Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]

mehmet

Admin
  • Content Count

    356
  • Joined

  • Last visited

Posts posted by mehmet


  1. Ruhları ve maddeleriyle sefil bazı turistlerin fing attığı yerlerden biri de Sultanahmet Meydanı. Benim de yerim (b.d. Yayınları) orada... Her sabah bu meydandan geçerken yâra üstüne yara alıyorum. O mide bulantısı kokonalar; ihtiyarlığına dek dünya diye birşey görmemiş de şimdi dünyayı tanımaya çıkmış gibi tutuk tavırlı, suratları hamakat mührü, kısa pantolonlu moruklar; sakal bıyık ve saç birbirine geçmiş, (Montekristo) adası firarileri halinde (Psikiyatri) kliniği mevzuu delikanlılar; dişi köpekliklerini mevsim tanımaz bir cömertlikle bütün seneye yaymış sözde kızlar, falan, filan ve Batının bu kusmuk temsilcileri karşısında, zilletlerin en acısiyle el açan cami kapısı dilencileri, (âsar-ı atika) dolandırıcıları, şarkkâri eşya sahtekârları, damızlık Türk erkeği sıfatiyle bıyık buran müsvedde zamparalar...

    Bir gün turistler arasında ne görsem iyi?

    Dizkapağının üstüne kadar çıplak bacaklı, kısa kol gömlekli bir herif, başına ciğer rengi bir fes geçirmiş. Türk'ten ziyade Türk edasiyle salınmakta değil mi?

    Hayretten dondum.

    Biz Avrupalıya yaklaşmak için ne yapsak, o buna aldırmıyor, bakmıyor, yalnız camileri ve eski eserleri geziyor ve bizde kalmayıp turist işportasına düşmüş bir şeyi, alaycı bir üslûple "nerede eski halin?" gibilerden bize ihtar ediyor.

     

    Dâva feste değil, fesin remzlendirdiği mazide, mazinin karartılmış ruhunda. Avrupalı, görülmeye lâyık olarak bizde kaybedilmiş bir şeyi arıyor!

     

     

     

    -Türkiye'nin Manzarası-


  2. cok teşekür ederim bu çalısma için bir sey soracagım tesettür deyince biz sadece sacları anlıyoruz halbuki bacak ve kolların ve gogsun ortunmesi de bir tesettürdür.peki saç haricinde kapanmıs olmak şeriata uygun mudur ki üstad ın eşi olsun Abdülham,t in kızları olsun saçlar hariç kapalı idi yani bu da şeriata uygun oyle degil mi ki bu İslamı yudumlamıs insanların yakınları böyle olduguna göre???

     

    Tesettür yahut ,daha anlaşılır bir ifade ile, islami usullere riayet edilerek tatbik edilmiş örtünme biçimi ne yalnızca saçların görünmemesini sağlamak ne de diğer mahrem yerleri örtüp saçı açıkta bırakmak demektir.Tesettür deyince akla yalnızca saçları getirmenin abesliği aşikar olduğu gibi tesettürü saçlardan ziyade tasavvur etmek de bir o kadar yanlış ve hatalı olur. İslam, kadının örtünme hadlerini belirlemiş, kadına bu hadlere tastamam riayet etmesini emretmiş, aksini ise yasaklamıştır. Şu durumda akıllara gelmesi muhtemel bir mesele daha vardır ki, ehemmiyeti haizdir, o da islami hadlerden ne derece feragat edildiğidir. Yani, elbette ki İslam tastamam hadlere uyulmasını emreder fakat anadan üryan sokaklarda dolaşan bir kadın ile sadece saçını örtmemiş, diğer hadlere uymuş bir kadını denk tutmaz. Bu iki kadın arasında İslami hadlere bütünü ile riayet etmeme yönünden bir muvazilik varsa da, islami hadlere yakınlık bakımından da bir o kadar zıtlık vardır. Gönül, tüm kadınların Şeriata uygun örtünmesini ister elbet.

     

    İslami kapanma hadleri bütün kadınlar için geçerlidir. Hiçbir kadın yoktur ki bu hadlerden azade olsun, azade düşünülsün. Şu durumda kimin kızı, kimin hanımı olduğu mesele değil, dosdoğru örtünmemiş kişiler vebal elde etmişlerdir. Nice İslamı yudumlamış insanlar vardır yakınları zulmetin derununa gark olduğu halde elinden bişey gelmeyen. Biraz da nasip meselesi...Büyük insanların çevrelerinde de yanlış yapanların hasıl olduğu vakidir. Yukarıda vermiş oldugunuz misallerdeki abide şahsiyetlerin Şeriat hadlerini bilmemeleri düşünülemez. Hal böyle iken bu kişilerin kızlarının veya hanımlarının örtünme biçimlerindeki yanlışlara icazet verdiklerini, bu durumu tasdik ettiklerini ,tabii olarak, düşünemeyiz. Mevzuların derinliklerinde yatanları Allah bilir diyip bu meseleler üzerinde daha fazla durmayı uygun görmüyorum.

     

    Kamil insanların etrafındakilerin doğru olmayan hallerine bakarak mevzu bahis kişilerin bu hallere onay verdiğini hatta dinimizde bu hallerin uygun görüldüğünü düşünmeyelim. Kendi eksikliklerimizin benzerlerini büyük insanlar etrafında yahut başka kişilerde bulmaya gayret etmek, yanlışa iştirakçi bularak nefsimizi rahatlatmaktan gayri nedir ki..!

     

     

    Konumuz ile alakalı olan "İslam ve Kadın" adlı başlığa buradan

    ulaşabilirsiniz.

    • Like 1

  3. Halid Bey her işi rahmet tarafından alır, bütün mazlumların Hesap Gününde kendi kanlarını dökenlere şefaatçi olacaklarını söyler, her şeyi affeder, şahsî hiç bir kıyas cesareti göstermeksizin yalnız büyüklerin ölçüsüne teslim olur ve günah bahsinde derdi ki:

     

    - Günahtan korkmanın da derecesi vardır. Fazlası da günahtır. Biz iki kanat ortasındaki ahenk ve muvazeneye memuruz. Allah'ın Resulü, sahabîlerin büyük bir günah korkusu geçirdiğini görünce buyurmuşlardır:

     

    «Allah dilerse hepinizi helak eder, yerinize günah işleyecek yeni insanlar yaratır ve onları affeder.» Peygamberlerden hiç günah işlememiş biri, günah işlemek ve gufran tecellisine vesile olmak için tekrar yeryüzüne inecektir. Peygamberlerinki günah değil «zelle»dir. Dâva, günah işlemek mi? Hayır! Günah korkusu ölçüyü taşırınca bu defa o yoldan insanı sapıtmaya gelecek olan şeytana karşı durmak...

     

    Büyük adamdı Halid Bey...

     

    Bir gün abdest alırken, musluk başında düşüp Rahmete kavuştu. O da gitti ve ben yapayalnız kaldım.

     

    Ziya Işık da, sert ifadesi içinde derin mi, derin...

     

    Benim «Mecmua, Mecmua» diye çırpınarak (Büyük Doğu) peşinde gezdiğim bir gün, evinde, İmam-ı Rabbani Hazretlerinin «Mektubat»ını gösterip;

     

    - İşte bizim mecmuamız!

     

    Demişti.

     

    Ne güzel, ne güzel! Elbette temel mecmuamız, o... Fakat onun kaldırımlarda ve cemiyet meydanında gölgesi olacak mecmuaya da can kurban...

     

    Bana, İlâhî geminin paspası olsam da içinde kalacağımı ve denize atılmıyacağımı bildiren Ziya Bey...

     

    Karanlık bir yere girse veya bir yerde ışıklar sönse şöyle derdi:

     

    - Bir de mezarın karanlığını düşünelim!..

     

    O da gitti.


  4. Vakit Gazetesinin başlığını abartılı bulduğumuz kadar bu konunun başlığını da abartılı bulduğumuzu, bu vesile, dile getirmiş olalım o halde. Konu başlığı hakkındaki görüşlerinizde müştereğiz.

     

    Tüm kainatı kuşatan İslam'ı, cemiyetin maddi ve manevi kıymet ve iradesi olan devletten ziyade tasavvur etmek ahmaklık olur. Şüphe yok ki İslam; saltanat, cumhuriyet gibi iptidai biçim ve yolları kapsayan idare şekillerini işaret etmez, idare ruhuna işaret eder. Bu ruhun maddi dairedeki tezahürünü sağlayacak mücerret bir sisteme ise ihtiyaç ,elbette ki, vardır. İslam'a en uzak olan yönetim şekli nefsani saltanattır. İslam'a en yakın idare şekli ise bütün cemiyetin seçtiği ve benimsediği, İslami ruhu tüm zerreleri ile taşıyan, en ileri ve en mütekamil insanın öncülüğünde bina edilmiş bir devlet sistemdir... Bu mevzu muhitte daha birçok derin meseleleri beraberinde getirse de umumi olarak bakış açısı bu yönde olmalıdır.

     

    Diğer bir mesele ise özgürlük meselesidir. Hakka ve hakikate ram olmuş insan; sınırları belli ,hedefsiz, başıboş eşşek hürriyetini elinin tersi ile itmiş, hürriyetin en kıymetli ve en yüksek mertebesini kendisine bahşeden nizamüstü nizamın, fanilik zemininde yürüyen başına ebediyet tacı giydirilmiş kamil bir mümesili olmuştur. İşte bizim hürriyetten anlamamız gereken bu olmalıdır. İslam ile ters düşen her türlü sözde hür fiiliyat, özde özgürlük dairesini delen fiiliyattır. Hakiki özgürlük Hakk'a boyun eğmektir...


  5. Üstad'ın demokrasi hayranı olduğunu kim yazmış, kim söylemiş? Başlığa takılıp kalmakla; Güneşe evet, ama ışığına hayır demek (Üstad) arasındaki fark nedir o zaman arkadaşlar?

     

    Vakit bu başlığı attı ve altınada başlığın sebebini izah eder tarzında yazı yazdı. Şayet bize demokrasi diye gargara yaptırılan bulanık şey ülkemizdeki gibiyse; Elbette o başlık yerindedir.

     

    Daha önce defalarca söyledim: Bizim demokrasi derken ne anladığımız ve nasıl uygulamak istediğimizdir. Bugün Batı'nın kendi vatandaşlarına uyguladığı yönetimlerin adı demokrasiyse eğer;

     

    İşte biz kendi devletimizden onu istiyoruz. Bugün o demokrasi olsaydı millete, meclise ve adalete ipotek koyulmazdı, hukuk mevta olmazdı.

     

    Bugün o demokrasi olsaydı seçkinler ve atananların tahakkümünde olmazdık. Meseleye bakarken şahsi hislerimizi katarak değil; Bizlerin, mevcut şartları en doğru olana dönüştürme/yaklaştırma gerçeğini görmeliyiz.

    ...

     

     

     

    Mevzumuz başlığa takılıp kalma mevzusu değildir efendim. Yanlış anlaşılmasın...Biz sadece başlık ile muhteva arasında direkt bir muvaziliğin bulunmadığını izaha kalkıştık. Şöyle ki; cehepeye, inönüye yahut cuntaya karşı olmak her zaman demokrasiden yana olmayı gerektirecek bir hususiyet değildir, olmamalıdır. Hayatının her döneminde demokrasiden yana idi gibi mesnetsiz bir iddia da mevzu bahis kişinin hayatı boyunca demokrasiden yana oldugunu göstermeye yetebilecek iki ucu kapalı bir cümle değildir.

     

    Demokrasinin ne oldugu ve nasıl işlediği tamamen muhal değildir. Bu mevhumun ülkemizde farklı işlediği ve farklı anlaşıldığı ise doğrudur ve bu başka bir tartışma meselesidir. Biz demokrasi hakkındaki fikirlerimizi ülkemizdeki ne idüğü belirsiz sisteme bakarak değil de gerçek demokrasi minvalinde dile getirmeye çalışıyoruz. Eğer ki demokrasi sistemi her ülkede farklı anlaşılan ve içine farklı şeylerin iliştirildiği bir sistem ise ,ki bu saçmalık olur, bunun ismini de değiştirmek uygun düşer. O zaman dikta ile idare edilen yönetimler de "biz de demokrasi budur, biz demokrasinin beşiğiyiz" der çıkarlar işin içinden.

     

    Ülkemizdeki demokrasiye dair söylediklerinize ana hatları ile iştirak etmemek mümkün değildir ama ülkemizdeki tüm noksanlıkları da demokrasi eksikliğine bağlamak mümkün değildir. Demokrasi ile tüm bataklıkların gülizarlara dönüşeceğini ummak da biraz alıklık olur. Mevcut bir takım aksaklıklar giderilebilir mi demokrasi ile? Elbette...

     

    Mevzumuza dönecek olursak, vakit gazetesinin o başlığını fazla mübalağalı bulduğumu ve o başlığın çok hoş durmadığını tekrar belirtmek istiyorum. Amacımın polemiğe girmek olmadığını da bu vesile ile belirtmiş olayım. Surç-i lisan etti isek affola...!

     

     

    Mevzu ile alakalı, Üstad'ın fikirleri etrafında gerekli derlemeler hazırlanıp bu başlık altında üyelerimize sunulacaktır.


  6. Üstadın demokrasi hayranı olmadığını bizler kadar Vakit Gazetesi sorumlularının da bildiklerini tahmin ediyorum. Üstad'ı bir demokrasi hayranı gibi sunmak tasvip edeceğimiz bir davranış değildir. Üstad'ın demokrasiye bakışı, bir dostumun tabiri ile, 'kötünün iyisi' olmaktan öteye varamaz. Bir mevhuma kötünün iyisi olarak bakan birini, o mevhumun hayranı gibi göstermek yerinde olmayan bir harekettir. Her ne kadar içinde bulunduğumuz siyasi meselelere gönderme yapmak amacıyla atılmış bir başlık olsa da, bu gerçeğin çarpıtılmadığı anlamına gelmemektedir. Siyasi ve buna bağlı olarak diğer meselelere gönderme yapıldığını ise sadece manşete bakarak bile anlayabiliriz.

     

    Evet, başlığın altında yazılanlara baktığımızda, Üstad'ın sadece darbeye,inönüye ve cehepeye karşı olduğu belirtilmekte, demokrasi hayranı olduğunu gösteren herhangi bir delile rastlanılmamaktadır lakin başlık ve giriş cümlesi yanlışın alameti olmaya kafidir.

     

    Hasıl-ı kelam; hoş olmamış, iyi olmamış...


  7. Efendim elinize sağlık. Sitemizin tanıtımı adına ustaca hazırlanmış bir video olmuş.

     

    Bazı bölümlerde yazı rengi olarak seçilen kırmızı yerine başka bir tercihte bulunulabilir miydi acaba diye düşünüyorum. Zira videolarda kullanılan parlak (özellikle kırmızı) tonlar, karelerdeki şekil-zemin bütünlüğünü menfi yönde etkiliyor fikrimce.


  8. TOMAR

     

     

     

    Burhan Toprak'ın önüne, manevî nisbetlerinin kol kol ağacını gösteren büyük bir tomar açtırdılar ve dediler:

     

    «- Bu namsız ve nişansız insanlardan her biri bir Mansur'dur.»

     

    Mansur ve Yunus Emre delisi Burhan Toprak, bu çok yerinde bağlılığına karşı, onların da derecesi üzerinde bir ölçü kazanıyordu. Hakikatte Efendi Hazretlerinin muradı şuydu:

     

    - Bu namsız ve nişansız, kendilerini silip yok etmiş insanlardan her biri, bir Mansur'dur. Dâva; şöhrette değildir!

     

    Ben ki, onların, Burhan'dan eksik delisi değilim; bu yaman gerçeği ne de derinden seziyordum.

     

    Daha evvel kendilerine Yunus Emre de sorulmuştu Sadece ve kısaca:

     

    «- Ariflerden...»

     

    Buyurmuşlardı.

     

    «- Resim hürmet makamında olmazsa caizdir. Yerde ve hürmet ifade etmiyen her yerde...» Dediler.

     

    Besmelesiz kesilen hayvanların etlerini yemekteki mahzuru öne süren birine dediler:

     

    - Sen yerken Besmele çekiyorsun ya; ona bak!..

     

    Kur'ânda, bazı sûrelerin başındaki kesik harfler (Huruf-u Mukattaât-ı Kur'âniye) veya (Tavasîn-ül-Kur'ân) hakkında buyurdular:

     

    - Onlar, sevenle sevilen arasında şifreler...


  9. Katılmak isteyenlerle bizzat ilgilenip daha sonra da programa iştirak etmemesi biraz abes kaçar Sayın Nfk-Fan'ın.

    Programa katılmak isteyenlerle ilgilenecek oluşu programa katılacak oluşunun sabit delilidir. :)

     

    Allah'tan bir keder olmazsa bizler de o gün orada olacağız. Dadaşahmet nickli hafız üyemiz de Yasin-i Şerif suresini kıraat etmek üzere aramızda bulunacaktır.


  10. Vakit gazetesi yazarlarını okuduğumda olayı kesin olarak reddetmediklerini, olmuş olabileceğine ihtimal verdiklerini, Üzmez'in sürdüğü hayattan hoşnut olmadıklarını sezimledim. Üzmez'e yakın kişiliklerin yazdıklarının bu doğrultuda olması, yani olaya dair içlerinde şüphe beslemeleri, bizim de olaya şüphe ile yaklaşmamızı gerektirecek bir unsurdur. Dolayısı ile vak'a ile ilgili olarak o anki kati tutumumun yanlış olduğunun farkına vardım. Bize düşen, olayın üzerindeki buğular çekilmeden kesin açıklamalardan kaçınmak ve olaya şüphe ile bakmaktır. Haberin, kamuoyuna para bulunca gözleri büyüyen cocuk edası ile aksettirilmesi, haberin kaynağının belli olayları ve kişileri kendilerine maske edinerek Müslümanları ve İslam'ı karalamaya çabalayan işbirlikçi medya güruhundan çıkması bizim hadiseye bir "kumpas" olarak bakmamıza, en azından bir" kumpas" olarak ummamıza yeterlidir. Takınmamız gereken tutumum minvali bu yönde olmalıdır. Umulur ki vak'a adice hazırlanmış ve oynanmış bir komplo olsun. Aksi taktirde Üzmez'i üzmek boynumuzun borcu olur.

     

    Benim şahsi fikrim olayın komplo olduğu yönünde. En azından büyük ölçüde abartıldığını düşünüyorum. Zaman bize hakikati gösterecektir.

     

    Bu arada bazı arkadaşlar Hüseyin Üzmez'in kendinden 50 yaş küçük biriyle evlendiği gerekçesi ile bu tarz bir hadisenin gerçekleşmiş olabileceğini, hatta biraz daha aşırıya kaçarak kendinden 50 yaş küçük birisi ile evlendiği için Üzmez'den herşeyin beklenebileceğini söylemişler. Olay olmuş, olmamış veyahut farklı lanse edilmiş olabilir ama sırf bu sebeple kimse hakkında peşin hükümde bulunulamaz, kimse yaftalanamaz. Bu tarz bir yaklaşımın yanlış olduğunu, hatalı yargılara varmaya vesile olacağını, dinimize göre kendinden küçük ya da büyük biriyle evlenmekte (belli haller dışında) herhangi bir beis bulunmadığını da belirtmek isterim.


  11. Hiçbir nizam yoktur ki menbaını Allah'tan almadan ebedi güzel, ebedi yeni ve ebedi hakikat mikyaslarına malik olabilsin. Eli ile sağlam, yıkılmaz, eskimez bina yapmaya çalışan, eldeki ile elde olmayana ermek için didinen insanın çabası fuzulidir, berhavadır. Zira İslam eskimez ve pörsümez yeniyi, güzeli ve hakikati bünyesinde ihtiva eden yegane nizamdır.

     

    Tarih, insan aklının mütenahiliğinin misalleri ile doludur ve kaynağı İslam'dan alınmadan oluşturulan nizamların bir bir çöktüklerine şehadet etmiştir. Hiç şüphe yoktur ki bir oyuncağı üreten ve o oyuncağın tüm teferruatlarını bilen kişi ancak o oyuncağın hakiki mevkiini, tüm sistemlerini, nelere sahip olup nelerden yoksun olduğunu bilir. O oyuncak bizzat parçaları tarafından iflas ettirildiğinde yeniden eski haline gelebilmesi için özüne avdet etmesi gerekir ki bu, o bütünü, sahibinin kurduğu hale getirmekle mümkün olur. Oyuncağın aksayan yerlerinin devasını oyuncağın parçalarında bilmek, oyuncağın içinde aramak abesle iştigal etmektir.

     

    Genç adama düşen biricik ve kutlu vazife ise herşeyi özüne irca etmektir.


  12. İlgili konular birleştirilmiştir.

     

     

    Mütedeyyin bir şahsiyet olan Hüsayin Üzmez hakkında üfürülen kartel medyası menşeili bu karalama operasyonuna itibar etmemiz sözkonusu bile olamaz. Olayın adice hazırlanmış bir komplo olduğu aşikardır. Olayla ilgili Vakit gazetesinden yapılan açıklamayı aşağıya iktibas ediyorum.

     

     

     

     

     

     

    ......................

     

     

    vakitgazetemizjb4.gif

     

    Vakit Gazetesi bugün yayınlanacak olan sayısında Yazar Hüseyin Üzmez hakkında şu açıklamayla yer verdi:

    Gazetemizin 78 yaşındaki yazarı Hüseyin Üzmez, maruz kaldığı çirkin komplo sonucu dün tutuklandı. Ailece görüşüp yardım ettiği bir ailenin kızının kandırılarak yazarımız aleyhine iftira ettirilmesi sonucu gözaltına alınan Üzmez, daha sonra çıkarıldığı mahkemece tutuklandı.

     

    Söz konusu kızın ailesinin, Üzmez aleyhine herhangi bir beyanda veya şikâyette bulunmadığı öğrenilirken, yazarımızın akrabaları da, çirkin bir komplo ile karşı karşıya kalındığını belirttiler. Kartel medyasının, evli ve iki çocuk babası olan Üzmez'in gözaltına alınma haberini hiçbir araştırma yapmadan sitelerine taşıması dikkat çekerken, sorumlu gazetecilikten ziyade sırf gazetemize ve mütedeyyin insanlara çamur atma çabasıyla hareket etmeleri tepkiyle karşılandı. Hüseyin Üzmez'in eşi Ayşe Üzmez de söz konusu iddiaları yalanlayarak, kandırılan kızın annesi L.Ç.'nin, Hüseyin Bey'e 'ağabey' diye hitap ettiğini, Hüseyin Bey'in bu aileye büyük yardımlarda bulunduğunu ve çirkin bir komploya maruz kaldıklarını söyledi. Üzmez, tutuklama kararından sonra cezaevine götürülürken, 'Bu büyük bir komplodur' dedi.

     

     

    .........


  13. Gözlerinden pırıl pırıl zekâ ve hayatiyet fışkıran sefil ve sahipsiz çocuk, çizdiği bedbahtlık tablosu olarak, kendi cinsinin zengini ve sahabetlisinden farklı değildir. Birinin lime lime mintanı ve kirli yüzü, öbürünün ipek gömleği ve çitelenmiş suratına nisbetle bir felâket tablosu arzetmez. Bu gibi sahipsiz çocukları toplayacak giydirecek, süsleyecek her hangi bir teşkilât kurulabilir. Böyle yapmakla mesele halledilmiş olmaz; belki dâvanın üzerine büsbütün aldatıcı ve avundurucu bir örtü çekilmiş olur.

    Gözlerinden pırıl pırıl zekâ ve hayatiyet fışkıran bu çocuğun, maddesi değil, ruhu haraptır. Bu haraplıkta da, onu, süfli ve sahipsiziyle, zengin ve sahabetlisi, tam bir iştirak halindedir.

    Fransız şairi (Bodler) kendisi için:

    "- Ben annemle babamın nefret yemişiyim!"

    Der.

    Biz de, çocuklarımızı, nuru çekilmiş ve karanlığı katmerlenmiş bir hayatın ıstırap meyvesi olarak meydana getiriyor; ve onları, lüks apartmanlarda, köprü altlarında başı boş bırakıyoruz. Onların, gece bir mezbelede kıvrılmış uyuyanından ziyade, ipek yorganın altında büzülmüş yatanına acısak daha yerinde olur. Zira birinin felâketi maddesine aksetmiş, öbürününkiyse gizli kalmıştır. Açık maraz, gizlisine nisbetle şifaya bir çığır daha yakındır.

    Dünyada bana dokunan en acıklı şey, çocuk ağlaması... Çocuk ağlarken kendimi bütün katılık ve nefsaniyetlerimden temizlenmiş hissederim. İçimde yağan merhamet yağmuru, nefsimin buz dağlarını o türlü eritir ki, bu duyguyu sistemlendirmek mümkün olsa, bütün insanlıkta her fenalığa mâni, yepyeni bir iklim açılabileceğine inanasım gelir.

    Asırlık ruhî çöküş tablomuz karşısında, bana öyle geliyor ki, vatanın milyonlarca çocuğu bir ağızdan ağlamaktadır. Bana öyle geliyor ki, asıl ipek yorganlar altında büzülmüş yatan çocuklardır ki, bir anda yorganını atıp ayağa kalkıyor, hıçkıra hıçkıra annesine ve babasına sesleniyor; nihayet onların, kulüpten, bardan veya sinamadan, ancak basit bir yatakhane kıymetini verdikleri evlerine dönüşlerinde avaz avaz haykırıyor.

    - Beni bu dünyaya niçin getirdiniz? Ben neye hazırlanıyor, niçin büyütülüyorum? Bana, yaşanmaya değer hayat hakkında ne öğrettiniz?

    Her çocuğun hal lisanından bu kelimeler tütmektedir fakat annelerde ve babalarda onları duyacak kulak nerede?

    Bu çocuğun mektebi yoktur. Kendisine ucuz ve bandröllü bilgi unsurları dağıtılır, fakat hiç bir ruh aşılanamaz. Bu çocuk sınıftan, kabahatin yüzde kırkı devlet ve cemiyete, yüzde otuzu anne ve babasına, yüzde yirmisi öğretmenlerine ve ancak yüzde onu kendisine ait olarak her sene döner. Kendisini bazan intihara kadar götüren bütün mesuliyeti de bizzat yüklenir.

    Bu çocuğun dili olmalı da bağırmalı:

    - Beni bu hale getirdikten sonra benden ne istiyorsunuz?

    Bu çocuğun zengini de, sefili de, gürül gürül, yalnız hazmı ve tenassülî cihazların çalıştığı ve dimağı cihazın örümcek ağlarından kılıf giydiği korkunç bir fabrikaya benzer cemiyette, hây-ü huy içinde kaynamakta; ve bunlardan başka hiç bir örnek görmemektir.

    Bu memlekette de bir sabah olursa Halûk...

    Diyerek, sabahtan anladığı mânalar içinde oğlunu Protestan papazlığına kadar ulaştıran Tevfik Fikret'e karşılık, bu memlekette bir gün, sabah ile gecenin farkı anlaşılmayacak mıdır?

    O zaman ilk iş, yakıcı çığlıklarla annesini ve babasını çağıran çocuğa:

    - İşte yavrum; annen baban, evin, mektebin, vatanın!

    Demek olacaktır.

    Bugün dünyada bizden başka -komünist Rusya da dahil-çocuğuna vereceği şekilden gafil, ikinci bir cemiyet yoktur.

    Hayvanlar bile yavrularını, hilkatin kendilerine iş ve faaliyet şekli içinde terbiye ve murakabe ederken, başımıza inkılâp yobazları yüzünden gelen bu hal, ne hale geldiğimizin hücceti değil de nedir?

    Artık lâfta değil, evvelâ çocuğa el atacak gerçek İnkılâbı, işde beklediğimizi söylediğimizi söylemenin zamanı geçmek üzeredir.

     

    Ağlama yavrum; annenle baban, bir gün döner inşallah!..

     

     

     

    9.10.1959


  14. Dünyada bir Türkiye kalmış olsaydı!

     

     

    Olmaz ya oldu diyelim; Bir sabah uyanmışız ve bir de bakıyoruz ki tüm dünya sular altında, bir tek Türkiye su üstünde kalmış. Geyiklere bakın o zaman:

     

     

     

    Belki bazılarımız okumuş olabilir ama e-maillerde dolaşan bu komik iletiyi sizlerle de paylaşalım dedik.

    Koca gezegende bizden başka kimse kalmamış. Dünya nüfusu 73 milyon. Tahmin edin bakalım ilk tepkiler ne olurdu?

    * Ulan tam da Harward Uluslar arası İlişkiler bölümünü kazanmıştım. Şansa bak.

    * İhracatımızın düşmesi, hatta bitmesi ekonomik göstergeleri de olumsuz da olumsuz etkilyor haliyle …

    * Piyasaya sahte dolar ve Euro sürmekten tutuklanan kalpazanlar

    kendileriyle dalga geçen polislere saldırdı.

    * Ohh bee! Bu yıl turizm patlaması olmayacak.

    * Sevgili Ağrılı hemşehrilerim, artık dünyanın en yüksek tepesi bizim ilimizin hudutları içinde. Hepimize kutlu olsun.

    * Burdur olarak ülke olmak istediğimizi dersek çok mu olur vali bey!

    * Amma balık yeriz ha.

    *Bakanlar Kurulu kararı ile kara sularımızı 12 bin mile çıkarıyoruz.

    *Stratejik açıdan da bi önemimiz kalmadı. Artık neyle övüneceğiz biz?

    *Biz demedik mi Ortega’nın futbol hayatını bitiririz diye

    * Tüh be, ara transferde Ronaldinho da Fener’e gelecekti.

    *Abi yemişim Halikarnası’nı, Yalıkavağı’nı. Bodrum Hansız, Helgasız çekilir mi bee.

    * Kurt hikayesi artık inandırıcı olmaz. Tarih kitaplarını da değiştirelim. Yaz oğlum: Orta-Asya Denizi’nden Anadolu’ya gelen Türkler'e bir yunus balığı yol gösterdi…

    *Büyük adamsın Orhan abi. Batsın bu dünya dedin battı işte!

    *Ben şimdi ne yapacağım Gren Card’ı yaa

    *Abi kafaya mı yedin sen, Edirne’den Kars’a gidilir mi? Dünyanın bir ucundan bir ucu.

    *Artık bu yağmurlar Balkanlardan da gelmez. Nerden geliyor desek yaa..

    *Ulan işin yoksa 4 yılda bir olimpiyat ve dünya kupası düzenle dur..

    *Bu yıl Dünya Kupası İzmir’de yapılacakmış. Favoriler de Galatasaray ve Fenerbahçe’ymiş.

    *Aa yavru vatan Kıbrıs da gitmiş. Vah Rauf bey vahh..

    *O kadar da kursa gitmiştim. 7 dil biliyorum diye övünüyordum.

    *Yaşasın Kemalizm’i artık dünya çapında bir ideoloji yapbaliriz.

    *Dünyayı başınıza yıkarım sizin! -Geç abi başka bir beddua bul.

    * Ülke olmak için ilk başvuru Yalova’dan geldi.

    *Ya şu kapattığımız belediyeleri geri açsak mı acaba?

    *Ohh be. Hiç sevmiyordum şu Ülkeler Coğrafyası dersini. Artık dersler boş geçecek desene..

    *Türk’ün Türk’ten başka dostu yok abi. Bu böyle biline.

    * Ya oğlum dünya aleme rezil ettin. -Boşversene bizbizeyiz şurda.

    * Bu IMF Türkiye'den gidecek dedik, işte gitti.

     

     

     

     

    *HABER7


  15. Çocukluğumdaki hastalıklardan birinde, zekâ ve hassasiyetimin marazî çapa vardığı demlerde, başucumdaki anneme bakıp, insanların birbirine, birbirinin haline ne kadar uzak olduğunu düşünmüş; bir takım kelime ve klişe yakınlıklarına rağmen iki ten arasında ne korkunç bir uçurum, bir buud Çöreklendiğini hissetmiş ve kesik kesik sormuştum:

     

    - Anne, sen benim halimden anlıyor musun?

     

    - Anlamaz mıyım evlâdım, bilmez miyim?

     

    - Ne bileceksin anne; içimde değilsin ki... Hasta olan, benim!..

     

    İşte iki insan arasında bazan irkilircesine duyduğumuz bu uzaklıktır ki, «Kuluma şahdamarından daha yakınım» diyen Allah'ın sırlarından bir işaret...

     

    Bütün itibarî yakınlıklar arasındaki uzaklığın ifadesi olarak, (Mopasan)ın «Yıldızların Bîkesliği» adındaki hikâyesine bir zamanlar bayıldığını söyleyen Peyami Safa, asıl Yunus Emre'ye bakmalıydı:

     

    Bir garip öldü diyeler,

    Üç günden sonra duyalar,

    Soğuk su ile yuyalar;

    Şöyle garip bencileyin.

    Meğer ki, gökte yıldızım

    Ola garip bencileyin

     

    Garibiz; her yerde, her şeyin içinde ve herkesin ortasında garibiz... Vatanımız burası sanmayın!.. Ve bu gurbet Allah hasretinden başka hiçbir şey değil... Her şeye ve herkese uzaklığın da aks-i dâvası o, Allah... Yakın olan o, ama biz farkında değiliz.

     

    Öyleyse bazan, hem de ezbere:

     

    - Bir Allah'ım bilir, bir de ben...

     

    Derken ne kadar doğruyu söylemiş oluyoruz. En doğrusunu Yalnız Allah bilir... Bu kadar!..

     

    Benimki de, fertler arası bütün münasebet ve intikal vasıtalarını kaybetmenin, dipsiz bir kuyu içinde tek başıma kalmanın ve ilâhî azameti, birdenbire şahdamarında hissetmenin haliydi.


  16. HOCA UBEYDULLAH TAŞKENDİ

     

    «Hâcegân» yolu diye isimlendirilen tarikat nisbetini ve zi­kir talimi ehliyetini Yakup Çerhî Hazretlerinden almışlardır.

     

     

    O, Şâh-ı Nakşibendi'den,

    O, Seyyid Emîr Kulâl'den,

    O, Hoca Muhammed Bâba, Semmâsî'den,

    O, Hoca Ali Ramitenî'den,

    O, Mahmut Emir Fagnevî'den,

    O, Hoca Arif Reyvegerî'den,

    O, Abdülhalik Gucdevânî'den,

    O, Yusuf Hemedanî'den,

    O, Ebû Ali Farimedî'den,

    O, Ebülkaasım Gürkânî'den..

     

    Ebulkaasım Hazretlerinin bâtın ilminde nisbetleri iki taraf­lıdır. Biri, Hazret-i Ali, öbürü Hazret-i Ebubekir kollarından Nur Merkezine erişen yollar..

     

    Şöyle ki:

     

    Ebulkaasım nisbeti Ebulhasan Hırkani'ye,

    Onunki, Ebu Yezid Bestami'ye, (Ruhani nisbet)

    Onunki, İmam Câfer-i Sadık Hazretlerine, (Ruhanî) nisbet

    Onunki, İmam Muhammed Bakır Hazretlerine,

    Onunki, İmam Zeynelâbidin Hazretlerine,

    Onunki, İmam Hüseyin Hazretlerine,

    Onunki, Hazreti Ali'ye..

     

    İmam Cafer Hazretlerinin bir nisbeti de validelerinin baba­sı Kasım bin Muhammed bin Ebubekir Hazretlerine olduğu için, ondan Selmân-ı Fârisî ve ondan Hazret-i Ebubekir'e intikal et­mek üzere yol ikiye ayrılıyor ve nisbetlerin en üstününü de içi­ne alıyor. Bu bakımdan, belirttiğimiz nisbetlerin şeref ve yüce­liği, silsileye «Silsile-tüz-Zeheb : Altın Halka» adını verdirmiştir.

     

    Yukarıda Ebulkaasım Gürkânî'den ikiye ayrıldığını kaydet­tiğimiz nisbetlerden öbürü, Ebû Osman, Ebû Ali, Cüneyd, Sırrî Sakatı, Maruf Kerhî, Hasan Basri yoluyle Hazret-i Ali'ye varır.

     

     

    ...........

    • Like 1

  17. EBÛ EYYUB ENSARİ

     

     

    Medineli yardımcılar zümresinden ve büyük Sahabîlerden... İsmi Halid, fakat Ebû Eyyub künyesiyle meşhur...

     

    Allah Resulünün Medine'ye girişlerinde, develerinin kapısı önünde çöktüğü, böylece Peygamberler Peygamberinin misafir olmak üzere seçtikleri büyük Sahabî...

     

    Medinelilerin ilk biy'at ettikleri ve "Ensâr" ismini aldıkları Akabe'de İslama girdi ve ikinci Akabe buluşmasında da lazır bulundu.

     

    Bedr'den başlayarak her gaza ve harekette, Kâinatın îfendisiyle beraber...

     

    Sancaktarlık şerefine erenlerden...

     

    Evinin alt katını tercih eden Kâinatın Efendisine, bütün bir gece uykusuz kaldıktan sonra:

     

    - Kendisine, Allahın Kur'ânı inzal ettiği Resulün Üstündeki katta yatamam! Yukarıya buyurunuz!

     

    Diyen muazzam insan...

     

    İleride İbn-i Abbas, Ebû Eyyub'un kapısına gidip hitap edecektir:

     

    - Sen vaktiyle Allah Resulünü rahat ettirmek için evini vermiştin. Ben de şimdi sana kendiminkini veriyorum!

     

    Ve İbn-i Abbas, evini, bütün eşyasiyle Ebû Eyyub'a bırakıp gidecektir.

     

    Hazret-i Ali de, halifeliğinde, Ebû Eyyub'un Beytül mal'den tahsisatını yirmi bine çıkardı ve kendisine kırk köle hediye etti.

     

    Cemel ve Siffîn vakalarında, Ebû Eyyub, Hazret-i Ali tarafında...

     

    Hicrî 49, yahut 50 veya 51 tarihinde, İstanbul'un fethi için Hazret-i Muaviye tarafından Süfyan Bin Avf in kumandası altında gönderilen orduda... İbn-i Abbas, İbn-i Ömer de beraberinde...

     

    Kâğıthane deresini geçerek şehrin surlarına yaklaşan birlikte bulunuyor ve bu sırada âni olarak hastalanıp kısa zamanda vefat ediyor. Kendisini, mübarek adına kurulan Eyyub Sultandaki yerine defnediyorlar.

     

    İstanbul'un fethinde, büyük Veli Ak Şemseddin tarafından kabri keşfediliyor, keşfinden altı ay sonra da üzerine bir türbe ve yanına bir cami yapılıyor.

     

    O gün bugün bütün İstanbul ve Türkiye'nin ziyaret yeri mübarek türbe...


  18. 6 yaşındaydım...

     

    Hayli yaşlı bir komşumuz vardı. 5073256kb1.jpg

     

    90 küsur.

     

    Vade doldu... 5073253df7.jpg

     

    Vefat etti.

     

    Dün gibi hatırlıyorum.

     

    İlk kez tanışmıştım ölümle... Adeta yas ilan edilmişti mahallede.

     

    Televizyon açmak yasak... Radyo yasak.

     

    Teyp açmak yasak.

     

    "Duyulur, ayıp olur" deniyordu.

     

    Yüksek sesle konuşmak yasak.

     

    Top oynamak yasak.

     

    Anneler toplanıyor, komşu evine.

     

    Babalar toplanıyor, kapı önünde.

     

    Ve, cami...

     

     

    "İnsan"a yakışır bir vakar... Sessizlik, usul usul gözyaşı, başsağlığı dilekleri, dostlar sağolsun temennileri, sonra hep birlikte mahalleye dönüş...

     

    Hüzün korteji.

     

    *

     

    Yatağında, eceliyle son nefesini veren 90 küsur yaşındaki komşularımızı bile, böyle uğurlardık...

     

    Hatırlarsınız.

     

    *

     

    Ya bugün?

     

    Tivilerde şarkılar, türküler...

     

    Kim kimi becerdi, tam gaz.

     

    Maçlara devam.

     

    Hálá, parite marite filan.

     

    *

     

    Bakın...

     

    İki kare fotoğraf veriyorum size... Mahallemden.

     

    İzmir’den.

     

    İki gün önce, Hilton Oteli.

     

    EGİAD "balo" yapıyor.

     

    Balo.

     

    Smokinli adamlar göbek atıyor, ağızlarında tank namlusu gibi purolar, takıp takıştırmış kadınlar, şen şakrak...

     

    Memleket savaştaymış, ciğerimiz yanıyormuş, bıyıkları terlememiş fidanlar bir bir düşüyormuş, hikáye...

     

    Sahnede, Kenan Doğulu!

     

    Hani şu 10. Yıl Marşı...

     

    Çııııktık açık alınlaaa, 10 yılda her savaştaaaan...

     

    Eller havaya, tempo!

     

    İzmir Emniyet Müdürü orada.

     

    CHP milletvekili orada...

     

    *

     

    Ne diyelim...

     

    Allah içinize sindirsin kardeşim... Cümleten hayırlı balolar dilerim.

     

     

    Bi dahaki sefere "maskeli balo" yapın da, adamın biri çıkar yazar, böyle kabak gibi görünmeyin.


  19. Asırlar boyunca her şairin, her edibin dikkatini çeken ve kelimelerine zenginlik katan İstanbul `a en güzel şiirlerden birini de hiç şüphe yok ki Necip Fazıl Kısakürek yazmıştır.

    `İstanbul benim canım;/ Vatanımda vatanım ` diye haykıran ve `İstanbul /İstanbul ` vurguları arasında; `O manayı bul da bul !/ İlle İstanbul `da bul!` uyarısını ekleyen Necip Fazıl Kısakürek , `Canım İstanbul `a nasıl başlıyordu:

    ` Ruhumu eritip de kalıpta dondurmuşlar;

    Onu İstanbul diye toprağa kondurmuşlar.`

    Evet… İstanbul `a aşkını ve bakışını bu mükemmel şiirde özetleyen Necip Fazıl Kısakürek `in, İstanbul `a ilgisinin tek şiirle sınırlı kalmasını düşünmek mümkün değil elbette. Necip Fazıl İstanbul hakkında birçok da makale kaleme almış… Oğlu Mehmet Kısakürek Ağabeyim de o makalelerden bir seçki yapıp, `İstanbul `a hasret` adıyla kitaplaştırmış. Önsözde belirttiğine göre sevgili Mehmet Ağabeyim; ` …. bir kısmı bazı kitapların sayfa aralarında duran, çoğu da hiç kitaplaşmamış olan şu İstanbul `a dair şiir gibi yazılarını derleyip bir araya` getirmiş ve Büyük Doğu Yayınları arasında yayınlayarak hem Necip Fazıl `ı özleyenleri hem de İstanbul üzerine düşüncesini zenginleştirmek isteyenleri sevindirmiş. Kitapta yer alan makalelerde Necip Fazıl `ın; mimarisinden tarihine, estetiğinden fikir hayatına kadar, İstanbul `un çok yönlü zenginliğine bakışının izlerini, işaretlerini görmek mümkün. Necip Fazıl `ın İstanbul `a olan –kendi tabiriyle- `karasevda`sı, bazılarında olduğu gibi sonradan olma ya da çıkara dayalı bir `sevda ` değil… Necip Fazıl `ın İstanbul `a olan `karasevda`sının sırrını, `İstanbul `a Hasret` kitabının önsözü yerine `Not` yazan sevgili Mehmet Ağabeyimin şu giriş cümlelerinde bulmak mümkün:

    `Ben, İstanbulluyum . Annem de babam gibi İstanbulluydu . Onun babası ve anası da, tıpkı baba tarafından olduğu gibi yine İstanbullu … Babamın ve annemin dadıları, hizmetkarları, esnafları, konuları, komşuları ve bütün dostları… Zevkleri, edaları, üslupları, ölçüleriyle onlar, son çakıntıları, pırıltıları ve izlerine bakarak benim İstanbul sandığım ve aşık olduğum yeri, kendi artist dünyaları içinde, bana İstanbullu , tam bir İstanbullu gibi yaşatanlardı. İşte ben… Böyle İstanbulluyum .`

    Sevgili Mehmet Kısakürek Ağabeyimin derlediği yazılarla oluşan `İstanbul `a Hasret` kitabıyla Necip Fazıl bir kere daha okurlarıyla buluşuyor. Bugün içinde yaşadığımız İstanbul ile yarım yüzyıl öncesinin İstanbul `u arasındaki değişimi yakalamak, anlamak ve kayıpların sebeplerini öğrenmek isteyenler Büyük Doğu Yayınları `ndan okuyucuya sunulan `İstanbul `a Hasret` kitabını mutlaka okumalı. (İstanbul `a Hasret, Büyük Doğu Yayınları - 0212. 528 55 51 / 0212. 511 59 22)

     

    Ya `Sultan Vahidüddin ?` Eski başbakanlardan Bülent Ecevit `in resmi tarihin söylemine ters düşerek `Vahdeddin hain değildi` açıklamasıyla başlayan tartışmalar, bir anda gözleri Necip Fazıl `ın hala yasaklı sayılan kitabına çevirdi ister istemez. Son nefesinde bile o kitaptan dolayı mahkumiyet borçlu gibi aramızdan ayrılan Necip Fazıl Kısakürek `in `Vatan Haini Değil -Büyük Vatan Dostu Vahidüddin ` isimli kitabının üzerindeki yasaklama ve baskının daha ne kadar süreceği ise merak konusu. `Vatan Haini Değil -Büyük Vatan Dostu Vahidüddin ` isimli kitabın başından geçenleri konuyla ilgili olarak Zaman`da Erkan Acar imzasıyla yayınlanan haberden şöyle özetlemek mümkün: `Daha önce araştırma dizisi olarak Bugün gazetesinde yayınlanan kitabın ilk baskısı 1968`de yapıldı. Birinci baskısı tükenmek üzereyken toplatıldı ve hakkında takibat başlatıldı. Kitabı incelemek üzere bir bilirkişi oluşturuldu. Bilirkişi, `Kitapta söylenenler hayal ürünüdür, ama herhangi bir suç unsuru yoktur` diye rapor verdi. Ankara , ikinci bir bilirkişi heyeti tayin etti. Bu heyetten de benzer bir rapor çıkınca, Kısakürek 1971`de beraat etti. 1972`de beraat kararı Yargıtay tarafından temyiz edildi. 1973`te mahkumiyet kararı çıktı. 1974`te Af Kanunu , olayı askıya aldı. 1975`de kitap yeniden basıldı. Yine takibat başlatıldı. 1976`da, üçüncü baskı yapıldı. 1977`de yeniden toplatma kararı alındı ve takibata geçildi. 1979`da üçüncü kez bir bilirkişi heyeti oluşturuldu. 1980`de dördüncü bir bilirkişi teşkil edildi. Heyetler, kitapta suç unsuru bulunmadığı yönünde rapor verdi. 12 Eylül darbesinden sonra Necip Fazıl ile ilgili mahkumiyet kararı 1982`de Yargıtay tarafından onandı. Fakat kararın infazı 4 ay tehir edildi. Aynı yıl içerisinde Adli Tıp Kurumu , Necip Fazıl `ın Anayasa `da öngörülen cezanın affı şartlarını haiz olduğu yönünde dönemin Milli Güvenlik Konseyi Başkanı Kenan Evren `e bir rapor verdi. Ancak Evren , Necip Fazıl `ı affetmedi; Atatürk `ün hatırasına neşren hakaret edildiği gerekçesi ile verilen cezanın infazı yönünde talimat verdi. Necip Fazıl , 1983 yılında hapse girmesine az bir zaman kala vefat etti. Deyim yerinde ise son padişah Vahdettin `i savunduğu için mahkum olarak öldü. Kısakürek `in kitabı, hala yasaklılar listesinde bulunuyor.` Aynı haberde sevgili Mehmet Kısakürek Ağabeyimin, söz konusu kitabı yeniden basmaya hazırlandığı belirtilirken, `Avrupa Birliği `ne giriş sürecinde hala kitap yasaklamalarından söz edilmesinin hata` olduğuna dikkat çektiği de ifade ediliyordu. Şimdi… Eli kanlı katillerin kitaplarının bile istifade edebildiği `fikir özgürlüğü`nden Necip Fazıl `ın `Vatan Haini Değil -Büyük Vatan Dostu Vahidüddin ` isimli kitabının nasiplenip nasiplenemeyeceğini de hep birlikte göreceğiz. AB kapısında beklerken 2005 yılında…

    21.08.2005

    E-Posta : beyazsanat@anet .com.tr

     

     

    2005-08-21 07:40:31 Yeni Asya


  20. 'Başörtüsü siyasi simge midir değil midir?' tartışmasını bırakın. Siyasi öyle bir simge var ki, gözden kaçırılıyor. Hem de öyle bir simge ki "Müslüman olanlar" "olmayanlar" diye bölüyor.

     

     

     

    "Türban siyasi simge midir değil midir?" tartışmasını başlatan Başbakan Erdoğan, "Velev ki siyasi simge olsa bile bunu yasaklamaya hakkın yok" dediği günden beri Türkiye çok gergin günler geçirdi. Aşağıdaki satırlar, siyaseti aşıp sokaklara taşan bu tartışmadan sıkılan zihinlere ilaç gibi gelecek mizahi bir eleştiri...

     

    Bakın bakalım asıl siyasi simge başörtüsü (türban) mı yoksa O mu?

     

    "Sünnet olmak" siyasal simgedir. Yasaklansın!

     

    Sünnet neden bir siyasal simgedir?

     

    1) Sünnet halkın inananlar ve inanmayanlar şeklinde kamplara ayrılmasına yol açmaktadır.

     

    2) Sünnet bir mahalle baskısı unsurudur. Bildiğiniz gibi sünnet düğünlerinin bir kismi mahallelerde yapilmakta ve mahallenin diger sakinleri, kendilerini baskı altında hissetmektedir.

     

    3) Sünnet çocuklarına giydirilen kıyafetlerde ''Maşallah'' yazısı, bu körpe dimağları kaderciliğin kara ellerine teslim etmektedir. İşte bu çocuklar da ileriki yaşlarinda, "Ödevi yarin getirir misin?" şeklinde yöneltilen soruya, ''İnşallah'' diye cevap vermekte, bu cevap da diğer öğrenciler üzerinde baskı unsuru oluşturmaktadır.

     

    4) Sünnet türbandan bile daha tehlikelidir. En azindan türban görülüp başı ezilebilen bir tehlikedir. Oysa sünnet, sinsi ve gizli yollardan amacına ulaşmak için çalışmanın simgesi haline gelmektedir.

     

    5) Sünnet olan çocuklara bilindigi uzere ''sünnet çocuğu'' denmektedir. Oysa çocuklarımızın ''laik ve çagdaş çocuk'' olması, ülkemizi ilerletecek yegane güctür.

     

    6) Bilindigi gibi sünnet operasyonu sırasında dualar okunmaktadır. Bu merasim, yaşları kücük olan çocukların beyinlerinin yıkanması anlamına gelmektedir.

     

    7) Sünnet masum bir operasyon olarak gösterilemez. Sünnet operasyonu ile,''şeriatın kestiği parmak acımaz'' sozüne gönderme yapilmakta, böylece çocuklar şeriatçı olarak yetiştirilmek istenmektedir.

     

    İşte bu sebeplerle, masum bir operasyon olarak gosterilmeye çalışılan sünnet'in siyasal bir simge olduğu açıkça ortaya çıkmaktadır.

     

    Sünnet yasaklanması, bizi çağdas uygarlık düzeyine çıkaracak bir adımdır!

     

     

    Haber 7

     

     

     

    http://www.haber7.com/haber.php?haber_id=300423


  21. Kızıl Sultan mı ? Ulu Hakan mı?

     

    Sultan II. Abdülhamid'in ölümünün 90. yıldönümü. O kimilerine göre 'Kızıl Sultan' kimilerine göre ise 'Ulu Hakan'... Peki 33 yıl Osmanlı'yı yöneten hükümdar nasıl biridir?

     

    Bugün, Sultan İkinci Abdülhamid'in ölümünün 90. yıldönümü. İkinci Abdülhamid'i kimileri Kızıl Sultan diye aşağılarken kimileri de Ulu Hakan diyerek göklere çıkarırlar. Bu yüzden, İkinci Abdülhamid, en çok hakkı yenmiş ve en az anlaşılmış Türk hükümdarıdır.

     

    En çok tartışılan Osmanlı padişahı İkinci Abbülhamid'in 33 yıllık hükümdarlık yılları tarihimizin en önemli dönemlerinden biridir. Türk tarihindeki en önemli örgüt olan İttihat ve Terakki bu dönemde kurulurken, hâlâ gündemimizden düşmeyen Ermeni meselesi ve Musul petrolleri meselesi de sultanın hükümdarlığında ortaya çıktı. Modernleşme tarihimizin en önemli adımlar sultan Abdülhamid döneminde atıldı.

     

    BİR HÜKÜMDAR YETİŞİYOR

     

    Sultan İkinci Abdülhamid 21 Eylül 1842'de doğdu. Babası Tanzimat Fermanı'nı ilân eden Sultan Abdülmecid (1839-1861), annesi ise Tir-i Müjgan Kadın Efendi'dir. İkinci Abdülhamid 11 yaşındayken annesini, 19 yaşındayken de babası Sultan Abdülmecid'i kaybetti. Amcası Sultan Abdülaziz'in (1861- 1876) hükümdarlık yıllarında Maslak'taki köşkü, Tarabya'daki yazlığı ve Kağıthane'deki çiftliği arasında, ailesiyle beraber kendi hâlinde bir hayat yaşadı.

     

    Şehzadeliği döneminde, 1864'te Sultan Abdülaziz'in Mısır'a yaptığı seyahate, 1867'de de Fransa, İngiltere, Belçika, Almanya, Avusturya- Macaristan'ı içine alan Avrupa seyahatine katıldı. Sultan Abdülhamid, bu seyahatte Batılılar'ın hayat tarzını, gelenek ve göreneklerini, protokol yöntemlerini bütün ayrıntılarıyla görme fırsatı bulmuş, dünyanın en ileri tekniklerini, buluşlarını yerinde görmüş, Avrupa'nın hangi düzeye vardığını anlamıştı.

     

    Sultan Abdülaziz'in son yıllarında ortaya çıkan gelişmeler, ülkenin kaderini derinden etkilediği gibi, Abdülhamid'in geleceğinin şekillenmesinde de önemli rol oynadı. Bir darbeyle 30 Mayıs 1876'da Sultan Abdülaziz tahttan indirilerek, öteden beri tahta geçmek için Meşrutiyetçilerle işbirliği içerisinde olan Beşinci Murad padişah yapıldı.

     

    Ancak Beşinci Murad son dönemde yaşanan gelişmelerden olumsuz etkilenip, rahatsızlanmıştı. Meşrutiyet taraftarları, Beşinci Murad'ın hastalıklı hâliyle amaçlarına ulaşamayacaklarının farkındaydılar. Bu yüzden veliaht Abdülhamid'le Meşrutiyet'in ilânı hususunda anlaşıp, 31 Ağustos 1876'da tahta çıkardılar. İkinci Abdülhamid, tahta çıkar çıkmaz büyük meselelerle karşılaştı. Balkanlar'da istediği tavizleri alamayan Rusya, 24 Nisan 1877'de Osmanlı Devleti'ne savaş ilân etti.

     

    Savaş büyük bir hezimetle sona erdi. Sultan Abdülhamid, savaşın sonunda meydana gelen gelişmeler üzerine 13 Şubat 1878'te Meclis'i süresiz tatil etti. Ancak anayasayı yürürlükten kaldırmamıştı.

     

    DEVLET YILDIZ'DAN YÖNETİLİYOR

     

    İkinci Abdülhamid'in Meclis'i kapatması, daha sonra girişeceği, iktidarı Bâbıâli'nin, yani hükümetin elinden alarak Saray'a taşıma hamlelerinin ilkini teşkil etmekteydi. İkinci Abdülhamid yavaş yavaş Saray'ın hakimiyetini arttırdı. İkinci Abdülhamid hükümeti devreden çıkartıp, Bâbıâli'de yapılması gereken işleri Saray'a aktarınca, buradaki bürokratik işlemler eskiye oranla çok arttı ve Saray bürokrasisi Bâbıâli'nin yerini aldı.

     

    Sultan Abdülhamid'in, padişah olduktan sonra Dolmabahçe Sarayı yerine Yıldız'da ikamet etmeyi tercih etmişti. Sultan, padişahlığının ilk yılları hariç, Yıldız Sarayı'ndan fazla ayrılmadı. İkinci Abdülhamid, hükümdarlık yıllarında dış politikada ustaca bir siyaset güderek Osmanlı Devleti'ni ayakta tutmaya çalıştı.

     

    Bunun için Avrupalı büyük güçlere karşı, sonradan büyük devletler arasına katılan Almanya'ya yakınlaşıp, çok sayıda Müslüman sömürgeye sahip olan Fransa, İngiltere ve Rusya gibi devletlere karşı da İslâmcılığı bir tehdit unsuru olarak kullandı. İkinci Abdülhamid, padişahlığı döneminde büyük devletler arasındaki rekabeti sürekli körükleyen, tarafsız, bağımsız, çoğu zaman barışçı, bazen tavizkâr fakat yeri geldiğinde de tehditkâr bir dış politika anlayışı izledi.

    MODERNLEŞMENİN MİMARI

     

    İkinci Abdülhamid, hükümdarlık döneminde Tanzimat Fermanı'yla başlayan modernleşme sürecini devam ettirdi. Tanzimat reformlarının öngördüğü modernleşmeye sıkı sıkıya bağlı kaldı. Günümüzde varlığını devam ettiren birçok kurum İkinci Abdülhamid döneminde kurulmuştur. Sultan, modernleşmenin en önemli unsuru olarak eğitimi görüyordu.

     

    Bu yüzden döneminde ülkedeki modern eğitim veren okulların sayısı bir hayli artırdı. Eğitim yanında, maliye, ulaşım, haberleşme, sağlık, sanayi ve ticaret, ziraat, hayır kurumları vesaire gibi konularda önemli atılımların yapıp, birçok kurumu oluşturdu. Sultan Abdülhamid zamanında her vilayette mektepler, hastaneler, yollar, çeşmeler, yapıldı. Eğitimin ülke geneline yayılması İkinci Abdülhamid döneminde oldu.

     

    SÜRGÜN VE GÖZALTI

     

    İkinci Abdülhamid'in hükümdarlığının son yıllarında İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin faaliyetleri arttı. Bunun üzerine, uzun süren mücadeleli bir saltanat döneminden sonra, manen ve ruhen yorgun düşen İkinci Abdülhamid, "Suyun akışına gideceğim" diyerek 23 Temmuz 1908'de, Meclis'in tekrar açılmasına izin verdi. 13 Nisan 1909'da 31 Mart Vakası meydana geldi. İstanbul'da çıkan isyan Rumeli'den gelen Hareket Ordusu tarafından bastırıldı.

     

    Aslında isyan çıkmasından hiç sorumlu olmadığı halde, Yeşilköy'de toplanan Meclis, 27 Nisan 1909'da İkinci Abdülhamid'in tahttan indirilip, Beşinci Mehmed Reşad'ın padişah yapılması kararını aldı. Sultan Abdülhamid, tahttan indirildikten sonra Selânik'e gönderilerek Alâtini köşkünde göz hapsinde tutuldu.

     

    1912'de Balkan Savaşı'nın çıkınca İstanbul'a getirilerek, Beylerbeyi Sarayı'na yerleştirildi. Beylerbeyi Sarayı'ndaki gözaltı süresi devam ederken, 10 Şubat 1918'de hayatını kaybetti. Divanyolu'ndaki Sultan Mahmud türbesine, dedesi Sultan İkinci Mahmud ve amcası Sultan Abdülaziz'in yanlarına defnedildi. Cenazeye çok büyük bir kalabalık katılmış ve derin bir teessür içinde olan halk "bizi bırakıp nereye gidiyorsun" diye hıçkırıklarla Sultan Abdülhamid'i son yolculuğuna uğurlamıştı.

     

    TARİHİN KAPISI SULTAN ABDÜLHAMİD'E AÇILIYOR

     

    Üsküdar Belediyesi kültür ve sanat etkinlikleri çerçevesinde Dr. Coşkun Yılmaz ve birçok akademisyenin katılımıyla "Tarihin Kapısı" nı bu ay 13 Şubat'ta aralayacağız. İzleyicilerle karşılıklı iletişim esasına dayanan ve sıcak bir ortamda gerçekleşen Tarihin Kapısı programında günümüzdeki olayların tarihi arka planı ve tarihi olayların günümüze yansımaları minyatür, gravür, eski fotoğraf vb gibi görsel materyallar eşliğinde anlatılarak bir tür görsel tarih anlatımı gerçekleşiyor. Tartışmalı olarak İkinci Abdülhamid ve döneminin gerçeklerini öğrenmek isteyen tarih meraklısı herkesi 13 Şubat Çarşamba saat 20'de Altunizade Kültür Merkezi'ne (Capitol'ün arkasında) bekliyorum.

     

    BİR KARIŞ TOPRAK

     

    Abdülhamid taraftarları İkinci Abdülhamid döneminde bir karış toprak kaybedilmediği söylerler. Karşıtları ise imparatorluk döneminde en büyük kayıpların Sultan Hamid'in döneminde olduğunu ifade ederler. Aslında her iki görüş de doğru değildir. 1877-1878 Osmanlı Rus savaşı sonrasında Balkanlar'da ve Doğu Anadolu'da toprak kaybedilmiş, 1881'de Tunus Fransızlar, 1882'de Mısır İngilizler tarafından işgal edilmiş, Kıbrıs İngiltere'ye, Doğu Rumeli vilayeti Bulgaristan'a bırakılmıştı.

     

    Ancak bu toprak kayıplarının İkinci Abdülhamid'in saltanatının ilk yıllarında olduğuna dikkat edilmelidir. İkinci Abdülhamid, devlet idaresine hakim olduktan sonra dikkatli bir dış politika izleyerek fazla bir kayıp vermemeye çalıştı. Sultan, 19. yüzyılda hiçbir devletin sadece kendi gücüne dayanarak politika oluşturmadığı, aralarında ittifaklar yapmak suretiyle daha güçlü olmaya çabaladıklarının farkındaydı.

     

    Bu yüzden devletler arasındaki dengeleri kollayarak politika üretti. Bu uğurda zaman zaman tavizler vermek zorunda kaldığı anlar da oldu. Ama bu durum hiçbir zaman devletin aciz durumlara düşürülmesi pahasına gerçekleşmedi. İkinci Abdülhamid Doğu Anadolu'nun Ermenilere verilmesine, Filistin'e Yahudilerin yerleşmesine sürekli karşı çıkmış, kutsal toprakların, petrol bölgelerinin elde tutulmasına azami gayret göstermiş, bu alanlarda en ufak bir tavize yanaşmamıştı.

     

    SON OSMANLI TÜRBESİ BAŞINDA ANILIYOR

     

    Osmanlı Devleti'nin son padişahı 2. Abdülhamit, 90. ölüm yıldönümünde törenle anılıyor. Bugün saat 10.30'da Cağaloğlu'ndaki türbesinin başında düzenlenecek törene Osmanlı hanedanının torunları ve bazı fikir adamları da katılacak. Törende, 2. Abdülhamit'in torunu Harun Osmanoğlu, 5. Murat'ın torunu Selahattin Osmanoğlu, Abdülhamit Kayhan Osmanoğlu, Nurhan Osmanoğlu ve Ferizet Osmanoğlu'nun hazır bulunacak. Eski Sağlık Bakanı Halil Şıvgın, Prof. Dr. Mehmet İpşirli ve bazı gazeteciler de Sultan 2. Abdülhamit Han hakkında görüşlerini aktaracaklar. Anma töreni Mehmet Tosun tarafından organize ediliyor.

     

    Bugün

×
×
  • Create New...