Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]

buyukdogu

Sivil
  • Content Count

    1,056
  • Joined

  • Last visited

  • Days Won

    45

Posts posted by buyukdogu


  1. Görmek, hissetmek ve anlamak düşsün hissemize diyelim. Zaten pek çok kimse de bunları istemez mi Mavera? Eylem ve fanilik deyince, merhum Mehmet Akif İnan'ın bir şiirindeki sözlerini hatırladım:

     

    "Her eylem yeniden diriltir beni. Nehirler düşlerim göl kenarında''

     

    Hep diri oluruz inşallah. Muhabbetle mavera.


  2. Haber Diyarbakır'dan çıkınca insan durup bir düşünüyor.

     

    Peki bu haber Kayseri'den, ya da Elazığ'dan (farz-ı muhal) çıksaydı ne düşünecektik Murat kardaşım? Bu tür niyet okumalar veya dolaylı ifadeler kullanmaktan artık vazgeçmeliyiz. Zira başka sıkıntılarıda beraberinde getiriyor, sorunları çoğaltıyor.

     

    Konuya gelince: Andımızın dünyada başka örneği var mıdır? Varsa, hangi ülkelerde (hangi rejimlerde) uygulanmaktadır? Andın sosyal, kültürel, ilmi ve psikolojik faydası/getirisi nedir?

     

    Andımızın tek parti ve tek parti dönemi diye başlayan tartışmalarımızla/öfkelerimizle alakası yok mudur? Bence bunların üzerinde durmak lazım, yoksa haberin nereden geldiğiyle değil.


  3. Rahat ol Hacegan kardaşım, seni yanlış anlamadım. Anladığım şu oldu bu konudan: Günahsız (!) erkeklerin, günahlı ve tesettürsüz ve odak haline gelmiş ve güzel huylarının bir önemi olmayan bayanlar hakkındaki müthiş yorumları ve tesbitleri oldu.

     

    Neyi konuşuyoruz, neden konuşuyoruz ve nasıl konuşuyoruz? Aslında örtünme ve örtünmeme konusunda Şule Yüksel ablaya bir makale yazmak düşerdi burada. Hani imkansız gibi ya, yine de kısmet diyelim.

     

    Muhabbetle.


  4. Yahu kardeşim, biz günahkarız ama, ne yaparsın ki bu günahkarlığımız tesettürden değil... E erkeğiz... Bizim de kendimize göre bir günah yönümüz var. Var mı, ben günahsızım diyen? Farz-ı muhal ya, namaz deyince gözlerimden pınarlar boşalıyor ama işte nefs... o lanete yenik düşüyorum. E o zaman size ne benim güzel huyumdan! Ben kendi kendime bu dini tebliğ ederim, ne de olsa...

     

    Valla ben o cesaret ve yiğitlikte (Parantez içinde ünlem) değilim, kardeşim...

     

    Niyet ettim, ama yazmadım. Fakat sen niyet etmiş ve yazmışsın. Niyetler bir olmuş, eyvallah.

     

    Diyecektim ki: 'Bu konu hakkında daha da olsa konuşmam, gidin derdinizi Hacegan kardaşıma'' anlatın. Neyse, herkesin metodu, usulü, yaklaşımı, günahı ve sevabı kendine diyelim ve muhabbetlerimizi sunalım dostlara/arkadaşlara/kardaşlara.


  5. Savulun ulan tesettür fedaileri geliyor tarzında beyanatlara bak sen. Peh peh peh (!) Bu moda mı oldu, yoksa yeni bir tarz mı ortaya çıkıyor?

     

    Sen şu tebliğ metoduna bak, irşadın mükemmeliyetine şahit ol ey gözlerim (!)

     

    Başörtüsünün ne olduğunumu anlatıyoruz, yoksa başı açık olanlar üzerinden hücum mu geliştiriyoruz? Sadece soruyorum, vallahi de başka bir niyetim yok. Açıktan, saçıktan, kaçıktan bize ne. Vay be, ne de güzel misilleme yapılmış. Tam da, azgın azınlığına prim verecek türden konuşmalar. Hakikaten merak ediyorum; Din nasihat mıdır, yoksa nasihatçıların dini ayrı mıdır?

     

    Haşiye: Burada, başı açık arkadaşına ''bana ne senin güzel huyundan'' diyebilecek cesarette ve yiğitlikte (!) insanlar yoktur sanırım.


  6. Doğrudur Hacegan kardaşım. Örneklerine gelince; senle şimdi yazmaya başlasak, ta Sened-i İttifak'a gider, ordan Kılıç'lı zevatların icraatlarına ve idamların şakşaklandığı sözde İstiklal Mahkemelerinden çıkarız. Yani yine başa dönüş, yine sözlerin pervasızlığı durumu.

     

    Biz yine de hassasiyet derdinde olalım.


  7. Bir defa demiştim yine diyeyim. Ne anlama geldiğini ve yorumları şahıslara bırakarak:

     

    Önce ruhunu örtmeli kadın, ruhunu. Ümit ediyoruz ki, örtünen kadınlarımız da zaten örtmüşlerdir ruhunu.

     

    Konuya paralel olarak; Başörtü konusunda biz müslüman erkekler, müslüman kadınlar kadar asla ve katta mücadele vermedik. Kimse, kimseyi aldatmasın ve slogana dayalı kahraman edasında söylemlerde bulunmasın. Bunu Üniversite'lerin önünde de gördük, eylem alanlarında da.

     

    Fakat başörtüsü konusunda kadınlardan/kadınlarımızdan çok konuştuk, çok söz ettik. Başörtüsünün biçiminden, renginden, ebatından tutunda bilmem neyine kadar hep mertçe ve erkekçe (!) tepki verdik.

     

    Evet bazen kızabiliriz, kızmalıyız. Fakat yapıcılıktan ve çözüme yönelik olmayan çok uzak yorumlar yapılıyor ve bakış açıları görülüyor. Nihayetinde açığıda kapalısıda bu toplumun fertleri ve bir şekilde bizle alakalılar. Başı açık olanları da teşhir edip, onlar hakkında ölçüsüz yorumlar yapmaktan da kaçınalım.

     

    Ayrıca;

    Başörtüsü yasağı öncesi ve sonrası duruma bakarsak, manzaranın ne noktaya geldiğini anlayabiliriz.

     

    İlaveten:

     

    1- Başörtüsünün bağlanma biçimleri vs. gibi konularda yazdığım ikinci mesajımdır (ilkinde biraz tepkiseldim), çünkü yazmamın gereği ve hakkının olmadığı kanısındayım.

     

    2- Lütfen türban, türbanlı gibi kavramları kullanmayalım. Bu kavramlar bizden değildir ve bize yabancıdır. Başörtüsü ve türban çok ama çok farklı şeylerdir.


  8. Yazmadım, yazmayı da mantıklı bulmadım kendi açımdan. Üstad'ın, yıllar evvel siyaset sahnesine yeni yeni çıkan muhafazakâr/İslami tabanlı bir siyasetçiye yazdığı mektubun bu kadar çok dallandırılıp budaklandırılacağını tahmin etmemiştim aslında.

     

    Gerekli görmüştür ve bir Müslüman olarak ihtar/tavsiye içeren birazda öfkeyle bir şeyler demiştir Üstad. Meselenin özüde sözüde budur. Bundan tarafları, daha da değişik taraflara çekmenin ve değerlendirmenin hiç bir anlamı ve faydası yoktur.

     

    Üstad'ın bu mektubu devrin şartlarına ve kırılganlığına göre yerinde, doğru ve takdire şayandır. Bundan şüphemiz yok. Zaten bunuda tartışmıyoruz sanırım.

     

    Neyse, benim demek istediğim husus şu (birazda konu dışına çıkarak):

     

    Tıpkı Abdülhamit Han gibi, yıllar geçtikçe anlaşılacak doğru ve yanlışlar. Kimin aslında ne olduğu ve ne olmadığı zamanla gün yüzüne çıkacak. Belkide pek çok iyi ve kötü yer değiştirecek tarih sayfalarında, zihinlerimizde.

     

    İşte ben, Erbakan Hoca'yı bu sebeble değerli ve önemli br şahsiyet olarak görüyorum. Pek çok insanın ben bu adama asla oy vermem deyip, şimdilerde ''bu adam haklıymış, biz yanılmışız'' dediklerini duyuyorum.

     

    Faizsiz sistem, D-8, Havuz proğramı vs. Anlaşılmadı ve kulak verilmedi Hoca'ya. Hoca ki, içerden ve bilhassa dışardan muazzam tertiplere, plan ve projelere maruz kalmış birisi.

     

    Şapkasını alıp gitmeyen, alttan almayan ve son noktaya kadar direnen bir insan. Bu bir hakikattir. Birileri dik durmadı falan demiş Hoca ve ekibi için, o birileri dik durmayı mahalle kavgalarında kıytırıktan restleşme sanıyor, ya da parlayıp sönen flaş her halde. Diklikten ve dik durmadan ne anlıyoruz acaba?

     

    Polemiği sevmem ve yapana da uymam. Bu ülkenin gördüğü ve belkide göreceği nadir siyasetçilerden birisidir Hoca. Bunu sağdan da, soldan da, ortadan da pek çok kişi tasdik etmiştir.

     

    Velhasıl, Erbakan Hoca bu ülkeye hizmet vermiş ve veren pek çok kişiye de vesile olmuştur.

     

    (Bunları, Erbakan Hoca'nın partisine oy vermeyen, parti binasına bir defa bile girmeyen birisi olarak yazdığımı da belirteyim)

    ...


  9. Sert kayaya çarpmak!

     

    Tutuklu bir avukatın bürosunda elegeçirilen yeni darbe düzenleme belgesi, bu kez sert kayaya çarptı. Neden mi sert?

     

    Çünkü bu gına getirici darbe senaryoları ister gerçek isterse gerçek olmayan bir belgeye dayansın, artık hiçbir çevreden destek bulamıyor da ondan.

     

    CHP’den MHP’ye kadar tüm siyasal partiler, bu akıl dışı metnin kim veya kimler tarafından kaleme alındığını ve sorumluların hukuk karşısında hesap vermeleri gerektiğini söylüyorlar. Barolar, hukukçular, sivil toplum örgütleri ve köşe yazarları da belgeyi demokrasi karşıtı bulduklarını deklare ediyorlar, belge gündeme düştüğünden beridir okuyorsunuz.

     

    Bundan sonraki aşamalar ne olursa olsun, başta AK Parti’nin ortaya koyduğu kararlı ve aynı zamanda sağduyulu tavır, sadece bir partinin değil, ülkemizdeki demokratikleşme serüveninin kendine güvenini ifade ediyor...

    Yazımın başına “sert kaya” benzetmesini bilinçli olarak koydum. Zira darbe planlamasına dair belgenin hedef aldığı AKParti ve Gülen Cemaati, aslında geçmiş izlekleri de takip edildiğinde asla “sert”leşme taraftarı olmamış yapılardır... Ama tıpkı jeolojideki kayaların sertleşmesi pratiğinde olduğu gibi, her iki yapı da cumhuriyet tecrübemiz içinde nice önemli badirelerden sonra bugünlere geldikleri için, biz onları başından nice fırtına, yıldırım, sel baskını geçtikten sonra coğrafi bir karara ulaşmış “sert kaya”lara benzetmekte haksız değiliz... Her ne kadar, herhangi bir bağımız yok dense de AKParti’nin pek çok müntesibi geçmişte Milli Nizam, Milli Selamet, Refah ve Fazilet Partilerinin hukuk dışı bir şekilde kapatılmasını yaşamış kişilerdir. Keza Gülen Cemaati için de benzer izlek işletilebilir, Bediüzzaman’ın ve Demokrat Parti’nin yaşadıkları çok da geçmiş zamanlara ait olmayan deneyimlerdir... Bu ağır tecrübeler, elbette sadece iki hareketin zemini için değil, ülkedeki tüm siyasi görüşler ve sivil hareketlilikler adına önemli tecrübelerdir...

     

    AK Parti’nin kapatılma davasındaki iddianameyi hatırladım son ele geçirilen darbe belgesiyle. İddianamede “milli görüş” ve “Gülen cemaati” olarak işaret edilen iki kesim, bugün tartıştığımız darbe belgesinin de hedefine oturduğu için, insan ister istemez “kapatma davası ile son andıç belgesi arasında bir ilgi var mı acaba?” diye düşünüyor. Yani serbest ve yasal seçimlerle altedemediğimiz bir siyasal görüşü, parti kapatma davası ile devreden çıkarabilir miyiz saplantısıdır bu... Davayla kapatamadığımızdaysa psikolojik harp açarız ve kurguladığımız senaryolarla hedefteki kurum ve yapıları gözden düşürürüz hesabı açıkça sırıtmaktadır...

     

    AK Parti kapatma davasından bugüne işleyen süreci, 28 Şubat’ta yaşadıklarımızdan ayıran en önemli durumsa, şüphesiz Fethullah Gülen Cemaati’yle ilgilidir. Bir parti kapatma davasında, partiyle ilgisi olmayan bir cemaate niçin gönderme yapılır? Bunun nedenini niçinini başka bir yazıya bırakalım ama neticeye baktığımızda Gülen Cemaatinin AK Parti ile birlikte hedefe oturtulmuş olması ciddi bir taktik hata işletmiştir darbesever cenaha...

     

    Sanırım darbeseverler, işlerinin 28 Şubat’taki kadar rahat işleyeceğini düşünüyorlardı. Hatırlasanıza yapayalnız bırakılmış Refah-Yol Hükümeti günlerini... Yorgancılardan kebapçılara kadar herkes fişleniyor, Batı Çalışma Gurubu sokaklardan insan toplatıyor, kadın bakanı yağlı kazığa oturtmakla tehdit ediyordu... Ediyordu da herkeste bir suskunluk, bir rıza bir rızadır gidiyordu...

     

    Ama bu sefer böyle olmadı... Özellikle Gülen Cemaatine yakın medya guruplarının işi yakın takipleri, darbeci zihniyetin maskesini düşürmede gördüğünüz gibi çok etkin rol oynuyor.

     

    Hem sağ hem de sol cenahtan geçmişte 28 Şubat’ı sessizce seyreden pek çok yazar, bugün darbe karşıtı cesur yazılar kaleme alıyorlar...

     

    Tüm bu pozitif hareketlilik, neticede demokratikleşme serüvenimiz için önemli bir kazançtır. Bazen bize şer gibi gözüken durumlar, sabır ve kararlılık gösterdiğimizde hayra dönüşüyor.

     

    Sibel Eraslan


  10. Ordu göreve!

     

    Kestirme ve ucuz genellemelerden uzak duralım. Askerlerle sivilleri karşı karşıya getiren bir sorunla uğraşmıyoruz. Kanunlara ve anayasaya aykırılığın ötesinde gayri meşru biçimde iktidar dizginlerini ele geçirmeye niyetlenen bir suç örgütünün peşindeyiz. Bu suç örgütünden, askerlik mesleğinin şerefini beş paralık ettiği için herkesten çok askerler şikâyetçi.

     

    Askerlik bir şeref mesleğidir. Bir asker vatanı için hayatını tek kelimelik emirle feda etmeye hazırdır. Daha ötesi mesleğinin şerefini korumak için her asker hayatını ortaya koyar. Genelkurmay koridorlarında hazırlanan plan bir suç teşkil etmenin ötesinde askerlik mesleğinin şerefine aykırı. Şerefli bir Türk subayı, millî meseleleri darbe planlarına meze yapmaz. Sırtındaki üniformaya saygısı olan bir asker Bizans saraylarına özgü ahlaksız komplolar, entrikalar planlamaz. Anayasa'nın 137. maddesinde yasaklanan "kanunsuz emir"e karşı çıkmaktan çok daha önemli olan askerlik mesleğinin şerefi ve bu mesleğin ahlâk kuralları "irtica ile mücadele eylem planı"nda yazılanları bırakın planlamayı, aklından geçirmesine bile engel olur.

     

    Asker dostlarımla bir araya gelip bu meseleyi tartışıyoruz. Şok belgeye karşı en büyük infial askerlerden geliyor. Askerlik mesleğinin şeref ve itibarının arkasına saklanarak bu ahlaksız planlar peşinde koşanlardan en çok onlar rahatsız. Meseleyi bir asker-sivil rekabeti olarak görmüyorlar; darbecilerin ordudan temizlenmesinin orduya itibar kazandıracağını ısrarla vurguluyorlar.

     

    Ordu büyük bir kurum. Ana gövdesi silahının başında eğitim yapan veya nöbet bekleyenlerden meydana geliyor. Darbe planı yapabilecek veya bu işlere mesai ayırabilecek durumda olanlar çok küçük bir azınlık. Bu küçük azınlık, savaş için lazım olan hiyerarşi ve disiplini siyasete el atmak için kullanıyor. Ergenekon davasının geçtiği tartışmalarda ordunun arkasına sığınanların tamamı itibar sömürüsü yapıyor. Ülkeyi düşmanlara karşı koruyan ordu ile kimin ne meselesi olabilir? Mehmetçiğin koruduğu dikenli tellerin arkasındaki binalarda darbe planı yapan, bunun için ülkeyi gözünü kırpmadan ateşe atmaya hazırlananları bu mesleğin onuru neden kurtarsın?

     

    Türk ordusunun subay kalitesi dünya standartlarının çok üzerinde. Harp okulları en yetenekli gençleri subay kadrolarına dâhil ediyor. Bir subayın aldığı eğitim en başta köklü bir devlet terbiyesi ve tarih bilincine dayanır. Bu tarih bilincinin özeti şudur: Subayı siyasetle uğraşan bir ordu bırakın vatanı, kendi itibarını bile koruyamaz. Balkan coğrafyasının, gırtlağına kadar siyasete batmış subaylar yüzünden çetelere teslim edildiğini en iyi askerler bilir. Kurtuluş Savaşı'nın Yunanlılardan çok içeriye karşı verildiğini ve bunun sebebinin de yine siyaset olduğunu askerler kadar iyi bilen yoktur. Bütün askerî darbelerin öncelikle orduya daha doğrusu bu bilince karşı yapılması bu yüzdendir.

     

    Konuştuğum asker dostlarım, elindeki silahla siyaseti tanzim eden askerlerin etkili olduğu bir ülkenin asla medenî bir ülke olamayacağını söylüyorlar. Daha önemlisi, Bizans saraylarına dönmüş bir Genelkurmay karargâhı ile hiçbir savaşın kazanılamayacağını vurguluyorlar. Halkını düşman ilan eden bir ordu ile hiçbir millî çıkarın korunamayacağını tekrarlıyorlar. En önemlisi, cumhuriyet ve laiklik istismarı üzerinden siyasete müdahalenin artık kabak tadı verdiğini belirtiyorlar. Ordunun kahir ekseriyetinin de bu düşüncede olduğunu söylüyorlar.

     

    Herkesin yüreği ferah olsun. Ortada kumpas çevirip, elindeki silahı doğrultup darbe yapmaya hazırlanan bir ordu yok. Tam tersine şerefli Türk subayları ordunun itibarını, entrikalara ve komplolara geçit vermeyerek sürdürmeye kararlı. Darbe ima eden ve siyasete müdahale niteliği taşıyan emirleri yerine getirmemeye kararlı güçlü bir irade orduya hâkim.

     

    Kısaca ordumuz görev başında.

     

    Mümtaz'er Türköne

    18.06.2009-Zaman


  11. 26-29 Haziran'da ki etkinliklerde Üstad anılacak sanırım. Halk müziğinin iki büyük ismi Erkan Oğur'la, İsmail Hakkı Demircioğlu'da konser vereceklermiş. Duyduğum ve öğrendiğim kadarıyla tabi.

     

    Elazığ, Üstad, Hazar şiir akşamları ve Erkan Oğur&İsmail H. Demircioğlu... Hakikaten bunları bir arada bulmak bir daha zor. Bunuda iç geçirerek belirtmiş olayım.

     

    Yine de kısmet diyelim.

    ...

     

    ALİ


  12. Hakan abiyi anlamak için eskilere gitmek lazım. Yani şimdiki yazdıklarına bakarak bir şeyler demek zor. Almanya hayatını, Türkiye'ye gelişini, yazmaya nerede ve nasıl başladığını, niye hapis yattığını, neden Afrika'yı canhıraş dolaştığını ve sevdiğini, İttihad-i İslam ülküsünü ve gayretlerini vs.

    Ben sordum söyledi, kafama takılanları ve anlamakta zorlandıklarımı? Nedir, ne değildir, ne olması gerekmektedir abi dedik cevapladı bir kaç defa sağolsun.

    Seviyor ve saygı duyuyorum bu adama. Hem karizma, hem müslüman, hem de eylemde her vakit. Hatta birisinin Hakan abi için kullandığı bir ifade var.

    Hakan Albayrak kim?

    Cevap: Allah-u Ekber diyen adam.


  13. Yetti be!

     

    AK Parti Hükümeti ve Gülen Hareketi'ne kafayı takmışlar; askerlik mesleğini bir kenara bırakıp yine siyaset ve toplum mühendisliğine soyunmuşlar… Yine “durumdan vazife”, yine “irtica İle mücadele eylem planı”, yine demokratik hukuk devletine tuzak… Utanmadan, arlanmadan, akıllanmadan!

     

    Bu kepazeliğe daha ne kadar katlanacağız? Vatanın-milletin enerjisini tüketen bu askerî müdahale geleneğini daha ne kadar sîneye çekeceğiz? Millet iradesini temsil eden siyasetçiler, devlet adamları, başbakan ve cumhurbaşkanı bu tehditlere daha ne kadar pabuç bırakacak? Alttan almaya daha ne kadar devam edecekler? “Aman ordu yıpranmasın, gözbebeğimize bir zarar gelmesin!” aymazlığı ne zaman bitecek?

     

    “Ordu yıpranmasın” diye diye ordunun yozlaşmasına hizmet ediyorlar. Şunu görmüyorlar, fark etmiyorlar, anlamıyorlar: Ordunun siyasete müdahalesini mümkün ve hatta kaçınılmaz kılan mevcut sistem radikal bir şekilde değiştirilip, askerler siyasetin “s”sine bile bulaşamaz hale getirilmedikleri müddetçe, bu iş böyle devam eder. Fethullah Gülen Hocaefendi “müessese ile bir derdimiz yok” diyor, ama aslında bütün derdimiz “müessese” ile. Daha doğrusu, “müessese”nin mevcut hali ile. Mesele kurumsal bir meseledir. Bunu idrak etmeden meseleyi çözemeyiz.

     

    Üç-beş kendini bilmezden kaynaklanan bir mesele değil, kurumsal bir mesele, evet:

     

    Genelkurmay Başkanı Orgeneral İsmail Hakkı Karadayı, 28 Şubat “post modern” darbesinin lideri veya en azından 'himayecisi' idi…

     

    Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hüseyin Kıvrıkoğlu 28 Şubat'ın “gerekirse 1000 yıl” süreceğini söylemişti…

     

    Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hilmi Özkök darbeye karşı olduğu için silah arkadaşları tarafından marjinal muamelesi görmüş ve onun döneminde bile kuvvet komutanları seviyesinde darbe planları yapılabilmişti...

     

    Genelkurmay Başkanı Orgeneral Yaşar Büyükanıt, 27 Nisan Muhtırası'na imza atmıştı...

     

    Ayyuka çıkan darbe teşebbüsü iddialarının gereğini yapacağı yerde “cemaatlere karşı tedbir”le uğraşan şimdiki Genelkurmay Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ da 'askerin üstüne vazife olmayan işler'le uğraşma geleneğini devam ettiriyor…

     

    Böyle gelmiş, böyle gidiyor…

     

    Genelkurmay Psikolojik Harekât Daire Başkanlığı'nın hazırladığı “irtica ile mücadele eylem planı”nın hesabı sert bir şekilde sorulmazsa, daha çok gider…

     

    'Yakışmıyor', 'hoş olmuyor', 'böyle şeyler en çok orduya zarar veriyor' gibisinden mıy-mıy tepkilere tahammülümüz kalmadı. Başbakan'ın “demokrasiyi koruyup yaşatacağız” açıklaması da yetersiz. Nasıl yaşatacaksınız? Yaşatmak için tam olarak ne yapacaksınız? Demokrasinin içine tüküren bu askeri müdahale geleneğine son vermek için hangi adımları atacaksınız? Ne zaman?

     

    Hükümet, “siyasi ve toplumsal hayata askeri müdahalelerle mücadele” için şöyle bir “eylem planı” hazırlayıp derhal yürürlüğe koymalıdır:

     

    1. AK Parti ve Gülen Hareketi'ne komplo mahiyetindeki eylem planının 1 numaralı sorumlusu olan –ve zaten Harp Akademileri'nde yaptığı konuşmada “cemaatler”le savaş hazırlığı içinde olduğunu faş eden- Genelkurmay Başkanı'nın istifası istenecek.

     

    2. Siyasete ve toplumsal hayata müdahale ettikleri veya buna teşebbüs ettikleri veya bunu planladıkları iddia edilen Türk Silahlı Kuvvetleri mensupları hakkındaki soruşturma sivil merciler tarafından yürütülecek.

     

    3. “İrtica İle Mücadele Eylem Planı” skandalına karışan / geçmişte bu tür işlere karışmış olan / gelecekte bu tür işlere karışabilecek olan subaylar Bakanlar Kurulu kararıyla ordudan ihraç edilecek ve sivil mahkemelerde yargılanacak. Mevzuat buna uygun hale getirilecek.

     

    4. Genelkurmay Başkanı'nın nasıl görevden alınacağına açıklık getirmeyen (görevden alınmasına el vermeyen) kanunlar değiştirilecek, Bakanlar Kurulu Genelkurmay Başkanı'nı istediği zaman görevden alabilecek.

     

    Bir şey daha: Askeri mahkemeler, siyasi ve toplumsal hayata tecavüz mahiyeti taşıyan belgeleri milletten gizleyemeyecek! Bunlara yayın yasağı getiremeyecek! Basını sansür edemeyecek!

     

    Nedir bu kardeşim? 12 Eylül dönemine geri mi döndük?

     

    Hakan Albayrak


  14. Kalplerimizi, ruhlarımızı, düşüncelerimizi kaydırma Ya Rab. Yoldan çıkmışlardan, aymazlardan, gafillerden, miskinlerden eyleme Ya Rab. Birliğimizi, dirliğimizi, kardeşliğimizi bozmak isteyenlere fırsat verme Ya Rab.

     

    Seni sevenin sevgisinden bize de ver, senin sevginle yaşayanların yaşamından bize de ver Ya Rab.

     

    Aczimizi, basiretsizliğimizi, sabırsızlığımızı, şükürsüzlüğümüzü, korkaklığımızı sana bildiriyoruz. Bizleri, bunlardan arındır Ya Rab.

     

    Cuma günümüz cümlemize mübarek olsun.


  15. MHP'nin Alevî açılımı

    MHP lideri "açılım" kelimesinden pek hoşlanmasa da, bu haftaki grup konuşmasında gerçek bir açılım yaptı. Bir yandan hükümetin düzenlediği "Alevî çalıştayı"na destek verdi; öbür taraftan beş maddelik "açılım" önerisinde bulundu.

    Kullandığı dil yapıcı ve saygılı. Formüle ettiği beş maddeli açılım, Devlet Bahçeli'nin bu soruna kafa yorduğunu ve mesai harcadığını gösteriyor.

     

    MHP lideri, siyasî iletişim zemini olarak neredeyse sadece grup toplantılarını kullanıyor. Bir haftanın icmalini burada yapıyor ve mesajlarını grup kürsüsünden veriyor. Uzun ve yorucu konuşmaları içinde ehem ile mühim birbirine karışıyor. Alevî açılımının siyasî gündemin gürültüleri arasında kaybolmaması lâzım.

     

    Bahçeli'nin birinci önerisi, Alevî inancına dair kaynakların gün yüzüne çıkartılması. Bu konuda bir sorun yok. Üniversiteler, araştırma merkezleri ve Diyanet İşleri Başkanlığı, tıpkıbasımları ile birlikte orijinal metinleri yayımlıyor. İkinci öneri "Türkiye Alevîlik Araştırmaları Merkezi"nin kurulması. MHP lideri bu merkeze Alevî inancı için hem bir eğitim merkezi hem de kültürel önderlik rolü veriyor ve aynı zamanda genel bütçeden pay alan bir devlet kurumu niteliği yüklüyor. Üçüncü olarak, Alevîlerin kalkmasını istedikleri "Din kültürü ve ahlâk bilgisi" derslerinin müfredatına Alevîliğin yerleştirilmesini teklif ediyor. Dördüncü başlık, en hassas konulardan biri olan Diyanet İşleri Başkanlığı ile Alevîlerin ilişkisine dair. Bahçeli, yine Alevîlerin "kalksın" dediği Diyanet İşleri Başkanlığı'nın, İslâm içindeki bütün farklı inançları –bu arada Alevîliği de- bünyesine alacak şekilde organizasyon değişikliğine gitmesini öneriyor. Son olarak cemevleri tartışmasına, yine resmî boyutu olan bir çözüm getiriyor. "İbadethane olarak yasal statüye kavuşturulması" anlamına gelecek şekilde cemevlerinin giderlerinin genel bütçeden karşılanmasını ve fiilî duruma resmiyet kazandırılmasını öneriyor.

     

    Bahçeli'nin önerileri Alevî Çalıştayı'nda takip edilen yoldan çok farklı. Varılan menzilin gerisinde ve önerileri yer yer muğlak. Alevîlik karmaşık bir sorun. Alevî inancına mensup olmayanların dışarıdan getirdiği çözümler –MHP liderininki gibi- hep bir Alevî ortodoksisi varsayımına dayanıyor. Halbuki, Diyanet İşleri Başkanlığı'nda temsil edilen bir Sünnî ortodoksisinin muadili bir Alevî ortodoksisi mevcut değil. İster Alevîlerin içinden ister dışarıdan böyle bir ortodoksiyi oluşturma çabalarına resmî nitelik kazandırmak, inancın özüne müdahale anlamı taşıdığı için baştan yanlış. Alevîler adına bir ortak payda aranıyorsa buluşma noktası, sınırları yine Alevîler tarafından çizilen geniş çerçeveli bir "Alevî dindarlığı" olabilir.

     

    Bejan Matur, cemevi ile cami arasında kurulan karşıtlığa itiraz ettiği dünkü yazısını, Alevî sorununun çözümü adına çok hayatî bir eksene yerleştirmiş. "Alevîlik ve Sünnilik iki farklı 'ideoloji' olmadığı gibi birbirinin rakibi de değiller" derken, soruna "Alevîlik-Sünnîlik diyalektiği" dışında görece özerk yaklaşımların önünü açıyor. Alevîliğin durduğu yeri Sünnî itikada göre belirleme veya karşı çıkma kaygısı iki tarafta da mevcut. Alevîler sorunlarına "bizi Sünnîleştiriyorlar" itirazı ile bakarken, karşıdan "Alevî İslâm inancı" vurgusu gelirken sorunu bir inanç ve ibadet özgürlüğü sorunu veya bir kimlik sorunu olarak ele almak zorlaşıyor.

     

    Alevîlik karmaşık bir toplumsal sorun; yani özü itibarıyla siyasî bir sorun değil. Öyleyse bu sorunun siyasîleşmemesi lâzım. Bunun şartı ise bu hassas konunun siyasî istismar meselesi yapılmaması. MHP liderinin açılımına Alevîlerden muhtemelen itirazlar gelecek. Ancak kullandığı dikkatli, özenli ve saygılı dilin hakkını vermek gerekir. Bu dil muhafaza edildiği takdirde Alevîler uzun bir mesafe kat ettikleri meşruiyet arayışında, zaten arzu ettikleri yere gelecekler. Sorun toplumsal; demek ki çözüm yeri toplum. Siyaset sadece bu alanı daha elverişli hale getirmeye katkıda bulunabilir.

     

    Mümtaz'er TÜRKÖNE

    11.06.2009-Zaman


  16. Balaban hayırdır? Nedir bu çocuksu ve mazlumane tavırlar? Yoksa, kıskandın mı adles kardeşimi sorduğum için ha :( Yahu sen erkek adamsın, adles kardeşime gösterdiğim/iz ilgiyi sana göstermesek te olur :)

     

    Ne de olsa bayandır, ablamızdır, kardeşimizdir.

     

    Neyse, seni de bulmuşken :( diyeyim ve hal-hatır soralım? Yaramazlık, keyifsizlik, sıhhatsizlik yoktur inşallah? Allah sağlık, sıhhat ve afiyet versin.

     

    Hadi muhabbetle kalasın.

    ...

     

    ALİ


  17. Doğrudur nurulhak, sanırım öyle gibiler; yazdıklarımın öncesinde bir hazırlık yapmadığım için 'sanırım' diyorum.

     

    Hani bir söz vardır: ''Dert varsa, derman da vardır'' diye. Buna benzer bir durum aslında.


  18. Yılın bugünleri gelince yüreğime bir sızı dolar; Necip Fazıl'ı ve onun 'metafizik evladı' Hilmi Oflaz'ı hatırlarım. Hilmi Oflaz'ın Necip Fazıl'a sevgisini, bağlılığını düşündükçe, Mevlânâ'nın Şems'e olan muhabbetini idrak edebiliyorum.

    O ne yürekten bağlılıktı; hiçbir artniyete, hesaba dayanmazdı. Necip Fazıl, Hakk'ın rahmetine kavuştuktan yıllarca sonra bile onu her anışında Hilmi Oflaz'ın gözleri yaşarırdı. İkisinde de öyle hassasiyetlere şahit oldum ki, daha dün fani âlemimize veda eden bu kişilerin yaptıkları anlatılsa, günümüzün insanı inanmakta güçlük çeker.

     

    'Büyük Doğu'nun yazıişleri müdürlüğünü yapan bir dostumdan dinlemiştim: "Bir han odasında dergiyi çıkarıyorduk. Kahveci çırağı elinde bir kâğıtla içeriye girdi; Necip Fazıl üstad'a, 'Bunu size dışarıda dikilen birisi gönderdi' diyerek uzattı. Kâğıdı okuyan Üstad'ın yüzü değişti; çekmeceyi çekti; bir miktar para alıp kahveci çırağına verdi; 'Ona götür' dedi. Sonra da Aziz Nesin'in gönderdiği şiiri buruşturup çöp sepetine attı." Bu olay 1940'lı yılların sonlarına doğru cereyan eder. O zamanlar meşhur olmayan Aziz Nesin'in şartları çok ağırdı; belki de bir dilim ekmeğin hasretini çekiyordu. Dilenemiyor, kendisine yakışmayacak yollara başvuramıyor, telif almak ümidiyle bir şiirini Necip Fazıl'a gönderiyor. O da şiiri dergisine girecek kıratta bulmamasına rağmen gerekeni yapıyor. Birisi kimin kapısını çalacağını biliyor, diğeri de halden anlıyor.

     

    Gün geldi, üne kavuşan Aziz Nesin çiftlik sahibi oldu. Necip Fazıl'a "Aziz üstadım"la başlayan nefis ve nezih bir mektup yazdı; arabasıyla aldırarak onu çiftliğinde birkaç gün misafir etmek istediğini bildirdi. Ne yazık ki Necip Fazıl'ın son günleriydi, bu davete icabet edemedi. Biri İslamcı, diğeri Marksistti; ama ikisi de insanlığının farkındaydı. Fikri ne olursa olsun, böyle kişileri takdir edebildiğimiz gün biz de insanlığımızın şuuruna ereriz. Hatta böyle meziyetli kişilere değil, sokakta, bakkalda rastladığımız her ferde verdiğimiz değer ölçüsünde biz de insan oluruz.

     

    Necip Fazıl değişik yeteneklerle doğmuştu; şair, tiyatro yazarı, gazeteci, hatipti... Her şeyden önemlisi mütefekkirdi; bütün meziyetleri derinliğini buradan alıyordu. Henüz yirmi yaşına basmamışken Ahmet Haşim, "Çocuk, bu sesi nereden buldun?" diyerek dahi bir sanatkârı selamladığının farkındaydı. İlk gençlik yıllarında şiirleri dilden dile dolaşıyor, Falih Rıfkı, bir mısraının bir millete şeref olacağını yazıyor, henüz otuzuna basmadan okul kitaplarında yer alıyordu.

     

    Mevlânâ, Yunus gibi mistik yanları ağır basanlar hariç, bütün dahi sanatkârların hafakanları vardır. Herhalde Necip Fazıl, dünyada Hölderlin, Kleist, Baudelaire, Rimbaud ile mukayese edilebilir. O yılanlı kuyudan hiçbiri çıkamadı. Hölderlin, dramatik bir hayatta perişan oldu. Kleist, intihar etti; Baudelaire mevsimini şaşıran çiçek gibi baharında soldu; Rimbaud, ruhunu kaybedip bir damla ışık için diyar diyar dolaştı. Necip Fazıl ise Abdülhakim Arvasi'nin sarkıttığı iman urganına sarılıp çıktı; fakat bu ona pahalıya mal oldu. Güzel Sanatlar Akademisi'ndeki hocalığı elinden alındı, banka müfettişliği görevine son verildi, okul kitaplarından çıkarıldı... Aslında Abdülhakim Arvasi'ye yaklaşırken başına nelerin gelebileceğini biliyordu, ama kişi ve toplum için maneviyatın ne demek olduğunun da farkındaydı; asıl olan hesap adamı değil, iman adamı olmaktı.

     

    İslamî bir yola girdiği için sanat ve fikir çevreleriyle de bağı koptu. Yazdıklarını görmezlikten gelirlerdi; "Üzerime sükut külü döküyorlar" derdi; bugün de öyle. "Bir Adam Yaratmak" piyesinin kapağındaki 'Necip Fazıl' adına bir bant çekilip yerine Shakespeare yazılsa, Shakespeare uzmanları bile fark etmezler. Hatta, "Ondaki bu metafizik derinliği nasıl sezmedim" diye de hayret ederler. Değerli eserleri tanıtılsa, geniş kitleler tarafından okunsa, iyi olmaz mı? Neyleyelim; "Baht utansın"dan başka ne diyebiliriz?

     

    Mehmet Niyazi

×
×
  • Create New...