Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]

buyukdogu

Sivil
  • Content Count

    1,056
  • Joined

  • Last visited

  • Days Won

    45

Posts posted by buyukdogu


  1. Şii-Sünni meselesi

     

    Fitne-fücur emperyalistlerin Arap dünyasındaki yerli işbirlikçileri, Sünni kitlelerin mezhebî hassasiyetlerini kışkırtarak, HAMAS ve genel olarak İhvan-ı Müslimin hareketinin Hizbullah/İran ile ittifakını maşeri vicdanda mahkum ettirmeye çalışıyorlar.

     

    Gün geçmiyor ki Şark'ul Evsat gazetesi yahut Arabiya televizyonu 'İhvancılar üzerindeki Şia etkisinin doğurduğu büyük rahatsızlığa'(!) ilişkin bir haber yahut yorum yayınlamasın.

     

    Sokaktaki Sünni Arap'ın aklını çelmeye matuf olan bu haber ve yorumlar küfre karşı ortak mücadele şuuruna sahip Sünni ve Şii Müslümanlar tarafından esefle karşılanırken, kâfir emperyalistleri zevkten dört köşe ediyor.

     

    İran, Hizbullah, yahut Mukteda es-Sadr'la ilgili yazıklarımdaki İttihad-ı İslam hassasiyetini "Ehl-i Sünnet düşmanlığı" gibi gören bir kısım okurdan aldığım mektuplar da kâfir emperyalistleri zevkten dört köşe edecek cinsten.

     

    Biraz basiret ve feraset, yâ hû!

     

    Şia'da Sünnilerin kabul edemeyeceği şeyler elbette var… Tıpkı Ehl-i Sünnet çizgisinde Şiilerin kabul edemeyeceği şeyler olduğu gibi.

     

    Şiiler arasında Sünnilerin canına okumaya can atan ve dahî buna teşebbüs eden kimseler elbette var… Tıpkı Sünniler arasında Şiilerin canına okumaya can atan ve dahî buna teşebbüs eden kimseler olduğu gibi.

     

    Şimdi soru şu:

    Kafayı bunlara takıp İslam dünyasını Şii-Sünni kavgasında boğmayı mı seçeceğiz, yoksa aramızdaki ihtilafları büyütmekten ve içimizdeki fanatik azınlıkların dümen suyuna girmekten Allah'a sığınarak safları sıklaştırmanın ve emperyalist saldırılar altındaki İslam dünyasını beraberce esenliğe taşımanın yollarını mı arayacağız?

     

    "Tabii ki ikincisi" diyen sağduyu ehline kulak verelim:

     

    İslami Mezhepleri Yakınlaştırma Cemiyeti (Dâru't Takrib Beyne'l Mezâhibi'l İslâmiye)'nin kurucuları, "Allahu Teala'ya inanan ve Hz. Muhammed (s.a.v)'e son peygamber olarak iman getiren, Kur'an'ı ilahi kitab, Kabe'yi kıble olarak kabul eden ve beş maruf rükünlere iman getiren, ahirete iman edip dinin tartışma götürmez kesin hükümlerini tatbik eden her şahıs müslüman sayılır" diyorlardı…

     

    Başta Mısır ve Filistin olmak üzere bütün Arap dünyasında İslami hareket rüzgârları estiren "Sünni" İhvan-ı Muslimîn Teşkilatı'nın kurucusu Şeyh Hasan el-Benna, İslami Mezhepleri Yakınlaştırma Cemiyeti bünyesinde, Sünnilerle Şiilerin müşterek akaid ve ilkeler etrafında toplanıp imanın bir şartı veya dinin bir rüknü olmayan ve dinin tartışma götürmez herhangi bir hükmünü inkar sayılmayan konularda birbirlerini mazur görmeleri fikrini amel sahnesine getirmek için çalışmıştı…

     

    İran İslam Devrimi'nin beşiği sayılan "Şii" Fedain-i İslam Teşkilatı'nın kurucusu Nevvab Safevi, "Tağutların Müslümanlara zulmettiği, onları baskı altına aldığı her yerde ve her zamanda Müslümanlar mezhebi ihtilafları bir kenara atarak birbirlerinin dertlerine ortak olmalılar. Şüphesiz bizler düşmanın Müslümanlar arasında tefrika çıkarma planlarını boşa çıkarabiliriz. Çeşitli mezheplerin varlığının hiçbir zararı yoktur. Mezhepleri ortadan kaldırmak bizlerin elinden de gelmez. O halde ne yapmalıyız? Bizlerin görevi, kalplerinde hastalık olan kimselerin bu durumdan faydalanmalarına izin vermemek olmalıdır" diyordu…

     

    Ve Nevvab Safevi, Suriyeli Şiileri, "Kim gerçek bir Caferi olmak istiyorsa İhvan-ı Muslimin'in saflarında yer alsın" diyerek, Sünni kardeşleriyle ortak mücadeleye çağırıyordu…

     

    Tıpkı Lübnan'daki Sünni ulemanın önde gelen temsilcilerinden Şeyh Fethi Yeken'in bugün Sünnileri Hizbullah'la dayanışmaya çağırması gibi…

     

    Tıpkı Hizbullah lideri Seyyid Hasan Nasrallah'ın Şiileri Fethi Yeken'in arkasında namaz kılmaya çağırması gibi…

     

    Tıpkı Hamas liderliğinin Arap dünyasını İsrail ve ABD'ye karşı İran'ın yanında yer almaya çağırması gibi…

     

    Din kardeşliğini hiçbir fitneye kurban etmeyen sağduyu ehline selam olsun!

     

    Hakan Albayrak


  2. Yazmayacaktım aslında, çünkü değeri kalmıyor söylenenlerin ve dile getirilenlerin. Fakat kapris, kompleks ve ben bu lafın altında kalmam arkadaş atağını görünce yazayım bari dedim.

     

    İdrak etmekte, çözümü söylemekte/belirtmekte ve farklı düşünmekte zorlanmanın resmidir bunlar. Sloganların ve sembollerin kutsandığı, tekrarlanan vurgu ve sözlerin taçlandırıldığı, basit ve ucuz bir muhalefet yapmanın anlamlı kılındığı ve sözlerin ''sadece söz'' olarak söylendiği bir durumdur, benim yazdıklarıma verilen cevaplar.

     

    Karşındaki insanı masal anlatmak ve Ayasofya'nın manası bilmemekle itham etmekle başlayan, Ayasofya hakkında bildiği ve bilmek istediği tek şey ''Ayasofya açılsın'' nidası olan, Ayasofya'nın içini dolduracak ruhi olgunluğa erişemeden, sembollerin ve kavramların bir anlamı yoktur cümlesiyle, merhum İskilip'linin savunmasından bir pasaj vermek arasındaki fersah fersah alakasızlığın ''ciddi bir örnek'' olarak algılandığı tartış(ama)maya dönüşmüş bu konu.

     

    Sonra ise; beni (benim gibi düşünenleri) esefle kınayacak kadar keskinleşmiş, Yunus arkadaşımız.

     

    Şunuda belirteyim, çünkü benim konuşmaktan ve yazmaktan zevk aldığım Türkçe'mi bu kadar basitleştirmenin ve hafife almanın bir gerekçesi olamaz.

     

    Harfler eksik, sözler yarım, cümleler birbirine geçmiş ve hiç bir anlam bütünlüğü olmayan yorumlar görüyorum karşımda. Hatta göremiyorum, çünkü anlatılmak istenenle, yazılanlar (!) arasında uyumdan eser yok.

     

    En azından buna dikkat edin ve hassasiyet gösterin kardeşim. Tamam, Ayasofya'nın ruhunu/özünü/manasını yutmuş ve kavramış olabilirsiniz, buna diyecek (!) sözümüz olmasada.

     

    Unutmadan, ne güzel demiş arkadaşımızın birisi: En iyi notları alalım, iyi mühendis olalım, müslümanları görenler ne güzel insanlar bunlar demelidir diye. Aslında esas olan ve mevcut durumu özetleyen bir gerçektir bu, olması gereken yani.

     

    İlaveten: Ayasofya, 1935 yılında Bakanlar Kurulu kararıyla müzeye dönüştürülmüştür A.Rahman kardeşim.


  3. Evet, insanın insana yaptığını kimse yapmıyor. Hiç bir canlı, adı konulamayacak bu kıyımı/vahşetin zirvesini/zulmü yapmıyor insana.

     

    Fakat, insan olduğu kabul gören ve öyle isimlendirilen canilerin/cehennemliklerin kendi türlerine, kendi dindaşlarına, kendi akrabalarına yaptığını gördükten sonra sözlerin de pek hükmü kalmıyor.

     

    Çoluk-çocuk, kadın-erkek, yaşlı-genç, hatta hamile olan kadınları bile katledecek kadar cehennem aşığı kişilerin varlığı bir kere daha ifşa oldu, Mardin'de yaşananlarla.

     

    Hiç bir sebebin ve amacın meşru göstermeyeceği bu kıyım/kırım nasıl ve ne şekilde izah edilebilir ki?

     

    Üstelik ibadet halindeki insanlara böyle bir şey yapmanın, zerre kadar akli, bilmi ve mantıki çözümlemesi olamaz. Bu, en aşağı bir dereceyi kendinle özdeşleştirmektir: La-insan !

     

    Mekanları cennet, ruhları şad olsun. Geride kalanlarına (şayet kalmışsa) derya-deniz sabırlar dilerim Allah'tan.


  4. Millî Savunma Bakanı'nın paltosunu tutan komutanlar

     

    Başlıktaki ibare, eski genelkurmay başkanlarından Yaşar Büyükanıt'a ait. Büyükanıt, Genelkurmay'ın Millî Savunma Bakanlığı'na bağlanmasına itiraz ediyor. Dünyada tek örnek olarak sadece bizde genelkurmay başkanları doğrudan Başbakan'a bağlı.

    Eğer Millî Savunma Bakanı'na bağlanırsa, o zaman "askerliğin içine politika sokulur" diye, itirazını gerekçelendiriyor, Yaşar Büyükanıt. Örnek olarak, Demokrat Parti döneminde Millî Savunma Bakanı'nın paltosunu tutan komutanlardan bahsediyor.

     

    Asker-siyaset ilişkisinin farklı boyutları var. Bu boyutların hepsinde kelimelerin anlamları değişiyor. Eğer konuşan bir asker ise "siyaset" kelimesi doğrudan "demokrasi" anlamına geliyor. Hatırlayalım: Demokrat Parti iktidara geldiği zaman ordunun statüsünü değiştiren hiçbir düzenleme yapmadı. Genelkurmay Başkanı, DP iktidara gelmeden önce de Millî Savunma Bakanı'na bağlıydı. Tek parti dönemindeki düzen çok partili hayatta da olduğu gibi devam etti. O zaman Büyükanıt'ın itirazı, tek parti döneminin savunma bakanlarına değil, Demokrat Parti'nin savunma bakanlarına yönelik. Aradaki fark ne? İkincisinin doğrudan sandıktan çıkması, yani halkın iradesini temsil etmesi. "Palto tutmak" abartılı ve aşağılayıcı bir ifade; askerliğin şerefine aykırı. Ama, Büyükanıt'ın itirazı demokratik iktidarların savunma bakanlarına yönelik. Bu durumda asker sadece demokratik iktidarların emrine girmeye karşı çıkmış olmuyor mu? Kısaca, askerlerin itiraz ettiği asker-siyaset ilişkisi değil; genelkurmay başkanlığı görevi üstlenmiş bir asker, demokratik iradenin emrine girmeye itiraz ediyor.

     

    Millî Savunma Bakanı'na bağlanmaya itiraz eden bir orgeneralin, bir üsteğmen karşısında hazırola geçip selam durmaya da itiraz etmesi gerekmez mi? Bir orduyu ordu yapan disiplini ve hiyerarşisidir. Şayet bir üsteğmen, koca koca orgeneralleri karşısında hazırolda tutabiliyorsa, o orduyu bırakın savaştırmayı savaş meydanına götürmeyi bile başaramazsınız. Ve bir üsteğmen bunu başarmışsa, bütün üsteğmenler aynı hülyanın peşine takılmaz mı? Söylediğim bir varsayım değil. 27 Mayıs darbesinden sonra aynıyla vaki oldu. Orgeneraller, Millî Birlik Komitesi üyesi 27 yaşındaki bir üsteğmenin ve sonra yüzbaşıların, binbaşıların önünde hazırolda durdular. Ergenekon davasının ortaya döküp saçtığı gibi, ordu mensupları gırtlağına kadar siyaset batağının içine batmışsa, bunun sebebi bir komutanın Millî Savunma Bakanı'nın paltosunu tutması değil, orgenerallerin genç subayların önünde selam durmalarıdır. "Palto tutmak" kabul edilebilir bir şey değil; ama hiyerarşinin tersine dönmesi askerliğin şerefini değil kendisini bile ortadan kaldıracak daha vahim bir durum değil mi?

     

    Özden Örnek'in anılarında, 2002 Ağustos Şûrası aktarılıyor. Anlatılanlar, denetimsiz bir bürokratik kurumdaki hizipleşmelerden ve kişisel çekişmelerden ibaret. Ayak oyunları ile Edip Başer'in Kara Kuvvetleri komutanı olması engelleniyor. Ordunun komutasını devralan Genelkurmay Başkanı'nın hiçbir şeyden haberi olmuyor. Bu olup-bitenlerin adı bal gibi siyaset değil mi?

     

    O zaman askerlerin anlayacağı dilden konuşalım. Biz, asker üzerinde "siyasî denetim" istiyoruz. Yetkisini bizden alan demokratik iktidarların orduyu denetlemesini bekliyoruz. Başta terör konusu olmak üzere güvenlik konusunda zaafla karşılaşmamak, üzerinde üniforma ve elinde silah bulunanların hukuk dışına çıkmasını engellemek ve ülkenin kıt kaynaklarını daha rasyonel biçimde kullanabilmek için. Mesele, "asker mi yönetsin yoksa siyasetçi mi?" ikilemi değil. Hukuk içinde medenî ve sağlıklı bir ülke halinde yaşama meselesi. Bunun için de askerlerin siyasî (yani demokratik) denetim altına alınması şart.

     

    Mesele mesleğin şerefi ise, askerlerin önce halka güvenmesi gerekir. Hele Genelkurmay, dünyanın her yerinde olduğu gibi Millî Savunma Bakanı'na bağlansın; şayet paltosunu komutana tutturmaya kalkan bir bakan çıkarsa, evelallah onun cezasını elbirliği ile sandıkta biz veririz.

     

    Mümtaz'er TÜRKÖNE

    05.05.2009-Zaman


  5. Ayasofya'yı dolduracak ruh bulamadıktan sonra; sembol ve kavram açısından ''açılsın'' demenin hiç bir önemi yoktur. Aynı eksende bir şeyler yazacaktım ki, Reyhan kardeş merhum Serdengeçti'nin bir anısını aktarmış buraya.

     

    Açılsın, açıldı diyelim Ayasofya. Ya sonra? Ezanlar okunacak, abdestler alınacak ve bizler yığın yığın koşacağız namaz kılmak için ve kılacağızda. Daha sonra, sıradan bir cemaat-cami ilişkisinden başka bir şey olmayacaktır eminim.

     

    Evet, bizler Ayasofya'nın ruh ve tarih kapılarını açmak için gereken aşkı, şevki ve gayreti göstermediğimiz müddetçe açılmasın Ayasofya.

     

    Onların oluşumu, bunların cemaati, şunların partisi vs. v.s gibi ihtilaf ve tehlike kokan eylemlerin (haşa) ve söylemlerin içinde bulundukça açılmasın Ayasofya.

     

    Nurettin Topçu'nun deyimiyle:

     

    ''Bize, bir fetih lazım; lakin bu fetih manevi bir fetih olacak/olmalı''


  6. Konu sinema ve eleştiri üzerine yoğunlaşmış -ki bu sebeble açılmıştır sanırım- ama pek te öyle olmamış. Bu film hakkında konuşacak/tartışacak değilim, çünkü izlemedim ve izlemeyide düşünmüyorum.

     

    Anlatılanlara göre arşiv (Genelkurmay vs.) belgelerinden, hatıratlardan ve günlüklerden oluşturulmuş film. Yani hayal ürünü ya da doğaçlama olmamış.

     

    Fakat bir kaç mesaj yukarıda, bir arkadaşımızın, yazdığı mesaj bayağı ilginç geldi bana. Hatta tuhaf diyeyim. Konu ve konunun içeriğiyle, Üstad'ın ''Hakimiyet, Hakk'ındır düsturunu Meclis'in duvarına kazıyacak'' bir gençlik sözünün ne alakası var? Yani nereden çıktı, neden yazıldı bu söz? Daha evvel dedim, demeye de devam ediyorum. İşi slogana, tekrara, sıradanlığa dökmeye başladık. Neden ve nasıl icap ediyor, bilmiyorum ama; Üstad'ın belli ve ciddi konularda dile getirdiği sözleri, alakasız ve zamansızca forumlara taşıyan/konulara aktaranlar olduğunu görüyorum, düşünüyorum.

     

    İşte bu, meseleleri ve paylaşımları ucuzlatıyor/anlamsızlaştırıyor. Farklı düşünmekten, farklı yorumlamaktan ve farklı bir dil (üslub ve biçim) konuşmaktan alıkoyuyor insanı.

     

    Bütün bunlar bana, Üstad'ın (aha bende kullandım, çünkü tam yerine denk geldi) ''Manayı anlamak, manayı'' diye giriş yaptığı Ayasofya Konferansı'nı ve muhtevasını anımsattı. Evet, manayı anlamak manayı.

     

    Bir de Renk sinemasında ki, (Erzurum'da konferans verdiği yer) seni anlayamıyoruz Üstad sözüne verdiği cevabı: Ben sizin seviyenize inemem, siz benim seviyeme çıkın. (galiba böyleydi)

     

    Evvelki mesajım: Link (serbest kürsü)

     

    Allah rızası için alınma ve yanlış yorumlama fikir çilesi kardeşim. Bu dediklerim gerçekten çoğalmaya başladı ve dikkat çekmek istedim. Kırıcı ve tepkisel olduysam da hakkını helal et derim yine de.


  7. Ordu ile TSK arasındaki fark

     

    Dün aynı saatlere tesadüf eden, birbiriyle bağlantılı iki medya gündemi: İstanbul'da Terörle Mücadele Şube Müdürlüğü, Poyrazköy kazısında bulunan silah ve mühimmatı basına gösteriyor. Ankara'da Genelkurmay Başkanı, özellikle bu silah ve cephaneden hareketle Türk Silahlı Kuvvetleri'ne yöneltilen kuşku ve soru işaretlerine cevap veriyor.

     

    Genelkurmay Başkanı, kendi kurumunu, yani Türk Silahlı Kuvvetleri'ni müdafaa ediyor. Basın toplantısının özeti oldukça basit: Askerî bürokrasinin en tepesindeki isim, kurumunu savunuyor. Bu savunmayı tam olarak askerî mantıkla yapıyor. Ergenekon soruşturmasının ortaya çıkarttığı güçlü gerekçeleri değil, zayıf olanlarını irdeliyor. Mesele, bu soruşturmanın ortaya saçtığı dehşet manzarası ile Türk Silahlı Kuvvetleri arasında bir bağ olmadığını, askerî bürokrasiye terettüp eden bir sorumluluk bulunmadığını ispatlamaktan ibaret. Tipik bir bürokrasi refleksi. Suçlamalara maruz bir başka kamu kurumu da muhtemelen aynı tepkileri verirdi. Özetin özeti: "Sorumlu biz değiliz."

     

    Yine de öğrendiklerimiz önemli. Meselâ karşımızda, toprağa yerleştirdiği silahları ancak 12 yılda toparlayabilen bir bürokrasinin bulunduğunu bu vesileyle öğreniyoruz. Asker siyasetle çok uğraştığı için, teknik askerî konulara yaklaşamıyorduk. Silahla mühimmat arasındaki farkı, LAW'ın silah değil mühimmat olduğunu öğrendikten sonra artık bu silahın bir kısaltma olan isminin son harfinin "weapon", yani "silah" anlamına gelmesine şaşırmayabiliriz.

     

    Genelkurmay Başkanı, kurumunu savunuyor. Artık iki farklı şeyi birbirinden ayırt etmemiz lâzım. Türkiye'nin dış güvenliğini sağlayan bir ordusu var. Hepimiz (belli yaş aralığındaki erkek vatandaşlar) kanuna göre bu ordunun mensuplarıyız. Ekonomik ve toplumsal kaynaklarımız da öyle. Düşmanlarımıza karşı caydırıcılığı, topyekün savaş mantığı içinde bu ordu sağlıyor. Bir de bu ordunun işlerini yürüten sürekli bir bürokrasi var. Bu bürokrasi her şeyin kaydını tutuyor, barış zamanı bizi savaşa hazırlıyor ve dış-güvenlik sorunlarımızı takip ediyor. Artık sorunun bu bürokrasinin işleyişinden kaynaklandığını, doğrudan doğruya bürokratik bir sorunla karşı karşıya olduğumuzu fark etmeliyiz. Bu bürokrasinin sağladığı korumayı çeteleşmek için kullanan, güvenlik amacıyla verilen silahları iktidarı gasp etmek üzere eline alanlar ülkemizin en ciddi sorunu. Bu durum, ordunun savunma görevinden de bir sapma hali. Bu sapma ancak bürokratik işleyiş gözden geçirilerek, suistimallerin önü alınarak engellenebilir. Hiç kimsenin göz ardı edemeyeceği bir sorunun adını doğru koymalıyız: Türkiye'nin esaslı bir askerî bürokrasi sorunu var. Yeraltındaki silahlar hâlâ bu sorunun bir parçası.

     

    Ergenekon soruşturması merkezde. Bu soruşturmanın askerî bürokrasiyi ilgilendiren iki somut tarafı var. Birincisi asker kişilerin karıştığı darbe komploları; ikincisi ise Poyrazköy'deki gibi ortaya çıkan cephanelikler. Başbuğ'un birinci sorunu yargıya havale etmesi yeterli değil. Zira, asker kişilerin karıştığı bu suçlar aynı zamanda Askerî Ceza Kanunu'nun da kapsamında. Üstelik, bu konularda Genelkurmay Başkanı'nın talimatıyla harekete geçen bir askerî yargı mevcut. Mehmet Ali Birand'ın bu cephanelikler için kullandığı "fışkırma" sözcüğüne Başbuğ'un verdiği sert tepki de ikinci kısma dair ve durumun vahametine ters. 22 LAW silahından 5'inin boş çıkması üzerinde uzun uzun durması ve bulunan silahların Irak menşeine dair spekülasyonları, asıl cevabı aranan soruları havada bırakıyor. İki konuda da Başbuğ'un kurumsal refleksi dile getirdiği ve bir askerî savunma yürüttüğü anlaşılıyor.

     

    Öbür taraftan demokrasiye sahip çıkarken açık taahhütte bulunması, demokrasiyi içine sindirmeyenlerin TSK'da barınamayacağını beyan etmesi önemli. Dünkü basın toplantısına yönelik "asker, demokrasilerde konuşmaz" tepkisi doğru değil. Konuşmak şeffaflaşmayı getiriyor. Bu şeffaflığa ihtiyacımız var. Başbuğ, kamuoyunu tatmin etmemiş olabilir; ama bu şeffaflık bir yöntem olarak her sorunun cevabını bulabileceğimiz bir kapıyı hepimize açıyor..

     

    Mümtaz'er TÜRKÖNE

    30.04.2009-Zaman


  8. Dün Star gazetesinde, Aziz Üstel'in köşesinde okumuştum: Prof. Deuch adlı bilim adamı yaptığı araştırmalar neticesinde şu kanıya/neticeye varmış: Müslüman olmayanlar da namaz kılsınlar, namaza başlasınlar. Çünkü, namaz kılan insanlarda eklem ağrısı/sorunları yok deneyecek düzeydedir.

     

    Tabi bu bizim nazarımızdan pek ciddi/vurucu bir tespit değildir (namazı spor olarak algılamak), fakat namazın sadece bu kısmı bile nelere deva, görüyoruz.

     

    Hem de, bir gayrimüslim tarafından dile getirildiğine şahit olarak. Bu ve bunun gibi pek çok örnek var namaz konusunda.

    ...

     

    ALİ


  9. İsrail rahatsız olmuş, çok şükür

     

    Türkiye-Suriye ortak askeri tatbikatına ilişkin dünkü yazımın bir yerinde, 'Bu tatbikat Suriye ordusunu NATO-İsrail ile entegre etmeye matuf bir çabadır' gibi komplo teorilerinin üretilebileceğini (fakat benim böyle bir şeye ihtimal vermek istemediğimi) söylemiştim.

     

    O satırları yazarken İsrail Saldırı Bakanı Ehud Barak'ın konuyla ilgili açıklamasından henüz haberdar değildim.

     

    Barak, bu türden komplo teorilerini peşinen 'tekzip' etmiş.

     

    Demiş ki:

     

    "Türkiye ve Suriye tarafından gerçekleştirilen ortak askeri tatbikat bizim açımızdan rahatsız edici bir gelişmedir."

     

    Ne güzel.

     

    Ama daha güzeli de var:

     

    İsrail Bar-İlan Üniversitesi Begin-Sedat Stratejik Araştırmalar Merkezi Müdürü Prof. Efraim İnbar, Jerusalem Post gazetesine verdiği beyanatta, "Türkiye'nin bölgedeki Müslüman ülkelere yakınlaşma yolculuğunda yeni bir kilometre taşı oluşturan" Türkiye-Suriye ortak askeri tatbikatının İsrail'le beraber ABD ve NATO'yu da rahatsız ettiğini belirtti.

     

    Bu rahatsızlık bizi ancak mesrur eder…

     

    Fakat Efraim İnbar'ın beyanatında kafamı karıştıran bazı cümleler var:

     

    "Ortak tatbikat Türk ordusunu da kızdırdı. Türk ordusu bu konuda mutlu değil. Suriye'yi sevmiyor ve onu problematik bir devlet olarak görüyor."

     

    Allah Allah.

     

    Türkiye bayrağı altında Suriyelilerle ortak tatbikat yapan ordu Yunan ordusu muymuş???

     

    "Türk subayları ile temas içinde" olduğunu ileri süren Efraim İnbar, görüştüğü birkaç subayın Suriye aleyhtarlığını bütün orduya mal etmiş olsa gerek.

     

    Türkiye-Suriye askeri yakınlaşması yeni bir şey değil.

     

    Ortak tatbikatın şaşılacak bir gelişme olduğu da söylenemez.

     

    2002 yılının Haziran ayında Türkiye Genelkurmay Başkanı Hüseyin Kıvrıkoğlu ile Suriyeli meslektaşı Hasan Türkmeni arasında "Eğitim, Teknik ve Bilimsel İşbirliği Anlaşması" ve "Askeri İşbirliği Anlaşması"nın imzalanmasından beri devam eden bir süreç var.

     

    Kıvrıkoğlu o anlaşmalarla ilgili açıklamasında demişti ki:

     

    "Askeri personelimiz karşılıklı olarak eğitim ve öğretim kurumlarında kurslara devam edebilecek, karargâh ve kurumlarda müşterek eğitimlere katılabilecektir. Zamanla diğer alanlara da yaymayı kararlaştırdığımız askerî işbirliği ile ilişkilerde yeni bir dönem açılacaktır."

     

    Bu açıklamadan da anlaşılacağı üzere 'sistematik' ve 'kurumsal' bir yakınlaşmadan söz ediyoruz.

     

    Yine de, ordunun, Suriye ile ortak tatbikat konusunda gönülsüz olduğu, bu işi hükümet politikaları yüzünden ve kerhen yaptığı iddia edilebilir tabii.

     

    Nitekim Efraim İnbar, "askerî liderlik diplomatların manevra yapmasına imkân tanıyor olabilir" gibi şeyler de söylüyor.

     

    O da güzel.

     

    Demokratik rejimler için, hükümet politikalarını beğenmese de o politikalara uyum sağlayan bir ordudan iyisi Şam'da kaysı.

     

    ***

     

    Şimdi İsraillileri bırakalım da, Türkiye-Suriye yakınlaşması konusunda Arap kardeşlerimizin ne düşündüğüne bakalım…

     

    Gerçek Hayat dergisindeki röportajlarıyla Ümmet-i Muhammed'in nabzını tutan Adem Özköse, bu hafta, Arap dünyasının en muteber gazetelerinden Kuds El-Arabî'nin meşhur yazarı Eymen Halid'le görüşmüş.

     

    Mülakattan bir bölüm:

     

    ÖZKÖSE- Türkiyeli bazı yazar ve aktivistler Türkiye ile Suriye arasındaki sınırların kaldırılması gerektiğini ve böyle bir girişimin İslam Birliği'nin nüvesini oluşturacağını savunuyorlar. Arap Dünyası bu düşünceye nasıl bakıyor?

     

    HALİD- Biz bu düşünceyi bütün kalbimizle destekliyoruz. Bu düşünceyi gerçekleştirecek devlet adamları tarihe geçeceklerdir. Zaten Türkiye halkı ile Suriye halkının zihninde herhangi bir sınır yok. Suriye halkı Türklere büyük önem veriyor ve Türkleri çok seviyor. Türk dizilerinin Arap Dünyası'nda bu kadar büyük bir çapta ilgi görmesinin sebebi de Arapların Türkiye halkına duyduğu sevgidir. Türkiye Milli Takımı Avrupa Kupası'na katıldığında Arapların hepsi Türkiye Milli Takımı'nı destekliyorlar. Çünkü Türkler ve Araplar aynı dine ve kültüre sahiptir, aynı toprakların çocuklarıdır. Suriye bana göre Mısır'la birlikte Arap Dünyası'nın en önemli ülkesi. Ayrıca Suriye Yönetimi Türkiye ile olan ilişkilerini daha da geliştirmek ve Türkiye ile kardeş ülke olmak istiyor. Türkiye Suriye'nin kalbini kazanırsa bütün Arap Dünyası'nın kalbini kazanır. Çünkü Suriye Türkiye için Arap Dünyası'na açılan kapıdır. Türk Hükümeti bu kapıyı daha da aralamalı ve Suriye ile Türkiye arasındaki sınırlar bir an önce kalkmalıdır. (Gerçek Hayat, 24-30 Nisan 2009)

     

    ***

     

    Gazeteci Mehmet Ali Birand, Suriye Cumhurbaşkanı Beşşar Esed'e sormuştu:

     

    "Türkiye-Suriye ilişkilerindeki yakınlaşmayı nasıl tanımlayabiliriz? Bir ittifaktan, stratejik ortaklıktan söz edebilir miyiz? Yoksa, o kadar da ileri gitmeyelim mi dersiniz?"

     

    Esed'in cevabı:

     

    "Hayır, öyle demem. Ben, ne kadar ileri gidersek o kadar iyi olur derim."

     

    Al benden de o kadar.

     

    Hakan Albayrak


  10. Haklı hassasiyetimi ve zorunlu duygusallığımı bir kenara bırakarak, bu dava ve son gözaltılar (Ergenekon ve 12. dalga denilen olay) hakkında her bir şeyler söylemek ihtiyacı hissetim, affola:

     

    Bizim tarafımızdır adalettir ve adaletin doğru tecellisidir. Kim düzene, birliğe ve toplumun dinamiklerine kastetme teşebbüsünde olursa olsun, biz bunların karşısındayız ve olmaya da devam edeceğiz.

     

    Siyasal tercihler, talepler ve değişken muhalif biçimleri olabilir. Buna itirazımız yok, yanlış diyemeyiz de. Fakat şahsi tercihler, talepler ve kendi ''ideolojilerinden'' başka kimseye özgürlük hakkı tanımayanlara da göstereceğimiz duruş bellidir ve bu duruş doğru olandır.

     

    Bizim (adaletin hakkını isteyenler) hükümet devirmek, komplo kurmak, adam öldürmek, darbe hazırlığında bulunmak veya başkalarını tahakküm altında tutmaya çalışmak gibi bir amacımız/niyetimiz/düşüncemiz yok.

     

    Kendileri gibi düşünmeyen ve yaşamayanları her türlü etiket ve kalıpla itham ederken, kendi biçtikleri rol model haricinde eğitim hakkı tanımıyorlarken, kişileri (özellikle kız çocuklarını/gençlerini) kitap tasnifi yapar gibi ayrımcılığa maruz bırakırken ve tüm bunları yaparken de birilerini kendilerine kalkan olarak kullanırken de çağdaş ve eğitimperverler midir acaba?

     

    Eğitimse herkese, özgürlükse herkese, fikir ve vicdan hürriyetiyse herkese, yaşam biçimi tercihiyse herkese. İşte tarafımız, yanımız, söylemimiz ve eylemimiz bu yöndedir.

     

    Eğer, ah-u figan edenler de bundan yanaysa, bırakalım hukuk işlesin, Cumhuriyet'in savcıları çalışsın, anayasal çerçeveye müdahale edilmesin.


  11. Sende alışkanlık/huy haline gelen mezhepsizlik, sünnetsizlik, ehl-i beytsizlik, reformcular, şuncular, buncular, hatta din dışılık gibi yaftalama merakı ve iştahı gitmediği sürece, bu devam edecek Tot-i Zari/ehl-i kalender/babalarkulu/şeksiz abdal.

     

    Bu sitede dine soktuğun ve dinden çıkarmadığın kaç kişi kaldı söylesene bana? Sana evvelce de dedim, demeye de devam edeceğim: Fetva veya cevaz makamı mısın sen? Hangi içtihad kapısının anahtarısın yahut? Bu kadar otorite ve netice malumu bildirecek bir söylemde ve ruh halinde bulunmanın sebebi nedir?

     

    Seni eleştirmiyorum; eleştiri fikrini ve niyetini ''samimi'' ve ''çatışmasız'' bir düzlemde ifşa edenlere getirilir. Fakat, sende ne samimiyeti ne de ortamı gerginleştirmeyen bir niyet yok. Tahrik gücü yüksek bomba gibisin; bir yerde duruyorsun ve uygun patlama anını bekliyorsun sanki.

     

    Son olarakta; bir bayan üyeye karşı kullanmış olduğun (n-f-k.com'da ilktir her halde) bir kelime yüzünden de iyice boşandı öfke yağmurlarım. Dini, diyaneti, ehl-i sünneti bu kadar çok dile getireceksin, sonrada böyle şeylere tevessül edeceksin tartışma anında !? Bu nedir?

     

    Eee? Ezilen ne, ezilen kim bana desene?

     

    Siteye vira bismillah diye üye olduğum ilk günden, bu güne kadar hep söyledim: Dini konularda tartışmaktan/konuşmaktan kaçınırım diye, çünkü din ehil adamların işidir. Bize doğru ve hakikatı yaşamak ve yaşamaya da devam etmek düşer. Kurcalamak, karıştırmak, kafamıza göre beyanat vermek, bana göre şöyledir, sana göre şeydir demek değil.

     

    Sen ne yapıyorsun? Kafaya yatmayanı, fikrini beğenmediğini, hoşuna gitmeyen görüşlerin sahiplerini şusun, busun diye resmen ''etiketliyorsun'' ve bundan zerre kadar imtina duymuyorsun.

     

    15 yaş, 18 yaş gibi dost beni bahçede görsün niyetinden, aslında ben buydum/buyum dercesine güzellemeler ve arayı düzeltici teşebbüslere neden girdin onuda anlamış değilim?

     

    Ben seni tanımam ve bilmem; yani 18 yaşındayken de tanımadım seni, 15 yaşındayken de. Ne demek istedin, neyi ima ettin, neyi amaçlıyorsun bilmiyorum.

     

    Konuya dönersek:

    Biat, şura, istişare, hanedanlık ve şer'i kuralların uygulanması gibi konularda söylediklerimi '' anlamadığın, anlamak istediğin belli'' oluyor zaten.

     

    Hz.Ali'den sonra diye başlayan sözlerimi, Emevileri ve Abbasileri diye devam eden cümleleri nasıl idrak ettin bilmiyorum? Ya da neye göre değerlendirdin?

     

    Hz. Hüseyin'in devrimi derken de, ''Yezid'in hilafetini onaylamadığını, dedesinin (s.a.s) ve babasınınında (kv) yaşasaydı şayet, böyle bir şeye izin vermeyeceklerini, Yezid'in biat et diye olmadık baskı yapmasına rağmen; bir avuç hak ve hakikat dostu insanla ''haksızlığa ve din dışılığa'' boyun eğmeme yolunu seçtiklerini ve yine bir avuç insanla hak bildiği ve hak olan bir doğru üzerine mücadeleye giriştiğini ve mübarek kafası, mübarek gövdesinden ayrılıncaya kadar savaştığını'' ifade ettiğimi/özetlediğimi (ki Hakan Albayrak'tan iktibas yaptım) anlaman gerekirdi ama anlamadın, anlamak yerine, beni reformcu ettin küfreder gibi (ne demekse bu).

     

    Hakikaten, seni ciddiye alıp yazmak istemem; çünkü ciddiye alınacak düzeyde tartışmıyor ve fikir beyan etmiyorsun. Kronik bir vak'a haline gelmiş üslub ve yakıştırmalarınla aynı şeyleri söyleyip duruyorsun.

     

    Fakat son vediğin cevaptaki usül ve niyete biraz itimat/itibar ettim. Onun için yazma ihyitacı hissettim tekrar. Neyse, bu hakikaten son olsun ve son bulsun (bak bende indirdim yelkenleri). Artık bunları yazmaktan ve dile getirmekten nakaratçıya çıkacak adım. Neyle ve nasıl isnad edersen milleti, bu cevaz ve fetva makamını kendinde görüyorsun o zaman. Milletin kafasını şişirmeye ve gözlerini yormaya devam etmek istemiyorum.

    ...

     

    ALİ


  12. 'Profesörler, bakanlar ve Ergenekon'

     

    "Profesör" unvanı, bilim adamlığından ziyade öğretim üyeliğine dair özlük haklarını ve görevleri belirleyen bir memuriyet unvanı olarak görülür.

    Genel kural olarak doktorasını yeni vermiş bir asistan, artık bütün hedeflerini tüketmiş olan profesörlerden daha çok bilime yakındır. Çünkü âdettir: Doktora düzeyindeki performansı akademisyenler bir daha yakalayamazlar. Profesörlük bir kemâl safhasıdır. Kemali yakalayan da daha ileri gitmez.

     

    Profesörlüğü de içeren akademisyenlik insana aydın olma fırsatı veren bir meslek. Bu fırsatı kullanmak bilgi ile değil etik değerlerle alâkalı. Akademisyenliği öğretmenlikten farklı kılan bilimsel araştırma görevi, akademik özgürlüğün teminatı altında. İşte bu özgürlük de, uzmanlıkla yetinen bilim adamına bile etik bir sorumluluk yüklüyor. Mesleğini öncelikle vicdanı ile yürüten üç meslek grubu vardır. Üçünün de ortak özelliği "cübbe giymek" ayrıcalığına sahip olmaktır. Din adamları ve yargıçlarla birlikte profesörler, mesleklerini icra ederken vicdanları ile baş başadır.

     

    Ergenekon soruşturmasının 12. safhası, "profesörler dalgası" olarak kayda geçti. Eski rektörler de dahil olmak üzere tutuklanan bu profesörlerin tamamı, uzmanlıklarından ziyade siyasî-ideolojik görüşleri ve tutumları ile tanınıyordu. Bu profesörlerin ne ile suçlandıklarını, iddianame açıklandığı zaman anlayacağız. Bir darbe davası görüldüğüne göre, muhtemeldir ki, bir darbe hazırlığının sivil uzantılarına dair iddialar söz konusu. Ama sanıklar profesör olunca, vicdana dair farklı bir boyut devreye giriyor. Epeyce üzücü bir durum. Temsil yeteneği olan ve sorgulanması toplumun bir kesimini rahatsız eden Profesör Türkân Saylan'dan ibaret değil söylediğim. Askerî darbeyi savunan profesörler, geçmişte hiç eksik olmadı. Demokrasiye yöneltilen meşhur eleştiride, ne hikmetse hep profesörlerle köylüler karşılaştırılır. Profesörlerin içinden darbe heveslilerinin çıkmasından daha vahimi, toplumun küçük bir azınlık da olsa bir kesiminin darbe istemesi değil miydi?

     

    Yargıçların, profesörleri yargılarken Türkiye'de darbe yanlılarının verdiği psikolojik desteği bir hafifletici sebep olarak dikkate alıp almayacaklarını bilmiyorum. Öyle ya, darbenin bu kadar kolay hazmedilebildiği bir ülkede, bazı üniversite hocaları "fazla profesör" olabilirler. Bana vicdan sahibi bir profesör olarak, adaletin ve hukukun peşinden giderken insanî görünmeyen manzaralardan rahatsız olmak düşüyor.

     

    Ama bu rahatsızlığı gölgede bırakacak daha ciddi bir rahatsızlık üzerinde durmamız lâzım. Ergenekon davası bugüne kadar siyasî polemiklere de konu oldu. İktidar ve muhalefet arasında karşılıklı olarak "yargıya müdahale" suçlamaları yapıldı. Ama ilk defa AK Parti hükümetinden bu davayı gören yargıçlara yönelik alenî bir müdahale ve baskı geldi. "Müdahale ve baskı" kelimelerini tam da Anayasa'nın 138. maddesine ve TCK'nın 288. maddesine atfen kullanıyorum. Kültür Bakanı Ertuğrul Günay'ın "Onları da görmezden gel ya" sözü, icra organından yargıya müdahale değil de ne? Daha kötüsü Bakan, bir suç ve suçlu varsayımına dayanarak "masumiyet" prensibini de çiğniyor. Güya ortada bir suç var ve Bakan savcılara dönüp, bu suça göz yummaları talimatı veriyor.

     

    Bilim adamlığı unvanını ve üniversitenin özgür ortamını, kestirmeden yol alan iktidar oyunları için kullanan profesörler her zaman oldu. Yine de içimiz rahat olabilir: Profesörlerin tek başlarına darbe yaptıklarına dair tek bir örnek bile tarihte yer almamaktadır. Profesörler darbeleri yapmak için değil, darbelere meşruiyet kazandırmak için devreye girerler. İnanıyorum ki yargı, başkalarınca oluşturulan "darbe iklimi"ni, bu profesörler için hafifletici sebep sayacaktır.

     

    Siyasetin ve siyasetçilerin yaptığı hataları ise hep birlikte düzeltmemiz gerekecek.

     

    Mümtaz'er TÜRKÖNE

    21.04.2009-Zaman


  13. .İslâm'da Emîr vardır.Hz.Ebû Bekir Hz.Ömeri Aleyhimarrıdvan bizzat kendisi ta'yin etti.Hani dört halife seçimle Direk Tayin etti hazret..Emîr şer'î mevzûları uyguluyorsa o Emîrul Mu'minindir.Bir devlette Şerî mevzûların uygulanması ve akidelerinin sağlam olması o devleti İslâm devleti yapmak için yeterlidir.Hz.Huseyn Aleyhirrıdvan devrim için falan gitmedi Kerbelâ ovasına.Kûfelilerin tuzağına düştü.Halife Yezid onun bi'at etmesini istedi.O bunu kabul etmedi yolda Yezîdin Komutanıyla karşılaştı, o sırada içlerindeki Kûfeliler ihânet etti.Ve bu vak'a gerçekleşti.Hz.Zeyneb Radıyallahu Teala Anha Katilimiz Kûfedendir buyurdu.Osmnalı halifeleride Hak Halifedir, Abbasilerde.Hz.Ebû Bekr Radıyallahu Anh'ın ictihâdıyla halifeliklerini devretmişlerdir.Hz.Alîden bu yana diyorsunuz Kerremallahu Teala Vecheh, Hz.Muâviye Radıyallahu Teala Anh'da Hak Halîfe idi.Ehli Sünnet'in Halîfe için olana tüm koşullarına uymaktaydı.Burada nakil makilsiz ahkâm kesiyorsunuz.Acabâ hilâfet hukuk vs ile ilgili hangi Ehli Sünnet âlimini okudunuz?Bi'at gibi bir mevzûuyu Hanedânlık karşıtı göstermek düpedüz reformculuktur.Neyse fazla uzatmıyalım.Elhamdulillah-u Teala 4 halifeden sonra hilâfet İslâm'a göre değildi saltanattı diyenlere uymadık.Zâten Şarkdaki Saltanatla Garbtaki Sarayları feodaliteyi bir görmekte herhalde araştırmasızlık olur.

     

    Şimdi de Tot-i Zori olmuş, bizim Ostrojen hormonu meraklısı babalarkulu/ehli kalender/şeksiz abdal nik değiştirme ve bunu sözlerine yansıtma meyilli yüce şahsiyet, ultra dindar ve insan üstü varlık olan arkadaşımız.

     

    Benim yazdıklarımı nasıl ve ne şekilde anlıyorsun sen? Hanedanlığı, yönetimi, devrim derken iktibas yaptığım parafı nasıl analiz ediyorsun bilmiyorum? Yahut şura, istişare ve olur derken neyi anladığını?Zekeriya Beyaz mısın, Özdemir İnce misin?

     

    Sanki ben onlar hak halife değil, islam dışılar gibi ifadeler kullanmışım gibi (!) Biatsız halifelik olmayacağını ''taze ve yeni'' bilgi gibi sunma. Biat kime yapılır, nasıl yapılır, hangi şartlarda yapılır?

     

    Sana yazdıklarım ve diğer yazılanlar arsız ve yağmur meselesine dönmüş sanırım. Senin ne biçim yazma, tartışma ve paylaşma ölçün/anlayşın var anlamakta zorlanıyorum.

     

    Çürük malını satmaya kalkan ve olmadık üç kağıtçılığı yapan ucuz pazar tellalları gibisin; nerede bir yamukluk, nerede bir arıza, nerede bir çamurluk varsa sende.

     

    Cehennem ya da cennet, hangisine gidersen git be adam (!) Nereden ve nasıl bulaştın bu siteye. Yoksa, yeni bir virüs türümüsün sen? Konu hastası, karıştırma sempatizanı, bulandırma meraklısı , nik sevdalısı, baların kulu, şeksizlerin abdalı, kalenderin ehli...

     

    Onu mezhepsiz, öbürünü sünnetsiz, beni ehl-i beyt düşmanı/Ak Partici/Saadetçi ve reformcu diye etiket vurmaktan haya etmez ev Allah'tan korkmaz mısın sen?

     

    Sabır, sabır, sabır. Sabır da, edepsizliğe kadar. Yazdığın ker konun içerisinde, biri ve birilerine çamur atmaktan başka bir meziyetin yok. Bu ne menem bir vaziyettir, psikolojidir, ruh halidir?

     

    Karakterine parelel, nik değiştirmeye devam etmen bile senin ne olduğunu ve ne olmadığını ayan beyan gösteriyor aslında. Senin bu ucuz, köksüz, yeni Türk parasıyla beş lira etmez, çamura atsan çamuru bozar türünden sözlerinden/yakıştırmalarından/hakaretlerinden midem bulandı artık.

     

    Adam gibi, insan gibi, delikanlı gibi yaz. Çirkefleşme ve çirkefleştirme buraları. Sürdürdüğün bu çizgide ısrarcı olursan, senin ve profilin adına katma değer düşüklüğü yaşayabilirsin, onuda belirteyim.

     

    -Böyle bir konuşma yapmaya mecbur kaldığım içinse, herkesten özür dilerim-

    ...

     

    ALİ


  14. Hz.Ali'den (kv) bu yana İslami hukukla/kurallarla yönetilen hiç bir devlet olmamıştır. Bakalım: Emeviler, Abbasiler, Selçuklular, Devlet-i Ali...

     

    Ortak özellikleri nedir bu devletlerin? Tabi ki hanedan sistemidir, yani bir soydan devam eden iktidar silsilesi. Onun içindir ki tam bir İslami devlet anlayışı oluşmamıştır, oluşamamıştır.

     

    İslam'da şura, istişare, kanaat, ulemanın veya ileri gelenlerin oluru ve içtihad vardır. (Halifelik konusunda)

     

    Taht mücadelesi ve iktidarı sahiplenme uğruna verilen mücadeleleri, savaşları, baba-oğul, abi-kardeş kavgalarını hepimiz biliyoruz. Çelebi Mehmet ve kardeşleri, Yavuz Selim ve II.Bayezid/kardeşi Korkut, Genç Osman'ın durumu vs.

     

    Bunun sebeblerinin bir kısmını, dönemin siyasi, dini ve coğrafi etkilerine de bağlayabiliriz belki. Getirisi ve götürüsü tartışılır/tartışılmaya da devam ediyor zaten. İttihad'ı (birliği) sağlama uğruna elbette gerekli ve olması gereken bir durumdu bu.

     

    Böyle olmasına rağmen adalet, hukuk, hoşgörü anlamında en ileri düzeyi yakalamıştır Devlet-i Ali. Bu sadece bizim değil, pek çok ecnebi devlet ve bilim adamlarının da ortak görüşüdür.

     

    Hakan Albayrak'ın dediği gibi:

     

    ''İmam Hüseyin devrimini (Yezid' karşı) gerçekleştirseydi, hanedan yönet(e)meyecekti İslam beldelerini''

    ...

     

    ALİ


  15. Çağdaş yaşam, eğitim seferberliği, kardelenler vs. hakkında tek bir şey söylemek istiyorum:

     

    Hiç uzağa gitmeyelim; Bin yıl sürecek denilen Şubat'ın 1998'in de soldurulan ve soldurulmaya devam eden binlerce, onbinlerce ''kardelen''leri unutmadık ve unutturmayacağız değil mi?

     

    Ya da değerleri ve yaşam tercihleri uğruna sürüklenen, joplanan, kelepçelenen ve hapse giren ''kardelenleri'' hangi çağdaşlıkla izah edeceğiz?

     

    Lanetli, cüzzamlı, hastalıklı gibi gösterilen ve gösterilmeye devam edilen ''kardelenleri'', ikna odalarında değerlerinizden ve kişiliklerinizden vazgeçin diye baskı yapılan ''kardelenleri'' hangi eğitim seferberliği anlayışına göre hatırlayacağız?

     

    Sizin çağdaşlığınız, saygınlığınız, eğitim seferberliğiniz ve vicdaniyetiniz yerin dibine batsın. Nokta !

    • Like 1

  16. 'Genelkurmay'ın Kürt açılımı'

     

    Genelkurmay, bu toprakların geçmişine has askerî yeteneği temsil ediyorsa, İlker Başbuğ'un konuşmasının bir stratejik arkaplanı olduğunu varsaymamız gerekir. Asker, mesleği gereği savaşır.

    Savaşmak için düşman lâzımdır. Düşmanla savaşırken ileri ve geri taktik hamleler yapılır. Serdedilen mülahâzalar ülkenin siyasî dokusuna ve geleceğine dair; demek ki siyasî alanda savaş yürüten ordunun –çok fazla değişim sinyali verildiğine göre- gözden geçirilmiş ve zamana uyarlanmış yeni bir stratejisi söz konusu.

     

    Askerin siyasî tasarruflarının gerekçesi olan iki temel sorun var. Bunlardan biri hepimizin canını yakan ve uğrunda ülke olarak ağır bedeller ödediğimiz Kürt sorunu. İkincisi ise bütünüyle siyaset üzerinde vesayet aracı olarak yapay biçimde üretilmiş irtica sorunu. Asker, kendisini bu iki soruna göre konuşlandırıyor. Düşmanları ise bu iki sorunun içinden çıkartıyor. Genelkurmay Başkanı, askerin profesyonel ilgi alanı olan bu iki soruna ve karşısında yer aldığı düşmanlara dair revize edilmiş bir stratejiyi dile getirdi.

     

    Kürt sorunu bir etnik sorun. Üniter-ulus devlet ile Kürtler arasında. Asker, bu sorun üzerinde öteden beri tekel oluşturmuş durumda. Sivil siyasî aklın bu sorunu çözmek için attığı adımları, ağırlığını koyarak engelledi. Siyasetçilerin, Kürt sorununu çözmek için ileri attıkları bir adım kendi akıllarının, geri attıkları iki adım ise askerlerin eseriydi. Kürt sorununun bugünkü hali, doğrudan askerin belirlediği politikaların eseri. 1983 yılında askerler tarafından getirilen "Kürtçe yasağı"nın, sorunun büyümesindeki etkisi, askerin oluşturduğu tekel hakkında bir fikir vermek için yeterli.

     

    Başbuğ'un "Türkiye halkı" açılımı, bu fiilî durum yüzünden çok önemli. Demirel'in "Kürt realitesi"ni tanıması ve Başbakan Erdoğan'ın "Kürt sorunu"nu kabul etmesi ile karşılaştırıldığında bu açılım sonuç getirme şansına sahip. Çünkü sahibi asker olduğu için, askerden muhalefet gelmesi ihtimali yok. Başbuğ'un konuşması ile asker, Kürt sorununa yönelik stratejisini köklü bir şekilde değiştirdiğini anlatıyor. Bu köklü değişim, sorunun askerî tedbirlerle çözümü yerine, siyasî araçların egemen olması anlamına geliyor. Başbuğ, "üniter-ulus devlet"in ulusunu yeniden tanımlamaya girişti. Değişim "ulus" tanımında. Şimdilik "ulus", "Türkiye halkı" olarak tanımlanabilecek. Bu tanım bizi, toprak esasına dayalı bir milliyetçilik anlayışına götürür. Aynı zamanda, hukukun koruduğu vatandaşlık esasına dayalı bir millet tanımı ortaya çıkartır. Mantık olarak Kürtlerin de kendilerini eşit ve onurlu vatandaşlar olarak içinde bulabilecekleri başka bir tanım yapılamaz.

     

    "Bu ulus-devlet yapısının ortak değeri ne olacaktır?" sorusunu, Başbuğ kendisi soruyor. Başbuğ'un "Türk" sıfatı üzerindeki vurgusunun pratik bir değeri yok. "Bu ulus devlet yapısının ortak değeri" artık ortak çıkarlar ve hukuk olacaktır. "Vatandaşlığa dayalı milliyetçilik" yerine doğrudan "vatanseverlik" tabirinin kullanılması gerekir. Vatanseverlik, ulus devletin dayandığı referansı o toplumun içinden alıp üzerinde yaşanılan toprağa aktarır.

     

    Başbuğ'un "Kürt kimliği" üzerine giriştiği spekülasyonların tamamı, "Kürt sorunu"nun vatandaşlık esasında çözülmesine yönelik. Üst-kimlik alt-kimlik ayırımı, "kültürel kimlik" vurgusu sınırları kolay çizilecek ayırımlar değil.

     

    Önemli olan sonuç ise şu: Asker, siyasî çözüm alanı üzerindeki ipoteğini kaldırmış görünüyor. Bu sonuç, tam anlamıyla Kürt sorunu konusunda askerin stratejik geri çekilmesini ifade ediyor.

     

    "Sanal düşman" yani "irtica tehdidi" konusunda ise geri çekilme değil, strateji değişikliği söz konusu. Asker, siyasî alandaki pozisyonunu muhafaza etmek için "cemaatleri" düşman ilan ediyor. Bu yeni düşman tanımının, bir "sanal düşman" tanımı olduğuna dikkat etmeliyiz. Siyasal alandaki vesayet, bu düşman tanımı ile sürdürülecek. Bakalım bu sanal kavga için ülke olarak hangi bedelleri ödeyeceğiz?

     

    Mümtaz'er TÜRKÖNE

    17.04.2009-Zaman


  17. HIYARNAME

     

    Belli vazifesini yapmış Bostancıbaşı

    Sabahleyin baktım ki hıyarla dolmuş çarşı

     

    Dizilmiş tablalara uzunu ve kısası

    Kurmuşlar hal içinde maruf hıyar masası

     

    Hıyar deyip geçmeyin, şifadır çok maraza

    Koklatırsınız kurda, yedirirsiniz kaza

     

    Hıyarın pörsümüşü çobana azık olur

    Tazesi, endamlısı çadıra kazık olur

     

    Hıyarın çaparı var, beyazı, langası var

    Pazarlarda bölüğü, bakkalda mangası var

     

    Al küçüğü turşu kur, büyüğü salata yap

    Kırk dört santimliğini kamyona balata yap

     

    Memleket baştan başa hıyar tarlası gardaş

    Bu toprakta yetişir hıyarın hası gardaş

     

    Seyreyle hıyarları sabahın seherinde

    Altmış okka vitamin dans eder beherinde

     

    Seracı hıyarları cılız ve kısa olur

    Medya suyu verince topala asa olur

     

    Hıyarın kıymetini bilmemek nankörlüktür

    Halka hıyar dağıtmak en büyük bonkörlüktür

     

    Çiçeği burnundası makbulmüş bir zamanlar

    Hıyardaki hassayı bostancıbaşı anlar

     

    Derler ki, hıyar taze, hıyar ucuz olmalı

    Hıyar seven adamda beş çuval tuz olmalı

     

    Nerde konuşan hıyar, nerde yürüyen hıyar

    Peşinden milyonlarca dâhi sürüyen hıyar

     

    Gün gelecek hepsini göreceksiniz elbet

    Her hıyara statü vereceksiniz elbet

     

    Belâgatı yükselir hıyar yiyen adamın

    Ruhuna revnak gelir hıyar yiyen madamın

     

    Günümüz hıyar kesme, hıyar soyma günüdür

    Vatan-millet aşkıyla hıyar oyma günüdür

     

    Kral sofralarına lâyık olmalı hıyar

    Siyaset denizinde kayık olmalı hıyar

     

    Kalkınacak bir ülke hıyar ihraç etmeli

    Yetişmiş hıyarları başına taç etmeli

     

    Hıyar seminerleri yapmalıyız durmadan

    Kuru hıyar evlâdır baldan ve kavurmadan

     

    Bırakın çağdaşlığı, bırakın sağı-solu

    Toprağımız mümbittir, her taraf hıyar dolu

     

    Çıktık açık alınla hıyarlar bostanından

    Alınmasın kelekler bu hıyar destanından

     

    Selâm olsun tablada, dalda yatan hıyara

    Selâm olsun alkışa göbek atan hıyara

     

    Selâm olsun toprağa ve suya ve gübreye

    Helâl olsun besteye, helâl olsun güfteye

     

    Tazelendi bilcümle hıyarların şerefi

    Ne mutluluk bizlere, tutturduysak hedefi.

     

    Üstad Karakoç'un anlayana 'herşey' ifade eden şiirlerinden birisinide ben ekleyeyim, eksik kalmasın. Bu arada çalışmalar nasıl gidiyor Gökhan kardeşim, Mevlam muvaffak eylesin. Emeklerin boşa gitmez inşallah.


  18. Yazılarınızı, fikirlerinizi, şiirlerinizi ilgiyle okuyorum ve mütevazi cevaplarınız beni mestediyor.

    Yazdıklarınızı karalama diye adlandırıyorsunuz. Sizin karalama dedikleriniz boş sayfalara mana katıyor. Biz ise toplum olarak içi mana dolu karalanmış sayfalara boş gözlerle bakıyoruz... Ne acı...

    Allah siz ve sizin gibi insanlardan razı olsun.

    Saygılar...

     

    Sağolasın Onur kardaşım. Ne beni 'öv', ne de kendini sebebsiz yere 'yer'. Mevlam senden de razı olsun, eyvallah.


  19. Yeni nesil kahramanlara ihtiyacım yok, olmaz da inşallah (!) Çünkü, bu memlekette kahraman ve hain olmak bıçağın iki yüzü gibidir. Bugün kahraman, yarın hain. İşte çağın hastalıklardan biriside budur. (Sözüm meclisten dışarı)

     

    İyi adamların, güzel adamların, kahraman yüreklerin çoğu gül devrinde ve gül devrindekilerin bahçesinden geçenlerin zamanında kaldı sanırım.

     

    İslam kahramanı kimdir ve nasıl olmalıdır? İşte tüm mesele bu: Devrimci (köhneliği ve şerde ısrarı yıkan), adil, şefkatli, cesur vs.

     

    Benim çok kahramanım oldu, hem de yüzlerce. Çocuklukta başka, kavgada başka, kitaplarda başka, öfkede başka, sükutta başka...

     

    Hatta kahramanlarımı öne sürerdim bazen, onların ardında durmaya çalışırdım. Adlandırmak zor, cidden zor. Çünkü hepside ''gülden" yanalar''. İşte bu sebeple, kahramanım çok ve çok olmayada devam edecek.

    • Like 1
×
×
  • Create New...