Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]

Cile54

Editor
  • Content Count

    381
  • Joined

  • Last visited

  • Days Won

    1

Posts posted by Cile54


  1. İslam aleminin yetiştirdiği tek veli ,

    Abdulhakim Arvasi hz. lerimidir????

     

    değildir.

    Ama Tek bir veli'yi tanımak bile insanı hidayete kavuşturabilir.

    Tek bir veli'yi bilmek, diğerlerini de bilmeye vesile olur.

     

     

    üstada olan muhabbetiniz mi

    sizlerin,

    bu zatı muhteremden başka kimseleri görmenizi engelledi...

     

    Forumumuzun sadece ana bölüm başlıklarını okuduktan sonra yorum yapmak yerine, tüm forum bölümlerine baksaydınız ne kadar hatalı bir cümle oluşturduğunuzu anlardınız. Açıkcası bu cümlenizi okuduğumda -değerli nfkforum üyelerinin affına sığınarak yazıyorum- midem bulandı.

    Bizim başka kimseleri göremediğimizi, bilmediğimizi, tanımadığımızı da nereden çıkardınız?

     

    Reyhan gerekli açıklamaları yapmış, bize yazmak düşmezdi, amma yukarıda belirttiğim rahatsız edici unsurdan dolayı kırıldım ve yazma gereği hissettim

     

    Nasıl bir önyargı ile geldiyseniz, o önyargı sizin forumu incelemenizi engellemiş ve çok şeyi de görmenizi engellemiş!


  2. Gözler Anayasa Mahkemesi'ndeydi. Gün boyu beklenen karar saat 17.30'da borsanın kapanmasının hemen ardından geldi. 11 üye türban değişikliğini iptal ederek, yürürlüğünü de durdurdu.

     

    ÜNİVERSİTELİYE TÜRBAN

    YOLU KAPANDI

    Bu karar ile türbana üniversite yolu kapandı. Anayasa Mahkemesi'nin kararları kesin nitelik taşıyor. Hukuki olarak türban için yapılacak bir şey kalmadı. Üniversitelinin türban sıkıntısı tam bir kördüğüm oldu.

    Anayasa mahkemesi 2'ye karşı 9 oyla kararı aldı. Karara Haşim Kılıç ve Adalı muhalif kaldı.

     

    Mahkeme kararında şekil denetimiyle yetinmedi esasa da girdi. Karar, 2, 4 ve 148. maddeler göz önünde bulundurularak verildi.

     

    Anayasa'da yapılan değişiklikler uygulanamayacak. Anayasa Mahkemesi kararları kesin niteliği taşıyor.

     

    YOK HÜKMÜNDE SAYILDI

     

    Yüksek Mahkeme’nin düzenlemeyi yok hükmünde sayması için TBMM’nin yetkisini aşarak anayasanın değiştirilmesi dahi teklif edilemeyecek laiklik ilkesini değiştirmeye yönelik bir işlem yaptığına hükmetti. Böyle bir karar Ak Parti hakkında açılan kapatma davasını büyük ölçüde etkileyecek.

     

    HÜKÜMETİN TEPKİSİ

     

    Hükümet sözcüsü Cemil Çiçek, "değerlendirme için gerekçeli kararı görmemiz lazım" açıklamasını yaptı.

     

    HUKUKÇULAR NE DİYOR?

    Hukukçular ise Anayasa Mahkeme kararı karşısında şaşkınlık yaşadı. Anayasa hukukçusu Doçent Serap Yazıcı, "Bu karar hukuki değil, siyasidir. Tıpkı 367. madde kararına benziyor" dedi. Laiklik ilkesi çok önemlidir ama hukuk devleti de çok önemlidir. Hukuk devleti ihlal edilmemeli.

     

     

    AK Parti grup başkan vekili Bekir Bozdağ ise Anayasa Mahkemesi'nin Anayasa'yı ihlal ettiğini öne sürdü. Bozdağ, bu karar ile Anayasa Mahkemesi'nin kendi yetki ve hakimiyet sınırlarını aştığını söyledi. Bozdağ "karara katılmasak da saygı duyuyoruz" dedi.

     

    BAYKAL'IN TEPKİSİ

     

    Türban değişikliğini Anayasa Mahkemesi'ne taşıyan CHP olmuştu. Bu nedenle mahkeme kararına CHP lideri Baykal'ın ne diyeceği merak konusuydu.

     

    Diyarbakır'da konuşan Baykal, "Bundan mutluluk duymuyoruz. Ben tam tersine bu noktaya gelinmesinden üzüntü duyuyorum. Keşke bizim uyarılarımız zamanında dinlenmiş olsaydı böyle bir mahkeme ve dava kararı açılmamış olsaydı. Artık hepimize düşen bu karara saygı göstermektir" dedi.

     

    BAHÇELİ'NİN TEPKİSİ

     

    MHP lideri Devlet Bahçeli: "Milli vicdanı yaralayan siyasi bir karar. Temelde, bölünmeyi hızlandıracak bir karar olmuştur' dedi.

     

    MHP'li Faruk Bal ise, 'Karara saygı duyuyoruz ama kat

     

    GÜL'ÜN TEPKİSİ

    Japonya'da bulunan

    Cumhurbaşkanı Gül'den

    kısa bir yorum geldi.

    Gül, "Hukuki bir süreçtir.

    Buna bir şey ilave etmek

    istemiyorum" dedi.

    ılmıyoruz' dedi. MHP Genel Başkan Yardımcısı Mehmet Ekici de "Kişisel olarak memnun olduğumu söyleyemem." dedi.

     

    DSP'NİN TEPKİSİ

     

    DSP lideri Zeki Sezer, "Anayasa Mahkemesinin kararı, bizim diyalog girişimimizin haklılığını ortaya çıkarmıştır. Türkiye gereksiz yere gerilmiş, kutuplaştırılmış oldu" dedi.

     

    ANAVATAN'IN TEPKİSİ

     

    Erkan Mumcu "Ben Anayasa Mahkemesi'nden daha özgürlükçü bir tutum ve üniversitelerde kılık kıyafet düzenlemesini devletin laik karakterine aykırı bir girişim gibi görmemesini beklerdim'' dedi.


  3. Prof.Dr. Ekrem Buğra EKİNCİ'nin 24 Kasım 2007 Cumartesi tarihli saatlimaarif.com'daki çıkan makalesidir.

    Öyle büyük bir tokat patlatıyor ki Soner YALÇIN'a, aradan aylar geçmesine rağmen eminim soner hala o acıyı hissediyordur :unsure:

    eee, Osmanlı Tokadı...

     

    Buyrun okuyun;

     

     

     

    Osmanlı Padişahları içki içer miydi?

     

    Kendimizi bildik bileli işittiğimiz bir terâne bu. Son günlerde yine gündeme getirildi. Her şey yaşlı ve afili bir gazete köşe yazarının Osmanlı hanedanının en yaşlı âzâsından naklettiği bir sözle başladı.

     

    Buna göre Sultan Hamid rom içermiş. Gazete yazarı, "Dedesini defalarca görmüş olan torunundan daha mı iyi bileceğiz?" diye de soruyor. Gel gör ki bunu söylediği iddia edilen Şehzâde Ertuğrul Efendi 1912 doğumludur. Sultan Hamid 1918 yılında vefat etti. Ertuğrul Efendi"yle biz de görüştük. Kendisinden bizzat işittiğimize göre, dedesi Sultan Abdülhamid"i ömründe bir defa, mahbus bulunduğu Beylerbeyi Sarayı"nda görmüş. O zamanlar beş yaşında imiş. Babası Şehzâde Burhaneddin Efendi ile beraber ziyaret etmişler. Dedeleri kendilerini kucağına alıp sevmiş. Ömründe bir defa o da beş yaşında iken gördüğü dedesinin rom içtiğini Ertuğrul Efendi bilir mi? Bunu nezaketen kendisine sormak istemedim. Belki başkasından işitmiştir. Ama Sultan Abdülhamid"i çok daha yakından tanıyan ve onu defalarca görmüş olan yakın çevresinden böyle bir şey işitilmiş değil.

     

    İş burada bitecek iken, popüler bir gazetenin nevzuhur tarihçisi, Osmanlı padişahlarından hangisinin içki içtiğine dair bir yazı yazdı. Buradaki bilgiler onsekizinci asırda yaşamış bir şair-tarihçiden naklediliyordu. Osmanzâde Tâib, karışık hayatı sebebiyle müderrislikten atılmış; kulağı delik ve muhiti geniş bir müellifti. Sağdan soldan işittiklerini kitaplarına dercetmesiyle tanınır. Hele bu meselede Osmanzâde Tâib"in başlıca kaynağı olan Gelibolulu Âli"nin abartılı ifadeleri, ilmî çevrelerde çok ihtiyatla karşılanmıştır. Meselâ Şemsi Paşa"ya olan antipatisi, onu Sultan Murad"a rüşvet vermiş göstermeye kadar varmıştı. Osmanzâde"nin ikinci kaynağı ise dokuzuncu asırda yaşamış ve Mutezile mezhebine mensubiyetiyle tanınan Şiî Arap şairi Câhız. Bu da başka bir âlem. O zaman mahkemeye gitse, şâhidliği kabul edilmeyecek birisinin sözünü, şimdi biz mi kabul edelim?

     

    osmanli32007.jpg

     

    Gelelim Osmanlı padişahlarının içki içip içmediği meselesine…

    Bunu bilmek neredeyse imkânsız. Çünki Osmanlı padişahları, aileleri dâhil, hiç kimseyle beraber yemek yemezlerdi. Hatta buna dair Fatih kanunnamesinde hüküm bile vardır. Sultan Abdülhamid"in son senesine kadar da bu gelenek devam etti. Öyleyse padişahları içki içerken kimsenin görmesi mümkün değildir. Maamafih içmiş olabilirler. Peygamberler dışında hiç kimse masum sayılmaz. Herkes hatâ yapabilir, günah işleyebilir. Ama görmeden ve iyice bilmeden bir kimse hakkında hüküm de verilemez. Hele tarihçilerin sözüyle aslâ. Tarihçilerden bazıları belli kimselere yaranmak için tarihî hâdiseleri bile tahrif etmekten çekinmemişlerdir. Böylesine mahrem bir mevzuda, üstelik asırlar geçtikten sonra ne söyleyebilirler? Hele modern yazarların padişahların ağızlarına sayaç takmış edâsıyla konuşmalarına ne demeli! Maamafih ciddî Osmanlı tarihçileri, zaten böyle bir şey söylemiyorlar.

     

    O halde bazı padişahların içki içtiğine dair rivayetler nereden çıkıyor? Bunlara itibar etmek mümkün mü? Asırlar öncesine ait hadiseleri bugün olmuş ve bizzat görmüşcesine hikaye etmek olacak iş mi? Halbuki İslâmiyet, kim olduğu bilinmeyen, hatta fâsık birisi bir haber getirirse, buna hemen inanmamayı emrediyor. Bir müslümanın gizli işlediği günahı bile gelip başkasına anlatan kimse fâsıktır. Sözüne inanılmaz, güvenilmez.

     

    Benzeri iddialar önceki müslüman hükümdarlar için de ortaya atılmıştır. Meselâ bazı Emevî ve Abbasî halifeleri için söylenmedik söz bırakılmamıştır. Halbuki bunların hepsi iman ve ahlâk sahibi âdil insanlardı. Evet, içlerinde tek tük nefislerine mağlup olup sefih bir hayat yaşayanlar çıkmıştır. Fakat, bunların da İslâmiyete zararları olmamış, nihayet nefislerine zulmetmişlerdir. Buna da etraflarındaki devlet ricâli sebebiyet vermişti. Sonra gelen bazı tarihçiler, zamanlarındaki idarecilere yaranmak için bunların hatâlarını şişirmiş: hatta bu uğurda hadîs bile uydurmuşlardır. Bazı Osmanlı tarihleri de, zaman yakınlığı ve sınır komşuluğu bakımından bu tarihlerden tercüme edilmiş ve onların tesiri altında kalmış olduğundan, aynı yanlışlıkları tekrarlamıştır. Nevzuhur tarihçimizin kaynağı, Ömer bin Hattab"ın içki içtiği için cezâ alanlardan birisi olduğunu yazıyor. Şarap haram edilmeden önce Hazret-i Ömer içki içmiş olabilir. Ama haram kılındıktan sonra içki içtiği, hele cezâ aldığı hiçbir yerde geçmez. İslâmiyetin peygamberlerden sonra en üstün tuttuğu ikinci zât için böyle bir iddiaya lâ havleden başka ne denir! Ancak Mutezile itikatı ve Şiî görüşlü Câhız"dan böyle bir şey beklenir.

     

    Bugün çok sıradan insanlar, içkiyi haram bilip içmezken, hayatlarını İslâmiyeti yaymak uğrunda sarfetmiş, ülkeyi hayır eserleriyle donatmış, dindarlıklarıyla menkibe kitaplarına geçmiş ve aynı zamanda müslümanların halîfesi olan Osmanlı padişahlarının içki içecek kadar zayıf iradeli olduğuna inanalım mı? Zaten bunu yazanlar da bazı padişahların sonradan tövbe edip içkiyi bıraktığını söylüyor. Hatâsını anlayıp dönmek de bir fazilettir.

     

    İçki içen ilk padişah yaftası yapıştırılan Yıldırım Sultan Bayezid, Bursa"da Ulu Cami"yi ve kendi adıyla anılan câmiyi binâ etmiştir. Bizans İmparatoruna, İstanbul"da bir müslüman mahallesi kurulup, câmi yapılarak kâdı tayinini kabul ettirmişti. Meşhur mutasavvıf Emir Sultan ile sohbet etmiş, hatta O"na kızını vermişti. Sırp kralının kızıyla evlendi diye Yıldırım Sultan Bayezid"e kızıp, kendisini bu kızın içkiye alıştırdığını söyleyenlere ne diyelim? Padişahı içki içerken kim görmüş, belli değildir. Yaptığı siyasî bir evlilikti. Belki bir araya bile gelmediler. Padişah, onun sözüyle içki içecek birisi miydi? Doğrusu çok söz götürür. Diyebilirsiniz ki câmi de yaptırır, içki de içer. Evet bu mümkün. Ama bugün bana gösterebilir misiniz çevrenizde hem câmi yaptıran, hem de içki içen kaç kişi var?

     

    osmanli22007.jpg

     

    Üstelik bu âdeti anne tarafından Mevlâna Celâleddin Rûmî"nin torunu olup soyu Hazret-i Peygamber, Hazret-i Ebûbekr ve Hazret-i Ömer"e dek ulaşan Çelebi Sultan Mehmed, Sultan II. Murad, hatta İstanbul"u fethetmekle Hazret-i Peygamber"in övgüsüne mazhar olan Fatih Sultan Mehmed ve velî lakabıyla tanınan Sultan II. Bayezid de devam ettirmiştir. Sekiz senelik saltanatını Ehl-i sünneti korumak için Safevîlerle savaşmak ve müslümanların mukaddes beldesi Hicaz"ın fethiyle geçiren Yavuz Sultan Selim ara sıra içer, ama hemen sarhoş olurmuş. Osmanlı ülkesini hayır eserleriyle donatan ve adaletiyle tanınan Kanuni Sultan Süleyman önceleri içermiş, sonra bırakmış. Eh, bu sözlere de pes demekten öte geçilemez.

     

    İslâm hukukunda gayrımüslimlerin içki içmesi yasak olmadığı gibi, bunların içki alıp satması ve meyhane açması da serbest idi. Kanunî Sultan Süleyman zamanında Müslümanların ekseriyette bulundukları mahallelerde gayrımüslimlerin meyhane açması yasaklanmış; Sultan II. Selim zamanında buna tekrar izin verilmişti. Nitekim gayrımüslimlerin meyhanelerinden ve içki satışlarından vergi alındığı da gizli bir bilgi değildir. İşin aslından habersiz bazıları, bunu padişahlardan ilkinin dindarlığına, diğerinin de şaraba düşkünlüğüne bağlamışlar; hatta kendisine Sarhoş Selim demişlerdir. Yangında yanıp tekrar yaptırdığı saray hamamını gezerken tansiyonu düşüp kaymış ve beyin kanamasından vefat etmişti. Buna rağmen, "Sarhoş halde hamamda kız kovalarken öldüğü" bile söylenip yazılmıştır. Halvetî tarikatına bağlılığı ile bilinen Sultan II. Selim"in dindarlığı Selimiye Camiini yaptırmasından bellidir. Ayasofya camiini de esaslı tamir ettirmişti. Zaten nevzuhur tarihçimiz de padişahın içki içtiği halde beş vakit namazını kıldığını; sonradan şeyhinin telkiniyle içkiye tövbe ettiğini; hatta ölürken kendisine verilen ilacı; içinde içki vardır diye reddettiğini de yazıyor.

     

    Amansız içki ve tütün yasağıyla meşhur Sultan IV. Murad da içki içmediği halde, mübtelâ olduğu gut hastalığının ağrılarını hafifletebilmek için hekimbaşı tarafından verilen afyon hülâsalarını (morfin) alırdı. Bu da kendisinde halsizlik ve uyuşukluk yapardı. Sendeleyerek yürüdüğünü birkaç defa görenler padişahın içki içtiğine hükmetmekten çekinmemiştir. Babası gibi Üskürdarlı Aziz Mahmud Hüdâî"ye bağlıydı. Selden yıkılmış olan Kâbe-i Muazzama"nın bugünki binâsını yaptırmış; Karaköy Arab Câmiini harab bir binâ iken şimdiki hâle getirmiştir.

     

    Nevzuhur tarihçiler, yaptıkları istatistiklerle, Sultan II. Mahmud"un içkiye en düşkün padişah olduğuna karar vermişler. Halbuki Osmanlı Devleti"ni mutlak felâketten kurtararak âdetâ yeniden kuran bu padişahın da dindarlığına çok deliller vardır. İstanbul"daki bütün Sahâbe-i kiram kabirlerini bulup yaptıran, öte yandan Tophâne"de zarif Nusretiye Câmiini, Eminönü"nde Hidâyet Câmiini, Üsküdarda Adliye Câmiini, Arnavudköy"de Tevfikiye Câmiini inşâ ettiren O"dur. Vehhâbîleri işgal ettikleri Hicaz"dan çıkararak Hazret-i Peygamber"in kabri üzerine yeşil kubbeyi yaptıran O"dur. Hele Medine"deki Hücre-i Seadete hediye gönderdiği altın şamdan münasebetiyle yazdığı ve "Şemdan eyledim ihdâya cür"et yâ resûlallah.." diye başlayan na"tta Hazret-i Peygamber"e olan sevgisini çok içli ve edebî biçimde terennüm etmiştir. Ağır verem hastası iken, Çamlıca"da kızkardeşinin köşkünde fenalaşmış, "Beni bir câmiye kaldırın da, bari orada vefat edeyim" demiştir. Yeniçeri Ocağı"nı ve bununla organik bağı sebebiyle Bektaşî tekkelerini kapattığı için malum dedeler tarafından "Gavur Padişah" diye anılmış; yeni düzende yemleri kesilenler de bu hakaret sözüne dört elle yapışmıştı. İçki içtiğini de muhtemelen yine bunlar uydurmuştur.

     

    Sultan Mahmud"un içki içtiği söylenen oğlu Sultan Mecid ise Medine"de Mescid-i Nebevî"nin bugünki hâlini yaptırmış; Kâbe-i Muazzamaya kâşî tuğla döşetmiş; Hırka-ı Şerif, Dolmabahçe, Ortaköy, Teşvikiyye gibi zarif câmiler binâ ettirmişti. Hasta yatağında iken Medine halkından gelen mektubu hürmeten ayağa kalkıp dinlediği meşhurdur. Üstelik Nakşî meşâyihinden Yanyalı İsmet Efendi"ye bağlıydı. Türbesinin Sultan Selim câmii avlusunda, ama Sultan Selim"inkinden daha alçak yapılmasını istemiş; Yanyalı İsmet Efendi tekkesi müridlerinin her Cuma gecesi türbesinde hatm-i hâcegân yapmasını vasıyet etmişti. Bu nâzik ve içli padişah, yine de iftiralardan kendisini kurtaramamıştır. Hele zamane bir tarihçisinin gözüyle görmüş gibi padişahın sarhoş olup hammallar tarafından küfeye konup saraya getirildiği sözüne ne denir! Sultan Mecid, içki içseydi, bunu müptezel şekilde yapmayacak kadar nâzik bir insan idi.

     

    osmanli42007.jpg

     

    Yakışıklılığı, nazik ve demokrat tavırları ile modern Avrupa monarşilerindeki hükümdarları andıran Sultan V. Murad ise, amcası Sultan Abdülaziz"in feci ölümü üzerine ağır bir depresyon geçirmiş; şuuruna halel geldiği için tahttan indirilmişti. Bu halde bulunan bir insanın fiillerinden mesul tutulamayacağı âşikârdır. Kaldı ki kendisinin içki içtiği rivayeti, sağlam kaynaklarda geçmez. Nevzuhur tarihçinin de yazdığı gibi merhum Sultan Reşad içki içmezdi. Fakat keşke içki içseydi de, iktidarı İttihatçılara bırakmasaydı. Koca imparatorluk sayelerinde yıkıldı.

     

    Hele, Üsküdar Yeni Câmiini ve şehrin iki yanında çok zarif iki çeşme inşâ ettiren, hattatlığıyla meşhur Sultan III. Ahmed ile Nuruosmaniye câmii inşaatını başlatan, Rumelihisarı, Kandilli, Yeraltı, Beşiktaş Arab İskelesi, Üsküdar Mahmudiye, Defterdarkapı sı, Tulumbacılar Odası, Yalıköşkü câmi ve mescidlerini yaptıran Sultan I. Mahmud"un içki içtiğine dair hiç delil yoktur. Gelin görün ki yazar, Sultan Ahmed"in hangi balkonda hangi yastığa dayanarak kiminle rakı içtiğini, gözüyle görmüşcesine anlatıyor.

     

    Günlük hayatı neredeyse saniyesi saniyesine malum bulunan Sultan Hamid"in içki, hatta rom içtiği bilinmiyor. Ama dinî hassasiyetinde hemen herkes müttefik. Zevcesi Behice Kadınefendi, padişahın helâdan çıkıp banyoya gidene kadar abdestsiz yere basmamak için teyemmüm edecek derecede dindar olduğunu söylemiştir. İttihatçılar, II. Meşrutiyet"i müteakip, Sultan Hamid"i halkın gözünden düşürmek için neler söylemediler. . Abdullah Cevdet, "Sultan Hamid hakkında yüz yalan uydurdum. Bazısına kendim de inandım" demekten kendisini alamamıştır.

     

    Nevzuhur tarihçinin kaynağına göre, "Fatih Sultan Mehmed Han ve Sultan Bayezid-i Veli, komutanları ve vezirleriyle arada sırada ıyş ü nûş ederlerdi. Hatta Bayezid-i Veli, Sadrazam Gedik Ahmed Paşa"yı ışret sırasında katletmişti". Yazar ıyş ü nûş kelimesini içki âlemi; ışret kelimesini de içki diye tercüme etmiş. Sultan IV. Murad"ın şeyhülislâmı Zekeriyazâde Yahya Efendi"nin "Mescidde riyâmişler etsin ko riyayı/Meyhaneye gel kim ne riya var ne mürai" beytini yazarak "Eee, şimdi bu şiiri nasıl değerlendireceğ iz?" diyor. Divan edebiyatından ve tasavvuftan biraz anlayan, bunu değerlendirmekte zorluk çekmez. Şair ve tarihçilerin kullandığı ıyş ve ışret, sâki ve bâde gibi kelimeleri şahid gösterip de bu hükmü vermek tamamen hatâlıdır. Divan şiirinde meyhane tekkeyi; sâki sevgiliyi ve şeyhi; bâde ve şarap ise ilahî aşkı sembolize eder.

     

    Iyş, yaşamak; ışret, eğlence ve cümbüş demektir. İkisi de arapçadır. Eğlenmek illâ içki içmekle mi olur? Eşi dostuyla dinin izin verdiği şekilde eğlenmek yasak değil ki. Buna da ıyş ü ışret deniyor. Nûş, farsça içmek demek. Su için de kullanılır, şerbet için de. Dôlu eski türkçede içine su karıştırılan su dışındaki içecekleri anlatır. Ayrana da dôlu denirdi. Hatta Bursa"da askere ayran yapıp verdiği için Dôlu baba diye bilinen bir evliyânın kabri vardır. Sâki yalnızca içki dolduran değil, su veren kimse için de kullanılır. Zaten sâki, arapça sulayan demektir. Arapçada da "şarap" şürb edilen, yani içilen şey demektir. Şerbet, çorba, meşrubat, şurup gibi kelimeler hep aynı köktendir. Kur"an-ı kerimde içilmesi yasak olan hamr"dır. Fermantasyona uğramış içki demektir. Biz bugün buna şarap diyoruz. Ama eski metinlerde "şarap" içilecek her şey için kullanılır. Lisanını ve kelimelerini bilmeden bir devir hakkında rastgele hüküm vermek ne kadar hatâlı!

     

    Üstelik İslamiyette üzüm ve hurmadan yapılan şarap ve bundan elde edilen alkol kesinlikle haram olan bir içkidir. Bunun dışında bazı alkollü içkiler vardır ki kimi âlimler bunların ilaç ve ihtiyaç için sarhoş etmeyecek mikdarını içmeye cevaz vermiştir. Rom da bu kabildendir. O halde neyin ne için içildiğini bilmeden ahkâm kesmemek lâzım.

     

    Peki bu iddiaların maksadı ne olabilir? Muhtemelen muhafazakâr çevrelere mesaj verilmek isteniyor. Nasıl bir mesaj? İki ihtimal var: Birincisi, "Sizin çok övdüğünüz Osmanlı padişahlarının hâline bakın! İçki içerlermiş. Demek ki iyi insanlar değilmiş. Dolayısıyla temsil ettikleri değerler de böyleymiş. Gerçeği öğrenin!". İkinci ihtimal, "Bakın, dindarlıkları herkesçe malum olan Osmanlı padişahları bile içki içmiş. O halde siz de inad etmeyin, yolunda olduğunuzu söylediğiniz padişahlar gibi yapın!" Görülüyor ki bunlar abesle iştigalden başka bir şey değil. Her şey biraz da Osmanlı padişahlarını her istediğini yapabilen Avrupa krallarına benzetmekten kaynaklanıyor. El-insaf!

     

    Son devir ulemâsının büyüklerinden Seyyid Abdülhakim Efendi hazretleri dermiş ki: "Osmanlı padişahları, kendilerinden önceki hükümdarlar gibi değildir. Hepsi dindar insanlar idi. Dini muhafaza ettiler. Dinin direği idiler. İçlerinde bir tane kötü yoktur. Ama aralarında derece farkı vardır." Sevdiği ve büyük bildiği atalarına hakaret edilmesi, insanları incitmez mi? O halde müslümana düşen hüsnü zan etmektir. Kendilerini savunacak durumda olmayan tarihî şahsiyetler hakkında ileri geri konuşmak insana yakışmaz. Hele dedikodu ve iftirâdan kaçınmak, sadece dinî değil, herkesin uyması gereken ahlâkî bir vecibe olduğu unutulmamalıdır.

     

    Kaynak : Prof. Dr. Ekrem Ekinci (marmara üniversitesi türk hukuk tarihi profesörü. )

    KAYNAK


  4. Her dua edişimizde mutlaka şehitlik mertebesini Allah-u Teala'dan istemeliyiz.

     

    "...fitnenin doğuş ve yayılışına mani olamayarak yalnız kalble karşı durdukları için şehitlik nasip eder."

    Elimizden bir şey gelmese de, kalb ile buğz etmeli, fitneye kalb ile karşı durmalıyız demekki. Rabbimiz ne kadar merhametli.

     

    İmanın ilk şartı Allah-u Teala'ya imandır. Bunun için sadece İman ettim demek olmaz. Sevmek lazım gelir. Bu sevginin şatı da Allah için sevmek ve Allah için buğzetmektir.

     

    İmanın esası ve en kuvvetli alameti, hubb-i fillah, buğd-i fillah, yani Allah için sevgi, Allah için buğzdur. (Taberani, Ebu Davud, İ. Ahmed,)


  5. Efendi Hazretleri , "Biz mektûbat'ı anlamak için değil, bereketlenmek için okuyoruz" buyurmuştur.

     

    O büyükler, elbetteki anlıyorlar. Onların bize anlatmak istedikleri daha farklıdır.

    Mektubat kitabı bir deryadır, Ruhun gıdasıdır. insan okudukça feyz alır, bereketlenir.

     

    Maalesef, bugünun büyük doğucularının Imam-ı Rabbani'yi tanımadıkları aşikar.

     

    Umarım Üstad'ın "Büyük Doğu'culardan İmam-ı Rabbaniye sarılmayı Allah ve Resulüne sarılmanın en mükemmel şartı bilmelerini, olanca dikkat, haşyet ve basiret nazarlarını bu mektuplar üzerinde toplamalarını, her kelimesi derya kadar derin mektuplara karşı 'anladım, anlayamadım' demeden, bir mektuptaki müşkülü öbür mektupta çözmeye çalışmalarını dilerim." dileğine sarılırız.

     

    Selametle.


  6. Bilgiler için teşekkürler...

     

    Yazıyı okuyunca hemen aklıma bir kitap geldi :unsure:

     

     

    Prof. Dr. Ekrem Buğra Ekinci ve Prof.Dr. Ahmet Şimşirgil hocalarımızın "Ahmed Cevdet Paşa ve Mecelle" isimli kitabı var.

    Ben kitabı satın aldım. Ama daha okuma sırası gelmedi.

    Aşağıda kitabın arka kapak yazısı;

     

    Ahmed Cevdet Paşa Tanzimat devrinin en önemli devlet ve ilim adamlarından biri...

     

    İlber Ortaylı'nın tabiriyle "Medresenin son güneşi"...

     

    Şeyhülislâmlığın eşiğine kadar yükselmiş, her İlimde âlim, her fende mahir, tarihimizin son medar-ı iftiharlarından... Hayatını ve emsalsiz eseri Mecelle'yi anlatan bu eseri okurken; aynı zamanda devrin medrese hayatını ve ilmî seviyesini; Tanzimat'ın Osmanlı Devleti'ne getirdiği ikilik ve çatışmaları; ıslahatın millî bünyeye uygun cereyan etmesi için Cevdet Paşa'nın verdiği çetin mücadeleyi; ve ilim âlemine kazandırdığı ölümsüz eserleri bulacaksınız. İşte Mecelle'nin ilk yüz maddesinin de hoş bir üslupla açıklandığı bu kitapta her yönüyle AHMED CEVDET PAŞA...

     

    Ne demişler:

    Adem oldur ki ayağın çekîcek dünyadan. Zikrıt bil-hayr içre güzel adı kala.

     

    -----

     

    Diye geçiyor kitabın tanıtımında. İnşallah okuyacağım, kitaplığımda sırasını bekliyor.


  7. O askerlerin, o mücahidlerin müdafaasını, cihadını bizler ancak okuyabiliyoruz. Havsalamız bile almıyor zihnimizde canlandırabilmeye! Ve onların vatan uğurda feda ettiklerini görüp, sen neler yapıyorsun bre densiz? diye kendi kendime sorup vicdanımı sızlatmaktan başka yapabildiğimiz bir şey yok. He, varsa bile yaptıklarımız da, gel gör ki söylenebiliyor mu ecdadın yaptıkları yanında?

     

    Üstad ne güzel söylemiş;

     

    Genç adam, at yorganı!

    Sana haram, uyuman!

     

    Bize uyumak gerçekten de haram!

     

    Efendim, mevzuu Osmanlı, Ecdadımız, O şanlı mücahidlerdi. Belki daha önce forumda verildiyse kusura bakmayın -verilmediyse bunun için salt bir konu bile açmalı- ama Trradomir'in yazdığı "o askerlerin özverisi" söz öbeği bana aşağıdaki muhteşem, zihinleri bıçak gibi kesen "Kudüs'deki Son Osmanlı" anısını hatırlattı. Okuyanlarınız elbet vardır. Tekrar okumaktan zarar gelmez.

     

    KUDÜSTEKİ SON OSMANLI

    Müthiş bir hadise, göz yaşartacak türden....2004 yılında Frankfurt'ta hayatını kaybeden Merhum İlhan Bardakçı'nın Kudüs'te yaşadığı bir hatıra hakikaten ilginç ve bir o kadar da ibret verici. Okurken çok etkilendim. Ve bu satırlarda sizlerle paylaşmak istedim.

    Bardakçı anlatıyor ;

    ''Mevki Kudüs. Mekân Mescid ül Aksa, Tarih 21 Mayıs 1972 Cuma. Ben ve gazeteci arkadaşım rahmetli Said Terzioğlu, İsrail Dışişleri rehberlerinin yardımı ile bu mübarek makamı dolaşıyoruz. Kudüs Kapalı Çarşısı'nda rüzgâr gibi dolanan entarili kahvecilerin ellerindeki askılara çarpmadan biraz yürüdünüz mü, önünüze çıkan kapı sizi Mescid ül Aksa'nın önüne avuşturur. Mirac mucizesinin soluklanıldığı ilk Kıble'mize yani... Hemen oracıkta, ilk avlu vardır ki, hâlâ bizim lâkabımızla anılır. "12 bin şamdanlı avlu" derler oraya. Yavuz Selim 30 Aralık 1517 Salı günü Kudüs'ü devlete katmıştır da, ortalık kararmıştır. Yatsı namazını o avluda kılar. Kendisi ve bütün ordu beraber. Şamdanları yakarlar. Tam 12 bin şamdan... O isim oradan kalmadır. Sekiz on basamaklı geniş merdiveni adımladınız mı, o mukaddes Mescid'in bağdaş kurduğu ikinci

    avluya ulaşırsınız.

     

    Onu o merdivenin başında gördüm. İki metreye yakın bir boy... İskeletleşmiş vücudu üzerinde bir garip giysi... Palto?.. Hayır, kaput, pardösü veya kaftan?.. Değil. Öyle bir şey, işte. Başındaki kalpak mı, takke mi, fes mi? Hiçbsirisi değil. Oraya dimdik, dikilmiş. Yüzüne baktım da, ürktüm. Hasadı yeni kaldırılmış kıraç toprak gibi. Yüz binlerce çizgi, kırışık ve kavruk bir deri kalıntısı.

    Yanımda İsrail Dışişleri Bakanlığı Daire Başkanı Yusuf var. Bizim eski vatandaşımız. İstanbullu.

     

    "Kim bu adam?" dedim.

    Lâkaydi ile omuz silkti. "Bilmem." diye cevap verdi.

     

    "Bir meczup işte. Ben bildim bileli, yıllardır burada dururmuş. Çakılı gibi, hâlâ duruyor ya... Kimseye bir şey sormaz. kimseye bakmaz, kimseyi görmez." Kan mı çekti nedir? Nasıl, neden, niçin hâlâ bilmiyorum. Yanına vardım. Selâmünaleyküm baba." dedim.

    Torbalanmış göz kapaklarının ardında sütrelenmiş gibi jiletle çizilmişçesine donuk gözlerini araladı. Yüzü gerildi. Bana, bizim o canım Anadolu Türkçemizle cevap verdi:

    - Aleykümüsselâm oğul...

    Donakaldım. Ellerine sarıldım, öptüm öptüm...

    - Kimsin sen, baba? dedim.

    Anlattı ki, ben de size anlatacağım.

     

    Ama evvelâ biliniz. O canım Devlet (Osmanlı) çökerken, biz Kudüs'ü 401 yıl 3 ay 6 günlük bir hakimiyetten sonra bırakırız.

     

    Günlerden 9 Aralık 1917 Pazar günüdür. Tutmaya imkân yok. Ordu bozulmuş, çekiliyor, Devlet, zevalin kapısında. İngiliz girinceye kadar geçen zaman içinde yağmalanmasın diye oraya bir artçı bölük bırakırız. Âdet odur ki kenti zapteden galip, asayiş görevi yapan yenik ordu askerlerine esir muamelesi yapmaz.

     

    Anlattı, dedim ya. Gerisini tamamlayayım.

    - Ben, dedi, Kudüs'ü kaybettiğimiz gün buraya bırakılan artçı bölüğünden... Sustu. Sonra, elindeki silahın namlusuna sürdüğü fişekleri ateşler gibi zımbaladı:

    - Ben, o gün buraya bırakılmış 20. Kolordu, 36. Tabur, 8. Bölük, 11. Ağır

    Makineli Tüfek Takım Komutanı Onbaşı Hasan'ım..

    Yarabbi. Baktım, bir minare şerefesi gibi gergin omuzları üzerindeki başı, öpülesi sancak gibiydi...Ellerine bir kerre daha uzandım. Gürler gibi mırıldandı:

    - Sana, bir emanetim var oğul. Nice yıldır saklarım. Emaneti yerine teslim

    eden mi?

    - Elbette, dedim, buyur hele...

     

    Konuştu:

    - Memlekete avdetinde (dönüşünde) yolun Tokat Sancağı'na düşerse... Git, burayı bana emanet eden kumandanım Kolağası (Önyüzbaşı) Musa Efendi'yi bul. Ellerinden benim için bus et (öp). Ona de ki...

    Sonra, kumandanı olduğu takımın makinelisi gibi gürledi:

    - O'na de ki, gönül komasın. Ona de ki, "11. Makineli Takım Komutanı Iğdırlı

    Onbaşı Hasan, o günden bu yana, bıraktığın yerde nöbetinin başındadır. Tekmilim tamamdır kumandanım. dedi" dersin...

     

     

    Sonra yine dineldi. Taş kesildi. Bir kez daha baktım. Kapalı gözleri ardından, dört bin yıllık Peygamber Ocağı ordumuzun serhat nöbetçi


  8. Aşağıdaki makale 1994 Yılı Nisan ayı sayısı Tarih ve Medeniyet dergisinde Rahim ER imzası ile çıkmıştır. (O dergi şu anda masamdadır, inşAllah ilerleyen günlerde resimlerini de scannerdan taratırsam eklerim buraya)

     

    Tarih ile ilgilenen biri olarak, daha önce böyle bir makaleyi okumadığım için kendime çok kızdım. Her ne kadar Menderesler’i çok iyi tanısam da bu makale bana çok daha fazlasını verdi.

     

    Sizin de okumanızı istedim. Bir solukda okuyacağınızı ümid ediyorum.

     

    (Çile54)

     

    Menderesler’in Hayatından Bilinmeyen Bir Safha

     

    60’lı yıllar; Adnan Menderes’in çileli eşi Berrin Menderes; tahammülü zor acıları kalbine gömmüş olarak âbidevî bir sabırla evindedir.

     

    Beyi, Başbakan Adnan Menderes, ısmarlama bir mahkeme kararı ile 17 Eylül 1961 tarihinde asılarak idam edilmiştir.

     

    Ankara; bir öğle sonu... Menderesler’in evi. Berrin Hanım, düşünüyor: Adnan Bey’le nişanlanmalarını, düğünlerini, parti kurma günlerini, iktidar olmasını, bu millete yeniden insan olma zevkini yaşatmasını, yorulmak nedir bilmeyen hizmetlerini, milletimize olan aşkını, milletin coşkun sevgisini... Ve acı sonu: 27 Mayıs hükümet darbesini, o felâketli günleri, Menderes’in hapishane hayatını ve asılmasını... Kimbilir kaçıncı keredir aynı şeyleri düşünüyor.

     

    Berrin Menderes; koltuğunda, gözleri buğulu, bu hatıralarla haşır neşirken evin zili çaldı. Hanımefendinin zihninden akan film şeridi durdu; içinden “Kim olabilir acaba?” dedi. O, merakla beklerken, kapıya bakan hizmetçi geldi:

     

    “Efendim” dedi. “Adapazarı’ndan bir beyefendi sizi ziyaret etmek istiyor; kabul buyurur musunuz?”

     

    Hanımefendinin merakı daha da arttı. “Adapazarlı biri...” Kendisiyle ne alâkası olabilirdi ki?.. Önce kabul etmek istemedi. Zira, belli birkaç samimi dostun dışında zaten kimseyle görüşmüyordu. Çünkü, her karşılaştığı, merhumdan bahsediyor; bu da sürekli acılarını tazeliyordu. Ama, kapısına kadar gelmiş bir ziyaretçiyi, kederli gününde bile olsa geri çevirmek Berrin Hanım’ın nezaket anlayışına aykırıydı:

     

    “Lütfen içeri alınız...”

     

    Unutulmaz Bir Alışveriş

     

    Adnan Menderes’in de içinde bulunduğu uçak, 1959 senesinde İngiltere’ye giderken kaza geçirmiş, bir müddet Londra’da tedavi gören Başvekili, Türkiye’ye dönüşünde onbinlerce vatandaş karşılamış ve Allah’a şükür için birçok koyun, deve, sığır kesmişlerdi. Ama, Menderes idam edileceği zaman, yüz kişi, Beyazıt’tan Aksaray’a kadar bir protesto yürüyüşü yapamamıştı.

     

    Millet de, Berrin Hanım gibi gözyaşlarını içine akıtmış, tevekkül içinde Menderes ve arkadaşlarının kurtulmaları için ancak duâ edebilmişlerdi.

     

    İşte o gün gelen ziyaretçi de, bu sessiz milyonlar arasından biriydi... İçin için kavrulmuş bir çaresiz...

     

    Berrin Hanım’ın ricası ile karşısındaki koltuğa oturan misafire gerekli ikramlar yapıldı. Hal hatırdan sonra, Hanımefendi sordu:

     

    “Buyrunuz efendim; sebeb-i ziyaretiniz?..”

     

    “Efendim” dedi misafir, “Ben Adapazarı’nda kuyumcuyum. Dün hayatımın asla unutamayacağım bir alış-verişini yaptım.”

     

    Berrin Menderes, “Merak ettim” karşılığını verirken adam devam etti:

     

    “Efendim, dün sabah birileri bana bir nişan yüzüğü getirdi. Yüzüğü evirip çevirirken bir de baktım ki, iç kısmında ‘Adnan Menderes’ yazılı... Herhalde dedim, bunu Menderesler’in evinden çalmışlar. Hemen istedikleri parayı verdim ve bu eşsiz hatırayı yeniden size takdim için getirdim. Ne vicdansız insanlar var... Buyurunuz!”

     

    Sonra cebinden çıkardığı minik kutunun kapağını açtı ve yandaki sehpanın üzerine bıraktı.

     

    Berrin Hanım, kendisine getirilen yüzüğü ilk anda kabul etmek istemedi; zira o günkü değeri üç bin beş yüz liraydı ve bu para Berrin Hanım’da yoktu. Fakat kuyumcu onu satmak için değil, hediye etmek için getirmişti.

     

    “Yüzük Çalınmadı ki...”

     

    Adapazarlı kuyumcu, Hanımefendi’nin yüzüne baktı. Vakarla karşısında oturan bu güngörmüş, çınar kadın, elindeki kar gibi beyaz mendili ile gözyaşlarını siliyordu:

     

    “Hayır evlâdım!” dedi. “Yüzük çalınmamıştı. Beyefendinin bu kıymetli hatırasını parmağımdan hiç çıkarmazdım ki, çalınsın?”

     

    Misafir şaşırdı. Parmaktan çıkmayan bir yüzük, nasıl olur da ta Adapazarı’na kadar gelir ve kendisini bulurdu?

     

    Evet nasıl?.. Bu Adapazarlı kuyumcu öldüyse Allah rahmet eylesin; hayattaysa kendisine sıhhat, afiyet dileriz. Onun Adnan Menderes’in yüzüğünü Berrin Hanım’a getirmesi, bugün aradan şu kadar zaman geçtikten sonra, merhum Başbakan’ın ruh dünyasını derinlemesine tanımamıza vesile olmuştur.

     

    Büyükelçiye İhtar

     

    Şimdi, hadiseyi tam kavrayabilmek için hayli gerilere gidiyoruz.

     

    1930’larda siyasete giren, ancak 1945’e kadar kendini âdeta gözlerden saklayan, hatta parti grubu toplantılarında bile ta arkalarda oturan Adnan Menderes, üç arkadaşıyla birlikte CHP’den kopar ve Demokrat Parti’yi kurar.

     

    Demokrat Parti 1946’da seçime girer ama binbir sandık hilesiyle iktidara gelmesine mani olunur. Yani milletimizin hayatından dört yıl alınıp götürülür...

     

    O yıllar; ah o yıllar! Yolsuz, elektriksiz, traktörsüz, telefonsuz, susuz, ayakkabısız, üstsüz başsız yıllar...

     

    Bir köyde, ancak bir çift ayakkabı ve bir ceket vardır. Şehre inecek köylü, uysa da uymasa da, o rengi atmış eski püsküleri giyerek gider...Mahrumiyet ve sefalet günleri... Menderes, kahredici yokluğu gayet iyi görmektedir.

     

    DP, 1946’da çelmelendiği için iktidara gelememiştir. Ama halk, 14 Mayıs 1950 seçimlerinde, bu oyunu çok ağır cezalandırır; Demokrat Parti, bir beyaz ihtilâlle, ezici bir çoğunlukla seçimi kazanmıştır ve o güler yüzlü insan, Adnan Menderes artık başvekildir.

     

    Şimdi, kendisiyle birlikte milletin de yüzü gülmeye başlamıştır.

     

    Bir sevgili, bir millî kahraman haline gelen Adnan Menderes, gecesini gündüzüne katarak çalışmaktadır. Bu arada yurt içi ve yurt dışı seyahatler yapmaktadır.

     

    1952 senesinde Paris’tedir. Resmî görüşmeler bittikten sonra, Türk büyükelçisine sorar:

     

    “Sefir beyefendi! Fransa’da Osmanlı hanedanından kaç kadın vardır ve bunlar ne iş yapmaktadırlar?”

     

    Mâlum, hanedan mensupları topyekûn Türkiye dışına sürülünce, bunların bir kısmı da Fransa’ya yerleşmişlerdir.

     

    Bizim Büyükelçi, “Bilmiyorum Başvekil Hazretleri” cevabını verince, Adnan Bey asabileşir:

     

    “Bu malûmatı yirmi dört saat içinde istiyorum. Aksi halde sizi vazifeden almak mecburiyetinde kalabilirim.”

     

    Türk Büyükelçiliği, Fransız istihbaratının da yardımıyla ertesi gün listeyi hazırlar ve Başbakan’a arz eder.

     

    Bir İstifa Dilekçesi

     

    Başbakan, Hanedanın kadın âzâlarından kimlerin Fransa’da yaşadığına ve ne iş yaptıklarına dair yazıyı acı bir yüz ifadesi ile okur. Ancak, fazla bir şey belli etmemeye çalışarak, kağıdı katlayıp cebine koyar.

     

    Adnan Menderes, Türkiye’ye döndüğünde Çankaya’ya gider ve cebindeki kağıdı çıkartarak Reisicumhur Celâl Bayar’ın masasına bırakır:

     

    “Efendim” der. “Şu oldu, bu oldu. Fakat neticede, bu memleketi Türlklerin Hakanı, Müslümanların Halifesi ve teb’anın Padişahı sıfatı ile altı yüz yirmi dört sene idare etmiş bir ailenin kadın mensuplarının çoğunluğu, yaptığım tahkikata nazaran ve şu listede görüldüğü gibi Fransız ordusunda bulaşıkçılık yapmaktadırlar. Bu, hepimiz için yüz karasıdır. Hiç değilse Hanedan’ın kadın âzâlarını yurda kabul edelim. Kendilerine bakmamız insanlığımız icâbıdır. Ama bunu çok görürsek; bari bizim ordumuzda bulaşıkçılık yapsınlar.”

     

    Bayar, “Hayır!” der. “Müsaade edemem.”

     

    Bunun üzerine, Başbakan, derhal bir kâğıt alarak bir şeyler yazar ve Cumhurbaşkanı’nın masasındaki diğer kâğıdın yanına bırakır. Ardından, “Müsaadenizle efendim!” diyerek sür’atle odadan ayrılır.

     

    Celâl Bayar, önündeki kâğıda bir bakar ki, Menderes istifa dilekçesini vermiştir...

     

    Tabiî, âdeta şok geçirir.

     

    Araya, halen hayatta olan Demokrat Parti Muş Meb’usu Gıyasettin Emre’nin de olduğu bazı milletvekilleri, bakanlar girer, Menderes istifadan vazgeçirilir. Fakat Osmanoğulları’nın kadın mensupları da çıkartılan bir kanunla Türkiye’ye kabul edilirler...

     

    Kim Bu Ziyaretçi

     

    Vatanlarına avdet edenler arasında Sultan Abdülhamid’in zevcesi Müşfika Hanım Sultan ile kızı Ayşe Sultan Osmanoğlu da vardır. Teşvikiye tarafında bir kira evinde oturmaktadırlar.

     

    Bir sabah, erken sayılacak bir saatte, evin zili çalar. Kapıyı Ayşe Osmanoğlu açar. Karşısında bir beyefendi vardır.

     

    Ayşe Sultan, gelen şahısa, “Buyrun efendim, bir arzunuz mu vardı?” diye sorar. Kapıdaki adam:

     

    “Evet” der. “Şayet kabul buyururlarsa Valide Sultan’ı görmek istiyorum.”

     

    Ev sahibesi, “Bu erken saatte” dercesine, hayretle karışık bir tereddürtle:

     

    “Az müsaade ediniz lütfen, kendilerine arz edeyim” der ve hafif aralık bıraktığı kapının arkasında uzaklaşan ayak sesleri ile kaybolur. Kapının dışındaki beyefendinin kalbi, şimdi bekleme heyecanı ile daha yüksek atmaya başlamıştır.

     

    Kimdir bu adam? Oraya niçin gelmiştir?..

     

    Ayşe Osmanoğlu, az sonra geriye dönmüş, kapı önünde duran beyi “Buyurun efendim; sizi bekliyorlar” diye içeriye dâvet etmiştir.

     

    Adam, ev sahibesini takip eder. Biraz sonra, saraydan köye kadar, bizim hayatımızın o güzellikler üstü manzarası ile karşı karşıyadır:

     

    Kuşluk namazını eda etmiş Müşfika Sultan Hazretleri, başında kar gibi lekesiz tülbenti, elinde doksandokuzluk tesbihi ile seccâdesinde Rahman’ı zikretmektedir.

     

    Misafir, Valide Sultan’ın el işareti ile yanı başındaki koltuğa ilişir, Ayşe Sultan da sedire...

     

    Yabancı adam, beklerken içinden, “Allah’ım, ne kadar nurlu bir yüz’ Ne mübarek bir ana...” demektedir. Nihayet, Valide Müşfika Sultan, zikrini tamamlar ve elini yüzüne sürer. Meçhul misafir, hemen devlet ananın eline sarılır.

     

    “Berhudar olasın evlâdım, hoş geldiniz...”

     

    “Teşekkür ederim Valide hazretleri; hoş bulduk...”

     

    “Türkiye Sadrazamı”

     

    Bu sırada el öpme sahnesini seyreden Ayşe Sultan’ın gözü, az ötede duran bir günlük gazeteye ilişir ve birden heyecanlanır. Şu an annesi ile son derece hürmetkâr bir eda ile konuşan yabancı, işte şu gazetede fotoğrafı olan şahıstır. Ayşe Sultan, titrek bir sesle sorar:

     

    “Beyefendi! Siz Başvekil Adnan Menderes değil misiniz?”

     

    “Evet” der misafir, “bendenizim.”

     

    “Hay Allah” demekten kendini alamaz Ayşe Osmanoğlu ve devam eder:

     

    “Beyefendi, niçin önceden haberimiz olmadı? Böyle, hazırlıksız ve gâfil avlandık.”

     

    Başbakan Menderes, güleç bir yüzle cevap verir:

     

    “Zararı yok efendim. Bendeniz Valide hazretlerinin elini öperek hayır duâsını almak ve bir ihtiyacınız olup olmadığını öğrenmek için geldim.”

     

    “Fakat mahcup olduk” der Ayşe Sultan..

     

    “Estağfirullah efendim. Burada mahcup olması gereken biri varsa, o da benim. Ama haberli gelseydim, kapının önü gazeteci dolardı ve bana olan tavırları sebebiyle sizi üzebilirlerdi...”

     

    Ayşe Sultan, annesine döner ve bu darbeler, sürgünler, çileler yaşamış olan bu ihtiyar Valide Sultan’a onun anlayacağı şekilde ve sesini hafif yükselterek, durumu izah eder:

     

    “Anneciğim, bu beyefendi Türkiye Sadrazamı. Hayır duânızı almak ve bir ihtiyacımız olup olmadığını sual etmek için gelmiş.”

     

    Hâlâ seccâdenin üstünde olan Sultan Hamid’in kadın efendisi, asaletle cevap verir:

     

    “Ya!” der. “Pek mütehassis oldum. Dualarımız sizinle beyefendi hazretleri... Hiçbir ihtiyaç ve sıkıntımız yok. İyiler eksik değil. Bir mühendis beyefendi bu evi bize tahsis etti, kira almıyor; hem de her ay on bin lira harçlık veriyor.. Allah razı olsun, rahatız.”

     

    Adnan Menderes, yapılan ikramlardan sonra tekrar Müşfika Sultan’ın elini öper. “Efendim, işte şu hususî telefonum. Size hizmet etmek benim için şereftir. Emirlerinizi beklerim” der ve gider.

     

    Kapıdan ayrılırken, bu duygu yüklü insanın göz pınarlarında, dışarı akmamış iki damla gözyaşı vardır. Zira Osmanlı Hanedânı erkekleri hâlâ yurda girememektedir. İnsan başbakan da olsa, her zaman, her şeye muktedir olamıyor ki...

     

    Menderes, o gün o evden biraz hüzün, biraz memnuniyet ve fakat buruk bir ruh haliyle çıkar ve yine devletin yüzleri, binleri bulan meselelerine dalar.

     

    “Eğer Ölürsem”

     

    Bu ziyaretin üzerinden üç mü, beş mi, kaç yıl geçtiğini bilmiyoruz...

     

    Sene 1959...

     

    Adnan Menderes ve bir Türk heyetini İngiltere’ye götüren uçak, Londra üzerine geldiğinde, sis yüzünden iniş yapamaz; dolaşır, dolaşır ve sonra pilotun bütün gayretine rağmen yere çakılır. Başbakan’ın, hafif bir yarayla kazadan kurtulması, bütün Türkiye'de muazzam bir heyecan meydana getirir.

     

    Adnan Menderes, birkaç gün Londra’da tedavi gördükten sonra yurda döner.. İşte bu dönüş görülmeye değer. Bir gün öncesinden başlayarak, İstanbul-Yeşilköy havaalanı tıklım tıklım dolmuştur. İğne atılsa yere düşmeyecek gibi...

     

    O akşam, Menderesler’in evi geçmiş olsuna gelenlerle dolup taşar. Ancak gece yarılarına doğru aile kendi kendine kalabilir. İşte o sıcak aile ortamında Berrin Menderes, gülerek eşine:

     

    “Beyefendi” der. “Bir şey soracağım ama, lütfen hakikati bizden saklamayınız.”

     

    Menderes, “Rica ederim; neymiş sulâniz bakalım?” diye mukabele eder.

     

    “Suâlim şu” der Berrin Menderes: “Uçak tam düşerken, yani ölüme giderken ne düşünüyordunuz?”

     

    İşte, buraya dikkat edelim ve cevabı kulak kesilerek dinleyelim. Çünkü bir eşsiz vefa duygusu ve yüksek bir asaletle karşı karşıyayız:

     

    “Evet; çok iyi hatırlıyorum. Tayyare hızla yere doğru düşerken, birden şunu düşündüm: Acaba ben bugün burada ölürsem Berrin Hanım, Adülhamid yâdigarlarının ev kirası ile maaşlarını ödemeye devam eder mi; etmez mi..?”

     

    “Ya Kirayı Ödersiniz!..”

     

    Uçak kazası geçiren Menderes ölmez ama; bir yıl sonra 27 Mayıs 1960’ta, Eskişehir’de vatanın imarına devam ederken bir darbe ile alınır ve hapse götürülür. Gidiş o gidiş... Bundan sonra gelsin yalanlar, gitsin düzmeceler..

     

    İşte o hengâmede, 3 Haziran 1960 tarihinde Menderes’lerin evinin zili çalar. Kapıya gelen, Müşfika Hanım Sultan ile kızı Ayşe Sultan Osmanoğlu’nun oturdukları evin sahibi mühendistir. Her ay olduğu gibi kirayı almaya gelmiştir.

     

    Mühendis, “Eğer kira ödenemeyecekse ev tahliye edilsin” der...

     

    Vaziyet, kederler içindeki Berrin Menderes’e haber verilir...

     

    “Mutlu” der oğluna Berrin Hanım. “Çık da bir iki ahbaba git, bin beş yüz lira bulmaya çalış.”

     

    Annesi bunu der demez, Mutlu Menderes boşalır. Gözyaşları içindedir:

     

    “Anne, bize şu şartlarda kim bin beş yüz lira verir?..”

     

    “Şunu Sat ve Gel”

     

    Anne Menderes, çok müteessir olur ve o an sağ eli, sol eline gider. Usulca çıkardığı nişan yüzüğünü Mutlu’ya uzatır:

     

    “Şunu bir kuyumcuya sat ve gel”

     

    Yüzük bin sekiz yüz lira tutar. Onunla, ev sahibine kirası ödenir; ama Adnan Menderes’in Berrin Hanım için paha biçilmez kıymetteki yüzüğü de gözden çıkar.

     

    Berrin Menderes, ölüme giderken bile; bu memlekete asırlarca hizmet etmiş bir ailenin idbâr günlerinde kira ve maişetini düşünen bir aziz insanın hatırasına, fedakârlıkların en büyüğü ile sâdık kalmıştı... Hem şimdi Berrin Hanım da, onlar kadar olması bile, Müşfika Sultan ve Ayşe Sultan gibi ikbâl değil, idbâr günlerini yaşıyordu.

     

    Peki, bu iki Osmanlı hanımefendisi gerçeği öğrenebildiler mi?

     

    Ne demişler? “Acı haber çabuk işitilir.” Acı haber, çabuk işitildi ve acılar katmerleşerek büyüdü.

     

    İşte Adapazarlı kuyumcu, bu yüzüğü üç yıl sonra tekrar Berrin Menderes’e getirmişti...

     

    Kuyumcu, millet adına yüzüğün itibarını iade etmişti. Otuz yıl sonraysa, Turgut Özal, devlet adına Menderes’in itibarını iade edecekti.

     

    Bize bu toprakları vatan yapanların mekânları cennet olsun.

     

    “İdbâr” kelimesini mi soruyorsunuz? “İkbâl”in zıddı; iyi günlerden kötü günlere düşme...


  9. Öncelikle içten duanıza AMİN diyorum...

     

    Sonra geliyorum çekirge mevzuuna.

    Efendim, bildiğiniz gibi çekirge yemek dört mezhebte de caizdir. Yani şer'i olarak bir problem yoktur.

    Tadını bilmiyorum, ama yukarıdaki yazıyı okurken ağzımın suyu akmadı desem yalan olur. İlk fırsat da yiyeceğime emin olabilirsiniz :unsure:

     

    Not: İsmail Bilgin Hocam'a da teşekkür ediyorum. (kendisini en son Çanakkale ile ilgili bir sempozyumda dinlemiştim. Gerçekten müthiş bir insan. Eğer bu yazıyı daha önce okumuş olsaydım kendisine hasseten bu konu ile ilgili ayrıntılı sorular yöneltebilirdim :) )

     

    Trra, beni Haftasonu çekirge yemeğe çıkartır mısın? :D


  10. Osmanlı sonrası artık devlet ve toplum plânında ortadan kaldırılan İslâm'ın bütün bir tasarım halinde yani medeniyet projesi olarak yeni zaman ve mekân şartlarında nasıl olacağı Necip Fazıl'ın temel sorusu olmuş ve bunun cevabını da İdeolocya Örgüsü'yle vermiştir

     

    YAHYA DÜZENLİ (Hizmet-İş Sendikası Gn. Başkan Danışmanı)

     

    Üstad Necip Fazıl'ın 25. vefat yıldönümünde O'nun "İdeolocya Örgüsü"nü merkeze alarak bir "medeniyet tasarımcısı" sıfatıyla dikkatlere sunmak, bugün müthiş bir kavramsal altüst oluş yaşayan Müslüman entelektüellere bir şey ifade eder mi?

     

    Biraz daha geriye giderek, konuyu temellendirerek bu soruya cevap arayalım ve Üstad Necip Fazıl'ın Ontolojik anlamını tesbite çalışalım. Bugün kimi Müslüman aydın/kültür adamlarınca medeniyet tasarımı, medeniyet projesi kavramları soyut-ütopik-bağlamından kopuk olarak nitelendirilse de biz Necip Fazıl gibi işin tahkikinde olan bir mütefekkirin 40 yıllık çile ile ciğerinden kalemine kan çekerek örgüleştirdiği, kitaplık çapta bütünleştirdiği İdeolocya Örgüsünün lafzını bile okuma ihtiyacı hissetmeyenler konumuz dışında..

     

    Osmanlı sonrası gerek ferdî zuhur, gerekse de toplumsal zuhur için mutlak gerekli olan ihtiyacı (belki büyük iddia gibi gelebilir ama) sadece Üstad Necip Fazıl hissedebilmiş ve bunu İdeolocya Örgüsü ismiyle bütünleştirmiş, örgüleştirmiştir. Ne diyordu bu eserinin ilk baskısındaki ithafında ? "Ben bu eseri örgüleştirmek için yaratıldım." İfadesinin altını çizmemiz gerekiyor. Gene İdeolocya Örgüsü'nün girişinde "Fikirde, sanatta, anlayışta, anlatışta, buluşta, tutuşta, dağıtışta, toplayışta ve nihayet yaşanmaya değer hayatın ölçülerini billurlaştırma işinde dünyanın en büyük adamı olmak isterdim; nefsim için değil de, sırf O'nun ümmetinden en hakîr ferde düşen liyakat payını ve üstünlük derecesini göstermek için..." diyor.

     

    İşte Üstad'ın temel fonksiyonu, ne yapmak istediği ve yaptığı burada ortaya çıkıyor ve ortaya konuluyor. Üstad, Osmanlı sonrası artık devlet ve toplum plânında tefessüh eden, ortadan kaldırılan İslâm'ın bütün bir tasarım halinde yani medeniyet projesi olarak yeni zaman ve mekân şartlarında nasıl olacağı? temel sorusunun cevabını İdeolocya Örgüsü'yle vermiştir. Bunu da Büyük Doğu olarak isimlendirmiştir. Büyük Doğu; kendi ifadesiyle "Gelmiş ve gelecek zaman boyunca bütün eşya ve hadiseler zeminini avlamaya memur bir fikir ağı... Bu ruh, sistem ve ismin, bağlı olduğu iman mihrakına göre hiçbir istiklâli yoktur. Olanca saffet ve asliyetiyle İslâmiyete yol açma geçidi.. Ve çoktan beri kaybedilmiş bulunan bu saffet ve asliyeti 21. asrın eşiğinde eşya ve hadiselere tatbik etme işi..." İşte Üstad'ın bahsettiğim tecdid işlevini bu cümlede bulabilirsiniz. O'nun kendisi müceddit olduğunu söylemiyor. Biz O'nun yaptığı işin ve sadece ülkemiz için değil, tüm İslâm alemi ve tüm insanlık için ihtiyaç olan tecdid-yenilemenin ne olduğunu, ne olması gerektiğini O'nun İdeolocya Örgüsü'yle anlayabiliyoruz.

     

    O'nun şiirlerinin bütününü ihtiva eden Çile'sine bu gözle baktığınızda da aynı şeyi görürsünüz. Aynı tecdidi şiir idraki içerisinde yaşarsınız.

     

    İdeolocya Örgüsü'nün sonunda "İslamı Yenilemek" başlığı altında bu konuyu (teceddüt-yenileme) özet maddeler halinde manifesto şeklinde ortaya koyar: "İslâm yenilenmez. Anlayışı yenilemek gerekir. Anlayış mı? Nurun aynadaki aksi... Aynayı yenilemek... Güneş yenilenmez. Göz yenilenir. İslam, başı ve sonu olmayan ebedî yeninin ismi... Ona her an biraz daha nüfuz etmektir ki, yenilik...... Bunca zevalin ardından ancak kemal çığırı açılabilir..."

     

    Büyük fikir adamları, büyük ideologlar aynı zamanda büyük yenileyicilerdir. Bu yenileme asla reform'la karıştırılmaması gereken bir yenilenmedir. Reformist düşüncede asla, öze, temele ilişkin bir tağyir ve tebeddül sözkonusudur, tecdit-yenilemede ise asla, öze, temele bakan gözün yenilenmesi sözkonusudur. Yâni reformist düşüncede tamir-ıslahatçılık; tecdit-yenilemede ise tahkim-inkılâpçılık esastır.

     

    İDEOLOCYA ÖRGÜSÜ BİR MANİFESTODUR

     

    Büyük Doğu/İdeolocya Örgüsü; depo edilmiş, istiflenmiş bilgiler, malzemeler, malûmatlar yığını değildir. Konfeksiyon düşünceler, paketlenmiş fikirler değildir. Kendine özel terminolojisi, kavramsal düzeni (yeni deyimle) konsepti olan, çelişkisiz diyalektiği olan bir bütündür.

     

    O'nun Büyük Doğu'su; Allah ve Resulû'ne bağlılığın büyük borcunu yerine getirebilmenin aşk derecesinde Büyük Dâvâsını, Büyük Rüyasını, Büyük Duasını, Büyük Doğrusunu ifade eder. O'nun Büyük Doğu'su bir dünya görüşüdür. Önce bunu anlayabilmek lâzım. Burada İdeolocya Örgüsü'nün tahliline girmek gerekmiyor. Zaten o kendi kendisini tahlil ediyor, terkipleştiriyor.

     

    İdeolocya Örgüsü; kimse farkında değildir ki aynı zamanda İslâm'ın Anadolu coğrafyasındaki arkeolojik ifadesiidir. Medeniyet Tasavvuru'dur dedik.. Üstad'daki medeniyet tasavvuru/düşüncesi, onun fikir ve mücadele hayatının başından beri temellendirilmiştir. 1939 yılında yazdığı yazılarından birisinde "benim kafamda Asyacılık, eski Yunandan beri seyrini, istihalelerini bildiğimiz Avrupa medeniyeti dışında ve ona rakip ayrı bir medeniyet tasavvurudur. Bütün peygamberlere ve ruhî fenomenlere yataklık eden büyük Asya, şenliği tükenmiş mazisiyle olduğu kadar, onu zenginliklere boğacak şahsiyetli oluşların davet edeceği istikbaliyle de ayrı ve tam bir vaklıktır..." hükmünü veriyor. Bu ifadeleri ancak bugün anlayabilme rüşdüne erebiliyoruz. O da tam değil. Bugün medeniyetler diyaloğu veya medeniyetler çatışması şeklinde gündeme gelen medeniyet tasavvurlarında aslında ortaya konulabilecek, teklif edilebilecek medeniyet ruhu, kitaplık çapta bir bütün halinde sadece Üstad'ın İdeolocya Örgüsü'nde mevcuttur.

     

    Gene 1939'da "Dünya görüşü" eksikliğini ihtar eden Üstad diyor ki: "Bu devirde eline kalem almak cesaretini gösteren her insan, yapacağı en beylik teşbih ve kullanacağı en ucuz nükteyi bile, herkesçe malûm bir dünya görüşünün ölçülerine dayamak zorundadır." Bu ne müthiş bir tezatsızlık ve idraktir.

     

    Bu manâda Üstad'ın İdeolocya Örgüsü bir manifestodur. Üstad İdeolocya örgüsüyle ütopya'sı olan adamdır. Projesi, gelecek tasarımı olan adamdır. Büyük Doğu veya İdeolocya Örgüsü; bütün bir insan memuriyet ve mes'uliyetine Üstad'ın verdiği cevaptır. Sorumluluklar derece derece.. Üstadın yaşadığı gerçeklik ancak İdeolocya Örgüsü gibi bir cevabı gerektiriyordu. İdeolocya Örgüsü'ndeki birtakım kavramları, isimlendirmeleri bir türlü anlayamayanların Büyük Doğu'dan nasipleri yoktur. Üstad'ın kendisi İdeolocya Örgüsü'nün başında; "Eğer bu davayı bütünleştirebiliyorsak bizi ayakta ve saygıyla dinleyiniz; iddiamıza rağmen maskaralaştırıyorsak, maskaraların akıbetine mahkûm ediniz!!" demesine rağmen, her ikisi de gerçekleşmemiştir

     

    Kavram ve muhtevaya ilişkin müthiş bir iğdiş oluş yaşayan Müslüman aydınların kendilerini sorgulayacakları bir ayna olarak Necip Fazıl'a bakmalarının elzem olduğunu söylesem, abartılı olmayacak sanıyorum. O'nun yaptığı (Towarniki'nin Heidegger için söylediği gibi) "denenmesi gereken bir ilacın adı değil, bir görev, bir iş... O, üçbin yıl sonra da okunuyor olacak!.."

     

    25. ölüm yıldönümünde, O'nu rahmetle anıyoruz.

     

    KAYNAK


  11. Selamün Aleyküm,

     

    Maşallah kardeşim, ellerine sağlık. Hepsini okuyamadım amma okuduklarım hoş şiirlerdi.

     

    Yanlız, çok şansı olduğunu söylemeden edemeyeceğim. Neden mi? Zamanında biz de böyle dizeleri sıralardık forumun bu köşesinde göğsümüzü gere gere. Tabi, biz şiirleri yayınladıkça Panturk ve Trradomir denilen katiller dizelerimi kurşunlarına dizerlerdi hem de benim gözlerim önünde. :) Bu yüzden şanslısın, Trradomir ve Panturk denilen dize katilleri pek gözükmüyor buralarda..

     

    Eline sağlık.. Devam et yazmaya.


  12. Emeği geçen arkadaşlara teşekkür etmek lazım, her tema için ayrı bir header hazırlanmış, en çok fotoshopçu arkadaş yorulmuştur sanırım :)

    Başka bir forum, başka bir cms falan olsaydı her tema yüklediğinde ayrı bir xss, sql falan feşmekan açıklar da peşinde gelirdi. Achar üstad gerçi işini biliri :) Ee, kodlayanların da eline sağlık diyelim.

     

    Bir iki konu var değinmek istediğim :)

     

    Birincisi; temalardan birinde headerda üç hilal kullanılmış. Sizce sakıncası yoksa bence de yok :)

    İkincisi; temalardaki imza linkleri cryptolanmış mıydı?

    ~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~

     

    Elinize sağlık, Flural gerçekten çiçek gibi tema :)


  13. Yukarıda adı geçen sosyalist - ki ismini bile yazmak istemiyorum- zat-ı habis'i biraz araştırırsanız, Eshab-ı Kiram-ı kötüleyen, aşağılayan aciz bir yaratık olduğunu bulabilirsiniz. Bir kitabı ile kişiye hemen güzel sıfatlar, şehidlik mertebeleri nakşediliyor. Yazık ki ne yazık..! :angry:


  14. Enver Paşa’nın babası da Süleyman Nazif gibi Malta sürgünleri arasındadır. Nazif bir gün adamcağıza takılır “gel amca sana bir İngiliz dilberi alalım.”

    -Nerden icabetti şimdi, anlayamadım?

    -Türk kadından doğma oğlun koskoca Devlet i Âli Osmani’yi batırdı, İngiliz kadından doğan da Britanya’yı batırsın, hepimiz kurtulalım.

    -Niye öyle söylüyorsun evlad, ben hayatta harama uçkur açmadım.

    -Keşke helale de açmasaydın.

     

    ***

    Bir gün iki katır tarafından çekilen İngiliz vagonlarına hayretle bakan vatandaş mırıldanır: “Bu kadar yükü iki katır nasıl çekiyor?”

    -Bunda şaşacak ne var? Koskoca Osmanlı İmparatorluğunu üç katır (Talat, Cemal, Enver Paşaları ima eder) sürüklemedi mi?

     

    ***

    Malta sürgününden dönünce, Ahmet Haşim’e başından geçenleri anlatır.

    -Et ne mümkün birader. Bize verdikleri konserveler herhalde Pastörlü yıllardan kalmaydı.

    Haşim kızdırmak için laf sokar “İnsan etinden mi?”

    -Yok canım! İngilizler insan etini başkasına yedirirler mi?

     

    Siz Nehri

    Kibarlığıyla tanınan Abdülhak Şinasi Hisar bir gün kardeşine “Sen” deyince, Süleyman Nazif: “Doğrusu çok şaşırdım beyefendi” der, “ben sizin Sen Nehri’ne bile Siz Nehri dediğinizi sanırdım.

     

    ***

    Gencin biri Abdullah Cevdet hakkında “alçak” deyince müdahale eder “hayır, ona alçak diyemezsin!”

    “Aman efendim, siz geçen hafta neler söylemiştiniz neler!”

    “Alçağın da bir irtifaı vardır, bu herif çukurdur, çukur!”

     

    ***

    Duydunuz mu bilmem Şair Şinasi, kirden ve mikroptan felaket korkar. Öyle ki dostlarının elini dahi eldivenle sıkar.

    Bir gün garsondan su ister. Süleyman Nazif ekler: “Oğlum, beyefendinin suyunu yıka da getir”

     

    Buna da şükür

    Bir gün mürettipler mahçup mahçup gelir “Özür dileriz” derler, “bir yanlışlık olmuş, sizin yazınızın altında Florinalı Nazım’ın imzası çıkmış.”

    - Allah beterinden saklasın! Ya onun yazısının altında benim imzam çıkaydı!..

     

    ***

    Sedat Simavi “Resimli Gazete”yi çıkarmaktadır. Daha büyük resimler kullanmak için Süleyman Nazif’ten yazılarını kısaltmasını isteyince kafası atar.

    -Birader, siz Resimli Gazete değil, gazeteli resim çıkartmak istiyorsunuz galiba!

     

    ***

    Çokbilmişin teki Ahmet Haşim’i “Bağdatlı Arap” diye çekiştirince S. Nazif parlar: “Yapma birader” der, “Bağdat’ı kaybettik, bari Ahmet Haşim’e kıyma!”

     

    ***

    S. Nazif, Abdülhak Hamit’in yanında görünen hahifmeşrep kadından hiç hoşlanmaz. Bir gün dayanamaz: “Efendim” der, “Fatma Hanım ölünce ‘Makber’i yazmıştınız. Şu yanınızdaki ölürse her halde ‘Mezbele’yi yazarsınız.”

     

    Burası Pekin değil

    S. Nazif, Bağdat valisi iken ordu kumandanlığından bir telgraf gelir: “10 bin okka çayın temin edilip, yollanması hususunu bilgi ve müsaadelerinize...”

    Derhal cevap yollar: “Çin imparatoruna çekilmesi gereken telgraf, yanlışlıkla vilâyetimize gelmiştir. Malumatınıza...”

     

    ***

    S. Nazif bir ara Avrupa’da meşhur adamlar ölünce evlerinin müze haline getirildiğinden bahis açar. “Kapıda mermer bir levha düşünün, üzerinde pirinç harflerle ‘Edip Nazif Müzesi’ yazmışlar mesela...”

    Şair Nazım, heyecanlanmış olmalıdır, S. Nazif’in sözünü kesme gafletinde bulunur.

    - Sahi, ben ölünce kapıma ne yazarlar?

    S. Nazif ters ters bakar: “Kiralık Ev!.. Başka ne yazacaklar!”

     

    ***

    Edebiyatçı Celal Sahir bir sohbette, “Ben bir dul kadının ikinci kocası olmak istemem” deyince taşı gediğine koyar: “Birinci kocası mı olmak istiyorsun yani?”

     

    Kara yüzlüler

    S. Nazif, l. Dünya Harbi sırasında kömür alışverişine başlar. Tanıdıklarından biri bunu yadırgar. “Yıllarca valilikte bulunmuş, umuru devlet görmüş birisin, üstelik elin kalem tutar. Böyle küçük işlerle uğraşmak yakışıyor mu sana?”

    -Dostum bu savaştan yüz akıyla çıkacağımızı sanmıyorum. Hiç olmazsa benimki kömür karası olsun!..

     

    ***

    Karaosmanoğlu bir konuşmasında “vazifesini yaptı” deyince “Şu yapmak fiili çıkalı çok şey yıkıldı” diye çıkışır, “mademki “konuştu” yerine “konuşma yaptı” diyorsunuz, o zaman “geldi” yerine “gelme yaptı”, “gitti” yerine “gitme yaptı” demeniz yakındır.

     

    ***

    Bir gün, “Eyvah, beni hemen kuduz hastanesine kaldırın, aşı yapılsın” diye bağırır.

    Çevresindekilerde bir telaş, bir telaş “Ne oldu üstat?”

    “Ne olacak; dilimi ısırdım!”

     

    ALINTIDIR


  15. Demekki bu ülkede dinini yaşamayan çalışanlara , vatanı bölmeye çalışanları yeğliyor bazı kesimler.

     

    İslamiyet denilince vay laiklik elden gidiyor diye yırtınanlar, Sezer'in yaptıklarını görmüyorlar.

     

    Bunların gözünde tehlikenin ne olduğu açık...

    İşte felsefeleri; Vatanı böl, askeri şehid et, bebekleri öldür, sivillleri katlet ama müslüman olma!


  16. İstanbul’un fethinin manevî cephesi

     

    Bugün İstanbul’un fetih günü. İstanbul, 554 sene önce bugün fethedilmişti. Bu önemli fethin bir görünen cephesi, bir de görünmeyen, manevî cephesi vardır. Bilinen cephesini yani, siyasi ve askeri yönden yapılan çalışmaları herkes biliyor. Bu önemli fethin yıl dönümü vesilesi ile bilinmeyen veya az bilinen manevî cephesi üzerinde durmak istiyorum bugün.

    Bütün hazırlıklarını tamamladıktan sonra Fâtih Sultan Mehmed Hân, fetihten önce Akşemseddin, Akbıyık Sultan, Molla Güranı, Molla Hüsrev gibi zamanının bütün âlimlerinden, evliyâsından yardım istedi. Bu manevî komutanları yanına aldı. Uzakta olanları da manevî yolla yardıma çağırdı. Bunlardan biri de, Semerkand’da bulunun zamanın en büyüğü ve kutbu Ubeydullah-i Ahrâr hazretleridir. Torunu Hâce Muhammed Kâsım bu hâdiseyi şöyle anlatır:

    Dedem, Ubeydullah-i Ahrâr hazretleri, bir gün âniden atının hazırlanmasını istedi. Atı hazırlanınca, atına binip Semerkand’dan sür’atle çıktı. Talebelerinden bir kısmı da ona tâbi olup, arkasından onu takip ettiler. Biraz yol aldıktan sonra, Semerkand’ın dışında bir yerde talebelerine, “Siz burada durunuz, arkamdan gelmeyiniz!” buyurur.

     

    “Sana yardıma geldim!”

    Sonra atını Abbâs Sahrâsı denilen sahrâya doğru sürer. Bu emre rağmen Mevlânâ Şeyh adıyla tanınmış bir talebesi, bir müddet daha peşinden gider. Abbâs Sahrâsı’na varınca, atının üstünde sağa-sola gidip geldiğini, sonra da birdenbire gözden kaybolduğunu müşâhede eder.

    Ubeydullah-i Ahrâr bir müddet sonra evine döndüğünde, talebeleri nereye ve niçin gittiğini sorduklarında onlara, “Türk sultanı Sultan Muhammed Hân İstanbul’da kâfirlerle harbediyordu, benden yardım istedi. Ona yardım etmeye gittim. Allahü teâlânın izniyle gâlip geldi. Zafer kazanıldı” buyurdu.

    Bu hâdiseyi nakleden ve Ubeydullah-i Ahrâr hazretlerinin torunu olan Hâce Muhammed Kâsım, babası Hâce Abdülhâdî’den de şunu nakleder:

    “Yıllar sonra Bilâd-ı rûm’a (Anadolu’ya) gittiğimde, Sultan Muhammed Fâtih Hân’ın oğlu Sultan Bâyezîd Hân, bana babam Ubeydullah-i Ahrâr’ın şeklini ve şemâilini ta’rif edip, “Semerkand taraflarından, şu şekil ve şemâile sâhip, beyaz atlı bir zât, babama yardıma geldi” dedi. Ben de tarif ettiği zâtın babam Ubeydullah-i Ahrâr olduğunu ve beyaz bir atının olup bazan ona bindiğini söyledim. Bunun üzerine Sultan Bâyezîd Hân bana şöyle anlattı:

    Babam Sultan Muhammed Fâtih Hân’dan duydum: İstanbul’u fethetmek üzere savaştığım sırada, harbin en şiddetli bir ânında Allahü teâlâya yalvarıp, zamanın kutbunun imdâdıma yetişmesini istedim. (Şeklini ve şemâilini ta’rif ederek) Şu şu vasıfta ve şu şekilde beyaz bir at üzerinde bir zât yanıma geldi. Bana, “Korkma!” buyurdu. Ben de, “Nasıl endişelenmeyeyim, küffâr askeri pek çok dedim.”

    Ben böyle söyleyince, “Şuraya bak!” dedi. Baktım, orada büyük bir ordu gördüm. “İşte bu ordu ile sana yardıma geldim. Şimdi sen şu tepenin üzerine çık, kösün tokmağına üç defa vur. Orduna hücûm emri ver” buyurdu.

    Fâtih Sultan Mehmed Hân, yanında bulunan evliyalardan en çok hocası Akşemseddin hazretlerinden yardım gördü. Surların önünde, Bizanslılarla kıyasıya bir savaş oluyor, fakat surları aşarak şehre girmek mümkün olmuyordu. Bunun üzerine Fâtih Sultan Mehmed Hân, hocası Akşemseddîn hazretlerine haber gönderip, yanına gelmesini istedi. Fakat hocasının gelmediğini görünce, kendisi hocasının bulunduğu çadıra gitti.

    İçeri baktığında, hocasının kuru toprak üzerine secdeye kapandığını, sarığının düşmüş olduğunu, kendinden geçmiş bir hâlde, fethin gerçekleşmesi için Allahü teâlâya duâ ettiğini gördü. Gözlerinden akan yaşlar toprağı ıslatmıştı. Fâtih Sultan Mehmed Hân, bu hâli görünce sessizce oradan ayrılıp, askerinin yanına gitti. Kısa bir zaman sonra da, fetih gerçekleşti.

    Asker, İstanbul surlarından içeri girince, Akşemseddîn hazretleri, genç pâdişâha bir yer alındığında halka nasıl muâmele edileceği husûsundaki, dinin emrini bildirdi. Kimseye zulüm yapılmamasını, dinlerinden dönmek için zorlamaktan kaçınılmasını istedi.

     

    “İstanbul’un manevî fâtihi”

    Fâtih Sultan Mehmed Hân da, toplanan Hristiyan halka, “Herkes işine gitsin, kimseye dokunulmıyacaktır. Hiç kimse dininden dönmesi için zorlanmayacaktır” diye ilân ettirdi.

    İstanbul’a girişte tarihte benzerlerine az rastlanan mütevazılıklar yaşandı. Halk, yaşlı biri olduğu için, Akşemseddîn hazretlerini pâdişâh zannedip, tezâhürâtta bulunuyorlardı. O da:

    - Ben pâdişâh değilim, diyerek hazret-i Fâtih’i gösteriyordu. O da:

    - Sultan Mehmed benim fakat, O benim hocamdır. İstanbul’un ma’nevî fâtihi O’dur, diyordu.

    Askerlere ganîmet dağıtım işi bittikten sonra Akşemseddîn hazretleri bir konuşma yaptı:

    - Ey gâzîler, bilin âgâh olun ki, cümleniz hakkında, âhir zaman Peygamberi, server-i kâinât efendimiz, “Ne güzel askerdir onlar” buyurmuştur. İnşâallah cümlemiz affedilmiştir. Aldığınız ganîmet mallarını isrâf etmeyin. Harap olmuş İstanbul’un i’mârında, pâdişâhımıza yardımcı olun! O’nun emirlerine itâat edip, O’na muhabbet besleyin!

     

    Gönül Bahçesi

    Mehmet Oruç

    29 Mayıs 2007 Salı

     

    KAYNAK

     

     

    ------------------------------------------------------------------------------------------------------

     

    İstanbul Büyükşehir Belediyesi tarafından tertip edilen Fetih Kutlamaları;

     

    Bu akşam saat 19.30’da Cemal Reşit Rey Konser Salonu’nda Fetih Resepsiyonu verilecek. Ardından Fetih Sergisi’nin açılışı gerçekleştirilecek. Aynı gün saat: 20.00’de Ferhat Göçer de bir konser verecek.

    Haliç üzerine 3 adet şat kullanarak platformlar kurulacak. Geçmiş kutlamalardan farklı olarak 200x25 metre ebadında deniz üzerine kurulacak su perdesine 3D tekniğiyle hazırlanmış “Fetih Filmi” yansıtılarak su, ses, ışık efektleriyle fetih bire bir yaşatılacak. Filmin ardından deniz yüzeyinde duran, müzikle senkronizeli fıskiye sistemleri ve ışık boyama sistemleri ile Haliç’te rengarenk özel bir şov yapılacak.

    Bugün, 21.30-22.00 saatleri arasında Eski Galata Köprüsü üzerinde Askeri Mehteran Takımı konser verecek. Konserin bitimiyle deniz üzerinden yapılacak havai fişek, lazer ve ışık gösterisiyle Haliç’te Fatih kutlamaları tamamlanacak.

     

    50 km. uzaktan görülecek

    Koç Müzesi çevresine, su perdesi arkasına ve Eski Galata Köprüsü üzerine, 14 adet 40 watt gücünde özel lazer sistemleri yerleştirilerek özel ışık gösterileri yapılacak. Bu sistem 50 kilometre uzaklıktan görülebilme özelliğine sahip olduğundan Haliç lazer ışıkları ile kaplanabilecek. Yine, 50 metre uzaklıktan görüntünün yansıtılmasını sağlayabilen 24,000 ‘ansilümenlik’ 8 adet ‘Editistie’ sistemi kullanılarak su perdesi üzerine görüntüler yansıtılacak. Su perdesi üzerine yansıtılan görüntülerde filmin içeriğinde bulunan özel alev efektleri, 7-8 metreye kadar alev verebilen, 6 adet alev makinesi ile canlı olarak yapılacak.


  17. “Sultânüş Şuara” Necip Fazıl Kısakürek

     

    Şair, romancı, hikâyeci, piyes yazarı ve fikir adamı Üstâd Necip Fazıl Kısakürek, 26 Mayıs 1904’te, İstanbul’da büyük bir konakta doğdu. Alâüddevle devrinin Şeyhülislâmı Mevlâna Bektût Hazretlerine dayanan Dülkadiroğullarına bağlı “Kısakürekler” soyuna mensuptur...

     

    Amerikan Koleji’nde okudu

    Çeşitli okullarda, bu arada Amerikan Koleji’nde okudu ve orta öğrenimini Bahriye Mektebi’nde yaptı. Bu askeri okulda, din derslerini, Aksekili Ahmed Hamdi, tarih derslerini Yahya Kemal’den görmüş, ama asıl anlamda “edebiyat ve felsefeden riyaziyeye ve fiziğe kadar iç ve dış birçok ilimde derin ve mahrem mıntıkalara kadar nüfuz edebilmiş” dediği İbrahim Aşkî’nin etkisinde kalmıştır. Bahriye Mektebi’nin “namzet ve harp sınıflarını bitirdikten sonra” Darülfünun Felsefe Bölümü’ne girmiş ve oradan mezun olmuştur.

    Necip Fazıl Kısakürek’in felsefedeki en yakın arkadaşlarından biri Hasan Ali Yücel’dir. Milli Eğitim Bakanlığı bursu ile bir yıl Paris’e gitmiştir. Yurda döndükten sonra Hollanda, Osmanlı ve İş Bankalarında memurluk ve müfettişlik gibi görevlerde bulunmuş, Ankara’da Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi, Devlet Konservatuvarı ile İstanbul’da Güzel Sanatlar Akademisi’nde dersler vermiştir. Daha gençlik yıllarında basınla ilişkiye geçen Kısakürek, bu tarihten sonra memurlukla ilişkisini kesmiş, hayatını yazarlık ve dergicilikten kazanmaya başlamıştır.

    Necip Fazıl’ın ilk gençlik yılları bohem bir yaşayış içinde geçer. O, hep bir arayış içindedir. İşte tam o günlerde, son devir âlimlerinden Abdülhakîm Arvâsî’yle tanışır. Bu tanışma onun hayatında dönüm noktası olur ve hayatı değişir...

    O, hep gençlik için çırpınır ve yüze yakın eser verir... Anadolu’da verdiği konferansları büyük ilgi görür...

     

    “Demek böyle ölünürmüş!”

    “Şâirler Sultanı” Necip Fazıl artık yaşlanmıştır... Onun için daima sırlarla dolu mayıs ayında bir gece, yatağında doğrulup, elâ gözlerini pencereden dışarıya, derin karanlığa diker. Ne görür bilinmez; pembeden daha kırmızı dudakları son defa kıpırdar:

    “Demek böyle ölünürmüş!..”

    79 yıllık hayatı ve eserleriyle her dem, “hayal kanatları kan içinde” tek başına uçar gibi yaşadı. 25 Mayıs 1983’te, Eyüpsultan Kabristanında toprağa verildi.

     

    Meşhurların Son Sözleri

    Vehbi Tülek

    25 Mayıs 2007 Cuma

     

    KAYNAK:http://www.turkiyegazetesi.com.tr/makaledetay.aspx?ID=330914


  18. Kadının hal-i pür melali

     

    1850’li yıllara kadar, bütün dünyada ailenin yapısı hemen hemen aynıydı. Erkek evin geçimi sağlar, kadın da ev işleri ile, çocuklarının eğitimi ve yetişmesiyle uğraşırdı. Sanayi devrimi ile beraber evin geçimine kadın da dahil edildi. Bu, görünüşte kadına bir iyilik olarak sunuldu. Fakat patronların gizli niyeti başkaydı. Bu da, kadını ucuz işçi olarak gördüklerinden, kadını istismar ederek zenginliklerine zenginlik katmaktı. Bu maksatla, “Kadınlara özgürlük”, “Ekonomik bağımsızlık” gibi cazip sloganlar ile zaten çok yorucu olan ev işlerine ilaveten kadına bir de geçim yükü yüklendi. Gücünün çok üzerinde yük yüklendiği için de kadının vücut kimyası bozuldu. Günümüz kadınının bu halini, “Kadının Hal-i Pür Melali” (Kadının perişan hali) yazısı ile “Bazaar” moda dergisinde Candan Turhan hanım çok güzel dile getirmiş:

     

    Bu halimiz hal değil!

     

    “Ne olacak bu halimiz? Bir türlü olamadık, olduramadık, dolduramadık; olunması gereken halleri halledemedik. Boşa koyduk dolmadı, doluya koyduk almadı. Bizden önce, kadınların sorunu hiçbir şey olamamaktı; bizimki her şey olabilmek. Yaş geliyor kemale, biz hâlâ kendimizi oradan buraya atıp, çırpınıp çabalayıp duruyoruz; böyle de olacağız, böyle de yapacağız diye diye perişan oluyoruz. Bu halimiz hal değil; gidişat gidiş değil!

     

    Daha genç kızlardık; ilk seçeneğimiz annelerimiz gibi olmamak ya da annelerimizden farklı olmaktı. Hedef, annelerimizin tam tersi olmaktı: “Özgür kız” olacaktık. Okuyacak, çalışacak, gezip tozacak, günümüzü gün edecektik. Olunması gereken buydu. Evle, evlilikle, annelikle ilgili her şeyden uzak duracaktık. Bunun için, kendimizi eğitime verdik. Okuduk, öğrendik, doymadık, gidebileceğimiz kadar yükseldik.

    Sonra çalışmaya giriştik. Bizden önceki neslin yapmadıklarını, yapamadıklarını yapmaya soyunduk. İşte yükseldik, kendimizle gurur duyduk. Ama bu durum da çabucak sıradanlaştı, tatminkârlığı azaldı, eksik bir seyler hissettik yine de.

     

    Çevremizdeki tüm kadınlar gibi iyi eğitimli, evli, süper kariyerli, kendini geliştiren bir kadındık! Boşluğa düşmek üzereydik ki “kendimizi geliştirebileceğimiz” yeni bir alana dikkat çekti egemen güçler: Güzellik!.. Ve daldık estetik girdaplarına.

     

    Neyse; biraz uğraş, biraz masrafla en güzel, en bakımlı da olundu. Ama çevredeki kariyersiz kadınlar çocuk yapmayı da beceriyordu arada. Elbette onu da yapabilirdik. Sağlıklı, akıllı, güzel hamileler olamaz mıydık? Olduk tabii. Eh, çocuğumuzu el yordamıyla, sıradan yöntemlerle yetiştirecek halimiz yok ya! Kitaplar, dergiler, pedagoglar, konferanslar, danışmanlar, çocuğa bol zaman mı ayıralım, kaliteli zaman mı falan derken zaten ayıracak ne zaman kaldı ne enerji.

    Bu böyle sürüp giderken fark etmediğimiz, görmezlikten geldiğimiz bir şey vardı ama; çok temel bir hata, ta başından itibaren oyunu geçersiz kılan: Erkeklerin kurallarıyla, erkeklerin oyunuyla oynuyorduk! Erkek dünyasının taleplerini ve gereklerini hiç tereddütsüz birebir üzerimize almış, gereken bütün “safra”larımızı bırakmış ve onlarla “bir”miş gibi onların oyununda onlarla aşık atmaya kalkıyorduk. Beceriyorduk da, iyi rekabet koyuyorduk, ama pozisyon itibarıyla oyunun kazananı baştan belli değil mi?

    Sen kalk kendi canım niteliklerini hor görüp bir kenara koy, ondan sonra “Aman ne başarılıyım, ne güçlü kadınım, nasıl da kendi dünyalarında erkeklere kök söktürüyorum!” diye gurur duy, bravo vallahi... Oyuna geldik, oyuna! Oyun onların oyunu, “kendinin” dişilik kısımlarını ezip erkek rolleri üstleniyorsun oynayabilmek için. Erkeklerin oyununu becerdin, aferin, ama içinde işkence çeken, küçük çürümüş, ezilip aşağılanmış, bir işe yaramaz sayılmış bir kadıncağız var şimdi, hayırlı uğurlu olsun...

     

    Uyanalım bu tuhaf rüyadan

     

    Haydi uyanalım bu tuhaf rüyadan: Daha fazlasını, daha iyisini, en mükemmelini istememiz en başta, bizim talebimiz değildi; bize ait olmayan bir dünyanın talebiydi. Her alanda, her anlamda rekabete girmek kadınlara ait bir dürtü değil. Kendimizi böylesine kırbaçlamak, böyle zora koşmak hiç kadınsı bir yaklaşım değil. Kendimizi içinde bulduğumuz dünyaya ayak uyduralım derken kadınlığa ait tüm güzelliklerimizi, en güzel niteliklerimizi bir kenara bıraktığımızın farkına varan yok mu? Ve bu uğraşımız sonucu ortaya pek de şaşırılmaması gereken bir karmaşa çıktığının: “Kadınlığı” azalmış ama çok güzel, çok seksi, en maharetli, süper anne ve harika eş olduğuna inanan kadınlar. Karşısındakinin rakibi mi, kadını mı olduğunu anlayamayan, neye göre davranacaklarını bilemeyen erkekler.

    Hep karşıt şeyler sokuldu kafamıza. Seçemedik bu kadar çok seçenek arasından, hepsini almak istedik, her şeyi birden arzu ettik. Ne çok vazife yüklendik, ne beklentiler üstlendik: Muhteşem bakımlı ve çalışkan ve becerikli olduk, perişan olduk, sonra da ortaya agresif kadın türü çıktı, her zaman yırtıcı, savaşcı, istediğini elde etmeye odaklı, bunun için duruma göre ya aktif agresif, ya da pasif agresif olan. Hepsi bir yana: Mutsuz ve savaş içinde!”

×
×
  • Create New...