Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]

mukarrabin

Editor
  • Content Count

    744
  • Joined

  • Last visited

  • Days Won

    15

Posts posted by mukarrabin


  1. güler misin?...

    ağlar mısın?...

    ama önyargılı olmamak lazım...

    mâlum muhtemel bir davanın görüleceği yer ABD...

    hâni şu bildik tanıdık ABD...

    teröre düşman(!), teröriste dost ABD...

    tutarda yüksek ABD mahkemesinin yüksek yargıçları DTP'li Belediye Başkanı Kalkan'ı haklı bulursa şaşmamak lazım...

    önyargılı olmamak lazım...

    gülmek lazım...

    ağlamak lazım...

    ama hepsinden ziyâde...

    düşünmek lazım...


  2. Adnan Menderes'in son sözlerinin yer aldığı belgenin metni:

    ''Sizlere dargın değilim, sizin ve diğer zavatın iplerinin hangi efendiler tarafından idare edildiğini biliyorum. Onlara dargın değilim.

     

    Kellemi onlara götürdüğünüzde, değiniz ki Adnan Menderes hürriyet uğruna koyduğu başını 17 sene evvel almadığınız için müteşekkirdir. İdam edilmek için ortada hiçbir sebep yok.

     

    Ölüme kadar metanetle gittiğimi silahların gölgesinde yaşayan kahraman efendinize acaba söyleyebilecek misiniz? Şunu da söyleyeyim ki milletçe kazanılacak hürriyet mücadelesinde sizi ve efendinizi yine de 1950'de olduğu gibi kurtarabilirdim.

     

    Dirimden korkmayacaksınız. Ama şimdi milletle el ele verecek Adnan Menderesin ölümü ebediyete kadar sizi takip edecek ve bir gün sizi silip süpürecektir. Amma buna rağmen merhametim sizlerle beraberdir. İnfaz Saati: 13.27''

     

    rûhu şâd olsun...


  3. bir kabullenme ve kabullenişle beraber yetinme...

    yani yerinde sayma...

    oysa insan, yerinde saymaması icâb eden en mühim varlık...

    devamlı daha iyiye, daha güzele ulaşma çabası ve ızdırabı içinde olması gereken kıymetli varlık...

    sayıyor ve sayıklıyoruz...

    uyanmak duası ile...

    uyandırılmadan...

    teşekkür ettik bu kıymetli paylaşım için...

    rûhu şâd olsun...


  4. ŞAİR

     

    Mektepte lâkabım şairdir, bir de koca kafa... Küçük yaşlarda da kafam buydu; vücudum sonradan ona yetişti.

    Şair aşağı, şair yukarı!... Benden bir kaç sınıf ileri olan Nâzım Hikmet de şair... Amma lâkapsız... Heveskâr şiirleri yazıyor.

     

    ...


  5. SELMA'NIN TABUTU

     

     

     

    Kız kardeşim Selma öldü. Annem, ikinci kattaki salon - sofada, orta yerdeki sedirin üstünde, yüzünü tırnaklariyle gererek çığlık çığlık ağlamakta... Yanında onu sükûnete getirmeğe çalışan, mahzun tavırlı iki erkek... Dayılarım...

    Üstünde beyaz gelin telleri uçuşan küçücük tabut, konağın selâmlık kapısından çıkıyor...

    Annem Selma'cığın ölümünden öyle sarsıldı ki, ağır beyin hummasına tutuldu. O hastalıktan da kalkıp verem oldu.

    Annemi büyük dayımın yanında, İsviçreye gönderdiler. Orada bir sanatoryumda bir müddet kalıp İstanbul'a döndü.

    Bu devre benim, tekrar kitaplara dalıp hassasiyetimin en had derecelere ulaştığı çığır...

    Hele Vaniköyünde, Serasker Rıza Paşa yalısındaki «Rehber-i İttihat» mektebinde, ilk defa tattığım yatılı talebe acısıyle, Rıza Tevfik'in «Selma sen de unut yavrum» şiirini okuyarak, Boğaziçi'ne bakan büyük pencereler önünde döktüğüm gözyaşları..

    Selma'ya ait bir hatıram sonra sonra beni yakacak hale geldi:

    Büyük babamdan kıpkızıl bir lira çeyreği kopardığım bir gün, onu Selma'ya göstermiştim. Yavrucağın elinde, hafifçe ısırılmış, mini mini dişlerinin izini taşıyan bir elma vardı. Lira çeyreği o kadar hoşuna gitmişti ki, o ebediyen mahzun, yahut hüzün ebediyetiyle dolu gözlerini bana dikmişti de:

    -Ağabey, demişti; bu elmayı sana vereyim de o parayı bana ver! Biraz ısırdım ama, ziyanı yok, değil mi?

    Pırıltılı lira çeyreğini vermiş, fakat elmayı da almak gibi bir gaflete düşmüştüm.

    Sonra sonra dövündüğümü hatırlıyorum:

    -Ah, niçin lira çeyreğini verdim de, hafifçe ısırılmış elmayı kendinde bırakmadım? Niçin «O da senin olsun!» diyemedim.

    Hayatımın ilk büyük vicdan azabı budur.


  6. Necip Fazıl anlatıyor...

     

     

    Bir ara Güzel Sanatlar Akademisi'nde hocalığım oldu. Kültür dersi hocalığı. Girdim sınıfa. Sınıfım gayet enteresan, hepsi kibarzâde Galatasaray mezunu malûm tipler. Karşılıklı oturduk. Talebede usûldür, hocasını imtihan eder. Hoca da talebesini. İki taraf evvela bir göz düellosu yapar. Konferanslarda da aynı şeydir. Evet; sınıf konuşmamı bekliyor, sesime kadar merakta. Şöyle bir yoklama yaptım; döndüm dedim ki:

    "Çocuklar garibinize gidecek ama sorayım; İslâm'ın kaç mezhebi vardır? Bunu bana söyleyecek var mı? "Tıss" "Hayret" dedim. Yahu fenalaşıyorum, hepiniz Müslümân çocuğusunuz; mezhep ismi istiyorum o kadar. Bir müddet sonra -şimdi gülenler ağlasın- bir delikanlı ayağa kalktı:

    "Efendim müsaade ederseniz ben söyleyeyim!" dedi.

    "Şimdiye kadar niçin söylemedin?" diye mukabele ettim.

    "Sebebi var efendim!"

    "Söyle!" söyledi. Tek tek. Sordum:

    "İsmin ne?"

    "Dimitro" buyurun! Hayâsından da önce Müslümanların cevabını bekliyor. Bakın inceliğe, "Tüh suratınıza" dedim;

    "Utanmazlar"


  7. EL-DİL-KALB... (N. FAZIL KISAKÜREK)

     

     

     

    Müslüman'ın kötüye itmekte ve iyiye çekmekte üç silahı vardır: Eli, dili, kalbi... Kalb, niyet ve irade olarak her iki fiilin de içinde olduğuna, dil ise eli bırakmayacağına göre silah tektir. Yalnız el!... El yâni fiil, aksiyon, doğrudan doğruya icra vasıtası...

     

    Müslüman'a, her şeyden önce, üç silahı da birleştirmiş olarak eliyle hareket etmesi emredilmiştir. Onu yapamadığı, yâni eli ve kolunun bağlı olduğu yerde iş dile kalmakta, ağız açmaya bile imkân olmayan yerde de kötüyü kalble reddetmekten başka çare kalmamaktadır. Şu kadar ki; el dururken işi dilde bırakmak, hele kendi kendisini tecrid edici bir susma ve katlanma seciyesiyle yalnız kalbden protesto tesellisine sığınmak, İslâm ruhuna asla uymaz! Ancak kat'i zor altında kaldığı zaman işleyecek olan ikinci ve üçüncü (fakülte), iyice bellemek ve kavramak lâzımdır ki; kıymetçe, mareşal rütbesinden olan ele nisbetle çavuş ve er bile değildir. Üstelik mâzur vaziyetlerde dahi makbul sayılmazlar. Hele kât'i zor ve eli işlemekten alıkoyucu sebeb bulunmaksızın lâftan ve yürekteki gizli duygudan ibaret kalmak, Müslüman'ı küfrün eşiğine kadar sürükleyen bir iman ve ahlâk zaafına kadar varabilir.

     

    Eğrinin gölgeside eğri... Bunun gibi, küfre rıza göstermek de küfür... Kötülüğü yalnız kalble reddetmekte, küfre rıza gösterme yoksa da, rıza göstermeye kapı açmak gibi bir şey vardır ve bu hâl, mutlaka sonunda "Herkes ne yaparsa yapsın; bana ne?" demeye, yâni bir nev'i rıza göstermeye gider.

     

    Her ferd, öz evinde, işyerinde, her türlü şahsi tasarruf sahalarında bir nev'i devlet reisi değil midir? İşte müslüman, kendi öz resmi devletine malik bulunmadığı şartlar altında bile şahsi ve hususi devlet reisliğini göstermek ve gerçek bir riayet ölçüsüyle kanunun verdiği müsaade nisbetinde elinin kullanmak mükellefiyeti altındadır.

     

    Bizi hapsettikleri camilerde bağdaş kurmuş, ellerimizi hâcet dergahına açmış, kendimizden geçmiş, dua ediyoruz:

    -Yâ Rabbi, bu vatanı kâfirlerden kurtar! Yâ Rabbi, her gün biraz daha sukût eden ahlâkımızı önle! Yâ Rabbi, gençliğimize Senin ve Sevgilinin aşkını ilham et! Yâ Rabbi, asırlardır, geçit resimleri bitmeyen Batı taklitçisi sahte kahramanların foyasını meydana çıkar! Yâ Rabbi, Sevgilinin ümmetine hikmet ve hareket, ilim ve eşyaya hakimiyet ihsan eyle!...

     

    Bu duayı edip ondaki dileklerden hiçbirinde hisse sahibi olmaksızın, cami kapılarında pabuç giymek ve sonra kalabalığa karışmak kadar denî ve şenî bir eda tasavvur edilemez.

     

    Sen, Allah'tan istediklerinin hangisi üzerinde bir hamle ve teşebbüs sahibisin ki; bu aziz duayı ağzına alabilmek cesaretini gösteriyorsun?

    Nice "Marka Müslüman'nın" duası Allah'tan, kendisine donunu giydirmesini istemeye kadar varabilecek bir ruh sarhoşluğu içindedir.

    Allah'tan, her nefes alışımızda bize nefes alma kudretini vermesi için dua etmiyoruz. Halbuki bu fiil bile duaya muhtaçtır ve topyekün kainat, dua üstünde durmaktadır. Ama duanın sırrında, onu icrada aramak en ince hikmet noktasıdır.

     

    Müslüman! Aynanın karşısına geç ve alnındaki "Müslüman" yazısına her an ihanet halinde olup olmadığını düşün! Ve duayı icrada ara!


  8. Üstâd mahkemede!

     

     

     

    Mahkemelerdeki müdafaaları ve jestleri ise alışılmamış, görülmemiş güzellikte idi. Nitekim sonradan bunları "Müdafaalarım" diye bir kitapta neşretmiştir.

     

    Bir defasında o kadar tesirli bir müdafaa yapıyor, hapishanede çektiği işkenceyi öyle canlı bir şekilde anlatıyor ki; mahkeme üyesi bir hanım hâkimin gözlerinden gayrıihtiyârî yaş süzülüyordu. Durdu ve gösterdi:

    -İşte dinin bir hükmünün gerçeği daha ortaya çıktı:

    "Kadından cezâ hâkimi olmaz!"

     

    Mahkemelerdeki müdafaa ve taktiği şahaneydi. Kendisi en katı kelimelerle en mücerret gerçekleri anlatmakta üstâd idi. Bir başyazarı anlatan yazıda "Sen beş kere namussuzsun" demişti. Başyazar mahkemeye koştu. Sanık sandalyesinde Necip Fazıl şunları söylüyordu:

    -Benim yazımda isim yok. Ben beş kere namussuz bir insandan bahsediyorum bu yazıda. Müştekinin şikâyet hakkı doğması ve müdahalesinin kabulü için kendisi önce o beş kere namussuz adamın kendisi olduğunu ispat etmesi gerekir.

     

    Yazıda kendi ismi geçmediği halde ismi geçmişcesine başarıyla anlatılan başyazar; dikkatsizliğine ve Üstâd Necip Fazıl'ın hukukî zeka ve seviyesine kurban gitmiş, dâvâ düşmüştü.


  9. Necip Fazıl ve Menderes

     

     

    Büyük Şair Necip Fazıl Kısakürek'in mecmua çıkarmak gayesi ile Ankara'da Adnan Menderes ile görüşmek istediğini ve uzun bürokratik engelleri aştıktan sonra sabaha karşı Başvekil Adnan Menderes ile görüştüğünde ona:

    "Sizin Başvekil olduğunuz bir ülkede ben şu kadar eserin sahibi olarak, omzuma bir boyacı sandığı atarak Eminönü meydanında karnımı doyurmak için boyacılık yapsam, bu sizin için şeref midir?!..." diye oldukça sitemli konuşması üzerine. merhum Menderes büyük bir inkisar içinde şöyle der:

    "Necip Fazıl Bey, ben her şeyi biliyorum... Fakat bilsen ne haldeyim. Üstümde Celal Bayar, altımda Medeni Berk; iki mason arasında, iki değirmen taşı arasındaki tane gibiyim. Al şu parayı da git mecmuanı çıkart!... Arada bir de bana çat ki; onu Menderes besliyor demesinler!..."


  10. Üstadın vefatının 25. sene-i devriyesi münasebetiyle...

     

     

     

    Dün gibi hatırlıyorum. Dersten çıktım. Teneffüste bir çay içeyim derken, 'ziyaretçiniz var' dediler. Baktım bizim eski arkadaşlarımızdan birisi. Üstadın vefatını ve cenazenin Fatih Camii'nde kılınacağını, müteakiben Eyüp Sultan'a defnedileceğini söylerken, kelimeler adeta boğazında düğümleniyordu. Okuldan izin verilmemesine rağmen Fatih'e nasıl geldiğimizi, o mahşerî kalabalığı, eller üstünde (ufak-tefek olaylara rağmen) polis kontrolünde Eyüp Sultan'a yürüyerek ne şartlar altında geldiğimizi, Üstad Necip Fazıl'ı Abdülhakim Arvasi Hazretleri'nin eteğine defnettiğimizi sanki dün gibi hatırlıyorum. Cenazeden sonra gönül dostlarıyla 'Üstadla Hatıralar' bahsiyle uzun sohbetlerimizi, bize kazandırdıkları 'özgüven'i, heyecanlarımızı, imanın bedel istediğini, her Müslüman'ın bu bedeli ödemesi gerektiğini, kendisinin her türlü dünya nimetlerine; hapis hayatı ve işkenceyi tercih ettiklerini, 'imtihan dünyası'nın her çeşidine hazır olunması gerektiğini, 'dâvâ adamlığı' şartını taşıyan bir adamdan nasıl korkulduğunu yaşanmış misallerle anlatmıştık birbirimize.

     

    Üstadın;

    "Söndürün lambaları uzaklara gideyim,

    Nurdan bir şehir gibi ruhumu seyredeyim."

    Mısralarını tekrarlayıp duruyorum. Hangi lambalar? Hem kafesi aydınlatan, hem kapısını kapatan lambalar... Üstad'ın aynı konuya yakın mısralarını hatırlamaya çalışıyorum.

    "Pencereme vurmayın ödüm patlayabilir,

    Dokunmayın vucudum boşluğa kayabilir."

    Nasıl bir duygu bu? Hassasiyetin zirve noktalarındaki incecik dengede yaşanan bir özel hal... Özel halin tabiî hayatta hiç kimseye anlatılamayacak derûni arzusu, bekleyişi, özlemi. Saygı ricası, rikkat bekleyişi, sezgi umudu...

     

     

    Üstad, mihverin sözcüsüdür, temsilcisidir, dâvâcısıdır. O, "aşırı uçlar", "karşı odaklar" tasnifine tâbi tutulamaz. Önce bu husus bilinmelidir. O'nun sanat gücünü inkâra, ciddiyet alınabilir vasıftaki hiçbir edebiyat tarihçisinin tâkati yetmez. Yetmemiştir de. Necip Fazıl, bu hakkının teslimini, takdir bekleyerek değil, mukavemet edilemez gücüyle sağlamıştır. Kapıları kırarak, tuzakları aşarak, zincirleri parçalayarak, surları delerek sağlamıştır.

     

    Öyle bir sanat gücü vardı ki; haksız bir tezi bile söz ve yazı ustalığıyla, haklıyı savunmaya çalışanlara karşı üstün gösterebiliridi. Hakikati savunan Necip Fazıl'ın gücünü varın hesap edin... Onu yok saymaya çalışan biri, kendini yok sayılmaya mahkûm eder. Bunu da, solcu olsun olmasın, hiçbir akıl sahibi göze alamaz.

     

    Sol, üstâda yanıktır. Öfkeleri buradan kaynaklanıyor. "Ah, ilk halinden sonra, sola meyletseydi!" hasreti-hayıflanışı içlerinin dinmeyen sızısıdır. Şöyle bir tespiti var: "40 sene evvel Rusların kültür ateşesi Mihailof isminde bir adam, (Bize senin gibiler lazım. Nazım'lar falan değil. Komünist olsan Moskova'nın yarısını verirdik) demişti" Biz solun da kabul etmek durumunda kaldığı insanlarımız dışında, kendi kıymet takdirimiz kendi ölçülerimizde gerçekleştiremiyoruz. Sol kabul etmemişse, ansiklopedilere, edebiyat tarihlerine, okul kitaplarına giremezsin. Asıl çözülmesi ve üzerinde durulması gereken mesele budur. Bir kıymet ifade eden eserler vermiş yüzlerce isim sayabilirim ki; haklarında tek satırlık bilgi edinebileceğimiz hiçbir kaynak bulamazsınız. Ama solun acemi kalemlerine bile yer ayrılmıştır! Acıdır ama gerçektir. Kendi kıymetlerimizi, solun vizesine muhtaç kılmışızdır. Bu bazen, aynı şahsın değişik yönleri için uygulanıyor. Sol Necip Fazıl'ın sanat yönünü kabul etmiştir; biz de ediyoruz. Sol, tefekkür yönünü kabul etmiyor, biz de tereddütte kalıyoruz! Burada solun tutumu "yok sayma" değildir, varlığını çok iyi bildiği keyfiyetin tesirlerini yok etme çırpınışıdır. Yok sayma durumunda bırakılmak istenilen biziz; ve maalesef, lâfzen olmasa da fiilen o duruma bir nisbette düşürüldüğümüz vâkıadır. Niçin mi? Şunun için: Bir büyük kıymetin varlığını anlamak ve benimsemek, ona bağlılık arz etmekle değil, onun yolunu takib etmekle olur. Necip Fazıl'ın dil anlayışını, san'at-şiir-tefekkür anlayışını devam ettiren, (cevheri varsa aşarak tekâmül ettirerek devam ettiren) kaç kişi yetiştirebildik? Yetiştiremeyişimizin önemli sebeblerinden biri, "solun vizesini şart kabul eden" vahîm anlayıştır.

     

     

    Büyük şâir, büyük nâsir. Büyük tiyatro yazarı. Büyük fikir adamı. Büyük kavga adamı. Zaten şahsiyetini mayaladığı dergisinin ismi de büyük... "BÜYÜK DOĞU"...

     

    67-68'lerde ortaokula giderken "Büyük Doğu" dergileriyle tanıştım. Daha sonra konferanslar, çeşitli gazetelerde yazdığı makaleleri... Bir diğer üstad Sezâi Karakoç'un "Diriliş"i bize o günlerde anne sütünü emen çocuklar gibi besliyordu. Zamanının en güzel fikir ve sanat dergisi idi Büyük Doğu. Sahafları dolaşmamız, eski sayılarını temin için yapılan pazarlıklar... Dönüş parası kalmadığı için eve yaya dönüşler, vs. Her sayısını incelerken "aşağılık kompleksi"nden kurtulduğumuzu hissediyor, din düşmanlarına karşı mücadeleye hazırlanıyor, meşrû zeminde bilgili ve kültürlü yetişerek muhataplarımızı susturuyorduk. Zamanla bu dergi fikrî mücadelenin kavga dergisi oldu. Eski sayıları bize "tarih şuuru" veriyordu. Meselâ; bir sayının kapağında kocaman bir kulak resmi. Altında da şu yazı: "Başımızda kulak istiyoruz..." İsmet paşanın dergiyi kapattığını ileriki sayılarından anlıyoruz.

     

    Bakıyorsunuz bir başka gün, bir başka kapak. Bir cennet ırmağı ve altında Yunus'un mısrası ile Anadolu'yu târif ediyor:

    "Şol cennetin ırmakları akar Allah deyu deyu..."

     

    Bir başka kapakta harikûlade güzel yüzlü bir kız çocuğunun ağlayan resmi altında izahat: "Milletçe Ağlıyoruz" Tabiî CHP'nin elinden...


  11. Düşünmek

     

    İnsan düşünür elbet, düşünmek sana mahsus,

    Buralarda düşünmek suç ve düşünen mahpus...

     

    2008

     

     

     

    Kalb

     

    Bir yumruk parçası kalb, yalnız bir avuç kadar,

    Varlığa sığmayan Râb, işte o kalbe sığar... 

     

    2008

     

     

     

    Bu Dâva

     

    Para-puldan ziyâde, bir rûh ister bu dâva,

    Hani değildir küfür, küfür iken bedâva...

     

     

     

    Düğün

     

    İnsan henüz doğmadan ölümle nişanlanmış,

    Kimisinin düğünü, ecele zamanlanmış...

     

    2008 

     

     

     

    Ona Mahsus

     

    Bana ya Ondan bahset ya da hiç konuşma sus,

    Hakiki lezzet O, dil yalnız Ona mahsus...

     

    2008

     

     

     

    Mankafa

     

    Dosta laf atılır mı ey zavallı mankafa?!

    Böylesi kafaları, kaldırın gitsin rafa... 

     

    2008

     

     

     

    Aşk

     

    Aşk, rûhunun sahibi ve aşk rûhunun rûhu,

    Artık rûhunu ara bırak da şu çuhçuhu...

     

    2008 


  12. Bir Acâyip Kür

    Bu ne hırgür, bu ne hırgür,

    Orta yerde, ne bu har gür,

    Sesi geldi, sonuçsuz kür,

    Çağlar pınar, güldür güldür.

     

    Sorma boşa, ona ündür,

    Huzur uzak, gün bugündür,

    Haddi aşmak, özgürlüktür,

    Sınır bilmez, meşhur böndür.

     

    Sorsan Rabbi; mahluk natür,

    Dinsiz kullar, bu din ne tür.

    Hem ağlatır, hem güldürür,

    Bir acâyip karikatür.

     

    Kandırmaca, şu manikür,

    İçine bak, gör ve tükür,

    Sözde evi, şu pedikür,

    Yolu çıkmaz, rengi kömür.

     

    Sorsan "nedir" der, tefekkür,

    Ama yazar, hem düşünür,

    Baksan, bir insan görünür,

    Görsen, açık seçik gübür.

     

    İçin aksi, dilde sözdür,

    Gönle ayna, akis yüzdür,

    Bugünler yaz, yarın güzdür,

    Bir azık ki; ateş, közdür.

     

    Türban öcü, çarşaf bücür,

    Bir akılsız, akla müdür,

    Rûhu mahkum, fikri özgür,

    Utanıyor, literatür.

     

    Başı açık, ne tekebbür,

    Örten köle, açansa hür,

    Garip resim, komik figür,

    Ne zavallı, bir minyatür.

     

    Tatsız-tuzsuz, küfür küfür,

    Eser durur, işi böbür,

    Taş mı desem, sanki bordür,

    Değil desem, gözü kördür.

     

    Fayda vermez, kurak çöldür,

    Suyu acı, tatsız göldür,

    Gül diyemem, ancak küldür,

    İşi gücü, gafla zûldür.

     

    Anlaşılır, bu tezahür,

    Dünya yaşlı ve külüstür,

    Elde boru, ölü sansür,

    Öttür, biraz daha öttür.

     

    Öfke boşa, camlar tüldür,

    Anlaşılan, mâlum gündür,

    Sona yakın, azar küfür,

    Şüphe götürmez tevâtür.

     

    Sür bakalım, az daha sür,

    Sefâ dahi, bir gün ölür,

    Senin olsun, tv, küpür.

    Hoş, sana bayram, düğündür.

     

    Gelen gelir, patır kütür,

    Götürürler, paldır küldür,

    Biter elbet, biter ömür,

    Anlar, ağlar, hüngür hüngür.

     

    Sözde modern, zirve kültür,

    İsmi tezat, cismi pütür.

    Ürür ürür, itler ürür,

    Kutlu kervan, durmaz yürür.

     

     

    Ankara, Kasım 2008

×
×
  • Create New...