Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]
nedmanün

Hikayeler, Kıssadan Hisseler

Recommended Posts

ZENGÎ ATÂ (Rahmetullahi Aleyh)

 

BİR NAZAR

 

 

 

Vaktiyle dört arkadaş, gelerek bir araya,

 

Tahsîl-i ilim için, geldiler "Buhârâ"ya.

 

 

 

Zâhirî ilimleri öğrenip bir hocadan,

 

İçlerine bir "ateş" düşüverdi sonradan.

 

 

 

Dediler ki: (Öğrendik zâhirî ilimleri.

 

Lâkin “İhlâs” olmazsa, gidemeyiz ileri.

 

 

 

Yâni "Bâtın ilmi"ni öğrenmezsek biz eğer,

 

Bu tahsîl ettiğimiz ilimler boşa gider.)

 

 

 

Böylece, bir "mürşid-i kâmil" bulmak üzere,

 

Medreseden ayrılıp, koyuldular sefere.

 

 

 

“Seyyid Atâ” idi ki, birisi bu gençlerden,

 

Peygamber-i zîşânın evlâdıydı neseben

 

 

 

Semerkant yakınından geçiyorken bu gençler,

 

Bir “İhtiyâr kimse”yi görerek eğleştiler.

 

 

 

Ona seslendiler ki: (Mürşid arıyoruz biz!

 

Onunla, tasavvufta yetişmektir gâyemiz.)

 

 

 

Meğerse o ihtiyâr, “Zengî Atâ” nâmında,

 

Bir kâmil kişi imiş, Semerkant diyârında.

 

 

 

"Zengî Atâ", cevâben dedi ki o gençlere:

 

(Aradığınız benim, gitmeyin başka yere.)

 

 

 

Onlardan üç tânesi, o zâta inandılar.

 

Ve lâkin "Seyyid Atâ" hiç etmedi îtibâr.

 

 

 

Düşündü: “Ben seyyidim, ilmim var, bu bir gerçek.

 

Bu siyâhî kişi mi beni irşâd edecek?”

 

 

 

Kalben geçirdiyse de, bu bozuk fikirleri,

 

Yine de yapıyordu günlük vazîfeleri.

 

 

 

Lâkin çok yaptıysa da riyâzet, mücâhede,

 

Hâlinde, ilerleme hiç olmadı yine de.

 

 

 

En son “Anber Ana”ya, gelip arz eyledi ki:

 

(Anacağım, üstâda şunu haber verin ki,

 

 

 

Ben çok üzülüyorum, n’olacak böyle hâlim?

 

Yıllarca buradayım, açılmadı hiç kalbim.)

 

 

 

O dedi ki: (Bu gece, bir keçenin içine,

 

Sarılıp, tevâzûyla yat kapı eşiğine.

 

 

 

Seni böyle görürse, şefkat ile bir bakar.

 

Onun bir tek nazarı, sana yeter ve artar.)

 

 

 

"Seyyid Atâ", o gece girdi keçe içine.

 

Uzandı o üstâdın kapısı eşiğine.

 

 

 

O gece, "Zengî Atâ" namâza kalktığında,

 

Gördü ki, biri yatar eşiğinin altında.

 

 

 

Tam basacak idi ki üzerine göğsünün,

 

O, tutup ayağını öpünce o büyüğün,

 

 

 

Buyurdu ki: (Kimdir o, yatmış eşik önüne?)

 

Dedi: (Seyyid Atâ’yım, muhtâcım himmetine.)

 

 

 

Buyurdu ki: (Kalk yerden, düzeldi şimdi hâlin.

 

Üzülme, bundan sonra açılır artık kalbin.)

 

 

 

O anda bir teveccüh etti "Seyyid Atâ"ya.

 

Çıkardı tasavvufta onu en üst noktaya.

Share this post


Link to post
Share on other sites

Günlerden bir gün, köylerden birinde, adamın birinin eşeği, kuyunun birine düşmüş.

Niye düşer, nasıl düşer sormayın. Eşek bu. Düşmüş işte.

Belki kör bir kuyuydu, ağzı tahtayla kapatılmıştı belki, üzerine de toprak dökülmüştü.

Zamanla tahta çürüdü, zayıfladı, toprakta biten otları yemek isteyen eşeğin ağırlığını çekemedi ve güm.

Hayvancık saatlerce acı içinde kıvrandı, bağırdı kendi dilinde. Ayıptır söylemesi, anırdı yani.

Sesini duyan sahibi gelip baktı ki vaziyet kötü.

Zavallı eşeği kuyunun dibinde melul mahzun bakınıyor. Üstelik yaralanmış.

Karşılaştığı bu durumda kendini eşeği kadar zavallı hisseden adamcağız köylüleri yardıma çağırdı.

Ne yapsak, ne etsek, nasıl çıkarsak soruları havada kaldı.

Sonunda karar verildi ki kurtarmak için çalışmaya değmez.

Tek çare, kuyuyu toprakla örtmek.

Ellerine aldıkları küreklerle etraftan kuyunun içine toprak attılar.

Zavallı hayvan, üzerine gelen toprakları, her seferinde silkinerek dibe döktü.

Ayaklarının altına aldığı toprak sayesinde her an biraz daha yükseldi .

Ve sonunda yukarıya kadar çıkmış oldu. Köylüler ağzı açık bakakaldı.

 

Hayat, bazen bizim de üzerimize abanır. Ne bazeni, çoğu zaman.

 

Toz toprakla örtmeye çalışanlar çok olur.

 

Bunlarla başetmenin tek yolu, yakınıp sızlanmak değil, düşünüp silkinmek ve kurtulmak, aydınlığa adım atmaktır.

 

Kör kuyuda olsak bile...

Share this post


Link to post
Share on other sites

Adamın biri her zaman yaptığı gibi saç ve sakal traşı olmak için berbere gitti. Onunla ilgilenen berberle güzel bir sohbete başladılar.Değişik konular üzerinde konuştular. Birden Allah ile ilgili konu açıldı...

 

Berber: " Bak adamım, ben senin söylediğin gibi Allah`ın varlığına inanmıyorum."

 

Adam: " Peki neden böyle diyorsun?"

 

Berber: " Bunu açıklamak çok kolay. Bunu görmek için dışarıya çıkmalısın. Lütfen bana söyler misin, eğer Allah var olsaydı, bu kadar çok sorunlu, sıkıntılı, hasta insan olur muydu, terkedilmiş çocuklar olur muydu? Allah olsaydı, kimseye acı çektirmez, birbirini üzmezdi.Allah olsaydı, bunların olmasına izin vereceğini sanmıyorum..."

 

Adam bir an durdu ve düşündü, ama gereksiz bir tartışmaya girmek istemediği için cevap vermedi. Berber işini bitirdikten sonra adam dışarıya çıktı. Tam o anda caddede uzun saçlı ve sakallı bir adam gördü.Adam bu kadar dağınık göründüğüne göre belli ki traş olmayalı uzun süre geçmişti. Adam berberin dükkanına geri döndü.

 

Adam: " Biliyor musun ne var, bence berber diye birşey yok"

Berber: " Bu nasıl olabilir ki? Ben buradayım ve bir berberim."

Adam: " Hayır, yok. çünkü olsaydı, caddede yürüyen uzun saçlı ve sakallı adamlar olmazdı."

 

Berber: " Hımmm... Berber diye birşey var ama o insanlar bana gelmiyorsa, ben ne yapabilirim ki?"

 

Adam: " Kesinlikle doğru! Püf noktası da bu! Allah var, ve insanlar ona gitmiyorsa, bu gitmeyenlerin tercihi. İşte dünyada bu kadar çok acı ve keder olmasının nedeni!"

Share this post


Link to post
Share on other sites

Pazarlamacı, şef sekreter ve personel müdürü bir öğlen paydosunda lokantaya doğru yürümektedirler. Parktaki banklardan birinin üzerinde sihirli bir lamba bulurlar. Lambayı ovarlar ve gerçekten de lambadan cin çıkar.

 

“Aslında kişiye 3 dilek hakkı veriyorum ama sizler üç kişi olduğunuz için hepinizin birer dileğini gerçek yapacağım” der cin.

 

Şef sekreter arsızca atılarak “önce ben” diyerek sıranın önüne yerleşir.

 

“Bahamalarda, muhteşem bir sahilde tatil yapmak istiyorum. Tatilim hiç bitmesin ve hiçbir dert hayatıma girmesin” diye dileğini ifade eder..

 

Ve hoop, ortadan kaybolur.

 

Şimdi de pazarlamacı atılır ve “şimdi sıra bende” der.

 

“Hayallerimdeki kadınla Tahiti sahillerinde Pina Colada içmek istiyorum” der ve hoop, o da ortadan kaybolur.

 

“Şimdi sıra sende” der cin Personel Müdürüne.

 

“İkisini de öğleden sonra işlerinin başında görmek istiyorum” der personel müdürü.

 

hikayeden çıkartılacak ders :

 

Üstünüz olan birinin her zaman için önce konuşmasına izin verin. ÖNCÜLÜK TANIYIN

Share this post


Link to post
Share on other sites

ALLAH DE...

Fakir bir çobandır... Hükümdarın kızını görür, aşık olur. Aşkı onu mecnunlaştırır..... Her nasıl olursa olsun o kıza kavuşmayı kafasına koyar... "Acaba nasıl olabilir?" diyerek memleketin ulu kişilerini, aklı erenlerini dolaşmaya başlar. Her huzuruna vardığı mübareğe durumu anlatır ve sorar "Acep ben ne etsem de hükümdara damat olabilsem?" Dinleyenler tebessümle cevap verir. Sırt sıvazlar, teselli ederler:

"Be evladım," derler, "bu olacak iş mi, davul bile dengi dengine... Var git köyüne, kendi dengini bul...Hükümdar kızını unut." Fakat kaç kere bu ümit yıkan cevabı almış olsa da yılmaz, garip çoban.Nihayet gerçek bir arif, gerçek bir "bilen kişi" bulana kadar...

O, arif kişi:

"Kolay" der, "ama söyleyeceğimi aynen yapacaksın."

Aşık çobanın gözleri ümitle parlar, heyecanla atılır...

"Ne istersen söyle, yaparım" der.

Arif kişi anlatır...

"Şehrin kapısının karşısına bir divan kur. Üzerine otur. Ve 24 saat boyunca sürekli olarak sadece 'Ya ALLAH,de'. Yanına kim gelirse gelsin, sana ne derse desin, ne yaparsa yapsın, sakın ara verme, 'Ya ALLAH' demeyi terk etme... Ta ki bir gün hükümdar kendi ayağıyla gelip, kendi diliyle kızını sana teklif edeceği ana kadar. O zaman, ki artık, istediğin olmuştur, 'Ya ALLAH' demeyi bırakabilir, eski hayatına dönebilirsin..."

Aşkının imkansızlığı karşısında, çok sabit ve kolay gelen arif kişinin bu teklifini hemen gerçekleştirir, aşık çoban... Şimdi o bir tahta sıranın üzerine oturmuş, 24 saat boyunca 'Ya ALLAH' demektedir.

Genç çoban kısa zamanda şehirde ünlü olur. Hep 'Ya ALLAH' demenin verdiği nurla da ayrı bir çekiciliğe bürünür... Ve aşık çobanın meraklıları, hayranları hızla artar. Herkes birbirine şehrin kapısındaki o gencecik Hak dostunu, o nurlu veliyi anlatmaktadır...

Şöhreti ve ziyaret edenleri hızla çoğalır... Her gelen, gence başka bir şey dedirtmek, dikkatini dağıtmak 'Ya ALLAH'ı bıraktırmak için aklına gelen her şeyi yapmakta, fakat hiç kimse başarılı olamamaktadır... İleri gelenler, vezirler derken, duyduklarıyla iyice meraklanan hükümdar da bir gün ayağına gelir genç çobanın...O da gözleriyle görür bu nura kesmiş delikanlıyı, kulaklarıyla duyar ve o da hayran kalır.

O günlerde düşünmektedir hükümdar:"Bizim kız evlenme çağına geldi. Acaba damatlığa en uygun kimdir" diye

Hayran olduğu bu genç Hak dostu ise aradığı kişidir. Hükümdar çekinerek edeple 'Ya ALLAH' diyen çobanın kulağına fısıldar:

"Oğlum bir dakika beni dinler misin?"

Aşık çobanın hali değişmez:

'Ya ALLAH'

Hükümdar başını iki yana sallar:

"Peki" der, "hiç olmazsa kulağını bana ver. Benim damadım olur musun?"

Genç çoban susar...'Ya ALLAH' kesilir... Herkes dehşete düşer

Ağır ağır başını hükümdara çevirir, gözlerine "derin" bakar, ağzından kelimeler tane, tane dökülür. "Olamam efendim" der, "siz kızınıza başka bir koca arayın."

Genç çobana 'Ya ALLAH' dedirten sebebi, olayın arka planını bilenler hayretle sorarlar:

"Bütün istediğin, derdin bu değil miydi? Şimdi niçin hayır diyorsun."

Genç cevap verir ve soru sahipleri oldukları yerde donarlar:

"Ben kullarından birine duyduğum bir aşk nedeniyle, riyakarca 'Ya ALLAH' dedim, Rabbim hükümdarı ayağıma getirdi, kendi diliyle kızını bana teklif ettirdi. Bundan sonra sadece Allah için, 'Ya ALLAH' diyeceğim, bakalım ona ne verecek."

Share this post


Link to post
Share on other sites

BUGÜN EN İYİ ARKADAŞIM

 

Çölde yolculuk eden iki arkadaş hakkinda bir hikaye anlatilir. Yolculugun bir asamasinda iki arkadas tartisirlar biri ötekine bir tokat atar.

Tokati yiyenin cani çok yanar ama tek kelime etmez ve kumun üzerine su sözleri yazar:

BUGUN EN IYI ARKADASIM BANA BIR TOKAT ATTI.´

Yikanabilecekleri bir vahaya rastlayana dek yürümeyi sürdürürler.

Tokadi yiyen yikanirken bataga saplanir bogulmak üzereyken arkadasi tarafindan kurtarilir.

Tam selamete çiktiktan sonra bir kaya parçası üzerine su sözleri kazir

BUGÜN EN IYI ARKADASIM BENIM HAYATIMI KURTARDI.´

Tokadi vuran ve sonra en iyi arkadasinin hayatinı kurtaran kisi ona söyle der,

Senin canini yaktigimda bunu kum üzerine yazdin ama

simdi kayaya kaziyorsun,neden? ´

Öbür arkadas ona söyle cevap verir.

Biri bizi incittiginde bunu kum üzerine yazmaliyiz ki bagislama rüzgari estiginde onu silebilsin.

Ama biri bize iyi bir sey yaparsa onu kayaya kazimali ki onu hiçbir rüzgar yok etmesin. ´

INCINMELERINIZI KUMA, GÖRDÜGÜNÜZ IYLIKLERI KAYALARA KAZIMAYI ÖGRENIN.

Denilir ki: özel birini bulmak bir dakikanizı alir,

onu degerlendirmeniz bir saat içinde olur,

onu sevmek için bir gün yeter

ama sonra onu unutabilmek için bir ömrün geçmesi gerekir

(Sevdiğim bir arkadaşım göndermişti paylaşmak istedim)

Share this post


Link to post
Share on other sites

Daha henuz 18 yasindaydi ama hayatinin sonundaydi. Tedavisi mumkun olmayan olumcul bir kansere yakalanmisti. Kahir icinde eve kapatmisti kendini…Sokaga cikmiyordu.Annesi, bir de kendisi. O kadardi butun hayati… Bir gun fena halde sikildi, dayanamadi, atti kendini sokaga…Bir yigin vitrin onunden gecti, tam bir CD satan dukkani da geride birakmisti ki, bir an durdu, geri dondu, kapidan iceri,gozune hayal meyal takilan genc kiza bir daha bakti. Kendi yaslarinda harika bir genc kizdi tezgahtar… Hani,ilk bakista

ask derler ya, oyle takilip kalmisti iste…iceri girdi. Kiz,gulumseyerek kostu ona; "Size nasil yardim edebilirim?" diye.Nasil bir gulumsemeydi o…Hemen oracikta sarilip opmek istedi kizi… Kekeledi, geveledi, sonra "Evet!" diyebildi. Rastgele birini isaret ederek; "Evet, su CD’yi bana sarar misiniz?" dedi. Kiz CD’yi aldi, iceri gitti, az sonra paketle geri geldi.Genckizdan aldi paketi, cikti dukkandan, evine dondu.Paketi acmadan dolabina atti… Ertesi sabah gene gitti ayni dukkana…Gene bir CD gosterdi kiza, sardirdi, aldi eve

getirdi, atti paketi dolaba gene acmadan…Gunler hep alinip,sardirilan CD’lerle gecti. Kiza acilmaya bir turlu cesaret edemiyordu. Annesine acildi sonunda…Annesi; "Git konus oglum, ne var bunda?" dedi. Ertesi sabah,butun cesaretini topladi, erkenden dukkana gitti. bir CD secti.Kiz gulerek aldi CD’yi, arkaya gitti paketlemeye. Kiz icerdeyken bir kagida "Sizinle bir gece cikabilir miyiz?" diye yazdi, altina telefon numarasini ekledi,notu kasanin yaninakoydu gizlice. Sonra,paketini alip kacti gene dukkandan… iki gun sonra evin telefonu caldi… Anne acti telefonu. Dukkandaki tezgahtar kizdi arayan. Delikanliyi istedi, notunu yeni bulmustu da… Anne agliyordu… "Duymadiniz mi?" dedi. "Dun kaybettik oglumu." Cenazeden birkac gun sonra anne, oglunun odasina girebildi sonunda. Ortaliga ceki duzen vermeliydi. Dolabi acti, oraya atilmis bir yigin acilmamis paket gordu. Paketleri aldi, oglunun yatagina oturdu ve bir tanesini acti. icinde bir CD vardi, bir de minik not…"Merhaba, sizi oyle tatli buldum ki, daha yakindan tanimak istiyorum. Bir aksam birlikte cikalim mi?Sevgiler… Jacelyn "Anne, bir paketi daha acti, onda da bir CD ve bir not vardi: "Siz gercekten cok tatli birisiniz, hadi beni bu gece davet edin, artik.Sevgiler…Jacelyn..

Share this post


Link to post
Share on other sites

:rolleyes: Günlerden bir gün kurbağalar arasında bir yarış varmış. Hedef, çok yüksek bir kulenin tepesine çıkmakmış. Birçok kurbağa da arkadaşlarını seyretmek için toplanmışlar. ve yarış başlamış. Gerçekte seyircilerin hiçbiri yarışmacıların kulenin tepesine çıkabileceğine inanmıyorlarmış. Kalabalıktan şu sesler duyuluyormuş: "Zavallılar! Hiçbir zaman başaramayacaklar!" Yarışmaya başlayan kurbağalar kulenin tepesine ulaşamayınca teker teker yarışı bırakmaya başlamışlar. İçlerinden bir tanesi inatla ve yılmadan kuleye tırmanmaya çalışıyormuş. Seyirciler bağırıyorlarmış: "Zavallılar! Hiçbir zaman başaramayacaklar!" Sonunda bir tanesi hariç diğer kurbağaların ümitleri kırılmış ve bırakmışlar. Ama kalan son kurbağa büyük bir gayret ile mücadele ederek kulenin tepesine çıkmayı başarmış. Diğerleri hayret içinde bu işi nasıl başardığını öğrenmek istemişler. Bir kurbağa ona yaklaşmış ve sormuş... O anda farkına varmışlar ki kuleye çıkan kurbağa sağırmış...!

 

Olumsuz Düşünen İnsanları Duyma... Onlar Kalbindeki Ümitleri Çalarlar.

 

Rüyalarını gerçekleştiremeyeceğini söyleyenlere karşı her zaman sağır ol :D

Share this post


Link to post
Share on other sites

Bİr KelebeĞİn Dersİ

 

--------------------------------------------------------------------------------

 

Bir gün, kozada küçük bir delik belirdi; bir adam oturup kelebeğin saatler boyunca bedenini bu küçük delikten çıkarmak için harcadığı çabayı izledi.

 

Ardından sanki ilerlemek için çaba harcamaktan vazgeçmiş gibi geldi ona. Sanki elinden gelen her şeyi yapmış ve artık yapabileceği bir şey kalmamış gibiydi.

 

Böylece adam, kelebeğe yardım etmeğe karar verdi; eline küçük bir makas alıp kozadaki deliği büyütmeye başladı.

 

Bunun üzerine kelebek kolayca çıkıverdi. Fakat bedeni kuru ve küçücük kanatları buruş buruştu.

 

Adam izlemeye devam etti; Çünkü her an kelebeğin kanatlarının açılıp genişleyeceğini ve bedenini taşıyacak kadar güçleneceğini umuyordu.

 

Ama bunlardan hiç biri olmadı! Kelebek hayatının geri kalanını kurumuş bir beden ve buruşmuş kanatlarla yerde sürünerek geçirdi.

 

Ne kadar denese de asla uçamadı.

 

Adamın iyi niyeti ve yardım severliği ile anlayamadığı şey, kozanın kısıtlayıcılığının ve buna karşılık kelebeğin daracık bir delikten çıkmak için göstermesi gereken çabanın, Yüce Yaratıcının kelebeğin bedenindeki sıvıyı onun kanatlarına göndermek ve bu sayede de kozanın kısıtlayıcılığından kurtulduğu anda uçmasını sağlamak için seçtiği yol buydu.

 

Bazen yaşamda tam olarak ihtiyaç duyduğumuz şey çabalardır. Eğer yüce yaratıcı, yaşamda herhangi bir çaba olmadan ilerlemenize izin verseydi, o zaman bir anlamda sakat kalırdık. O zaman olabileceğimiz kadar güçlenemezdik. Asla uçamazdık.

 

Güçlü olmak istedim. Ve Yüce Yaratıcı beni güçlendirmek için zorluklar yolladı.

 

Bilgelik istedim. Ve Yüce Yaratıcı bana çözmem için sorunlar yolladı.

 

Başarı istedim. Ve Yüce Yaratıcı bana çalışmam için zekâ ve kas gücü verdi.

 

Cesaret istedim. Ve Yüce Yaratıcı bana üstesinden gelmem gereken sorunlar verdi.

 

Sevgi istedim. Ve Yüce Yaratıcı bana, Yardımcı olmam için sorunlu insanlar yolladı.

 

İyilik istedim. Ve Yüce Yaratıcı bana fırsatlar yolladı.

 

İstediğim hiçbir şeyi elde edemedim fakat ihtiyaç duyduğum her şeyi elde ettim.

 

Yaşamınızı korkusuzca yaşayın, zorlukların tümüne göğüs gerin ve onların üstesinden gelebileceğinizi açıkça gösterin :rolleyes:

Share this post


Link to post
Share on other sites

--------------------------------------------------------------------------------

 

eleştiri...

 

Renklerin ustası olarak anılan büyük bir ressamın öğrencisi eğitimini tamamlamış. Büyük usta öğrencisini uğurlarken, yaptığı resmi şehrin en kalabalık meydanına koymasını ve yanına da kırmızı bir kalem bırakmasını, halktan beğenmedikleri yerlere çarpı koymalarını rica eden bir yazı iliştirmesini istemiş. Öğrenci birkaç gün sonra resme bakmaya gittiğinde resmin çarpılar içinde olduğunu görmüş. Üzüntüyle ustasına gitmiş. Usta ressam üzülmemesini ve yeniden resme devam etmesini önermiş. Öğrenci resmi yeniden yapmış. Usta yine resmi şehrin en kalabalık meydanına bırakmasını istemiş fakat bu kez yanına bir palet dolusu çeşitli renklerde boya ile birkaç fırça koymasını ve yanına da insanlardan beğenmedikleri yerleri düzeltmesini rica eden bir yazı ile bırakmasını önermiş. Öğrenci denileni yapmış.. Birkaç gün sonra bakmış ki resmine hiç dokunulmamış. Sevinçle ustasına koşmuş. Usta ressam şöyle demiş: "İlkinde insanlara fırsat verildiğinde ne kadar acımasız bir eleştiri sağanağı ile karşılaşılabileceğini gördün. Hayatında resim yapmamış insanlar dahi gelip senin resmini karaladı. İkincisinde onlardan yapıcı olmalarını istedin. Yapıcı olmak eğitim gerektirir. Hiç kimse bilmediği bir konuyu düzeltmeye cesaret edemedi. Emeğinin karşılığını, ne yaptığından haberi olmayan insanlardan alamazsın. Sakın emeğini bilmeyenlere sunma ve asla bilmeyenle tartışma

 

 

Bizde genelde böyle yapmazmıyız bilmediğimiz konu hakkında yorum birde önyargılı davranırız kimseyi bilmedem tanımadan değilmi? :rolleyes:

Share this post


Link to post
Share on other sites

Bir gün, celimsiz, kücük bir kiz cocugu sokagin kösesine oturmus yiyecek, para, yada alabilecegi herhangi bir sey icin dileniyordu. Üzerinde yirtik, pirtik giysiler vardi!

 

Yüzü gözü kir icinde, perisan bir hali vardi. Kiz dilenirken, sokaktan genc, canlc ve iyi görünümlü bir adam gecti. Kizi farketmisti ama belli etmemek icin dönüp ikinci kez bakmadi.

 

Büyük ve lüks evine, mutlu ve rahat ailesinin yanina geldiginde, cok güzel hazirlanmis aksam sofrasi onu bekliyordu. Fakat az sonra düsünceleri tekrar o fakir kiza takiliverdi. Duygulari birseylere itiraz ediyordu. Sonra kolay yolu tercih etti ve itirazlarini Allah’ a yöneltti:

 

"Böyle birseyin olmasına nasil müsaade ediyorsun? Neden o kücük kiza yardim icin birseyler yapmiyorsun Allah’ im?" diye yakindi icinden. Sonra ruhunun derinliklerinden gelen bir cevap isitti :

"YAPTIM! SENI YARATTIM!"

 

 

UMARSIZ DAVRANACAGIMIZA BIZE GOSTERILENE GAFIL OLMAYALIM CANLAR....

Share this post


Link to post
Share on other sites

BİR SULTANIN OĞLUNA NASİHATLERİ

 

 

Tecrübeli, şefkatli dostların sana öğüt verirlerse, öğütlerine kulak ver. Öğüt veren böylesi dostların yanına yalnız olarak git ve öğütlerinden nasibini al. Çünkü faydalı öğüt yalnızken verilir, halk arasında verilen öğüt kulağa girmez olur, hem de sitem gibi olur.

 

Bir konuda bilgin tam olsa da bilginle gururlanma. Ne zaman sana bir iş düşse, iyice bilsen ki sen o işi başarabilirsin, buna güvenme, bir akıllı kişiye danışmadıkça o işe başlama. Kendi görüşünü beğenenlerden olma. Bir bilene akıl danışmayı ayıp sanma, “Doğru görüş benim görüşümdür, başkası bana elverişli olanı ne bilir” deme, kendi bildiğine gitme. Çünkü kendi görüşüyle iş tutan kişi, pişman olur. Akıllı yaşlılarla ve şefkatli insanlarla yani o işin ehli ile istişare et, sonra o işe el at.

 

Nasıl bir gözle görmek, iki gözle görmek gibi olmazsa, iki kişinin görüşü de bir kişinin görüşü gibi değildir. Ehli olan çok kişi ile istişare daha iyidir. Bir doktor hastalansa kendi kendini ameliyat edebilir mi? İhtiyaç sahibi birisi senin yanına gelecek olsa, onun için çalış, çabala; emeğini ondan esirgeme. Bu, düşmanın veya seni çekemeyen biri olsa da, farklı davranma. Ola ki o düşmanlık dostluğa dönüşe.

 

Sözden anlayan kişiler sana gelecek olsalar, onlara hürmet et ve iyi davran. Çünkü onların sana gelmeleri seni ağırladıkları yani sana kıymet verdikleri içindir. Sen de onları ağırlarsan yani onlara kıymet verirsen, bu kez sana gelmeye daha istekli olurlar. Şahsiyetsiz kişinin yanına, kimse gelmek istemez.

 

Doğru konuş, sakın yalan söyleme ve yalana benzeyen gerçeği de söyleme. Çünkü bir gerçek ki yalana benzer, o da yalan olmuş olur. Hep sözünün doğruluğuyla tanınmış biri olarak bilinmeye çalış.

 

Sözü yerine uygun olarak söyle, uygunsuz söz söyleme. Çünkü beğenilen sözün hem söyleyene yararı var, hem de işitene. Uygunsuz sözün zararı ise, söyleyene de, işitene de olur.

 

Sözünün başına ve sonuna dikkat et. Birisine bir şey söyleyecek olursan yüzüne karşı söyle, arkasından konuşma. Böylece sözü bilerek söyleyenlerden olursun. Çünkü lafını bilmeden konuşan kişi, açık ve anlaşılır konuşan papağana benzer. Papağan sarf ettiği sözden habersizdir. Papağan gibi olanlara, “konuşur ama konuşmasını bilir” demezler. Öyleyse konuşan ve konuşmasını bilen odur ki, konuştuğu zaman kim olursa olsun ondan bir şey anlayabilmeli. Böyle olmayana insan demezler, çünkü böyleleri insan suretinde hayvandır.

 

Söz yüce bir şeydir, sen de sözü yüce bil. Çünkü söz en yüksek yerden gelmiştir, onun için azizdir. Bu aziz sözün yerini bulunca bildiğinden sakınma. Ve yeri değilse sözü harcama, tâ ki sözün zayıf olmasın, aklına ve bilgine zarar gelmesin.

 

Yok yere, anlamsız iddiada bulunma. Bir ilimden habersizsen, o ilimle ilgili iddiayı bırak. Dilediğini, o bilmediğin ilimle elde edemezsin, ama bildiğin ilimle ne gerekirse elde edersin.

 

Sana faydası veya zararı olmayan sırrı öğrenmeye heveslenme ve sırrını kimseye söyleme. Birkaç kişi bir yere toplanıp otursa, orada biriyle fısıldaşma. İyi dahi konuşsan halk kötüye yorar: “Kim bilir ne uygunsuz söz ki, fısıltıyla söylüyor” der. Çünkü halkın birbirine olan şüphesi kötüdür, öyleyse sözü açık söyle, ama ne söylersen kendi değerince söyle, kendinden büyük söyleme... (Huzur Pınarı Mail Grubu)

Share this post


Link to post
Share on other sites

BİR KIRIK KALP

 

Tereddütle başlayan bu soru giderek karabasana dönüşüyor. Bir ağırlık yüreğime gelip oturuyordu. Unutmak istiyordum. Zamanın akışına kendimi koyuvermek istiyordum. Nafile. Çırpındıkça batıyor, unutmaya çalıştıkça her ayrıntıyı daha beter hatırlıyordum. O an beynime capcanlı çakılıp kalmıştı. Tekrar tekrar aynı soru her zerremde yankılanıyor, içimdeki bu ses giderek büyüyordu.

“yanlış mı ettim yoksa?”

Vicdan azabı denilen şey bu olmalıydı. İştahım kaçmış yemek bile yiyemez olmuştum. Uyumak ne mümkün, bir sağa dön bir sola. Düşünceler ve hayaller giderk beni esir alıyordu. Nefsim boş durmuyordu tabi. Binlerce gerekçe sıralıyordu art arda. Savunma mekanizması işlemeye koyulmuş, ruhumun tam ortasında bir mahkeme kurulmuştu. Nefsim avukat, vicdanım hakim. Davalı ben, davacı bir kırık kalp. Bir kalp ki tam ortasından yarılmış iki parçaya, depremdeki fay hattı gibi. Yerle bir olmuş her tarafı,yara bere içinde. Kalp eliyle beni gösteriyor.

Suçlu sensin diyor, beni kırdın. Birisi sürekli gülüyor, görmese de kendi. İğrenç bir gülümseme sesi bu. Nefsimse, hiç durmadan savunuyor beni.

Ama diyor o sırada çok stresliydin. Üstünde yaşadığın olayların onca baskısı vardı. Maruz kaldığın haksızlıklar vardı. Kim olsa aynı şeyi yapardı. Söylediklerini hak etti. Nafile nefsim ne dese de vicdanımın yüzü gülmüyor. Vicdanımın yüzü asık. Tokmağını vurup, oturumu bitiriyor. Nefsimin sesi kısık ama hala mahkemenin koridorlarında savunuyor beni. Vicdanım beni suçlu buluyor. Giderek büyüyen bir kayayı sırtıma veriyor. Taşıyacaksın diyor. Cezam ne kadar sürecek, diye soruyorum. Kalbi gösteriyor. O, diyor, kırık olduğu sürece cezalısın. Bu taşı taşıyacaksın. Nefesin kesilse bile. Hafızam da başıma, gardiyanım olarak dikiliyor. Anlıyorum ki kaçış yok. Bir kalbe bakıyorum birde sırtımdaki taşa. Ne yapmalı? Diye düşünüyorum…

Share this post


Link to post
Share on other sites

CESARETİNİZ NEDEN KOLAYCA KIRILIYOR.

 İnsanın en büyük dostu zorluklardır. Çünkü insan karşılaştığı zorluklarla kuvvetlenir.

 Her problem öğrenmek için bir fırsattır.

 Uçurtmaları yükselten rüzgarın kuvveti değil, o kuvvete karşı uçtukları içindir.

 Boş çuval dik durmaz

 Yokuşta akmayan ter çukurda gözyaşına dönüşür.

 Hayatta bir kez gittiğinde asla geri dönmeyen 3 şey: zaman- sözcükler ve fırsattır.

 Hayatta hiçbir zaman kaybedilmemesi gereken 3 şey: haysiyet- umut ve dürüstlüktür.

 Hayatta emin olunmayacak 3 şey:düşler başarı ve zenginliktir.

 Hayatta insanı mahveden 3 şey: cesaretsizlik- gurur ve öfkedir.

 İnsanoğlu çok güçlüdür. Fakat bu güç, akılla hareket edecek, bilgiyle yol alacak,düşünce ile hızlanacaktır.

Share this post


Link to post
Share on other sites

GELİNCİK

Bir dağ köyünde yaşayan yeni evli bir kadının,ilk hamileliği esnasında eşi vefateder.Kadın,üzüntüsünden bir süre dere tepe dolaşır.Bu esnada bir gelincik

 

yavrusu bulur.(Gelincik,kurt gibi vahşi bir hayvandır.)Onu alıp eve getirir.Kendi yediklerinden yedirip büyütür.Hayvan ehlileşmiş bir şekilde bu genç kadınla

 

yaşamaya başlar

 

 

Günü gelince kadın doğum yapar.Güzel bir bebeği olur.Artık o sessiz yuvasında bir şenlik vardır.Bebeğinin meşgalesiyle günlerini geçirmeye başlar

 

Günlerden bir gün,dışarı çıkmak durumunda kalır.Bebeğini uyutup kapıyı kilitleyip gider.İşlerini bitirip kısa süre içerisinde geri döner.Dış kapıyı açmasıyla

 

birlikte karşısında ağzı kanlı gelinciği görür.Gelinciğin bebeğini parçalamasının hayali gözlerinin önünde canlanır.Beyni döner, çıldırır ve kapının arkasındaki

 

kalın sopayı alıp vura vura gelinciği öldürür.. Bu esnada içeriden bebek ağlaması sesi gelir.Koşarak içeri giren kadın,beşiğin etrafında kocaman,parçalanmış

 

bir yılan cesedi görür.

 

( bir işin aslını esasını tam olarak öğrenmeden hakkında hüküm vermeyelim...

Sonra pişman olmayalım...)

Share this post


Link to post
Share on other sites

AĞız Tadı Allah Adı

 

Adamın biri her zaman "Allah Allah" diye zikreder bu zikirden dolayı ağzı bal yemiş gibi tatlanırdı.

 

Bir gün şeytan gelip :

 

- "Ne durmadan Allah Allah deyip duruyorsun bunca zamandır Allah demene karşılık bir kerecik olsun Allah (c.c) "lebbeyk kulum." dedi mi sana... Hiç sende utanma sıkılma yok mu? Daha ne kadar Allah deyip duracaksın?" dedi.

 

Bunun üzerine adam utandı sıkıldı zikri bıraktı. Gönlü kırılmış bir halde yattı uyudu.

 

Rüyasında Hz. Hızır'ı gördü. Hızır ona :

 

- "Neden yaptığın güzel işi terk ettin "Allah Allah" diye zikretmeyi bıraktın." dedi.

 

Adam :

 

- "Yaptığım onca zikre karşılık verilmedi. "lebbeyk-buyur-" sesi gelmedi. Kapıdan kovulmaktan korktum." dedi.

 

Bunun üzerine Hz. Hızır :

 

- "Senin Allah demen, Allah'ın (c.c) lebbeyk kulum - buyur kulum - demesidir. Allah (c.c) isminin zikrini herkese nasip eder mi, bunu sana nasip etmesi az şey mi?. dedi

 

BU BENİM İLK YAZIM UMARIM BEĞENİRSİNİZ.

BU ARADA HERKEZİN KURBAN BAYRAMINI KUTLUYORUM..

Share this post


Link to post
Share on other sites

Hazreti Ebubekir'in komşuları:

-Ya Resulallah! Ebubekir her akşam evinde ciğer kebabı yapıp yediği halde, bize bir lokma bile vermiyor. Biz onun komşuları olarak şikayetçiyiz, dediler.Resulüllah:

-Bundan sonra yine ciğer yediğini anlarsanız,bana haber verin.O yemek başında iken baskın yapalım, buyurdu.

Aradan birkaç gün geçmişti ki,bir sahabi gelip:

-Ya Resulallah! Şu anda evden yine ciğer kokusu gelmeye başladı.Pişiriyor olması lazım,dedi.

Peygamberimiz meselenin hakikatini ashaba söylemiyor,gözleri ile görmelerini istiyordu.Hep beraber Ebubekir'in evine gittiler.Eve yaklaştıklarında hakikaten evden ciğer kokusu gelmeye başlamıştı.Kapıyı çalıp içeri girdiler, baktılar ki,Hazreti Ebubekir'in ciğer değil, bir parça et bile yok.Ashap hayret içinde kalmıştı.

Resul-ü Ekren meseleyi şöyle izah etti:

-Ebubekir'in yediği,sizin bildiğiniz ciğerlerden değildir.Onun kendi ciğeri Allah korkusundan yanıp tutuşmekta,siz ise onu ciğer pişirip yiyor sanmaktasınız.

 

"Rabbim bizede Hazreti Ebubekir'in gibi sevgi ve korku nasip etsin. Allah cümlemizden razı olsun"

Share this post


Link to post
Share on other sites

:) Düşündüren fıkralar

 

Fransa hükümet ricalinden biri Napolyon' un bir muharebede tenkide

kalkisip parmagini harita üzerinde gezdirerek:

- Önce surasini almaliydiniz, sonra buradan geçerek ötesini

zapdetmeliydiniz, gibi fikirler belirtmeye baslayinca, Napolyon:

- Evet, demis. Onlar parmakla alinabilseydi dedigin gibi yapardim.

----------------

 

Bir toplantida bir genç M. Akif küçük düsürmek için:

- Afedersiniz, siz veterinermisiniz? demis. M. Akif hiç istifini

bozmadan su cevabi vermis:

- Evet, bir yeriniz mi agriyordu?

-----------------

 

Idam edilmek üzere olan bir mahkuma:

- Diyecegin bir sey var mi? diye sorduklarinda:

- Bu bana iyi bir ders oldu!!

-----------------

 

Yavuz Sultan Selim, birçok Osmanli padisahi gibi sefere çikacagi

yerleri gizli tutarmis. Bir sefer hazirliginda, vezirlerinden biri

israrla

seferin yapilacagi ülkeyi sorunca, Yavuz ona:

- Sen sir saklamayi bilir misin? diye sormus. Vezir:

- Evet hünkarim, bilirim dediginde, Yavuz cevabi yapistirmis:

- Ben de bilirim.

-----------------

 

Sultan Alparslan 27 bin askeriyle bizans topraklarinda ilerlerken,

kesfe gönderdigi askerlerden biri huzuruna gelip telasla:

- 300 bin kisilik düsman ordusu bize dogru yaklasiyor, der.

Alparslan hiç önemsemeyerek söyle der:

- Biz de onlara yaklasiyoruz.

-------------------

 

Bir filozofa sormuslar: Sansa inanirmisiniz?

Filozof: Evet, yoksa sevmedigim insanlarin basarisini neyle

açiklardim

:)

Share this post


Link to post
Share on other sites

“SİZ ÇOK ÖNEMLİSİNİZ!”

 

“New York’da yaşayan bir öğretmen lise son sınıf öğrencilerinin diğer insanlardan farklı özelliklerini vurgulayarak onurlandırmaya karar vermişti. Her bir öğrencisini tahtaya kaldırıp onlara kendisi için ne kadar özel olduklarını belirtip sonra her birine üzerine altın harflerle “siz çok önemlisiniz” yazılı birer pembe kurdela verdi. Daha sonra kabul görmenin toplum üzerinde ne gibi etkileri olacağını anlayabilmek amacıyla sınıfına bir proje yaptırmaya karar verdi. Her bir öğrencisine 3’er tane pembe kurdela verip, onlardan bu töreni gerçek dünyada da sürdürmelerini istedi.

 

 

 

Çocuklardan biri, yakınlarında olan bir şirketin üst düzey görevlisini onurlandırmış adamın yakasına pembe kurdelayı iliştirmişti. İki kurdela daha vermiş, “sizden onurlandırmanız için başkalarını da bulmanızı istiyoruz. Böylece onlarda başkalarını bulup kurdela ağını fazlalaştırabilirler. Daha sonra lütfen bana sonucu hakkında bilgi verin.” diye rica etmişti.

 

 

 

O gün üst düzey yönetici suratsız biri olarak bilinen patronunun yanına gitmeye karar verdi. Patronunun odasına girdi ve ona, iş dünyasında bir dahi olduğu için takdir edip örnek aldığını ve yakasına, pembe kurdelayi takması için izin verip vermeyeceğini sordu. Şaşkına dönen patronu. “Tabii ki!” şeklinde cevap verdi. Yönetici pembe kurdelayı patronunun tam kalbinin üstüne ceketine iliştirdi. Diğer kurdelayı verirken de “Bana bir iyilik yapar mısınız?” dedi. “Siz de bu kurdelayı onurlandırmak istediğiniz birine verir misiniz?”

 

 

 

O gece patron evine geldiğinde 14 yaşındaki oğlunun yanına oturdu, “Bugün inanılmaz bir şey oldu” diyerek olayı anlattı. “Ofisteydim üst düzey yöneticilerinden biri geldi, bana iş dünyasında ne kadar başarılı olduğumu, örnek aldığını ve takdir ettiğini söyleyip göğsüme bu kurdelayı taktı. Bir hayal etmeye çalış… Benim bir dahi olduğumu düşünüyor “Siz çok önemlisiniz” yazılı bu kurdelayı tam kalbimin üstüne taktı ve bir kurdela daha vererek onurlandıracağım başka birini bulmamı istedi. Arabayla eve gelirken bu kurdelayla kimi onurlandıracağımı düşünürken aklıma sen geldin. Ben seni onurlandırmak istiyorum!”

 

“Çünkü,” diye devam etti patron. “Günlerim aşırı yorucu geçiyor. Eve gelince sana ilgi gösteremiyorum. Bazen derslerden kırık not alınca sana bağırıp çağırıyorum.

 

Oysa bu gece bir şekilde seninle odan da oturup, benim için ne kadar farklı olduğunu, özel olduğunu söylemek istedim. Annen gibi sen de benim hayatımdaki en önemli insanlarsınız. Sen mükemmel bir çocuksun. Seni seviyorum” diye devam etti.

 

Şaşkına dönen çocuk ağlamaya başladı. Bütün vücudu titriyordu. Başını kaldırarak gözleri yaş içinde babasına baktı “Babacığım” dedi, “yarın intihar edecektim” durakladı. “Baba, ben senin… ben senin… beni hiç sevmediğini… beni hiç önemsemediğini düşünüyordum. Ama artık her şey çok farklı, baba sen şu an oğlunun hayatını kurtardın!”

 

 

 

Bizim sevgimizi de bilmek isteyen insanların var olduğunu sakın unutmayın. Hepimize yetecek kadar kurdele olduğunu unutmayalım. Sevgilerimle. Gülşen Akça”.

 

* * *

 

 

Gülşen hanımın yazdığı bu olay, karışıklıklar dolu hayatımızda ne kadar farklı, anlamlı mutluluklar sunuyor. Ne kadar sıkıntılı, sıkıcı, koşuşturmalı bir hayatın içinde olursak olalım, kendimize bu tür güzellikler bulmaya çalışalım.

 

Şimdi var mısınız anneler, babalar? Çocuklarınızın sizin için ne kadar değerli olduklarını söylemeye var mısınız? Çocuklar annelerinize, babalarınıza sizin için ne kadar önemli olduklarını hatırlatmaya var mısınız?Unutmayalım hepimize yetecek kadar kurdelalar daima vardır.

 

 

 

Moral Dünyası Dergisi, Sayı : 15

 

 

2007-12-23

Share this post


Link to post
Share on other sites

Mecmau’l-Enhur fi Şerhi Mülteka’l-Ebhur eserinin sahibi Muhammed b. Süleyman, “Damat Efendi” lakabıyla meşhur olmuştur. Çünkü, bu iffet âbidesi, talebelik döneminde bir gece yarısı, mum ışığı altında ders çalışmaktadır. İlmî mütâlaalara daldığı bir esnada kapısı çalınır. O vakitte birinin gelmesinin hasıl ettiği hayret ve misafirin kimliği hakkındaki merakla hemen kapıyı açar.

 

Karşısında genç ve güzel bir kızcağız durmaktadır. Misafir, yolunu kaybettiğini ve etrafta başka bir ışık göremediği için onun kapısını çalmaya mecbur kaldığını söyler. Genç talebe, misafirini geri çeviremez, onu gece karanlığına ve sokağın soğuğuna terk edemez, çaresizce kızı içeri alır. Ona oturup dinlenebileceğ i bir köşe gösterdikten sonra da sabaha kadar dersine çalışmaya devam eder. Utangaç ve gizli-saklı nazarlarla onu seyreden kızcağız, bu iffetli talebenin bir haline taaccüb eder; genç, arada bir parmağını önünde yanan mumun alevine tutmakta ve bir müddet öylece bekledikten sonra geri çekmektedir.

 

Gün ışıdıktan sonra genç kız oradan ayrılıp evine döner. Halkın yardımıyla yolunu bularak ulaştığı ev, Osmanlı vezirlerinden birinin sarayıdır; bu genç kız da, o vezirin kerimesidir.

 

Saray halkı, ona geceyi nerede ve nasıl geçirdiğini merakla sorarlar. Genç kız başından geçenleri, gördüklerini ve hususiyle de kendisini misafir eden talebenin tuhaf halini bir bir anlatır. Vezir, kızına yardım eden o genci sarayına davet eder ve niçin sabaha kadar elini yanan mumun üzerinde tuttuğunu ve elinin yanmasına sebep olduğunu sorar. Yusuf yüzlü genç, “Yolunu kaybettiği için kapımı çalan bir misafiri dışarıda bırakamazdım; bu sebeple onu kulübeme aldım. Şeytan beni kandırmaya yeltendiğinde, parmağımı ateşe tutarak, nefsime cehennem azabını hatırlattım ve böylece yanlış bir şey yapmaktan kurtuldum.”

Vezirin çok hoşuna giden ve teklifi kabul ederek o kızcağızla evlendikten sonra da “Damat Efendi” olarak anılagelen Muhammed b. Süleyman gibi bir hayat yaşayabilenlere ne mutlu.

 

alıntı

Share this post


Link to post
Share on other sites

Kolay değil belki ama imkansız da değil;

Hangi küskünlük bitmemiş, hangi dostluk başlamış ha !

 

Yüreğin senin elinde dostum.

İnsanları değiştiremezsin, ancak onlara olan düşüncelerini değiştirebilirsin.

 

Herkesi olduğu gibi kabul et, sen de olması gerektiğince ol.

İnancının kazanmasını , ondan uzaklaşarak elde etme

saçmalığından kurtul.

 

Hatırla,

İYİLİĞİN HALLEDEMEDİĞİNİ KÖTÜLÜK HİÇ HALLEDEMEZ Kİ. .

Yüreğine de kaydet bunu.

 

ÜCRETSİZ BİLETTİR TEBESSÜM YÜREK YOLCULUĞUNDA. .

 

Sevgiye davet çıkar sen de hadi. Kanaat getir, olumsuzlukları

eriteceğine. Geçmişe üzülme. Yaptığın hatalardan ders aldıysan,

mutlu edebildiysen eğer; bugünü bugünle yaşa. Fakat biraz dur.

 

Hayatına deneyimler eklemen için şart değil yanlışlardan geçmen.

Başkalarının edindikleri doğruları yerleştir zihnine. Ölümün ne zaman

geleceğini bilmediğinden, yolu uzatıp kaderini zorlama. Güzellikleri de

bizzat kendin uygula.

 

Savrulma sakın. Bak

BATSA DA GÜNEŞ, BIKMAMIŞTIR DOĞMAKTAN. SONUNDA

TOPRAK OLSA DA CANLI, YORULMAMIŞTIR NEFES ALMAKTAN.

 

Dostum, bedelsiz değildir ki mutluluklar unutma.

“O bedellerle olmanın neresi zarar” de, yorulma.

Dertlere de yenilme hiç, galiptir iyilikler sen ilerledikçe.

 

Sonra benim varlığıyla mutluluk duyduğum güzel dostum.

Bir martının yanında yer al. Gökyüzü meskenin olsun senin de.

Kat kendini maviye, hayran bakışları çek üzerine. Özgürlüğü

uçuşlarınla anlat. Hem , kırık olsaydı kanadın ne önemi kalırdı ki

genişliği dünyanın.

Kaldır başını ve eğilme, sakın güçsüzce.Dipsizse de karanlık, dal

içeri...Öyle bir dal ki; sen değil o korksun..

“Ne çıkar” deme, bir nur da senden olsun.

 

GÜLÜMSE...

Fakat cenneti kazanmışçasına değil, doğduğun güzel fıtrat için...

 

GÜLÜMSE....

O’nun ümmetlerinden biri olarak yaşadığın için...

 

GÜLÜMSE...

Duyduğun ezan sesi, kıblen KABE olduğu için..

 

GÜLÜMSE...

Öldüğünde Azrail’le buluşup, RABB’ ine kavuşacağın an için.

HİÇ

DEĞİLSE TATLI İNSAN, RAZI OLDUĞUN Allah ’ın rızası için gülümser misin? :rolleyes:

Share this post


Link to post
Share on other sites

SEN DE BUNU ANLAMAZSIN!...

BİR GÜN MEVLANA,MEDRESENİN BAHÇESİNDEKİ HAVUZUN BAŞINDA OTURUP KİTAP OKUYORDU. O ESNADA ŞEMS-İ TEBRİZİ YANINA GELİP ONA NE OKUDUĞUNU SORDU.MEVLANA: "SEN BUNDAN ANLAMAZSIN" DİYE KARŞILIK VERDİ.BUNUN ÜZERİNE ŞEMS-İ TEBRİZİ KİTAPLARI ALIP HAVUZA ATTI.MEVLANA ŞAŞIRMIŞ VE "BABAMIN YAZDIĞI KİTAPLARA YAZIK OLDU" DİYEREK ÜZÜNTÜSÜNÜ BİLDİRMİŞTİ.MEVLANA'NIN ÜZÜLDÜĞÜNÜ GÖREN ŞEMS-İ TEBRİZİ,ELİNİ UZATIP TEKER TEKER KİTAPLARI SUYUN İÇİNDEN ALARAK MEVLANA'YA VERDİ.HAYRETLER İÇERİSİNDE KİTAPLARIN HİÇBİRİSİNİN ISLANMAMIŞ OLDUĞUNU GÖREN MEVLANA, "BU NASIL İŞTİR?" DİYE SORUNCA ŞEMS-İ TEBRİZİ: "BU BİR SIRDIR;SEN DE BUNU ANLAMAZSIN" DEDİ...

Share this post


Link to post
Share on other sites

Bir gün, Ebu Said Ebü‘l-Hayr Hz.lerine sordular:

 

- Falanca kimse, keramet olarak su üstünde yürüyor, buna ne dersiniz?

 

Ebu Said cevaben:

 

- Bunun kıymeti yoktur. Ördek ve kurbağa da suda yüzer, dedi.

 

- Filan adam, havada uçuyor, dediler. Ona da:

 

- Sinek ve çaylak ta havada uçuyor, cevabını verdi.

 

- Filan kimse, bir anda bir şehirden bir şehire gidiyor, denilince:

 

- Şeytan da bir solukta, şarktan garba gidiyor. Böyle şeylerin dinimizde önemi yoktur, karşılığını verdi.

 

- Dinimizde önemli olan nedir öyleyse? diye sorulunca:

 

- Önemli olan, herkesin arasında bulunmak; hayatın gerektirdiklerini yapmak; fakat bütün bunları yaparken, bir an bile Rabbini unutmamaktır, buyurdu.

_________________

Share this post


Link to post
Share on other sites
Bir gün, Ebu Said Ebü‘l-Hayr Hz.lerine sordular:

 

- Falanca kimse, keramet olarak su üstünde yürüyor, buna ne dersiniz?

 

Ebu Said cevaben:

 

- Bunun kıymeti yoktur. Ördek ve kurbağa da suda yüzer, dedi.

 

- Filan adam, havada uçuyor, dediler. Ona da:

 

- Sinek ve çaylak ta havada uçuyor, cevabını verdi.

 

- Filan kimse, bir anda bir şehirden bir şehire gidiyor, denilince:

 

- Şeytan da bir solukta, şarktan garba gidiyor. Böyle şeylerin dinimizde önemi yoktur, karşılığını verdi.

 

- Dinimizde önemli olan nedir öyleyse? diye sorulunca:

 

- Önemli olan, herkesin arasında bulunmak; hayatın gerektirdiklerini yapmak; fakat bütün bunları yaparken, bir an bile Rabbini unutmamaktır, buyurdu.

_________________

 

Selamlar,

 

Tasavvuf ıstılahında "halvet der encümen" olarak ifade edilen şey tam da bu kıssada tavsiye edilen şeydir. İnsanın, yaradılış amacı olan Allah'ın halifeliği vazifesini ifa edebilmesi için cemiyet içerisinde bulunması hayli mühimdir. Bu sebeple çoğu tarikatte, salikler belli bir süre çile doldurup piştikten sonra, "kendine müslüman"lıktan çıkmak, cemiyete misal teşkil etmek, Allah'ın halifeliği vazifesini bir bilinç ile yerine getirmek, Risaletpenah efendimizin "hazır yiyiciler" olarak ifade ettiği güruha dahil olmamak, ayrıca nefislerinin dizginlenmiş olmasından dolayı cemiyette Allah'ın tezahürlerini seyredip ona aşklarını farklı bir pâyede devam ettirmek gibi sebeplerle içtimaî hayata dahil olur. Kendini geliştirmiş olan, nefsini terbiye etmiş bulunan bu insanlar hem gafletten uyanmamış bulunan insanlara canlı bir misal olur, hem de yeryüzünü imar vazifelerini yerine getirerek, aşıkları olduğu o yüceler yücesi zatın kendilerine emir buyurmuş olduğu temel vazifeyi yerine getirmekle yükselir, mest olurlar.

 

Çoğu tarikatte böyle bir yol izlenilmesi, bu meselenin tasavvufun temel hususlarından biri oluşundan ileri gelir. Bir erme okulu olan tekkelerin bu hadiseyi sistemleştirmesi de hayli hoş bir letafettir. Mustafa Itrî Efendi gibi pek çok gönül ehli, böyle bir eğitim sürecinin ardından eserlerini vermiş kimselerdir ki, onun ilahi iklimlerden gelen tasavvufî havayla yüklü bestesini ortaya çıkarılışından yüzyıllar sonra dahi dinlediğimizde hala birşeyler hissedebiliyoruz.

 

Cemiyeti eğiten tarikat ehilleri, şeyhler, velîler de halvet der encümeni yaşayan insanlardır. Böyle olduğu için onların hayatlarını okuyarak birşeyler öğrenmeye gayret edebiliyor, tavsiyelerinden nasibimizce istifade edebiliyoruz. Onlar köşelerine çekilmemiş, çevrelerindeki insanlara birer ışık olmuş ve halvet der encümeni yaşamıştır ki, bu sebeple günümüze kadar ulaşabilmişler, bize seslenmeye devam edebilmişlerdir.

 

Bizden uzak gibi duruyor ama, Allah inşallah halvet der encümeni yaşatır cümlemize... "Verenin şanı yüce, sen iste istedikçe!.."

 

Saygı ve selamlarımla

Share this post


Link to post
Share on other sites

İmparatorun Dersi

 

Bir zamanlar, Uzak Doğu'da, artık yaşlandığını ve yerine geçecek

birini seçmesi gerektiğini düşünen bir imparator varmış.

Yardımcılarından ya da çocuklarından birini seçmek yerine; kendi

yerine geçecek kişiyi değişik bir yolla seçmeye karar vermiş.

Bir gün, ülkesindeki tüm gençleri çağırmış ve:

 

"Artık tahttan inip yeni bir imparator seçme vakti geldi.

Sizlerden birini seçmeye karar verdim." demiş.

Gençler şaşırmışlar, ancak o sürdürmüş:

"Bugün hepinize birer tohum vereceğim. Bir tek tohum... Ama bu çok

özel bir tohum. Evlerinize gidip onu ekmenizi, sulayıp büyütmenizi

istiyorum. Tam bir yıl sonra büyüttüğünüz o tohumla buraya

geleceksiniz. Sizi, yetiştirdiğiniz o tohuma göre değerlendirip,

birinizi imparator seçeceğim. "

Saraya çağırılan gençlerin arasında Ling adında biri de varmış.O

da

diğerleri gibi tohumunu almış...

Evine gidip heyecanla olayı annesine anlatmış. Annesi bir saksı ve

biraz toprak bulup, onun tohumu ekmesine yardım etmiş.

Sonra birlikte dikkatlice sulamışlar. Her gün sulayıp büyümesini

bekliyorlarmış.

Yeterince zaman geçtikten sonra diğer gençler tohumlarının ne

kadar büyüdüğünü anlatırken, Ling hayal kırıklığı içinde, kendi

tohumunda hiçbir değişiklik olmadığını görüyormuş.Üç hafta, dört

hafta,beş hafta geçmiş...

Hâlâ hiçbir gelişmeyokmuş. Diğerleri yetişen bitkilerinden söz

ederken Ling çok üzülüyormuş. İmparatorun onu beceriksiz

sanmasından çok

endişeleniyormuş. Arkadaşlarına da hiçbir şey diyemiyor, sabırla

bekliyormuş.

 

Sonunda bir yıl bitmiş ve gençlerin yetiştirdikleri bitkileri

imparatorun huzuruna götürecekleri gün gelip çatmış.

Ling, annesine boş saksıyı götüremeyeceğini söyleyince, annesi ona

cesaret verip;

saksısını götürüp dürüst bir şekilde olanları

imparatora anlatmasını istemiş. Ling, pek istemese de, annesinin

sözünü tutmuş ve boş saksıyla saraya gitmiş.

 

Saraya varınca arkadaşlarının yetiştirdiği bitkilerin güzellikleri

karşısında şaşırmış.Sonra imparator gelmiş ve tüm gençleri

selamlamış. Ling, arkalarda

bir yerlere saklanmaya çalışıyormuş.

 

"Ne büyük bitkiler, çiçekler ve ağaçlar yetiştirmişsiniz. Bugün

biriniz imparator olacak." demiş imparator.

Aniden arkada elinde boş saksısıyla Ling'i fark etmiş. Hemen

muhafızlarına onu öne getirmelerini emretmiş. Ling çok korkmuş.

"Sanırım beceriksizliğimden dolayı beni öldürtecek."

Ling öne geldiğinde imparator adını sormuş. "Adım Ling." demiş.

 

Diğer gençler gülüşüp onunla alay etmeye başlamışlar. İmparator

onları susturmuş. Ling'e ve elindeki saksıya dikkatle bakıp

kalabalığa doğru dönmüş.

 

"Yeni

imparatorunuzu selamlayın. Adı Ling!" demiş.

Ling inanamamış. Çünkü tohumunu yeşertememiş bile, nasıl imparator

olurmuş?...

İmparator devam etmiş:

" Bir yıl önce burada herkese bir tohum verdim. Siz ekip, sulayıp

bir yıl sonra getirecektiniz. Ama hepinize kaynamış tohum

vermiştim. Asla büyüyemeyecek olan... Ling'in dışında herkes

ağaçlar, bitkiler ve çiçekler getirdi; çünkü tohumun büyümediğini

fark edince hepiniz onu bir başka tohumla değiştirdiniz. Sadece

Ling içinde benim verdiğim tohum olan boş saksıyı getirme cesaret

ve dürüstlüğünü gösterdi. Beklentisi gerçekleşmeyince umutsuzluğa

kapılsa da, dürüstlüğünden vazgeçmedi...

Onun için yeni imparatorunuz o olacak !"

 

EN SADE DOĞRULAR MI, yoksa RENGARENK YALANLAR MI?

Share this post


Link to post
Share on other sites

Join the conversation

You can post now and register later. If you have an account, sign in now to post with your account.
Note: Your post will require moderator approval before it will be visible.

Guest
Reply to this topic...

×   Pasted as rich text.   Paste as plain text instead

  Only 75 emoji are allowed.

×   Your link has been automatically embedded.   Display as a link instead

×   Your previous content has been restored.   Clear editor

×   You cannot paste images directly. Upload or insert images from URL.

Loading...

×
×
  • Create New...