Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]

Abdulhamid

Editor
  • Content Count

    137
  • Joined

  • Last visited

Posts posted by Abdulhamid


  1. İ'lem Eyyühel-Aziz! (Ey aziz kardeşim bil ki!)

     

    İnsan kalben ve fikren hakaik-i İlâhiyeye bakıp düşündüğü zaman,bilhassa namaz ve ibâdet esnasında,gerek şeytan tarafından,gerek nefsi tarafından pek fena,pis ve çirkin vesveseler,hâtıralar,sinekler gibi kalbe,akla hücum ederler.Bu gibi hevâi,vehmi ve çirkin şeylerin def'iyle uğraşan adam,o vesveselere mağlup olur.Ancak onları mağlup edip kaçırmak çâresi,müdâfaayı terk edip onlar ile uğraşmamaktır.Evet arılar ile uğraşıldıkça onlar hücumlarını arttırırlar.Onlara karışılmadığı takdirde,insanı terkeder,giderler.Hem de o gibi vesveselerin,ne hakaik-i ilâhiyeye ve ne de senin kalbine bir mazarratı yoktur.Evet, pis bir menzilin deliklerinden semânın güneş ve yıldızlarına,cennetin gül ve çiçeklerine bakılırsa,o deliklerdeki pislik ne bakana ve ne de bakılana ulaşmaz.Ve fena bir tesir etmez.(Haşiye)

     

     

    (Haşiye) çirkin sözler senin kalbinin sözleri değil.Çünkü senin kalbin ondan müteessir ve müteessiftir.Belki kalbe yakın olan lümme-i şeytâniden geliyor.mesela:sen namazda,Kâbe karşısında,huzur-u ilâhide âyâtı tefekkürde olduğun bir halde,şu tedaî-yi efkar seni tutup en uzak mâlâyâniyat-ı rezîleye sevkeder...Meselâ Âyinenin içindeki timsali ısırmaz.ateşin misâli yakmaz.Ve necasetin görünmesi âyineyi telvis etmez. Mesnevî-i Nûriye -HUBÂB-


  2. Elhasıl:nasılki iman,ölüm vaktinde insanı idam-ı ebediden kurtarıyor;öyle de,herkesin hususi dünyasını dahi idamdan ve hiçlik karanlıklarından kurtarıyor.ve küfür ise,hususan küfr-ü mutlak olsa;hem o insanı,hem hususi dünyasını ölümle idam edip mânevî cehennem zulmetlerine atar,hayatın lezzetlerini acı zehirlere çevirir.hayat-ı dünyeviyeyi âhiretine tercih edenlerin kulakları çınlasın.gelsinler,buna ya bir çare bulsunlar veya imana girsinler,bu dehşetli hasârattan kurtulsunlar!.. (Asâ-yı Mûsa)


  3. Ey ahmaku'l-humakàdan tahammuk etmiş sarhoş ahmak! Başını tabiat bataklığından çıkar,arkana bak! Zerrâttan seyyârâta kadar bütün mevcudat, ayrı ayrı lisanlarla şehâdet ettikleri ve parmaklarıyla işaret ettikleri bir sâni-i zülcelâl'i gör. Ve o sarayı yapan ve o defterde sarayın programını yazan Nakkàş-ı Ezelî'nin cilvesini müşahede et, fermânına bak, Kur'ânını dinle, o hezeyanlardan kurtul!..(üçüncü hüccet-i imaniye)


  4. bendeki ses kaydından en az 20 defa dinlememe rağmen (klik) kelimesindeki harflere benzer sesler duymadım..kelime,daha çok tek heceli kelimelerdeki vurguyla okunuyor..son harfi de 'ç' gibi geliyordu bana..dinlemek isterseniz link en üstte verilmiş zaten..tam olarak kaydın '14:36' dakikasında bulunuyor bu kelime..gerçi bendeki ses kaydında parazitler had sahfada ondan da olabilir..


  5. Ayasofya'nın kapatılması işte böyle olmuştur. Ve Türk tarihine, mukaddesatına, ruhuna, ihanetlerin en büyüğü şeklinde meydana gelmiştir. Türk'ü yoktan var ettiğini iddia eden bir zümre ve (klik) zihniyeti, Ayasofya ile Türk vatanını, göklerdeki aslî ve hakikî vatanıyla beraber satmıştır.

     

    parantezin içindeki kelimeyi anlamadım..acaba doğrumu yazılmış?


  6. Üstadın, Abdulhakim Arvasi yani mürşidim dediği o büyük şahsiyet,o numune-i imtisal için yazdığı bu şiirde, ona duyduğu yüce sevgiyi , kendi ruh hamurunu ona teslim edişini, ondan önceki ve ondan sonraki hayatını ve kendisinde yaptığı o muazzam değişikliği dile getirdiği, o’nu çöplükten alıp iman sarayının içine yerleşmesinde vesile olan, ‘’Efendim! Benim Efendim! Benim, güzellerin güzeli Efendim!diye hitab etmiş ve

    Kaç milyon baba ve kaç milyon anne, senin milyarda birin eder? Sen benim böyle bir şeyimsin! Babamla anneme Allah'ın bana tattırdığı varlık şevkine vesile oldukları için bağlıysam, sana da,bu ölçünün ebedî hayat mikyasiyle perçinliyim...’’(1)diyerek kan bağlarıyla bağlı olduğu anne ve babasıyla mürşidi arasındaki farkı bu kısacık paragraftan da anlayabiliriz.

     

    Üstad’ın anne ve babasına karşı olan sevgi ve bağlılığının sadece Allah’ın kendisine tattırdığı varlık şevkine vesile oldukları için,efendisine ise bu ölçünün ebedi hayat mikyasiyle perçinli olduğunu,yani bu dünyadaki renkleri,kokuları,zevkleri,ışığı vs.tüm dünya güzelliklerini görmesine vesile olan ebeveynleri iken,ahiret hayatına giden biricik selamet ve kurtuluş yolunun yol göstericisi de efendisidir üstadın.bu bağlamda bir mukayese yapacak olursak ebedi hayatın zaman ölçülerine göre bir gün dahi olmayan dünya hayatının boşluğunu gösteren ve bu bir günü ,kendisinden istenilen ameller doğrultusunda gerçekleştirmesi sonucunda kazanacağı o sonsuz/ebedi ahiret hayatının yol göstericisine kelimelerle resmedilemeyecek kadar büyük bir aşk,bağlılık ve minnet olması lazım –ki öyle..

    ...

     

     

     

    Efendim

     

    Benim efendim!

    Ben sana bendim!

    Bir üfledin de

    Yıkıldı bendim.

     

    Ben ki, denizdim,

    Dağbaşı bendim.

    Şimdi sen oldun,

    aleme pendim.

    Benim efendim!

    Benim efendim,

    Feza levendim!

    Ölmemek neymiş;

    Senden öğrendim.

    Kayboldum sende,

    Sende tükendim!

    Sordum aynaya:

    Hani ya kendim?

    Benim efendim!

    Benim efendim!

    Emri yüklendim!

    Dağlandım kalbden

    Ve mühürlendim.

     

     

    Nakş-ı bend..kelime manası itibariyle,kumaşın nakışlarını tezgahın ucuna ipek ipliklerle bağlayıp,işlemeye hazırlayan kişi..kendisini bir halı veya bir kumaş parçası gibi iplik iplik dokuyan nakş-ı bend , Abdulhakim Arvasi (hz) nin,bir dokunuşta ,bir bakışta veya kendi deyimiyle bir üfleyişte ruhuna ve hayatına dair bütün nakışların nasıl değiştiğini,değişmek bir tarafa altüst olduğunu,O ndan önceleri hayatın en zirve noktalarında gezerken (dağbaşlarındayken),O nu tanıdıktan sonra artık bu maddi dağbaşlarından inip manevi /iman dağbaşlarının zirvesine çıkmak hasıl olmuştur kendilerine…lakin arada ufak bir fark var!imanın dağbaşlarına tırmanmak için dört kuraldan her birini hayatına tam manasiyle tatbik ve idrak etmek lazım gelir..

     

    ‘’der tarik-i naks-bendi lazima-mi çar-i terk

    terk-i dünya, terk-i ukba, terk-i hesti, terk-i terk”(2)

     

    önce dünyayı terk etmek,sonra ukba yani ahiret kaygılarını ve endişelerini terk etmek,sonra kendi kendini terk etmek ve terk edilecek hiçbirşey kalmayınca terk-i terk etmek...bu yola girmeden önceki dört ana kural olarak çıkıyor karşımıza..

    üstadın bu dört terk-i terk ettiğini,bunlara dair en ufak bir endişesi ve kaygısı bulunmadığını yaşadığı hayattan açıkça anlıyoruz..bunları yaşarken kendisine ışık olan tek insan! Kendisine ölmemeyi öğreten ve şeyhinde kaybolmayı,kalbine onun resimlerinden birini koyarak kendini bazen onun suretinde tasavvur edebilmeyi ve bu şekilde efendisinin, kendisini hata ve günah işlmekten alıkoyan bir hayat yaşamasına yardımcı olduğu..öyle anlar olur ki aynaya baktığında bile efendisini görebilecek kadar kendisini kaybedip her şeye ve O’na ulaşmak için tek vesilenin efendisi olduğu.efendisini, O’na ulaşmak için bir kapı veya karşıya geçmek için bir sandal gibi tasavvur edip ‘’vesileyle yapışınız’’malindeki ayete uygun hareket edip ,kendinizi daima pir ile beraber bulundurmuş ve sadıklarla beraber olmayı emreden ayete uymuş olursunuz..(bkz.rabıta-i şerife)

     

    Askerin oldum,

    Başta tülbendim;

    Okum sadakta,

    Elde kemendim.

    Benim efendim.

    1978.

    Efendi hz.ni bir ordunun kumandanı gibi görüp,ve bu ordudaki emir komuta zincirine binaen kendisine verilecek her türlü görevi eksiksiz ve tam olarak yerine getirmek için her dem hazır olduğunu ve gerekli tüm silahları yanında bulundurduğunu bunları kullanmak için gereken cesareti göstereceğini,gözünü kırpmadan bir saniye bile düşünmeyeceğini efendisine mutlak bir inanç ve itaatle bağlı olduğuna açıkça müşahade etmekteyiz..

    Hasılı ,Allah hepimize ‘’efendim’’! diyebileceğimiz bir zat nasip eder ve ona efendim demek için bizde olan ve bu olaya engel teşkil edebilecek(kibir,gurur,kin,nefret vs..)bütün kötü huyları yok eder.

     

     

    1-O VE BEN (necip fazıl)

    2-İMAM RABBANİ


  7. Annenizle yasaklı bir dil konuşuyorsunuz

     

    Ferhat, 1965 Adıyaman doğumlu. Alevî. Bir yaz gecesi köyünde duyduğu bir Şiwan şarkısı kalbine bir ateş düşürmüş, 88'de üniversiteyi bırakıp dağa çıkmış. '(bu konuda en az bizim kadar bilinçli..onu bu işi yapmaya iten sebepleri irdelememiz lazım.vurana değil vurdurana bak!.Abdulhamid)Katıldığım gün öleceğimi biliyordum.' diyor, kendisini dağa götüren süreci, duyguları anlatırken. Çocukluğu geliyor aklına 'Üvey annem çok yaşlıydı. Hep Kürtçe ağıt yakardı. Bir oğlunu kaybetmişti. Beni bağrına basar Kürtçe ağlardı.' Anne ile özdeşleşen Kürtlüğü, uzun yaz gecelerinde kaçak dinledikleri Erivan radyosundan hayal meyal hatırladığı Molla Mustafa Barzani hikâyeleri tamamlıyor. Annesinin bir gün onu görmek için okula gelişini içi ezilerek anlatıyor: 'Çamurlu olduğu için ayakkabılarını çıkarıp girmişti sınıfa. Herkes güldü anneme. Çok utandım. Oysa herkesin annesi aynıydı.' Bir çocuk olarak annesinden utandığı o yılların izini belli ki hiç atamamış üzerinden. Yıllar sonra üniversite yurdundan aylardır haber almadığı annesiyle konuşmak üzere telefon sırasına yazılmış. Annesi köyde telefondan Ferhat'la konuşurken bağlantıyı kuran kadın 'Yasaklı bir dil konuşuyorsunuz. Devam ederseniz keserim.' demiş. Ferhat, 'O an bilemedim ama düşününce, evet dedim yasak dil Kürtçeydi! Kadın tekrar kabini açtı ve 'Siz yasak bir dil konuşuyorsunuz, keseceğim.' dedi. Gözlerim doldu. Anneme anlatmaya çalışırken telefon kapandı. Ağlıyordum. Öyle bir zoruma gitti, öyle içim ezildi ki.' Üniversite yıllarında yaşadığı bu çatışmalar ve boşluk duygusu öfkesini daha da görünür kılmış. O boşluğu doldurmayı vaat eden bir ideoloji, insanı 'Dağa çıkayım kahraman olayım noktasına getirir' diyor. Ve ironik üslubuyla bir çocukluk hayali anlatıyor: 'Harp okuluna girmek, astsubay olmak istiyordum. Asker olmak güç demekti. Ama hiç şansım olmadı. Asker köye geldiğinde kral gibi karşılanıyordu. Bizim köye belediye başkanı, bir milletvekili gelmiyordu. Asker ve veteriner gelirdi. Hayvanlar bile daha değerliydi insandan.'

     

    İşkencecime sordum: Beni dövmekten ne anlıyorsun?(işkence odalarının tümüne yakınında ''Allah yok peygamber izne çıkmış''(haşa)yazısı asılı.Abdulhamid)

     

    Dağa çıktığında Murat Karayılan'dan silahlı eğitim almış Ferhat. Cudi bölgesinde geçirdiği 2 yılın sonunda yakalanmış. 'Beni işkenceye aldılar. Günlerce dövdüler. 'Beni dövmekten ne anlıyorsun?' diye sordum işkencecime. Gerçekten ne düşündüğünü merak ettiğim için. Beni gözeten askerin ayağı yaralıydı, aksıyordu. Bir hata yaptığı için üstünden dayak yemiş. Ben 'neyin var?' diye derdini sordum, ilk defa bana insanmışım gibi baktı. Sonra konuşmaya başladık. 'Benim de Kürt tanıdıklarım var.' dedi. Bir arkadaşı şehit düşmüştü. Onun için bu kadar öfkeliymiş bize. Yani askerin hepsi kötüdür demek istemem. Bilmiyoruz aslında. Ben mesleğim gereği insanın gelişmesine inanırım. Bir asker ya da dağa çıkan biri de değişebilir.'

     

    Yaşlı annesi '95 yılında Fransa'da Ferhat'ı ziyaret etmiş. Annesi 'Ya kurban sen niye dağa çıktın, biz senin okuman için neler yaptık.' demiş. 'Biz seni ne şartlarda okuttuk bilmiyor musun?' diye sormuş. İlk yakalandığımda ağabeyim 'Kim seni örgüte kattı?' diye soruyordu. Şimdi kendini bir tür sürgün hissettiği Fransa'da bir gün temelli memlekete döneceği günleri beklerken küçük hayaller kuruyor; 'Kendime bir motosiklet aldım. Dedim ki, kimsenin beni arayıp sorduğu yok. Motosikletimle geçmişime bir yolculuk yapacağım. Köyün mezarlığına uğrayacağım. Herkesin, her şeyin yanından motosikletle geçeceğim. Canım nasıl isterse, içim nerede durmak isterse. Trabzon'a gidip İbrahim'i göreceğim. Ağrı Dağı'na çıkacağım. Cudi'ye çıkacağım. Bu defa silahsız gideceğim dedim.' Onu yalnız hissettirenin sadece sürgün olmadığını bildiğimden hayatla nasıl baş ettiğini merak ediyorum; onu nelerin ayakta tuttuğunu? 'Baktım Kürtler beni dışlıyor. Türkler bulsalar öldürecekler. Ölmeye hazırsın; ama bir gece bir kurşun gelip seni bulacak diye korkuyorsun. Ölmek hiç kolay değil.' Yaşadıklarından biriktirdikleriyle şuna kanaat getirmiş: 'Kendinden vazgeçen insan, tehlikeli bir insandır. O zaman insana sahip çıkacaksın ki kendinden vazgeçmesin.' 'Ne değişti hayatında?' diye soruyorum; 'Burada Türklerle tanıştım, beraber saz çalıp türkü söylüyoruz. Yunanlı, Türk, Kürt hep beraberiz. Bu bana milliyetin önemli olmadığını gösterdi. Onların aileleriyle de tanıştım. Milliyetin önemli olmadığını, insan benliğinin önemli olduğunu öğrendim burada.' Ferhat, yaşadığı hasreti o kadar güzel anlatıyor ki: 'Bir gün memlekete gideceğim. Çocukluk arkadaşlarımı göreceğim. Çocuk gibi ağlayacağım. Bu tam da böyle bir şey. Düşünceler sadece insanı anlatmaz. Kimsesizlikten insanın başka şeylere ihtiyacı var. Her zaman.'

     

    BEJAN MATUR


  8. üstad bu şiiri, giden dostlarının arkasından ''bir odanın eşyadan arındırılması''gibi dünyanın kendisine nasıl bomboş geldiğini, onlara duyduğu özlemi ve onlara kavuşmak için gözleri yolda kalmış biri gibi,onlara kavuşmanın sadece ve sadece onların yanına giderek olabileceğini ve bu işin de ölüm kapısından girmesiyle gerçekleşeceğini çok iyi bilen üstad, ölüm meleğini hasretle beklediğini dizelerine nakşetmiş.üstad bunu teyid edercesine başka bir şiirin'de şöyle diyor.

     

     

     

    Dostlarım ev eşyamdı , bir bir gitti diyorum.

    Artık boş odalarda ölümü bekliyorum...

     

     

    üstadım,inşallah şimdi o nur yüzlü dostlarınızla berabersiniz.sizleri ve dostlarınızı dünya gözüyle göremedik belki ama şu dünyada ve şu zamanda sizleri görmek ve tanımak için herşeyimizi feda ederdik.ne zaman eskiye dair bir tarih görsem aklıma hep siz geliyorsunuz .üstadım acaba şimdi napıyordu diyorum.babamın askerlik hatıralarından müteşekkil hatıra defterine baktığımda bile eski tarihli olmasından dolayı aklıma ilk gelen üstadım ve onun dostları oluyor.Allah'tan bir istekte bulunucaksak sizinkiler gibi dostlarımız olmasını isteriz.Allah siz'den ve dostlarınızdan razı olsun üstadım,mekanınız cennettir inşallah...


  9. sizleri bir gayret içinde görmek,bir şeyler yapabilmek için çabaladığınızı görmek bizi ziyadesiyle memnun ediyor.elinize ,fikrinize sağlık.lakin güzel olduğu kadar biraz da kusurları mevcut.klipte sadece kaldırımlara odaklanmanız şiirin ruhuna biraz aykırı gibi gelmiş.şiirde sadece taş yığınından bahsedilmiyor.biraz daha mücerred tarafından yakalasaydınız olayı belki de daha orjinal bir çalışma olacaktı.inşallah başka çalışmalarınızda yakalarsınız bunu..tekrar elinize sağlık diyorum.


  10. İKİ HATIRA

     

    İnsanın ana dilini tasarruf kabiliyeti ve buna etki eden faktörler gerçekten tartışılmaya değer bir konu... Şahsen bu konuya tüketici bir cevap verme gücünü kendimde bulamıyorum. Fakat bunca yıllık ömrümde; mensup olduğum sosyal statü itibariyle münasebette bulunduğum, toplumun elit tabakası da dahil hiç kimsede Necip Fazıl Bey gibi ana dilini akıl almaz bir maharette kullanabilen bir insan tanımadım. Ona yıllarca hizmet etmiş bir kişi olarak onu hayatının hemen hemen her türlü faaliyeti içinde, özellikle çoğunda da doğrudan doğruya -intentio recta- tavrı içinde görme şansına sahip oldum. Her türlü durumda onun ana dilini olağan üstü bir şekilde kullandığını, kavramlardan eşsiz mimari eserleri, akıl almaz musiki besteleri meydana getirdiğini gördüm. Vakıf olanlarca, Üstad'ın Fransızca’yı da aynı maharetle kullandığı tarafımıza bir çok kereler ifade edilmiştir. Rahmetli Üstad'ın duygularını ifadede aciz kaldığı anlar hayatında belki de bir elin parmakları ile sayılabilecek kadar azdır. Ben de işte bu nadir anlardan birinin şahidiyim;Sene l964... Üstad Üsküdar'da kalabalık bir üniversiteli gençlik grubuyla sohbet ediyor. Söz konusu gençlerden biri Üstad'a günlük bir gazeteden kesilmiş bir küpür uzatıyor. Küpüre göz atan Üstad'ın renginin kül gibi olduğunu, ilk ve son defa şahit olduğum gibi konuşmakta aciz kaldığını görüyorum. O anda Üstad'da da kavramların; insanda bir yaşantı olan duygusal oluşumu dile getirmedeki aczine şahit oluyorum. Yanılmıyorsam bu hal bir dakika veya biraz daha fazla sürüyor. Mesele şu: Örtülü ödenek parası ile kurulduğu rivayet edilen bir dönmenin gazetesinde sözüm ona bir romancının sözüm ona bir romanının ilanı var. "Cüce M...... " Peygamber Efendimizin has ismi... O andaki duygusal yaşantısında meydana gelen fırtınayı ve çalkantıyı hiç bir fani kelimeye emanet etmeye gönlü razı olmayan Üstad; sonunda insanlığın aczini ciğerlerine kadar tadarak, bir kere daha, sanırım Allah'ı içinde hissetmenin huzuruyla kendisini toparlamaya çalışarak, gayet basit gündelik kelimelerle "Biz buna şu cevabı vereceğiz, onlar da bizi mahkemeye verecekler" dedi. Ve dediğini yaptı, dediği şekilde de mahkemeye verildi. Haliyle bitmeyen çile... Gerçekten Üstad Allah ve Resulüne iliklerine kadar bağlı bir insandı.Üstad özelliği olan bazı yazılarını okuduktan sonra bana sorardı: "Nasıl, tehlikeli bir şey var mı?" Ben de kendime göre yasal sakıncası olabileceğini sandığım kısımlarını değiştirmesi için kendisini iknaya çalışırdım. Her seferinde de şu cevapla karşılaştım:-Allah hıfzetsin, Allah Rezzak’tır.Bunları kendime pay çıkararak prestij devşirme niyetiyle söylediğim sanılmasın. Goethe'nin de eserlerini ilk defa arabacısına okuyarak onun tepkisini tespit etmeye çalıştığı erbabınca malum olduktan sonra...Üstad nesli tükenmeye yüz tutmuş fikir namusuna sahip nadir insanlardan biri idi. Sanki toplumu parantez içine almış gibi hareket ederdi. Düşündüğünü, karşısındakine nasıl bir etki yapacağını hesap etmeden, hatta bunu aklına bile getirmeden söylerdi. Sanki sesli düşünüyormuş gibi konuşurdu. Bu yüzden de çokların, pek çokların düşmanlığı sürekli bir biçimde artarak üzerinde yoğunlaşırdı. Örnek mi?...Sene l965... Çapa Yüksek Öğretmen Okulu'nda "Mehmet Akif'i Anma Günü". Konuşmacılar arasında bir kaç Profesör ve Üstad. Üstad bir Türkoloji Profesörü ile yan yana oturuyor... Hemen arkasında da biz... Türkoloji profesörü kalkıyor, konuşmasını yapıyor... Akif'i zorlayıcı ve saptırıcı bir yorumlamayla günümüzün değer yargıları muvacehesinde şirin ve sevimli gösterme çaba ve telaşı içinde bir konuşma... Türkoloji profesörü sandalyesine otururken Üstad elini sıkıyor ve biz derhal kafamızı uzatıyoruz ne dediğini duyabilmek için; "-Cehaletinizi tebrik ederim!..."Siz söyleyin! Çağımızda böyle bir insan sevilir mi? Bunun için de adı geçen profesör Üstad'dan bahsetme konusunda elinden geldiği kadar muktesit davranmaya çalışmış, kanaatimize göre de bu konuda oldukça başarılı olmuştur. Bu noktada J. J. Rousseau'yu ve "İlimler ve Sanatlar Hakkında Nutuk”u nasıl hatırlamazsınız.Ama bütün bunlara rağmen onu sevebilecek ruh asaletine sahip, umduğumuzdan da fazla insan olduğunu görmenin şaşkınlığı içindeyiz. İŞTE iNSAN Pılate; başında dikenli taçla, kölelere mahsus ceza olan çarmıha gerilmek üzere Golgota denilen yere iki hırsız ile birlikte götürülen Hz. İsa sandıkları kişiyi Yahudilere göstererek: "Ecce Homo - işte insan" diyordu. Ben de Necip Fazıl Bey'i; en yakınlarından biri belki de in yakını olarak pratik hayatın değişik konteksleri içinde gördüm. Ve her görüşümde "işte insan" yargısı fırladı vicdanımın derinliklerinden. O'nu en basit insani fonksiyonları gerçekleştirirken, bir sanat eserinin doğum sancısını çekerken, yeni değerler yaratırken, içinde yaşadığı toplumun ve tüm insanlığın kokuşmuş değerlerine baş kaldırırken, konferanslarında fikir öfkesi ile kükrerken, mahkemelerde fikir efesi tavrı içinde dantel gibi hukuk mantığı örerken, inandığı mukaddes ölçülerin zerresi uğruna herşeyini feda ederken, kelamın şahikasına çıkarken gördüm. Ve "işte insan" dedim.Hayatın değişik alanlarını kapsayan bütün bu gözlemlerim bu kişinin sıradan, sürüden, çoklardan, pekçoklardan biri olmadığını gösteriyordu bana. Nietzsche'nin dili ile konuşursak ruhu kendini yiye yiye hayatının çok erken dönemlerinde "deve" ve "aslan" aşamalarından bir kuş gibi uçup, doğruca "çocuk"luk aşamasına ulaşmıştı. Yalnız bir farkla ki Nietzsche'nin sınır tanımayan "istiyorum"u, bütün değerlendirmelere "hayır" çeken tavrı Necip Fazıl Bey'de inandığı dinin mukaddes ölçüleri karşısında duruyor ve "yapmalısın"a alçakgönüllülükle boyun eğiyordu. Tabiat kanunları karşısında bile zaman zaman "istiyorum" tavrı takınmaya kalkışan böyle bir kişinin inandığı mukaddes ölçülere karşı bu tür boyun eğişi üzerinde okuyucuyu dikkatle düşünmeye ve değerlendirmeye davet ediyorum. Ama ne var ki bu boyun eğiş ölüm terlerinden, beyin zarına sülük gibi yapışan fikirlerden, sıcak yaraya kezzap gibi dökülen düşüncelerden cinnete kıl payı yol almış iken meydana gelebilmişti.Akrep nokta nokta ruhumu sokmuşMevsimden mevsime girdim böyleceGördüm ki ateşte cımbızda yokmuşFikir çilesinden büyük işkence. ...............Bildim seni ey Rab bilinmez meşhur.Her an beynini ve kalbini yoluyor. Her an değer yargılarını didik didik ediyor, herkes için kabul edilen doğruları dahi tekrar tekrar o keskin, acımasız eleştiri süzgecinden geçiriyordu. Ufka doğru düşmek, öz ağzından kafatasını kusmak mantık çatlatıcı, akıl paralayıcı düşüncelerin cenderesi içinde kıvrana kıvrana gerçek oluşa doğru yol alırken, bir yandan da hasta çağımızın kokuşmuş, pörsümüş değer yargılarının yerine ikame edilmek üzere, ihtilaçlar içinde kıvranan çağımıza göre çağ dışı ölümsüz değerlerden şifa devşirme savaşı veriyordu.Bütün değer yargılarını paramparça ederek, bu tür bir başkaldırış içinde bulunan asırlardır Doğu ve Batı dünyasının önüne çekilmiş olan tül perdeyi elinin tersiyle itip, bu değer yargılarına çıplak bir gözle bakabilme çılgınlığına cesaret edebilen koltuk değneği kullanmayan, bütün putları, idolleri yıkan böyle bir dehanın akıbeti acaba inanmasaydı ne olurdu?Bu sorunun kesin cevabını bugüne kadar bulabilmiş değilim. Ama Rimbaud, Mauppasant, Nietzsche v.b. dehaların akıbeti bize ışık tutabilir. Bu durumda biz okuyucuyu her an infilak halinde bir volkan gibi titreyen, özgür oluşumlar içindeki böyle korkunç bir dehanın entellektüel fakültelerini disipline edebilen zatın ve o zatın mensup olduğu dinin büyüklüğünü düşünmeye davet ediyorum.Çok kere şahit olmuşumdur ki; bu dehayı gerek inançta, gerekse amelde sadece İslam dininin emirleri zapt u rapt altına alabilmiştir. Ruhu doymamaktan dünyaya küsen, ömür boyu solmayan renk pörsümeyen yeni ve geçmeyen anı arayan, yaptığı her eylemden daha başlangıcında pişmanlık duyan, dünya nimetlerinden hiç birini bütün benliği ile istemeyen, masivaya ait lütufların ıstırabını duyan bu adam; sadece namazın her vaktini çocuğun bayram heyecanı ile bekler ve namaz vaktini kaçırmamak için sürekli olarak namaza kaç dakika kaldığını sorardı. Demek ki bu tür dehalar ancak İslamiyet gibi bir hak din tarafından kuşatılabiliyor. Yoksa bunların dehaları uçsuz bucaksız bir çölde kılavuzsuz yolunu kaybeden bir insan gibi kendi kendini yiyip bitiriyor, mahvoluyor. Bu noktada "tüm dünyayı bir darbede ezip mahvetmek istiyorum... Akşam üzerleri basan mistik dehşetler yüzünden kendimi buzlar arasındaki balık gibi hissediyorum" diyen Dostoyevski ve benzeri mustarip dehaların kısmetsizliğine ne kadar üzülsek az.Hiç bir dehanın kaçınamadığı akıbet onu da yakalamıştı: Anlaşılamamak... Bir çeşit sosyal meteorolog olarak olayların iç dinamizmini kavrayan, geleceği tahmin eden, eserlerini kendinden sonrası için veren insanlar için bu çok tabii bir son... Ama insanlar onu tümüyle anlamasa da dehanın bir özelliği olarak herkes kendi imkan ve kabiliyetine göre ondan bir şeyler anlıyor, nasibini alıyordu. işte biz de onu tümüyle anlama ve anlatmanın imkansızlığı içinde ilerde hakkında daha ciddi araştırmalar yapma vaadi ile, sadece başkaları tarafından yakalanması güç, bazı yanlarını ortaya koymaya çalışıyoruz. Bu bakımdan mübalağa etmemeye gayret etmemize rağmen; o kendisini bile ancak kendisinin anlayabileceği ve anlatabileceği çapta bir dahi idi diyoruz.Eserlerini her okuyuşta ve dinleyişte ilk defa duyuyor, okuyormuşsunuz hissine kapılır, her keresinde yeni şeyler anlar ve nasıl olup da daha önce bu manayı yakalayamadığınıza şaşar kalırsınız, ama bu şaşkınlık hiç bir zaman bitmez, sürer gider. Bu da onun her zaman olup biten, zaman ve mekan üstü gerçekleri, inananların varlık şartlarına ait fenomenleri yakalayabilmesinden ileri geliyor.Necip Fazıl Bey eşya ve olaylara değişik yorumlar getiren, evrene yepyeni bir perspektiften bakan, kavramlara yeni anlamlar kazandıran, yeni değer yargıları üreten ve bunları yapabilmek için de bazı sınırları aşmaya hakkı olan nadir insanlardan biriydi. Her gün kullandığımız sıradan kavramlar onunla yepyeni bir anlam kazanır, defalarca duyduğumuz bir şiir yepyeni bir yoruma erişir, yerli ve yabancı binlerce cücenin bir araya gelerek uydurduğu tarih yorumu onunla güldür güldür yıkılır, karanlık amaçlar uğruna bostan korkuluğu gibi ortaya çıkarılan "sahte kahramanlar" onun gerçek aşkıyla yanan eleştirici dehası karşısında yerle bir olur.Onda amaçsız, fantasik bir şüphe yerine "metodik şüphe" vardı. Bu yüzden bir darbe ile tuz buz ettiği evreni yeniden kurabilmek gücünü gösterebilmiştir. O arşa gebe olan bu yüzden de dev sancılar çeken cins bir kafa idi. O her türlü ucuzculuktan nefret eden mizacı gereği kolay olan halkın düzeyine inmek yerine halka seviye kazandırmak için ömür boyu savaşan bir insandı.O "ikrarı da inkarı da belli olmayan iki ayaklı sürülerin türediği" bir evrede "İnandığına inanan, inanmadığına inanmayan" bir insandı. Bu bakımdan ona "Son insan" demek geliyor içimden, ama mübalağa korkusuyla böyle bir tabir kullanmaktan kaçınıyorum.O; dıştan haşin, kırıcı zannedilen bir mizaç içinde; çok şefkatli rakik bir yürek taşıyordu. Onda; ancak ona uzun yıllar hizmet etmiş olanların vakıf olabilecekleri, yakalayabilecekleri engin bir insan sevgisi ve merhamet hissi vardı. l966 Büyük Doğu'larını çıkarırken yatmam için yazıhanenin içinde bir bölme yaptırmıştı. Bir gün dahi Üstadımın bu bölmedeki somyada yatmaya razı edemedim. Gecenin geç saatlerinde ben bu bölmedeki somyama yatardım; kendisi ise bir süre daha çalıştıktan sonra üzerine bir seccade çekerek kuru masanın üzerinde yatar, sabahleyin de erkence kalkardı. Defalarca şahit olduğum bu ve benzeri, başkalarının rahatını kendi rahatına tercih ettiğini gösteren olaylar onun engin şefkat ve merhamet hissinin ispatı olduğu kanaatindeyim. O gerçekten rakik-ül kalb bir zat idi.Hayatında lüzumsuz sözden nefret eden, daima söyleyeceğini en veciz bir biçimde ifade eden, bir kum tanesinin içine saraylar inşa edebilen bir kişi için bu kadar laf köpürtmeye ne gerek var? Tek cümle: O öldü, Allah rahmet eyleye...l983.

     

    Ali BİRADEROĞLU


  11. ÇOK ORİJİNAL BİR NECİP FAZIL DEĞERLENDİRMESİ ÜZERİNE

     

    Mehmet SOYAK

     

    Kültür Bakanlığı’nca Necip Fazıl’ın 100.doğum yılı anısına hazırlatılan armağan kitaptaki Doç.Dr.Ali İhsan Kolcu’nun bilimsel yöntemlerle yaptığı incelemesiyle, Necip Fazıl’ın, genel kanaatin aksine, hiç de kendine özgü bir şair olmadığı tesbit edilmiştir! Karşılaştırmaya göre Necip Fazıl önemli birçok şairin konusunu, çoğu imajlarını, hatta bazı mısralarını kelime kelime Bodler’den almış ve çalmıştır(intihal). Yazıdan anlaşılmaktadır ki Necip Fazıl ‘Elem Çiçekleri’ kitabını açarak her bir şiir üzerinde, uğraşa/didine, düşüne/düşüne kendi şiirlerini yazmıştır. Yazarın dayanak noktası Bodler’in Necip Fazıl’ın beğendiği bir şair olması ve gençliğinde Bodler’den etkilendiğinin bazı yazarlarca belirtilmesidir. Buradan hareket eden yazar, artık bilimsel birikimi ve mantık gücüyle dur/durak bilmeden koşmuş koşmuş ta Necip Fazıl’la ilgili bu özgün görüşlere varmıştır! Bravo! Necip Fazıl’ın rakip ve kıskananları dahi böyle bir değerlendirmeye ulaşamamışlardı.

     

    Doçent, önce kişilikle ilgili benzerlik ve etkiler üzerinde durur. Ona göre Bodler ve Necip Fazıl melankoli, yalnızlık, toplumla uyuşmazlık ve bohem yaşantılarıyla kişilik benzerliği içerisindedir. Halbuki kişilik olarak Necip Fazıl Bodler’den çok farklıdır. Melankolik halleri de tamamen değişik sebeplere dayanır. Bodler, çevresi ve toplumuna karşı aciz, silik, tavırsız ve karşı duruşu olmayan bir kişidir. (J.P.Sartre’ın Bodler incelemesinde görülür.) Bu durumunu da kendisi sanatçı dehasıyla açıklar. “Yerde düzgün yürüyemeyişim ayaklarımla ilgili değil, kanatlarımın büyüklüğündendir.” Bodler ölene kadar babalığının ve annesinin vesayeti altında yaşar. Annesinin kendi üzerindeki tahakkümüne, ilgisizliğine sızlanır, yaltaklanır. Ama onu yine de sevdiğini söyler. Adeta arkadaşsızdır, çevresi yoktur. Kadını var(dır) ama metres mi, sevgili mi, metres-sevgili mi olduğu belli değildir. Sevgilisinin başkalarıyla ilişkisini bilir, yine de onu kabul eder ve sever. Dine karşıdır. Tanrıya inanır ama isyan üzeredir hep. İnanç ve düşünce buhranı yaşamamıştır, melankolisi ve yalnızlığı psikolojiktir.

     

    Necip Fazıl, bir kaçı dışında çoğu sanatçıda görülen insanlara ve topluma karşı çekingen, buruk ve eksik tavırlardan uzaktır. Tam tersine insanlara ve hayata karşı rahat ve hakim tavırlıdır. Bu özellikleriyle değil Bodler, hiçbir sanatçıya benzemez. O, ilk gençliğinden itibaren yerleşik düşünce, geleneksel din anlayışı ve toplum düzeniyle uyuşmamış, sonrasında en şiddetli metafizik buhranı yaşamıştır. Bu bakımdan Necip Fazıl’daki sıkıntı ve melal fikir temellidir.

     

    Şiir karşılaştırmalarına gelince; Şairlerin zamanla ilgili şiirlerinde, zamanın değişik yönleri ile işlendiğini belirten yazar, yine de etkilenmeden bahseder. Yazara göre Necip Fazıl’ın da Bodler gibi zamanla ilgili şiirler yazması bu etkiden bahsetmesine yeterli olmuştur!

     

    Necip Fazıl’ın kadınla ilgili şiirlerindeki kadının diriltici etkisi ve kadına tapma imajlarının Bodler’den esinlendiğini belirtir, yazar. Bu imajlar yazarın anladığı gibi kadına tapınma değil, yüceltme ve prestij duymadır. Ayrıca birçok şair sevgilisine tapınmadan söz etmiş; Divan şiirinde de sevgilinin mesih etkisinden bahsedilmiştir.

     

    Karşılaştırmada geçen ‘Bekleyen’ şiiri de, Bodler’in ‘Hortlak’ şiirinden anlam ve imaj olarak farklıdır. Yazar ayna ile ilgili şiirler için de aynı iddiayı savunur. Kafa sahibi her insan ayna karşısında, alık alık kendini seyretmek yerine, geçmişini sorgular.

     

    Yolculukla ilgili şiirlerde de yazarın dediği gibi, hiçbir işleyiş ve imaj benzerliği yoktur.

     

    Yazarın “Necip Fazıl konuyu, ilhamı ve esini doğrudan Bodler’in (Spleen) şiirinden almıştır.” dediği ‘Çan Sesi’ şiirine gelelim:

    Bodler, iç sıkıntısını uzun uzun anlatır, şiirin sonunda çan sesinden bahseder. ’Çan Sesi’ şiirinde ise sürekli çalan çanların yıldırıcı seslerinin verdiği melankoli işlenir. Bu farklılığa rağmen yazar yukarıdaki ifadeyi kullanmaktan çekinmez.

     

    Doçent devam eder: Necip Fazıl, dava şiirlerinde de Bodler’in etkisinden kurtulamamıştır. Bodler’in “Dilsiz ve sağır bir halk karanlık ağlarını/Beyinlerimizin dibine gerdiği zaman.” beyitinin etkisiyle “Durun kalabalıklar bu cadde çıkmaz sokak.” Ve “Cemiyet ah cemiyet yok edilen ruhuyle/Ve cemiyet, cemiyet yok eden güruhiyle..” beyitleri yazılmıştır. Ne benzerlik ama!

     

    ‘ Otel Odaları’ şiirini de, ‘ İki Kişilik Oda’ şiiriyle karşılaştıran Doçentimiz, benzerliğe dikkatimizi çeker: Her ikisi de otelle ilgilidir!

     

    Bilim adamı hiç kimsenin hayal edemeyeceği bir etkiyi daha yakalar: Necip Fazıl ve Yahya Kemal’in İstanbul’la ilgili şiirlerİ Bodler’in Paris’i anlatan şiirindeki “bakış açısı”nın etkisiyle yazılmıştır. Bodler Paris’i orospu diye niteler, Türk şairleri İstanbul’un güzelliklerini anlatır. Hepsi de şehirle ilgili, o bakımdan benzerlik büyük!

     

    Etkilenmeler şiirlerle de bitmez: Necip Fazıl hikayeleri de Bodler etkisinde yazılmıştır, der yazar!

     

    Yazarın her bir tespitiyle insan, hayret ve dehşete kapılır, nihayet sona gelindiğinde, rahatlanır!Çünkü bütün söyledikleri akıl ve mantık düzeniyle ilgilidir!

     

    Kaç yerde Necip Fazıl’ın Bodler’in tesirinde kaldığını, ondan esinlenerek yazdığını ve hatta Bodler’den çeşitli intihaller yaptığını söyleyen Doçent, sonunda der ki; “Bu etkilenmeyi Necip Fazıl için kusur ve eksiklik olarak görmemek lazımdır.” Müthiş değil mi?

     

    Bu mantık işleyişine uygun olarak: “Bu yazar şiiri de, Bodler’i de, Necip Fazıl’ı da anlamaktan uzak, küt bir kavrayış sahibi, ama değerli bir üniversite hocasıdır!” denilebilir.

     

    Yazarın mantık örgüsü, ördek Ahmet diye tanınan kişinin ‘Hava bulutlu’ Sözünden alınmasını hatırlatır. Ahmet’e göre ‘hava bulutlu’ denilirse, kendisine ‘ördek’ ithamında bulunulmuştur. Hava bulutlu olunca yağmur yağar, gölcükler oluşur, orada da ördekler yüzer!

     

    Önce şunu belirtelim: Yazar, ele aldığı şiirleri imaj örgüsüyle oluşturulan şiir bütünlüğü olarak görmemiş, herhangi bir metin karşılaştırması yapmıştır!

     

    Sanatçılar arasında etki ve tesir hep olmuştur. Çünkü sanatçı beğendiği eserlere bir estet yaklaşımıyla yönelir, o eserlerde oluşturulan estetik yapılanma karşısında sanat zevkini duyar ve yaşar. Böylece, adeta bir duyarlık bütünlüğü ve benzerliği oluşur. Kendi eserlerini inşa ederken de, bu duyarlıktan bazı imajları kullanır, bazen da farkında olmadan kendine aitmiş gibi davranır.

     

    Necip Fazıl, Bodler’in diğer çağdaş şairlerden, farklı olan, zamanını aşan sanatçı kişiliğini, dehasını görmüş ve beğenmiştir. Mesela büyük şair Viktor Hügo kendi zaman ve şartlarının insanıdır. O bakımdan modern şiirin kurucusu olarak Hügo ve Goethe değil, Bodler ve Rembo kabul edilir. Bu beğenme muhakkak ki, Necip Fazıl’ı etkilemiş, ilk gençliğinde tesirinde kalmıştır. Ama yazarın ileri sürdüğü gibi birebir etki, tesir ve çalmalar olamaz. Zaten böyle bir etkilenmeyle Necip Fazıl’ı büyük şair olarak görmek bir tarafa, şair olarak bile kabul etmemiz imkansızdır.

     

    Şiirde, başkasından esinlenerek alıntılarla eser ortaya konulamaz. Hemen belli olur ve o kişi mahkum edilir. Şair, yaşayarak yazar. Yoksa, yazarın zannettiği gibi etkilenmelerle bir tek gerçek mısra yazılamaz!

     

    Üstelik, aynı düşünce ve duyarlılıkları birbirinden habersiz sanatçılar da ifade etmişlerdir. Necip Fazıl’da, usta film yönetmeni Tarkovski’ de “Sanatın gayesinin Mutlak Gerçeğe Ulaşmak” olduğunu söylerler.

     

     

    Bu konunun çağrışımıyla şu tesbite varabiliriz: Necip Fazıl’ın kişiliği ve sanatı konusunda, döneminin ve Batı’nın şairleriyle karşılaştırarak değer hükümlerine sahip yazıları sadece düşünce ve sanat adamları yazmıştır. Bazı değerlendirmeleri işaret edelim: Rahmetli Tarık Buğra’ya göre, kişiliği tek olan sanatçıdır. Tanpınar, Bodler’i de çok iyi bilen ve üstad sayan estet kişiliğiyle: ”Ne kadar korkunç olursa olsun bir rüyayı sonuna kadar görmekten çekinmeyen ve ne kadar harika olursa olsun, bir rüyayı iki defe görmeye tahammül edemeyen” farklı kişilik olarak belirtmiş, zamanla ilgili şiirlerini de “Dilde ritmin zaferi” olarak nitelemiştir.

     

    Peyami Safa: “Her şiiri hayatından bir parçadır. Bunun için şiirleri masa başlarında değil, yaşarken, kaldırımlarda, otel odalarında, kağıtsız ve kalemsiz. Çünkü evvela beyninin simsiyah tahtasına yazılmış, sonra kağıda geçirilmiştir. Her bir mısrası bir şiir mecmuasıdır.”

     

    Ziya Osman Saba: “Türk Edebiyatı’nın en kuvvetli şiir kitabı herhalde “Ben ve Ötesi’dir. En büyük Batı şairlerinin kitaplarını açınız, orada;

     

    “Söndürün lambaları uzaklara gideyim,

    Nurdan bir şehir gibi ruhumu seyredeyim.”

     

    Mısraları kadar derin mısralara pek ender, belki de hiç tesadüf etmeyeceksiniz. O’nun şiirlerinde ne romantiklerin müfrit lirizmini ne parnasyenlerin mermer soğukluğunu, ne de sembolistlerin zoraki iphamını(gizliliğini) bulacaksınız. İçinde Türk şiirinin en büyük derinlikleri bulunan bir deniz, dibinin yeşil uçurumlarını gösterecek kadar berraktır.”

     

    Üstün sanatçı ve düşünür Sezai Karakoç, Batı’nın büyük sanatçılarıyla –bilhassa Bodler’le- karşılaştırarak Necip Fazıl şiirinin farkını ve üstün olduğu yerleri göstermiştir. Necip Fazıl’ı “Göklere açılan kartal” diye selamlamıştır.

     

    Bilimsel birikim ve yöntem sahibi üniversite camiasında ise, psikolojik açıklamalarla şiir tahlilleri yapılmış, malumun açıklanması tarzında, şiirlerde neler anlatıldığı, şiirlerdeki değişmeler, şiirlerin yazılış tarihleri tesbit edilmiştir. Pek bir anlam ve değer ifade etmeyen yuvarlak hükümler verilmiştir: “Başarılı bir şair, Cumhuriyet döneminin güçlü şairlerinden biri.” gibi!

     

    Sanatçılara ait özgün değer hükümleri vermekten hep kaçınılmış, çeşitli sanat dallarındaki yüzlerce sanatçı birbirine yakın ifadelerle anlatılmış, mesela, Cumhuriyet döneminin en güçlü sanatçılarının kimler olduğu bile belirtilmemiştir. Çünkü, üstün sanat eserleri, sanatçı duyarlılığına sahip, estetik zevk idraki taşıyan yaklaşımlar dışındaki incelemelere kendini açmaz, iç iletişimler kurulamaz, böylece de klişeleşmiş ifadelerle sanatçılar anlatılmaya çalışılır.

     

    Doç.Dr.Ali İhsan Kolcu’nun yazısıyla, üniversite camiasında Necip Fazıl üzerine yapılan çalışmalara değişik ve orijinal bir çalışma daha eklenmiş oldu!

     

    Oscar Wilde’ın bir tesbitini, yazarla ilgili olarak uyarlayalım. Bu kadar küt anlayış ve kasıtlı görüşlere, ancak Türkiye’de üniversite hocası olarak ulaşılabilir!..


  12. “23/12/1995’den

     

    ÜSTAD

     

    Birileri hep yanlış yaptı. Üstad’ın dahiliğini kabul etmediler. Dahiliğini kabul etseydiler Üstad’ın ayrı ayrı yönlerini ele alsalardı, hem kendileri yücelirdi hemde dava yücelirdi. Kendileri sanki Üstad gibi yazmaya kalktılar. Hem kendilerini kandırdılar. Hemde davayı çürüttüler. Kadir Mısıroğlu bir sürü tarıh kitabı okumuştur. Üstad’ın tarih yönünü belgelendirmesi gerekirdi. Kendini arıya verdi. Bunlarda gerçekten aşk yok. Gelecek kaygısı yok. Tarih sığınma yeri olarak var. Bunlarda sahte oluş, poseydo bir oluş var…

     

    İkiside hak olamaz. Birinden biri hak olmalı. İşte bu yüzden tarih-i İslam mağlub oldu. Birinden birini tercih etmelisin. Ya tarih-i İslam haklı, ya Asrı saadet devri haklı. Burada birinden birini tercih etmelisin. Önemli olan Allah ve Resul aşkıdır.

     

    Bu adamlar Necip Fazıl’ın zekasına hayran!!! Kendisi şöyle dursun benim verdiğim Marks’ın sosyoloji anlayışına hayran olmuş, Cemil Meriç…

     

    Abdullah Saracoğlu anlattı.

     

    Abdurrahim Zabsu Kayseri’ye geldi. Bir çay ocağında çay içiyorduk. Dedim ki hoca efendi Necip Fazıl gibi bir adam çıktı. Samimi değil mi? Diye sordum. O da:

     

    Bakın size bir olay anlatayım. Üstat bir gün Abdulhamit’in ruhaniyetine istimdat diye bir şiir bulmuş. Bunu yayınlayacağım, diye geldi. Bende bunu yayınlama mahkemeye gidersin, dedim. Ben yayınlayacağım. Mahkemeye verecekler. Ben savunmamı vereceğim. Oraya üniversite gençliği gelecek. En azından onların kafasında bir soru işareti bırakacağım, dedi. Yayımladı. Dedikleri oldu. Mahkemede kendini savundu. Samimi mi değil mi sen karar ver ? dedi.

     

    Ben bu kadar okuyan bir adamım. Okuyorum, okuyorum NFK’yı anlamıyorum. Kimse mütefekkirliğe soyunmasın. Necip Fazıl olamazsın. Büyük çınarın altında büyümeye çalışıyorsun. Senin üzerinde o çınarın etkisi var. O çınardan kurtulamazsın… kendi putunu kendin yapıyorsun. Bunlar maymun gibi. Hep kendi bitlerini birbirlerine temizletiyorlar.

     

    Yahu biz bir şey söylemiyoruz. Üstat’ın söylediklerini biraz sulandırıp söylüyoruz. Hepsini Üstat söylemiş zaten. Boşluk bırakmamışki…”

     

    “13-01-1995

     

    Fikir ahlakı olan adam çelik put gibi yada demir gibi yıkılır. Olmayanlar buğday gibi eğilir. Fırtına geçince tekrar kalkar…

     

    NFK her şeyi ile ayrı bir adam. Su isteyişi bile herkesten ayrı bir insan. Oğlundan su isteyip getirirken ona: ‘ Babası hakkındaki tek fikri mütefekkir olmasıdır.’ Demişti.

     

    Üstat eylemleri ile bize örnek olan bir kişi değildir. Hareketlerini entelektüel bazda alıyoruz. İslamla yargılayamazsın.

     

    Para onu rahatsız ediyordu. Parası olunca hadi lokantaya gidelim derdi. Para onu sokuyordu. İllaki para olunca harcayacaktı. Bir deha olarak buna hakkı var. Ama İslami olarak hakkı var mı yok mu onu bilemem.

     

    Matbaada dizgi yapılırken mürettip gelir. Üstat’ım şu kadar boş yer var der. Üstat ta hemen Ozan diye bir şiir yazar. Birisi gelir. Yine sayfada şu kadar boş yer kaldı, ne yapalım? Deyince, Şu halimi görmüyor musun?deyip oraya bir yazı yazınca Ali Biraderoğlu’da Üstat’ım acaba bu haliniz olmasa bu eserler çıkar mı? Demiş ve oda kızmış…”

     

    “21-01-1995

     

    Bir dehanın her şeyi okuduğuna okuması gerektiğine inanmıyorum.

     

    Hiç kimse telaşlanmasın. Tarihin çöplüğünde herkese bir yer var.

     

    İnsan sürekli okuyarak ancak dahiliğin sınırlarına gelebilir. Bende beklide bu yüzden okuyorum. Yani yola tersinden başlıyorum.

     

    Dahi, üreten insandır. Bugün İslam adına fikir üretmeye soyunanlar hem az okuyor, hemde dahi gibi üretmeye çalışıyorlar. Böylece gereksiz tekrarlar ortaya çıkıyor. Ve hatta yanlışlarda…

     

    ‘Hatam deham çapındadır. Beni çocuk bile aldatır.NFK’…”

     

    “10-11-1995

     

    İnkar etmemek gerekir. Nazım hikmet’te bir ses var.fakat adamda sosyal endişeden başka bir şey yok saf şiirden, bir alamet yok. Necip Fazıl’ın hakkını yiyorlar.

     

    Saf şiir ölçüsü olmayan bir Nazım Hikmet ve bir saf şiirin örneği Necip Fazıl …

     

    Nazım'ın çilesi yok. Çilesi hapishane. Şiirde çile çekmemiş.

     

    Nazım’ın ‘ Akın var, Güneş’e akın, Güneş’i zaptedeceğiz, güneşin zaptı yakın…’ şiirine Necip Fazıl’ın ‘ Yer yüzü boşaldı habersiz miyiz, Güneşe göç varda kalan biz miyiz…’ şiiri ile cevabı var.

     

    Nazım zaten yaşamayı becermiş. Önüne gelenle eğlenmiş burada da öyle Rusya’da da öyle. Üstat, yaşamayı becerememiş. Nazım’ın bir sürü hatıratını okudum. Adamda manyaklık yok. Sıradan bir adam. Normal yapılı. Üstat, yemek ısmarlarken bile şu gelsin, bu gelsinden sonra bir tabak tatlı gelsin der. Sen yersin o bakar… Çünkü kendisi şeker hastası. Ne diyebilirdin ki.

     

    Üstat’ı bırakmazlar orda. Bu kadar iyi insan Allah rızasını düşünen birini orda yalnız bırakmazlar.

     

    Biri Üstat’a; Sen velisin, diyor. Bırak bırak ben mürit bile değilim, diyor.

     

    Enteresan bir tip eline sarılıyor. Ve onun için necip Fazıl: ‘ Kamyon faresi bilmem kim! Diyor. Meğerse o adamı hapishaneden tanıyormuş.”

     

    “16-12-1995

     

    Samimiyet, ödediği faturaya göre değişir. Bazıları sisteme karşı gibi görünür. Fakat sistemin içindedir. Necip Fazıl, ölünce evi yoktu. Fettullah’ın serveti kat kat fazla. Bu çelişki ile ortaya konur. Bu fatura meselesi.

     

    Mangadaki boy sırasında en baştaki en sondakinden biraz uzun. Ama Necip Fazıl o sırada değil. Sıra dışında. Diğerleri Kayseri’de ise Necip Fazıl Erciyes’in zirvesinde.

     

    Bu adamlarda öyle dönmüş dolaşmışlar. Kominist olamamışlar.Ali Şeriati, Seyyit Kutup, Fakat devlet konusu Seyit Kutup’ta mükemmel.

     

    Bu Necip Fazıl, Allah’ın lutfu ile kainatın temelindeki trajediyi kavramıştır.

     

    Öz ağlamazsa göz ağlamaz. Onu bırakmazlar orada. Ömründe bir kahkahayla gülmemiş bir insan.”

     

    “05-01-1997

     

    Fetvada; bir çınarın kökünden filizleri büyüdükçe güzelleşir. Fetvalarda böyle olmalıydı. İmam-ı Azam kökse sonraki gelenler onu öldürmüşler. Değişik fetvalarla kök olarak kalmış. 16.yy da İmam ı Azam ı aşan müçtehitler gelmeliydi. Ama o müçtehit; İmam- ı Azam-ı yok saymamalı.

     

    Bizim için İmam ı Azam mı önemli, İslam’ mı? Necip Fazıl mı önemli İslam mı? Birileri bunu aşmalı. Gaye İslam olmazsa öyle olur… Ama onu da yok saymayacaktı.

     

    ‘ Biz hiçbir kimseyi şahsımızla kaim bir davaya davet etmiyoruz.NFK’

     

     

     

     

    Ahmet Kocaoğlu


  13. Ertuğrul Özkök neler hayal ediyordu

     

     

    'Oysa ben neler hayal ediyordum.100 yılın sonrasının Türkiye’sini şimdiden düşünmeye başlıyordum' diyen Ertuğrul Özkök Çanakkale'nin için bakın ne hayal ediyormuş

     

    Kara gözlüklü aşirete iltica

     

    OYSA ben neler hayal ediyordum.100 yılın sonrasının Türkiye’sini şimdiden düşünmeye başlıyordum.

     

    Mesela, Çanakkale Boğazı’nı.

     

    Onun etrafında dünyanın en muhteşem şehrini kurmayı.

     

    Şehrin adı değiştirilecekti.

     

    Adı "Troya" olacaktı.

     

    Bütün dünyanın bildiği, herkesin her gün konuştuğu bir isim.

     

    O efsane isme yakışan bir şehir kurulacaktı.

     

    Boğazın iki tarafı dünyanın en müthiş mimarları tarafından tasarlanacak, 21’inci yüzyılın bütün estetik ve teknik imkánları seferber edilecekti.

     

    İstanbul ve İzmir’den sonra, üçüncü efsane şehir kurulacaktı.

     

    Uçuyordum.

     

    Hayallerime kimseler yetişemiyordu.

     

    * * *

     

    Mesela, Efes antik kentinin etrafını dünyanın en büyük cam fanusu ile kaplıyor, onun etrafında 21’inci yüzyılın bir başka muhteşem yerleşim yerini kuruyorduk.

     

    O yeni şehrin adı da "Efes" oluyordu.

    Bir yandan geniş yollarla denize bağlanıyor, öteki taraftan Meryem Ana’ya, Selçuk’a açılıyordu.

     

    Başka şeyler de hayal ediyordum.

     

    Kapadokya’nın çevresinde Las Vegas’çılara, Dubai’cilere parmak ısırtacak bir mega proje.

     

    Dünyanın en zengin yabancılarının ev almak için sıraya gireceği, 21’inci yüzyılın efsane şehirleri.

     

    Ve müthiş bir dolunay gecesi, o muhteşem Kapadokya gökyüzünün altında, Pink Floyd konserleri.

     

    Adı, "Dark side of the moon" değil, "Full side of the moon."

     

    Ben umutlu, dünyaya pembe gözlüklerle bakan bir insandım.

     

    Bazılarınca saf denecek kadar gerçekten saf bir insandım.

     

    Umudum, heyecanım inanılmaz bir yaratıcılığa dönüşüyor, her gece, her sabah ufuk çizgisi hiç olmayan okyanuslara açılıyordum.

     

    Benim gözümdeki Türkiye, 21’inci yüzyılın en parlak yıldızı olacaktı.

     

    Yaşlanan Avrupa, efsanelerde aradığı Gılgamış’ın ebediyet iksirini bu ülkede bulacaktı.

     

    Dünyanın en güzel aşkları bu ülkede yaşanacaktı.

     

    Bu ülkede doğmak şans olacaktı.

     

    Yaşamak daha büyük şans.

     

    Ölmek ise Allah’ın lütfu...

     

    İsimsiz Macellan’lar, hayali Colomb’lar, Vasco de Gama’ların keşfedeceği en yeni kıta Türkiye olacaktı.

     

    Ben son 20 yılımı bu hayallerle geçirdim.

     

    Rahmetli Özal bana bu inancı verdi.

     

    İşadamlarımız, sanatçılarımız, umutsuz bir benden dünyanın en umutlu insanını yarattı.

     

    Herkes beni yerden yere vurdu, alay etti.

     

    Ama o iyimserliğimi hiçbir zaman terk etmedim, terk edemedim.

     

    "Ben böyle düşünüyorum" ifadesi, kişiliğimin en güçlü kalesi oldu.

     

    Peki şimdi bu umutsuzluğum karamsarlığa mı dönüştü?

     

    Bir haftada kara gözlüklüler aşiretine mi iltica ettim?

     

    Hayır, içimdeki iyimser hálá direniyor.

     

    Yara bere içinde olsa da, yediği dayaktan yüzü gözü şişmiş olsa da, hálá direniyor.

     

    Ama bir yanım var ki, ona mani olamıyorum.

     

    Şaşkınlığıma.

     

    Etrafımda olup bitene, bana demokrasi diye yutturulmaya çalışılan o ekseriyet megalomanisine, o nobranlığın arkasındaki sığlığa ve zavallı misyon duygularına.

     

    Evet bunlara şaşırıyorum.

     

    Benim hayal ettiğim Türkiye, bunları çoktan aşmış, ufkun çizgisini bile geçmişti.

     

    Oysa şimdi bugün neredeyiz.

     

    Ya ben iflah olmaz bir hayalperesttim, ya onlar hayalcilikten, vizyondan, yaratıcılıktan nasibini almamış gerçekçiler.

     

    Ben Çanakkale Boğazı’nın etrafına 21’inci yüzyılın Troya’sını kurmayı hayal ediyordum, onlar bütün Türkiye’nin üzerine türbanı sermeyi.

     

    Demek ki farklı gemilere binmişiz, farklı denizlere açılmışız.

     

    Kimimiz geçmişin kara parçalarının arasındaki ufak göllere, iç denizlere...

     

    Kimimiz okyanuslara...

    ******

    arkadaşlar ben bunları okurken koptum resmen..ALLAH bunların feleğini şaşırtmış.bas bas bağırıyorlar durmadan türkiyeyi ortaçağa,ortaçağın karanlıklarına (asrı saadete)çevirmeyiz diye..bu abi çok uçmuş olacakki hızını alamadı tabi taa ilk çağ'a kadar götürdü bizi.şimdi merak ediyorum birileri çıkıp,''hoop kardeşim biz ortaçağdan kaçarken sen bizi ilk çağa kadar götürdün''diyecekmi.ya da niyetlerinin çağ veya zaman olmadığı bu arkadaşında satır aralarına iliştirdiği gibi meryem ana'ya giden yolları açmakmı?merak ediyorum bir gün bunların arasında hitler kadar açıkyürekli biri çıkacakmı?en azından hitler yahudileri özgürlükleri için öldürdüm demedi demi?üstün alman ırkını yüceltmek yaymak için öldürdüğünü açıkça söledi..varın mukayeseyi siz yapın..


  14. http://www.n-f-k.com/nfkforum/index.php?sh...mp;hl=kafiyeler

     

    Linkini verdiğim şiir üç heceli değil...

     

     

     

     

     

    O SABAH

     

     

     

    Kureyşin kapısında o sabah bir Yahudi:

    «Soylu insanlar, dedi;

    Var mı dünyaya gelen bir erkek çocuk sizde?

    Gece, kabilenizde?»

    «Bilmiyoruz!»... «Arayın, sırtında işaret var!»

    Araştırıp buldular.

    Yahudi, Nur-Çocuğa baktı: İlâhi nişan!

    Homurdandı perişan:

    «Peygamberlik İsrail Oğullarından gitti.

    Olacak oldu, bitti!

    Devlet sizin artık, Doğudan Batıya dek.

    Devlet ki, yok ona denk!»

    Aynı sabah, Medine...

    Bir Yahudi yine,

    Bağıran, çığlık çığlık:

    «Yandık, çöktük, yıkıldık!

    Şafak vakti bu gece,

    Gölgeler titreşince,

    Bir yıldız doğdu: Ahmed,

    Bizim için kıyamet!»

     

    Yukarıya kopyaladığım şiiri de kesin Üstad yazmamıştır. Esselam ın 6. şiiri de değildir.

     

    Kesin. Kesin...!

     

    -Makas kesmiyor...

     

    sayın zülkarneyn,dediklerinde bir haklılık payı olsa da (sadece 3 lü hece şiiri konusunda) kullandığın üslup ve mesajın sonuna eklediğin o resim üstadın izinden giden birine hiç yakışmamış.burdaki keyfiyeti mahalle delikanlılarının kullandığı ağızlara düşürmeyelim.kaldıki ''esselam''dan kopyaladığın şiir de belli bir hece ölçüsü/ kalıbı içinde yazılmış.arkadaşının hatasını çıkaracam diye kendin hataya düşmüşsün.burası arkadaşlarımızın hatalarını gördüğümüz anda egolarımızı tatmin etmek için o hataları yüzüne vurma yeri değildir.lütfen biraz daha dikkat..!

     

    EDİT:// Esselam'dan kopyalanan "O Sabah" isimli şiir hece ölçüsüne göre yazılmamıştır. Şiiri şekil olarak incelediğimizde ilk on mısrada, biri 14, diğer 7 şeklinde peşpeşe giden bir ölçü izlense de; on birinci mısra 13 hece, on ikinci ve on üçüncü mısralar 7, on dördüncü 6, geriye kalanlar ise 7 hece ile teşekkül etmiştir. Bir şiir ya hece ölçüsüne uygundur yahut değildir. Hece ölçüsüne göre yazılmıştır dememiz için bütün mısralarda aynı ölçünün, hecenin olması elzemdir. O yüzden Üstadımızın bu şiiri için hece ölçüsü kullanılarak yazılmıştır diyemeyiz./ reyhan


  15. MEZARIMIZ KONUŞACAK

     

     

     

    Beş yüz yıldır beklediğimiz büyük Türk mütefekkir ve aksiyoncusu yetişinceye kadar.. Bu mütefekkir ve aksiyoncu son dört, hele son bir, hele son yarım asırlık gelişimizi menfi hükümlerin en ağırıyla yaftalayıncaya kadar…

     

    Top yekün insanlık ve Türk tarihini muhasebe ve murakabe edinceye kadar…

     

    Doğu ve Batı dünyalarının en ince mahsup sırlarını erinceye kadar…

     

    Doğu ve batı dünyalarının en ince mahsup sırlarını olanca saffet ve asliyetiyle meydana çıkarıncaya kadar.

     

    Bu kökün tekliflerini incitmeksizin, Türk’ü yeni zaman meyvelerine kan ve can verecek büyük hamleye kavuşturuncaya kadar…

     

    Vecd, aşk iman ve ahlaka apoletleri sökülmüş eski rütbelerini iade edinceye kadar…

     

    Ruh imarı yerine gelmeden madde süsü diye bir şey olmayacağını anlatıncaya kadar…

     

    Makineyi yapan makine yapılmadıkça makinenin ülkeleri esir ettiğini öğretinceye kadar…

     

    Hakikat için hakikat ölçüsünün muhteşem heykeli önünde maskara korkuluklara yer olmadığını gösterinceye kadar…

     

    İlim ve tarihi doğru belletinceye kadar…

     

    Sahtekarlıklara, maymunluklara, küstahlıklara, maddi ve manevi yol kesiciliklere paydos deyinceye kadar…

     

    Bu gerçeklere bağlı elmas gibi nesilleri tek nesinde yoğuruncaya kadar…

     

    Bu nesiller sokak başlarını tutup kollarını makas gibi açmaya ve “Durun kalabalıklar!” diye haykırmaya başlayıncaya kadar…

     

    Biz sussak mezarımız konuşacak…


  16. sayın kılıçkıran kardeşim,yazının en sonuna eklediğin dua'ya amin diyerek başlıyacam..

     

    yaptığın bu son derece kıymetli ve önemli tahlili, okumadan veya okuyupta teşekkür etmeden geçemezdik.(son paragraf bana yazılmış gibi..yoksa bana göndermemi? :D )

    seninde dediğin gibi, dört kutup'lu zaman'ın en üst noktasındaki keyfiyete çıkış, birdaha namümkün çarpı milyonkere...amma velakin içinde bulundğumuz zamanın şartlarına göre,bu keyfiyeti en üst plana çıkarmak bizim vazifemiz.evvela uyanık olacak bir müslüman.! öyle anlar ve zamanlar oluyor ki en masum insanların/müslümanların üzerine öyle çirkin iftiralar atılıyor ki..ama malesef ve üzülerek söylüyorum bir çok müslüman bu iftiralara inanıyor.basit bir ''kıyas''yapsa (iftirayı atan kim,iftiraya maruz kalan kim?)iş çözülür.. ama bu kıyası yapmaktan bile aciz dindaşlarımız var..farz-ı misal:andıç'çı medya'nın yalan ve iftiraya dayanan haberlerine bir çok masum ve saf müslüman kanıyor..bu sadece bir misal,buna benzer binlercesi daha var.biz kanmayız demeyin bazen öyle kılıflara sokuyorlarki..velhasıl kelam bu durumda iş bize düşüyor.elimizde medya organı olmadığına göre klavyemizle,söylemlerimizle,konuşmalarımızla,gücümüzün, ve aklımızın yettiği kadar insanları uyaralım bilinçlendirelim..bunun yöntemini (ben ne kadar uymasamda)sevgili kılıçkıran kardeşim bir plan ve çerçeve içinde beyan etmiş olduğu itidal'i elden bırakmamak şartıyla herşey caiz..haa çelikten daha sert olmak gereken yerler var muhakkak..ama davayı anlatma /tebliğ aşamasında ''itidal''çok önemli..

     

    uyanık bir müslüman gençliği temennisiyle,Allah hepimizin yardımcısı olsun.


  17. Rüyamdaydı Şairler Sultanı

     

    Her zaman bahseder dururuz; nerede o eski bayramlar, o eski … ler-lar. Haksız mıyız peki ? NFK gibi bir üstadı, dostu, fikir babasını… anladıktan sonra günümüzdekileri gördüğümüzde “ nerede o eskiler…” cümlesini söylediğimizde haksız mıyız ?

     

    Hepiniz bilirsiniz: Bir şiirdeki her mısra, her kelime; binlerce olguyu, binlerce düşünceyi anlatmalıdır, insanı alıp derin düşüncelere daldırmalıdır, bizi uzaklara götürmelidir ki şiir olsun. NFK dan bir örnek alalım da ne demek istediğimi somutlaştıralım:

     

    Kara gökler kül rengi bulutlarla kapanık;

    Evlerin bacasını kolluyor yıldırımlar.

    İn cin uykuda, yalnız iki yoldaş uyanık;

    Biri benim, biri de serseri kaldırımlar.

     

    Biri benim, biri de serseri kaldırımlar… Ne söylenebilir ki :D ? Şiiri hepiniz bilirsiniz, üstteki mısrayı alarak anımsatmışımdır umarım “Kaldırımlar” şiirinin tamamını sizlere.

     

    Gönül istemez mi tv yi açtığında, radyoyu dinlediğinde, candan, yürekten, heyecanlı ama bir o kadarda etkili bir şekilde şiirlerini dinleyicilerinin beğenisine sunan bir şairin şiirlerini kendi sesinden hissetmeyi ? Gönül istemez mi o ustaların ustaca yorumlarında kendini hissederken çileye batıp çıkmayı ?

     

    NFK günlerden birinde ulusal bir tv kanalına konuktur. Kısa bir sohbetten sonra başlıyor Sakarya Türküsü’nü söylemeye Üstad:

     

    İnsan bu, su misali, kıvrım kıvrım akar ya;

    Bir yanda akan benim, öbür yanda Sakarya.

    Su iner yokuşlardan, hep basamak basamak;

    Benimse alın yazım, yokuşlarda susamak.

     

    O andaki ruh halimi düşünüyorum. Dervish o anda olur bir su, yatağında akmaya başlar kıvrım kıvrım… Dalar derinlere, gider kendisinin bile bilmediği yerlere. Bir bakar ki Sakarya’dadır, bir de görür kendini Büyük Doğu’da. O an hisseder yoldaşlarını yanında, yol onun, yoldaşları onun, gerisi hep angarya!

     

    Gezdiği yollarda toz olur, vurur sazın tellerine, sazdır sözdür dervish o anda, belkide yazar çizer, incecik bir yolda ilerler. Su gibi akıp geçmiştir zaman, NFK söylemiştir söyleyeceğini.

     

    Mevzu olmuştur Osmanlı bir an. Malum, Osmanlı’dan nefret eden torunları vardır artık bu ülkede. Bu mevzuya girilmese sohbet yarım kalır. Nede olsa büyük fikir babasıdır NFK. O’nu dinleyenler bu konu hakkında da bir çift söz söylemesini bekler. NFK sille misali bir cümle sarf eder o anda; "Kökünü beğenmeyen dal ve dalını beğenmeyen meyve olgunlaşmadan çürür!"

     

    Onu o anda izleyen yüz binler, ayakta alkışlamaya başlar NFK'yı. Sunucu bile kendini zor tutmaktadır o büyük insanın boynuna sarılmamak için.

     

    Sohbete devam ederler. NFK, gönülleri coşturur, körpe beyinlere su olur, paslanmış gönüllerin eşi bulunmaz ilacı olmuştur. Ve her başlangıcın bir bitişi olduğunu anlatmaya çalışır Sunucu titrek sesiyle. Son sözünü duymak ister insanlar NFK’nın; "Fikirde, sanatta, anlayışta, anlatışta, buluşta, tutuşta, dağıtışta, toplayışta ve nihayet yaşanmaya değer hayatın ölçülerini billûrlaştırma işinde dünyanın en büyük adamı olmak isterdim; nefsim için değil de, sırf O'nun ümmetinden en hakîr ferde düşen liyakat payını ve üstünlük derecesini göstermek için... "

     

    Bu son kelimeleri ile yeni bir tokat daha yapıştırır Bütün Müslümanların suratına. Dervish’in yüzü kızarır, tv ye bakmaya cesaret edemez, donup kalmıştır milyonlar, gibi. O’nun ümmetinin bir parçası olduğunu bilir ve ümmetin bir parçası olduğu halde kendi payına düşen görevlerini yerine getirmediği için kendini paralar. Bir müddet afallamadan sonra kendine gelir ve uyanır ki çok güzel bir rüya görmüştür Dervish.

     

    Güzel bir rüya.

     

     

    bana yıllar önce okuduğum bir kitabı hatırlattı..''bye bye türkçe-bir new york rüyası''na geri döndüm bir an :D


  18. ''Cennetin Krallığı'' nı severim çünkü hayranı olduğum ve mübarek adını taşıdığım Selahaddin-i Eyyûbî'nin inceliklerini hristiyanlara anlatıyor. Komünistlerden sonra en nefret ettiğim kefere kesim olan Masonların temelini oluşturan tapınak şövalyelerinin gerçek yüzünü gösteriyor.

    filmi biraz dikkatli seyrttiğinizde,müslümanların kudüs'ü nasıl aldığından ziyade,hiristiyanarın elindeki kudusün hangi sebeplerden ötürü kaybedildiği anlatılıyor.sonuçta film hollywood yapımı..dolayısiyle bazı olaylara hiristiyan zaviyesinden bakıyor.ama onlarında saygıda kusur etmediklerii bir ''salahaddünya veddin''(hem dünyayı hem dini güzelleştiren)var.onun büyüklüğü ve kahramanlığı karşısında hepsi şapka çıkarıyor.uzun lafın kısası biz kendi tarihimizi bile hollywood yapımlarıyla benimsiyoruz.ya da onların sanatçılarının yaptığı filmler.misal:anthony quinn'in oynadığı ''çağrı'' ''ömer muhtar''filmleri hala hafızalarda...


  19. üstad'ın eserleri ve fikirlerinin bir kitapçı tezgahında sergilenir gibi sitemizde sergilenmesi hakikaten bizi ziyadesiyle memnun ediyordu.amma velakin bu kitapçı dükkanının vitrinlerini göze hitap edecek şekilde dizayn edip,dışardan bakanlar için bir ''albenilik'' sağlayan sitemizin saygıdeğer (başta admin olmak üzere) tüm yöneticilere teşekkür ediyor başarılarının devamını diliyoruz.

×
×
  • Create New...