Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]

ilcege

Editor
  • Content Count

    401
  • Joined

  • Last visited

  • Days Won

    2

Posts posted by ilcege


  1. Mümtaz insan Mümtaz'er Türköne'den yine ciddi tespitler.Hey gidi hey bu ülkeden birde Sezer geçti değil mi?Sezer'in hakkı Sezer'e çok tuhaf bir adamdı.Anayasa Mahkemesi Başkanı sıfatıyla yaptığı meşhur özgürlükçü konuşmayı geçenlerde dinledim, duygulandım.O konuşmayı yapan Sezer hangi Sezer'di?Reis-i Cumhur'luk yapan Sezer kimdi?Hiç sezdirmedi valla.Statükodan taraf halktan uzak bir tavırla, 7 yıl köşkte yaşadı.7 yıl dile kolay.

     

    Ve nihai son; köşk ona da kalmadı...


  2. Ben biraz fazla mı hafaya girdim nedir :) İşi tadında bırakmak güzel olur.

     

     

    :) Ya bana ne demeli? :graduated: Kendimi o denli kaptırdım ki, biri kalkıp okul dese ağız burun girecem...

     

    Şaka canım inanmayın...Yoldaş dervish işi tadında bırakma eyleminde de yanındayım.Ahanda tadında bıraktım

     

    nokta

    :)


  3. Bu ne şiddet bu ne celal ey Ü.Y.!..

     

    Evvela sayın Ü.Y.; bir fikri savunurken takındığınız tavır, savunduğunuz fikir kadar öneme haizdir.Siz daha ilk cümlenize 'saçmalık' kelimesiyle başlarsanız, savunduğunuz fikir müsbet dahi olsa takındığınız tavrı öz ellerinizle menfi bir hale sokarsınız.

     

    'Yunan düşmanı Almancı' diye hitap ettiğiniz yoldaş Dervish, davasını daha iyi anlatabilmek içun ecnebi lisanını da vasıta olarak kullanıyor.Bundan daha tabii ne olabilir?Ki kendisi 'Thanks Comrade' diyerekten, vizyonumunun ne derece cihanşumul olduğunu aslında beyan etmiştir.Evet niyetimiz sadece ülkemizde değil tüm dünyada okula kıl olan yoldaşlara ulaşmaktır.Takdir edersiniz ki İngilizce burda hayati öneme sahiptir.Ne yani ingilizce eyvallah yoldaş demiş, buna mı takılıyorsunuz?

     

    adles ise sonunda okul denen mefhumun nemenem bir şey olduğunu görmüş ve saflarımıza katılmıştır.Dolayısiyle bundan sonra adles'e karşı cephe aldığınızda karşınızda okulsuz toplumcuları bulacaksınız, haberiniz olsun!..Davamıza seçtiğimizin insanların kararlı olmaları, böyle bir yola baş koymalarından anlaşılabilir.

     

    Bendenize gelince...Latin topraklarında gezmemiz gayet tabiidir.Malumunuz Latin Amerika'da müthiş bir potansiyel var bunu değerlendirmek istiyoruz.Yavaş yavaş toplumsal dinamitlerini öğreniyorum.Elbette enfes sloganları davamızın hitabet cihetinde farklı bir tarz oluşturacak.Ve yine diyorum ki; tarih bizi aklayacak, haklı çıkaracak.

     

    En mühim nokta ise biz sosyalist değiliz.Yer yer sosyalist jargonu kullansakta bu sosyalist olduğumuz manasına gelmez.Biz okul düşmanıyız.Okula kılız.Sosyalizm'den ayrı bir fraksiyonuz.Ama siz halkımızn nazarında itibarımızı zedelemek için bize sosyalist damgası vuruyorsunuz.Bu nüansı gözden kaçırdığımızı zannetmeyin.

     

    Cebimize delik açma niyetinde değiliz.Ki buradaki niyetinizin açılan delikten akan paranın, kendi cebinizi doldurması dileğidir.Karşı propagandınızı durdurmak karşılığında istediğiniz bu rüşveti tarih bir köşeye not edecektir.Ve halkımız bu hadiseyi görecektir.

     

    Okulsuz toplum olmaz demek ne kadar insani ve mantıkiyse (!), Okulsuz toplum olur demekte bir o kadar insani ve mantıkidir.Karl Popper'ın yanlışlanabilirlik kuramına göz atmanızı naçizane tavsiye ederim.

     

    Ezcümle; ilme, irfana ve hakikate aşığız, yalnız bu ulu değerlerin okul kurumiyle eksik ve yanlış ve ideolojik olarak, jakoben sunumuna karşıyız.

     

    İnadına OKULSUZ TOPLUM!.. İnadına OKULSUZ TOPLUM!..

     

    :graduated:


  4. Bize muhalefet eden güruha verdiğin cevaba katılmamak mümkün değil Dervish yoldaş!Altına imzamı atıyorum.Bize muhalafet eden güruhun, bilimsellikten uzak, sadece ama sadece yıldırma amacı taşıyan sataşmalarına iyi bir mukabele olmuş cevabın.

     

    Senin de bahsettiğin gibi Ü.Y.'nin eleştirileri tamamen 'grek' kültürünün izlerini taşıyor.'Buldum buldum' demiyor da 'euraka euraka' diyor.İşte bu bile onların okulllardaki eğitimin menfi etkilerini taşıdıklarını ispata yeter.Yoksa biz keyfimizden okullara karşı çıkmıyoruz?Çağ dışılıksa tamamen göreceli bir kavramdır?Kim, neye göre çağdışı?Eğer biz savunduğumuz fikriyatın en muhalif isimlerince çağdışı ilan ediliyorsak burda herkesin durup düşünmesi lazım.Bu çağdışılık tabirini aynen karşı tarafa iade ediyor ve bu mevzuyu entelektüel zeminde tartışmaya onları davet ediyoruz.Bu arada rock dünyası ve Napolyon örnekleri meselemize muhalefet edenlere farklı bir zaviyeden bakma imkanı veriyor, devrimci düşünce dünyana sağlık Dervish yoldaş.

     

    Evet ben de adles'ten ümitvarım.Okulsuz toplum idealinin tam olarak farkında olduğunu düşünmüyorum.Depolitizasyon sonucunda idealimize karşı ilk bakışta kayıtsız kalıp sonra muhalefete yönelmiş.Bunda Ü.Y.'nin payı olabilir?Aleyhimizde propaganda yaptığından şüphemiz yok artık!Neyse adles'e burdan yine sesleniyoruz ve onu da saflarımızda görmek istiyoruz.

     

    Dervish yoldaş -co başkanlık- teklifinizi memnuniyetle kabul ediyorum.Rüşvet mevzuusunun ulu orta değilde, özel mesaj vasıtasıyla koordine edilmesi taraftarıyım.

     

    Devrimci devrelerinizin sıhhatine duacıyım yoldaş Dervish...

     

    :graduated:


  5. Prof. Dr. Atilla Yayla; “Kemalizm'in ne olduğunu tam olarak tespit etmek zor. Yerine göre bir iktidar paylaşım haritasına, yerine göre bir zihniyet dünyasına verilen bir isim. Bazen seküler-politik bir din olarak bazen de devlet marifetiyle yeni bir insan ve toplum yaratma projesi olarak karşımıza çıkabiliyor” diyor.

     

    Kemalizm darbe mi, devrim mi?

     

    Hakkında fikir yürütülemez, araştırmalarla yeniden düşünülemez, o sadece önceden belirlenmiş metinlerle ezberletilir dayatması yapanlar, onu hızla Kemalizm olarak dondurdular. Onu devlet eliyle ikame etme çabası ve topluma görsel yönüyle kabul ettirme yanılgısı 'iç inşa' sürecine yönelme imkanını vermedi. Şerif Hoca'nın dediği 'kuru bir ideoloji' hadisesi ne yazık ki Atatürk'ü hayattan koparan, onu gerçeklerden kovan, yerine kendi 'çıkarlarını' koyan hızlı Kemalistlerin eseridir. Hatırlayın bu hızlı Kemalistlerden Önder Sav'ın son iki skandalını. Ardından 'Atatürk'ün partisi' unvanının kimseye kaptırmayan CHP'nin genel başkanı Baykal'ın her fırsatta devleti ve sistemi yıpratan heyecanlı çıkışlarını. Kemalizm'in talihsizliği ona tam inanmamış kişi ve kurumların elinde 'araç' haline gelmesidir. Onların derdi Kemalizm'i yaşatmak değil, Kemalizm üzerinden yaşamaktır. Bunlara bakınca insan sormadan edemiyor, Kemalizm darbe mi devrim mi?

     

    * * *

     

    Şerif Mardin “Kemalizm hakkında uzun çalışınca ne kadar kuru bir ideoloji olduğunu rahatlıkla anlayabiliyorsunuz” dedi. Kemalizm “içi boş bir ideoloji” mi? Mardin bu konulardaki araştırmalara bir ömür vermiş ve bütün dünyada itibarı olan bir siyaset sosyologu. Söylediklerine kulak kabartmak ve onları gazete sayfalarıyla sınırlı da kalmadan ciddi şekilde tartışmak zorundayız.

     

    Kemalizm nedir, bugün neye tekabül eder?

     

    Kemalizm'in ne olduğunu tam olarak tespit etmek zor. Yerine göre bir iktidar paylaşım haritasına, yerine göre bir zihniyet dünyasına verilen bir isim. Bazen seküler-politik bir din olarak bazen de devlet ma-rifetiyle yeni bir insan ve toplum yaratma projesi olarak karşımıza çıkabiliyor.

     

    NE YERLİ NE DE ULUSAL

     

    İdeolojiler literatüründe nerede duruyor?

     

    Kimi evrensel kavrayış ve değerlere atıf yaptığı olmakla birlikte Kemalizm'in sosyalizm veya liberalizm gibi bir ideoloji olduğu söylenemez. İdeolojiler zaman ve mekan sınırlılıklarını aşan, her toplumu ve her dönemi ilgilendiren önermeleri ve formülleri olan tutarlı ve sistematik fikirlerdir. Kemalizm'de bu özellikler bulunmaz. Sosyalizm veya liberalizm bir Alman, Çinli ya da Afrikalı için de anlam taşır. Kemalizm ise ağırlıklı kısmı itibariyle daha çok belirli bir topluma ve bir döneme mahsus görünmektedir. Bu yüzden Kemalizm'i olsa olsa ideolojimsiler grubuna dahil edebiliriz. Bu bakımdan diğer bazı mahalli ideolojimsilerle, özellikle Baasçılık'la, karşılaştırabiliriz.

     

    Kemalist ideolojinin temelinde yatan fikri altyapı bu topraklardan mı neşet emiştir yoksa dışarıdan ithal midir?

     

    Mahalli-yerli olan fikir öyle olmayan fikirlerden daha iyidir gibi bir anlayış hakim ama bu bakışın benim zihniyet haritamda yeri yok. Kemalizm'e yönelik eleştirilerim onun yerli olup olmamasından kaynaklanmıyor, mahalli olsun, evrensel olsun, atıf yaptığı, kendisini üzerinde temellendirmeye çalıştığı değerlerin yanlış olduğuna veya evrensel geçerliliği olan bazı değerleri yanlış yorumlayıp uyguladığına inanmamdan kaynaklanıyor. Ne var ki, bazı Kemalistler atıf yaptıkları değerlerin tamamen ulusal olduğunu savunmaktan zevk alıyorlar. Milliyetçilik, ulus devlet ve laiklik gibi kavram ve kurumlar, orijinal halleriyle, Türkiye coğrafyasında keşfedilmiş, geliştirilmiş olmaktan uzaktır.

     

    Kemalizm fikri ilk kez ne zaman ortaya çıktı?

     

    Kemalizm adıyla anılan fikir ve uygulamaların 1930'lardan itibaren bu adla anılmaya başladığını biliyoruz.

     

    Nutuk Kemalizm'i anlatan bir kitap mıdır?

     

    Nutuk başlıbaşına Kemalizm'i anlatan ve temellendiren bir kitap değildir ama önemli ölçüde Kemalizm'in içinde yer almaktadır. Kemalizm'i anlamak için sadece Nutuk'a değil, Kemalist çizgideki siyasi ve entellektüel önderlerin sözlerine ve Kemalist iktidar odaklarının icraatlarına da bakmak gerekir.

    Peki Kemalizm, ne zaman bir ideoloji ya da parti programı haline geldi?

     

    Esasen Atatürk'ün vefatının ardından İnönü'nün ikinci 'tek adam' olarak başa geçmesiyle birlikte, sistemin doğası gereği, Kemalizm kısmen ortadan kalkmaya, kısmen (İnönü-izm'e) dönüşmeye başlamıştı. İkinci Dünya Savaşı sonrasında Türkiye'nin demokrasiye geçmek zorunda kalması bu süreci kesintiye uğrattı. Tek parti dönemi -mesela- 1970'lere kadar sürseydi ve Türkiye İspanya ve Portekiz ile birlikte demokrasiye geçseydi, Zurcher'in dediği gibi, Kemalizm muhtemelen sadece tarih kitaplarında kalırdı.

     

    Tarih böyle akmadı...

     

    Kemalizm'in bugünkü anlamda inşası, kimilerinin sandığının tersine, DP'nin de katkılarıyla 1950'den sonra başladı. Askeri darbelerle ve onları izleyen icraatlarla, başı 1961 Anayasası'nın çektiği düzenlemelerle iyice mesafe aldı ve bugünkü haline geldi.

     

    KEMALİZM'İN İÇİNİ DOLDURAMADILAR

     

    Kemalizm'in içi doldurulabildi mi ya da içini kimler boşalttı?

     

    İçi hiçbir zaman tatmin edici şekilde doldurulamadı ki.

     

    Doldurulabilir miydi?

     

    Emin değilim. Çoğu zaman ritüellere ve sloganlara boğulu kaldı. O kadar ki, Kemalist çevrelerde şöyle ağız tadıyla, evrensel standartlara uygun olarak fikir tartışmaları yapabileceğiniz insanlar ve Kemalist yayın dünyasında sizi sıkıştıracak ve görüşlerinizi revize etmeye zorlayacak çalışmalar bulamazsınız.

     

    Neden böyle oldu?

     

    Buna birçok faktör yol açmıştır. Kemalizm iktidarda doğmuş bir yaklaşımdır. Daha önceye ait bir felsefi hazırlık devresi yoktur. Kemalizm, entelektüel hayatında dönemin pozitivizm gibi baskın düşüncelerinden yararlanmıştır ama yoğun iktidar mücadelesi her zaman fikir geliştirme çabasının önüne geçmiştir. İyi niyetle ve büyük umutlarla tasarlanan yeni bir insan ve yeni bir toplum yaratma projesi el yordamıyla yürütülmüş ve sonra bu proje adına yapılanları izah etme ve meşrulaştırma mecburiyeti düşünce dünyasında zayıf yansımalara yol açmıştır.

     

    TEK PARTİ DÖNEMİNDE DAHA BAŞARILI

     

    Öyleyse Kemalizm'in talihsizliği iktidarda başlamış olması mıdır? Kemalizm bugüne kadar hep iktidarda kalmıştır. İktidarda kalan, muhalefeti yaşamayan her düşünce zayıflar. Sovyetler'de sosyalizmin başına da bu gelmiştir. Kemalistler fikir alanında rekabete hiç imkan vermek istememiştir. Evrensel hakikatin ebediyyen keşfedildiğine inanmış ve rakip fikirlere hayat alanı tanımamıştır. Daha doğrusu böyle yapmaya çalışmıştır ama bu çabasında, demokrasi döneminde, tek parti dönemindeki kadar başarılı olamamıştır.

     

    Bu sonucun ortaya çıkmasında erken cumhuriyet dönemi aydınlarının yetersizliği gibi bir olgunun da etkisi sayılabilir mı?

     

    Ne yazık ki asırlardır Ortadoğu coğrafyasında ve fikir ve felsefe alanında yeterli cevvallik, yaratıcılık ve verimlilik sağlanamamıştır. Kemalist aydınların fikri durumu ortada.

    Nedir önümüze konulan Kemalizm'in parametreleri?

     

    Kemalizm'in kaynaklarına bakar ve onun adına konuşanları dinlerseniz parametre olarak öne çıkartılan başlıca şeylerin; bağımsızlık, ulus devlet ve laiklik olduğunu görürsünüz. Ancak bu üç şeyin gerekliliği üzerinde mutabık olmak onların tanımı, muhtevası ve mevcut tatbikatı üzerinde mutabık olmak anlamına gelmez. Ve yeterince geniş bir mutabakata da sadece serbest tartışma ortamında varılır.

     

    KENDİ TANIMLARINI DAYATIYORLAR

     

    Şu ana kadar Kemalizm üzerine fikri, felsefi bir tartışma yapılabilmiş değil.

     

    Bazı Kemalistler hem tanımları kendileri yapıyorlar hem de tartışmayı yasaklayıp herkesin kendi tanımlarına biat etmesini istiyorlar. Ayrıca bu parametrelerin başka parametrelerle çeşitli ilişkiler içinde olması gerektiğini de göremiyorlar.

     

    Ne gibi?

     

    Mesela Türkiye'nin bağımsızlığını ele alalım. Bugüne kadar 'bu ülke bağımsız olmasın' diyen tek kişi görmedim. Ama bağımsızlık ancak bireysel özgürlüğü takviye ediyorsa anlamlı ve değerlidir. Yoksa efendilerimizin 'yabancı' değil 'yerli' olmasından başka anlam taşımaz. Ve unutmayın ki bazen yerlilerin efendiliği daha vahşidir. Aynı şey laiklik için de söylenebilir. Laikliğin iyi ve gerekli olduğuna inanıyorum ama dev bir soru burada bizi bekliyor: Hangi laiklik? Özgürlüğün ve barışın aracı olan demokratik laiklik mi, yoksa pozitivist felsefeye dayanan, bir dine dönüşen ve özgürlüğü boğan totaliter laiklik mi?

     

    Kemalizm'i bu haliyle kimler canlı tutmak istiyorlar?

     

    Çeşitli kesimler. Bunu Weberyen anlamda bir sınıf çatışması olarak da görmek mümkün. Bu çatışma kısmen iktidar üzerinden yapılıyor. Türkiye'nin nüfusu arttı. Toplum çeşitlendi. Geleneksel dindar muhafazakar çevreler sosyal, ekonomik ve siyasi hayatta daha fazla yer almaya başladılar. Buna karşılık, eskiden beridir sistemi kontrol etmiş ve ondan hem maddi çıkar hem de statü sağlama anlamında yararlanmış olanlar bu imkanları kaybetmeyi veya onları yeni gelenlerle paylaşmayı istemiyor. O yüzden direniyor ve direnirken sınıfsal taleplerini 'açık menfaat' kavramıyla değil, özel anlam yükledikleri değerlerle ifade ediyorlar.

     

    Bu direnme ne işe yarıyor veya Türkiye'ye etkisi nedir?

     

    Yanlış anlamalara ve sınıfsal çıkarlara dayalı direnme, hem bu direnişin içindekilere hayatı zehir ediyor hem de Türkiye'nin medeni bir ülke olma mücadelesini zorlaştırıyor.

    ABSÜRD BİR DURUM

     

    Kemalist cumhuriyet 'muhafazakar mahalle' karşısında 'cumhuriyet okulu' mu öngörüyor?

     

    Mardin Hoca'nın tespitinin kısmen doğru olduğunu düşünüyorum. Böyle bir proje uygulandı. Tamamen başarısız olduğunu söylemek zor. Bugün eğitim seviyesi yükseldikçe Kemalistleşme oranının artması projenin kısmen başarılı olduğunun işareti. Ancak, projenin başarısızlığını yaratan şey mahallenin direnmesi değil projenin bir grand proje olarak absürdlüğü ve hayatla çelişmesi. Grand projelerin peşinden koşan Fransız ve Bolşevik devrimleri de başarısız oldu.

     

    Neden?

     

    Çünkü onlar hayale dayanır ve hayata meydan okurlar. İnsanları ve toplumları yeni baştan yaratamazsınız. Burada liberal dünya görüşüne bağlı ve siyaset felsefesi ve piyasa ekonomisi çalışan bir akademisyen olarak benim değerlendirmem daha farklı. Gözümüzü dikmemiz gereken yer şu veya bu istikamette mühendislik hesapları yaparak yeni bir toplum yaratmaya kalkmak değildir. Toplumu veri olarak alıp siyasi iktidarı yani siyasi ve bürokratik kanatlarıyla devlet iktidarını sınırlamak, terbiye etmek ve kurallara bağlamaktır. Medeniyetin özü budur. Bu yanlış okumalar bizde yer yer totalitarizme ulaşan toplumsal mühendisliği koyulaştırmıştır.

     

    Kemalizm ve Kemalistler biraz normalleşmeliler

     

    19. yüzyılın eseri bir görüş olarak 20. yüzyıl Türkiye'sine damgasını vuran Kemalizm 21. yüzyıla taşınabilir mi, bu ideoloji 21. yüzyıl Türkiye'sini taşıyabilir mi?

     

    Kemalizm hem düşünce hem tatbikat olarak tarihimizin ve kültürümüzün bir parçası. Hiçbir ülkenin kültürü ve tarihi sadece bugün olumlulanan şeylerle dolu değil. Olumlu şeyler yanında olumsuz şeyler de var. O yüzden gayri insani bir yola girip geçmişi tamamen reddetmek yerine ondan dersler almaya çalışmalıyız. Kemalizm'i de bu çerçevede görmeliyiz. Eleştiriye tahammülsüz olmaları Kemalist bazı yazarları çok saldırgan yapıyor.

     

    Ne olmalıydı?

     

    Olması gereken Kemalizm'in ve dolayısıyla Kemalistlerin normalleşmesidir. Gelişkin bir ideoloji olmamasına rağmen Türkiye'nin resmi ideolojisi olması ve sayıca azınlık olmalarına rağmen Kemalistlerin çeşitli resmi ve sivil iktidar odak ve araçlarını kontrol ediyor olmaları bunu zorunlu kılıyor. Aksi halde Türkiye yine dönüşecek ama daha sancılı dönüşecektir.

     

    RESMİ İDEOLOJİ OLMAKTAN ÇIKMALI

     

    Normalleşmeden kastınız ne?

     

    Kemalizm resmi ideoloji olmaktan çıkmalı ve demokratik süreçte yarışan ideolojilerden biri haline gelmelidir. Kemalistler de Kemalist olmayı haklılıklarını kanıtlayan bir şey olarak görmek yerine kendilerini zorlamalı, fikir dünyalarını zenginleştirmeli, tahammüllü olmayı öğrenmelidir. Kemalizm demokrasinin kurucu ideolojisi olamaz ve dolayısıyla Türkiye'yi geleceğe taşıyamaz. Demokrasinin kurucu ideolojisi liberalizmdir. Kemalistler biraz liberalizm çalışmalıdır.

     

    Herşeyi Atatürk'te temelleştirmek yanlış

     

    Kemalist ideolojisi topluma ne vaadetti de gerçekleştiremedi?

     

    Yeni bir toplum yaratma vaadiyle işe başladı ama olmadı. Olamazdı. Bugün Kemalistlerin sapma olarak gördüğü şeylerin çoğu sapma değil, doğal olan şeylerdir ve asıl kendi yaklaşımlarında doğal olandan sapma hali daha baskındır. Türkiye'nin her şeyi Atatürk'te temellendirme, meşrulaştırma anlayış ve çabasından vazgeçmesi gerekir. Bu hem imkansız hem de yanıltıcıdır. Fikir özgürlüğüne ve fikir hayatımızın zenginleşmesine engel olan bir tavırdır.

     

    Kemalist cumhuriyetin demokrasi ile ilişkisi nasıldır?

     

    Mustafa Erdoğan da yazdı. Cumhuriyet fikrinin kendisinde tek tipleştirici, benzeştirici, eşitlik adına farklılıkları budayıcı bir taraf vardır. Bu yüzden liberaller cumhuriyet fikrinin en öne konmasına hep ihtiyatla yaklaşmışlardır. Bu yüzden cumhuriyetin mutlaka demokrasiyle meczedilmesini isterler. Bu çok yerinde bir taleptir. Türkiye Cumhuriyeti ilk döneminde demokrasiye geçememiş ve sivil toplumu kuvvetlendirememiştir. Ancak, 1950'de, İslam dünyasında hâlâ eşsiz olan bir şeyi yaparak barışçıl yollarla tek parti yönetimini tasfiye etmiş ve demokrasiye geçmiştir. Bazıları tek parti yönetiminin tasfiyesini cumhuriyetin tasfiye edilmesi olarak görmektedir.

     

    Bu iddiada doğruluk payı var mı?

     

    Tam tersi doğrudur. Demokrasiye geçmesi Türkiye'nin cumhuriyet olma niteliğini kuvvetlendirmiştir. Cumhuriyet eşitlik ve katılımı gerektirir. Demokratik katılım kanalları olmadan katılım ve eşitliği nasıl gerçekleştirebilirsiniz ki?

     

    Dine savaş açmak bir çıkmaz yoldur

     

    Şerif Hoca, öğretmenin imama yenildiğini söyledi. Bu aynı zamanda Kemalizm'in yenilgisi midir?

     

    Kemalist çerçeveden olaya bakanlar 1950 ve devamını bir türlü kabullenemedi. Hep tek parti cumhuriyetine atıf yaptı. Hatta çok partili cumhuriyet görünümü altında tek parti rejimini yaşatmaya çalıştı. Bu, tabii, olacak şey değil. Mardin Hoca'nın yaklaşımında yanlış anlaşılmaya çok elverişli bir şey var.

     

    Nedir o?

     

    Bu da, bir değer sisteminin bir siyasi yönetim tarafından tasfiye edilebileceği, yerine bir yenisinin konulabileceği kavrayışı. Başka bir şey daha var. Gerçi hoca onu kastedecek kadar felsefeden ve realiteden habersiz değil ama birçokları bu görüşte: İyi toplum iyi olarak vasıflanan bir değer skalasına dayanan toplumdur. Oysa, düşünce tarihinin çok büyük yazarları, toplum denilen şeyin, daha doğrusu açık toplum denilen şeyin, birbirinden farklı amaç ve değer skalalarını bir arada barındırabileceğini ve bu skalaları tek bir skalaya indirme çabalarının bir felaket yaratacağını söylemiştir. Açık toplum böyle bir şeydir. Onda herkese ve her yaklaşıma yer vardır. Değerler, amaçlar, tarzlar da rekabet halindedir. Bu rekabeti ister bir din, ister bir ideoloji, ister başka bir ideal uğruna homojenize etme çabaları felaket yaratacaktır.

    Şerif Mardin'in anlatımında 'imam' neye tekabül ediyor?

     

    Geleneğin de, dinin de gücüne işaret ediyor. Bunları hop diye ortadan kaldıramaz, keyfinizce değiştiremezsiniz. Özellikle dine savaş açmak bir çıkmaz yoldur. Bu savaş, savaş açanı dönüştürür. Dine savaş açarsanız sizin bir din üretmeniz gerekir, zira bir din ancak başka bir din ile ikame edilebilir. Bazı Kemalistlerin Kemalizm'e veya laikliğe din gibi sarılmasının sebebi budur. Ancak, yine altını çizmek isterim, bir açık toplumda imam da (din adamı da) öğretmen de olacaktır, başkaları da. Bunların arasında savaş değil ama rekabet de olmalıdır. Vahim olan devletin bunlardan birinin ajanı haline gelmesidir.

     

    Ben yenilmedim Kemalizm de güçlenmedi

     

    Sizi 'bu adam' ifadesi mahkum etti, sesiniz eskisi kadar gür çıkmıyor, ne oldu, ne değişti?

     

    Hayır, mahkumiyeti Kemalizm eleştirisinden aldım. O yüzden, aynı sözleri burada tekrarlamadım. 'Bu adam' ifadesi kullanılmamış ama eleştirilerimle 'bilimsel sınırları' aşmışım. Sesim her zamanki gibi çıkıyor ve çıkacak. Ben bir akademisyen, fikir adamıyım. Hep ortada olamam ve bildiğim bilmediğim her konuda konuşamam. Bildiğim konularda ise konuşmaya devam edeceğim. Eleştirenlerini mahkum etmek bir fikri kuvvetlendirmeye, zafere ulaştırmaya yetseydi Kemalizm dünyanın en kuvvetli fikirlerinden biri ve Türkiye'nin fikir alanında mutlak muzafferi olurdu…

     

    Yeni Şafak


  6. İşte ilcege, sizi Dervishle bir uzay düldülüne bindirip, bilmem kaç milyon ışık yılı yıldızına uğurlayacağız. Bakın bu mümkünmüş..Kampanyanızı orda başlatmanız, daha münasip olur. Ne dersiniz.. :)

     

    Müthiş bir yazı.. Müthiş müthiş müthiş.. Çok teşekkür ediyorum, böyle bir yazıyı bizimle paylaştığınız için. Bırakın sayıları rakamlarla bile aram kötüdür. Yine de kendi çapımda bir bir takım hesaplamalar yaptım... Bizden 1450 ışık yılı ötede bir yıldız olsa, oradaki bir meraklı gözlemci, Arabistan yarımadasına çevirdiği teleskobu ile “gerçek” olarak, İki Cihan Serveri'nin (SAV) annesini, babasını görürdü herhalde.. 1437 ışık yılı ötedeki bir yıldızın gözlemcisi olsaydı şayet, Kutlu Doğumu görürdü. Her zamanki gibi doğru (!) hesapladıysam eğer :graduated:

     

    "Ümran gel seni götüreyim, ama bir şartla ; canını istiyorum" dese, tereddüt eder miydim... Bir saliselik görüntüsüne kurban olayım O'nun..

     

    Allah razı olsun..

     

     

    Efendim sabahın bu vakti bu güzel Pazar günü, sizin, başka bir başlıkta -ki o başlık bu başlık oluyor- idealimizi tiyee alacağınızı, 'Okulsuz Toplum' idealimizi tırı vırı görüceğinizi hesaB etmemiştim doğrusu.Muhalefette CeHaPe'yi geçtiniz.Neyse efendim sorun değil.Bu problematiqueyide bir şekilde çözeriz.Dervish'i bilmem ama ben uzaya gitmeye hazırım.Yalnız uzay 'düldülü' ile değil tabi, malum öyle bir araç yok.Sizin 'düldül' dediğinize havacılık terminolojisi 'mekik' diyor efendim.Bir an aklıma 'çağdışı' kavramı geldi, artık niyeyse?Haa doğru idealimizden mütevellit bizi 'çağdışı' olarak itham etmiştiniz, di mi efenim?

     

    Neyse latife bir yana Allahü Teala sizlerden de razı olsun.Evet yazı çok güzel.Allahü Teala'nın azamet ve kudretini bizim aklımız almıyor/alamazda.En büyük misallerinden biri gökyüzü/uzay.HesaBlarınız doğrudur bu arada.Size güveniyoruz efendim. :)


  7. Evet adlesciğim hep destek tam destek.. !

     

    Eureka! eureka! Bunları MÖ'ye gönderelim.. Ne dersiniz, orada da mı çağ dışı kalırlar :) Selda biz bunları ütopyalarıyla baş başa bırakalım bence.. Uğraşıp, çırpınsınlar biraz ; bir uğraşları olmuş olur hiç olmazsa.. Ahaha :)

     

    Efendim tenkitleriniz bizi yıldıramaz.Nafile çabalamayın derim naçizane.Karşınızda öyle kolay pes edecek mizaçta insanlar yok haberiniz olsun.Ki zaten hiçbir devrimci kolay pes etmez.Bu tarihi hakikatten sonra bir başka hususa temas edeyim.Bizi MÖ'ye göndermekten dem vurmuşsunuz.İmkan olsaydı da gitseydik, inanın orada da okul mefhumuna muhalefet ederdik.Bu arada bizim bir uğraşımız olmadığını nerden çıkardınız anlamak mümkün değil?..Bakınız efendim, izah edeyim;

     

    Ivan Illich-Kendileri manifestomuzun yazarıdır.Çağdaş batı kültürü, kurumları ve eğitim, çalışma hayatı, enerjinin kullanımı, ekonomik gelişme, sağlık vb. alanlardaki etkileri üzerine eleştirel incelemeler kaleme almıştır diye bahsediyor anlı şanlı vikipedi.

     

    Dervish-Tanıtmama lüzum var mı bilmem?Kendisini bilenler bilir.Sanal alemin müdavimlerindendir.Şu an müftülüğün siteleriyle haşır neşir halde.Ki kendisi reel dünyada da aktiftir, gezgin bir arkadaştır.

     

    Bendeniz-Hiçbir şeyle uğraşmasam kendimle uğraşırım.

     

    Ezcümle; bir burjuva münekkidini andıran tenkitleriniz bizi yıldıramaz.Size son olarak şunu diyorum ve şu sıralar fazla açılan çeneciğimi kapatıyorum.

     

    La Historia Me Absolvera!..

     

    :graduated:


  8. Yoldaş Dervish,

    Bilirsin devrime sadakat esastır.Biz şu an ne kadar garipsensekte, büyük idealimiz 'Okulsuz Toplum'a elbet birgün varacağız.Tüm hissiyatımız bu minvaldedir.Bize deli gözüyle bakanlar da olacak, idealimizi tırı vırı bulanlarda...Olsun ne çıkar?..Biz bu halden müteessir olmayız, değil mi?Hatırlayalım, ne demişti yoldaş Fidel:Hasta la victoria siempre (zafere kadar, daima)!.. Venceremos (kazanacağız)!... Okullara olan bu asil 'kıl tavrımız' elbet birgün anlaşılacak ve bugün bize gülenler yarın saflarımızda olmaya can atacaklardır.

     

    Okulsuz Toplum idealinin en ateşli devrimci duygularıyla seni ve diğer yoldaşları selamlıyorum!..

     

    Viva BBOA !... Viva BBOA !...


  9. GERÇEK OLAN SADECE ZAMANDIR

     

    Ucu bucağı olmayan, içinde sonsuz ufukları, her biri birer mücevher tanesi gibi parıldayan yıldızları barındıran kâinatı hep birlikte dolaşmaya ne dersiniz?

     

    Varsayalım ki, hızlı bir uzay aracına bindik ve yerden saniyede 11 kilometre gibi öylesine bir hızla kalktık ki, bu hızı anlamak ve algılamak bile çok güç! Saniyede 11 km. lik bir hızın önemi şuradan kaynaklanıyor: Eğer bir uzay aracı ya da bir roket bu hızla yerden kalkıyorsa, artık bir daha dünyaya dönmeyecek demektir. Bu öyle yüksek bir hızdır ki, yerçekimi kuvvetinin etkisinden kurtulan araç, dünyanın ve güneş sisteminin de ötesine geçerek, galaksi kümelerinin arasından süzüle süzüle yoluna devam edecektir.

     

    Bu hızla 40 saniyede Ankara-İstanbul uzaklığı biterdi. Bu hızla bir saatten biraz fazla bir zamanda dünya çevresini dolanabilirdik. O kadar hızlı, o kadar hızlıyız ki; ben size geçtiğimiz uzaklıkları 10 misli büyüklükleri ile vereceğim. İlk 10 metrede göreceğimiz sadece evlerin çatılarıdır. 100 metre yukardan oturduğumuz yerin sokağını ve semtin bir bölümünü görür; 1000 metreye geldiğimizde de bazı vahşi kuşlarla selamlaşırız.

     

    72923357zp1.png

     

    Yer yüzünden uzaya fırlatılan bir uzay aracının yerçekimi kuvvetini yenerek bir daha geri dönmemesi için ilk hızının saniyede 11.2 kilometre olması gerekir. Bu hıza insanlık alemi ilk kez ‘sputnik’ adlı bir uzay aracı ile 1958 yılında erişti.

     

    10.000 metrede artık şehirler görülmez, yüksek dağ silsileleri, kıvrım kıvrım akan nehirler, yemyeşil ormanlar göze çarpar. Artık metre birimi yetersiz kaldığından kilometre ölçeğine gerek duyuyoruz. İşte çıktık 100 kilometrelik yüksekliğe.

     

    Artık bu seviyede atmosfer tabakası görülmüyor. Biraz aşağıda, ozon gazının gün geçtikçe azalan kalınlığına rastlıyoruz. Ozon bizi güneşten gelen mor ötesi ışınların tehlikelerinden koruyor. 1000 kilometre yukardan dünyamızın görünüşü ne kadar güzeldir! Kutup bölgelerindeki buz dağlarından yansıyan ışığın, okyanusların azgın dalgalarından akseden koyu lâcivert renklerle karışımı ne kadar uyumludur! 10.000 kilometrede dünyamızın yavaş yavaş batıdan doğuya doğru kendi ekseni etrafında döndüğünü fark edeceksiniz. 100.000 kilometre yukarıda ilk astronot Yuri Gagarin'in gördüğü manzarayı siz de şaşırarak, hatta korkarak seyredeceksiniz. Uzay şimdi bu bölgede artık kapkaranlıktır. Nedeni ise çok açık! Her ne kadar uzakta, çok çok uzakta güneşi görüyorsak ta, onun ışığını ve ısısını fark edemiyoruz. Zira güneş ışınları ancak hava içinden geçerken dağılır ve ortalık aydınlanır. Havasız bir ortamda ses yayılmadığı gibi, ışık ışınları da yayılamaz!

     

    Burada artık gece- gündüz gibi kavramalar da anlamını kaybederler. Yalnız gece gündüz değil; yukarı, aşağı, kuzey güney gibi yönleri de unutmamız gerekir!

     

    Dış ortamın sıcaklığı ise mutlak sıfır olan -273 dereceye çok yakındır. Ay bütün güzelliği ve gülümserliği ile bize göz kırpar. 1.000.000 kilometreye çıktık. Bu ortamda ayı da bir hayli geride bıraktık. Güneş etrafında kendi halinde dolanıp duran gezegenleri görüyoruz. Kimisi nefes nefese hızlı; kimisi de nazlı nazlı yavaşça yörüngelerinde yol alıyorlar.

     

    Yerden şimdi 10.000.000 km. uzaktayız ama, Güneşimize hâlâ ulaşamadık. 100 milyon kilometrede biraz yaklaştık desek te, "güneş rüzgârları" adı verdiğimiz

     

    çok enerjik yüklü parçacıklar önümüzü kesiyorlar! Güneşteki akıl almaz fışkırmaları, girdapları, yakın uzaya korkunç hızlarla püsküren sıcak alevleri gördükçe, doğrusu, içimizi bir korku kaplıyor. 1 milyar kilometre uzakta olmamıza rağmen, hâlâ güneş sisteminin dışına çıkabilmiş değiliz.

     

    91562061le0.jpg

     

    İşte güneşin en son çekilen fotoğraflarından biri. Sağ taraftaki ani fışkırma ve püskürtme uzaya büyük bir hızla yayılıyor ve güneş rüzgârları denilen elektrik yüklü parçacıklar tüm yakın uzayı hareketlendiriyor. Saniyede 465 milyon ton hidrojen, 460 milyon ton helyuma dönüşüyor. Bu dönüşümden termonükleer reaksiyonlar denilen enerji açığa çıkıyor. Işık ve ısı böylece oluşuyor. Dünyamız en hassas uzaklıkta bu ısıyı ve ışığı alarak ‘besleniyor’. Tabiî bizler de!

     

    Milyar kilometrelerin de artık yetersiz kaldığı uzayın o uçsuz bucaksız ufuklarında kendimizi yapayalnız hissediyoruz. Hızla yol almamıza rağmen

     

    1 trilyon kilometreye şimdi varıyoruz. Güneşi epeyce arkada bıraktık ama, karşımıza daha yeni güneşler yeni yıldızlar çıkmadı. Güneşe de "yıldız" diyoruz. Işık ve ısıyı kendiliğinden yayanlara yıldız deniyor. Oysa Dünyamızla birlikte Merkür, Venüs, Mars ve Jupiter gibi gezegenler güneşten aldıkları ışığı yansıttıkları için onlara "yıldız" diyemiyoruz. Şimdi 100.000 triyon kilometredeyiz. Burası galaksimizin merkezi olarak kabul edilebilir. Galaksi demek yıldız kümesi demektir. Her nedense yıldızlar da tıpkı insanlar gibi uzayda toplu olarak bulunurlar. Güneşin ve tüm gezegenlerin de içinde yer aldığı bu galaksiye Türkçemizde "Samanyolu" derler. Açık ve berrak bir gecede üstümüzde bir uçtan öbür uca kadar yayılan puslu ve bulanık bir kuşak görürüz. İçinde bizim yıldızımız güneş gibi 200 milyar güneşin yer aldığı bu galaksiyi öyle kolayca terketmek zor görünüyor. Çünkü artık milyar, trilyon kilometreler de anlamını yitiriyorlar.

     

    Gökbilim uzmanları, uzunluk kavramını birbirlerine daha iyi anlatabilmek için "ışık yılı uzaklığı" denilen yeni ve anlaşılabilir bir ölçü birimini geliştirdiler. Işığın da bir hıza sahip olduğu ve bu hızın bir saniyede 300.000 kilometre olduğu gerçeğinden hareket ederek, ışığın bir dakikada, bir saatte, nihayet bir gün ve 365 günde kat'edeceği mesafeye bir ışık yılı uzaklık adını verdiler. Bu tanımlama ile işler biraz kolaylaşır gibi oldu.

     

    Güneşten sonra dünyamıza en yakın bir yıldız (güneş) vardır. Bu yıldıza astronomi bilginleri "Alfa Centauri" ismini veririler. Sadece güney yarıküreden görülen bu yıldızın ışığı bize tam 4.5 yılda gelir! Bu tarife göre, en yakın yıldızın bizden uzaklığı 4.5 ışık yılıdır. Bu uzaklığı zihnimize yerleştirmek için Alfa Centauri'den 4.5 yıl önce çıkan ışınların "şimdi" bize ulaştığını idrak etmemiz yeter! Veya başka bir anlatımla, bu uzak yıldızda bulunan bir gözlemci "şimdi" dünyaya baksaydı, bizim 4.5 yıl önceki halimizi görmüş olacaktı.

     

    Uzay yolculuğumuz devam ediyor. Bizden 500 yıl ışık yılı ötede, 1500 ışık yılı ötedeki yıldızların birer birer yanlarından geçiyoruz. Ancak o ünlü deyişle "Ömür bitiyor ama, yol bir türlü bitmiyor!" Eğer uzun çok uzun bir ömrümüz olsaydı, 1.000.000 ışık yılı ötedeki yıldız adacıklarını da görüp, ıssız ve karanlık uzayda sessizce yolumuza devam ediyor olacaktık!

     

    İşte nihayet bize de en yakın olan bir galaksi göründü. Bu galaksiye "Andromedea"" adını veriyorlar. Bize en yakın olmasına rağmen, onun uzaklığı tam 2.5 milyon ışık yılı mesafede.

     

    İnanır mısınız, artık milyon ışık yılı uzaklıklar da yeterli olmuyor! Milyar ışık yılı uzaklık birimine geçiyoruz. Geçmesine geçiyoruz ama, uzayın bir türlü sınırlarına varamıyoruz. Burada aklımıza şu ilginç fikir geliyor: Uzayda ne kadar uzağa gidersek, zamanda da o kadar geriye gidiyoruz demektir. Bu son derecede açık ve anlaşılabilir bir sonuç. Çünkü nasıl güneşin ışığı bize 8 dakikada geliyor ve güneş bizden "şimdi" 8 ışık dakikası uzakta görünüyorsa; bu, güneşle dünya arasında 8 dakikalık bir zaman farkının mevcudiyetine işaret ediyor demektir. Yani güneş, "şimdi " sönse, biz onu 8 dakika daha görmüş olacağız! Alfa Centauri de "şu an sönmüş" olsa, biz onu 4.5 yıl daha ışıl ışıl parıldadığını izleyeceğiz demektir. Benzer misal Andromedea için de geçerlidir. Bu galaktik sisteme şimdi baktığımız zaman onun 2.5 milyon yıl önceki durumunu görüyoruz demektir. Bir başka anlatımla, bir yıldız kümesi bizden ne kadar uzaksa, bizim zamanımızdan da o kadar "geride" demektir.

     

    10720531rq5.jpg

     

    Bu galaksi (yıldız adası) bizden 2.5 milyon ışık yılı uzaklıktadır. Bu gerçeğin anlamı şudur: Biz onu ‘şimdi’ gördüğümüz zaman, aslında galaksiden çıkan ışınlar, zamanımızdan 2.5 milyon yıl ‘ÖNCE’ yola çıkmışlardı. Zamanda böylece ‘geriye’ gittik!!

     

    Uzatmadan hatırlatalım. Bizden 10 milyar hatta 12, 13 ve 14 milyar ışık yılı ötede ve ismine "kuasar" denilen çok enerjik yıldızların (veya yıldız gibi şeylerin) varlığını anlıyoruz. Oralara artık teleskoplarımız ulaşamıyor! Optik sistemlerle değil, radyo sistemleri ile onların varlığını kabul ediyoruz.

     

    Çok derin, çok uzak, çok ahenkli, çok çok... anlamlı bir evrenle karşı karşıya bulunuyoruz!

     

    Biraz önce bizden 500 ışık yılı uzaktaki yıldızların varlığından söz etmiştik. O uzaklıktaki bir yıldızda bir gözlemci olsa ve aletlerini dünyamıza, hatta İstanbul'a çevirse, acaba kimi görürdü?

     

    Cevap, evrenimizin özellikleri ile tam olarak bağdaşan ve fakat akılları karıştıran şaşırtıcı bir gerçekle örtüşür: Gözlemci, Fatih Sultan Mehmet'in İstanbul surlarına doğru atını sürdüğünü görecekti. Bu görüntü bir hayal, video filmi veya fotoğraf değil, kelimenin tam anlamıyla "gerçek" olurdu!

     

    Hepsi iyi hoş ta, biz Fatih'i ölmüş biliyorduk!

     

    Demek ki, ölüm ve ya diri olmak, sadece bir zaman farkının izafi görüntüsünden başka bir şey değildir!

     

    Bu gerçeğe göre soracağım sorunun cevabını artık siz vereceksiniz, ben izninizle aradan çıkıyorum:

     

    Bizden 1450 ışık yılı ötede bir yıldız olsa, oradaki bir meraklı gözlemci, Arabistan yarımadasına çevirdiği teleskobu ile “gerçek” olarak kimi görürdü dersiniz?

     

    Taşkın Tuna-Fizik Yüksek Mühendisi


  10. ÇATI

     

    Kaç aç varsa hepsi ben

    kaç hasta varsa hepsi ben

    kaç liman önlerinde dönen

    işsiz hamal hepsi ben

     

     

    kaç aşktan ters yüz edilmiş

    aşık varsa hepsi ben

    bütün çiçeklerle donanıp

    bütün insanlarla ölen

     

     

    Atılmış kömür toplar

    annelerinin zoruyla çocuklar

    -başka çaresi ne annenin-

    çocuklarıyla yere çarpılan

     

    Ben o çocuklarla yere çarpılan

    sevgili deyip yere çarpılan

    sedye taşımaktan kolu tutulan

    bu sessiz çılgın çalkantıda

     

    S.Karakoç Gün Doğmadan (1961)


  11. Siz kaç kişisiniz bakalım? ...Tuncay Özkan'ı salarız üstüne valla , ayağınızı denk alın :)

     

     

    Aman Tuncay gelmesin, kabul derneği fesh edelim.Biz kaç kişiyiz?Güzel sual...Efenim şu an itibariyle: ben,Dervish ve değerli fikir adamı Ivan İllich'ten müteşekkil bir ekibiz.Mesele kemiyet değil keyfiyettir malumunuz.Bu arada BaLaBaN'ın da ideolocyamıza meyilli olduğu, anonim şiirinden bellidir.Manifestomuz: Okulsuz Toplum isimli eserdir. :graduated:


  12. Ivan İllich'in Okulsuz Toplum adlı eserinden...

     

    Günümüzde okul sistemi tarih boyunca güçlü kiliseler için geçerli olan üç işlevi yerine getirmektedir. Okul hem toplum mitinin kaynağı, hem bu mitin tezatlarının kurumsallaştırılması ve hem de mit ile gerçeklik arasında uyumsuzluğu tekrar üretecek ve gizleyecek olan ritüel mekanıdır...Özgür bir toplumun, modern bir okulda oluşturulabileceği görüşü paradoksal bir iddiadır. Bireysel özgürlüğü garanti altına alma, bir öğretmenin öğrencileriyle meşguliyetinde tamamiyle gözardı edilmektedir. Öğretmen sahip olduğu kişiliğini yargı, ideoloji ve doktor işlevleriyle birleştirdiğinde, toplumun temel yapısı, yaşam için hazırlanması gereken süreçle amacından saptırılmaktadır. Bu üç gücü birleştiren bir öğretmen, öğrencinin yasal veya ekonomik reşit olmama durumunu meydana getiren ya da özgür toplanma hakkını kısıtlayan yasalara göre öğrencinin haklarını daha fazla kısıtlar. Ağaçları yaşken eğip bükmek sevgili öğretmenlerin içtenlikle yerine getirdikleri kutsal ve benzersiz bir vazifedir.*

     

    *vikipedia

     

    (Biz işin dalgasındayız.Adam (Ivan İllich) oturmuş ciddi ciddi eleştirisini yapmış mes'elenin.Okulsuz Toplum kitabının ismi, düşünün artık.Bulup okumak lazım.Bu arada yalnız değiliz Dervish kardeş... :graduated: )


  13. 'İmaj her şey, gerisi hiçbir şey' midir?

     

    Yıllar evvel, komünist blok çökmeden önce, bir Amerikalı arkadaşım bana şu çok ilginç olayı anlatmıştı. Kapitalist blok ile komünist blok arasında Soğuk Savaş'ın sürdüğü günlerde taraflar propagandanın tüm tekniklerinden sonuna kadar yararlanmaya çalışmaktaydı.

     

    Propaganda savaşında hiç şüphe yok ki komünist ülkeler daha başarılıydı. Bu ülkeler propagandaya hasımlarından çok daha fazla önem vermekte ve akla hayale gelmeyecek yeni yol ve yöntemler keşfetmekte başarısız kalmamaktaydı. Batı dünyası sosyalist propagandayı çoğu zaman saf bir şekilde yutmaya hazırdı. Özellikle de sol fikirlere sempati duyan aydınlar ve yazarlar.

     

    Bugün kendi kendisini dünyadan tecrit etmiş arkaik bir ülke konumunda olan Kuzey Kore, o yıllarda propaganda savaşının başını çekenlerdendi. K. Koreliler, her ne kadar kapitalist ülkeler kadar zenginlik yaratamadılarsa da, varolan zenginlik içinde eşitlik sağladıklarını ve kamu hizmetlerinde kapitalist ülkeleri çoktan solladıklarını ileri sürüyorlardı. Özellikle sağlık alanında iddialıydılar. Herkese bedava tedavi imkânlarının yanı sıra en üstün teknolojileri kullandıklarını ve en eğitimli, en becerikli sağlık personeline sahip olduklarını ilan ediyorlardı.

     

    İddialarını ispat için bir gün K. Kore'ye bir gezi düzenlediler. ABD'nin New York Times, Washington Post gibi önemli ve etkili gazetelerinden temsilcilerin de aralarında bulunduğu bir heyet, K. Kore'ye götürüldü. Heyet hastaneleri gezecek ve işleyişlerini gözlemleyecekti. Heyet üyeleri ziyaretin her durağından etkilendi. Son durak bir ameliyathanenin gözlem odasıydı. Cam duvarla kendilerine ayrılan bölümden gazeteciler canlı canlı bir operasyonu izlediler. Ağır ve zor bir operasyondu bu. Her şey ama her şey son derece mükemmeldi. Muazzam bir ameliyathane, ABD'de bile zor bulunan en yeni aletler, işini inanılmaz bir soğukkanlılık ve maharetle yapan doktor ve hemşireler. Gözün gördüğü her şey kusursuzdu ve bu ameliyat ölçü alındığında hiç şüphe yoktu ki Kuzey Kore sağlıkta ABD'den dahi ilerideydi.

     

    ABD'ye döndükten sonra heyetteki gazeteciler gördüklerini etkileyici hikâyeler halinde okuyucuya aktaran yazılar döşendiler. Kuzey Kore'nin sağlık alanındaki muhteşem ilerlemesinden, ABD'yi geçtiğinden, kutlanması gereken bir başarıya imza attığından bahsettiler. Okuyucuların önemli bir kısmı bu anlatılanları gıptayla okudu. Ancak, herkes K. Kore hikâyelerini sorgusuz sualsiz kabul etmeye hazır değildi. Bazı yaramazların zihinlerini meşgul eden bir soru vardı. Nasıl olup da ilkel bir ekonomiye sahip olan, dünyanın en fakirleri arasında başta gelen bir ülke muazzam bir sağlık sektörü yaratabilmekteydi? Bu eşyanın tabiatına aykırı değil miydi? Birileri bu olayın peşine düştü ve bir süre sonra bir skandal patlak verdi. K. Kore'de gazetecilere seyrettirilen gerçek bir operasyon değildi. Bir tiyatroydu. Göz kamaştırıcı başarıya sahne olan operasyonun doktor, hemşire ve hastalarının hepsi, ama hepsi, istisnasız hepsi, tiyatro oyuncusuydu. Sistem bu oyunu ABD'li gazetecileri etkilemek için sahneletmişti. Olay tam bir skandala dönüştü. Sonunda birçok gazete ve gazeteci okuyuculardan özür dilemek zorunda kaldı.

     

    Beni çok etkileyen ve güldüren bu olayın gerçekten yaşanıp yaşanmadığını daha sonra başka arkadaşlara sordum. Olay yaşanmıştı. K. Kore muhteşem bir propaganda olayına imza atmıştı. Halen sürmekte olan olimpiyatlarda Çin Halk Cumhuriyeti'nin yaptıkları ortaya çıkmaya başlayınca hafızam bu olayı öne çıkardı. Takip edenler biliyorlardır. Çin'deki Pekin Olimpiyatları muhteşem bir açılışa sahne oldu. O sırada ben İngiltere'deydim ve açılıştan çok etkilenerek yapılan bazı yorumları okudum, dinledim. Yorumcular 2012'de Londra'da yapılacak olimpiyatlarda Birleşik Krallık'ın aynı ihtişamı yakalamasının imkânsız olduğunda birleşmekteydiler. Ancak, bir süre sonra Çin'den gelen bilgiler olayın bir başka vahim yönünü ortaya çıkardı.

     

    Çin sosyalist bir ülke. 1970'lerin ortalarından beri sistemini dönüştürmeye çalışıyor. İlk adımları ekonomik alanda atarak sosyalist ekonomik sistemi tasfiye etmeye başladı. Bu bir ideolojik tercih olmaktan ziyade bir mecburiyetti. İnsanlar açlık ve sefalet içindeydi. Mao'nun çılgınlıkları bu eski uygarlık coğrafyasını dünyanın en arkaik ülkelerinden biri haline getirmişti. Cüce Deng Mao'dan çok daha basiretli çıktı ve sistemi reforma tabi tutma sürecini başlattı. Çin çok yol aldı, ama hâlâ totaliterizm ile otoriterizm arasında bir yerlerde salınıyor. Sistemin ne olduğu belli değil, zira dönüşüm süreci devam ediyor. Sonunda neye benzeyeceğini yaşayanlar görecek. Ancak, Çin, kaydettiği bütün ilerlemelere rağmen totaliter zihniyetin tortularından henüz kurtulamadı. Toaliter zihniyet, görünüşü ve imajı her şeyin üstünde tutar. Çevreyi bu görünümün gerçek olduğuna inandırmaya çalışır. Bunun için insanları ve her olayı bir malzeme olarak kullanmaktan çekinmez.

     

    Çin'den gelen haberler totaliter zihniyetin nasıl trajikomik olaylara yol açtığını gösteriyor. Gazetelere yansıdığına göre açılış töreninde dünyaya verilen görüntülerin bir kısmı önceden kaydedilmişti, yani canlı değildi. Açılışta şiir okuyan kız gerçek okuyucu değildi. Gerçek okuyucu dişleri eğri olduğu için podyuma çıkarılmayan zavallı sevimli kızcağızdı. Açılışta put gibi dikilen askerlerin altı bağlanmış ve kafalarını dik tutmaları için boyunlarına iğne yapılmıştı. Bale takımında 16'dan büyük kızlar 13 veya 14 yaşında gibi takdim edilmişti. Hostes kızlar çırılçıplak soyulmuş ve bel ve göğüs ölçüleri alınmıştı. Eminim ileride bunlara benzer başka bilgiler de açığa çıkacak ve Çin olimpiyatlarının karanlık yüzü iyice görülecektir. Doğrusu bu durum beni hiç şaşırtmadı. Hayatımda yaptığım en iyi şeylerden biri bir süre totaliterizm çalışmak oldu. Bu sayede totaliter zihniyeti ve icraatlarını elimle koymuş gibi teşhis edebiliyorum. Kısaca ifade etmem gerekirse totaliter zihniyet imajı öne çıkarır ve gerisi boştur der. Temel insani meseleleri bir imaj sorununa indiriverir. Ne dersiniz, bu tavır size ülkemizden de tanıdık gelmiyor mu?

     

    PROF. DR. ATİLLA YAYLA - GAZİ ÜNİVERSİTESİ ÖĞRETİM ÜYESİ


  14. Üstadı ve davasını anlamada en temel eseri demek ki İdeolacya Örgüsü...Benim gibi okumayaların hemen okuması gerek sanırım...Bu arada yazının kaynağına baktım ancak kim tarafından kaleme alındığını göremedim...

     

     

    Efendim ben de aynı dertten muzdaribim.Yazının kim tarafından kaleme alındığı meçhul.


  15. Medeniyet Tasarımcısı: NECİP FAZIL

     

    1980’li yıllarda, önce “Medeniyetler Çatışması” tez(!)iyle gündeme oturan, tartışılan, karşı çıkılan-taraftar olunan; sonra aksine bir dönüşümle “Medeniyetler Buluşması”, “Medeniyetler Diyaloğu”, “Medeniyetler Uzlaşması” gibi (şu anda krema tadının ötesinde pek fazla bir önemi ve özgül ağırlığı olmayan) medeniyet kavramı etrafında bir anlam ve muhteva arayışları son yıllarda ülkemizde kimi siyaset adamları ve aydınlarca lafzî vurgularla hızla ve sıkça gündeme getiriliyor. Ancak bu “medeniyet” kavramının soyutlamaların ötesinde bir reel tasarım halinde ve bir tarihsel aidiyet vurgusu ve konjonktürel bir olgu olmaktan çıkarılıp güncele taşınabilmesi önemli bir problem-ihtiyaç olarak, üzerinde kafa yorulmasını gerekli kılıyor. Çünkü oldukça yaşlanan ve yorgun düşen dünyamızın yeni haritalara ve dizaynlara gebe olduğu günümüzde, bu harita ve dizaynların tarihsel kökleri halâ canlılık taşıyan milletlerce yerine getirilmesi gereken bir ödev/görev olduğunu da bilmek gerekiyor.

     

    ABD’nin küresel bir kasırga estirdiği ve Büyük Ortadoğu, Geniş Ortadoğu şeklinde projelendirdiği 21. yüzyıl tasarımlarına/projeksiyonlarına pasif bir oyuncu veya edilgen bir seyirci olarak katılmamak için tarihî birikimimizi güncelleyebilecek bir irade ve cehd göstermek öncelikle İslâm’ı bir medeniyet tasarımı halinde sistematize etmiş, bir Dünya Görüşü ihtiyacı olarak günümüze taşımış büyük fikir adamlarını referans almak da gerekiyor.

     

    Nasıl ki bugünkü batı (ABD de içinde olarak) tarihsel kök olarak beslendiği aidiyet dünyası “Roma-Hıristiyanlık ve Eski Yunan”ın bileşimi-kompozisyonuna dayalı yeni büyük haritalar-projeksiyonlar üretebiliyorsa, Bu coğrafyanın da 1400 yıllık tarihsel birikimi güncelleyerek (malzemeleri taşıyarak değil) alternatif bir medeniyet tasarımı-projeksiyonu ortaya koyabilmesi gerekiyor.

     

    Çok büyük bir iddia değil mi? Veya büyük cür’et mi? Ütopyadan mı bahsediyoruz? Fildişi kulemizde gerçekleşemeyecek tahayyüllere mi dalıyoruz? Veya başka galaksileri mi işaret ediyoruz? Ne demek istiyoruz?

     

    İşte tam da bu kavşak noktasında yâni tarihsel kırılma çizgisinde bulunduğumuz an’da Necip Fazıl’ı hatırlamamız, idraklerimizi ona yöneltmemiz gerektiğini düşünüyorum.

     

    Evet… Necip Fazıl’dan bahsediyoruz. Ve O’nun büyük davası, büyük rüyası, büyük duasının kalemine aktığı, tecelliler dünyasında şekillendiği, forma büründüğü bir medeniyet tasarımı olarak kristalleştiği: BÜYÜK DOĞU’su.. Yani İdeolocya Örgüsü..

     

    Ne gariptir ki Necip Fazıl’ın, bugün hem entelektüel, hem kültürel, hem siyasi, hem de stratejik olarak bir büyük ütopya/harita/fotoğraf olarak önümüze almamız gereken şeyin ihtiyaç olarak dahi hissedilmediği bir iklimde Necip Fazıl’a ilişkin bu söylediklerimiz bir abartı mıdır? Bir mübalağa mıdır?

     

    Biraz daha geriye giderek, konuyu temellendirerek bu soruya cevap arayalım ve Üstad Necip Fazıl’ın Ontolojik anlamını tesbite çalışalım..

     

    Bugün kimi Müslüman aydın/kültür adamlarınca medeniyet tasarımı, medeniyet projesi kavramları soyut-ütopik-bağlamından kopuk olarak nitelendirilse de biz Necip Fazıl gibi işin tahkikinde olan bir mütefekkirin 40 yıllık çile ile ciğerinden kalemine kan çekerek örgüleştirdiği, kitaplık çapta bütünleştirdiği İdeolocya Örgüsünün lafzını bile okuma ihtiyacı hissetmeyenler konumuz dışında..

     

    O diyordu ki: “Doğruyu mu arıyorsun? Allah ile Resulü’nün bildirdiği. İyiyi mi arıyorsun? Allah ile Resulü’nün öğrettiği. Güzeli mi arıyorsun? Allah ile Resulü’nün gösterdiği.” İşte Üstad’ı, insanın doğru-iyi-güzel ve yanlış-kötü-çirkin şeklinde iki kutuplu bu dünya ve ötesi macerasında hedef gösterdiği bu cümleleri O’nun “meselesi”ni anlatmaya yeter.

     

    “Lâfımın dostusunuz çilemin yabancısı. Yok mudur sizin köyde çeken fikir sancısı? ”mısralarında da dile getirdiği “fikir sancısı”.. İşte bu sancının neticesidir ki ortaya kâmil bir medeniyet tasarımı halinde O’nun Büyük Doğu olarak isimlendirdiği mukaddes emanet davasını, bu yüzyılın şartlarında bütünleştirmiş ve insanlığa teklif edilmiş, sunulmuş bir mimarî proje olarak ortaya koymuştur. Aslında bu bir yenileyiciliktir. Eski deyimle tecdiddir. Üstad bu manâda (anlaşılmasa da, görülmese de) bir müceddittir. Çünkü İslâmi çizgiyi doğuşundan bu yana takip ederseniz, bu çizginin tecditle bugüne ulaştığını görürsünüz. Aslında O; Allah’ın Resulü ve Sahabîlerden sonra ümmetin en büyüğü büyük müceddit İmam-ı Rabbanî çizgisinin günümüzdeki temsilcisi idi. O büyük yenileştiricinin izini takip eden bir yenileyici. Bu konuya derinliğine girmenin yeri burası değil, sadece bu tesbitlerle yetinelim .Aslında, bugün bile ülkemizde ve tüm İslâm aleminde halâ anlaşılamamış olan İmam-ı Rabbanî hazretleri’ni anlayabilmiş ve anlatabilmiş ve O’ndan aldığı silsile nefesini kalıplaştırabilmiş yegane kişi de gene Üstad Necip Fazıl’dır. Müslüman olmuş bir İngiliz bilim adamının deyimiyle “Postmodern dünyada kıbleyi bulma”nın niçin ve nasılını İdeolocya Örgüsü’yle ortaya koymuştur. Tabii bunu görebilecek olanlar; “ideoloji bir ihtiyaç mıdır?”, “bunu ifade edebilecek, bütünleyecek mütefekkir-düşünce adamı nedir?” gibi günümüzün Müslüman aydınlarının yabancısı olduğu, kıyısından bile geçemedikleri temel soruları hem sorabilen hem de cevap verebilenlerdir. Bunlar ayrı ayrı bahisler, konular..

     

    Osmanlı sonrası gerek ferdî zuhur, gerekse de toplumsal zuhur için mutlak gerekli olan ihtiyacı (belki büyük iddia gibi gelebilir size ama) sadece Üstad Necip Fazıl hissedebilmiş ve bunu İdeolocya Örgüsü ismiyle bütünleştirmiş, örgüleştirmiştir. Ne diyordu bu eserinin ilk baskısındaki ithafında ? “Ben bu eseri örgüleştirmek için yaratıldım.” İfadesinin altını çizmemiz gerekiyor. Gene İdeolocya Örgüsü’nün girişinde “Fikirde, sanatta, anlayışta, anlatışta, buluşta, tutuşta, dağıtışta, toplayışta ve nihayet yaşanmaya değer hayatın ölçülerini billurlaştırma işinde dünyanın en büyük adamı olmak isterdim; nefsim için değil de, sırf O’nun ümmetinden en hakîr ferde düşen liyakat payını ve üstünlük derecesini göstermek için…” diyor.

     

    İşte Üstad’ın temel fonksiyonu, ne yapmak istediği ve yaptığı burada ortaya çıkıyor ve ortaya konuluyor. Üstad, Osmanlı sonrası artık devlet ve toplum plânında tefessüh eden, ortadan kaldırılan İslâmın bütün bir tasarım halinde yani medeniyet projesi olarak yeni zaman ve mekân şartlarında nasıl olacağı? temel sorusunun cevabını İdeolocya Örgüsü’yle vermiştir. Bunu da Büyük Doğu olarak isimlendirmiştir. Büyük Doğu; kendi ifadesiyle “Gelmiş ve gelecek zaman boyunca bütün eşya ve hadiseler zeminini avlamaya memur bir fikir ağı… Bu ruh, sistem ve ismin, bağlı olduğu iman mihrakına göre hiçbir istiklâli yoktur. Olanca saffet ve asliyetiyle İslâmiyete yol açma geçidi.. Ve çoktan beri kaybedilmiş bulunan bu saffet ve asliyeti 21. asrın eşiğinde eşya ve hadiselere tatbik etme işi…” İşte Üstad’ın bahsettiğim tecdid işlevini bu cümlede bulabilirsiniz. O’nun kendisi müceddit olduğunu söylemiyor. Biz O’nun yaptığı işin ve sadece ülkemiz için değil, tüm İslâm alemi ve tüm insanlık için ihtiyaç olan tecdid-yenilemenin ne olduğunu, ne olması gerektiğini O’nun İdeolocya Örgüsü’yle anlayabiliyoruz.

     

    O’nun “Her yüzyılda bir yenileyici gelir” ölçüsünden ilhamla 1978 yılında yazdığı “Bindörtyüze bir yıl var, yaklaştı zamanımız; Bu asırda gelir mi dersin kahramanımız?” mısraları da aslında yaptıklarının o ölçünün gereği olan bir kahramanlık-yenileyiciliktir.

     

    Burada sözkonusu ettiğimiz tecdid-yenileyicilik kavramını tarihsel bağlamından koparmadan aynı mana ve muhteva çizgisinde günümüze taşıdığımızda bunun günümüzde tekabül ettiği zat ve eser : Necip Fazıl ve (diğer tüm eserleri ile birlikte temelde) İdeolocya Örgüsü’dür. Aslında tecdid-teceddüt-müceddit kavramlarının yeniden tahkik ve tanımlanmasının bizi böyle bir sonuca götürmesi kaçınılmazdır. Bunları söylerken bir mistifikasyon şeklinde anlam ve kavram saptırmalarına da kapı aralamamak gerekiyor. “Bu da nereden çıktı şimdi?” şeklindeki hayret-soru cümlesine verilecek cevap: Necip Fazıl’ın İdeolocya Örgüsü’nün ehlinde tahkikidir. Oldukça ilginçtir ki bu tahkiki, 1945 yılında, henüz hayatta olan ve o yıllarda Mısır’da yaşayan Osmanlı’nın son şeyhülislâm’ı, büyük İslâm alimi Mustafa Sabri Efendi yapmış ve Necip Fazıl ile ilgili hükmünü “kendisini İslâm davasının uzun yıllar boyunca beklenen…..” şeklinde tecdid-yenileyici olarak vermiştir. Burada ayrıntıya girmeye gerek yok sanıyorum. Yani bu ihtiyacı ve cevabı doğrudan görebilen ve verebilen Mustafa Sabri Efendi’dir sadece.

     

    Devam edelim..

     

    O’nun şiirlerinin bütününü ihtiva eden Çile’sine bu gözle baktığınızda da aynı şeyi görürsünüz. Aynı tecdidi şiir idraki içerisinde yaşarsınız.

     

    İdeolocya Örgüsü’nün sonunda “İslamı Yenilemek” başlığı altında bu konuyu (teceddüt-yenileme) özet maddeler halinde manifesto şeklinde ortaya koyar: “İslâm yenilenmez. Anlayışı yenilemek gerekir. Anlayış mı? Nurun aynadaki aksi… Aynayı yenilemek… Güneş yenilenmez. Göz yenilenir. İslam, başı ve sonu olmayan ebedî yeninin ismi… Ona her an biraz daha nüfuz etmektir ki, yenilik…… Bunca zevalin ardından ancak kemal çığırı açılabilir…”

     

    Evet… yüzyıllara sâri bir zevalin ardından Üstad fikirde kemâl çığırı açmıştır.

     

    Bunu yâni ideoloji/idelocya ihtiyacını, yenilenme ihtiyacını, model ihtiyacını, fikir adamı ihtiyacını, vs. vs. anlayabilenler ancak Üstad’ın İdeolocyasını anlayabilir. Gene O’nun tabiriyle ancak “derin ve gerçek mü’min”ler anlayabilir.

     

    Büyük fikir adamları, büyük ideologlar aynı zamanda büyük yenileyicilerdir. Bu yenileme asla reform’la karıştırılmaması gereken bir yenilenmedir. Reformist düşüncede asla, öze, temele ilişkin bir tağyir ve tebeddül sözkonusudur, tecdit-yenilemede ise asla, öze, temele bakan gözün yenilenmesi sözkonusudur. Yâni reformist düşüncede tamir-ıslahatçılık; tecdit-yenilemede ise tahkim-inkılâpçılık esastır.

     

    Büyük Doğu/İdeolocya Örgüsü; depo edilmiş, istiflenmiş bilgiler, malzemeler, malûmatlar yığını değildir. Konfeksiyon düşünceler, paketlenmiş fikirler değildir. Kendine özel terminolojisi, kavramsal düzeni (yeni deyimle) konsepti olan, çelişkisiz diyalektiği olan bir bütündür.

     

    O’nun Büyük Doğu’su; Allah ve Resulû’ne bağlılığın büyük borcunu yerine getirebilmenin aşk derecesinde Büyük Dâvâsını, Büyük Rüyasını, Büyük Duasını, Büyük Doğrusunu ifade eder.

     

    Büyük Doğu bir dünya görüşüdür. Önce bunu anlayabilmek lâzım. Burada İdeolocya Örgüsü’nün tahliline girmek gerekmiyor. Zaten o kendi kendisini tahlil ediyor, terkipleştiriyor. Yaptığı muhasebelerle.. Doğu-Batı, vs. vs.

     

    İdeolocya Örgüsü; kimse farkında değildir ki aynı zamanda İslâm’ın Anadolu coğrafyasındaki arkeolojik ifadesiidir. Medeniyet Tasavvuru’dur dedik.. Üstad’daki medeniyet tasavvuru/düşüncesi, onun fikir ve mücadele hayatının başından beri temellendirilmiştir. 1939 yılında yazdığı yazılarından birisinde “benim kafamda Asyacılık, eski Yunandan beri seyrini, istihalelerini bildiğimiz Avrupa medeniyeti dışında ve ona rakip ayrı bir medeniyet tasavvurudur. Bütün peygamberlere ve ruhî fenomenlere yataklık eden büyük Asya, şenliği tükenmiş mazisiyle olduğu kadar, onu zenginliklere boğacak şahsiyetli oluşların davet edeceği istikbaliyle de ayrı ve tam bir vaklıktır…” hükmünü veriyor. Bu ifadeleri ancak bugün anlayabilme rüşdüne erebiliyoruz. O da tam değil. Bugün medeniyetler diyaloğu veya medeniyetler çatışması şeklinde gündeme gelen medeniyet tasavvurlarında aslında ortaya konulabilecek, teklif edilebilecek medeniyet ruhu, kitaplık çapta bir bütün halinde sadece Üstad’ın İdeolocya Örgüsü’nde mevcuttur.

     

    Üstad’ın İdeolocya Örgüsü’yle yaptığını anlayabilen nadir kalemlerden birisi, ABD’de akademisyen bir yazarın Modernleşen Müslümanlar kitabında (Hakan Yavuz) görebiliyoruz. Diyor ki: “1940’lar ve 1950’lerde Necip Fazıl, İslâm’ı BÜYÜK DOĞU olarak bilinen BÜTÜNCÜL BİR İDEOLOJİ olarak yapılandıran ilk Türk Müslüman aydınıydı. İslâm’ın ideolojileşmesi süreci, Kemalist batılılaşma projesine ‘muhalif’ olarak gerçekleştirildi. Necip Fazıl, kitaplarıyla, kendisinin ve toplumun, daha derin bir ben ve İslamî bilişsel anlam ve eylem haritasının arayışına ışık tuttu. Kuşağının derin varoluşsal acılarına yol açan ‘ortak aslî bir dil’ ve ‘hissiyat eksikliği’yle uğraştı…” İşte bu tesbitler üstadla ilgili önemli tesbitlerdir. Ve O’nun temel fonksiyonunu oldukça açık bir şekilde ifade eder. Yerli Oryantalist diyebileceğimiz Şerif Mardin’in de bu bağlamda Necip Fazıl’la ilgili oldukça uzun yazı ve tesbitleri de önemlidir.

     

    İdeolocya Örgüsü’nün temel mantığı’nda Üstad İslâmî ruh ve ölçülerin değişmezliğini merkezde sabitleyip, tüm dünyayı değişkenler olarak ele alıp tahlil ederek terkiplere kavuşturur. İdeolocya Örgüsü veya Büyük Doğu, donmuş bir kalıp, şablonlar kümeleri değildir. Bunu ancak idrak yolları iltihaplanmamış olanlar anlayabilir.

     

    Gene 1939’da “Dünya görüşü” eksikliğini ihtar eden Üstad diyor ki: “Bu devirde eline kalem almak cesaretini gösteren her insan, yapacağı en beylik teşbih ve kullanacağı en ucuz nükteyi bile, herkesçe malûm bir dünya görüşünün ölçülerine dayamak zorundadır.” Bu ne müthiş bir tezatsızlık ve idraktir.

     

    Büyük Doğu İdeolocya Örgüsü’nün ne olduğunu kim anlayabilir biliyor musunuz?

     

    Din’in dünya tasarımının ne olduğunu anlayanlar,

    Ahlâk-Dünya görüşü ilişkisini anlayanlar,

    Dünya bilmecesinin çözümüne ilişkin sır idraki nden pay sahibi olanlar,

    Fikir-İlim ayrılığı ve bütünlüğünün idrakinde olanlar ancak anlayabilir.

     

    Bu manâda Üstad’ın İdeolocya Örgüsü bir manifestodur. Üstad İdeolocya örgüsüyle ütopya’sı olan adamdır. Projesi, gelecek tasarımı olan adamdır. Büyük Doğu veya İdeolocya Örgüsü; bütün bir insan memuriyet ve mes’uliyetine Üstad’ın verdiği cevaptır. Sorumluluklar derece derece.. Üstadın yaşadığı gerçeklik ancak İdeolocya Örgüsü gibi bir cevabı gerektiriyordu. İdeolocya Örgüsü’ndeki birtakım kavramları, isimlendirmeleri bir türlü anlayamayanların Büyük Doğu’dan nasipleri yoktur. Üstad’ın kendisi İdeolocya Örgüsü’nün başında; “Eğer bu davayı bütünleştirebiliyorsak bizi ayakta ve saygıyla dinleyiniz; iddiamıza rağmen maskaralaştırıyorsak, maskaraların akıbetine mahkûm ediniz!!” demesine rağmen, her ikisi de gerçekleşmemiştir. Böylesine bir sığ idrak dünyasında yaşıyoruz.

     

    İdeolocya Örgüsü’yle ilgili olarak, bugüne kadar söylenmemişlerden bir tesbit olarak batılı büyük bir kafanın sözünü aktarayım. Diyor ki; “çağın büyük adamı, çağının isteğini dile getirebilen, çağının isteğinin ne olduğunu söyleyebilen ve bu isteğe cevap verebilendir.” İşte Üstad’ın İdeolocya Örgüsü-Büyük Doğu Düşüncesi başta olmak üzere aslî fonksiyonu bu cümlenin işaret ettiğidir.

     

    Üstad; Büyük Doğu İdeolocya Örgüsüyle aynı zamanda bir dünya görüşü ahlâkı getirmiştir. Bunun ne olduğunu anlamak için gene kendisini dinleyelim:

    “ Allah’ın Resûlü, buyuruyor ki:“- Ben ahlâkî mekârimi (keremleri) tamamlamak üzere geldim!”

    Buradan da anlıyoruz ki, ahlâk sadece dünya görüşünün bir neticesi değil, aynı zamanda sebebidir.

    Ahlâk o hale geliyor ki, fikrin kendisi oluyor. Fikir hemen onun başına geçiyor. Sonra fikrin neticesi oluyor. Yani, sebep ve neticesi, netice ve sebebi... Ahlâk bütün bu kâinat manzumesinde, duyan, düşünen ve hareket eden insanın bütün hareketlerini tatbik edeceği ruhî mîzan...

    Dünyada fikriyatını yapıp da ahlâkını belirtmeyen Filozofa Batı eksik gözüyle bakar. Ve batı tefekkürü bahsinde de anlattığım gibi hemen şu soruyu yapıştırır:

    “- Söyle, ahlâkın nedir?.. Hemen hesabını ver! Bunu sormakla mükellefim! Ve sen bildirmekle!..”

    Bizde ise, ahlâk her şey... Zannettiğimiz gibi, öyle sun’î terbiye hudutları, uydurma insanlık hudutları içinde değil... Onun çok dışındadır. Ve mefkűrenin, idealin, ta kendisi olan tasavvufî, İlâhi marifet davasının ana dayanağıdır ahlâk... Şimdi üstün ahlâkı, umumî mânadaki ahlâkın ve insanın ana sermayesi kabűl ettiğimiz zaman, dinin bütün dayanağı olarak görmekte zerre kadar tereddüde yer yoktur. Düşüncenin hemen arkasından gelen düşünme tavrının anahtarıdır ahlâk... Bütün ruh ölçülerinin esası... “

     

    İdeolocya Örgüsü-Büyük Doğu; kendimize, yöremize, ülkemize, bölgemize ve küremize ait sorumluluklarımızın total/bütün/küllî ifadesidir.

     

    Sadece İdeolocya Örgüsü veya herhangi bir eserine bakmak nasıl muazzam bir enerji karşısında olduğumuzu göstermeye yeter.

     

    Kavram ve muhtevaya ilişkin müthiş bir iğdiş oluş yaşayan Müslüman aydınların kendilerini sorgulayacakları bir ayna olarak Necip Fazıl’a bakmalarının elzem olduğunu söylesem, abartılı olmayacak sanıyorum. O’nun yaptığı (Towarniki’nin Heidegger için söylediği gibi) “denenmesi gereken bir ilacın adı değil, bir görev, bir iş… O, üçbin yıl sonra da okunuyor olacak!..”

     

    Vefatının 25. yıldönümünde Üstad’ı rahmetle anıyor, anlıyor ve O’nu bir de yukarıdaki manâda (tecdid-yenileyici) düşünmeyi teklif ediyoruz, ne dersiniz?

     

    Kaynak

     

     

    Yazıya internette rastladım.Yorumlarınızı bekliyorum.


  16. Bu A.Hakan niyeyse rağbet görüyor bir şekilde.Yazıları 'en çok tıklananlar listesinden ilk üçte' diye yazıyor matbuat alemi.Adam da bunu görüyor malum.Ne kadar çok damara basarsa o denli prim yaptığının farkında.Yoksa bu tıklanma onun keyfiyet sahibi olduğu anlamına gelmez.Ama ben şöyle düşünüyorum.Belki çoğu insan bu adamın yazdıklarını okumak için değil de, 'ulan gene ne yazdı acaba şu A.Hakan' diye, bu adamın yazılarına bakıyor olabilir.Ben mesela, arada bir okurum yazılarını.Tabii az evvel belirttiğim düşünceyle okurum.Haa yazdıkları tartışılır.Ama bir gerçek var ki, çoğu insanın nefretini kazanmış durumda.Sürekli eski defterleri açması, hep aynı kesimin damarına basması, cemiyet nazarında onun kıymetini (!) düşürüyor.Tarafsız gibi gözüküp, aslında bir yanıyla savunduğu meselenin müthiş bir taraftarı oluyor.Aslında bu adama bizim Yaşar Usta bir tirad atacakki aklı başına gelsin.Nasıl mı?Şöyle:''Bak beyim koskoca adamsın.Saçın var sakalın var.Hürriyet'te köşe kapmışsın, her gün yazıyorsun.Yakışır mı sana eski defterleri açmak, eskiyi kurcalamak, hep bir tarafa yüklenmek?..Ama nasıl yakışmaz.Sen değil misin bir zamanlar içinde bulunduğu camiayı şimdi acımasızca eleştiren.Sen değil misin Hürriyet gibi tıyneti malum bir matbuatta yazılar yazan?Sen değil misin 'ulan bu Türkiye'de yaşanmaz diyen'?"Biraz Berlin'de, biraz da Amsterdam'da bir cevelan" diye cakas atan...Ama ne yaparsan yap bozamayacaksın, dağıtamayacaksın, yıkamayacaksın muhafazakar/demokrat necip Türk milletini?Eğer böyle yazmaya devam edersen, ömründe bir karıncaya bile beddua etmemiş olan ben, Yaşar usta, hiç düşünmeden beddua ederim sana.Anlıyor musun?Beddua ederim ve dönüp arkama bakmam bile." (tak...kapıyı vurur ve çıkar)

     

    Not:Yaşar Usta Bizim Aile filminin efsane ismi, ideolojiler üstü insanı


  17. Bu 'İthal Neron Henry Prost' ile ilgili Tarih ve Düşünce dergisinde bir makale çıkmıştı.İlk olarak o makaleyle bu hususta bilgi sahibi olabilmiştim.Zaten 'İthal Neron' tabiride, Tarih ve Düşünce'nin, Henry Prost makalesine attığı başlıktı.Orada daha ayrıntılı anlatılıyor bu adamın yaptıkları.İnanın okuyunca hırsımdan, sinirimden ağlayasım geldi.Adam İstanbul'u tarumar etmiş.Nerede bir Osmanlı eseri var bir bahaneyle ortadan kaldırmaya çalışmış.Ve epey de muvaffak olmuş.Bunları düşünce insan müteessir oluyor.Yani biz kendi değerlerimize sahip çıkmayıp, bu güzide eserleri elin bizans aşığına teslim etmişiz.Şimdi ara ki eski İstanbul'u bulasın...


  18. hey Allahım çok güldüm ya :) Siz yazın aklınıza geldikçe :graduated: bu arada terekeme nedir ?

     

    :) Diğer bir adı Karapapak olan Türk boyu.Kars ve Iğdır civarında yaşarlar umumiyetle.Kahir ekseriyeti Sünnidir.Konuşma tarzları Azerilere benzer fakat bazı noktalarda ayrılırlar.

     

    Balamsan, bir denesen,

     

    Sedefden dürdenesen.

     

    Men ölsem sene qurvan,

     

    Sen ölme bir denesen. :)

     

    (Bir annenin balasına seslenişi)


  19. Yahu arkadaşlar bunu anlatmasam çatlarım :)

     

    Ortaokul yılları...Yaşlarımız 12-13...Ben(izleyici), Kenan(baş aktör) ve Fırat(izleyici) üçümüz beraber okula gidiyoruz.Gittiğimiz okul, oturduğumuz mahalleye yaklaşık bir buçuk kilometre mesafede.Ama tabii eğlenceli geçerdi okula gidip gelmelerimiz.Güzergahımız üzerinde bir camii vardı.Ve caminin de ufak bir büfesi vardı.Büfeye İmam Efendi'nin eşi bakardı.Ufak tefek şeyler satarlardı.Neyse o zamanda Kurban bayramı yaklaşıyordu.Büfeye mangal getirmişlerdi satmak için.Tabii biz her gün okula giderken o büfenin yanından geçerdik.Bizim Kenan isimli arkadaşta sürekli olarak büfeyi işleten teyzeye bilerek/kasten takılırdı : 'Ay teyze bu mangalların fiyatı ne gadardı?' diye :) .Kenan terekemeydi bu arada.Bu yüzden konuşma tarzı değişikti.Tabii bu mangalların fiyatını sorma olayını Kenan abartıyordu ve neredeyse her geçişimizde büfenin ufak camından teyzeye aynı suali yöneltiyordu.Tabii biz Fırat ile Kenan'ı sürekli uyarıyoruz bu arada.'Olum bak yapma başına iş alacaksın' kabilinden.Kenan ise bize: 'Ay kişi mene bişe olmaz!' diyordu :D .Neyse artık bu olay büfeyi işleten teyzede sinir krizleri meydana getirmişti.Kenan'ı bir kaç defa çok sert uyardı.Bak evladım zırt-bırt bana mangalların fiyatını sorma diye :D .En sonunda elimde kalacan demişti :D .Neyse bir gün yine geçiyoruz büfenin yanından.Kenan yine büfenin ufak camından içeri aynı suali yöneltti.'Ay teyze mangal ne gadardı?'diye...Fakat teyzenin tepkisi farklı oldu.'Az gelir misin evladım içeri, sana bişey söyleyecem' dedi teyze.Bizim Kenan da hemen atladı.Basireti mi bağlandı nedir?Biz 'olum gitme kadın senin dövebilir' dedik ama Kenan bizi yine dinlemedi.İnanırmısınız Kenan'ın içeri girmesi ile teyze tekvando-judo-karate-boks-uçan tekme-aparkat vs. ile Kenan'a daldı.Tabii biz büfenin küçük camından Fırat'la beraber ağzımız bi karış açık olanları izliyoz :).Neyse kadın Kenan'ı epey hırpaladı ve Kenan dışarı çıktı.Ceket pantolon hepsi yırtık pırtık olmuştu.İki üç dakika içinde yaşanan bu olay bizi şoke etmişti.Ordan ayrıldık.Tabii Kenan teyzeye yine tehditler savuruyordu.Senin mangallarını param parça edecem cinsinden :D .Neyse uzatmayayım bu olay sonraları epey espiri kaynağı oldu aramızda.Ben de böyle sizinle paylaşayım dedim.Ne zaman bir mangal görsem aklıma bu olay gelir :shiny:


  20. İstanbul Bize Küskün

     

    Kurdun devlet-ü ikbâli çobanın uyumasındandır.

     

    İslâm'ın manevi kalesi İstanbul. "Ben Osmanlıyım, ben İslam'ım" der gibi konuşurdu kendi dilinde.

    Cihan Padişahı Fatih Sultan Mehmet, 23 yaşında İstanbul'u fethettiği zaman Bizans'ın paha biçilmez hazinelerini Sultanahmet Meydanına yığarak gaziler arasında pay edilmesini emreder. İstanbul'un manevi fatihi Akşemseddin Hazretleri Ayasofya Caminde gazilere ilk hutbesini vermek üzere kürsüye gelir.

    -Ey gaziler! Allah'ın yardımları ve sizlerin de cesaret ve gayretleri ile İstanbul artık elhamdülillah bizimdir. Bu şehrin kıyamete kadar sizin elinizde kalmasını ister misiniz? diye sorar. Zafer mutluluğu ile kendilerinden geçen gaziler hep bir ağızdan

    - Elbette isteriz" derler.

    Akşemseddin Hazretleri

    - O zaman aldığınız ganimetlerin dörtte üçünü hayra harcayın buyurur. Bunun üzerine bütün gaziler hayır ve hasenat için yarışa girerler. Kendi adlarına camiler, mescitler, sebiller, külliyeler, medreseler, hamamlar yaptırırlar. İşte ecdadımızın zekatıdır İstanbul'un tarihi. Şimdi yerinde rüzgarın sesinin uğuldadığı, heba olan zekatların yokluğu yaşanır şehrin her köşesinde.

     

    Zamanın birinde İstanbul'a Le Corbusier isminde bir Fransız mimar gelir. O, tam bir Osmanlı tutkunudur. 1911 de İstanbul için yazdığı bir yazıda şöyle der. "Kitlelerde elemanter geometrinin bir disiplini var. Kareler, küpler, küreler geçidi adeta. Planda ise tek bir eksene uyarlanan bir dikdörtgen. İşte mimari biçimlerin melodisi" Bu şehir farklıdır. Le Corbusier bunu fark eden ilk kişi değildir ama bu konuda kendini sorumlu hisseden bir Osmanlı hayranıdır. Ve Türk Milletinin inkılapçılarına gözlemlerini ve duygularını belirten bir mektup yazar. " İstanbul'un tozuyla, toprağıyla olduğu gibi bırakılmasını tavsiye ediyorum. Hiçbir şeye dokunulmamalı, şehir olduğu gibi muhafaza edilmelidir." der.

    Ve yine kendi kaleminden "Ah! Keşke bu mektubu yazmasaydım.İşte hayatımın en büyük hatasını yaptım" der. "Çünkü bu mektubu yazmamış olsaydım Henry Prost'un yerine İstanbul'un imar planlarını ben çizecektim." der.

     

    Ve güzeller güzeli İstanbul'un nazım planı Fransız Dr. Henry Prost'a verilir. Prost bir Bizans hayranıdır ve Osmanlıdan kalan her şeyden nefret eder. Çünkü Osmanlıya ait her eser ona Fethi hatırlatmaktadır. Halbuki İstanbul Bizans'tır ve Osmanlı izleri hafızalardan silinmelidir. Çok sinsice bir plan hazırlayarak işe koyulur. O yıllarda ( 1939) Belediye başkanı Lütfü Kırdar'dır.

     

    İstanbul'a has olan tramvay kaldırılacak, yerine modern oto yollar yapılacaktır. Çünkü, Neron gibi şehri yakamayacağına göre yıkarak emellerine ulaşmayı düşünür. Şehrin İslâmi görüntüsü tamamen yok edilmeli, İstanbul'da fethi hatırlatan ne varsa hafızalardan silinmelidir. Yıkabildiği kadar eseri yıkmalı, yıkamadıklarını da büyük binaların arasında kaybetmelidir. İstanbul, yeni yapılan binalarla yeni bir görüntüye büründürülmelidir.

     

    İşe tarihi mekanlardan başlar. Bir estetik harikası olan Taksim meydanında ki Topçu kışlasını yıkarak yerine park ve kültür sarayı yapmakla işe koyulur. Halbuki bu kışla tam anlamıyla bir sanat şaheseridir. Kışlanın ortasında ki avlu içinde ne tarihi maçlar yapılmıştır. 26 ekim 1923 de Romanya ile yapılan maçta 2-2 beraberlik, yine Galatasaray, Romanya Milli takımını bu avluda 6 bin kişilik izleyicisi ile 7-4 sayı farkı ile yenmiştir. Bu arada İstanbul'un gözbebeği Beyoğlu'da bu işten nasibini alanlardandır. Buraya da getirip tersaneyi kurar.

    Prost, İstanbul'un en gözde ve tarihi mekanlarını özellikle bilinçli seçer.

     

    Bütün dünyanın hayranlık duyduğu ve Fatihin gemilerini indirdiği Haliç tamamen yok edilmeli diye düşünür. Ve 696 adet ağır sanayi, 2020 adet küçük sanayi yi getirip o güzelim kıyılara yerleştirir, atıklarını da denize boşaltır. Haliçteki bütün tarihi saraylar yıkılır. Deniz artık maviliğini kaybedip bir çamur çukuruna dönüşür.

     

    Sultanların ok attığı tarihi Okmeydanı'nı imara açar. En önemlisi Fetih ordularının karargâh kurduğu, mehter takımının günlerce İstanbul'u almak için köslere vurduğu o kutsal topraklara dericileri yerleştirip tabakhane yapar. Bunla da yetinmez, romanlara konu olan, ölümsüz aşklara sahne olan o güzelim Kağıthane yine onun planları ile yok edilir. Değerlerine paha biçilemeyen tarihi kasırlar yıkılıp, yerlerine fabrika binaları inşa edilir.

     

    Sıra İstanbul'un manevi semti Eyüp'e gelir. Eyüp'teki ecdadımızın mezar taşları yerlerinden sökülerek Fransa'ya kaçırılıp, bahçe süsü olarak yüksek fiyattan satışa sunulur. Yine aynı semtte 127 adet çeşme sökülür, kullanılmaz hale getirilir, talan edilir.

     

    Bu şehre çok büyük caddeler yapılmalıdır diye ikna eder yetkilileri Prost. Vatan, Millet ve Ordu caddelerini açmak için yüzlerce cami, mescit, çeşme, külliye, hamam ve tarihi yapıyı yerle bir eder.

    Yol ile hiç alakası olmayan Sekban başı Mescidini de aynı semtte bulunan Ayios Polieuktos kilisesini ortaya çıkartmak için ortadan kaldırır. Soğuk Kuyu Mescidini yıkıp yerine park yapar. 1 sene içinde tarihi 54 camiyi yerle bir eder. Yıktırılan çeşme, hamam medrese sebil ve tekkelerin hesabı dahi tutulmaz. Kimsede ondan bunun hesabını sormadığı için, şehirde tam bir tarihi kıyım başlamıştır.

     

    Bunlardan pek çoğu da Sinan'ın eserleridir. Topkapı'da yine Sinan eseri İlyaszade Mescidi ve Fındıkzade'de ki Molla Gürani Mescidi,

    Millet caddesinin etrafında bulunan Oğlaklar Tekkesi, Sarı Musa cami ise yol genişletme bahanesi ile yerle bir edilir. Simkeş Mescidi ile Yenibahçe Mescidi Vatan caddesinin kurbanlarıdır. Artık İstanbul Modern bir şehir olma yolunda son çehresine hazırlanmaktadır. Halktan hiçbir tepki gelmez, hatta görevliler mimara yardım etmek için ellerinden gelen bütün imkanları seferber ederler.

    Tarihi surlarımızın içine odun depoları ve bit pazarları yerleştirilir.

     

    Ördek Kasap Mescidi, Camcılar Mescidi, Kara Mehmet Paşa Camisi Çakır ağa Mescidi de yol açma bahanesiyle yerle yeksan edilir. İstanbul artık bu değişime dayanamaz, gözyaşları döker. Halk suskun ve şaşkındır, Prost ise sinsice planlarının keyfini çıkarmaktadır.

     

    Divan Edebiyatımızın ünlü isimlerinden Revani Çelebi Mescidi ve mezar taşı ortadan kaldırılır. Yine Sinan tarafından yapılan Azepler Mescidi, hamamı ile birlikte yola katılır. Firuzağa Mescidi, II. Beyazıt devri eseridir. Tüfekhane Mescidi ve Saraçhane Mescidinin yerine hiçbir estetik görünüşü olmayan resmi daireler yapılır. 1955 yıllarında yol kenarında kalan diğer mescitlerde birer birer sebepsiz yere yıkılır. Zeytinciler Mescidi, Mimar Ayas Mescidi daha büyüğünü yaptırma vadi ile yıkılıp imha edilir ama yerine bir şey yaptırılmaz. Voynuk Şücaeddin cami yıkılır yıkılmasına da ama kimse neden yıkıldığını asla bilemez. İstanbul'un ilk Kadısı, ve Belediye Reisi Hızır Beyin mezarı kaldırılıp, üzerine mimarinin yüz karası İMÇ blokları inşa edilir.

     

    1543 tarihli Sultan Cami ve 1504 tarihli Şirin Bey Mescidi, türbesiyle birlikte asfalta katılır. Çapadaki Münadi Mescidi, Kazasker Abdurrahman Efendi Cami Millet caddesine katılır. Emsalsiz bir Mimar İlyas eseri olan Şehremini Denizabdal Cami, daha büyük bir cami yapma vadi ile yıkılır ve yerine hiçbir şey yapılmaz.Yine bir sanat harikası olan Revani mescidi hiç sebepsiz yere yıkılır.

     

    Saraçhane ve Un kapanı da kıyımdan nasibini alanlar arasındadır. Atatürk Bulvarını açmak için Çandarlı İbrahim Paşa Cami, Altuncu zade Tekkesi ve Süleyman Halife Sübyan Mektebi İMÇ bloklarının altında kalan Hoca Teberrük Mescidi sanat değerleri çok yüksek olan eserlerdir.

    Yine Kanuni devri eseri olan Hakim Çelebi Mescidi ve Sadrazam Hasan Paşa Mescidi ise üniversite binasına ilave edilir. Beyazıt Kepenekçi İshak Mescidi yıkılır, Maliye Muhasebe Yüksek Okulu olur. Bıyıklı Hüsrev Mescidi ve Hubyar Mescidi Cerrah Paşaya gider. Müneccim Sadi Mescidi ve Nazmi Tekke Mescidi Çapa Tıp fakültesine katılır. Unkapanı Papasoğlu Mescidinin üzerine ise tekel binası yapılır,

    Aksaray'daki Oruç Gazi Mescidi ve Laleli'de Papazoğlu Mescidi yıkılıp yerine beton okul binası dikilir.

    Ahmet Rasim Lisesi aslında yıkılan Keskin Dede Mescidinin arsasına kondurulmuştur.

    Camcı Ali mescidi, Hatice Sultan Mescidi, Payzen Yusuf Paşa mescidi yerine modern apartman binası yapılır.

     

    Güzelim Yayla Cami ise hiçbir sebebi yokken mimarı rahatsız ettiği için yıkılır. Yerine hiçbir şey yapılmaz. Kırkşeşme sularının çeşmeleri de yerle bir edilir, musluklar sökülerek pirinç fiyatına satılır.

    Bunun gibi yüzlerce esere kepçe vurulur ve o güzelim bentlerin aralarından yollar geçirilir.

     

    Aslında onu en çok rahatsız eden Fatih Camidir. Çünkü Fatihin yaptırdığı bu heybetli Cami ona hep fethi hatırlatmaktadır. Fatih Cami killi toprak zemin üzerine inşa edilmiştir. Zemin kuru kaldığı müddetçe taş gibi sert ve sağlamdır. Onu yıkmayı göze alamaz. O zaman öyle bir plan yapmalıdır ki, Caminin yıkılışını tabiata bırakmalıdır. Hemen caminin etrafını imara açar ve etrafına yüzlerce kuyu kazdırarak killi zemini ıslatıp killi toprağı çamur haline dönüştürür. En ufak bir depremde onun yapmak istediğinin gerçekleşeceğinden emindir. Prost senelerce bu planın gerçekleşeceği anı bekler. Gerçek şu dur ki Fethin abidesi olan Fatih Cami artık çamurdan bir tepenin üzerinde oturmaktadır.

    İşte Henry Prost'un İstanbul'a yaptığını kimse yapmamıştır. Bu memleket Sinan gibi nicelerini yetiştirirken biz onun eserlerine kepçe vuran Bizans hayranı mimarlara teslim etmişiz gazilerimizin zekâtlarını.

     

    Ne güzel demiş Mevlana "Kurdun devlet-ü ikbali çobanın uyumasındandır "diye.

     

    O Sinan ki yaptığı camilere uyguladığı mimari hileler ile görkemine görkem katmış, seyredenleri hayretler içinde hayran bırakmıştı. Camilerin çevresinde bulunan hiçbir yapının pencere büyüklükleri caminin pencere büyüklüğünü geçemezdi. Keza kapılarda aynı. Bu camileri daha görkemli ve heybetli yapmak için kullanılan bir mimari hileydi. Şimdi ise yapılan binalar manevi eserlerimizi kapatacak büyülükte olup, şehrin o ilahi görüntüsünü gizleme çabasında.

     

    O bin bir gece masallarında anlatılan hep sendin İstanbul. Büyülü, gizemli cazibenle her kes seni kıskanırdı. Sen ise eşsiz olmanın gururunu yaşadın asırlarca. Sana yazıldı en güzel şiirler ve sana bestelendi en güzel şarkılar. Kuşlar senin için şakıdı, erguvanlar sadece sana verdi erguvan rengini. Sana açtı bütün çiçekler baharlarda. Nice ilahi aşklar yaşandı gülistan bahçelerinde. Sustun! sır vermedin sakladın bağrında aşıkları. Senin seyrine doyum olur muydu bir zamanlar? İbadet gibiydi kapalı gözlerle seni hissetmek. Bak şimdi haline; nasılda tarumar olmuş her köşen. Bülbüllerin susmuş, çiçeklerin solgun, denizinde hüzün var, gökyüzün gri. Haliç'in mahzun ve durgun. Zaman senin için nasılda vefasız ve insafsız çalışmış. Sen ise bize küskün ve de kırgınsın.

     

    Güzin Osmancık

×
×
  • Create New...