Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]

adıdeğmez

Editor
  • Content Count

    186
  • Joined

  • Last visited

  • Days Won

    1

Posts posted by adıdeğmez


  1. NECİP FAZIL, RİSALE-İ NUR’LARI SADELEŞTİRMEK İSTEDİ

    -Risalelerin, bugünün insanını anlayabileceği, lezzet alabileceği bir dile

    çevrilmesi fikrine nasıl bakarsınız? Çünkü İngilizce okuyanlar daha rahat anlıyor. Böyle bir şeyi teşvik eder misiniz?

     

    -Hayatını bu işe vermiş, benim hayatımın gayesi budur demiş insanlar var. Bunların

    düşüncelerine saygılı olmaya bağlı zannediyorum. Ben bu mevzuuyla alakalı bir anektod arz edeyim.

    Merhum Necip Fazıl’ı, Kırklareli’ne konferansa çağırmıştık. O zaman orada vaizdim.

    Kendisine talebelik yapanlarla gelmişti. Onu arabasına koyup getiren arkadaş, daha ziyade Nur’lardan istifade etmiş, Bediüzzaman Hz.’ne saygı duyan bir arkadaştı. Gelirken, Onun hali, tavırları, davranışları da Üstad Necip Fazıl’a tesir etmiş. Ondan takdirle bahsetti orada. Akşam bir yemekte de beraber bulunduk. Güzel şeyler konuşuldu. Ben saygımı ifade ettim. Necip Fazıl bana dedi ki: -ben bunu kemal-i samimiyetle itiraf ediyorum-

    “Bediüzzaman, Sultanahmet’in mimarı gibi büyük bir adamdır. Bu büyük insanın büyük düşünceleri var. Fakat köprünün altında, dubalarda yaşayan insanlar var. Bunlar Bediüzzaman’ı, bu büyük mimarın sözlerini anlamazlar. Bana müsaade edilse de, o dubalarda yaşayan insanların diline göre onu sadeleştirsem.”

    Ben burada Necip Fazıl’ın tevazuunu ve mahviyetini görüyorum. Ona, kendi tabirimle “Üstadım, bu mesele beni aşar. O büyük zata birinci safta hizmet etmiş, kitaplarını yazmış, istinsah etmiş (kopyalamış), basmış, dağıtmış insanlar vardır. Bu mevzuda söz onlarındır. Bana sadece elçilik düşer. Bu elçiliği yaparım.” dedim. Çok yumuşamıştı. Hatta Büyük Doğu’nun, üstüste iki sayısında yazmıştı. Bu yazıları bizim arkadaşlarımız sorguladılar. Üstad için ölebilecek çok vefalı birisi sorguladı.

    Hoşlanmadı yani.

    Hoşlanmadı. Sonra bizim rahmetli Bekir Berk Bey geldi. Necip Fazıl’ı kastederek

    bana dedi ki, “Keçeli ne yaptınız, adamı fethetmişsiniz? Sen kitap vaat etmişsin ona. Külliyatı verecekmişsiniz. Gel ver.” Ben de İstanbul’a kitapları vermeye gittim. O gün evinde, beraber yemek yediğimiz arkadaş da vardı. Fakat bizim gibi düşünmeyen, benim de hatırını kıramayacağım birisi beni çağırdı. Oldukça ciddi itap etti. “Bu kitaplar böyle isteyene uluorta verilmez. O kim oluyor sadeleştirecek?” dedi. Ben de haşlandım arada. Sonra Bekir Berk’e, “Abi beni mahvettin. Söz verdim bu işi yapmaya. Buraya geldim, hışma uğradım.” dedim.

    O da “Kardeşim bizim aklımız her şeye ermez. Onlar bilirler.” dedi. Bu sözleri söyleyen kişiye onun da saygısı vardır. Öyle geçiştirdi meseleyi.

    Çok dar görüşlülük. Öyle değil mi?

    Ben artık vefat etmiş, çok önemli hizmetler etmiş o zat hakkında öyle düşünmek

    istemiyorum. Fakat keşke öyle olmasaydı. Necip Fazıl gibi belli kredisi olan bir insan tarafından onun kendisine has üslubuyla, kendisini sevenlerle olabilirdi o gün. Geç kalındı…

    …Bir Yirmi Beşinci Söz var. Onun sadece ayetlerle işaret edip geçtiği şeyler biraz

    daha açılarak neşredilse, çok iyi olur…

    …Keşke Necip Fazıl gibi bir insan kendisine has üslubuyla ve yakınlarıyla birlikte

    Risale-i Nur’ları sadeleştirseydi…

     

     

    “Fethullah GÜLEN”

    Zaman Gazetesi

    31 Mart 2004

    Röportaj: Nuriye AKMAN


  2. Manzara

    Tarihin en vahşi donanmasına, on yıllar önceki gibi yine şahit oluyordu, dalga dalga yutkunan bu boğaz. Bütün Vespucland gemileri, Pasteur’un dahi şaşkın kalacağı bir salya ile kuduz başkanının kan kokan ağzından çıkacak bir emri bekliyordu. Sadece Vespucland Donanması mı? Hayır. Aralarında, kendilerini nimetten saydırana kadar çetin bir müttefiklik sınavından geçirilmiş, bütün cemiyeti ve ahkamlarıyla bu vahşete ortak olmak isteyen Richardtanya, Gaulistan, Hellosya ve Hırs-ı Mevudya gibi ülkeler de mevcuttu.

    On yıllar önce, maviliğini kan kırmızıya çevirmek için, bu boğazlarda, sonradan görme Vespucland haricinde, diğer bütün ülkeler kuyruğa girmiş lakin hezimete uğramışlardı.

    Şimdi, yeni yetme olsa da atalarına başkaldırıp, hepsini yıldıran; dediğim dedik, demokrasim vahşet diye gürleyen, güvendikleri bir evlatları vardı liderlik vazifesinde.

    Ya saray ahalisinde, baş reiste durumlar ne yöndeydi acaba?

    Uzun uzun anlatmaya gerek yok Osmanzade Hükümdarlığını.

    Tek bir ifade ile, sistem ve ideoloji terbiyesizliğinin diz boyu olduğu; nefes almanın dahi göz kalacak korkusuyla zehir edildiği; baştanbaşa vurdumduymaz, cahil ve belden aşağı insanların bulunduğu; hak olana yasak, haz olana medeniyet denilen, bir zamanlar kahramanlar yeşertip, dallandıran ve son asrında büsbütün iman kaygısı yaşanan bir coğrafya üzerine binbir zorlukla kurulmuş ve binbir kolaylıkla da kurutulmuş bir hükümdarlıktan ibarettir.

     

    ………………………………………………………………………………………………..........................................................................

    ..................................

     

    Sarayda

    Baş Reis, kendilerini bu zor durumdan kurtarması için bütün komutanların listesini, en güvendiği komutanından ister. Kendisi, sarayda Vespucland komutanları tarafından, her an tehdit altındadır. Ülkesi için birşeyler yapmak zorundadır.

    Birkaç gün geçer.

    Komutan, Baş Reis’in huzurundadır.

    Komutan

    -Efendim, emreylediğiniz liste tamamlanmıştır.

    Baş Reis

    -Teker teker isimleri oku bakayım.

    Komutan okur.

    Baş Reis

    -Muhammed Nizam hırsız mıdır?

    Komutan

    -Haşa efendim.

    Baş Reis

    -Dolandırıcı, haramzade, gerizekalı ya da ucube midir?

    Komutan

    -Bu vasıfların hiçbirine malik değildir efendim.

    Baş Reis

    -O halde, onun ismi, bu listede niye yok?

    Komutan

    -Efendim, sizin hoşlanmayacağınızı tahmin ettiğim bazı davranışları var.

    Baş Reis

    -Neymiş o

    Komutan

    -Beş vakit namazını kazalarıyla birlikte kıldığı gibi nafile namazlarına dahi sadıktır. Oruç tutar. Hacca gitmiştir, hacıdır. Mukaddes saydığı kitabı ezberindedir, hafızdır.

    Baş Reis

    -Yeter…

    Baş Reis, saray penceresinden, ürkek gözlerle, Vespucland Donanmasına şöyle bir bakar ve komutanına asık bir çehreyle döner.

    -Paşa, Paşa… Ben Muhammed Nizam’ın kurtaracağı bir ülke de yaşamaktansa, şu Vespucland Donanmalarını seyretmeyi tercih ederim…


  3. TESELLİ

    Senelerin aynayla oynaştığı zamanlar,

    Ne, mazi kucak açar; ne, zaman halden anlar!

    Tebessüm etmek, aslan pençesinde bir nimet,

    Ağlamak… Yaradan’dan, gözlerine ganimet!..

    Yüreğinde, gençliğe ağıt yakan ihtiyar

    Ve gençlik gezedursun albümde, diyar diyar!

    Hayatı roman olmuş sürü sürü hikâye,

    Tamamlanınca, büyük visale ermek, gaye!

    Visal ölüm demekse, can, hasretin tutsağı;

    Yol, doğrudan da doğru; ne solu bil, ne sağı!

    Şefkate muhtaç gönül aşkla teselli bulur

    Ve nihayet, bir veda dehlizinde kaybolur!

    Hasretin çöllerinde yüreği kanar iken,

    Mecnun, Mevlâ’yı buldu, Leylâ’ya yanar iken!

    Bırak oynaşsın ayna, zamanın kucağında;

    Aşk denilen o visal, sonsuzluk bucağında!

    Ne ağla gençliğine, ne yan ihtiyarlığa,

    Perde kalkar, yol gider; O’na doğru yârlığa!

    Baktığın her ufukta göreceksin ki O Nur;

    Yeter ki yolu iste, kılavuzun bulunur!

    Sûkutla bağrışırken yalnızlığının sesi,

    Kalbindedir, gerçeğin nâme nâme bestesi!

    Sen sevin, sevinirdi ölümsüz kahramanlar;

    Senelerin aynayla oynaştığı zamanlar!..

     

     

    Adıdeğmez / 2003


  4. Konya Selçuk Üniversitesi'nde talebelik hayatına ilk adım attığım ve her öğrenci gibi, kalacak yer telaşında olduğum günlerden birinde, bir tanıdık tarafından, cemaat evlerinden birine tavsiye edilip, gönderilmiştim. 1 aya yakın kaldığım bu evde, pek mutsuz olmamakla birlikte, Üstadımın ve diğer zat-ı şahanelerin eserlerini gözden bile geçirememek beni üzüyordu. Okuduğum kitap, çok yararlı ve manevi gücü üstün olmasına rağmen; ben, harmanlanmış bir öğretiyi daha makbul görüyordum kendime. Bir yandan, el altından, kaldığım yerden ayrılıp, başka bir yer ararken; bir yandan da "yanlış mı yapıyorum acaba, ayrılmalı mıyım?" düşüncesi beynimi talan ediyordu. Nihayetinde kalacak bir yer bulmuştum fakat ayrılıp, ayrılmama arasında bocalıyordum ve fena halde vicdan azabı, fikir çelişkisi, beyin depremleri yaşıyordum. Evdeki arkadaşlarla tartışmalara, geçimsizliğe kadar götürmüştü beni bu ahvalim. Evdeki sondan bir önceki gecemde de işte bu düşüncelerle, yatağımda, sağa-sola döne döne uyuyakalmıştım. Rüyamda, evdeki arkadaşlarımın tümü, korkunç bir surete bürünüp, beni evin dışına çıkarmamak için uğraşıyorlardı, üsütme abanıyorlardı tabir-i caizse. Üsütme çökmüş onlarca bedenin arasından, odamdaki kapıyı görecek kadar küçük bir görüş açısı buldum kendime o an. Kapı, çok sert bir şekilde açıldı ve içeriye, en korkusuz yarasa sürülerini bile çıldırtacak kadar bir nur harmanı süzülüverdi. Bu gelen bir insandı ama nurundan ötürü kendisini seçemiyordum. Üstüme çullanmış bütün o bedenleri tek tek savurup, kaçırttı. Bana elini uzattı. Tuttum elini. Yatağımdan doğrultup, beni evin dışkapısına kadar getirdi ve eliyle "Artık Özgürsün" der gibi bir işaret yaptı. Nur harmanı yüzüne son bir gayretle baktım. Evet, bu Üstadımdan başka biri değildi. Benim gerçek mürşidim, vesilecim, benim Üstadımdı o.

    Böylece uyanıverdim, artık ne şüphem, ne vicdan azabım, ne fikir depremlerim vardı. Ertesi gün bulduğum o yurda yerleştim...


  5. DİYET

    Kim dinler

    “Durun”u?

    Ve kim bilir

    “Durum”u?

     

    Sırıtır

    Kavim-i Ad.

    Ne aheste

    Şu miad.

     

    Kopan koptu

    Hani kıyamet?

    Ayaklar başta,

    Kolaysa kıyam et.

     

    Korkaklar

    Beyannamesi:

    Emr-i inşaa

    Tarık’ın gemisi

     

    Şehir duman,

    Şaşkın Nazi!

    Biricik reçete:

    Ötenazi!

     

    Kızıl kahraman

    Kana bid’at.

    İade-i itibar

    İstimdat!

     

    Ve tekerleme

    Hürriyet!

    Bedavadan

    Diyet!..

     

    Adıdeğmez / 2007


  6. Üstadımın 103. doğum ve 24. vefat yıldönümü hatırasını, Üstadıma, kadim dostu Osman Yüksel Serdengeçti'ye ve bütün dava gönüllülerine ithaf ediyorum...

     

    (*) AÇIN KAPILARI OSMAN GELİYOR

    Müjde ey Müslüman, Osman geliyor!

    Zalime, zulüme düşman geliyor!

    Bilirim, senin de koşman geliyor,

    Koş ona, ardından cihan geliyor;

    Açın kapıları, Osman geliyor!

     

    Sen, yurduna hasret; yurdunda esir!

    Sen, günaha batmış; günaha vezir!

    Sen, güneşten mahzur, geceye nezir!

    Geliniz? Kahraman sultan geliyor!

    Açın kapıları, Osman geliyor!

     

    Saç-sakal karışık; tarak mı işler?

    Biçare tarakta kırılır dişler!

    İlk ve son değil ki onda gelişler;

    Pençesi imanlı aslan geliyor!

    Açın kapıları, Osman geliyor!

     

    Yaradan?a kulluk en güzel sanat,

    O, Allah?a dua, Resul?e naat;

    Şeytanın dilinde bir tek beyanat:

    ?Beni çıldırtan o yaman geliyor!?

    Açın kapıları, Osman geliyor!

     

    Yanında çilenin kahramanıyla,

    Kırdı zincirleri tüm imanıyla;

    Vuslat gemisiyle, aşk limanıyla

    Hergün yazılacak destan geliyor!

    Açın kapıları, Osman geliyor!

     

    Ey genç, ismin Mehmed Âkif yazılsın,

    Sen, şiir sultanı Necip Fazıl?sın!

    Yüreğine Serdengeçti kazılsın;

    Sana Yaradan?dan derman geliyor!

    Açın kapıları, Osman geliyor!

     

    Bırak nöbet tutsun pusuda karga,

    Onun da ateşi çıkacak kırka!

    Resul?den emanet bu kutsal hırka;

    Kaab?den, Üveys?den aman geliyor!

    Açın kapıları, Osman geliyor!

     

    Sökülsün nâmeler, şarkımız çalsın,

    Şanımızı rüzgâr, dünyaya salsın;

    Ağlayıp, dövünmek şeytana kalsın;

    Dertlerine deva Lokman geliyor!

    Açın kapıları, Osman geliyor!

     

    Ey Rabbim, Resul?üm, aşkım, Kur?an?ım,

    Enbiyam, evliyam, mürşidim, canım,

    Yavuz?um, Fatih?im, Ulu Hakan?ım,

    Yolunuza bin kez kurban geliyor!

    Açın kapıları, Osman geliyor!

     

    Bilmem buna küfrü kovuş mu dersin?

    Soysuzun fikrini boğuş mu dersin?

    Batmayan güneşle doğuş mu dersin?

    Ne dersen de, büyük zaman geliyor!

    Açın kapıları, Osman geliyor!..

     

    (*) Osman Yüksel Serdengeçti?lere

    Adıdeğmez / 31 Aralık 2002 - 01 Ocak 2003

     

     

    "Dokuz köyden kovdukları, dokuz köyün sahibi olan ruhumuzun intikamını sana havale ediyoruz Ya Müntakım Allah..."

    • Like 1

  7. ÖRTÜDEKİ SIR

     

    Adına “yüksek sosyete” dedikleri bir toplantıda genç şair konuşuyor:

    -Bütün sır örtüde… Kadın soyundukça vazıhlaşıyor (manası anlaşılıyor), böyle olunca da mana peçesi düşmüş bir şiir gibi basitleşiyor, yavanlaşıyor, çirkinleşiyor…

     

    Kadınlı erkekli bir kahkahadır koptu.

    Mini etekli bir kız haykırdı:

    -Paradoks! Buna paradoks derler!

    Genç şair acı acı güldü:

    -Size, üniversiteli sayın bayan, içinde yaşadığınız dünya, fikre fikirle karşılık vermeyi öğretmiyor da teker kelimelik klişeler belletiyor. Kutudan fiş çekercesine her fikrin tek kelimelik yaftasını çıkarıyorsunuz, o kadar… Sonra da “saçma” yerine (paradoks) demekle, hastalığı teşhis etmiş bir doktor edasına bürünüyorsunuz!

    Bu defa kahkahalar daha sert patladı.

    Genç şair devam etti:

    -Bütün sır örtüde… Örtü, kadının manasına, aranması, bulunması, erişilmesi lazım bir derinlik veriyor. O manayı zorlaştırıyor, giriftleştiriyor, kıymetlendiriyor. İdeal… İdeal işte budur. Aranması, bulunması, erişilmesi gereken gaye… Kadın vücuduyla idealden bir çizgidir. Ve mutlaka perde arkasında, göz ufkunun gerisinde el uzanır uzanmaz tutulamayacak bir noktada olmalıdır.

    Bir ses yükseldi:

    -Sen, yobazların savunduğu şeylerin mükemmel bir avukatı olabilirsin!

    -Ben, yobaz dediklerinizin gerçeklerine tamamıyla inanıyorum! Sahte olmayan, her şeyin hesabını veren tek dünya onlarındır. Bu gerçeklerin kıymetini de estetik planda göstermeye çalışıyorum.

    Kahkahalar kasırgalaştı. Mini etekli kız atıldı:

    -Şimdi ben çarşafa girecek, sadece iki gözüm ve burnumu dışarıda bırakacak olursam sizin için ideal kadın mı olurum?

    -Dinin kadın vücudunda mahrem nokta olarak görünmesini yasakladığı yerler, kadında büyük mananın sınır çizgilerinden başlar. Erkeğin hayali bu çizgilerin ötesindedir ve onlar muhafazalı olduğu nispette çekicidir.

    Genç şair sesini yükseltti:

    -Siz, bütün ilericiler, kadını kurtarmak ve nadide bir yemiş gibi ortaya koymak isterken onu, en aziz mana ve tesiriyle öldürüyorsunuz! Kadını yok ettiğini sandığınız dine karşı onu katil elinden kurtarırcasına kapıp, kasap çengellerinde kuyruğu fiyonklu bir ceset haline getiren, yani gerçekten yok eden sizsiniz!

    Sonra dönüp, gözlerini mini etekli kıza dikti:

    -Siz diz kapaklarınızdan birer karış yukarısına açık vücudunuzda mahrem nokta tanımadığınızı ilan ederken, diz kapaklarınızdan yukarısına ait bütün tesirinizi kaybettiğinizin farkında mısınız? Erkeğin hasret ve kıymet hükmünü öldürerek mi kıymetleneceksiniz? Siz, vücudunuzun neresini açarsanız, o noktayı kesip atmış gibi kaybediyorsunuz!

    …………………………………………………………………………………………………..

     

    İlerici kızlar ve arkadaşları, genç şaire bir oyun oynamaya karar verdiler. Baş rolü de mini etekli kıza ısmarladılar.

    Mini etekli kız, yüzündeki koyu makyaj sıvasını silip attı. Başına sımsıkı bir türban sardı ve uzun etekli bir elbiseye büründü. Kendi gerçek şekline dönen kız tanınmaz hale gelmişti; onu bir partide, tesadüfen evde bulunan terzi işçisi diye genç şaire takdim ettiler:

    -Sizi tanıyacak gibiyim. Siz, şu bizim ileri, ilerici, İngiliz Filolojisi öğrencisi mini etek…

    Kahkahalar boşandı:

    -Ayol, o birazdan gelecek, nerdeyse damlar… Ufak bir benzerlikten ibaret…

    Kız, mahcup mahcup, müsaade alıp çıktı ve beş dakika sonra her zamanki kılığı içinde döndü.

    Alkış, kahkaha, kıyamet…

    Genç şair afallamıştı.

    Kısa bir zaman sonra, örtülü kılığıyla, genç şairin yoluna çıkıp, verdiği randevuyu kabul eden kız, Eyüp sırtlarında, Çamlıca tepelerinde ve Boğaziçi’nde birkaç gün süren masum gezintilerden sonra, onu kolundan yakaladığı gibi, arkadaşlarının muhitine götürdü ve herkesin hayret nazarı önünde haykırdı:

    -Bu adamı gülünç düşürmek için oynadığımız oyuna son veriyorum! Ben bu adamın kendisine olduğu kadar, fikirlerine de tutuldum! Artık bu kılıktan çıkmayacağım!

    Evlenme dairesinde, sımsıkı örtülü kızla yanındaki genç şairin arkasında bir sürü mini etekli ve favorili tipler… Biri, öbürüne fısıldıyor:

    -Bütün sır örtüde…

    Ve içinden inanarak söylediği bu söze, dışından inanmadığını gösteren bir eda ile sırıtıyor… (1967)

     

     

    Necip Fazıl KISAKÜREK (R.Aleyh)

    “Hikayelerim - s:207 - 210”


  8. Rabbim. İşte elimde Kitabın!.. Üç şeyi bilmek ve üç nokta hakkında Kitabından

    emir almak istiyorum. Müslümanlıkta fal şirktir. Bense Senin Kitabını nefsani tecessüs (nefsin istediği gibi araştırma) iştahlarına alet edecek insan değilim. Fakat Sana bağlı işlerde Senden yol arayan ve işaret bekleyen bazı büyüklerin yaptığı gibi, ancak Senin yolundaki davranışlarıma ve halime ait, yine Senden işaret bekliyorum. Her üç niyetim için birer defa Kur’an’ı açacak ve sağ sayfanın üzerindeki ilk ayeti, zahiri (açık) manasıyla cevap kabul edeceğim. Gaibi Senden başkasının bilmediğine inanıyorum ve Senden ancak niyaz ettiğim manada işaretler bekliyorum. Lütfet!

    Ve Allah’ın Kitabını, üç kere, üç niyetime göre açtım.

    Birincisine çıkan cevabın zahiri manası:

    “-Şimdi sana dedikleri gibi, senden evvelki ümmetlere de hiçbir resûl gelmedi ki,

    onun için sihirbaz ve mecnun dememiş olsunlar!”

    (Zariyat Sûresi - 52. âyet meâli)

     

    İkincisine çıkan cevabın zahiri manası:

    “-Senden onun saatini sorarlar; de ki, onu ancak Allah bilir; belki de yakındır!”

    (Ahzap Sûresi - 63. ‘ayet meâli)

     

    Üçüncüsüne çıkan cevabın zahiri manası:

    “-Öbür peygamberlere vahyettiğimiz gibi, sana da emrimizden bir ruh

    vahyeyledik. Sen, Kitap ve iman nedir, bilmezdin. Fakat biz o Kitabı ve imanı bir nur eyledik ki, kullarımızdan dilediğimizi onunla doğru yola çekelim…”

    (Şûra Sûresi - 52. âyet meâli)

     

    Niyetlerimi bilmiyorsunuz; ben de bildirmek niyetinde değilim. Fakat muratlarıma

    bunlardan daha uygun birer cevap, daha isabetli birer tecelli olamazdı…

     

    Necip Fazıl Kısakürek (R.Aleyh)

    Cinnet Mustatili S:39 - 40


  9. -Kaç yaşındasın nine?

    -71…

    -Demek İstiklal Savaşı’nda 20-21 yaşlarındaydın…

    -Öyle zahir…

    -O günden beri çıkmadın mı köyünden?

    -Çıkmadım.

    -50 yıldır çıkmadın ha?

    -50 yıldır…

    -O gün, bu gün, dünya çok değişti…

    -Öyleymiş…

    -Bir daha da evlenmedin, öyle mi?

    -Öyle…

    -Seni, ardı arkası gelmeyen sorularla sıkıyorum değil mi?

    -Estağfurullah…

    -Ne yapayım, sen anlatmıyorsun ki, dinleyeyim… Niçin anlatmayı sevmiyorsun?...

    -Sevmem!

    -Ne seversin?

    -Okumayı…

    -Ne okursun?..

    -Kur’an okurum.

    -Okuman yazman var mı?

    -Yok! Yalnız Kur’an okurum.

    -Kim öğretti sana Kur’an okumayı?

    -Babam…

    -Peki, Kur’an okuyan, eski harflerle başka şeyleri okuyamaz mı?

    -Ben okuyamam. Allah’ın Kelâmı bana kolay gelir. Öbürleri çetin kargacık-burgacıklar…

    -Baban da kocan gibi zeybek miydi?

    -Babam köy imamıydı. Hem zeybek diye ayrı bir cins yoktu ki… Burada her mert delikanlı bir zeybekti zamanında…

    -Ya şimdi…

    -Şimdi herkes bebek…

    -Ne oldu, nerede öldü baban?

    -Seferberlikte (I.Dünya Savaşı) Hicaz taraflarına gitti, bir daha dönmedi.

    -Ne kaldı babandan sana?..

    -Şu köşede gördüğün yeşil ipek kaplı Kur’an kaldı. Bir de söz…

    -Nasıl söz?..

    -“Kur’an’dan ayrılma!...”

    -Sen o zaman 14-15 yaşlarında bir kızdın…

    -Öyleydim…

    -Sonra evlendin…

    -Beni 19 yaşımda, dayımın oğluna verdiler. Evlendim.

    -Tam da Yunanlıların İzmir’e çıktığı yıl…

    -Çok geçmeden Yunanlı bu tarafa geldi, bir taburuyla bizim köye yerleşti.

    -Anlat, anlat!

    -Ne anlatayım?.. Sen sor, ben söyleyeyim!.. Zaten her şeyi öğrenmişsin dışardan…

    -Evet ama senin ağzından dinlemek istiyorum. Halk bir şeyi renkten renge sokar, gerçek diye bir şey kalmaz ortada…

    -Doğru!.. Kimbilir benim için de neler uydurmuşlardır!

    -Sen, tek başına, bir tabur Yunan askerini köyden kaçırmışsın!..

    -Yok canım, o benim kuvvetim değil, Kur’an’ın gücü…

    -Kur’an’ın gücü mü?

    -Ne sandın ya; koynumda Kur’an olmasaydı, hiç o işi becerebilir miydim ben?

    -Kur’an’ın, tüfek gibi, top gibi bir gücü olabilir mi?

    -Yüzbin top, O’nun tek harfine denk olamaz!..

    -Kuzum nine, söyle nasıl oldu?

    -Üç aylık kocamı cami avlusunda kurşuna dizdiler.

    -Sebep?

    -Kızlara saldıran bir Yunanlıyı bıçaklayıp öldürdü diye…

    -Sonra?..

    -Kalktım, Yunan kumandanına gittim. Sırtıma örtümü çektim, koynuma Kur’anımı aldım gittim.

    -Eeee?

    -Yunan kumandanı, meydan yerindeki eski jandarma karakolunda bir masa başında, çizmeli ayaklarını masanın üzerine uzatmış, oturuyordu. Yanında da İzmir’in yerlisi bir Rum… Tercüman…

    -Nasıl cesaret edebildin aralarına girmeye?

    -Cesaret Kur’an’ın emri… Kumandan “ne istiyorsun?” diye sordu. “Kocamın kanını dava ediyorum!” dedim. “Kime karşı?” dedi. “Sana karşı!” dedim. Kahkahayla güldü. Ayaklarını masadan çekerek doğruldu. Alaycı bir yılışıklıkla “ne yapmamızı emir buyuruyorsunuz?” dedi. Ellerimle, koynumdaki Kur’an’ı sımsıkı kucaklayarak…

    -Ne cevap verdin?

    -“Hemen taburunuzu alıp, buradan çıkmanızı istiyorum!” dedim.

    -Hayret!..

    -Evet, kumandan hayretinden ne diyeceğini bilemedi. “Nedir, o koynundaki sımsıkı kavradığın şey?” diye bağırdı. Ben de bağırdım: “Dünyanın en güçlü silahı! Hepinizi tuz-buz etmeye yeter!..”

    -Müthiş!..

    -Tam o anda tercüman avaz avaz “bomba!” diye bastı çığlığı…

    -Akıl alabilecek gibi değil…

    -Daha neler var bu dünyada aklın alabileceği gibi olmayan…

    -Devam et!

    -Kumandan dehşetle irkildi, yan yana yürümeye başladı; gözleri bende ve koynumdaki gizli silahta, arkasıyla çıktı, meydan yerindeki askerlerine doğru yürüdü. Tercüman da iki büklüm, ardında…

    -Nasıl oldu da üzerine atlayıp, bomba sandıkları şeyi koynundan almadılar?..

    -Sıkı mı, ya onu yere bırakıp da karakolu havaya uçuracak olursam?..

    -Sonrası?..

    -Sonrası, kumandan askerlerine Rumca bir takım emirler verir ve onları toplarken, birdenbire müezzinin gür sesi işitildi. Öğle ezanı… Kocamın tabutu da musalla taşında… O anda bir yaylım ateş… Olanları haber alan çeteler, bir tepeciğin üstünden kuru-sıkı ateş ediyor. Yunalı askerler kaynaştı. Ne yapacaklarını bilemediler. Ben, tam o an, kollarım sımsıkı koynumdaki silahı kavramış, kapıdan çıktım, medyam yerinde göründüm. Kumandan haykırdı. Rumca bir kumanda… Yunanlılar köy dışına doğru kaçmaya başladılar. Gidiş o gidiş…

    -Demek Kur’an silahtan üstün geldi İstiklal Savaşı’nda…

    -O savaşı Kur’an’ın gücü kazandı!...

    (Mart 1971)

     

    Necip Fazıl KISAKÜREK (R.Aleyh)

    “Hikayelerim s:301 – 305”


  10. Bediüzzaman’ın İstanbul muhakemesi sırasında bende kendini yakından görmek ve

    İslâm yolunda çırpınan bu muhterem mücahidi göz ve kulak planında tanımak arzusu doğdu. Otel, kapısından itibaren Nur talebeleriyle doluydu. Kendimi haber verdim. Beni yukarı kata çıkardılar. O katta da hizmetine bakan talebeler… Bu gençlerin yüzlerinde ziyaretimden memnunluk duyduklarını ilan eden mânâlar… Beni, içinde, dar ve tek kişilik bir karyola bulunan bir odaya aldılar ve:

    -İşte Necip Fazıl!;

    Der gibi bir eda ile huzuruna çıkardılar.

     

    Derinlerden bakan hummalı gözlerin hâkim olduğu sakalsız bir çehrede, içine kapanık

    bir hâl… Heybet hissinden ziyade, davasına teslim olmuş çilekeş bir insan intibaını aldım.

    Beni “Büyük Doğu” faaliyetimle tanıyorlar ve o tarihlerde henüz başlarında olduğum

    hapislerimi biliyorlardı.

    Bana iltifat ettiler ve aynen şu kelimeleri söylediler:

    “-Seni Nur Risalesine 40 yıl hizmet etmiş (sene sayısını tam hatırlamıyorum; daha az

    veya daha çok olabilir) kabul ediyorum!”

    Kendi kıymet hükümlerine göre bu gayet cömert iltifata teşekkürle mukabele edip

    huzurlarından ayrıldım ve ondan sonra kendilerini bir kere daha görmek fırsatına eremedim.

    İtiraf edeyim ki, beni 20 veya 40 yıl Nur Risalesine hizmet etmiş kabul etmelerindeki

    tevcih (sözle işaret etmesi) biraz garibime gitmişti. Ben Nur talebesi değildim ve olmama imkan yoktu. Benim kendisinde taktir ettiğim tek nokta küfre karşı mücadelesi ve düşman kutuplar üzerindeki iştirakimizdi. İslâmî kemâl davası ayrı mesele…

     

     

    Necip Fazıl KISAKÜREK (R.Aleyh)

    -Son Devrin Din Mazlumları-

    S: 244 - 245

×
×
  • Create New...