Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]

rabia BDG

Editor
  • Content Count

    227
  • Joined

  • Last visited

Posts posted by rabia BDG


  1. 5 şubat 1937’de Anayasanın 2.maddesinde yapılan değişikle , altı ilke anayasa menine girdi.

     

    1924 teşkilat-ı esasiye kanunu’nun "türkiye devletinin resmi dili türkçedir; makam ankara şehridir." şeklindeki ikinci maddesi 5 şubat 1937 tarihinde, "türkiye devleti cumhuriyetçi, milliyetçi, halkçı, devletçi, laik ve inkılapçıdır. resmi dili türkçedir. başkenti ankara şehridir." şeklinde değiştirildi.

     

    Yani bu tarihte altı ok anayasamızda yerini almıştır, diyebiliriz. Bilmiyorum bunu mu kasdettiniz, bana göre bu hepsinden daha dikkate değer bir nokta gibi geldi.

     

    selam ve dua ile


  2. ...

     

    Bir mağara düşün dostum. Girişi boydan boya gün ışığına acık bir yeraltı mağarası. İnsanlar düşün bu mağarada. Çocukluktan beri zincire vurulmuş hepsi; ne yerlerinden kıpırdamaları, ne başlarını çevirmeleri kabil, yalnız karşılarını görüyorlar. Arkalarından bir ışık geliyor.. uzaktan, tepede yakılan bir ateşten. Ateşle aralarında bir yol var, yol boyunca alçak bir duvar. Gözbağcıları seyircilerden ayıran setleri bilirsin, üzerlerinde kuklaları sergilerler, öyle bir duvar iste... Ve insanlar düşün, ellerinde eşyalar: Tahtadan taştan insan veya hayvan heykelcikleri, boy boy, biçim biçim. Bu insanlar duvar boyunca yürümektedirler, kimi konuşarak, kimi susarak. Garip bir tablo diyeceksin, hele esirler daha da garip. Doğru.. O esirler ki ömür boyu başlarını çeviremeyecek, kendilerini de, arkadaşlarını da, arkalarından geçen nesneleri de duvara vuran gölgelerinden izleyecekler. Şimdi de mağarada seslerin yankılandığını düşün.. Dışarıdan biri konuştu mu, esirler gölgelerin konuştuğunu sanır, öyle değil mi? Kısaca onlar için tek gerçek var: Gölgeler.

     

    Tutalım ki zincirlerini çözdük esirlerin, onları vehimlerinden kurtardık. Ne olurdu dersin, anlatayım.. Ayağa kalkmağa, başını cevirmeğe, yürümeğe ve ışığa bakmağa zorlanan esir, bunları yaparken acı duyardı.Gözleri kamaşır, gölgelerini görmeğe alıştığı cisimleri tanıyamazdı. Biri, ona: " Ömür boyu gördüklerin hayaldi. Simdi gerçekle karşı karşıyasın" diyecek olsa, sonrada eşyaları bir bır gösterse,"bunlar nedir" diyecek olsa, şaşırıp kalır, mağarada gördüklerini, şimdi gösterilenlerden çok daha gerçek sanırdı.

     

    Bir de düşün ki tutsağı mağaradan çıkarıp dik bir patikada güneşin aydınlattığı bölgelere sürükledik. Bağırdı, yanıp yakıldı, öfkelendi... Kulak asmadık. Gün ışığına yaklaştıkça gözleri daha çok kamaştı. Hiçbirini seçemez oldu gerçek nesnelerin. Sonra, yavaş yavaş alıştı aydınlığa. Önce gölgeleri fark etti, arkasından insanların ve cisimlerin suya vuran akislerini. Aksam olunca göğe çevirdi bakışlarını, ayı gördü, yıldızları gördü. Zamanla güneşin suya vuran akislerine bakabildi. Nihayet gökteki güneşe çevirdi gözlerini. Ve düşünmeğe başladı. Ona öyle geldi ki mevsimleri de, yılları da güneş yaratıyor, görünen dünyanın yöneticisi o. Esirlerin mağarada gördükleri ne varsa onun eseri. Ve eski günlerini hatırladı. Ne kadar yanlış anlamışlardı bilgeliği. Mutluydu şimdi, mağarada kalan arkadaşlarına acıyordu. Eski hayatına, eski vehimlerine dönmemek için her çileye katlanabilirdi.

     

    Adamın mağaraya döndüğünü tasavvur et. Karanlığa kolay kolay alışabilir mi? Dostlarına hakikati söylese dinlerler mi onu? Ağzını açar açmaz alay ederler: "Sen dışarıda gözlerini kaybetmişsin arkadaş. Saçmalıyorsun. Biz yerimizden çok memnunuz. Bizi dışarı çıkmağa zorlayacakların vay haline.."İşte böyle aziz dostum. Sana anlattığım hikaye kendi halimizin tasviridir. Yer altındaki mağara: Görünürler dünyası. Yücelere çıkan tutsak, meseller(idea'lar) alemine yükselen ruh..


  3. Herkes -nefsânî ya da rûhânî- bir derdin peşinde hayatını sürdürüyor. Gençler neyin derdine düşmeli? Bu fânî âlemde gâye ne olmalı?

     

    Bahçıvan ektiği tohumun derdinde olur ise tohum bereket verir. Bîgâne kalırsa tavuklara veya tarla fârelerine gıdâ hazırlamış olur. Kısaca râm olmadan hâkim ve sâhip olmak mümkün değildir.

     

    İnsanın bu imtihan dünyasında en büyük derdi yâni istikbâl endişesi, “Son Nefes” olmalıdır. Zîrâ son nefes, buğusuz, pürüzsüz ve lekesiz bir ayna gibidir. Her insan bu aynada, güzellikleri ve çirkinlikleriyle bütün ömrünü net bir şekilde seyredecektir. O son nefes ânında, gözlere ve kulaklara hiçbir îtiraz ve gaflet perdesi inmez. Bilâkis bütün perdeler kalkar ve her türlü îtiraf; aklı ve vicdânı pişmanlık iklîmine sokar. Sakın!.. Hayâtımızı pişmanlıkla seyrettiğimiz ayna, son nefes olmasın!..

     

    Büyük bir îkâz-ı ilâhî olarak Rabbimiz: “Ey îmân edenler! Allâh’tan, O’na yaraşır şekilde korkun, hakîkî müttâkî olun ve ancak müslümanlar olarak can verin!” (Âl-i İmrân, 102) buyuruyor.

     

    Hayatın gâyesi, güzel bir kul olarak yaşamak ve güzel bir kul olarak can verebilmektir. Zîrâ hedef, Cenâb-ı Hakk’ın beşeriyete armağan ettiği, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in zarif ve duygulu hayatından hisse alıp; derin, ince, rakîk ve hassas bir kul olabilmektir. Bu da Allâh’ın azamet-i ilâhiyesine yaraşır şekilde takvâ sâhibi bir kul olmayı îcâb ettirir ki, inşallah bu sâyede müslüman olarak can verebilelim.

     

    Ne ibrettir ki, insanoğlu ömrü boyunca sayısız kere ölümle yüz yüze gelmektedir. Yaşanan hastalıklar, beklenmeyen sürprizler, meydana gelen felâketler, hayatta her an mevcud olan, fakat insanın gaflet ve acziyeti sebebiyle çoğu kez habersiz olduğu nice hayatî tehlikeler, ölümle insan arasında ne ince bir perde bulunduğunu göstermiyor mu?

    Lâkin çok kere insanoğlu gafleti sebebiyle yağmur damlalarının kayaların üzerinden boşa akıp gitmesi gibi ömür takviminin sayfalarını, her şeyi savuran nefsânî hayat fırtınalarının akışına terk etmektedir.

     

    Müslüman olarak can verebilmek için Hazret-i Osman -radıyallâhu anh- şu altı endişe içinde olmamızı tavsiye buyurur:

     

    1. Îmânı kaybetme korkusu. Zîrâ son nefesin nasıl olacağı meçhuldür.

     

    2. Kendini rezil-rüsvâ edecek şeylerin kıyâmette ortaya çıkması. Zîrâ mahşerde ilâhî ekranlar ile bütün amellerimiz önümüze serildiğinde kendimizi daha yakından tanıyacağız. Âyet-i kerîmelerde buyrulur:

    “Kitabını oku! Bugün sana hesap sorucu olarak kendi nefsin yeter.” (el-İsrâ, 14)

    “İşte o gün yer haberlerini anlatır.” (ez-Zilzâl, 4)

     

    3. Şeytanın Sırât-ı Müstakîm üzerine oturması ve hayır işlerini idlâl etmesi. Âyet-i kerîmede şeytanın şerri hakkında şöyle buyrulur: “Beni azdırmana karşılık, and olsun ki, ben de onları saptırmak için Sen’in doğru yolunun üstüne oturacağım, (kullarını yoldan çıkaracağım).” (el-A‘râf, 16) Yâni iblis, gâfil gönüllere kibir, riyâ, ucub vermek sûretiyle yapılan amelleri zâyi etme peşindedir.

     

    4. Kul dünyevî bir işle meşgûl iken Azrâil -aleyhisselâm-’ın gelip canını alması. Yâni, canımızı secde esnâsında mı, yoksa nefsânî bir öfke ve gaflet ânında mı vereceğiz? Hayatımız, ağzımızdan hak ve hakikate dair bir söz çıkarken mi, yoksa bir dedikodu meclisinde mi son bulacak? Azrâil -aleyhisselâm- yanımıza, gözümüz harama bakarken mi yoksa Kur’ân-ı Kerîm rahlesi başındayken mi gelecek, meçhuldür. Meselâ Hazret-i Osman -radıyallâhu anh- hep bu endişeyi taşıdığı için son nefesini Kur’ân okurken verdi. Nitekim hadîs-i şerîfte, “Kişi yaşadığı hâl üzere ölür ve öldüğü hâl üzere haşrolunur.” (Münâvî, Feyzu’l-kadîr, V, 663) buyrulur.

     

    5. Dünyâ hayatının âhiret hayatını unutturması. Bu tehlikenin bertaraf edilmesi, fânîliği unutmamak ve gönüllere, “Yarın bu nefsin konağı mezar olacaktır!” anlayışını yerleştirmek ile mümkün olacaktır.

     

    6. Âile ve evlâdların insanı gaflete düşürüp Hak ile meşgûliyetten alıkoyması. Bu husustaki îkâz-ı ilâhî âyet-i kerîmede şöyle beyân buyrulur:

    “Biliniz ki, mallarınız ve evlâdlarınız, birer fitnedir (imtihan konusudur). Büyük mükâfât ise, âhirette Allâh nezdindedir.” (el-Enfâl, 28)

     

    Bir Allâh dostu kabristandan geçerken, kendisine keşf olunan kabir hâlini ve mevtâların pişmanlığını şöyle dile getirir:

    “Âh şu insanlar burada yatanların: «Keşke iki rekât daha fazla namaz kılsaydım, huşû içinde fazladan bir kelime-i tevhîd daha getirebilseydim!» diye feryâd edip durduklarını duysalardı…”

     

    Son nefes ve âhiret endişesini müşahhas hâle getiren Hak dostu Rebî bin Heysem, bahçesine bir mezar kazdırmıştı. Kalbinin katılaştığını hissettiği zaman bu kabre girer, bir müddet orada kalırdı. Birgün dünyâya vedâ edeceğini ve mezârda bir istiğfâr ve sadakaya muhtaç vaziyette kalacağını tefekkür eder, âhiretteki hesabını düşünerek bir muhâsebe iklîmine girerdi. Daha sonra, “Nihâyet onlardan birine ölüm gelip çattığında: «Rabbim! Beni geri gönder; tâ ki boşa geçirdiğim dünyâda sâlih ameller işleyeyim.» der.” (el-Mü’minûn, 99-100) âyetlerini okurdu. Mezardan çıkınca da kendi kendine:

    “–Ey Rebî! Bak, bugün geri çevrildin. Bu talebinin kabul edilmeyeceği, dünyâya geri gönderilmeyeceğin bir vakit de gelecektir. Şimdiden tedbirini al ve sâlih amellerini, Allâh yolundaki gayretlerini ve âhiret hazırlıklarını ziyâdeleştir.” derdi.

     

    Demek ki insanın en mühim meselesi, dünyâdaki bir takım nefsânî menfaatlerden vazgeçerek Cenâb-ı Hakk’ı kalpte tanımak sûretiyle, âyet-i kerîmede medhedilen “Bilenler”den olabilmektir. Bu sâyede ibâdetler feyiz ve bereket kazanır, nefsânî arzular dizginlenerek ruhânî hayât inkişâf eder.

     

    Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-: “Yarın âhirette hesâba çekilmeden evvel kendinizi hesâba çekiniz.” buyuruyor. (Tirmizî, Kıyâmet, 25/2459) Demek ki dâimî bir muhâsebe hâlinde olmamız gerekiyor. Bugün ben Allâh için ne yaptım? Kitap ve Sünnet’in muhtevâsı içinde ne kadar yaşayabildim? Mes’ûliyetimin şuurunda mıyım? Allâh yolunda ne kadar fedâkarlık yapabildim? Müslümanların derdiyle ne kadar dertlendim? diye tefekkür ederek en mühim derdimiz olan âhiret endişemizi canlı tutacak bir muhâsebe iklîminde yaşamalıyız. Bu muhâsebe hâlini en güzel şekilde idrâk eden Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-, geceleri sırtında un çuvalı ile dolaşarak yalnızların, kimsesizlerin ve muhtaçların gönül iklimine girmeye çalışırdı.

     

    Dünyevî imtihanlar defâlarca tekrarlanabilir. Dâimâ bir sonraki imtihanda kazanma ümîdi ve şansı mevcuttur. Âhiret imtihanı ise bir defâya mahsustur. O da bu cihân dershanesinde verilmektedir. Vefât ettikten sonra ikinci bir imtihan hakkı yoktur. Cenâb-ı Hak bu hususta kullarını şöyle îkâz buyurur:

    “Onlar orada imdâd istemek için şöyle feryâd ederler: «Ey Yüce Rabbimiz! Ne olur, bizi buradan çıkar, tekrar dünyâya gönder de, daha önce yaptıklarımızı terk ederek sâlih ameller işleyelim!» Allâh Teâlâ onlara şöyle buyurur: “Biz, size, düşünüp ibret alacak, hakîkati görebilecek kimsenin düşünmesine yetecek kadar uzun bir ömür vermedik mi? Hem size peygamber de gelip uyardı. Öyleyse tadın azabı! Zâlimlerin hiç bir yardımcısı yoktur!” (Fâtır, 37)

     

    Yâ Rabbi! Son nefesimizi Cemâl-i İlâhî’ne kavuşma aşk ve iştiyâkıyla verebilmeye medâr olacak feyizli bir ömür yaşamayı cümlemize nasîb eyle! Âmîn!..

     

    (Osman Nuri Topbaş)

     

    AMİN...


  4. "Sabır Direniştir"

     

    Düşünsenize bir: Hastalık olmasaydı sıhhatin, ölüm olmasaydı hayatın, yaşlılık olmasaydı gençliğin, yokluk olmasaydı varlığın, kötü olmasaydı iyinin, küfür olmasaydı imanın, cehennem olmasaydı cennetin, karanlık olmasaydı aydınlığın, çirkin olmasaydı güzelin kıymeti bilinir miydi?

     

    Hayat yolu dümdüz ve pürüzsüz olsaydı, yürümek bu kadar cazip olur muydu? Her şey birbirinin aynı olsaydı, öğrenmenin temel taşı olan merak tahrik olur muydu? Tüm insanlar aynı planyadan çıkmış gibi birbirinin tıpkısı olsaydı, tanımak için küçük parmağımızı oynatmaya gerek kalır mıydı?

     

    Eğer her zorluğun yanında bir kolaylık, her derdin bir dermanı, her ıstırabın bir bilgeliği, her çekilen acının bir hasılatı, her musibetin bir nasihati, her kederin bir bedeli olmasaydı hayat yaşanmaya değer miydi?

     

    Hepsinden öte sabır bu kadar değerli olur muydu?

     

    Sabır. Birçok kavram gibi kirlettiğimiz, kargaşaya kurban ettiğimiz, içeriğini darmadağın ettiğimiz, sonra da dönüp haksızlık ettiğimiz muhteşem bir kavram.

     

    “Sabreden derviş, muradına ermiş” gibi harika bir deyim, nasıl oldu da “Sabreden derviş, sabrede ede gebermiş” gibi soysuz ve hayasız bir lafa dönüştü?

     

    Nasıl olacak? Sabır kavramının zihnimizde uğradığı tahrif sonucunda elbette.

     

    Sabır, herkesin her istediğini “Hemen, şimdi!” sloganıyla elde etmeye çalıştığı acele ve ecele giden kendini bilmezler çağında, “Asla vazgeçmem, zamanı gelinceye kadar beklerim” diyebilme kararlılığıdır.

     

    Şeyh Bedreddin Varidat’ında diyordu ki “Evme (acele etme)! Unutma ki her yemişin bir mevsimi vardır: Sen de mevsimini bekle!”

     

    Yakıcı yaz güneşinin altında sabırla zamanını beklemeyi bilmeseydi, çağla şekerpare, koruk kayısı, kelek kavun olur muydu?

     

    Sabır; omuzladığın mukaddes yükü götürürken rüzgar tersinden esmeye başladığında geri dönmemek, yükü atmamak, yolu satmamak, yola yatmamaktır. Sırtını yüke verip göğsünü rüzgara siper etmektir.

     

    Her rüzgarın bir ömrü, her Nemrud’un bir İbrahim’i, her Firavun’un bir Musa’sı, her kışın bir yazı, her gecenin bir sabahı, her derdin bir dermanı olduğunu unutmamaktır.

     

    Sözün özü, sabır direniştir. Kur’an “Allah sabredenleri sever” derken işte bunu demiş olur: Allah direnenleri sever. Yine Kur’an “Ey iman edenler! Sabredin” derken bunu demiş olur. Yani: Ey iman edenler! Direnin!

     

    Hepsinden öte Asr Suresi, işte bu nedenle “sabır” suresidir:“Asra yemin olsun ki insanlık hüsrandadır! Ancak iman edenler, salih amel işleyenler, hakkı tavsiye edenler ve sabrı tavsiye edenler müstesna!”

     

    Son ayetin açılımı şudur: Hakkı tavsiye etmenin bir bedeli vardır. Çünkü siz hakikate tabi olup onu tavsiye ettiğinizde, varlığını yalana adayanlar ister istemez bundan rahatsız olurlar. Hakikat güneşinin doğuşundan rahatsız olanlar, ülkeyi mağaraya çevirmenin yolunu ararlar.

     

    Bu durumda hakikati savunmanın bir faturası vardır ve size bunu pahalıya ödetmeye çalışırlar. Ayetin son kısmı işte bunu söyler: Hakikati savunmanın bedelini ödemek gerektiğinde de sabrı tavsiye edin. Hakikat üzerinde direnin ve asla geri adım atmayın.

     

    Öyle ya, hem hakkı savunacaksınız hem de başınız sıkışınca savunduğunuz hak siperini terk edip kaçacaksınız. Bu yakışır mı? Günah işlemenin bile bir bedeli olsun da sevap işlemenin bir bedeli olmasın mı? Kumarbazlar bile bir risk alırken hakikati savunanlar hiçbir risk almasınlar mı?

     

    Hakikate olan sadakatiniz, onun uğruna nereye kadar ne bedeli göze aldığınızla orantılıdır. Ne diyordu

     

    Kur’an: “İnanıyorsanız, üstün gelecek olan sizsiniz!”

     

    (m.islamoğlu)

     

    Bir müslüman için sabretmek kadar güzel hem de sabretmek kadar ağır bir yük olamaz herhalde. Rabbim , müslüman kardeşlerime, her türlü zorlukta; İslam'ın çizgisinden ayırmasın ,

    bize sabretmeyi ve sabırla pişmeyi nasip buyursun inşallah.


  5. çanakkalede hiç laik var mıydı ??

     

    İngilizleri bilmem. Almanları da. Ama, Müslüman Osmanlı’lar arasında, bir tek laik olmadığına kalıbımı basarım.

     

    “Çanakkale laiktir laik kalacak!” tayfasına bakmayın siz. Çanakkale’de arasan, damızlık bir laik bulamazsın. Kaymakam (Yarbay) rütbesiyle Çanakkale’de görev yapan Mustafa Kemal bile o tarihte “laik” değildi.

     

    Niçin?

    Niçin olacak, etrafını sonradan çevirecek olan “laik” tayfa ölümün kol gezdiği Çanakkale’de yoktu da onun için. Malum, bu tayfa “ölümü” değil “yaşamı” sever. Çanakkale ölünecek yer, “Gel keyfim gel” yaşanacak yer değil.

     

    Sayın laiklerimiz de dahil, herkesin dürüstlükle cevap vermesi gereken bir sorum var: Çanakkale’de ölüme koşan

    Osmanlı askeri, neye referansla ölüme koştu?

     

    Irka referansla mı? Olamaz. Gidin Çanakkale’ye, okuyun mezar taşlarını. Kimi Türk, kimi Arap, kimi Kürt, kimi

    Arnavut, kimi Laz, kimi Çerkez, Kimi Boşnak, kimi Pomak.

     

    Toprağa referansla mı? Olamaz. Gidin Çanakkale’ye, okuyun mezar taşlarını. O insanların yaşadıkları yerlerde şimdi 30’a yakın devlet var. Er Medineli Muhammed’in Medine’si nere, Çanakkale nere!..

     

    Laikliğe referansla mı? Mesela şöyle bir komut: “Laiklik aşkına vurun yiğitler!..”

     

    Niye gülüyorsunuz? Ben ciddiyim. Sahi, Çanakkale’de biri böyle bir komut verse, bırakın Çanakkale’yi İstiklal Savaşında verse, o adama ne yaparlardı?

    Dahası, laiklik uğruna göz kırpmadan ölüme koşacak bir kişi çıkar mıydı? Dürüst olalım, çıkmazdı. Çıkmaması bir yana, böyle bir komut veren adamı tefe koyar çalarlar, süngü takıp kovalarlardı.

     

    Kaymakam Mustafa Kemal de dahil, askere ölüm komutu veren herkes bu komutu bir tek referansla verdi: İslâm. Allah, iman, Kur’an, şehadet, ahiret, cennet, gaza, gazi hep aynı referansa atıfla anlaşılacak değerler.

    Çanakkale’yi büyük ve değerli kılan rakamlar ve kendi kendimize söylediğimiz “sevimli (!) yalanlar” değildir.

    Doğrudur, şehid sayısı verirken rakamları abartma huyumuz burada da depreşir ve 250 bin rakamını çok severiz. Sanki 55 bin şehit azmış gibi.

     

    Tatlı yalanlardan biridir “Çanakkale geçilmez”. Geçilmiştir maalesef, müttefik denizaltıları İstanbul önlerine kadar gelip fink atmıştır. Bu maddi olanı. Birde manevi “geçilme” vardır ki, bu hepsinden beterdir. Elin İngiliz-Fransız gavuru sadece “boğazımızı” değil, yüreğimizi, zihniyetimizi, iddialarımızı, kimliğimizi ezip geçmiştir. Dün kendisine karşı Çanakkale’yi koruduklarımızı, savaş sonrası ülkenin başköşesine buyur etmişiz, milyonlarca genç aklı ve yüreği onların eline, alın “nesine geçerseniz geçin” diyerek teslim etmişizdir.

    Söyleyin Allah aşkına, biz kendi kapımızı İngilizler de kendi kapılarını açsa ve “geçiş serbest” dense, neresi nereye akar dersiniz?

     

    Çanakkale savaşı, kötü yönetilmiş, yanlış sevk ve idare edilmiş bir muharebedir. Müslüman ordumuzun tüm kahramanca direnişine, dünyada eşi görülmemiş fedakarlıklar göstermesine, “Bedrin arslanları” gibi cihad etmesine rağmen bu böyledir. Bu yanlışın iki sorumlusu vardır: Gavur aşığı İttihatçı çete ve Almanlar.

     

    Savaşın emir komutası kendisine verilen 5. Ordu Komutanı Alman General Liman von Sanders, savaş stratejisini müttefikleri yenme üzerine değil, daha çok müttefik askerini Çanakkale’ye çekme ve orada oyalama üzerine kurmuştur. 9. Tümen Komutanı Albay Halil Sami Bey, bu adamın tüm hakaret ve münasebetsizliklerine rağmen, 60 km’lik kıyı şeridini kahramanca savunmuş şerefli bir Osmanlı subayıdır.

    Patlamayan Alman su mayınlarının sırrı şimdi bile hâlâ anlaşılamamıştır.

     

    Kendi kendimize söylediğimiz yalanlardan biri de Kaymakam (Yarbay) Mustafa Kemal’i adeta Çanakkale’nin “bir numarası” yapma numaramızdır. Hakkını yememek lazım, Yarbay Mustafa Kemal’in cephe gerisindeki hizmeti en az cephedekiler kadar önemlidir. Hatta savaş stratejisine dair getirdiği eleştirilere bakıldığında, Enver Paşa’dan da Alman General’den de daha isabetli ve kurmayca olduğu görülür. Fakat her şeye rağmen o Çanakkale savaşında yer alan subay hiyerarşisinde tâ 70. sırada yer alan “yarbay” rütbesinde bir subaydır.

     

    Mustafa Kemal Paşa’nın Cumhurbaşkanı iken Ruşen Eşref’e verdiği bir mülakattan öğreniyoruz ki, o düşman saldırısının başladığını, ihtiyat kuvvetlerinin tutulduğu cephe gerisi olan Bigalı köyünde uzaktan gelen top seslerinden anlamıştır. Abartı hastalığımız, ideolojik taraftarlıkla birleşince ortaya daha komik durumlar çıkmaktadır. Mesela, Çanakkale’deki kitabeye Kemal Paşa’nın rütbesini “yarbay” yerine “albay” yazma kurnazlığımız gibi. Çanakkale zaferinin altın ismi Albay Halil Sami Bey’in adını, 2002 yılına kadar hiçbir kitabede zikretmeyip, gelen tepkiler üzerine Ezineli Yahya Çavuş kitabesinin içerisine lütfen koyma uyanıklılığımız gibi.

     

    Sözün özü: Çanakkale destanı, rakamların ve makamların değil, imanın destanıdır.

     

    mustafa islamoğlu


  6. AZINLIK

     

    Satıcı simsarlar verdi el ele

    “Bölünmez” ülkeye girdi azınlık..

    Her yana dal-budak saldı mesele

    Postunu divana serdi azınlık..

     

    Kaboğlu fitneyi doldurdu kaba

    Gösterdi olağan dışı bir çaba

    Oran baskın çıktı, dedik merhaba

    Ortamı sinsice gerdi azınlık..

     

    Yazmadı tarihler böyle hinliği

    Şaşırttı şeytanı kurul cinliği

    Bu kasap mantığı, bu pişkinliği

    “Al kurtul” ödülü, gördü azınlık..

     

    Düşündüm, kimlerle yarıştı aklım

    Nihayet öfkemle barıştı aklım

    Okudum raporu, karıştı aklım

    Saydım beş kişinin dördü azınlık..

     

    Avrupa yurdumu bölmek istiyor

    En az beş parçada görmek istiyor

    Tez günde mezara gömmek istiyor

    Amacı, gayesi, derdi azınlık..

     

    Doymadılar yiyip içtikleriyle

    Onulmaz yaralar açtıklarıyla

    Devşirme güruhtan seçtikleriyle

    Jokerleri öne sürdü azınlık..

     

    Haçlı Avrupa’sı düğmeye bastı

    Yerli uşakları fikrini kustu

    Gözcüler uyudu, sözcüler sustu

    Yuların ipini kırdı azınlık..

     

    Papaz kilisede tezgâhı kurmuş

    Anahtar satarak milyarlar vurmuş

    Diyalog esnafı selâma durmuş

    Muradı maksada erdi azınlık..

     

    Kayboldu hamamın tarağı, tası

    Bitmedi irtica paranoyası

    “Ekümenlik Patrik” oyunun as’ı

    Hatayı, Mardin’i sardı azınlık..

     

    AB yollarına düşer gideriz

    Gelme deseler de koşar gideriz

    Bir garip âlemde yaşar gideriz

    Bekliyor kapıda ferdî azınlık..

     

    Kimliğin Türk, dinin İslâm, orda kal

    Yazılan raporu oku, ibret al

    Ey sahibi devlet, söyle, bu ne hâl? !

    Diyorlar ki “Türk’ü-Kürdü azınlık”…


  7. Gözyaşım,

    Dizeler güzeli dedim sana inci inci, ve güzeller incisi koydum adını dizi dizi… Yabanlara gönderdiğimsin hem akın akın, hem canımı verdiğimsin uzak yakın… Sevgilinin geleceği yolları sulayıp süpürmek için sakladım seni… Kirpiklerimi süpürge ettim; sultanlar ayağına düşürmek için tuttum ve bırakmadım seni.

     

    Gözyaşım,

    Bütün boşluklarını sen doldurdun ömrümün… Söylenmedik sözler yerine sen vardın yanımda. Sevdaya dair yeminlerden sonra sen vardın. Köhne zamanın direnci adına, acı çağların yaşlısı ve genci adına yine sen vardın. Dikenler gülden habersiz iken, gözler dilden de fersiz iken; zamanından geriye düşmüş acılar için, mânâda biçimleri yitiren sancılar için; aynalarda eriyen sırlardan taşarak, ucu kıyamete çıkan asırları aşarak; gerçekten daha gerçek kelamlarda ve Güzeller Güzeli’nden vuslat müjdeli selamlarda sen vardın… Hep sen vardın…

     

    Bir gözyaşı, gül mevsiminde güle karşı akarsa aşk olur adı; sevgiyi damıtır en derin yerinden. Suçlardan sonra tenha gecelerde akarsa tevbedir tadı; gönülleri arıtır en kara kirinden. Madem ki gözyaşı bir kutlu demdir, elbette bir erdemdir.

     

    Bir gözyaşı, bir cevherdir ateşten kaynayan ve alev gibi yanan. Özü sudur ama avuçta bir yalım, gönülde bir yangın olur. Bir ateş düşünün, dumanı âh ile çıkar da külleri göz yaşına karışır ya… Hayat bir mum alegorisidir hani, mumun başındaki yanış gözde yaş olur da gözyaşı alevle barışır ya…Alev can ipliğini yakınca, acıdır ki, bedenini eritir de mumun, su ile alev birbiriyle yarışır ya… Aşıka göre cennet olur cinnet ve kendi gözyaşında boğulur akıbet…

     

    Gözyaşıdır ki yıkayarak yakar, yakarak yıkar. Arıtır ve eritir; temizler ve gizler… Fazilettir, diyettir… Bu yüzden denilir ki gözyaşı yiğitler kârıdır ve civanmertler vakarıdır.

     

    Şaire unuttuğu mısrayı bir gözyaşı hatırlatır, şehrazad üveyikler uçuran acıları bir gözyaşı anlatır. Sancılı damarlarda ölümcül çılgınlıkları gözyaşıdır okuyan satır satır. Toplasan gözyaşlarını âşıkın, dalgalı bir deniz olur; süzülürken bağrından, yakar geçer iz olur. Yalnız doğar gibi her insan, yalnız akar her damla ve yağmur yağmur gözyaşıyla ıslanır nisan. Bir kere ölür de kahır yüklü savaşlarda nice aylar batar ve Filistin’de sapanlar çakıl taşları, takaroflar kurşun yerine gözyaşı atar. Ceylanları âmâ düşürünce avcılar, avcıları ceylanlar vurur, ve hamuru sevdaların, gözyaşıyla yoğrulur. En son, yağmur kuşları konar kuşpalazı çocukların salıncaklarına, gözyaşı şefkat olur.

     

    Gözyaşı ki, kişinin kendisiyle kavgasının sonunda akarsa tomur tomur mercandır; ve eğer pişmanlıklarla tartılırsa mübarek bir heyecandır.

     

    Gül yüzlülerin kirini gülsuyu kokan gözyaşları alır…Ve damla damla gül dökülen ellerde gül kokusu kalır.

     

    Tohumu eken bilir

    Göz yaşın döken bilir

    Gül kadrin diken değil

    Çileyi çeken bilir

     

    Ve ey gözyaşım,

     

    Bulutuna sadık yağmurlar gibi gel, ve kadim bir dostu uğurlar gibi git… Bir atımlık mesafede yalnızlığın kurşunlanan coşkusuyla gel, geleceği savaşa mecbur annelerin korkusuyla git… Geceyi içine döken tomurcukların yeşiliyle gel; goncayı açılsın diye bekleyen bülbülün diliyle git…Bülbüller konan dallarda yaprak gibi gel, ve derinlerde bendini yıkan bir ırmak gibi git. Yalınkalem savaşlara meftun acılarla gel, pişmanlık dolu yüreklerden sancılarla git…

     

    Ve ağlamaktan korkma gözüm!..

     

    iskender pala


  8. “Yeni Ankara”nın mimarlarına selam olsun!

     

    Bu milleti onyıllar boyunca Batı kamçısıyla dövenler, bu millete karşı onyıllar boyunca emperyalistlerle iş tutanlar, bu milletin menfaatlerini ve haysiyetini onyıllar boyunca Amerika Birleşik Devletleri'ne / NATO'ya peşkeş çekenler, zaten bu milletle dalaşmak için kurdukları çalışma grubunun ismine de “BATI” diyerek menfaatlerini müstevlilerin menfaatleriyle birleştirdiklerini en ufak bir şüpheye mahal bırakmayacak şekilde faş edenler, şu son birkaç yıldır, faşist meşrepli solcularla el ele, “kuva-yı milliyecilik” ve “ulusalcılık” oynuyorlar.

     

    Pentagon, CIA, MOSSAD ve NATO'nun fitne-fesat merkezlerinde yetiştirilerek başımıza musallat edilen casuslar ve onların meclis, medya, sivil toplum kuruluşları ve yüksek bürokrasinin bütün 'cephe'lerindeki sözde sosyalist yahut sözde milliyetçi uzantıları, “Amerikancı hükümet”e karşı ulusal bir duruluş sergilediklerini iddia ediyorlar.

     

    Güya vatan satılıyor da onlar kurtaracak vatanı.

     

    Gelin görün ki, Amerikan faşizminin/emperyalizminin çağımızdaki en fanatik ideologlarından Michael Rubin, AK Parti hükümetini yerin dibine batırırken bu “kuva-yı milliyeci”/”ulusalcı” zevatı göklere çıkarıyor (Genelkurmay da bu adamı Ankara'ya davet ediyor!!!).

     

    ABD'nin hedefindeki İran'a ısrarla sahip çıkan, Suriye yönetimiyle can-ciğer kuzu sarması olan, HAMAS'la gizli-açık diyaloglar geliştiren, ABD Başkanı Bush'un şiddetli muhalefet şerhine rağmen Irak Başbakanı Nuri Maliki'yi baştacı eden AK Parti hükümetinin Michael Rubin'i çileden çıkarmasında anormal bir şey yok da, ABD'nin menfaatlerine hizmet ettiği gerekçesiyle AK Parti iktidarının askeri darbe -yahut başka türden bir bürokratik darbe- yoluyla alaşağı edilmesini savunan “kuva-yı milliyeci”/”ulusalcı” kanaat önderlerinin Michael Rubin tarafından isim isim anılarak övülmesi çok acayip değil mi?

     

    Aslında değil.

     

    Hiç değil.

     

    Zira “kuva-yı milliyeci”/”ulusalcı” zevatın tamamına yakını din düşmanıdır, savundukları darbe de din düşmanı bir darbedir ve din düşmanlığının hüküm sürdüğü (yani din düşmanı idareyle dindar halkın birbirine diş bilediği) bir Türkiye ister istemez emperyalizmin ağındaki bir Türkiye olacaktır.

     

    Müslümanlığı bastırılan bir Türkiye'nin Asya ve Afrika'da kendi başına ve kendi adına mevzi kazanması (yahut şu son yıllarda kazandığı mevzileri koruyup genişletmesi) mümkün olamayacağına göre, Türkiye ister istemez emperyalistlerin taşeronluğunu yapacaktır.

     

    Geçmişte böyle oldu, gelecekte de böyle olması isteniyor.

     

    Michael Rubin gibi Amerikan faşistleri istiyor böyle olmasını.

     

    Emin olun, Başbakan Erdoğan'ın kankası pozlarındaki ABD Başkanı Bush da istiyor.

     

    Pentagon da istiyor, CIA de istiyor.

     

    Millet çoğunluğunun iradesine, Meclis'e, demokratik sisteme yönelik müdahalelerin 'resmi' gerekçeleri ne olursa olsun, bu müdahaleler kesinlikle “Türkiye'nin bir Amerikan uşağı olarak muhafazası” projesine hizmet ediyor... Anti-Amerikan/anti-emperyalist bir söylemle darbe çığırtkanlığı yapan “ulusalcı” takım, Michael Rubin'lere çalışıyor…

    Devletin içinde, bu ihanetin önüne geçmeye çalışan ve Türkiye'yi şu müzmin devlet-millet çatışması hastalığından kurtarmaya azmeden kadroların olduğunu öteden beri duyuyorduk (bilhassa Tamer Korkmaz'dan).

     

    Dünkü gelişmeler bu kadroların varlığını -bir kere daha- doğrulamış oldu.

     

    “Yeni Ankara”nın mimarlarına selam olsun!

     

    O Ankara er veya geç payidar olacaktır inşaallah.

     

    02.07.2008


  9. "Mü'min erkeklere gözlerini harama bakmaktan sakındırmalarını ve mahrem yerlerini korumalarını söyle. Bu onlar için en güvenceli arınma yoludur. Hiç şüphesiz onlar ne yaparsa Allah ondan haberdardır."

     

    Mü'min kadınlara de ki;Harama bakmasın-bundan çekinsinler, mahrem yerlerini korusunlar. Kendiliğinden görünenleri dışındaki süslerini(Farklı dizayn edilmiş bedenlerini-süslerini) teşhir etmesinler.

     

    Baş örtülerinin uçlarını yaka altlarına kadar sarkıtsınlar.

     

    Süslerini ve cazibelerini kocalarından, babalarından, kayınbabalarından, öz oğullarından, üvey oğullarından, erkek kardeşlerinden, erkek kardeşlerinin oğullarından, kız kardeşlerinin oğullarından, müslüman kadınlardan, elleri altındaki kölelerden, cinsel arzuları sönmüş erkek hizmetçilerden, kadınların avret yerlerinin henüz farkında olmayan erkek çocuklarından başka hiç kimseye göstermesinler.

     

    Yabancı bakışlardan gizledikleri süsleri ve cazibeleri belli olsun diye ses çıkaracak adımlarla yürümesinler."

    (Nur Suresi 30-31.ayetler)

     

    Nur 31. ayetin başörtüsünü emreden cümlesi aslında neyi emretmektedir?

    Açık ve net olarak şunu: Cahiliye döneminde bir aksesuar olarak başın üzerinden sırta atılan örtüyü bütün bir boynu ve gerdanı da kapatacak şekilde mazbutça örtmeyi.

    Tabiî ki bu emir Allah'ın kitabına uyacaklar içindir. Kitaba uymak yerine kitabına uydurmaya ne gerek var? Yalan yanlış türrehatı yayıp vebale girmeye ne gerek var?

    Unutmayalım İslam "teslim almak" değil "teslim olmak" manasına gelir. (m.islamoğlu)

     

    Başörtülü kardeşim herşeyiyle toplum içinde davranışlarına dikkat etmeli, hareketlerindeki o muazzam dengeyi korumaya çalışmalı, sadece giyinişiyle değil hal ve hareketleriylede İslam'ı hatırlatmalıdır.

     

    Ama ne yazık ki gerçektende günümüzdeki başörtülü kardeşlerim büyük bir gaflet içinde bulunmakta ve bunun yanında, modern yaşama kendilerini teslim ederek ,bu gaflet her geçen gün iyice büyümektedir. Kur'an'da geçen ayeti kerimede , neyi örteceklerini anlamalarına karşın, "nasıl" örtmeleri gerektiğini kavrayamamışlar ve bu güzel ayetin manasına erişememişlerdir. Bütün sorunda işte bu noktada başlamaktadır.

     

    Eğer ki bir müslime , başörtüsünü taşıyamayacaksa , ona hakkıyla teslim olamayacaksa neden başörtü takar, neden onu teslim alır, kendine uydurur? Önce neyi niçin yapmamız gerekiyor , onu idrak etmeliyiz .

     

    selam ve dua ile


  10. Abdurrahim Karakoç - Vakit - 22.06.2008

     

    Aldanıyorlar..

    Vakit maddi menfaat için çıkan gazete değildir.. İnandığını yazıyor orada her yazar.. Biliyorlar her yazdıklarından dolayı tazminata mahkum olacaklarını.. Amma ne gam!..

    Cenazelerin bile nereye gömüleceğine, ya da gömülmeyeceğine biz karar veririz mantığı sahipleri, boşa yorulmaktalar..

    Bu düzen böyle gitmez..

    Düzenin düzencileri hiçbir surette iflah olmazlar..

    Bari varlığı beş para etmeyecek edepsizleri namusluların üzerine saldırtmasalar da, kendileri de muhatapları da rahat etseler olmaz mı?

    Olmuyor herhalde..

    Zira, korkaktırlar..

     

    -------------

    Sakın ha hiçbir yerde VAKİT sözü duymasın

    Duyduğu an köpürür-saldırır dönek HaCo..

    Hiçbir zaman hırsına, kabrisine doymasın

    VAKİT gündeme düşse çıldırır dönek HaCo..

     

     

    ...


  11. biliyorsunuz, malumunuz bugünlerde medyada bir hareketlilik var. Farklı bir zemin oluşturma çabaları artık gittikçe , göz önünde yapılmaya başlandı. Farklı bir hava var, rahatsız eden bir hava. Aydınlığın üstüne, ısrarla siyahı çekmek isteyen bir hava.

     

    İşte tam bu hava içerisinde,Oktay Ekşi ve Hürriyet’in açmış olduğu bir dava nedeniyle Vakit Gazetesi Ankara Bürosu'nun bilgisayarları haczedildi. Vakit, bugünkü sayısında da kendine yakışır bir tavırla 'Ne susarız, ne de yılarız' manşetini kullanarak haciz olayına sert tepki gösterdi.

    Vakit Gazetesi'nin konuyla ilgili haberinde Hürriyet’e 4 bin, Oktay Ekşi’ye 3 bin YTL manevi tazminat kararı verildiği ancak, kararın temyize götürüldüğünü belirtilirken, "9 Haziran 2005 tarihli ‘Doğan Grubu’nun Amacı (Ömer) Dinçer’e Baskı’ başlıklı haber nedeniyle davanın açıldığı yazılı.

     

    “Bilgisayarlarımızdaki bilgiler ve dokümanları almamıza bile müsaade etmek istemeyen icra memurları ile muhabirlerimiz arasında tartışmalar yaşandı. Muhabirlerimizin hukuksuzluğu ve keyfiliği dile getirmelerine rağmen avukatımız Hacı Ali Özhan’ın büroya gelmesi de beklenilmeden icra işlemi başlatıldı ve bilgisayarlarımızla birlikte haber kaynağımız olan faksımız bile sökülerek haczedildi. Bilgisayarlarımızın haczedilmesiyle muhabirlerimiz haberlerini internet kafede yazmak zorunda kaldı.” vakit

     

     

    Haczin Anayasa’ya ve İcra ve İflas Kanunu’na aykırı olduğunu kaydeden Vakit, çok açıktır ki, son zamanlarda yaptığı haberler nedeniyle susturulmak isteniyor.Hakikatin sesi , malum kişileri epey rahatsız etmeye başladı ki, mevkilerinde tedirgin olmaya başladılar. Ama vakitte bunun üstesinden gelmeyi başaracak inşALLAH.

     

    Bu olayı köşesine taşıyan Vakit gazetesi yazarı Ali İhsan Karahasanoğlu ayrıntıları şu şekilde kaleme aldı:

     

     

    Dikkat dikkat! Acilen Aydın beye 4 Ekşi amcaya 3 milyar aranıyor!

     

    Bugünleri de mi görecektik biz?

    “Gazetelerin görevi; haber yapmaktır” diye biliriz... Haberlerde de fotoğraf kaçınılmaz unsurdur.. Haberin ciddiyetini ortaya koyan belgedir..

    Ama şu işe bakınız ki; delilli olsun diye, fotoğraflı haber yapıyorsunuz.. Haberin muhatabı tek kelime etmiyor, onun yerine eleştiriler, gazetecilerden geliyor!..

    Nasıl bir anlayış bu?

    Nasıl gazetecilik mantığı bu?

    Gazeteci haber verir.. Gazeteci, eğer varsa, fotoğrafı ile haberini belgeler..

    Ama hayır, bugünün gazetecileri öyle demiyorlar..

    “O haberi yapamazsınız. O fotoğrafla birlikte böyle bir haber hiç yapamazsınız..” diyorlar..

    Bir hakaret sözcüğü mü var haberde?

    Hayır..

    Peki nedir sorun?

    Gazeteciler böyle istiyorlar, “Halk bu fotoğrafı görmemeli, o haberi okumamalı” diyorlar..

    Başkaları derler de, gazeteciler bunu nasıl diyor, onu anlayamıyorum.

    Biz gazetecilerin sergiledikleri bu tavrın şaşkınlığını yaşarken, dün çok daha vahim bir skandal yaşadık.

    Bir süre önce, Aydın Doğan ve Oktay Ekşi, Vakit gazetesindeki bir haberle ilgili olarak manevi tazminat davası açmışlardı..

    Nerede?

    Ankara’da..

    Hayrola Aydın bey, hayrola Oktay amca.. Evi/işyerini Ankara’ya mı taşıdınız diye sorduk, soruşturduk.. Hayır, Ankara’ya taşınmamışlar.. Kendileri de İstanbul’da, biz de İstanbul’dayız ama.. Ne hikmetse, onlar gittiler Ankara’da dava açtılar. İtiraz ettik. Mahkeme kabul etmedi. Davayı sürdürdü ve 4 milyar Aydın bey için, 3 milyar da Oktay bey için tazminata hükmetti..

    “Olabilir, Türkiye’de verilen kararların yarıdan fazlası bozuluyor zaten. Temyiz edelim, neticeyi bekleyelim” dedik. Temyiz ettik. Ama kendisi de gazete patronu olan Aydın Doğan ve ömrü gazetecilikle geçmiş, üstelik gazeteci derneği başkanı olan OktayEkşi bekleyemedi!..

    “Biz temyizi beklemeyiz. Daha kesinleşmemiş de olsa, Yargıtay incelemesinde de olsa, biz o parayı tahsil edeceğiz, sonra siz kazanırsanız, geri alırsınız” dediler ve Ankara Haber Merkezimize gidip, muhabirlerin haber yazdıkları bilgisayarları haczettiler.

    Diyeceksiniz ki; “Ne olmuş, alacaklarını teminat altına alıyorlar. Hani kaçma falan olmasın gibisinden.”

    Siz öyle sanın..

    Sadece hacz değil, beyler bilgisayarları alıp yediemin deposuna götürdüler bile..

    Bugün de sattıracaklar..

    Kim sattırıyor?

    Aydın Doğan.. Vergi rekortmeni.. Aynı zamanda, kendi yanında yıllarca çalışmış olan Fatih Altaylı’nın tanımlamasıyla, vergi kaçağı rekortmeni!..

    Kim sattırıyor?

    Oktay Ekşi..

    Hayatını, kendi anlatımına göre gazetecilikle geçirmiş, yarım asırdır basın dünyası içinde olmakla övünen bir kişi..

    Neyi sattırıyorlar? Gazetecilerin eli kolu mesabesindeki, muhabirlerin haber yazmak için kullandıkları 5 adet bilgisayarını!

    Hayırlı uğurlu olsun.

    Ne diyebiliriz ki?

    Basın özgürlüğü, gazetecilik hak ve hürriyeti.. Falan filan.. Boşverin bu hikayeleri. Sadede gelelim biz.

    Katrilyonluk malvarlığına sahip, 72 yaşındaki Aydın Doğan, 4 milyar alacağı için dün gazetemizin Ankara Haber Merkezi’ne avukat gönderdi.. Polis eşliğinde icra memuru gönderdi..

    50 yıllık gazeteci, 76 yaşındaki Oktay Ekşi, 3 milyar liralık, henüz kesinleşmemiş alacağı için, muhabirlerin bilgisayarlarını yediemine kaldırttı..

    Olayın özeti bu..

    Bu kişilerin gazetelerini alıp bakarken, bu kişilerin yazılarını okurken; şu olayı hatırlayın da öyle değerlendirin haberlerini, köşe yazılarını!..

    Bu ülkenin başbakanını; affedersiniz şu hayvan bu hayvan tipinde resimleyen karikatürlere bile özgürlük isterler.

    “özgürlük özgürlük özgürlük” diye ter ter tepinirler..

    “Basın hürriyeti! Basın hürriyeti!. Basın hürriyeti!” derler..

    Zannedersiniz ki, gerçekten “özgürlük” istiyorlar.. Gerçekten “basın hür olsun” diyorlar. Gerçekten “gazeteler her türlü baskıya karşı güven içinde olsun” talebini samimi olarak dillendiriyorlar..

    Hayır, gerçek ortaya çıktı işte..

    Onların dertleri basın özgürlüğü değil.

    “Basın özgürlüğü”nü savunan bir insan, 4 milyar için bir gazetenin haber merkezine icra gönderir mi?

    “Gazeteciler hür olmalı” diyen bir insan, 3 milyar için muhabirin gözü kulağı olan bilgisayarını alıp götürme talimatını verir mi?

    üstelik bu eylemleri, kesinleşmemiş bir kararı gerekçe göstererek yapar mı?

    Merak eden okuyucularımız olacaktır.. Nedir bu tazminat kararına gerekçe olan haber?

    Haberin başlığı şu: “Doğan Grubu’nun amacı, Dinçer’e baskı!”

    Ne var bunda? Aydın Doğan’ı kedi şeklinde mi çizmişiz? Yoksa başka bir hayvan kılığına mı sokmuşuz?

    Ne demişiz Oktay beye? Burada tekrarlamak istemediğim, kendisinin iki gün arka arkaya bize layık gördüğü o “iğrenç” ifadeyi mi, isminin önüne getirmişiz?

    Başbakanlık Müsteşarı hakkında tekrar tekrar benzer haberleri yapmaları üzerine, “Hayrola, bunun ardında ne yatıyor” diye sormuşuz...

    Sormamalıymışız..

    öyle diyor Aydın bey ve Oktay amca..

    Kusura bakmayın Aydın bey.. Oktay amca.. Biz “sorma”ya devam edeceğiz..

    Biz “gazetecilik” yapacağız.. Siz de gazetecileri “susturmak” için, her türlü girişimlerinize devam edebilirsiniz!

     

    Ali İhsan Karahasanoğlu

     

    ne diyelim, bu durum iyice sıkmaya başlayan bir havaya girdi.


  12. Bu çocuk güya nur talebesi ve güya geleceğin abisi, aydınlık nesli...

    YAZIK!

     

    "Gözleri açık olanlar şunu anlarlar ki, bir davanın ne olursa olsun ,intikal sahası gençliktir.

    ...

    Ona, genç adamın baş hassası olarak ıstırabı tavsiye ederiz, en acı üslupla..." (üstat)

     

    gençlerimiz, varlık içinde yokluktalar desek çok doğru olur.

     

    selam ve dua ile


  13. Hareketsizliğimiz

     

    Fikirsizlikten sonra, bir de hareketsizlik derdimiz var!.

     

    (Aksiyon)culuk ruhuna, mümkün kelimesinin son haddiyle uzak ve yabancı yaşıyor ve yaşatılıyoruz.

     

    Teker teker fertleri kaplayacak cemiyeti tehdit edici bir tehlike karşısında hemen uyanması ve şahlanması gereken içtimai dayanışma ruhunu, münadi gezdirerek arasanız da bizde bulamazsınız.

     

    Bu hale gelmemizin sebebi, bütün bir tarih boyunca sırtımızda yaşayan, ensemizdeki “ukde-i hayat” dan canımızı emen, bizi, münfail,mahrem ,deruni bir hayat yaşamaya zorlayan ve her defa birbirini tasfiye edip birbirinden daha baskın çıkan türlü zorbaları ve ağaları olsa gerek...

     

    Anadolu halkı, hele son yüz yıllık taklit ve izmihlal devrimizde, her an biraz daha kesifleşen bir yılgınlığa uğramış, uğratılmış ve apıştırılıp bırakılmıştır.

     

    Zira bizde her inkılâp , isterse gayesi sözde hürriyet olsun, kendi işini becerdikten sonra kendi hodgâm nefs selameti kaygısıyla, devirdiği rejimin baskısından daha ağır bir baskı koymayı ihmal etmemiş; böylece Anadolu halkının ruhuna kakılan yılgınlık çivisi, birbirine düşman hareketler tarafından da, sadakatle,dikkatle,gayretle, müşterek eser halinde dibine kadar götürülmüştür.

     

    Ve böylece ismine “efkar-ı umumiye” dedikleri atmaca, bizde her an harekete geçmeye hazır içtimai bir hakimiyet imkanı vadetmekten uzak, içi saman dolu bir kuş haline getirilmiş ve bu kuşun tepesine, efendinin millet olduğu ölçüsü yazılmıştır!

     

    Bir millet ve cemiyette hareket imkanları baltalanırken, sonuna kadar ulaşacak olan, ya tam hareket, ya tam hareketsizliktir. Bizde ikincisi olmuştur.

     

    Bizim eksikliğini gördüğümüz ve hasretini çektiğimiz hareketse, herhangi bir rejimi kanun dışı yollarla devirmeyi hedef tutan bir iş ve aksiyon çalışması değil,ona, her an, her şeye muktedir bir “Efkar-ı umumiye” yaşadığını hissettiren,asla nöbet yerini bırakmayan ve ancak kanun tepelendiği zaman kanun yollarını düşünmeyecek olan içtimai dayanışma ruhudur.

     

    Demokrasya, getirdiği prensiplerle ,icap ederse kendi kendisini tepeletmek yolunu da açık bırakan ve bu yolu hiçbir pahaya ve hiçbir fert ve zümreye kapattırmayan telakki ve teşkilatın ismidir ve sadece içtimai dayanışma ruhudur.

     

    Demokrasyanın tam hakkını isteyerek, kanun yoluyla, fakat sonuna kadar tam hareket ruhunu elde etmedikçe, “ukde-i hayat” ımızda bütün canımız emilecektir!Biz, kanuna aykırı şekilde “İslamı getirin!” demiyoruz; “Demokrasyayı getirin, ötesi kolay!” diyoruz.

     

    necip fazıl,ideolocya örgüsü


  14. Daha ortaokul sıralarındayken arkadaşlarımdan bazıları delikanlı olduklarını ispat için sigara içmeye başladılar. Askerî okulu bitirdim, memleketime gittim. Arkadaşlarım, mezuniyetimi kutlamak için bir bağda sofra kurmuşlar, beni de davet ettiler. Gittim...

     

    Çay bardaklarına rakı doldurmuşlar. Peynir ekmek gibi yiyecekler de var. "Ben içmem" dedim. Onlardan biri tepeme dikildi, "içmezsen eğer, bu şişeyi başından aşağıya boşaltacağım!" dedi. "Boşalt" dedim. Israrlar, tehditler birbirini takip etti. "Biz seni arkadaşımız biliyoruz. Mezuniyetini tebrik için böyle hazırlık yaptık. Sen şimdi hepimizi mahcup ettin, olmaz böyle şey!" dediler. Özür dileyerek yanlarından ayrıldım.

     

    "Yarın ben iyi insan olacağım diyen, bugün kötü adamdır." Niye bugün değil de yarın? "Yarın iyi olacağım" diyoruz; bu emri veren benim! Hayatımızı Kur'an ölçüsünde yaşamaya bugünden başlayacağız.

     

    Organlarımız bizi Kur'an caddesine çekiyor. Allah okuyan göz vermiş, okunacak kitabı da göndermiş. Allah kulak vermiş, dinlenecek alimleri de göndermiş. Eğer bu organlarımızın isteklerini yerine getirmezsek, can sıkıntısı başlar. O sıkıntıdan kurtulmanın çaresi, ya kitap okumak, ya bir alimi dinlemek, yani ibadet etmektir. Diyorlar ki, "İbadet ediyoruz amma can sıkıntısı devam ediyor. İbadetten lezzet alamıyoruz." Bunun sebebi, ibadet ederken hayallerde gezinmek, ibadetin şuurunda olmamaktır.

     

    İsterseniz Asr-ı Saadet'e gidelim. Sahabenin az olduğu devirleri düşünelim. Her tarafı müşrikler doldurmuşken, bir avuç sahabenin durumunu hayal edelim. Bunlardan biri diyebilir ki: "Ben bir insanım. Benim cürmüm ne ki hükmüm ne olsun? Koskoca dünyada İslamiyet'i yayma davasını nasıl güdebilirim?" Ama böyle dememişler. Onlar, "mademki ben Müslüman'ım, öyleyse İslamiyet'i öğrenmeliyim ve yaşamalıyım" diyerek, tek başlarına da kalsalar, İslamiyet'i öğrenmek ve anlamak gayesiyle yaşamışlar. Allah'ın rızasını bunda aramışlar, bu gaye onların hayatını doldurmuş.

     

    Her genç ben ne olacağım demelidir. Ve bir hedef tayin etmelidir. Futbol oyununda gol kelimesinin manası, hedeftir. Yani o oyunda hedef olduğu için oyuncular koşuyor. Hedef olmasa hiçbiri koşmaz. İşte insanın da hayatında hedefler olmalıdır. Mesela gençlik yıllarımda 'ben sefil perişan olmayacağım' diye kendi kendime konuşurdum. Bu sebeple gençler kahveye giderken ben derse gittim. Amacım oraya gidenlerden farklı olmaktı. Kendi kendime İngilizce, Osmanlıca öğrendim. Kitaplar okudum, kitapları anlamaya çalıştım. Çünkü benim bir hedefim vardı.

     

    Gençlere tavsiyem, gelecekteki hayatlarını daha iyi şartlarda yaşamak istiyorlarsa bugünden hazırlansınlar. Önce eğitim veya sanat üzerinde durmalı ki ekonomik bir sıkıntı yaşamasın. Ayrıca ilim ve irfan için eğitim almalı... Bugünün gençleri alimlerin dizinin dibinde oturacak, başka türlü olmaz...

     

     

    (14 Haziran 2008,zaman)


  15. Donmuş ruhunuz.Ne ümidin sıcaklığı,ne sevginin alevi,sibirya da vahalar yaratabilir. Derinlere inmeyen bir tecessüs;kumları avuçları ile,toprağın bağrındaki coşkun sulara inmeyen çölde artezyen fışkırtmayan,fışkırtmak istemeyen ürkek,mecalsiz,hasta bir tecessüs.kurumuş bir deve dikenine benziyor ruhunuz,rüzgarların sürüklediği bir deve dikeni.Yapraklarınız dağılmış,Çiçekleriniz dökülmüş,meyveniz yok.Bir ağaç iskeleti ruhunuz.bulmaktan korkarak arıyorsunuz.Neyi?Akmayan bir çeşmeye benziyor ruhunuz.Hoyrat eller musluğunu bile sökmüşler.Kitabesi?Kitabesi silinmiş,kanatları yok ruhunuzun.Galiba kanatsız doğmuş.Yeis kadar şifasız,kutuplar gibi.Hayır,kutuplar benzer tarafınız yok.Sadece hastasınız.Birçok insanlar gibi,insanlık gibi hastasınız.Hayat,atılmış araba.Metrûk,camları kırılmış ve rengi solmuş.zindanınızın kapıları açık,ama siz hasır bir iskemle kadar o zindanın eşyasından olmuşsunuz.Ve sırtınızda taşıyorsunuz zindanınızı.Yalnız sesiniz,yalnız kelime.Uzaklardan gelen ve kime ait olduğu bilinmeyen bir ses.Ve bozuk bir plaktan dökülen kelimeler.Hep aynı.Ve gömülmesi unutulmuş bir cenaze kadar sıkıcısınız bazen.Susuzluğu arttıran ve ağızda buruk...Hayır,sadece acı sadece kekremsi bir tat bırakan deniz suyu gibi bir şey...

     

    Başlamadan biten bir oyun bu,güldürmeyen,ağlatmayan bir oyun.Kader bazen çok ahmak bir rejisör.Bizde rollerimizi beceremiyoruz galiba.Güller ıtır durur dağılmadan.Acılar hatıralaşınca güzelleşir.Şair,kendi rüyamı çaldım kalbinin boşluğunda diyor.Rüyalarımızı çalacak gitar.Işığa borcumuz yok,o bizim için doğmuyor ki,güneş bizi ısıttığının farkında bile değil,ırmağa teşekkür borçlu değiliz.Şükrün,bir şuurun,bir niyetin,bir fedakârlığı aksi sedasıdır.

     

    Şair,ben kadehimi diktiğim zaman ziyafet sona erdi,şarap kalmışsa uşaklar içsim,diyor.Hazin olan bu.Kadehte bir cür’a bile yok.Hatta kadehte yok ortada.Hem kadeh,hem bâde,hem bir şuh sakidir gönül.İçtiğin hayal kadehindeki rüyalarındır.Neden bu rüyaları sende görmedin?

     

    Yaşamak yaralanmaktır.Yaralanmakta güzel...


  16. Sevgi, insan tabiatının,zevk aldığı bir şeye meyletmesidir.Bunun kuvvetli şekline “aşk”denir. Aşık, sevdiğine karşı aşırı derecede şefkatli olur ve malını mülkünü onun yolunda harcar. Hz. Yusuf’a olan aşkı dillere destan Züleyha buna açık bir misaldir.Gerçekten, Züleyha, aşkı yüzünden malını-mülkünü, hatta güzelliğini bile kaybetti.Kendisi, yetmiş deve yükü inci ve cevhere sahipti. O paha biçilmez gerdanlıkları Hz.Yusuf’a olan aşkı yolunda sarfetti. Her kim, “ben Yusuf’u gördüm” derse, o kimseye değerli gerdanlıklardan bir tane verirdi. Böylece vere vere hiçbir şeyi kalmadı. Her şeyi,”Yusuf” diye çağırırdı.O’na olan ifrat derecedeki aşkı yüzünden “Yusuf” kelimesinden başka her şeyi unutmuştu. Başını göğe kaldırdığı zaman yıldızlarda, “Yusuf” ismini yazılı görürdü.

     

    Denilir ki:

    Hakiki sevgi-muhabbet üç şeyle belli olur:

    1.Seven, sevdiğinin sözünü başkalarının sözüne tercih eder.

    2.Seven, sevdiğinin sohbetini başkalarının sohbetine tercih eder.

    3.Seven, sevdiğini memnun etmeyi başkalarını memnun etmeye tercih eder.

     

    Bir alime sorulur:

    -Aşık kimdir ve hali nedir?

    Cevap verir:

    -İnsanlarla az haşir-neşir olur.Rabbi ile daha çok başbaşa kalır.Görünüşü sessizdir, fakat devamlı tefekkür halindedir. Baktığı zaman görmez, çağrıldığı zaman işitmez, konuşulduğu zaman anlamaz. Başına bir felaket gelse üzülmez.Aç kalsa açlık hissetmez. Görünüşü pejmürde’dir.Allah’tan başkasından korkmaz.Tenhalarda Allah’a münâcât eder.Dünyalık yüzünden ehl-i dünya ile çekişmez.

     

    Bir gün Hz. İsa, bahçe sulamakta olan bir delikanlıya rasgelir.Delikanlı,Hz.İsa’ya, “Sevgisinden kendisine zerre miktarı vermesi için Rabbinden istekte bulunmasını” söyler.Hz.İsa, zerre Allah sevgisine dayanamayacağını söyleyince, “o halde zerrenin yarısını versin!” der. Bunun üzerine Hz.İsa, “Yarabbi, bu delikanlıya zerrenin yarısı kadar sevginden ver!” der ve geçer gider.Bir müddet sonra gene aynı yere gelince, o delikanlıyı sorar.Halk:

    -O delirdi,dağa çıktı, der.

    Hz.İsa, o genci kendisine göstermesi için Allah’a dua eder ve dağda bir kayanın üstünde semaya yönelmiş olarak bulur.Selam verir, fakat genç selamı almaz. Bunun üzerine:

    -Ben İsa’yım,diye seslenir.

    Fakat Allah(c.c) ,Hz.İsa’ya vahiy yoluyla buyurur ki:

    -Ey İsa, kalbinde zerrenin yarısı kadar benim sevgim bulunan bir kimse insanlardan sözünü nasıl işitir. İzzetim ve celalimin hakkı için söylerim, eğer o delikanlıyı destere ile kessen bunun farkına varmaz.

     

    Kim, üç şeyi iddia eder, üç şeyden kendini temizlemezse ,o aldanmıştır.

    1.Allah’ın koyduğu ahlak esaslarına uymanın zevkliliğini söyler, fakat dünya sevgisini bırakmazsa,

    2.Amelleri sırf Allah için yapmayı sevdiğini söyler, fakat insanların da kendisine tâzim etmesinden hoşlanırsa,

    3.Allah’ı sevdiğini söyler, fakat nefsini terbiye etmezse, işte o kimse aldanmıştır.

     

    Mansur İbni Ammar, bir gence verdiği öğütte şunları söyler:

    “Delikanlı , gençliğin seni aldatmasın! Nice gençler vardır ki, tevbeyi geçiktirir ; kötü huylarını iyi huya çevirmez, uzun amellere dalar; ölümü unutur ve şöyle der.

    -Yarın- öbür gün tevbe eder, kötü huylarımdan vazgeçerim!”

    imam gazali

     

    Rabbim bizi genç iken O’na yönelmeyi, İslam’ı anlamayı , İslam’ın ölçülerini , hayatın her saniyesine uygulamak için gayret sarfetmeyi nasip etsin.


  17. Sorulara şöyle bir göz attım, matematikte problemlerin çok dikkat istediği kesin. Epey uğraştıracak türden sorular, hemen kavrayamıyorsun. İlk uzun uzadıya bakmakla kalıyorsun, sonra zihin yerlerde tabi, toparlanabilirsen ne güzel. 2.kısım matematikte de zorlamışlar. Sınav öyle söylendiği gibi çıkmadı, neyse ki sözeller gayet açık sorulardı.

     

    Neyse bu da geçti diyelim, sınava giren kardeşlerime geçmiş olsun. Hayırlıca sonucu beklemek kaldı .

     

     

    selam dua ile


  18. Önceki gün yapılan ÖSS de, Marmara üniversitesinde sınava giriş sırasında , yine hukuk dışı başörtüsü yasakçılarının oluşturduğu zulüm kapıda göründü. Hayır, bu yasak bu sefer de velilere geldi. Çocuklarıyla birlikte gelen annelere, başörtülerini çıkarmaları halinde kampüse alnacaklarını söylediler. Başörtülü oldukları gerekçesiyle üniversitenin bahçesine bile alınmayan veliler, mecburen kampüs dışlında beklemek zorunda kaldılar.

     

    Gelir gelmez -dakika bir gol bir misali- , bununla karşılaşan öğrenciler, sınava nasıl iyi başlayabilir? Daha kapıda sınav başlıyor bize.Onlar bir sınav verirken, biz iki sınav veriyoruz. Haydi bakalım, bunada sabır diyelim ama ne kadar?

     

    selam ve dua ile


  19. yönetmen anladı zaten, belgesel tadında göstererek , unutulmuş sahte kahramanları tekrar hatırlatabildiğini. Şimdi ki gençler, hep bu senaryo sayesinde, yine safsata fikirlere takılmaya, boş uğraşlara kafa yormaya başladı.

    yönetmene tebrikler sıralanıyor köşe yazılarında, senaryo amacına tam hedef vardı diye. Gençlerin sahte kahramanlara ilgisi oluştu bu sayede.

     

    neyse, bakalım bu sefer nasıl bir yalanı süsleyip önümüze sürecekler.

     

    selam ve dua ile

×
×
  • Create New...