Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]
nedmanün

Hikayeler, Kıssadan Hisseler

Recommended Posts

Acele karar vermeyin

 

Köyün birinde bir yaşlı adam varmış. Çok fakirmiş, ama Kral bile onu kıskanırmış... Dillere destan bir beyaz atı varmış ki, tarifinden diller aciz. Kral bu at için ihtiyara nerdeyse hazinesinin tamamını teklif etmiş, ama adam satmaya yanaşmamış..

 

"Bu, sadece bir at değil benim için; o bir dost. İnsan dostunu satar mı" dermiş hep. Bir sabah kalkmışlar ki, at yok. Köylü ihtiyarın başına toplanmış:

 

"Seni ihtiyar bunak, bu atı sana bırakmayacakları, çalacakları belliydi. Krala satsaydın, ömrünün sonuna kadar beyler gibi yaşardın. Şimdi ne paran var, ne de atın" demişler...

 

İhtiyar:

 

"Karar vermek için acele etmeyin" demiş.

 

"Sadece at kayıp" deyin, "Çünkü gerçek bu. Ondan ötesi sizin yorumunuz ve verdiğiniz karar. Atımın kaybolması, bir talihsizlik mi, yoksa bir şans mı? Bunu henüz bilmiyoruz. Çünkü bu olay henüz bir başlangıç. Arkasının nasıl geleceğini kimse bilemez."

 

Köylüler ihtiyar bunağa kahkahalarla gülmüşler. Aradan 15 gün geçmeden at, bir gece ansızın dönmüş... Meğer çalınmamış, dağlara gitmiş kendi kendine. Dönerken de, vadideki 12 vahşi atı peşine takıp getirmiş. Bunu gören köylüler toplanıp ihtiyardan özür dilemişler.

 

"Babalık" demişler, "Sen haklı çıktın. Atının kaybolması bir talihsizlik değil adeta bir devlet kuşu oldu senin için, şimdi bir at sürün var.."

 

"Karar vermek için yine acele ediyorsunuz" demiş ihtiyar. "Sadece atın geri döndüğünü söyleyin. Bilinen gerçek sadece bu. Ondan ötesinin ne getireceğini henüz bilmiyoruz. Bu daha başlangıç. Birinci cümlenin birinci kelimesini okur okumaz bir kitap hakkında nasıl fikir yürütebilirsiniz?"

 

Köylüler bu defa açıkça ihtiyarla alay etmemişler, ama içlerinden "Bu herif sahiden geri zekalı" diye geçirmişler... Bir hafta geçmeden, vahşi atları terbiye etmeye çalışan ihtiyarın tek oğlu attan düşmüş ve ayağını kırmış. Evin geçimini temin eden oğul şimdi uzun zaman yatakta kalmak zorundaymış. Köylüler yine gelmişler ihtiyara. "Bir kez daha haklı çıktın" demişler.

 

"Bu atlar yüzünden tek oğlun, bacağını uzun süre kullanamayacak. Oysa sana bakacak başka kimse de yok. Şimdi eskisinden daha fakir, daha zavallı olacaksın" demişler. İhtiyar

 

"Siz erken karar verme hastalığına tutulmuşsunuz" diye cevap vermiş.

 

"O kadar acele etmeyin. Oğlum bacağını kırdı. Gerçek bu. Ötesi sizin verdiğiniz karar. Ama acaba ne kadar doğru. Hayat böyle küçük parçalar halinde gelir ve ondan sonra neler olacağını siz asla bilemezsiniz."

 

Birkaç hafta sonra, düşmanlar kat kat büyük bir ordu ile ülkelerine saldırmış. Kral son bir ümitle eli silah tutan bütün gençleri askere çağırmış. Köye gelen görevliler, ihtiyarın kırık bacaklı oğlu dışında bütün gençleri askere almışlar. Köyü matem sarmış. Çünkü savaşın kazanılmasına imkân yokmuş, giden gençlerin sonunda ya öleceğini ya da esir düşeceğini herkes biliyormuş.

 

Köylüler, yine ihtiyara gelmişler...

 

"Yine haklı olduğun ortaya çıktı" demişler. "Oğlunun bacağı kırık, ama hiç değilse yanında. Oysa bizimkiler, belki asla köye dönemeyecekler. Oğlunun bacağının kırılması, talihsizlik değil, şansmış meğer..."

 

"Siz erken karar vermeye devam edin" demiş, ihtiyar. "Oysa ne olacağını kimseler bilemez. Bilinen bir tek gerçek var. Benim oğlum yanımda, sizinkiler askerde... Ama bunların hangisinin talih, hangisinin şanssızlık olduğunu sadece Allah biliyor."

Share this post


Link to post
Share on other sites

ARKADAŞ

Vietnam Savaşı sonrası... Evine dönmekte olan bir asker San Francisco'dan ailesini aradı: "Anne, baba eve dönüyorum, ama sizden bir şey rica ediyorum. Yanımda bir arkadaşımı da getirmek istiyorum."

 

 

 

"Memnuniyetle, O'nunla tanışmak isteriz", diye cevapladılar. Oğulları "Bilmeniz gereken bir şey daha var." diye devam etti.

 

"Arkadaşım savaşta ağır yaralandı, bir mayına bastı ve bir koluyla ayağını kaybetti. Gidecek hiçbir yeri yok ve O'nun gelip bizimle kalmasını istiyorum."

 

"Bunu duyduğuma üzüldüm oğlum. Belki O'nun başka bir yer bulmasına yardımcı olabiliriz."

 

"Hayır. Anne, baba O'nun bizimle kalmasını istiyorum."

 

"Oğlum." dedi babası. "Bizden ne istediğini bilmiyorsun. O'nun gibi özürlü biri bize korkunç yük olur. Bizim kendi hayatımız var ve bunun gibi bir şeyin hayatımıza engel olmasına izin veremeyiz. Bence bu arkadaşını unutup eve dönmelisin. O kendi başının çaresine bakacaktır."

 

Oğlu o anda telefonu kapattı.

 

Ailesi O'ndan bir süre haber alamadı. Ama birkaç gün sonra, San Francisco polisinden bir telefon geldi. Oğullarının yüksek bir binadan düşüp öldüğünü öğrendiler. Polis bunun intihar olduğuna inanıyordu. Üzüntü dolu anne-baba hemen San Francisco'ya uçtular ve oğullarının cesedini tespit etmek için şehir morguna götürüldüler.

 

Anne-baba oğullarını hemen tanıdılar yalnız bilmedikleri bir şeyi de öğrenince dehşete düştüler:

 

Oğullarının sadece bir kolu ve bir bacağı vardı...

Share this post


Link to post
Share on other sites

Ayak izleri

Adamın biri, bir gece bir rüya görmüş, Upuzun bir kumsal boyunca dostu ile yürüyormuş.

 

Onlar yürürken tam karşılarındaki gökyüzünden de

 

Bir film şeridi gibi, adamın hayatından sahneler geçiyormuş.

 

Kumsal adamın hayat yolu imiş sanki

 

Adam kumda iki çift ayak izi kaldığında dikkat etmiş . . .

 

Bir çifti kendisinin, bir çifti Dostunun.

 

Hayatının son sahnesi de gökyüzünden geçtikten sonra adam,

 

Kumdaki ayak izlerine boydan boya bir daha bakmış ve

 

Birden bir şey dikkatini çekmiş:

 

Hayat yolunun pek çok bölümünde

 

kumda sadece bir çift ayak izi

 

ve adam dehşet içinde farketmiş ki,

 

ayak izlerinin, tekleştiği zamanlar,

 

hayatının en kötü, en acı anlarına rastlıyor...

 

Bu keşfi onu fena halde rahatsız etmiş

 

ve dostuna sormaya karar vermiş.

 

Dostum! Eğer ben bir terslik yapmazsam

 

her zaman yanımda olacağını,

 

her zaman yanıbaşımda yürüyeceğini söylemiştin . . .

 

Oysa hayat yoluma bakıyorum.

 

En zorlu, en kötü, an acılı anlarımda

 

sadece bir çift ayak izi görüyorum kumda . . .

 

Anlamıyorum dostum anlamıyorum . .

 

Hayatın kolay günlerinde yanımda yürüyorsun da

 

sana en muhtaç olduğum anlarda beni niye terk ediyorsun ?

 

Dostu gülümseyerek cevap vermiş:

 

Sevgili, çok sevgili dostum.

 

Ben seni çok sevdim ve hiç terketmedim.

 

Hayat yolundaki en zorlu sınav günlerinde,

 

yani en acılı, en kötü anlarında

 

kumda hep bir çift ayak izi gördün.

 

Dikkat et!

 

Ayak izleri teke indiğinde derinleşiyor.

 

Çünkü o sıralar ben, seni kucağımda taşıyordum . . .

Share this post


Link to post
Share on other sites

SEN SÖYLE MEVHİBE

 

Kapıyı titreyen elleriyle kapattı. Anahtarı üç defa çevirdikten sonra yine de yokladı. Pişmanlık duygusu, içine soğuk bir nefes gibi yayıldı. Elinin tersiyle, buğulanmış gözlerini ovuştururken, “Affet beni Allah’ım!” diye mırıldandı. Anahtarı pantolonunun cebine bıraktı ve hızlı adımlarla uzaklaştı. Hava yeni yeni kararıyordu. Mağazaların önünden geçerken, ürkek bakışlarla ahbaplarının akşamlarını hayırladı. Arkasından seslendilerse de beklemedi. Sonraki caddeye yönelerek, gittikçe azalan kalabalığa karıştı.

 

Çarşı esnafı birbirini iyi tanıdığı için Mustafa’nın ürkek tavırları gözlerden kaçmadı. Çünkü o, işi ne kadar acele de olsa, hatır sormadan geçmezdi. “Bu akşam başka bir hâl vardı Mustafa’da.” Bakışlardan kaçarcasına aralarından sıyrılıvermesinden belli oluyordu garipliği. Kaç yıldır aynı çarşıda komşuluk yapmalarına rağmen, bu hâline ilk defa şahit oluyorlardı. Evet evet, bir tuhaflık vardı onda. Havadaki şaşkınlığı, sözlerden çok birbirine çarpan bakışlar anlatıyordu ve bu bakışlar, Berdi Mustafa’yı caddenin sonuna kadar takip etti.

 

Akşam kızıllığı, şehrin üzerine yumuşak bir tül gibi çekilirken, Mustafa’nın tedirgin adımları giderek hızlandı. Bir an önce kalabalıktan sıyrılıp çıkmak, eve ulaşmak istiyordu. Çevredekilerin, kendisine suçlu olduğunu biliyormuş gibi baktığını hissetti. Selâm verişlerinde bile bir tereddüt gördü. Yüzündeki suçluluk izini karanlığın örteceğini sanmıştı oysa…

 

Tedirgindi. Eve yetişmeden, bir aksilik çıkmasından korkuyordu. Dudakları kıpır kıpır, bildiği duaları tekrarlıyordu. Öyle dalmıştı ki, önünden geçtiği bahçedeki akşamsefası kokusunu duymadı bile. Balkonda çamaşır toplarken annesine yardım eden çocuğun, kendisine nasıl baktığını hiç fark etmedi.

 

Mağazayı düşündü. Bu sabah gelen uzun boylu, hafif kilolu müşteri, batıyordu içine. Çırağın böyle bir yanlışı yapacağını nerden bilebilirdi? Kim olduğunu bilse, kapısına dayanacak, ne yapıp edip, kendini affettirecekti. Ama adamı tanımıyordu ki. Bu koca şehirde, tanımadığı birini nasıl bulacaktı.

 

Bu düşüncelerle ilerlerken Fırıncı Rıza Usta’ya uğrama alışkanlığını da terk etti. Bu baba dostunun hatırını sormadan geçmezdi her akşam. Ama bu sefer uğramadı. Fırının önünden geçip gitti. Hem uğrasaydı ne diyecekti? Yaptığı hatayı anlatamazdı ya! Düşünürken bile yüzü kızardı. Alnında boncuk boncuk terler birikti. Elinin tersiyle alnını silerek yürümeye devam etti…

 

Rıza Usta sıkı esnaflardandı. Sağlığı eskisi gibi olmasa da yine işinin başındaydı. Ağırbaşlılığından ve olgunluğundan, herkes ona “Rıza Baba” derdi. Babalık öyle kolay olmuyor tabi. Birçoğuna kendi ailesi bile ağır gelirken o, koca mahallenin derdiyle ilgilenirdi. O konuşunca herkes susar, kulaklar ona çevrilirdi. “Fırıncılık, esnaflığın mayasıdır.” derdi. Bu işin teknesini karıştıran, kürekçiliğini yapanların kolay kolay yanlışa düşmeyeceğine inanırdı.

 

Bir günün daha bittiğini ilân eden ezan sesi, içindeki suçluluk duygusunu daha da kabarttı. Pişmanlık ve korku el ele vermiş, içini kemiriyordu. “Sokağa yıkılmadan eve bir yetişebilsem.” diye mırıldandı. Tıka basa yolcuya doymuş şehir otobüsleri, yüklü bir şekilde peş peşe geçiyorlardı. Akşamın telâşı durakta bekleşenlerin yüzüne yansımıştı. Gün içinde arabalardan taşan bangır bangır müzikten eser yok şimdi. Hepsinde bir an evvel yolu bitirme isteği... Sabahın ilk ışıklarıyla evlerinden savrulan insanlar, akşamın eliyle yeniden toplanıyordu.

 

Camiye yönelen kalabalığın arasından bir suçluymuş gibi geçti. Bu kez aralarına katılmadı. Alıştığı davranışları aksatan birinin suçluluk hâlini de yüklendi. Oturduğu apartmana yaklaşınca, buraya kadar koşturarak gelmiş olduğunu fark etti ve adımlarını yavaşlattı. Suçluluk duygusu peşini bir türlü bırakmamıştı. Apartman girişindeki zili çalmadı. Daire kapısını da kendisi açtı. Oysa her akşam, geldiğini dışarıdaki zile dokunarak haber verirdi. Kapıda karşılanmak hoşuna gidiyordu çünkü. Kapıya yönelen hanımıyla bakışlarının çarpışmasına fırsat vermeden doğruca lavaboya yürüdü. Abdest aldıktan sonra salona geçti. Namazını kılıncaya kadar sofrada onu beklediler:

 

— Bey, akşam namazını camide kılardın, yoksa bir şey mi oldu, kapıyı da kendin açtın bu sefer?

 

Soruyu cevapsız bıraktı. Hanımına bitkin gözlerle bakmakla yetindi. Yemek yerken de fazla konuşmadı. Soruları kısa cevaplarla geçiştirip, üzerine çevrilen kuşkulu bakışları görmezden geldi. Bu akşam kendi içine saklanmıştı Berdi Mustafa. Tıpkı, kabahat işlediğinde bir yerlere saklanan ve çıkmak istemeyen çocuklar gibi. Yemeğin sonuna doğru iyice durgunlaştı. Cevapsız kalan sorular karşısında daha da tedirginleşen hanımı ısrar etmeye korktu. Mustafa, tabağındaki yemeği bitirmeden sofradan kalktı. Oysa tabakta yemek bırakmayı hiç sevmezdi. Yemek sonrası yine salona geçti.

 

Kızı Fatma, çatalının ucundaki yoğurtlu makarnayı abisi Hasan’ın yüzüne fırlatıverdi. Abisi küplere bindi. Başka zaman olsa tabağı başına çevirirdi ama bu akşam kardeşine bağırmakla yetindi. Gözü babasındaydı:

 

— Anne, babamın nesi var ya!

 

— Neden oğlum?

 

— Bu akşam bizimle hiç konuşmadı.

 

— Yorgundur, oğlum.

 

— Yok yok, başka bir şey var anne. Fatma’yı sırtında gezdirmedi, bugün okulda neler öğrendiğimi sormadı, işlerin nasıl gittiğinden hiç söz etmedi...

 

Söyleyecek bir söz bulamayan Mevhibe Hanım, sofrayı toplamaya koyuldu. O akşam, çocukların gürültü yapmalarına izin vermedi. Uyumaları için erkenden, yataklarına gönderdi. Kendisi de: “Zaman hangi derde çare olmadı ki.” diyerek uykuya çekildi. Gecenin son çeyreğinde uyandığında Mustafa’yı yanında göremedi. Önce önemsemedi. Kocasının akşamki hâlini hatırlayınca, birden gözlerini açtı ve kapıya fırladı. Koridora çıktığında salondan ses geldiğini duydu. Işığı yakmaktan vazgeçti. Elini düğmeden çekti ve yavaşça ilerlemeye devam etti.

 

Salonun aralık kapısından koridora hafif bir ışık sızıyordu. Kocası iki büklüm vaziyette yere çömelmiş oturuyordu. “Kesin çok kötü bir şeyler oldu.” diye düşündü. Daha fazla dayanamadı. Ne olup bittiğini artık öğrenmeliydi.

 

Berdi Mustafa, eşinin geldiğini fark edince gözlerini sildi. Sorular karşısında önce sessiz kalmak istedi ama artık o da anlatmak, rahatlamak istiyordu.

 

— Firmadan beş koli pantolon sipariş ettim. Yaz günü iyi satılır diye, iki kolisi defolu olsun dedim.

 

— Eee!

 

— Bizim çırak, kolileri raflara dizerken karıştırmış. Ben de akşama kadar defolu malları sağlam olanlarla birlikte aynı fiyattan satmışım!..

 

Anlatılanları pür dikkat dinleyen Mevhibe Hanım, yumuşak bir sesle:

 

— Peki, bunda bu kadar üzülecek ne var?

 

— Öyle deme! Daha önceleri de hatalarım olmuştu. Her seferinde başıma bir şeyler gelirdi. Hatırlarsın, bir defasında ayağım kırılmıştı; kaç gün benimle hastanede beklemiştin. Başka bir seferinde, kasadan yüklü miktar para kaybolmuştu… Fakat bugün bir aksilik olmadı…

 

— Çok şükür ki olmamış.

 

Bir müddet suskun bekledikten sonra:

 

— Ben buna sevinemiyorum Mevhibe. Hattâ üzülüyorum.

 

— Olur mu öyle şey!

 

— İnsan sevdiğini uyarır Mevhibe. Çocuklarımızı sevdiğimiz için en ufak hatalarında bile uyarmıyor muyuz? Yanlış yapmalarını istemeyiz; ama tanımadığımız kimselerin hatalarını görmezden geliriz. Bugün ben yanlış yaptım; fakat bir aksilikle karşılaşmadım. Kıymetim azaldı korkusuna kapıldım. Utanıyorum. Çok utanıyorum. Nasıl ağlamayayım şimdi, sen söyle!

(yağmur dergisi)ALİ ŞANVERDİ

  • Like 1

Share this post


Link to post
Share on other sites

80'ine merdiven dayamış yaşlı baba ile onu ziyarete gelen -45 yaşında ve saygın bir işi olan- oğlu salonda oturuyorlardı.

 

Hal-hatırdan, çoluk-çocuktan, havadan-sudan sohbet ettikten sonra oğlu susmuş, ayrılmanın sinyalini vermişti.

 

O anda üzerinde oturdukları sedirin yanındaki pencerenin pervazına bir karga kondu.

 

Yaşlı baba kargaya gülümseyerek biraz baktıktan sonra oğluna sordu:

 

- Bu ne oğlum?

 

Oğlu şaşkın, cevapladı:

 

- O bir karga baba.

 

Yaşlı baba kargaya biraz daha baktıktan sonra yine sordu:

 

- Bu ne oğlum?

 

Oğlu daha da şaşkın, yine cevapladı:

 

- Baba, o bir karga

 

Karga hâlâ pervazda, komik hareketlerle başını sağa sola çeviriyor, başını yan yatırıyor, havaya bakıyor, sonra başını yine onlara çeviriyordu. Yaşlı baba üçüncü defa sordu:

 

- Bu ne?

 

Oğlunun şaşkınlığı sabırsızlığa dönmüştü:

 

- O bir karga baba, üç oldu soruyorsun. Beni işitmiyor musun ?!

 

Yaşlı baba dördüncü defa da sorunca oğlunun sabrı taştı ve sesini yükseltti:

 

- Baba bunu neden yapıyorsun?

 

Tam dört defadır onun ne olduğunu soruyorsun, sana cevap veriyorum ve sen hâlâ sormaya devam ediyorsun.

 

Sabrımı mı deniyorsun ?!

 

Babası -yüzünde hâlâ bir gülümseme- yerinden kalktı,

 

içeri odaya gitti ve elinde bir defterle döndü.

 

Bu bir hâtıra defteriydi.

 

Oturdu, sayfalarını karıştırdı ve aradığını buldu.

 

Sevgiyle gülümseye devam ederek

 

sayfası açık bir vaziyette defteri oğluna uzattı ve o sayfayı okumasını söyledi:

 

'Bugün 3 yaşındaki minik yavrumla salondaki sedirde otururken yanıbaşımızdaki pencerenin pervazına bir karga kondu.

 

Oğlum tam 23 defa onun ne olduğunu sordu.

 

23 soruşunda da ona sevgiyle sarılarak,

 

onun bir karga olduğunu söyledim.

 

Rahatsız olmak mı? Hayır! Onun sorusunu masumca tekrar edişi içimi sevgiyle doldurdu...'

Share this post


Link to post
Share on other sites

Padişahın İşi Ne ?

 

 

 

Sultan Murad Han o gün bir hoş"tur. Telaşeli görünür. Sanki bir şeyler söylemek ister sonra vazgeçer. Neşeli deseniz değil, üzüntülü deseniz hiç değil.

....................

 

 

Veziriazam Siyavuş Paşa sorar:

 

- Hayrola efendim, canınızı sıkan bir şey mi var?

 

-- Akşam garip bir rüya gördüm.

 

- Hayırdır inşallah?..

 

-- Hayır mı şer mi öğreneceğiz.

 

- Nasıl yani?

 

-- Hazırlan, dışarı çıkıyoruz.

 

Ve iki molla kılığında çıkarlar yola. Görünen o ki, padişah hâlâ gördügü rüyanın tesirindedir ve gideceği yeri iyi bilir. Seri, kararlı adımlarla Beyazıta çıkar, döner Vefaya, Zeyrekten aşağılara sallanır. Unkapanı civarında soluklanır. Etrafına daha bir dikkatle bakınır. İşte tam o sırada yerde yatan bir ceset gözlerine batar, sorarlar;

 

-- Kimdir bu?

 

Ahali: - Aman hocam hiç bulaşma, derler. Ayyaşın meyhusun biri işte!..

 

-- Nerden biliyorsunuz? - Müsaade et de bilelim yani. Kırk yıllık komşumuz... Bir başkası tafsilata girer;

 

- Biliyor musunuz, der. Aslında iyi sanatkârdır. Azaplar çarşısında çalışır. Nalının hasını yapar... Ancak kazandıklarını içkiye, fuhuşa harcar. Hem şişe şişe şarap taşır evine, hem de nerde namlı mimli kadın varsa takar peşine.. Hele yaşlının biri çok öfkelidir. - isterseniz komşulara sorun, der. Sorun bakalım onu bir cemaatte gören olmuş mu?.. Hasılı, mahalleli döner ardını gider. Bizim tedbili kiyafet mollalar kalırlar mı ortada!.. Tam vezir de toparlanıyordur ki, padişah keser yolunu :

 

-- Nereye? - Bilmem, bu adamdan uzak durmayı yeğlersiniz sanırım.

 

-- Millet bu, çeker gider. Kimseye bir sey diyemem... Ama biz gidemeyiz, şöyle veya böyle tebamızdır. Defini tamamlamak gerek.

 

- İyi ya, saraydan birkaç hoca yollar, kurtuluruz vebalden.

 

-- Olmaz, rüyadaki hikmeti çözemedik daha.

 

- Peki ne yapmamı emir buyurursunuz?

 

-- Mollalığa devam... Naaşı kaldırmalıyız en azından.

 

- Aman efendim, nasıl kaldırırız?

 

-- Basbayağı kaldırırız işte. - Yapmayın, etmeyin sultanım, bunun yıkanması, paklanması var. Tekfini, telkini...

 

-- Merak etme ben beceririm. Ama önce bir gasilhane bulmalıyız.

 

- Şurada bir mahalle mescidi var ama...

 

-- Olmaz, vefat eden sen olsaydın nereden kalkmak isterdin?

 

- Ne bileyim, Ayasofyadan, Süleymaniyeden, en azından Fatih Camiinden...

 

-- Ayasofya ile Süleymaniyede devlet erkanı çoktur. Tanınmak istemem. Ama Fatih Camiini iyi dedin. Hadi yüklenelim... Ve gelirler camiye. Vezir sağa sola koşturur, kefen tabut bulur. Padişah bakır kazanları vurur ocağa... Usulü erkanınca bir güzel yıkarlar ki, naaş; ayan beyan güzelleşir sanki. Bir nurdur, aydınlanır alnında. Yüzü sâkilere benzemez. Hem manâlı bir tebessüm okunur dudaklarında. Padişahın kanı ısınmıştır bu adama, vezirin de keza... Mechul nalıncıyı kefenler, tabutlar, musalla taşına yatırırlar. Ama namaz vaktine bir hayli vardır daha... Bir ara vezir sıkıntılı sıkıntılı yaklaşır.

 

- Sultanım, der. Yanlış yapıyoruz galiba...

 

-- Nasıl yani?..

 

- Heyecana kapıldık, sorup soruşturmadan buraya getirdik cenazeyi. Kim bilir belki hanımı vardır, belki yetimleri?..

 

-- Doğru, öyle ya, neyse... Sen başını bekle, ben mahalleyi dolanıp geleyim. Vezir, cüzüne, tesbihine döner, padişah garip maceranın başladığı noktaya koşar. Nitekim sorar soruşturur. Nalıncının evini bulur. Kapıyı yaşlı bir kadın açar. Hadiseyi metanetle dinler. Sanki bu vefatı bekler gibidir.

 

- Hakkını helal et evladım, der. Belli ki çok yorulmuşsun. Sonra eşiğe çöker, ellerini yumruk yapar, şakaklarına dayar... Ağlar mı? Hayır. Ama gözleri kısılır, hatıralara dalar belki. Neden sonra silkinip çıkar hayal dünyasından...

 

- Biliyor musun oğlum? Diye dertli dertli söylenir... Bizim efendi bir âlemdi, vesselam... Akşamlara kadar nalın yapar... Ama birinin elinde şarap şişesi görmesin; elindekini avucundakini verir satın alırdı. Sonra getirip dökerdi helaya!.. -- Niye? - Ümmeti Muhammed içmesin diye...

 

-- Hayret... - Sonra, malum kadınların ücretlerini öder eve getirirdi. Ben sizin zamanınızı satın aldım mı? Aldım, derdi. Öyleyse şimdi dinlemeniz gerek... O çeker gider, ben menkîbeler anlatırdım onlara... Mızraklı ilmihal. Hucceti islam okurdum...

 

-- Bak sen! Millet ne sanıyor halbuki...

 

- Milletin ne sandığı umrunda değildi. Hoş, o hep uzak mescidlere giderdi. Öyle bir imamın arkasında durmalı ki, derdi. Tekbir alırken Kabeyi görmeli...

 

-- Öyle imam kaç tane kaldı şimdi? - işte bu yüzden Nişancıya, Sofulara uzanırdı ya... Hatta bir gün; Bakasın efendi, dedim. Sen böyle böyle yapıyorsun ama komşular kötü belleyecek. inan cenazen kalacak ortada...

 

-- Doğru, öyle ya?..

 

- Kimseye zahmetim olmasın deyip, mezarını kendi kazdı bahçeye. Ama ben üsteledim. iş mezarla bitiyor mu, dedim. Seni kim yıkasın, kim kaldırsın?

 

-- Peki o ne dedi?

 

- Önce uzun uzun güldü, sonra; - Allah büyüktür hatun, dedi. Hem padişahın işi ne?

 

 

http://www.haberprogram.com/g.php?hid=34868

Share this post


Link to post
Share on other sites

Birkaç damla gözyaşı!

 

Değerli Arkadaşlar, sizlerle yakın zamanda okuduğum ve hoşuma giden ve aynı derecede hislendiren bir hikayeyi paylaşmak istiyorum. Çocuk sahibi olanlara duyurulur: Okumaya başlamadan önce mendiliniz yanınızda hazır bulunsun, muhtemeldir ki; hikayenin sonunda lazım olacaktır.

 

Mutfaktan tencere sesleri geliyordu, koşarak yanına gitti:

-Sana yardım edeyim mi? dedi küçük kız en sevimli halini takınarak.

Annesi manalı, manalı baktı:

-Hayırdır? Ne yaramazlık yaptın yine, bak bir de seninle uğraşmayayım.

Çok yorgunum zaten. Yorgunluk nasıl bir şeydi?

bazen oyuncağı ile uykuya daldığında anneannesi oyuncağı elinden yavaşça alır:

-Nasıl da yorulmuş yavrucak. Uykunun gül kokulu kolları sarsın seni diyerek alnına bir öpücük konduruverirdi.

Yorgunluk gül kokulu bir uykuya dalmaksa eğer, neden annesi kendisiyle böyle kızgın, kızgın konuşuyordu.

-Anneciğim yorulduğun zaman gül kokulu uykulara dalarsın. Anneannem öyle söylüyor.

-Uykuya dalayım da gül kokuları kusur kalsın. Yorgunluktan ölüyorum.

Bu kelimeden nefret ediyordu küçük kız.

Yorgunum, yorgun olduğumdan, böyle yorgunken,

-Anneciğim sen yorulma diye.....

-Yemekte konuşuruz çocuğum, bankada işler yetişmedi.

Baban gelene kadar bunları bitirmem lazım. Hadi sen oyna biraz.

Hani siz yoruluyorsunuz ya... bende oynamaktan yoruluyorum diyecekti küçük kız.

Büyükler yapılmaması gerekenleri biliyorlardı da, yapılması gerekenleri hiç bilmiyorlardı.

Işıklar söndü birden, elektrikler kesilmişti, uzun zamandır olmuyordu böyle bir şey.

Annesi öfkeyle söylenmeye başladı.

-Mum da yok! Diye, diye karıştırdı dolabı el yordamıyla.

Küçük kız sırtüstü yatıp, anneannesinin köyünü düşündü,

gaz lambasının ışığında deli tavşan masalını anlatışını hatırladı.

Deli tavşanın duvardaki aksini getirdi gözlerinin önüne,

Anneannesi gibi iki elini birleştirip işaret parmaklarını yukarı kaldırarak tavşan kafası yaptı.

-Bak deli tavşan diyerek ellerini oynattı. Yoldan geçen arabaların farları duvardaki tavşana yol açtı,

tavşan alabildiğince hür dolaştı sağda, solda. Otlarla kuşlarla konuştu. Sonra yorgun düştü.

Duvardaki görüntü minik avuçlarının açılmasıyla kayboldu. Kolu yavaşça kanepeden aşağıya sarktı.

Kadın çocuğunun hiç konuşmadığını fark etti çok sonra. Birden kanepeye koştu.

Küçük kız, küçücük dizlerini karnına doğru çekerek uykuya dalmıştı.

Masanın üstündeki dosyalara baktı.

Dindirilmez bir pişmanlık doldurdu içini.

Uyandırmaktan korka, korka küçük alnına bir öpücük kondurdu kızının.

Küçük kız sanki bir ipucu bekliyormuşçasına aralanan gözleriyle uykulu bir şekilde mırıldandı.:

 

-İşin bitince beni sever misin anne? dedi.

Kadın, sevilmek için randevu alan çocuğuna bakarak sabaha kadar ağladı.

Unutmayalım ki, yarın kimseye vaad edilmemiştir...

 

Selametle…

Share this post


Link to post
Share on other sites

ODTÜ Felsefe öğrencilerini en çok zorlayan hocalardan biri yıllık olan

> dersinin final sınavında sınıfa gelmiş ve sınav sorusu olarak tahtaya,

> "Why?" (Neden?) yazmış. Öğrenciler ilk önce ne yazacaklarını

> şaşırmışlar, sonra herkes birşeyler yazmaya başlamış.

> Yalnız bir öğrenci, sınavın ilk dakikasında kağıdını teslim etmiş.

> Öğrencinin cevabı da soru gibi kısaymış: "Why not?" (Neden olmasın

> ki?) Bu öğrenci sınavdan "100" almış.

>

> *****

> Aynı hoca başka bir sınavda "risk nedir?" diye soruyor. Yine bir

> öğrenci sınavın ilk 10 saniyesinde teslim ediyor kağıdını. Kağıdın üst

> kısmında sadece isim-soyadı yazıyor, gerisi ise bomboş beyaz yaprak.

> En altta ise "İşte risk budur" diye yazıyor. Ve sonuçta da sınıftaki

> en yüksek notu alıyor.

>

> *****

> Hocanın bir sonraki sınavında yine "Risk nedir?" sorusuyla karşılaşan

> öğrencimiz tekrar boş kağıt verince bu sefer 0 alıyor. Tabii koşa koşa

> hocaya gidip sebebini soruyor. İşte cevap: "Aynı şartlar altında, aynı

> riski iki kere almak aptallıktır!"

>

> *****

> Bu tür öğrenciler ve değerlendirmeler Hukuk Fakültelerinde yok mu?

> Elbette var. Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nde Hocanın biri

> sınavda, o günlerde devam etmekte olan bir davanın detaylarını vermiş

> ve sonucun ne olacağını sormuş. Tabii, bütün öğrenciler ha babam, de

> babam, sayfalarca yazmaya başlamışlar. Ama bir öğrenci kağıdını

> sınavın ilk dakikasında vermiş. Ve buna rağmen 100 almış. Öğrencinin

> yanıtı tek cümleymiş: "Devam eden dava hakkında yorum yapılamaz."

>

> *****

> Bir kız yurdunda kalan kızlar, artık temizlik görevlisine olan

> kıllıklarından mıdır yoksa nerden çıktığı belli olmayan bir yurt

> geleneğinden midir, her sabah dudaklarına ruj sürdükten sonra aynaya

> öperek iz bırakıyorlarmış.

>

> Yurt müdürü ne yaptı ettiyse bu alışkanlığı ortadan kaldıramamış.

> Diğer yandan temizlik görevlileri de iyiden baş kaldırmaya

> başlamışlar. Sonunda müdürün aklına parlak bir fikir gelmiş. Hemen bir

> duyuru yapıp, kızları toplantıya çağırmış. Neyse toplanmış bunlar.

> Müdür "Buyrun tuvalete" demiş. Hep birlikte, temizlik görevlisinin

> beklediği umumi tuvalete girmişler. Aynalarda sabahki ruj izleri hala

> duruyormuş.

>

> Müdür "Arkadaşlar" demiş, "Bazılarınız dudaklarına ruj sürdükten sonra

> aynaları öperek çıkması güç izler bırakıyor. Temizlik görevlilerimiz

> bunları temizlerken zorlanıyor. Sizleri görevlimizin bu temizliği

> yaparken ne kadar zorlandığını bizzat görmeniz için topladım. Bakın ve

> görün". Sonra görevliye bir işaret çakmış. Bizimki gayet sakin bir

> şekilde tuvalet fırçasını almış, klozetteki suya daldırmış ve aynayı

> temizlemiş. O günden sonra bir daha o yurtta tuvaletlerde dudak izine

> rastlanmamış.

>

> *****

> KATÜ biyoloji bölümü hocalarından bir tanesi derste böcekleri

> inceliyor ve öğrencilerin böcekleri ayırması için sadece popolarında

> tanıyabileceklerini anlatıyor.Daha sonra sırayla böcekleri kaldırıp

> popolarını gösteriyor ve böceğin cinsini, adını söylüyor.Ders sonuna

> doğru sorular soruyor.Yine dersle alakası olmayan bir ğrenci bulup;

> böceğin poposunu göstererek bu ne diyor.Öğrenci bilmediğini söylüyor

> ve bu olay masa üzerinde ki böcekler bitene kadaqr devam

> ediyor.Sonunda çılgına dönen hoca öğrenciye; çık dışarı terbiyesiz

> diye bağırmaya başlıyor.Çocuk tam kapıdan çıkarken hoca adnı ve

> numarasını soruyor.Çocukta arkasını dönüp poposunu gösteriyor tanı

> bakalım hadi!!!!

>

> *****

>

> güzel sanatlara giriş sınavında herkesten yaprak çizmeleri istenmiş.

> neyse herkes yaprak falan çizme derdine düşmüş. kimi incir yaprağı

> kimi selvi yaprağı falan derken öğrencilerden biri kağıda sadece yay

> şeklinde çizgi atmış. hocalar sınavdan sonra çağırmış oğlum senden

> yaprak çizmeni istedik demişler sen ise bize tek çizgi çizmişsin

> demişler. öğrenci hocam bu çizgi değil yaprak demiş. tabi hocalar ne

> yaprağı deyince; öğrencide çam yaprağı demiş ve güzel sanatlara direk

> alınmış. olay mantıkta bitiyor

>

> ****

>

> hoca derse girer 6-7 senelik ogrencilerden biri kafasını attırır ve

> sinirlenen hoca çoğa derki..

>

> -lan şu fakulteye bi eşek bağlasanınz bile okur 4 yılda bitirir siz

> halen burdasınız..

>

> bunun userine çocuk ayağa kalkar ve şole der...

>

> -haklısınız hocam işte o eşeği bi 4-5 senedaha burda tutarlarsa

> profesör oluyor..

Share this post


Link to post
Share on other sites

Adam, parmağını şaklattı, garson koşar adımlarla masaya yaklaştı.

- Buyurunuz efendim.

- Bana kola getir, buzlu olsun.

- Emredersiniz efendim.

 

Garson, bu ensesi kalın, cebi para ile dolu adamın siparişini getirmek için koşar adımlarla uzaklaştı. Adam yemeğini yemişti, Purosunu yakıp kolasını yudumlamak istiyordu.

 

Düşünceliydi, son yaptığı yatırımın neler getireceğini düşünüyordu. Çok parası vardı ve bunu iyi değerlendirmeliydi. Danışmanları, elemanları onun servetini çoğaltmak için vardı.

 

Parası olmayan insan değersizdi. Para her kapıyı açan altın anahtardı. O televizyon programlarında konuşup, burnundan kıl aldırmayan bir çok adamın fikrini kolayca değiştirebilirdi.

 

Ya arkasından milyonlarca kişiyi koşturan siyasetçilere ne demeli? Birçoğu paranın kokusunu duyduğunda ilke filan hatırlamazdı.

 

Danışmanı bu işi iyi bilirdi. Ondan çok memnundu ama, ona da sınırlı bir ücret ödüyordu.

 

Garson kolasını getirmişti. Koladan birkaç yudum aldı. Deri çantasını masanın üzerine koydu. Çantasını açtı. Evrakları tekrar gözden geçirmeliydi.

 

Her ne kadar muhasebecisi dürüst bir adam olsa da, paranın yüzü sıcaktı, her an insanı çarpabilirdi. Garsondan bir kağıt istedi. Garson yine koşar adımlarla bu zengin adamın istediği kağıdı getirdi.

 

Kağıdı masanın üzerine koyarken garsonun eli birden kola bardağına çarptı. Kola, adamın o güzelim İtalyan takım elbisesinin üzerine döküldü.

 

Garson şaşkındı. Adam:

- Aptal herif, yaptığını gördün mü? Bu takımın değerini biliyor musun sen?

- Özür dilerim efendim, çok özür dilerim.

- Özür dilermiş. Senin özrün neyi değiştirir ki. Mahvettin güzelim takımı. Senin gibileri nasıl çalıştırırlar ki.

 

Bir türlü anlamam. Beş paralık adamların yapacağı hizmet bu kadar olur zaten. Gözüm görmesin seni hadi

Bu azarlamadan sonra zavallı garson başını önüne eğmiş ezile büzüle masadan ayrılmıştı.

 

Biraz sonra lokantanın baş garsonu dökülen kolanın yerine yeni bir tane getirdi. Ve adamdan özür üstüne, özür diledi.

 

Sinirleri yatışan zengin adam boğazın huzur veren maviliğine bir süre daldı. İçeceği bitmişti. Şimdi takımı kuru temizleyiciye götürmek gerekecekti. Bu bir sürü para ve zaman kaybı demekti bu.

 

Aptal garson onun planlarını bozmuştu. Yemekten sonra arkadaşlarıyla oyun oynamak için yeni açılan bir golf kulübüne gitmek için sözleşmişlerdi. Yerinden kalktı. Vestiyere bıraktığı paltosunu aldı.

 

Kapıdan dışarıya çıkarken garsonla karşılaştı. Ona aşağılayıcı bir bakış fırlattı. Kasaya yemeğinin ücretini ödedi. Merdivenlerden hızlı hızlı inmeye başladı. Aklında golf kulübündeki randevusu vardı.

 

Acaba eve gidip üstünü değiştirirse yetişebilir miydi? Bunları düşünürken birden ayağının altındaki halı kaydı. Ne olduğunu anlamadan merdivenlerden aşağıya doğru yuvarlanmaya başladı. Kapıdaki görevli bağırdı.

 

- Koşun koşun beyefendi düştü.

Lokantadakiler koşarak geldi. Adam gözleri kapalı bir şekilde yatıyordu. Lokantadaki müşterilerden biri doktor olduğunu söyleyerek adamın nabzını yokladı. Nabız atmıyordu. Hemen kalp masajına başladı. Ancak nafileydi. Adamın kanı çekilmeye başlamış, yüzüne donuk bir beyazlık hakim olmuştu. Doktor biraz sonra masajı bıraktı.

 

- Ani bir kalp krizi, kriz anında vücut şoka girmiş olmalı bu yüzden hiçbir direnç gösteremedi.

 

Doktor biraz sonra hastanın başından uzaklaştı. Az önce kalktığı yemek masasına oturdu. Karşısındaki bayanla tekrar sohbete döndü.

 

Lokantanın müdürü adamın cebinden cüzdanı çıkardı, bir yakınını bulalım diyerek rehberi karıştırmaya başladı. Tüm meraklılar kısa bir süre sonra adamın başından ayrılarak işlerine döndüler.

 

Müdür garsona:

- Hadi şunu omzuna al da kenara çek, girişi kapamasın dedi.

 

Zengin adam beş paralık diye nitelediği garsonun omuzlarında diğer zengin adamların lokantaya girmesine engel olmamak için cebinde ki birçok para ve değerli hisse senetleri ile bir kenara taşınıyordu.

Share this post


Link to post
Share on other sites
Einstein ve Şoförü EİNSTEİN VE ŞÖFÖRÜ Einstein konferanslarına hep özel şoförü ile gidermiş. Yine bir konferansa gitmek üzere yola çıktıkları bir gün şoförü Einstein'a; "Efendim, uzun zamandır siz konuşmanızı yaparken ben de arka sıralarda oturup sizi dinliyorum ve neredeyse söyleyeceğiniz her şeyi kelimesi kelimesine biliyorum" demiş. Einstein gülümseyerek ona bir teklifte bulunmuş: "Peki, şimdi gideceğimiz yerde beni hiç tanımıyorlar... O halde bugün palto ve şapkalarımızı değiştirelim, benim yerime sen konuş,ben de arka sırada seni dinlerim." Şoför, gerçekten çok şahane ve başarılı bir konuşma yapmış ve sorulan bütün soruları doğru cevaplamış. Tam yerine oturacağı sırada bir kişi, o güne kadar konferansta sorulmamış ağır bir fizik sorusu sormuş. Şoför, hiç duraksamadan soruyu soran kişiye dönüp: "Böylesine basit bir soruyu sormanız gerçekten çok garip" demiş. Sonra da salonun arkasında oturan Einstein'ı işaret ederek şöyle devam etmiş: "Şimdi size arka sırada oturan şoförümü çağıracağım ve sorduğunuz soruyu, göreceksiniz, o bile cevaplayacak." Netice: AKILLI İNSANLAR, AKILLI İNSANLARLA ÇALIŞIR....

Share this post


Link to post
Share on other sites

NERDEN OKUDUĞUMU TAM HATIRLAMIYORUM AMA SANIRIM ŞEYH SADİ ŞİRAZİNİN GÜLİSTAN ESERİ OLABİLİR..

BİRGÜN BİR KÖLE VE EFENDİSİ UZUN YOLCULUĞA ÇIKMIŞ KÖLE EFENDİM BEN Bİ ŞU MESCİDDE NAMAZNIMI KILSAM DEMİŞ EFENDİSİ İZİN VERMİŞ KENDİSİDE DIŞARDA BEKLEMİŞ ON DAKKA BEKLEMİŞ ÇIKMAMIŞ YARIM SAAAT BEKLEMİŞ ÇIKMAMAMIŞ ARTIK Bİ SAAT İÇERDE KALINCA EFENDİSİ BAĞIRMIŞ BE ADAM ÇIK ARTIK DEMİŞ KÖLE:

-SALMIYOR EFENDİM SALMIYOR DEMİŞ. EFENDİ:

-KİM SALMIYOR DEMİŞ KÖLE:

-SENİ İÇERİ SOKMAYAN

Share this post


Link to post
Share on other sites
NERDEN OKUDUĞUMU TAM HATIRLAMIYORUM AMA SANIRIM ŞEYH SADİ ŞİRAZİNİN GÜLİSTAN ESERİ OLABİLİR..

BİRGÜN BİR KÖLE VE EFENDİSİ UZUN YOLCULUĞA ÇIKMIŞ KÖLE EFENDİM BEN Bİ ŞU MESCİDDE NAMAZNIMI KILSAM DEMİŞ EFENDİSİ İZİN VERMİŞ KENDİSİDE DIŞARDA BEKLEMİŞ ON DAKKA BEKLEMİŞ ÇIKMAMIŞ YARIM SAAAT BEKLEMİŞ ÇIKMAMAMIŞ ARTIK Bİ SAAT İÇERDE KALINCA EFENDİSİ BAĞIRMIŞ BE ADAM ÇIK ARTIK DEMİŞ KÖLE:

-SALMIYOR EFENDİM SALMIYOR DEMİŞ. EFENDİ:

-KİM SALMIYOR DEMİŞ KÖLE:

-SENİ İÇERİ SOKMAYAN

 

Güzelmiş...

 

Bir gün Hz.İsa (as) bi kişinin hırsızlık yaptığını görmüş.Daha sonra bir mahkemede bu insanın hırsızlık yaptığına dair şahitlik yapmış çünkğü gözleriyle görmüş.Adam hırsızlığı kendisinin yapmadığına dair Allah'ın adını anarak yemin etmiş.Hz.İsa(a.s):"Aziz ve celil olan Allah'ı birlerim,kendi gözümü de yalanlarım" buyurmuşlar...İtikada bakın...

  • Like 1

Share this post


Link to post
Share on other sites

Dervişin biri, bozkır sıcağında yürürken, bir kucak elma ile bayırlar aşan genç bir kıza rast gelmiş. Yorgunluktan al al olmuş kızın yanakları.

Derviş kıza, ;

Nereye gidersin? Ne doldurdun kucağına?; diye soruvermiş .

 

Uzak bir tarlayı işaret etmiş kız ;Sevdiğim çalışıyor orada. Ona elma götürüyorum. demiş.

Dervis Kaç tane diye soruvermiş bir anda Kız şaşkın ;

İnsan sevdiğine götürdüğü şeyi sayar mı hiç?; demiş.

bunun üzerine derviş

 

Usulca kırıvermiş elindeki tesbihi ......

  • Like 1

Share this post


Link to post
Share on other sites

Güneşe Yazı Yazılmaz

Çok eski zamanlarda çok uzaklarda bir ülke vardı. Dağların arkasında yemyeşil bir ovaya kurulmuş, insanların yüzünden gülücük eksik olmayan, pırıl pırıl bir ülkeydi burası. Bu ülkenin insanları şimdi her zamankinden daha mutluydular. Çünkü yıllar sonra padişahlarının nihayet bir çocuğu olmuştu.

Nur topu gibi, güzeller güzeli, elleri yumuk yumuk, yanakları al al bir kız bebek. Kurbanlar kesildi, günlerce ziyafetler verildi, eğlenceler yapıldı. Günler günleri kovaladı, yıllar yılları. Güzelliği dillere destan bir prenses olmuştu o minik kız. Civar ülkelerden her gün bir haberci geliyor, ya prenslerinin ya krallarının hediyelerini sunuyorlar, evlenme tekliflerini iletiyorlardı.

 

Prenses mutluydu, babası üstüne titriyor, aman kızım, diyordu, acele etme karar vermekte. Bakalım zaman ne gösterir…

 

Padişah bir gün âdeti olduğu üzere tebdil-i kıyafet, ülkesini gezmeye çıktı. Akşama kadar halkının arasında dolaştı. Ne aç bir insana rastladı ne bir dertliye ne de bir kimsesize. Sevinç içinde sarayının yolunu tuttu.

 

Dönüşte ırmağın kenarında oturan bir ihtiyar uzaktan dikkatini çekti. İhtiyar, yerden aldığı taşları birbirine bağlıyor, bir şeyler söyleyip ırmağa atıyordu. Padişah yaklaştı, selam verdi ve sordu:

 

- Hayırdır ihtiyar, ne yapıyorsun böyle?

 

- Kısmetleri birbirine bağlıyorum, dedi ihtiyar adam.

 

Padişah güldü:

 

- Öyle mi, şu attığın kimin kısmetiymiş bakalım?

 

- O mu? O padişahın kızıyla, uşağı Ahmet’in kısmeti…

 

Saraya döndüğünde bir sıkıntı bastı padişahı. Böyle bir şey olabilir miydi? Kısmetleri birbirine bağlamak… Şu zenci uşak ve güzeller güzeli prenses… Gözününbebeği yani, canı, ciğerparesi, sevgili kızı… Olmaz öyle şey, dedi, ama şüphe kurdu düşmüştü bir kez içine. Sabaha kadar uyuyamadı. Sağa döndü, sola döndü, uyku girmedi gözüne. Arada bir dalıyor, sıçrayarak uyanıyordu. Kısmetler böyle bağlanmazdı, biliyordu bunu, ama ya doğruysa?

 

Sabah olduğunda kararını vermişti. Uşağını geri dönemeyeceği bir yere yollayacak, ondan kurtulacaktı. Bunu yapmak zorunda kaldığı için kendinden utanıyordu ama işi sağlama almak lâzımdı. O ihtiyarı bulup kellesini vurdurmayı bile düşündü bir ara. Ama en ehveni Ahmet’i yollamak, ondan ve bu kısmet meselesinden kurtulmaktı.

 

Alelacele bir mektup yazdı, uşağını çağırttı. Karşısında durup kendisine şaşkın şaşkın bakan zavallı zenci uşağın gözlerine bakmaya çekiniyordu. Yüzünü pencereye döndü, elindeki mektubu gösterdi uşağa.

 

- Ahmet, dedi, şimdi bu mektubu alacaksın ve hiç durmadan yürüyeceksin. Bunu güneşe götürmeni istiyorum senden. Bu hepimiz için çok önemli. Sakın bu mektubu vermeden geleyim deme!

 

Neye uğradığını şaşıran uşak, çaresiz emre itaat etti. Yol hazırlığını yaptı, mektubu sıkı sıkı sarıp sarmaladı, koynuna sakladı ve yola düştü. Hiç durmadan yürüyecekti, mektubu güneşe verecekti. Tastamam böyle demişti padişah. İyi de güneşi nasıl bulacaktı, bulsa da mektubu nasıl verecekti? Sıkıntı bastı Ahmet’i. Kafasını kaldırıp gökyüzüne baktı, güneşin olduğu yöne doğru yürümeye karar verdi.

 

Yürüdü uşak. Aylarca yürüdü. Azığı bitti, elbiseleri parçalandı, ayakları kan revan içinde kaldı, o yürümeye devam etti. Koynundaki mektubu arada bir çıkarıp bakıyor, sağlam olduğunu görünce gülümseyerek yürümeye devam ediyordu.

 

Bu arada her şey yine eskisi gibiydi ülkede. Padişah mutluydu, güzel kızının üstüne daha çok titriyor, onu daha bir seviyordu. Halk huzur içindeydi, her yer pırıl pırıldı yine. Baharın gelişiyle beraber bütün ülke çiçeklerle donanmıştı. Prenses, evlenmesi için babasının niçin bu kadar acele ettiğine anlam veremese de, yağmurlar, çiçekler, cıvıl cıvıl kuşlar, bahar güzeldi işte…

 

Padişah Ahmet’in dönemeyeceğinden emindi. Çoktan ölmüş olmalıydı. Sadık bir uşaktı, verilen görevi yapmak için elinden geleni yapacaktı kuşkusuz. Ama güneşi bulmak, mektubu ona vermek, olacak şey miydi hiç? Zekâsına bir kez daha hayran oldu padişah.

 

Gün geçtikçe ümidi tükeniyordu uşağın. Üç mevsim geçmişti yola çıktığından beri. Bu güneşe varmak belli ki mümkün olmayacaktı. Koynunu yokladı, mektup sağlamdı. Kendisi kan revan içindeydi, tanınmayacak hale gelmişti ama olsun, mektup sağlamdı yinede. Son bir gayretle yürümeye çalışıyordu. Tepedeyken bir ırmak görmüştü, oraya kadar bir varabilse, kana kana bir içse buz gibi suyu, üç mevsim daha yürürdü Ahmet.

 

Irmağa yaklaştığında ayakları vücudunu taşıyamıyordu artık. Dizlerinin üstünde sürünerek geldi suyun kenarına. Avuç avuç içti. Başını soktu ırmağın serin suyuna. Avuçlarını bir kez daha daldırdı. Bir de kafasını kaldırdı ki ne görsün? Güneş işte orada, tam karşısında, ırmağın içinde bir mücevher gibi parlıyor ve öylece durup sanki kendisini görmesini bekliyordu.

 

Uşağın gidişinden beri beş mevsim dönmüştü ülkede. Dört bir yanda düğün hazırlıkları yapılıyor, tellallar prensesin düğününe bütün halkın davetli olduğunu haber veriyorlardı. Prenses sonunda sevebileceği bir adam bulmuştu. Çok uzaklardan bir ülkenin padişahıydı bu genç adam. Padişah kızının mutluluğunu gördükçe daha bir seviniyor, kısmetleri birbirine bağlamakmış, diyordu gülerek, kısmetleri birbirine bağlamak… Hani nerede?

 

Padişah çok sevmişti damadını. Uşak değildi her şeyden önce, hele zenci hiç değildi. Hem onda yıllardır tanıdığı birinin kokusu vardı sanki. Üstelik bu padişah her kimse, çok zengin biri olmalıydı. Prensese hediye ettiği bir tek mücevher, o zamana kadar verilenlerin hepsine bedeldi çünkü. Nihayet günü geldi, muhteşem bir düğün yapıldı ülkede.

 

Düğünün üçüncü gününün akşamıydı. Padişah ve yeni evliler akşam yemeğinde birlikteydiler. Padişahın hemen yanında damadı ve tahtının vârisi, karşısında karısı, onun yanında sevgili kızı… Mutluluk buydu işte!

 

Bir yandan sohbet edip gülüşüyorlar, bir yandan yemeklerini yiyorlardı. Genç damat kılıç kullanmayı nasıl öğrendiğini anlatıyor, av maceralarından bahsediyor, masadakileri kahkahaya boğuyordu. Bir ara eline bir bıçak aldı, ilk kılıç kullanmaya başladığı zamanlardaki acemiliklerini anlatıyordu. Elinden düşürdüğü bıçağı almak için eğildiğinde padişahın kendisine baktığını fark etti. Prenses kahkahalar atıyordu. Birden doğrulup açılan belini kapattı. Ama belindeki siyahlık gözünden kaçmamıştı padişahın.

 

O gece yine uyuyamadı padişah. Kendisi gibi bembeyaz bir adamdı damadı, ama beli bir zencininkinden farksızdı. Ahmet’i hatırlamaya çalıştı, yüzünü, konuşmasını, gülüşünü… Benziyorlar mıydı, böyle bir şey olabilir miydi? Olamazdı tabi. Hem o kadarda benzemiyordu. Ama genç adam neden telaşla belini kapatmıştı.

 

Yatağına tekrar uzandı, gözlerini tavana dikti. Kısmetleri birbirine bağlayan ihtiyarın yüzünü gördü. Gülüyordu. Çıldırdığını düşündü bir an. Gözlerini kapatıp, tekrar açtı, ihtiyar yoktu. Derin bir nefes aldı, hele bir sabah olsun, dedi, bunu anlamanın bir yolu bulunur elbet.

 

Günün ilk ışıkları sarayın camlarına vurduğunda, prenses ve kocası çoktan bahçede gezmeye çıkmışlardı bile. Pencereden onları gören padişahın aklına bir plân geldi. Aceleyle üstünü giyindi, bahçeye çıktı. Onlara iyice yaklaştı, birini çağırır gibi arkadan seslendi:

 

- Ahmet!

 

Genç adam birden irkilerek dönüp padişaha baktı. Göz göze geldiler. Delikanlı gözlerini kaçırmaya çalışıyordu ama nafile. Çaresiz padişahın yanına gelip durdu, başından geçenleri anlatmaya başladı.

 

Güneşi bir ırmağın içinde bulmuştu. Mektubu vermek için suya daldığında içleri mücevher dolu, açık kapaklarından ışıltılar şaçan onlarca sandık görmüştü. Sudan çıktığında, kuşağının sımsıkı sardığı beli hariç, bütün vücudu bembeyazdı. Sandıkları bir bir ırmağın kenarına taşımış, oturup en son sandıktan çıkan mektubu okumuştu. Sonrası, sonrasını biliyorlardı zaten. Padişah hayretle doğruldu oturduğu yerden;

 

- Mektup, dedi, o mektup nerede şimdi?

 

- Hiç yanımdan ayırmadım ki, diye cevapladı genç adam koynundan çıkardığı mektubu padişaha uzatarak.

 

Padişah aceleyle mektubu açtı, okumaya başladı:

 

“Güneşe yazı yazılmaz, yazılan yazı bozulmaz!”

 

 

Serdar TUNCER - Satır Arası Hikâyeler

Share this post


Link to post
Share on other sites

EVLİLİK AĞACI

 

Yeni evli bir çift vardı. ...Evliliklerinin daha ilk aylarında, bu işin hiç de hayal ettikleri gibi olmadığını anlayıvermişlerdi.Aslında birbirlerini sevmiyor değillerdi. Son zamanlarda o kadar sık olmasa da, evlenmeden önce sık sık birbirlerini çok sevdiklerine dair ne kadar da dil dökmüşlerdi.

 

Ama şimdilerde, küçük bir söz, ufak bir hadise aralarında orta çaplı bir kavganın çıkmasına yetiyordu.Bir akşam oturup ilişkilerini gözden geçirmeye karar verdiler.

Her ikisi de, boşanmayı istememekle beraber, işlerin böylegitmeyeceğinin farkındaydılar.Erkek, "Aklıma bir fikir geldi" dedi.

"Bahçeye bir ağaç dikelim ve eğer bu ağaç üç ay içinde kurursa boşanalım.

Kurumaz da büyürse bunu bir daha aklımızdan geçirmeyelim.

Bu süre içinde de ayrı ayrı odalarda kalalım."Bu ilginç fikir hanımının da hoşuna gitti.Ertesi gün gidip bir meyve fidanı aldılar ve birlikte bahçeye diktiler.

Aradan bir ay geçti.

Bir gece bahçede karşılaştılar.Her ikisinin de elinde içi su dolu birer bidon vardı...

♥ Bu da aşklarının ne kadar çok olduğunu kanıtladı ♥

ALINTI

Share this post


Link to post
Share on other sites

İki komşu ülkenin hükümdarları birbirleriyle savaşmazlar ama her fırsatta

birbirlerini rahatsız ederlerdi. Doğum günleri, bayramlar da ilginç

armağanlar göndererek karşıdakine zekâ gösterisi yapma fırsatlarıydı.

 

Hükümdarlardan biri, günün birinde ülkesinin en önemli heykeltıraşını

huzuruna çağırdı. İstediği; birer karış yüksekliğinde, altından,

birbirinin tıpatıp aynısı üç insan heykeli yapmasıydı. Aralarında

bir fark olacak ama bu farkı sadece ikisi bilecekti.

 

Heykeller hazırlandı ve doğum gününde komşu ülke hükümdarına

gönderildi. Heykellerin yanına bir de mektup konmuştu.

 

Şöyle diyordu heykelleri yaptıran hükümdar: "Doğum gününü

bu üç altın heykelle kutluyorum. Bu üç heykel birbirinin

tıpatıp aynısı gibi görünebilir. Ama içlerinden biri diğer ikisinden

çok daha değerlidir. O heykeli bulunca bana haber ver."

 

Hediyeyi alan hükümdar önce heykelleri tarttırdı. Üç altın heykel

gramına kadar eşitti. Ülkesinde sanattan anlayan ne kadar

insan varsa çağırttı. Hepsi de heykelleri büyük bir dikkatle

incelediler ama aralarında bir fark göremediler.

 

Günler geçti. Bütün ülke hükümdarın sıkıntısını duymuştu

ve kimse çözüm bulamıyordu. Sonunda, hükümdarın fazla isyankâr

olduğu için zindana attırdığı bir genç haber gönderdi.

İyi okumuş, akıllı ve zeki olan bu genç,

hükümdarın bazı isteklerine karşı çıktığı için zindana atılmıştı.

 

Başka çaresi olmayan hükümdar bu genci çağırttı. Genç önce

heykelleri sıkı sıkıya inceledi, sonra çok ince bir tel getirilmesini istedi.

 

Teli birinci heykelciğin kulağından soktu, tel heykelin ağzından çıktı.

 

İkinci heykele de aynı işlemi yaptı. Tel bu kez diğer kulaktan çıktı.

 

Üçüncü heykelde tel kulaktan girdi ama bir yerden dışarı çıkmadı.

Ancak telin sığabileceği bir kanal kalp hizasına kadar iniyor,

oradan öteye gitmiyordu.

 

Hükümdar heykelleri gönderen komşu hükümdara cevabı yazdı:

 

"Kulağından gireni ağzından çıkartan insan makbul değildir.

 

Bir kulağından giren diğer kulağından çıkıyorsa, o insan da makbul değildir.

 

En değerli insan, kulağından gireni yüreğine gömen insandır.

Bu değerli hediyen için çok teşekkür ederim."

Share this post


Link to post
Share on other sites

Sakin Ol Bernard

 

Genç bir baba, küçük oğlunun arabasını kaldırımda sürerken, bebek arabadan inmek istiyor, oyuncaklarını yola atıyor, sonra da avazı çıktığı kadar bağırıp babasından oyuncaklarını geri istiyordu. Çaresiz genç baba ise oyuncakları atılan yerden alıp, tozunu toprağını temizliyor ve çocuğuna veriyordu. Ama bebek oyuncaklar...ı alır almaz yeniden yere fırlatıyordu. Genç baba sakin bir sesle: "Sakin ol Bernard. Kendine hakim ol oğlum!" diye söylenip duruyordu. Uzaktan olanları izleyen bir kadın bu genç babayı tebrik etmek için yanlarına geldi.

 

- Siz çocuklarla nasıl anlaşılacağını çok iyi kavramışsınız. Tebrik ederim, dedi. Ve çocuğa doğru eğilerek konuştu:

 

- Demek bu afacanın adı Bernard öyle mi?

 

Genç baba cevapladı:

 

- Hayır. Onun adı Andre. Bernard benim.

Share this post


Link to post
Share on other sites

Azrail'ingüzelliği

 

Onkolog Dr. Haluk Nurbaki'den bir hatıra

resim1l.jpg

 

Ben, 40 yıllık bir kanser uzmanı olarak, maddeyi aşan, sayısız Olayla karşılaştım ve bunları, o olaya şahit olanlarla birlikte belgeleyerek, özel bir arşiv yaptım. Bunlardan 1976 yılında yaşanmış bir olayı size nakletmek istiyorum.

 

Kanser hastanesinde başhekimken, Serap adında genç bir hanım hastam vardı. Bu hastam göğüs kanserine Yakalanmış ve tedavi için yurt dışına gitmek istemesine rağmen, bazı formaliteler sebebiyle o imkanı bulamamıştı.

Serap’ı

özel bir ilgiyle bizzat ben tedavi altına aldım. Ve kısa bir süre sonra da iyileştiğini gördüm.Ancak, Serap'ın da bütün diğer kanserliler gibi ilk 5 yıllık süreyi çok dikkatli geçirmesi gerekiyordu.

Bir iş kadını olan Serap, 4 yıl kadar sonra bir ihale için İzmir'e gitmek istedi. Kış aylarında olduğumuz için uçakla gitmesi şartıyla kabul ettim. Maalesef, bilet bulamamış ve benden habersiz bindiği otobüsün kaza geçirmesi üzerine, 6 saat kadar mahsur kalmış.

Dönüşünden kısa bir süre sonra kanser, kemik ve akciğerine yayıldı. Serap, bacak kemiklerindeki metastaz nedeniyle yürüyemez hale gelirken, hastalığın akciğerdeki tezahürü sebebiyle de devamlı olarak oksijen cihazı kullanıyor ve söylediği her kelimeden sonra, ağzını o cihaza yapıştırarak nefes almak zorunda kalıyordu.

Evine gittiğim gün, yine güçlükle konuşarak:

 

--''Doktor bey,'' dedi. ''Ben size...dargınım.'‘

 

-- ''Niçin?" diye sordum.

 

--"Siz... Dindar bir insanmışsınız. Niçin bana da, ALLAH 'ı, ölümü, ahireti anlatmıyorsunuz?"

Dini inançlarının çok zayıf olduğunu bildiğim için bu teklifi karşısında oldukça şaşırdım. O'nu üzmemeye çalışarak:

 

--"Doktora ulaşmak kolaydır'' dedim.''Parayı bastırdın mı, istediğine tedavi olursun. Ancak iman tedavisi için gönülden istek duymalısın..."

Konuşmaya mecali olmadığından, "Ben o isteği duyuyorum" manasında başını salladı. Artık ümitsiz bir tıbbi tedavinin yanı sıra, ebedi hayatın ve saadetin reçetesi olan iman derslerimiz başlamış ve dersler "hızlandırılmalı öğretime" dönmüştü. Anlattığım iman hakikatlerini bütün ruhuyla mezcediyor ve arada bir soru soruyordu.

Vefatına bir hafta kala,

--"Doktor bey,'' dedi. ''Ben ölürken ne söylemeliyim?"

 

--"Senin durumun çok özel" dedim. ''Kelime-i Şahadet sana uzun gelir.O anı fark edince ''Muhammed'' (s.a.v) demen sana yeter."

 

O, haliyle tebessüm ederek yine başını salladı.

Çok ıstırabı olduğu için, Serap'a sürekli morfin yapıyor ve O'nu uyutmaya çalışıyorduk. Ben, bir iş seyahati sebebiyle bir müddet ziyaretine gidemedim. Dönüşümde annesi telefon ederek :

 

--"Serap, bir haftadır morfin yaptırmıyor."Dedi. "Sabahlara kadar inliyor ve çok ıstırap çekiyor…

Hemen eve gittim ve iğne yaptırmamasının sebebini sordum. Aldığım cevabı hala unutamıyor ve hatırladıkça ürperiyorum.

 

--"Ya morfinin tesiriyle ölüme uykuda yakalanır ve son nefeste? ‘’ Muhammed " diyemezsem?.

İşte Serap, böyle bir hanımdı. Bu arada benden istihareye yatmamı ve eğer bir kaç gün daha ömrü varsa, son günü uyanık kalacak şekilde morfin yaptırılmasını rica etti.

Ben hiç adetim olmadığı, halde Cuma gününe rastlayan o gece, istihareye yattım ve Serap'ın acizliği hürmetine sandığım, salı gününe kadar yaşayacağına dair işaret sezdim. Ertesi gün O'na:

 

--"Hiç korkma!" dedim. "İğneyi vurdurabilirsin."

Ve Serap bir veda niteliği taşıyan bu görüşmemizde son sorusunu da sordu:

 

--"Doktor bey... Azrail bana nasıl görünecek?“

--"Kızım," dedim. "O bir melek değil mi? Hiç merak etme, sana yakışıklı bir prens gibi gelecektir."

Salı günü Serap'ın ağırlaştığı haberini alınca hemen eve gittim. Ancak vefatına yetişememiştim. Ailesi tam manasıyla perişandı. Sadece kendisine uzun müddet bakan dindar bir hanım akrabası ayaktaydı ve beni görünce yanıma gelerek:

 

--"Doktor bey, biliyormusunuz, bu evde biraz önce bir mucize yaşandı!" dedi

Ve devam etti:

…Serap, bir saat kadar önce oksijen cihazını attı ve "yataktan kalkması imkansız" denmesine rağmen kalkarak abdest aldı, iki rekat namaz kıldı. Bütün ev halkı hayretten donup kaldık. Ve kelime-i Şahadet getirerek vefat etmeden biraz önce de:

 

--"Doktor bey'e söyleyin, dedi. .

 

 

Azrail, O'nun söylediğinden de güzelmiş!.

Share this post


Link to post
Share on other sites

Yavuz Sultan Selîm Han Mısır seferine giderken, yolu Konya’nın Çumra ilçesindeki Dedemoğlu köyünden geçer. Sultan, ordusunun önünde yol almaktadır. ihtiyar bir köylü görüntüsündeki Dede Molla’yı tarlasını sürerken görür ve yaklaşıp selâm verir. Dede Molla, gelenin kim olduğunu farketmemiş gibi bir tavırla selâmını alır ve işiyle meşgul olmaya devam eder. Atının üzerinde onu seyredenSultan;

 

"Baba duydun mu? Pâdişâh sefere çıkmış. Mısır'a gidiyormuş" der.

 

Dede Molla:

 

"Mevlâ yolunu açık eylesin. İnşâallah hayırlı olur. Emeline nâil ve muzaffer olarak döner." dedikten sonra işine devam eder.

 

Sultan onun bu olgun hâline ve teslimiyetine bakıp, dünyâya gönül bağlamayan, tevekkül sâhibi bir zât olduğunu anlar. Sultan nasıl karşılık vereceğini merak ederek tekrar;

 

"Dede, uzak yerden geliyorum. Karnım aç, yiyeceğin var mı? der.

 

Bunun üzerine Dede Molla biraz ilerde iki taşın üzerine yerleştirilmiş tencerede pişmekte olan aşı işâret ederek:

 

" İşte orada pilav pişmek üzere, karnın doyuncaya kadar ye!"der.

 

Pâdişâh;

 

"İyi ama ardımdaki ordu da aş ister." deyince;

 

Dede Molla:

 

"İşte tencere orada indir, sen de ye askerlerin de yesin. Hepinize yeter inşâallah!" diye söyler. Sonra tarlasını sürmeye devâm eder.

 

Biraz sonra ordu yaklaşınca, Yavuz Sultan Selim, vezirlerine mola vermelerini emreder. Mola veren askerler grup grup Dede Molla’nın pilavından yemek için sofraya oturur. Başta sultan, vezirler ve bütün ordu bu pilavdan yer, fakat pilav hiç eksilmez. Bu ihtiyar zâtın erenlerden olduğunu anlayan Sultan, onun kerâmetiyle pilavın bitmediğini görerek, hürmetle elini öpüp, duâsını alır ve ordusuna ilerle emrini verir. Osmanlı ordusu, Mısır seferinde zafer kazanıp İstanbul'a dönerken, Yavuz Sultan Selim yine Dede Molla’nın yanına uğrar. Bir arzusu olup olmadığını sorar.

 

Dede Molla yavaş bir sesle; "Mendilimi isterim" der.

 

Sultan önce bir şey anlayamaz. Fakat biraz sonra savaş sırasında kolundan hafif yaralandığını ve o sırada yanında savaşan ihtiyar bir askerin koynundan mendilini çıkararak, yarasını sardığını hatırlar ve o ihtiyar askerin de Allah’ın Veli kullarından Dede Molla olduğunu anlayarak, Dede Molla’ya ve bulunduğu yöreye büyük ihsanlarda bulunur

Share this post


Link to post
Share on other sites

Prof. Dr. Saffet Solak anlatıyor: Amerika'da master yaptığım yıllarda, çalıştığım üniversitenin yemek salonu açık büfe şeklindeydi. Herkes dilediği yemekten istediği kadar alabiliyordu. Yemekhanenin kapısında "Take what you need. Eat what you take" (Yiyeceğin kadar al, aldığını da ye) diye yazmakta idi. Bir gün aynı masada yemek yediğimiz Çinli bir arkadaşı, tabağında kalan son pirinç tanesini almaya çalışırken görünce dayanamadım; denemek için dedim ki: "Bir pirinç tanesi için neden bu kadar uğraşıyorsun? Bırak tabakta kalsın." Çinli arkadaşın verdiği cevap çok düşündürücüydü: "Her Çinli bir pirinç tanesi israf etse, Çin nüfusu ile çarp bakalım, kaç ton pirinç yapar? Biz kalabalık bir ülkeyiz, israf etme lüksümüz yoktur" dedi. Yine denemek için dedim ki: "Şu anda Çin'de değil Amerika'dasın. Tabağında bırakacağın pirinç tanesi Çin'i değil, Amerika'yı zarara uğratacaktır."

 

Bu sözlerim karşısında güldü ve şöyle dedi: "Yaşadığım ülke olan Amerika'yı bu şekilde zarara uğratmak onurlu bir davranış olmaz." Çinli arkadaşı bu onurlu davranışından dolayı tebrik ettim ve düşüncesini paylaştığımı söyledim. İslam dininin bu konudaki, "Yiyiniz içiniz, fakat israf etmeyiniz. Çünkü israf edenleri sevmez" buyruğunu açıkladım. Çok hoşuna gitti. Tam o sırada, Ürdünlü Müslüman bir arkadaş tabağındaki yemek artıklarını çöp sepetine boşalttı. Bunu gören Çinli arkadaş Ürdünlü'yü göstererek: "O Müslüman değil mi? dedi. O kadar üzüldüm ki, ne diyeceğimi bilemedim.

Share this post


Link to post
Share on other sites

Büyük hakan Fatih Sultan mehmet Han Ordusu ile Bizans önlerine vardığında,

Bizans Sarayında İmparator Konstantin papazlardan birini çağırarak kendine sorar,

"Fatih Bizansı alabilecekmi" ?

Papaz cevap verir,

"Evet alacak"

Bu söz üzerine öfkelenen Konstantin, Yaverleri çağırarak atın bu papaz'ı mahzene talimatı vererek papaz'ı mehzene attırır.

Derken kuşatma başlar ve Fatih Sultan mehmet Han Bizansı İstanbul yapar.

Kuşatmadan bir süre sonra Büyük Sultan Fatih mahzendeki papaz'ı öğrenir ve huzuruna çağırır.

"Sen niye mahzendesin"

Papaz cevap verir.

"İmparator Konstantin bana, Fatih Bizansı alabilecekmi diye bir soru sordu bende evet alacak cevabını verdim, ve kendimi mahzende buldum, Konstantin mahzene attı siz çıkardınız" diye cevap verir.

Bu defa Fatih Sultan mehmet Han sorar ?

Peki İstanbul'u bizden geri alabileceklermi ?

Papaz gene cevap,

"İstanbul'u sizden Topla,Tüfekle geri alamayacaklar, ama siz kendi topraklarınızı para karşılığı satarak geri vereceksiniz" diye cevap verir.

Bu söz üzerine Sultan Mehmet Han dizleri üzerine çökerek şöyle bir beddua'da bulunur.

"Yarabbi ! Kimki kendi topraklarını para karşılığı düşmanına satarsa onlara dünya'da huzur yüzü gösterme yarabbi." diye beddua eder.

Share this post


Link to post
Share on other sites

Selamlar,

 

Buna benzer bir olay da Hz. Ömer için anlatılır. Hz. Ömer'in Şehadetinin ardından 6 ay geçer ve bir kişi onu rüyasında görür (kim olduğunu şimdi hatırlayamıyorum). Ona nasıl bir durumla karşılaştığını sorunca çetin sorgusunun yeni bittiği cevabını alır.

 

Allah hepimize hesabını verebileceğimiz ameller işletsin ve hesap anında tek yardımcımız olsun.

 

Saygı ve selamlarımla

 

 

Hz.Ömer r.anh ın oğlu.. Babacığım 6 ay rüyamda göremedim seni neredeydin diye Sual edince verdiği cevap bu.

Share this post


Link to post
Share on other sites

19.yüzyılda Almanya'nın Mülheim şehrindeki Ren Nehri'nin bir yakasında Almanlar, öbür yakasında da Fransızlar oturuyordu. Fransızlar, her sene nehrin Almanlardaki kısmına geçip mahsulün tümünü toplayıp götürüyorlardı.

O sıralar, birliğini temin edemeyen güçsüz Almanlar ise buna fazla ses çıkaramıyorlardı tabi. Her sene böyle olunca çareyi Osmanlı Sultanına durumu yazıp, imdat istemekte bulurlar. Mektupta şöyle demektedir: "Fransızlar her sene bize zulmediyor, mahsulümüzü elimizden alıyorlar. Siz ki, dünyaya adalet dağıtan bir imparatorluğun sultani, İslamiyet'in de halifesisiniz. Bizi bu zulümden kurtarın. Asker gönderin.Ürünlerimizi bu sene olsun toplama imkanı sağlayın."

Çöküş faslına girildiği bir zamana denk gelen yardim isteğini inceleyen padişah asker göndermeyi mümkün ve gerekli görmez; yalnızca asker elbisesi göndermeyi kafi bulur ve cevabını bir mektupla beraber içi askeri elbise dolu üç çuval yollatır. Şaşkına dönen Almanlar, çuvalı alıp mektubu okurlar: "Fransızlar korkak adamlardır. Onlara yeniçeri göndermemize gerek yoktur. Yeniçerimizin kıyafetini görmeleri kafidir. Çuval içindeki Osmanlı askerinin elbiselerini adamlarınıza giydirin. Mahsul zamanı, nehrin görülecek yerlerinde dolaştırın. Karşıdan gören Fransızlar için bu kafidir."

Bağ bahçe sahipleri hemen Osmanlı askerinin kıyafetini kapışırlar. Hasat vakti büyük bir heyecanla yeniçeri kıyafetinde, nehir kıyısında dolaşmaya başlarlar. Ertesi gün, karşıdan gelen haber, Almanların sevinç çığlıkları atmalarına sebep olur: "Osmanlılardan imdat geldiğini düşünen Fransızlar, korkudan köylerini de terk ederek iç kısımlara doğru kaçmaktalar. Mahsulünüzü rahatça toplayabilirsiniz. Zulüm sona ermiştir."

Bu olay, Mülheim' lıların gönüllerinde taht kurmuştur. Giydikleri yeniçeri kıyafetlerini, daha sonra Mülheim' a bağlı Karlsruhe Müzesine koyup ziyarete açarlar. Şehrin en yüksek binasına da Osmanlı bayrağı asarlar. Ayrıca, halen olayın yıldönümünde de şehirde bir karnaval düzenleyip hadiseyi temsilen kutlarlar. Bu olay Osmanlı'nın sadece bir yeniçeri kıyafetiyle Almanları Fransızların elinden ve talanından nasıl kurtardığını gösteren maziden elmas bir tablo olarak kalmaktadır…

:baris:

  • Like 1

Share this post


Link to post
Share on other sites

Join the conversation

You can post now and register later. If you have an account, sign in now to post with your account.
Note: Your post will require moderator approval before it will be visible.

Guest
Reply to this topic...

×   Pasted as rich text.   Paste as plain text instead

  Only 75 emoji are allowed.

×   Your link has been automatically embedded.   Display as a link instead

×   Your previous content has been restored.   Clear editor

×   You cannot paste images directly. Upload or insert images from URL.

Loading...

×
×
  • Create New...