varlıklar uğruna harcamayan bir bakıştır. Daha doğru bir ifadeyle, insanı hiç bir şey uğruna harcamayıp, hayatı “insan kazanma” uğruna sebil eden bir bakıştır.

    ...

     

    Eğer fetih, en azından ümmet içerisinden bir takım insanların hayat tarzına dönüşürse, o insanlar ümmet bedeninin savunma mekanizması işlevini üstlenecek, hayatiyetini yitirmiş organları oluşturdukları canlı hücrelerle yeniden hayata döndüreceklerdir.

    Sorumluluğun bilincinde her insan, mutluluğun öbür adı olan İslam’dan uzak yaşayan her bireyin sancısını bağrında hissetmelidir.İsyanı kutsayan kentlerin fücur akan caddelerinden sele kapılmış çiçekleri birer birer toplamalıdır. İnsan yüreğini acımasızca kundaklayan modernizmin çıkardığı küresel yangından bir can kurtarmanın savaşını vermelidir.İnanan her insan şu duyguyu taşımalıdır:

     

    Elimi uzatabileceğim halde uzatmadığım için yüreği kundaklanan her insanın katili olarak beni hesaba çekecekler. Gel, diyecekler, sen elinden tutsaydın bu insan şimdi ateşe mahkum olmayacaktı. Sen sorumluluğunu yerine getirseydin, Kitab mahzun olmayacaktı. Fetih işçisi olsaydın, zaman ve mekan ihanete uğramayacaktı.

     

    Bir benimle ne çıkar demeyeceksin. Baharın haberini karın altında, kışa inat açan kardelenlerin verdiğini unutmayacaksın. Kim var, diye sağa sola bakmayacaksın. Ben varım, diyecek ve yürüyeceksin.

     

    Caddelerde gördüğün cahil yığınlara, güneşi ceketinin astarında kaybetmiş kitlelere, yüreğinden habersiz göğsüne takacak sahte muskalar arayan kalabalıklara acıyacak, onlar arasında gördüğün cins tohumlara toprağı işaret edeceksin. Cins tohumu, cins toprakla buluşturan cins bahçıvan olacaksın. Uygun iklimi ise, Allah verecek.

     

    Bırak otçuların gözü yoncada olsun. Senin gözün daima insanda olacak. Hammaddesi makbul fakat adresini yitirmiş birini gördüğünde, “bundan ne güzel müslüman olur.” Diyecek ve tüm yüreğinle hidayeti için dua edeceksin. Onu, kimliğini yitirmiş bir şekilde gördüğünde kahrolacak, elinden bir şey gelmiyorsa dahi, yüreğin bir peygamber yüreği gibi yanıp “Allah’ım , onları affet, onlara hidayet et, çünkü onlar bilmiyorlar !” diye yakaracaksın. Arşın kapısına onlar için asılacak, yüreklerin mührünü çözmesi için başını o kapının eşiğine vuracak, vuracaksın.

     

    İslam’ı İslam’ın dostlarından değil düşmanlarından öğrenen insanlar için hüküm verip infaz etmeyeceksin. Bir çoğunun reddettiği İslam’ın Allah’ın İslam’ı değil babalarının İslam’ı olduğunu bilecek ve onu zaten senin de reddetmen gerektiğini hatırlayacak, onu kınamak yerine karanlık yüreğine ışık tutacak, sevgiden oltanı gönül ummanına şefkatle atacaksın.

     

    Onu kendine, mezhebine, meşrebine, partine, kliğine, cemaatine , derneğine değil öz benliğine çağıracak, “ varlık sorununu” nasıl çözdüğünü soracaksın. Nerden gelip nereye gittiğini, ölüm hakkında ne düşündüğünü, mutluluktan neyi anladığını soracaksın. Hiç kendisiyle baş başa kalıp kalmadığını, vicdanının sesini dinleyip dinlemediğini , hayal kurup kurmadığını, rüya görüp görmediğini, sevip sevmediğini, özleyip özlemediğini, ağlayıp ağlamadığını, içinin nelere sızlayıp sızlamadığını soracaksın.

     

    Önce seveceksin. Garazsız ve ivazsız, pazarlıksız, bedelsiz seveceksin.Sevginin illeti ölümsüz olacak, ki sevgin de ölümsüz olsun. Davet yemeğini sevgi kaşığıyla sunacaksın. Sevgiden başka bedel beklemeyeceksin, ki sevginin bedeli sadece sevgidir, ondan başkası sevgiyi “ucuza” vermektir. Benim üretim yalnızca O’na aittir ,diyeceksin. Tüm faturaları yakarak yola çıkacaksın, ki ilerde fatura çıkaramayasın.

     

    Bir insanın yüreğinin aydınlanmasına vesile olduğunda dünyanın tapusunu sana vermişler gibi sevineceksin. Bir adem bir alemdir diye çıktığın yolda dirilişine sebep olduğun her bir insanın manevi anası olmanın haklı gururunu duyacaksın. Öldürmek için doğuran zavallılara karşı diriltenler ve gerektiğinde diriltmek için ölen bahtiyarlar arasında olmanın şükrünü eda edeceksin.

     

    Yitirilmiş her bireye, yitirilmiş hikmetin gibi bakacaksın. Hikmetini bulmak için gözün insanda olacak. Bulduğunda sana yeni nazil olmuş bir ayet gibi okuyacaksın. Tefsir edeceksin, te’vil edecek, şerh edeceksin. Yüreğinle yüreğini bulacak, onun yüreğini hedef alıp oradan vuracaksın. İnsan ayetiyle Kur’an ayetini buluşturup aradan çekileceksin.İnsanla İslam arasında ki başka engelleri kaldırayım derken kendin engel olmayacaksın.Ona vesile olmayı, onu minnet altına almanın bir gerekçesi olarak kullanmak gibi çirkin bir yola girmeyeceksin.Aksine, seni hidayete vesile kıldığı için Allah’a minnet edeceksin.

     

    İşte fetih bu şekilde bir hayat tarzına dönüşecek. Ve fetih, yalnızca küresel planda değil, evransel planda da gerçekleşecek.

     

    Mustafa İslamoğlu


  2. Bazılarının değişmesini/olgunlaşmasını beklemek cidden nafiledir, çünkü değişmeyeceklerdir.

     

    ....

     

    Haklısınız ,, zaten bu medyanın zihniyetinin değişmesini beklemek gibi bir niyetimiz yok, zaten beklemekte boşuna.

    Benim anlamadığım, bu zihniyetin düzdüğü yalanları okumakta ısrar eden, fakat sözleriyle de farklı vaziyet arzeden kimselerin varlığı, esasen bilerek yada bilmeyerek destek veriyorlar. Sorun medyada değil, onlar kendi zihniyetlerinin gereğini yapıyor ,ya onlara bilerek ya da bilmeyerek destek veren müslümanlara ne söylemeli bilemiyorum, sorun bu kişiler de diye düşünüyorum.

    • Like 1

  3. Dine saldırmak eşekçe bir inat

     

    Kur’an kursundaki bir faciayı bile İslâm’a saldırıya vesile yapan, bir başka kurstaki olmamış olayı utanmazca yalanlara olmuş gibi sunan medyanın halinin eskiden de farklı olmadığına işin ustaları şahitlik ediyor.

     

    50 YILDIR DEĞİŞEN BİR ŞEY YOK

     

    USTA İŞİ BASIN TARİFİ

     

    Gazeteci yazar Taceddin Ural’ın yakında piyasaya çıkacak olan “Kuşatma” isimli kitabında, Necip Fazıl Kısakürek, Peyami Safa, Ahmet Kabaklı ve Mehmet Şevket Eygi’nin kaleminden, dünden bugüne basının yapısına ve sahip olduğu reflekslere dair ibretlik değerlendirmeler yer alıyor. İşte, ustaların kaleminden Türk basınının yarım asırlık hikayesi:

     

    BU MATBUAT MOSKOF SÜRÜLERİNDEN DAHA ZALİMDİR

     

    “Manav, bakkal, muhallebici, lokantacı kazanıyor. Zira hazım cihazına hitap ediyor. Sinema, bar, plaj ve açık saçık neşriyat kazanıyor. Zira tenasül cihazına hitap ediyor. Fakat hazin olan şu: Dimağa hitap etmek üzere meydana gelmiş gazete de ya kur’ayla fırınlar dolusu ekmek dağıtmaya yahut vitrininde bilmem hangi sarışın veya esmer bombanın bacakların teşhir etmeye mecbur. ‘Bâb-ı Âdi’ caddesi; tohumu insan, yemişi hayvan, bir takım nebatla doludur.” 8 Nisan 1954 Necip Fazıl

     

    “Kuvvetlerini, fikrî cihaz yerine tenassülî cihaza hitap etmekten alan ve sonra utanmadan fikrî bir haysiyet ve salâhiyet tavrı takınan açık kartpostal esnafı.” 23 Nisan 1956 Necip Fazıl

     

    “Bu matbuat… Halk Partisi devrinde tam 27 yıl ard ayakları üstünde susta duran bu matbuat… Türk efkâr-ı umumiye sarayını, Türk’ün ruhuna musallat ettikleri fecî kayıtsızlık ve içtimaî alâkasızlık yüzünden basmış ve sarayın sahiplerini mahzen katında zincire vurmuş olan bu matbuat. İşlâm dinine ve halkın ruhundaki mukaddesat duygularına saldırmada Moskof sürülerinden çok daha zalim bir seciye taşıyan bu matbuat. Allah’ın günü imam veya çarşaflı kadın şeklindeki tipleri terzil bahanesiyle ana ve babalarımızın an’anesini ve millî mukaddesatımızı lekelemeğe memur bir matbuat.” 6 Haziran 1956 Necip Fazıl

     

    “Bizim memleketimizde gündem; muayene odasına başka bir hasta sokulmadığı için, şapkasını ve bastonunu alıp giden doktor misaline uygundur. Doktorun baktığı, hep nezleler, gripliler, nasırı ağrıyanlar, şunlar, bunlar… Halbuki asıl hasta, apartmanın kapıcı odasındadır ve doktorun katına çıkabilmek için bile tırmanamamıştır. Hastalığı da kan kanseridir. ‘Her şey benim gördüğüm ve gösterdiğim kadardır’ Buna, ‘gündem hastalığı’ adını takabilir ve dâva ve meseleleri hapsedici bir zindan kabul edebiliriz.” 2 Nisan 1965 Necip Fazıl

     

    “Kendisine Türk umumî efkarının temsilcisi süsü veren bu basın hakikatte, Türk’ün ruh köküne aykırı dış nüfuz ve cereyanların kuklalarından başka bir şey değildir. Yahudilik tesiri altındadır. Bunların tek metodu da, ruhumuzun hak aramasına karşı Haçlılar ittifakı kurup ya birarada üzerimize saldırmak, yahut başarılarımızın üstüne sükût külleri dökmekten ibarettir.” 30 Nisan 1965 Necip Fazıl

     

    AVRUPALI BUNLARI HADEME BİLE YAPMAZ

     

    “Edebiyatta (..) Siyasette (…) İlimde (…) Gazetecilikte Agâh Efendi’den Yunus Nadi ve Hüseyin Cahid’e kadar bütün bildiklerimiz hep aynı soydandır. Bunların hepsi; masum ve süt beyaz koyunlar gibi hazin melemelerle ufuklardan çobanını çağıran bu öksüz vatanın ‘harim-i ismet’inde, Avrupa’lı marifetiyle türetilmiş, meş’um ve kapkara kurtlardan başka bir şey değildir ve en büyük fikrî ve tarihî inkîlap, bunların zümre zümre ve şahıs şahıs maskelerinin yüzlerinden düşürüldüğü ve memleket mamulü millî kahraman tipinin gergefleştirildiği ân gerçekleşecektir. Avrupa’lı bunların hiçbirini kendi öz dünyasında, mesleklerinin hademeliğine bile kabul etmeyeceği halde, ‘Bon pour l’orient’ –Şark için iyidir!- formülüyle yontup başımıza dikmiş, böylece muhteşem tarihî gelişimiz hâkanlıktan köleliğe indirmeyi bilmiştir.” 16 Nisan 1965 Necip Fazıl

     

    “Ne oluyor? Sanki ‘Şeriat isterük!’ diye bir baskın varmış gibi. Çökesi ocakları ve matbaaları, kirli saçlı, dar alınlı, kazma dişli dağlı yobazlar tarafından mı basılmıştır? Kumarlarını dağıtan, balolarına tüküren, kabarelerine yestehleyen, boynuzlarını arşınlayan hatta ‘Allah’tan korkun’ diyebilen biri mi çıkmıştır? Bikini mayosunun üzerinde 100 gramdan fazla ağırlık taşımazken, sanki yolları çarşaflı umacılar tutmuş da kendilerini fileli kelebek avcısı gibi çuvala tıkmaya kalkmış gibi mahcup, münzevî, masum İslâm muhadderatına bu tecavüz hangi ahlâk ve insafa sığar? ‘Silah başına’ çığlığı, insanı güldürecek bir şey değil de nedir?” 17 Nisan 1959 Necip Fazıl

     

    “Laik memleketlerde din anlayışı… Din adamlarına hakaret, affedilir suçlardan değildir. Oralarda insan; inanır veya inanmaz ama asla iğrenç sövme metodlarıyla milletin mukaddesatına çamur atamaz. Böylelerinin derhal haddini bildirir, dersini verirler. Bizdeyse Allah’ın günü gazeteler, devrim yobazları ve sözde aydınlar; milletin, daha doğrusu Allah’ın dinine küfreder dururlar. Nurcu derler vururlar, gerici derler çatarlar, imam derler çarparlar ve daima kırçıl saçlı, dar alınlı, çipil gözlü, kazma dişli, tarih öncesi hayvanlar şeklinde, din nispetini rezil etmeye bakarlar.“ 1 Mayıs 1965 Necip Fazıl

    HÜRRİYET’İN TİRAJI YÜKSELDİKÇE MİLLETİN SEVİYESİ DÜŞER

     

    “Hâlâ gözümün önündedir: bugünün tiraj bakımından en büyük gazetesini kurmuş olan zat, henüz ilk hazırlıklarındaydı. Beni, ‘gel de bir acı kahve içelim’ diye davet etmişti. Gitmiştim. Bana, ‘gazete’ mevzuunda bazı şeyler sormuş ve cevaplarını almıştı. Birden bire ayağa kalktı, fikirlerimi beğenmediğini hissettiren bir tavırla gezinmeye başladı. Patlayıverdi: - Ben çıkaracağım gazetede fikri idam edeceğim! Hattâ âdi yazı kalabalığı bile yok! Sadece resim, kısa haberler, halkın hoşuna gidecek ve gözüne, kulağına, burnuna, damağına hitap edecek şeyler… Kafaydı, ruhtu; öyle şeyler yok… O zaman ağzımdan bir istifham sayhası fışkırdığını hatırlıyorum ‘Pırrrt!’ gibi bir şey… - Fikri idam edecek Donkişot’a da bak! Fakat en kısa zamanda gördüm ki, bu adam gazetesinde gerçekten fikri idam etti. Resim, avret yeri çizgileri, kafasız spor, fal, macera, sansasyonel haber, pazara çıkarılan hususî hayat iplikleri, dedikodu, mide gurultusu nev’inden lâflar ve her şey tamam… O gün bugün, bütün Türk basınında baş tacı edilen bu reçete, beratı istenebilecek kadar, büyük bir keşif haysiyetiyle işte bu gazeteye aittir. Bu ekol ki, aslında dimağî cihaz eseri olan gazeteyi öldürmüş; yerine süflî cihazlara bağlı bir karalama kâğıdı ve baldır bacak albümü getirmiştir. Gazete bu mudur?” 26 Haziran 1965 Necip Fazıl

     

    “Hürriyet ve Günaydın isimli sözde siyasi gazetelerle, günlük fuhuş albümü Saklambaç, ayrıca Pazar, Sen-Ben’den ibaret tröst. Tavuk yumurta misali, Hürriyet’in tirajı yükseldikçe halkın ruh seviyesi düşüyor, ruhu düştükçe de Hürriyet yükseliyor. İman ve ahlak temeline dayalı koca bir milleti mânada ve maddede katletmeye mahsusu ve üstelik kurbanlarından seyircilik parsası toplamaya mezun bir mezbahayı anlayacağı ve tebaasını 1,5 milyondan 150’ye indireceği gündür ki, halk uyanış yoluna girmiş olacaktır.” 6 Ocak 1971

     

    “Satışı milyona yaklaşan gazetelerin dörtte üçü İslâmiyet’e düşmandır. Size Allah huzurunda yemin ederim ki işgâl orduları bu vatanda öz milletinin mukaddesatına bu türlü söven numuneler çıkarmaz piyasaya. Türk’ün ruh kökünü kurutmaya memur fesad müesseselerinin başında iki kardeş elindeki bir nevi ‘fuhuş ve hava-civa matbuat’ gelmektedir. Allah’ın günü bunların karikatürcüleri yamyam tipli hoca resimleri çizer, muhabirleri de din adamlarının namussuzluğuna ait namussuzca uydurma haberler peşinde gezer. Gıdalarını topyekün kesmek elimizdeyken bunu yapamayız, bütün bunlara müstahakız.” 31 Ocak 1965 Necip Fazıl

     

    “Milletsiz Milliyet’in bir kitap ilanı. Gösterdikleri zaman yıldırımla vurulmuşa döndüm. Türk milletinin ruhuna, bundan daha namussuzca, hayâsızca bir tecavüz hayal edilemezdi. Allah Resulünün mukaddes has ismiyle ‘cüce’ sıfatını birleştirmek! Milliyet. Sırasında Kur’an meali yayınlayan, utanmadan Ramazan köşesi yapan münafıklık ocağı.” 29 Ocak 1965 Necip Fazıl

     

    DİNE SALDIRMAK EŞEKÇE BİR İNAT

     

    “Dünyanın ve memleketin kaderi üstünde her gün fikir buyuran başmuharrirlerden hiç birinin ve muharrirlerden pek çoğunun hâdiseler karşısındaki günlük reaksiyonlarını ikide birde maskaraca tezatlara düşmekten kurtaran bir fikrin adamı olduklarını gösteren tek kitapları yok.” 6 Eylül 1961 Peyami Safa

     

    “Devrimbazın ‘Devrim elden gidiyor’ yaygarasının hiçbir ehemmiyeti yoktur. O zaten her vesile ile ve her gün bu yaygarayı basıyor. Devrimbazın yaygaralarına kulak asarsanız, hergün Don Quichotte orduları kurup irtica değirmenleriyle harbe tutuşmamız lâzım gelir. Allah’tan, Türkiye’de bu cayırtılara kulak asan bir millet ve bir devlet yoktur. Olsaydı, bugüne kadar devrimbazların, ‘Vay imam çocuğun ırzına geçti, vay müezzin kız kaçırdı, vay hacı karaborsacılık ediyor’ diye kopardıkları kıyametler üzerine dindarların katliâm edildiği görülürdü.” 9 Temmuz 1959 Peyami Safa

     

    “Dinî inançlara ve âdetlere saldırmak iğrenç bir moda olmuştur. Mukaddeslere tecavüz küstahlığının bu derece ileri götürüldüğü bir memleket yoktur. Türkiye’de bir kısım münevver vardır ki, Batı medeniyeti hakkında çok yanlış bilgi ve fikirlere sahiptir. Kafasına temel çivisiyle şu yanlış bilgiler mıhlanmıştır: ‘Amerika’da ve Avrupa’da din müessesesi can çekişmektedir. Onun yerini müsbet ilim ve teknik almıştır. Bizi onlardan geri bırakan Müslümanlık’tır. Kendimizi bu beladan kurtarmalıyız.’ Bu eşekçe fikir ve inat, her gün Batı’da çıkan sayısız kitap ve mecmuanın tekzibine uğramaktadır. Fakat okuyan ve anlayan kim! Bu gafiller, böyle gelmişler, böyle gidecekler. Dört yanlarını zehirleye zehirleye.” 19 Şubat 1958 Peyami Safa

     

    “Türkiye’de yirmibeş, otuz seneden beri azalan bir müeyyidenin kıtlığı her gün biraz daha fazla hissedilmektedir. Allah korkusu! Eskiden, ‘Behey Allah’tan korkmaz!’ denilirdi. Şimdi, Allah’a, kitabına, mukaddesat ve manevî değer ve otoritelere sövmek âdeta inkılâpçılığın ayırıcı vasfı haline gelmiştir. Günlük gazetelerin edebiyat sayfalarında mâbedleri tahkir eden şiirlere rastlarsınız. 39 senelik yazı hayatımda şu son günlerde olduğu kadar mektup almadım. Hepsinde müşterek bir haykırış var: Ahlâk yıkıntılarından el’aman, el’aman! Davâ; filan semtin dulları değil, onların sembolleştirdiği bir ideal ve iman buhranıdır. Peşinden, yine bu buhranı körükleyen bir din ve mukaddesat düşmanlığı geliyor. İnkılâpçılık bu ha? Tuh! İnkılâp adına her gün yedikleri herzelere yuh olsun! Batı bu değildir, gençliği aldatmayınız! Bu inkılâp dolandırıcılığının sonu kendini de, memleketi de tarihimizin en büyük belasına sokmaktadır.” 17 Ocak 1956 Peyami Safa

     

    “Dün sonra eren mübarek Ramazan ayında Müslüman Türkler’in yaşadığı dinî vecd hayatını bir irtica hareketi gibi göstermek için, memleketin şurasında burasındaki münferit olayları bütün bir kitleye mal etmeye kalktılar. Mübarek Ramazan ayı bu yersiz münakaşalarla geçti ve birçok dindaşlarımızı incitti.” 9 Nisan 1959 Peyami Safa

     

    DUAYLA ŞİFAYA KIYAMETİ KOPARTIRLAR

     

    “Farzedelim ki, Anadolumuzda mucizeleriyle şöhret almış bir kasaba vardır. Âyin ve dualarıyla halk kafilelerini kendine çeker. Bir kısım hastalar şifa bulurlar. Bir tıbbî servis bu şifaları kaydeder ve istatistik tutar. Hükümet de, bu kasabadaki dinî tezahürlere, dua yoliyle tedavilere ses çıkarmaz. Türkiye’de böyle bir ilçe olsa devrimbaz gazeteler, kıyameti kopartırlar: ‘Laik bir memlekette boş inançlara, üfürükçülüğe nasıl müsaade ediliyor? İrtica hortladı! Böyle bir kasaba dünyanın hiçbir yerinde yoktur!’ Avrupa’nın en laik memleketi Fransa’dır. Yukarıda bahsettiğimiz Anadolu kasabasının tıpa tıp aynı Fransa’da gerçekten vardır. Lurd kasabası. Fransız inkılabı ve laiklik bu kasabaya fiske vurmamıştır. Bilakis şöhretli ilim adamları ve Nobel mükafatı alan Dr. Alexis Carel, bu kasabanın dinî şifa mucizelerini öven eserle yazmışlardır. Kimse bunlara yobaz demeyi hatırından geçirmez.” 15 Ocak 1960 Peyami Safa

     

    “Cumhuriyet’te Doğan Nadi, küfürler sıraladıktan sonra ne dese beğenirsiniz? ‘Yazılarında Lurd’a gittiğini iftiharla söyleyen Peyami Safa, hazır oraya kadar gitmişken acaba ne diye (kafasının değilse bile) vücudunun çarpık taraflarını okutup üfletip şöyle bir düzgünce hâle sokturmadı?’ İşte bizde fikir münakaşaları. Çocukluğumda geçirdiğim bir hastalığın vücudumda bıraktığı ârızayı alaya alan, ‘Dogmatik kafalı kart yobaz, çarpık vücutlu yazar’ diyen eski bir dost! ” 26 Ocak 1960 Peyami Safa

     

    “Genç üniversitelilerimiz bana üniversitedeki mescit aleyhinde bazı tahrikler olduğunu haber veriyorlar. Hâdise şöyle izah ediliyor: ‘Dekanın müsaadesiyle küçük bir odayı mescit haline getirdik. Orada bir kütüphane de var. Şimdi bazı fasık ve münafıklar mescidin kapatılması için faaliyete geçtiler. Bir iki gazete de bu işin tahrikçisi ve teşvikçisi durumundadır. Zaten bu gazeteler, mescit açıldığı zaman talebelerin namazda rükua vardıkları andaki fotoğraflarını neşrederek âdeta alay etmişlerdi.’ Laiklik iddiasıyla mescidi kaldırmak isteyenler laik değil, başka bir şeydir. Batıda Allah’sız okul ve üniversite yoktur.” 14 Aralık 1959 Peyami Safa

     

    “İstanbul Üniversitesi’ndeki mescit nihayet kapatıldı. İleri sürülen sebep, civarda isteyenlerin gidebileceği camiler olmasıdır. Üniversiteler gibi, vicdan hürriyetinin kalesi olan muhtar kültür müesseselerinde ibadet yerlerinin kapatılması ne kanuna, ne teamüle ne de havsalaya sığar.” 24 Şubat 1960 Peyami Safa

     

    TÜRK BASINI HALKA YAR OLMAZ

     

    “Basın, bazı maksatlara bağlı olduğu için, gizli teşekküller tarafından halka karşı yönetilmektedir. Bunlar, pek usta taktiklerle suret-i haktan görünmeyi ve bilhassa yarı aydınları kandırmayı başarmaktadırlar. Bir efkâr-ı umumiye olması gereken gazetelerin çoğu en dar menfaat ve bakış sınırları içinde bir ‘efkâr-ı hususiye’ manzarası içindedir. Türk gazeteciliğinin büyük kusuru, halka karşı okumuşlar hizbini tutması, halka yâr olmayan aydınların çıkarcılık ve saltanatını sürdüren bir vasıta gibi kullanılmasıdır. Lozan’da bize zorla kabul ettirilen kültür emperyalizminin tesir ve yan etkileri basında açıkça görülmektedir. O istikamette yapılanlarla halkından kopuk aydınlar, gazeteciler, yazıcılar yetiştirilmiştir. Kendi milletinin değerlerine düşman olan, imanını hiçe sayan, dilini, ahlâkını, töresini, tarihini, sanat ve edebiyatını bilmeyen bir gazeteci tasavvur olunamaz.” 1976 Ahmet Kabaklı

     

    SABATAYCI MEDYA DİN DÜŞMANIDIR

     

    “Sabataycı ve ‘Benzetilmiş’ medyanın İslâm aleyhindeki saldırgan, hakaretâmiz, fitne ve fesat çıkartıcı, yalan dolan, iftira yayınları mutlaka önlenmelidir. Yolcu vapurunda bir vatandaş namaz kılar, yaygarayı basarlar... Namaz kılmak suç mudur? Bir okulun alt katında küçük bir odada birkaç öğrenci ibadet eder. Bunlar yine yaygara kopartır...

    Pikniğe giden tesettürlü kadınlar, bahçedeki küçük mescide sığmazlar, birkaç tanesi dışarıda kılar. Bizim Sabataycı medyada bir feryat, bir figan... Hıristiyan bir futbolcu sahada maç başlamadan önce istavroz çıkartır, buna sinir olmazlar; Müslüman bir sporcu bir kenarda iki rekat namaz kılsa yeri göğü inletirler. Bir Müslüman dinî nikâh yaptırır, gerici olur; bir Sabataycı ‘Sazan’ Efendiye nikah kıydırırsa, bundan hiç bahs etmezler. Din düşmanlığında o kadar ileri gidiyorlar ki, korkudan ve baskıdan başını örtemeyen bir hanım peruk takıyor, ona da karşı çıkıyorlar.

     

    Laiklik elden gidiyor... Yalan... Cumhuriyet tehlikede... Kuyruklu yalan... Tesettür köleliktir... Hezeyan...İslâm, Müslüman, din ve iman düşmanlığı bunları ruh ve akıl hastası yapmıştır. Senede 365 gün dine saldırırlar. Namaz kılanları kötülemek laiklik değil, dinsizliktir. Başını örtenleri aşağılamak terbiyesizliktir. Bu milletin tertemiz kadın ve kızlarını, çarşaf giyiyorlar diye horlamak edepsizliktir. Müslüman, kendi vatanında elbette namaz için, din için, tesettür için çalışacaktır. Dindarların kendi ahlâkları vardır, dinsizlerin de kendi ahlâkları... Biz İslâm ahlâkının kurallarını ve ilkelerini hakim kılmaya uğraşacağız. Onlar da kendi bozuk ahlâklarını. Bizi kösteklemeye asla hakları yoktur. Bu ülkede din ve inanç hürriyetine karşı çıkmak, namaz kılanları ve kapananları tahkir etmek insan haklarına ve demokrasiye aykırı diktatörce bir tutumdur. Böyle yapan Sabataycıları uyarıyoruz. Müslüman Türkiye’de agresif din düşmanlığı yapmak toplumsal barışı ve millî uzlaşmayı dinamitlemek demektir. Şayet yürekten Batı medeniyeti ve sistemi taraftarı iseler, Batıya baksınlar, utansınlar, kendilerine çeki düzen versinler. Yetti artık!” Mehmet Şevket Eygi 29 Nisan 2008

     

    Fatih Aslantürk – habervaktim


  4. Güney Osetya ve Abhazya için

     

    -----------------------------------------

     

    Gürcistan hükümeti, Güney Osetya'nın fiili bağımsızlığını bombardıman marifetiyle sona erdirmek için harekete geçti. Kafkasya çalkalanıyor. Binlerce Kuzeyli Oset ve Abhaz, Gürcistan'a karşı Güney Osetya askerleri ile omuz omuza savaşmaya hazırlanıyor. 1918'de Osmanlı'nın desteğiyle kurulup 1921'de Kızılordu tarafından yıkılan Kuzey Kafkasya Cumhuriyeti'nde Abhazlar ve Osetler ile beraber hareket etmiş olan Adigeler de Güney Osetya ile dayanışmanın gereğine vurgu yapıyorlar.

     

    Öte yandan, Rusya Federasyonu da Güney Osetya'yı destekliyor; tıpkı Abhazya'yı desteklediği gibi. Kuzey Kafkasyalıların hatırı için mi yapıyor bunu? Hayır. “Büyük Rusya”nın menfaatleri öyle gerektirdiği için yapıyor. Abhazların ve Osetlerin bağımsızlık davaları Rusya'nın umurunda değil. Rusya, bu halkları -ve dahî Gürcüleri- eskisi gibi köleleştirmeye dönük planlar bile yapıyordur!

     

    Çeçenistan'ın bağımsızlığını kan deryasında boğmaya çalışan ve hatta Adigey Cumhuriyeti'nin özerklik statüsünü bile ortadan kaldırmaya ahdeden Rusya'ya, sırf Abhazya ve Güney Osetya'nın bağımsızlığını destekliyor diye minnet duyacak değiliz. Bu desteği pragmatik bir iyimserlikle karşılamak da bana ters geliyor. Rusya'nın himayesinde elde edilecek bir bağımsızlığın asla tam bağımsızlık olmayacağını, hatta tam kölelik olacağını düşünüyorum. Elini Ruslara kaptırıp da kolunu kurtarabilmiş bir Kafkas halkı var mı?

     

    Yıllar önce Abhazya meselesi üzerine yazdığım bir yazıda şöyle demiştim: “Rusya'ya bağımlılık anlamına gelen bir 'bağımsızlık' mı iyidir, yoksa Gürcistan sınırları dahilinde bağımsızlığa yakın bir özerklik mi? Ben ikincisini tercih ederim.” O zamanlar Gürcistan'ın başında Şevardnadze vardı. Şevardnadze, Abhazya'ya “genişletilmiş özerklik” teklif ediyordu. Güney Osetya için de böyle bir çözüm gündeme gelebilirdi. Hâlâ gündeme gelebilir. Saakaşvili selefine nazaran daha 'merkeziyetçi' bir devlet başkanı olsa da, genişletilmiş özerklik seçeneğini bağımsızlık ihtimaline tercih edebilir. Belki etmeyecektir, ama denemekte fayda var.

     

    Ak Parti'ye kapatma davası açılmadan birkaç gün önce, Gürcistan ve Abhazya liderlerinin Türkiye'ye davet edilip Başbakan Erdoğan'ın ev sahipliğinde bir araya getirileceği ve aralarındaki meselenin çözülmeye çalışılacağı haberi yayılmıştı… O buluşma mutlaka gerçekleştirilmeli! Ve Güney Osetya lideri de görüşmelere mutlaka dahil edilmeli! Rusya'yı dengelemek için Gürcistan'la haklı olarak yakınlaşan Türkiye, bu yakınlaşmadan Abhaz ve Oset halklarını da faydalandırmak için elinden geleni yapmalı.

     

    Türkiye'de binlerce akrabaları bulunan mezkûr halkları Moskova'nın nüfuz alanında bırakmak da Tiflis'in insafına terk etmek de Türkiye'ye yakışmaz. Tiflis, Rus emperyalizminden korunmak için Ankara'nın dostluğuna muhtaçtır ve dolayısıyla Ankara'nın telkinlerine açıktır. Bu imkân Abhazların ve Osetlerin -aynı zamanda Gürcülerin- selameti yolunda kullanılmazsa çok yazık olur.

     

    Gürcistan, 'bağımsızlık olmaz' diyor. Abhazlar ve Osetler ise 'bağımsızlıktan başka hiçbir şey olmaz' diyorlar. Bu restleşmeyle nereye varılacak? Ne Gürcistan Abhazlara ve Osetlere kat'i olarak diz çöktürebilir, ne Abhazlar ve Osetler Gürcistan'a. Karşılıklı rıza ile şekillenecek bir statüko olmadan, tarafların kazandığı veya kazanacağı hiçbir mevzi garantili olmayacaktır. Her an yeniden alevlendirilmeye müsait fitne yalnız ve yalnız Rusya'nın işine yarayacaktır. Bu kısır döngüden çıkmak için bir orta yol bulunmalı. Seçenekler şunlar: 1-Abhazya ve Osetya'nın bağımsız devletler olarak Gürcistan'la konfederatif bir yapıda birleşmeleri, 2-Federasyon, 3-Abhazya ve Osetya'ya geniş özerklik. Bu seçenekler sırayla zorlanmalı, en kötü ihtimalle üçüncü seçeneği hayata geçirmek için taraflar ikna edilmeye çalışılmalı.

     

    Ama bundan önce yapılması gereken bir şey var: Orta yol imkânlarını hiç değerlendirmeden Güney Osetya'nın tepesine binen, Oset köylerini ve şehirlerini acımasızca bombalayan, çok sayıda masum Oset'in kanına giren ve binlerce Oset'i sürgün yollarına döken Gürcistan'a 'dur' demek!

     

    Dışişleri Bakanlığı konuyla ilgili bir açıklamasında “bölgesel barış ve güvenliği tehdit edebilecek bu çatışma ortamının itidal, sağduyu ve diyalog yoluyla aşılması” isteniyor. Gürcistan'a gösterilen dostluğun 'rezervsiz bir destek' olmadığını ortaya koyması bakımından önemli ve değerli bir açıklama, ama yeterli değil. Askeri harekâtın durdurulması ve diyalog sürecinin başlatılması için Gürcistan hükümetine net bir çağrı yapılmalı, bu çağrıya diyalog için yer ve zaman önerisi de eklenmeliydi: Türkiye… Hemen şimdi!

     

    Hakan ALBAYRAK.Yeni Şafak 09.08.08


  5. DOĞRU OKUYUŞ, DOĞRU DURUŞ

     

    Malûm, âyet demek, aynı zamanda işaret demek. Mü’min ve de Mü’mine Müslüman’ın en önemli işi muhatab olduğu/edildiği bütün âyetleri dikkatle okumak. Okumak, yani rahmetli üstâd Muhammed Esed’in izahı/tarifiyle, “anlamak niyetiyle bilinçli olarak zihnine nakşetmek”.

     

    Çok özel bir dönemin şâhitleri olarak yaşıyoruz Hicrî 15. asrın ikinci çeyreğine girdiğimiz bu dönemde. İzzetli Ümmet-i Muhammed’in mensupları olarak etrafımızı kuşatan ve biteviye bombardıman edildiğimiz bilumum tarihî ve toplumsal âyetleri doğru okumak zorundayız. Doğru okumak ve doğru değerlendirmek. İstikbâlimizin selâmeti, hem bu dünyâda, hem de âhirette buna bağlı. Akl-ı selîme her zamankinden çok daha fazla ihtiyacımız var. Zihnimizi dağıtacak, kavrama ve değerlendirme melekemizi allak bullak edip, doğru teşhislerde bulunup, doğru neticelere varabilmemizi engelleyecek her türlü duygusal fırtınadan titizlikle uzak durmak zorundayız. Başka çaremiz yok!

     

    Olaylar, makinalı tüfekten gelen kurşun yağmuru gibi, değil şöyle derin bir nefes alıp sağlıklı bir strateji üretmeye, bulunduğumuz yerin farkına varmamıza bile imkân verdirtmemek üzere, biteviye yağıyor/yağdırılıyor ve giderek yığılıyor tepemize. Kasıtlı olarak kopartılan gürültülerin kulaklarımızı sağır, birbiri ardınca çaktırılan şimşeklerin de gözlerimizi kör etmeye çalışmaktan başka hedefleri yok aslında. Kelimenin tam mânâsıyla serseme çevirmeye çalışıyorlar bizi ki isâbetli kararlar veremeyelim, sağlıklı tavırlar geliştirip, onları sistemli bir şekilde ortaya koyamayalım.

     

    Zâlimin en eski ve de en büyük ve de en başarılı olduğu numaralardan biri, kuşku yok ki kendini mazlûm gibi göstermektir! Artık gücün/iktidârın elinden gitmek üzere olduğu gördüğü ya da hissetiği her zaman, zâlim, gücünü/iktidârını muhafaza edebilme kaygısıyla zulmünü arttırma yoluna başvurur. Ancak artan zulüm, en tepkisizleri, en vurdum duymazları, en tuzu kuruları bile önünden sonunda zulmü/zâlimi sorgulamaya ve nihâyet ona isyâna götürür. Bunun için zulmün bütün imkânlar alabildiğine seferber edilerek meşrû kılınması, bir başka deyişle, büyük bir ustalıkla maskelenmesi gerekir. “Böyle davranmak zorunda kalıyorum –vallahi istediğimden ya da çok hoşuma gittiğinden değil ha!- çünkü beni, hayat tarzımı ve benim için kutsal olan birtakım değerleri yok etmekle tehdît eden falancaların zulmüne uğramaktan korkuyorum!” terânesiyle bolca akıtılan “timsah gözyaşları hâlâ birtakım insanları tesiri altına alabiliyor kolayca.

    Kimsenin aklına “Peki arkadaş, sen kimsin, o çok kıymet verdiğin hayat tarzı, üzerine titrediğin kutsal değerler nedir? Gel hele şunları bir Hak ve Hakikat mihengine vuralım, kopardığın onca yaygaraya değer mi bir bakalım!” demek gelmiyor. Hele bir de, cansiparâne korunmaya çalışılan o “kutsal değerler”in, tanımlamaları ne kadar muğlak olursa olsun, “hümanizm”, “insan hakları”, “özgürlük” gibi ihtişâmı özünden/içeriğinden büyük isimleri varsa! Elbette ki bunların her biri bir “değer”dir. Önemli birer “değer”. Ama ancak Hak ve Hakikat zeminine oturtuldukları, Hak ve Hakikatin şaşmaz ve ebediyyen geçerli kıstaslarıyla uyum içinde oldukları zaman! Sözgelimi, özünü Hak ve Hakikatten alan hayâ ve edeb, “özgürlük” adına gözardı edilemez, hele terk hiç edilemez. Hak Dîn’in emir ve kurallarına titizlikle riayet etme arzusu ve gayreti, ne idüğü belirsiz bir “insan hakları” ve “laik demokrasi” anlayışı bahane edilerek, bu anlayışın –hâşâ!- “kutsal alan”ı ilân edilmiş, ne idüğü belirsiz bir “kamusal alan”dan, üstelik de “kötü örnek oluyor” diye tahkîr edilerek kovulamaz!

     

    Zâlim, müstebit hükümranlığı tehlikeye düşünce, aslî zeminlerinden ve mânâlarından tamamen kopartıp kendine göre yonta yonta alabildiğine sanallaştırdığı bu “değerler”i zulmünün kalesine sur yapar ve o surların arkasından savaşır.

    Çünkü: Bismillâhirrahmânirrahîm… Evet, [ey müminler,] siz onların kalplerine Allah [korkusun]dan da daha şiddetli bir korku salarsınız: çünkü onlar Hakîkati kavramaktan âciz bir topluluktur. Rahmetli üstâd Muhammed Esed, mubârek Haşr Sûresi’nde, onüçüncü sırada yer alan bu âyet-i kerimeyi şöyle tefsîr eder: “Onlar Alemlerin Rabbi Yüce Allah'a, azze ve celle, inanmadıklarından yahut en azından inanç konusunda yarım-gönüllü olduklarından, bu dünyada karşılaşacakları maddî/somut tehlikeler onları Alemlerin Rabbi Yüce Allah'ın, celle celâluhu, nihaî yargısı düşüncesinden daha fazla korkutur!”. Ve devam ediyor Âlemlerin Rabbi Yüce Allah, azze ve celle, bizleri aynı âyet-i kerimenin devamında uyarmaya ve aydınlatmaya: Bismillâhirrahmânirrahîm… Onlar ittifak içinde oldukları zaman [bile], ancak sağlam kaleler içinden veya surlar arkasından savaşırlar. Kendi aralarındaki çekişmeleri şiddetlidir; sen onları birlik sanırsın, halbuki [aslında] kalpleri [birbirlerine] karşı soğuktur: çünkü onlar akıllarını kullanmayan bir topluluktur (59 Haşr 13-14). Rahmetli üstâd Muhammed Esed’in bu mubârek âyet-i kerimeyi tefsîr edişi de mânidârdır:Bu ifâde diyor, rahmetli üstâd, “doğru bir inanışa ve sağlam ahlakî ölçülere sahip olmayan bir halkın kendi aralarında gerçek bir birliğe asla ulaşamayacaklarına ve birbirlerine karşı her zaman saldırgan davranacaklarına işaret” eder.

     

    Gelin, ey benim başımın tâcı gözümün nûru Mü’min ve de Mü’mine Müslüman kardeşlerim, bugünden tezi yok, zihnimizi her zamankinden çok daha fazla ve çok daha büyük bir gayret ve titizlikle mubârek Kur’ân’ın aydınlığıyla aydınlatıp, onun ebedî diriliğinden beslenerek diri tutalım; bizi içine sürüklemeye çalıştıkları fevrî tepki girdabında boğulmamanın başka çaresi yok!

     

    Münib Engin Noyan,,,


  6. Serap

     

    Yaktılar mı eflatun çiçeklerini aşkın

    Saatler bozuldukça kırılıyor umutlar

    Taşlar bile gözyaşı düğümlüyor zamana

    Biri yaktı eflatun çiçeklerini aşkın

     

    Yanağı sis ve hüzün yaralı bir dervişin

    Uğultulu heyula sağnağı, küf böreği

    Pırlanta bir çocuğu ısırıyor ansızın

    Ve belki de yakındır usulca öleceği

    Yanağı sis ve hüzün yaralı bir dervişin

     

    Yeşil bahçeler midir, çöl müdür andığımız

    Boğuk sesi geliyor şişelerden erdemin

    Köpük mü, yoksa nedir, hakikat sandığımız

    Bülşbülün hareminde alevlenen güllerin

    Yükselen yangınıdır belki aldandığımız,,

     

    Nurullah Genç

    • Like 1

  7. Üzerimize çöreklenmek için her daim sabırsızca bekleyen, her fırsatı değerlendiren , her vaziyetten kendilerine pay edinen , malum zihniyete hizmet eden şahsiyetsiz kimselere Rabbim izin vermesin... Her taraftan kuşatılmış bir vaziyette görünüyoruz, ve kuşatmaları çözmek için ter döküyoruz. Her nokta da imtihanların imtihanını veriyoruz, Rabbim yardımcımız olsun..,,


  8. "Unutmuşum,, afedersin.."

     

    -Yalnızım, çok yalnızım.

     

    -Hatırlıyor musun; "çok yakınım ben" demiştim sana, "çok yakın!" Senin sana olduğundan bile yakın. Kendi kendini çağırdığında ne kadar yakından duyuyorsan, ondan da yakınım. Kendinden bir şey istediğinde ne kadar çabuk cevap veriyorsan, bundan daha hızlıyım.

    -Doğru. Sen hep yakınsın ama, nedense, ben uzaklardayım. Bana küsmüşsün sanıyorum.

     

    -Öyleyse, secde et ve yaklaş! Alnına dokunacak yakınlığım. Aslında alnına yazılıdır yakınlığım. Araya benliğini koyduğun için, bencilliğini öne sürdüğün içindir bana uzaklığın.

     

    -Yüzüm yok yakınında olmaya. Çok kusurluyum. Günah üstüne günah işledim. Sözüm yok sana sakladığım. Kirli dudaklarım. Yalanlar söyledim, boş sözlere değdi dilim.

     

    - Pişmanlığını görüyorum elbet. İçindekileri yakıcı sızıları duyuyorum. Söylemek isteyip de söyleyemediklerini de özür olarak kabul ediyorum. Yüzünün kızarması bile kabulüm. Bilmiyor musun ki, bağışlamayı seviyorum ve seve seve bağışlıyorum.

     

    -Biliyorum ama yine de unutup hata ediyorum. Gördüğünü göre göre, görmüyormuşsun gibi yaşıyorum. İşittiğini bile bile, işitmiyormuşsun gibi boş şeyler konuşuyorum. Sözümden dönüyorum yine. Utanıyorum. Bağışlar mısın sahiden?

     

    -Dedim ya; bağışlamayı kendime ilke edindim. Hiçbir şeye mecbur olmadığım halde, merhamet etmeyi kendime kural diye yazdım. Affetmeyi her şeyin önüne koyuyorum.

     

    - Ben seni hep yakar diye tanıyorum. Hemen kızıp gazaplandığını düşünerek, korkuyorum, titriyorum. Çarparsın diye keyfimce yaşayamıyorum. Gazabın da var senin.

     

    -Rahmetim gazabımdan önce gelir. Kızmam bile rahmetimin hatırınadır. Ben yakmam seni. Sen ateşe atarsın kendini. Seni senden korumak içindir tehditlerim.

     

    -Yine de korkuyorum. Çok korkuyorum.

     

    -Defalarca ve en önce merhamet sahibi olduğumu hatırlattım sana. Her sözün başında. Her işin eşiğinde. Daha çok, hatırımı saymanı isterdim. Bir hatırlasana; bir zamanlar hatırlanmaya değer bir şey değildin. Eksikliğini kimsenin dert etmediği dönemlerde, seni var kılmak istedim. Kendi yokluğunu kendinin bile fark etmediği yıllarda, seni insan etmeye karar verdim. Şimdi seni en çok sevdiğini söyleyenlerce insafsızca çöpe atılabilecek biçimsiz bir et parçasıydın; sana yüz verdim. Sana yaptığım iyiliğini bilmeni istedim. Hep teşekkür etmeni bekledim.

     

    -Çürüyecekmiş bedenim. Toprağa girecekmişim. Yüzüm eriyecekmiş. İsmim silinecekmiş. Dar bir yere bırakılıp terk edilecekmişim. Bu dehşet içinde nasıl teşekkür etmemi istersin?

     

    -İlk söylemede, anlamamış olmanı anlayışla karşılıyorum, yine söylüyorum. Unutabileceğini bile bile yeniden hatırlatıyorum. Kolayca gözden çıkarılacak, leke diye silinebilecek, kirli ve isimsiz bir damlaydın; seni adam ettim. Yokluğunda seni yakıp yok edebileceğim halde, varlığından niye öç alayım, niye seni önemsiz sayayım? Senin varlığını herkes inkâr ederken ben inkâr etmediğim halde, seni niye unutulmuşluğa terk edeyim? Seni kendime muhatap seçecek kadar önemsediğim halde, niye kurumuş kemiklerini toprakta bırakayım? Seni hiç yoktan yarattığım halde, hiç sebepsiz var eylediğim halde, ikinci defa yaratmakta niye usanayım, niye vazgeçeyim?

     

    - Keşke bunu bize daha sık hatırlatsan!

     

    -Hatırlasana kuşluk vaktini. Her sabah uyandığında yeniden bulmuyor musun bedenini? Gözlerini açar açmaz, hatırlamıyor musun unuttuğunu kendini? Ayrıca, bir bak yeryüzünü ölümünün ardından nasıl dirilttiğime. Kurumuş çubukları, ölmüş dalları, soğumuş kökleri çiçek çiçek, rengarenk, terü taze tenlerle, sıcacık meyvelerle yeni baştan dirilttiğimi görmüyor musun bugünlerde?

     

    - Unutmuşum, Rabbim, affedersin, çok affedersin. Sen affetmeyi çok seversin.

     

    senai demirci


  9. Radyonun yeni çıktığı yıllarda Kayserili bir hanım radyo dinliyormuş.

     

    Radyoda bir Türkü duymuş. Rahmetli Kavuncu’nun “Asmalar da kol uzatmış dallere” isimli Türküsüymüş bu.

     

    Kadın radyoyu kapatmış hemen:

     

    -Vooo bizim herif bu Türküyü çok sever, ağşam herif gelince açak da o da dinlesin..

     

    ***

     

    Bir gün Real Madrid, Fenerbahçe'yle maç yapmak için İstanbul'a gelecekmiş.

    Binmişler uçağa, Real Madrid'li oyuncular çok üzgün. Zidane kaptan olarak sormuş tabi

    - Ne o çocuklar yüzünüzden düşen bin parça?

    Raul demiş ki:

    - Ya abi fenerle oynamayı hiç istemiyoz.

    Stata gelmişler. Hala millet surat yapıyor. Zidane arkadaşlarina;

    - Siz gidin İstanbul'u gezin, ben Fenerbahçe'yle tek basima maç yaparım. demiş.

    Bunu duyan arkadaşlari sevinçten havalara uçmuşlar. Hemen dalmışlar İstanbul gecelerine.

    Maç başlamış. Devre arası Real Madrid'li futbolcular stata gelmişler ve skorboarda bakmislar

    Real Madrid 1:0 önde. Demişler bi Laila yapalım gelelim bari. Maçın sonunda geri gelmişler.

    Bi bakmışlar skor 1:1. Gitmişler soyunma odasına Zidane'yi kutlamaya, ancak Zidane almış başını

    iki elinin arasına ağlıyor.

    - Niye ağlıyorsun, sen bütün takıma karşı tek başına oynadın ve maç berabere bitti. Bu mükemmel bi şey.

    Zidane cevap vermiş;

    - Eğer maçın 60. dakikasında kırmızı kart görmeseydim, farka gidecektim. Ben ona üzülüyorum.

     

    ***


  10. Dünyayı Fethetmemiz Gerekiyor

     

    Dünyayı fethetmemiz gerekiyor. İşgalden bahsetmiyorum, açmaktan bahsediyorum. İslâm’a, İslâm medeniyetine açmalıyız dünyayı. Alimlerimiz, filozoflarımız, münevverlerimiz taarruza geçmeli. Dervişlerimiz taarruza geçmeli. Şairlerimiz, yazarlarımız taarruza geçmeli.

     

    Müzisyenlerimiz, sinemacılarımız, televizyoncularımız taarruza geçmeli. Dünya halklarına medeniyet diye yutturulan Frenk barbarlığını, vahşi kapitalizmi ve emperyalizmi alt etmek, insanlıkla güneşin arasına çekilen perdeyi kaldırmak için seferber olmalıyız. Topyekün taarruz! Topyekün taarruz! Topyekün taarruz!

     

    Kamusal gündemimizin birinci maddesi (ve ikinci maddesi ve üçüncü maddesi…) İslâm medeniyetini canlandırmak olmalı, Nizam-ı Alem olmalı. Sevr’e takılıp kalmak bize yakışmıyor. Türkiye Cumhuriyeti topraklarının bölünmesi tehlikesini vurgulaya vurgulaya bölünme ihtimalini içselleştiriyoruz. Halbuki ruhlarımız, yüreklerimiz ve beyinlerimiz bu sınırlardan taşıp dünyanın öbür ucuna kadar akmalı. İçimizden bir grup, Kafkasya ve Orta Asya’yla entegrasyonun zeminini oluşturmalı. Bir grup, Balkan Müslümanlarıyla entegrasyonun… Bir grup, Ortadoğu’yla entegrasyonun… Sonra, Afrika’yla, Güney Amerika’yla sağlam bağlar kuran gruplarımız olmalı. Ama meselemiz sadece entegrasyon, yani cepheyi genişletmek, yani kendimizi sağlama almak değil. Meselemiz, dünyaya ışık saçmak.

     

    “Bir Huntington, bir Fukuyama…” diye konuşarak, Batı’nın felsefi iflasından başka bir şey ifade etmeyen fikir müsveddesi karın ağrılarını göklere çıkarırken İslâm dünyasının geçmişteki ve günümüzdeki muazzam fikir birkimini aşağılamaya cüret eden bedbahtların veyahut bedhahtların propagandalarına aldanmayalım; kurtuluş formülü bizdedir ve başka da hiçkimsede değildir.

     

    Bir kazayı sağ salim atlattığımız zaman ne deriz? “Verilmiş sadakamız varmış.” Yani biz, kendimizi ancak başkalarına yardım ederek koruyabileceğimize inanırız… Bir zulme şahit olduğumuz zaman ne deriz? “Alma mazlumun âhını, çıkar âheste âheste.” Yani biz inanırız ki, zalim ne kadar güçlü olursa olsun ve mazlum ne kadar güçsüz olursa olsun, hiçbir zulüm zalimin yanına kâr kalmaz… İşte dünya görüşümüz! İşte dünyayı kurtaracak görüş! İşte vahşi kapitalizmin ve emperyalizmin sonunu müjdeleyen hayat felsefesi! İşte tünelin ucundaki ışık! Bu ışığı yaymalıyız. Ve bu ışığı yaymak için Batı’nın kültür emperyalizmine karşı her cephede savaşacak kadar donanımlı olmalıyız. Medeniyetimizi romanlarda, filmlerde, şarkılarda yeniden üretmeliyiz. “Tûti-i mu’cize gûyem, ne desem laf değil” asaletinden “Çeksene elini, kırcan mı belimi” rezaletine geçiş sürecini tersine çevirip, asaletimizi yeniden kuşanmalıyız. Her şey birbiriyle irtibatlı. Aşağılık bir müzik zevkiniz varsa medeniyetiniz olamaz!

     

    Bizim ‘dökülme’ lüksümüz yok. Muhkem bir kale olmalıyız insanlık için. Duruşumuz hayranlık uyandırmalı. Kendi mahallemizden, yani Ortadoğu’dan ve Kafkasya’dan ve Orta Asya’dan ve Balkanlar’dan başlayarak bütün dünyada bir asalet rüzgarı estirmeliyiz. İliklerimize kadar idrak etmeliyiz bu sorumluluğu.

     

    Şair Cevdet Karal anlattı: Bakü’lü gençler arasında Rusça konuşma hastalığı yayılıyormuş… Rusça konuşmak, Ruslar gibi davranmak, medeniyet alameti olarak görülüyormuş bazı çevrelerde; Türkçe (veya Azerice) konuşmak, yerliliği önemsemek ise bayağılık, liyakatsizlik, anakroniklik alameti olarak görülüyormuş… Niye? Çünkü Azeri televizyonlarına bakıyorsunuz, “Azerbaycan Respublikası Prezidenti İlham Aliyev”in günlük mesai haberleri ve üç-beş türküden başka yerli bir şey yok. Türkiye televizyonlarının ekseriyeti ise amiyane tabirle ‘karı oynatıyor’. Dünyaya çekidüzen vermek gibi bir gayesi olan kimselerin kurduğı televizyonlar da var, ama bunlar iç siyaset tartışmalarına öyle gömüldüler ki (ve bu tartışmaları öyle iç karartıcı, öyle ümit kırıcı, öyle yıldırıcı bir üslupla yürütüyorlar ki), Bakü’lü gençlerin yüreğinde ufacık bir kıvılcım bile çaktıramıyorlar. Almanya’ya bakın, Makedonya’ya bakın, Batı Trakya’ya bakın; Türkiye televizyonlarının Türkçe konuşan topluluklar üzerindeki en bariz ve en büyük etkisi, ahlâkı ve asaleti aşındırmak. Arap ve Fars komşularımız üzerinde de yozlaştırıcı bir etkileri var.

     

    Sadece televizyonlarımız (en azından birkaç tanesi) İslâm medeniyetini ihya amacını gütseydi ve bu amaca matuf kaliteli, asaletli, cazibeli programlar (bilhassa filmler, filmler, filmler) yapsaydı, onca eksiğimize-gediğimize rağmen dünyanın altını üstüne getirebilirdik.

     

    Koca insanlık, televizyon çocuğu olmadı mı? Çocuğun kurda kuşa yem olmasını istemiyorsak, üstad Sezai Karakoç’un yıllar önce kurduğu o muhteşem televizyon hayalini bir an evvel gerçekleştirelim: Türkçe’nin yanı sıra Arapça, Farsça, Urduca, İngilizce, Fransızca… yayın yapacak bir İslâm medeniyeti televizyonu!

     

    26.10.2007


  11. Rabbim vefat eden kardeşlerime rahmet, yaralılara şifa, ailelerine sabır ihsan eylesin.İnşallah şu hassas dönemde gerçekleştirilen, istikrarımızı sarsarak bizi gerçek noktalardan uzaklaştırmaya çalışan bu kimselerin eylemleri amacını bulamaz inşaalh, ne denilir bu şahsiyetsiz kimselere, Rabbim katında elbet yerini bulacaktır , eylemleri Hakk katında yanıtsız kalmayacaktır diyelim.


  12. LİLİYÂR

     

    Bu kuklaların kukla olmadığı besbelli

    Ne söyledilerse tıpıtıpına gerçek besbelli

    Altın saçlarını yana atışı yok mu Lilinin

    Lilinin yağdan kıl çekercesine inanışı

    Lilinin yağdan kıl çekercesine yaşayışı yok mu

    Kuklalar titremesin ne yapsın

    Kuklaların kukla olmadığı besbelli

    Lilinin çekip gideceği besbelli

    Lilinin dönüp geleceği besbelli

    Ekmek ha bakkalın olmuş ha Cabaret de Paris'nin

    Sen herhangi bir ekmek yiyeceksin işte Lili

    Ekmek ne kadar Allahınsa Lili de o kadar Allahın Lili

    Yüzün ruhun kadar aydınlık ya Lili

    Gönlün soğuk sular güzel aynalar gibi ya Lili

    Anladın ya kutunun içinden çıkan mendil

    Olamaz Üsküdardan geçeriken bulduğun mendil

     

    Bizi bırakıp nereye gidiyorsun Lili

    Demek bizi bırakıp gidiyorsun Lili

    Sen daima güzeller güzelini bulursun Lili

    Sen istesen de taş yürekli olamazsın

    Sen daima güzeller güzeli olursun Lili

    Demek gideceksin arkana dönüp bakmayacaksın

    Hangi kuş hangi şafakta ölecek görmeyeceksin

    Öyleyse al bu kürkü bu veda kürkünü Lili

    Tüyleri şiirler olan bu mahcup kürkü

    Sen daima Sultanlar Sultanı olursun Lili

    Demek sen gidiyorsun Lili

    Bizi öpmeden mi gideceksin Lili

     

    Lilinin güneşin altında duruşu yok mu

    Perdeleri sıyırıp çirkin adamı burnundan yakalayışı yok mu

    Eline bavulunu alışı yollara koyuluşu yok mu

    Çirkin adamın güzel adam oluşu yok mu

    Yaklaşıp onu saçlarından yakalayışı

    Uzaklaşıp yollarda yol oluşu yok mu

     

    Lilinin bir tavşan gibi koşuşu

    Keklik gibi dönüp bakışı ve yıldırım gibi koşuşu yok mu

    Adam da tam o zaman kapıdan çıkmaz mı dışarı

    Lilinin adamın boynuna çocukça ve çılgınca atılışı yok mu

     

    Ben konuşmasını bilmem Lili.

     

    Sezai Karakoç

    • Like 1

  13. Necip Fazıl’ı yaşatan ses

     

     

    Türk şiirinin 20. yüzyıldaki en güçlü seslerinden biri olan Necip Fazıl Kısakürek, aramızdan ayrılalı 25 yıl oldu. Türkçeye yeni bir ses ve duyuş tarzı getiren Kısakürek, ölümünün üzerinden çeyrek asır geçmesine rağmen düşünce dünyamızı ve şiir dilini derinden etkilemeye devam ediyor.

     

    Necip Fazıl “Türkçe duyuş”u yeniden inşa etmiştir. Şeyh Galip ile zirve yaparak hayatımızdan çekilen klasik şiirimiz, yeni hayata ve zamana denk düşemez hale gelmişti. Şeyh Galip’den sonra da iyi niyetli Divan şairleri bu şiiri yaşatmak ve gündemde tutmak için çaba sarf etmişlerdi. Tanzimat ile başlayan yeni dönemin havası başkaydı ve insanı ve hayatı dillendirecek yeni bir şiir dili bulmak zorundaydı. Yahya Kemal’e gelinceye kadar, bu dilin arayışlarıyla doludur şiirimiz. Ve ilk defa Yahya Kemal, Türkçe duyuşun sentaksını bulan şairdir bana göre. Ve bu buluş, Necip Fazıl ile beraber daha insanî, estetik ve psikolojik bir boyut kazanmıştır. Bir yandan Tekke şiiri, diğer yandan Fransız şiiri ile kurduğu temas, ondaki bu oluşumu mayalandırmış, şair mizacındaki keskin yaratılışla pekişerek şiir dünyamıza benzersiz bir yenilik getirmiştir. Aklı, yapısı, sesi, kelimeleriyle karışık olmayan, dupduru bir su gibidir yazmaya başladığı şiirler. 1924′te yazdığı Serseri şiiri bunun tipik bir örneğidir.

     

    Yeryüzünde yalnız benim serseri,

     

    Yeryüzünde yalnız ben derbederim.

     

    Herkesin dünyada varsa bir yeri,

     

    Ben de bu dünya benimdir derim.

     

    Böylesi bir ses, böylesi bir sentaks, böylesi bir özgünlük, böylesi bir Türkçe karşısında, Tanzimatla başlayan onca arayış süreci ebediyen geçmişe ait bir edebiyat tarihi olgusu haline dönüşüverir. Sisler dağılır, ses ve kakafoni karmaşası sona erer, kulaklar hakiki bir müziği duyarcasına büyülenir. Yeni şair, yeni bir sesle ve kendisini sesleye sesleye katılır kendi yoluna. O yol, birbirine paralel yenilikleri de getirecektir.

     

    Rasim Özdenören’in pek yerinde bir tesbit ile belirttiği gibi Necip Fazıl “hece şiirini kentleştirmiştir” Ve kent, onun şiirinde sosyolojik bir vakıa değil, insanoğlunun kendi varlığını duyduğu, fiziksel bir mekân yanında ruhi bir ortamdır da. Şehir, insan beninin kendisine dönüşecektir. Sadece Necip Fazıl şiiri içinde değil, büsbütün Türk şiiri içinde vazgeçilmez şiirlerden birini yazacaktır şair: Kaldırımlar. Artık bir kere Kaldırımlar şiirine varmış bir dilin şiiri, çağı içinde evrensel diyebileceğimiz bir kudret kazanmış sayılır. Hiçbir edebiyat eleştirmeni, hiçbir tarihçi, hiçbir sanatkâr bu şiirin karşısında kayıtsız kalamaz. Necip Fazıl’ın şair varlığında, millet yeni bir toplum olacaktır, dünkünden daha güçlü, daha ileri… “Kaldırımlar , içimde yaşamış bir insandır” diyecektir şair. Tarih o insanda bütün gerçekliğiyle dönüşecektir. İşte bu insanın macerası herkesleşerek kendisi kalacaktır. Bu duyuş, bu içtenlik, kendi gerçekliği içinde Necip Fazıl şiiriyle birlikte yeni bir açıklık ve derinlik kazandıracaktır şiirimize: psikoloji… Psikoloji, ruh bilimin karmaşık terimlerinden ötede insan varlığının kristalize olmuş bir ifadesine kavuşacak, Necip Fazıl şiiriyle gelen psikoloji, varlığa Türkçede öz değiştirecektir.

     

    O güne değin, bilerek veya bilmeyerek şairler tarafından belli kalıplar ve alışkanlıklarla etkinsizleştirilen eşya, zaman, durum önce yakalandıkları yerde öldürülür, arkasından yeni bir hayata kavuşturulur. “Bu yağmur, kanımı boğan bir iplik, / Tenimde acısız yatan bir bıçak”

     

    Eşya başkalaşır, saklı doğalarındaki çoğul cevherlere kavuşur. Psikoloji bir tür insan refleksi olmaktan çıkar, hayatın merkezinde nefes alıp veren, insandan tabiata ve tabiattan insana doğru salınımlar kazanır. Bu, Türk şiirinde o vakte kadar bu açıklık ve güçte gerçekleşmiş bir şiir durumu değildir. Ve Necip Fazıl, psikolojiyi ölümle, bu kadim duyguyla zaman ötesi bir atmosfere taşır. İnsan ölümle, dünyayı yeniden keşfeder. Dünyaya ölümün gözüyle yeniden bakar.

     

    Ya bin yıl, ya bin asır sonra o gün gelecek

     

    Koklarken küllerimi mezarımda bir böcek

     

    O kadar yanacak ki, bir yüksüklük toprağım,

     

    Yerden bir damar gibi kopup fışkıracağım!

     

    Onun bir aksiyon adamı olduğu hatta bu yönüyle daha çok bilindiği doğrudur. Şiirindeki aksiyonculuğunun en güçlü göstergesi, Sakarya Türküsü olarak kabul edilebilir. Aksiyonu, şiirdeki hareket anlamında da algılayabiliriz burada ve aksiyon ses gibi şiirdeki ölmez ve ayrıştırıcı bir güce yaslanmakla Necip Fazıl şiirini yaşatan bir değer çarpanına bürünmektedir. Ve elbette, ilk hali Senfonya sonraki ismiyle Çile, Necip Fazıl şiirinin ses olduğu kadar, doğduğu andan beri sürüp gelen temel değerlerinin de toplamıdır. Necip Fazıl’ın beninde bir insanlık manifestosu olarak taşları yine Necip Fazıl tarafından örülmüş ve içinde kendisinden başka hiçbir hükümdarın barınamayacağı şehir surlarını andırmaktadır. Bu surların içinde, insan Necip Fazıl otururken, onun dışında, insanlık ve herkes bulunmaktadır. Necip Fazıl şiirini yaşatan ve yaşatacak temel faktör de budur.

     

    Ömer Erdem

    25.05.2008


  14. Japonya Büyük elçisi Uşida, İstanbul’a ayak basar basmaz Atıf Hoca’yı ziyaret eder:

    “Sizin gibi birkaç hoca daha olsaydı, İslamiyet bütün doğuyu, bu arada da Japonya’yı fethederdi..”

     

    Ve Atıf Hoca tam da Cumhuriyet’in yeniliklerinden şapka kanunu çıktığı vakit dini yayan bir hocaydı. İlminin başarısı tüm dünyaya ünlenmiş, yabancı ülkelerden gelen devlet adamları ilk Atıf Hocayı ziyaret ediyor ve giderken ona övgülerle veda ediyorlardı..

    Lakin Devrimci vekiller bundan rahatsızdı. Yeniliklerin önünde bu hocayı engel görüyorlardı ve hemen bir şeyler yapıp hocayı ipe götürmeliydiler.Ama ne yapabilirlerdi? Hoca dini için çalışıyor, siyasetle ilgilenmiyordu. Ve onu bir gün evden aldılar ,alış o alış, hergün hapishane gezdirdiler.Sebebi eseri “Frenk Mukallitliği”nde insanları yeniliklere isyan yaptıracak terimler var.Ama bu yalandı.Bu eser şapka kanunundan önce basılmış ve kanundan sonra satılmıştı.Ve tam son mahkeme günü beraatı kesinleşti ki:

     

    Gece savunmasını hazırladığı zaman, uykuya dalmış ve peygamber efendimiz(s.a.v) rüyasında görmüştü:

    “Yanıma gelmek varken, ne diye müdafaa karalamakla uğraşırsın..”

    ve Atıf hova uyanınca , müdafaasını yırtar.

     

    Ve mahkemede:

    “Vicdanınızın vereceği hükme intizar ediyorum..” der.Kel Ali denilen hakim gülerek:

    “Bize güvenin...” der.Ellerinde artık koz vardır.Ve karar:

    BABAESKİ MÜFTÜSÜ ALİ RIZA İLE MÜDERRİSLERİNDEN İSKİLİPLİ ATIF HOCANIN İDAMINA...

     

    ve Atıf Hoca kararı duyunca sessizce:

    “Zalim ve katillerle elbet mahşer gününde hesaplaşacağız...”

     

    ve ailesine sanki eceliyle ölmüş gibi:

    “ HOCA ATIF VEFAT ETMİŞTİR. Cevaben bildirilir..”

     

    Üstat Necip Fazıl'ın bu eseriyle yeniden zihnim dirildi diyebilirim..Şapka kanunu dolayısıyla inanan insanlara yapılan baskı, İskilipli Atıf Hoca'ya yapılan zulüm , bizi yanlış ezberlerle uyuttuklar menemen olayında

    Şeyh Esad Efendi'ye yapılan haksızlık ... Ezberlenen yanlış bilgilerin hakikat ile silinmesi için , başta okunacak en nadide eserlerden birisidir.

     

    selam ve dua ile


  15. ...

     

    Ne zaman Fethi Paşa Korusu’na gitsem, başörtülü genç kızlar, yanlarındaki yeni yetme oğlanlarla laubali biçimde fingirdeşiyorlar.

     

    Bakıyorum, karşımdan bir bayan geliyor. O da ne? Başını örtmüş, gerisi açıkta. Gülmek geliyor içimden, fakat üzüntü ağır basıyor.

     

    Şu başörtüsü işi böylesine sulandırılmamalıydı. Bir şey maksadından soyutlanarak algılanırsa olacağı budur. Bunda en büyük suç, tesettürü kadının kişiliğini öne çıkaran bir onur değil de erkeği kadından koruyan bir emir olarak algılayan geleneğimizin ve geleneksel kafalarındır.

     

    Önce mütearifeler:

     

    1. Din insan içindir.

     

    2. Dolayısıyla, tüm dini emir ve yasaklar Allah’ın değil, insanın çıkarı içindir.

     

    3. İşte bu yüzden, tüm dini emir ve yasaklar uygulanırken, onu uygulayan insanın bundan elde ettiği çıkarı iyi bilmesi gerekir. Bu çıkarı bilerek emre uymak, insanı “tatmin eder” ve imanı “sorumluluk bilincine” dönüştürür.

     

    4. Bunun için de ilahi mesajı ve buyrukları maksadını gözeterek okumak şarttır. Çünkü Allah amaçsız düzenleme yapmaz, hikmetsiz iş buyurmaz.

     

    Peki tesettür emrinin maksadı nedir?

     

    Bu sorunun cevabını verebilmek için tesettürü emreden ayet olan Ahzab 59. ayetin devamındaki “onların tanınmaları için en uygun olun budur” ibaresi üzerinde yoğunlaşmak şart. Burada altı çizilen kadın kimliğinin hicab yönü ilk saldırıya uğrayan noktadır.

     

    Aslında “hicab” sorunun anahtar kavramı. Hicabı “baş örtüsüne” indirgemek yanlış bir kere. Bizde böyle bir şey var. Hatta hicabı baş değil beden örtüsüne indirgemek. Kur’an’ın yaklaşımına kıyasla yanlış bir anlamadır. Çünkü Kur’an takva örtüsünü ön plana çıkarıyor. “Takva elbisesi, işte budur en önemlisi!” (7.26) Yani, bedenin tesettürü takva örtüsünden, yüreğin ve zihnin tesettüründen ayrı değerlendirilmemelidir.

     

    Hicab; kimlik ve kişiliği öne çıkarmak için

     

    Öncelikle, Kur’an’ın böyle bir bütüncül bakış açısı olduğunu görmekteyiz. Bedenin tesettürünü, zihnin ve kalbin tesettüründen ayrı düşündüğümüz zaman Kur’an’ın bütüncül bakış açısını parçalamış oluruz. Ahzab 59’da geçen ‘li yu’rafne’ (tanınmaları için), bu tek kelime, Arap dilinde, kendi içinde tamamlanmış bir cümledir. Bu tanınmaları için bir gerekçedir. Yani ‘Bu emri niçin verdin Ya Rabbi?’ diyene bir cevaptır. Cevapta iki gerekçe var, iffetli olarak kalmaları ve tanınmaları için. Ama asıl vurgu yapılması gereken kavram, bu ‘tanınmak’ kavramıdır, “li yu’rafne.”

     

    Bu kavramın kök kelimesi ‘arafe’dir. ‘Arafe’ anlam alanı ile düşündüğümüzde “maruf, arif, tarif, marifet” kavramları karşımıza çıkar. Bu hem bir bilince tekabül eder, hem de bir kimliğe tekabül eder. Dolayısıyla buradaki tanınmak sıradan bir “görünce ayrımsamak, fark etmek” değildir. Buradaki tanınmak, çok daha derin ve kendi bağlamı içerisinde sıradan basit bir ayrımsama, ayırdetmeden öte bir kimlik, bir kişilik, bir bilinç, bir şahsiyet vurgusudur.

     

    Dolayısıyla bu ayet ve tesettürle ilgili diğer ayetlerdeki örtünme emrinin temelini kadının kişiliğini şeffaflaştırmak için bedenini örtmek teşkil eder. Kadının kişiliğini şeffaflaştırmak için tanınmak anlamı sıkıştırılmış (zipli) bir ifadedir ki, zaten Kur’an’ın dili sıkıştırılmış bir dildir. İcaz buna denir, Kur’an’ın icazını çözdüğümüzde doğal ve zorunlu biçimde o sıkıştırılmış ifadenin bize daha farklı bir kelime grubu ile yansıması şarttır. Yani aradaki boşlukları doldurmamız gerekir. Onun için “li yu’rafne” ibaresini açarak anlamaya çalışırsak, bu tamamen “kişiliğini şeffaflaştırmak için bedenini örtmek” anlamına gelir.

     

    “Kişilik”le “dişilik” arasında kadın

     

    Bu, tarihte kadına yapılmış en büyük ikramdır. İnsanların önüne çıkaracak bir erdemi, bir kimliği, bir kişiliği bulunmayan bir kadın ille de farkedilmek istiyorsa, insanlara “dişiliğini” gösterecektir; kişiliği yerine dişiliğini. Yani tesettürü emreden Kur’an’ın kadına verdiği açık mesaj şudur: Dişiliğinizle kendinizi görünür kılmak yerine kişiliğinizle/şahsiyetinizle erkek egemen dünyada hak ettiğiniz saygın yeri alın. Onun için tesettür, kadının insan kimliğini teninin önüne koymak demektir.

     

    Tesettür emri, ancak bu yaklaşımla doğru anlaşılabilir. Tesettüre karşı çıkanlar, bilerek veya bilmeyerek kadını kimliksiz ve kişiliksiz yapmak isteyenler, onun teninden haksız kazanç sağlamak isteyen, onu metalaştıran, onu hep edilgen ve zevkine hitap eden bir nesne olarak görmek isteyenlerdir.

     

    Neden böyle isterler? Dikkat ederseniz, kadını kimliksiz ve kişiliksiz görmek isteyenlerin hemen hemen tamamına yakını nefsine kul olmuş erkeklerdir. Neden? Çünkü kimliksiz bir kadının bedenini, estetiğini daha çabuk istismar edebilirler, örseleyebilirler, ondan yararlanabilirler. O sebeple kadının örtüsüne yönelik her düşmanlık, farkında olunsun ya da olunmasın, aslında kadının bedenini istismara açmak isteğinden başka bir şey değildir.

     

    Sonuç: Modern kadın, dişiliği erkekler tarafından tepe tepe sömürülmek amacıyla kişiliği yok edilen kadındır. Eğer Müslüman kadın, tesettürü kişiliğin öne çıkarılması için dişiliğin örtülmesi olarak görmeyip, onu dişiliğini öne çıkarmanın bir aracı kılıyorsa, o tesettür tesettür değildir.

     

    Ona “örtülü çıplak” derler.

     

    Siz kendi değerlerinizi dalgaya alıyorsanız, sizi kim ciddiye alır?

     

    mustafa islamoğlu hacam

×
×
  • Create New...