Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]

onüç

Admin
  • Content Count

    500
  • Joined

  • Last visited

  • Days Won

    8

Posts posted by onüç


  1.  

    Varlığım Türk varlığına armağan olmasın, bana lazım

    Kürt politikacısı Bengi Yıldız ortaya bir laf attı, Marmara depremi gibi sarsıntı yarattı. "Ankara'ya vergi vermeyiz ama devletten yardım isteriz" sözü üzerine Türkler küfür ettiler, Kürtler'in de gerçekçi olmayanları belki sevinmişlerdir...

    Uçuk kaçık özlemleri tartışırken birkaç önemli gelişmeyi atladık. Hayır, liglerin ertelenmesi falan gibi "lumpen üzecek havadisler" değil.

    Mazlum-Der ve Özgür- Der gibi örgütlerden bir grup kadın, yanlarına çocuklarını da alıp eylem yaptı.

    İkide bir papağan gibi "sivil toplum örgütleri" sakızını çiğneyen cici beyler, bu kadınların başları örtülü olduğu için onlarla ilgilenmediler. Basının bazı "kaknem savunucusu" bunalımlı tazeleri de olayı görmediler. (Belki de şu sıcaklarda Alaçatı falan gibi yerlerde yaz aşkları yaşamakla iştigal ettikleri içindir.) Eylem yapan hanımlar, ilkokullardan "andımızın" kaldırılmasını istiyorlar.

    Biz de istiyoruz ama birtakım tombul civelekler üstümüze saldırıyorlar...

    Bu hanımlar "varlığım Türk varlığına armağan olsun" gibi faşist zırvaların çocuklara her sabah söyletilmesini, "İslam akidesine aykırı öğeler içerdiği" için istemiyorlar.

    Biz de "totaliter ve ırkçı bir anlayışın ürünü" olduğu için istemiyoruz.

    Sonuçta ikisi aynı kapıya çıkıyor. "Okullarımızda ırkçı Kemalist müfredat istemiyoruz" cümlesinde buluşuyoruz.

    Nimet Hanım gitti, yerine Ömer Bey geldi, basında CHP amigoları ne kadar çığlık atarlarsa atsınlar, eğitimde reform bekliyoruz.

    "And" kaldırılmalıdır.

    Yemin ettirmeyi çok seviyorsanız, yerine 2012 yılından başlayarak "yeni Anayasa'ya bağlılık" yemini konabilir, Amerikan usulü olur, New York batakhanelerinde koli keserken Türkiye'ye yazı gönderen "neşeliler" de ağızlarını açamazlar.

    Eylem yapan hanımlar "okullarda kışla tipi eğitime" de son verilmesini istemişler.

    Ömer Bey, "19 Mayıs gösterilerini" de ya sivilleştirmek, ya kaldırmak zorundadır.

    "Otuzlu yılların Hitler, Mussolini ve Stalin tipi gösterilerine" günümüz Türkiyesi'nde yer yoktur, olmamalıdır. Günümüz dünyasında yer yoktur da ondan.

    19 Mayıs'ı, gençlere spor müsabakaları yaptırarak, liselerarası turnuvalar düzenleyerek kutlayabilirsiniz, "bitişik nizamda uygun adım yürüterek" artık kutlayamazsınız!

    İlk, orta, lise, üniversite ne olursa olsun, bütün sivil okullardan "önlük" ve "üniforma" kaldırılmalıdır. "Ama sonra çocukların üstü başı kirlenir" gibi dangalakça gerekçelere sığınmak vakit kaybından başka bir şey değildir. İdare-i maslahattır.

    Nimet Hanım bunları başaramadı, gitti, Ömer Bey başaramazsa o da gider, bir başka hanım ya da bey gelir yapar. Göreceğiz.

    Durun yahu, biz bu kadar lafı neyin üstüne getirecektik?

    Bursa Barosu Başkanı Zekeriya Birkan, "orduevleri kapatılsın, asker halkın içine girsin" dedi de, onun üstüne getirecektik...

    Bu gerçek bir devrim olur.

    Birkaç yıl önce "milletvekili lojmanlarının" kaldırıldığı gibi (oralarda cinayet bile işleniyordu maşallah), her türlü lojman, öğretmenevi, misafirhane, şehir kulübü, "kumda inceleme yapıyoruz" ayağından dinlenme tesisi, kıyı kampı, şu bu... Hepsini kapatmak...

    Bakın işte o zaman bürokrasi, kendisini canevinden vuracak bu devrime karşı olmayacak çılgınlıklara kalkışabilir!

    Arkadaşımı içeri at ama ucuz rakıma ve beleş denizime dokunma!...

     

     

    27/07/2011


  2. İslam ortak paydası Kürt sorununa çare olabilir mi? (1)

    BDP'nin bağımsız milletvekillerinden Altan Tan'ın Radikal'den Ezgi Başaran'a verdiği söyleşi İslam ortak paydasının Kürt sorununun çözümünde taşıdığı önem konusundaki tartışmaları yeniden gündeme getirdi. Tan şöyle diyor: "İktidarın sahibi olan Müslüman Türkler ümmetçi kalabilselerdi, her şey farklı olabilirdi. (...) Ümmetçilik; 1- Bütün Müslümanlar'ı kendisine eşit görmektir. Mesela Türkçe anadilde eğitim varsa Kürtçe anadilde eğitim de vardır. 2- Müslüman olmayan herkesin de ticaret, eğitim, kendini ifade etme hakkı vardır. 'Kemalist İslamcılarımız' bu manada ümmetçi olabilseydi, başta Kürt sorunu olmak üzere bütün sorunları çözülürdü. (...) Alevi sorunundan Ruhban Okulu'na kadar her şey ümmetçilik zihniyetiyle çözülürdü. Üstüne anti-kapitalist bir dünya da beraberinde gelirdi."

     

    Eğer bu görüşler, sadece tarihle ilgili bir değerlendirme olsaydı, belki üzerinde çok fazla durmaya gerek yoktu. Tarihin her konusunda olduğu gibi bu konuda da farklı okumalar olabileceğini söyler geçerdik.

     

    Ama Kürt meselesinin hâlâ canlı ve kanlı bir sorun olarak gündemimizde olması ve bugün Türkiye'de oldukça geniş bir kesimin Kürt sorununun İslam'ın birleştiriciliği sayesinde çözülebileceğine inanması, Tan'ın değerlendirmelerini daha da önemli kılıyor. Bu görüşü savunanlar, Kürt sorununun etnik bir zemine kaymasında laik sistemin dinden hareket etmemesinin, din yerine bir başka ortak payda üretmeye çalışmasının (Türklük) büyük payı olduğunu savunuyorlar ve bugün de çözümün adresi olarak bu hatadan dönülüp İslam'ın birleştirici gücünün yeniden devreye sokulmasını gösteriyorlar.

     

    Ama isterseniz önce, bugünün Türkiye'sini bir yana bırakıp "ümmetçiliğin birleştirici gücünün" geçmişte ne kadar işe yaradığına bakalım.

     

    Ben tarihçi değilim ama dar bilgi hazinem bile bana ümmetçiliğin ne geçmişte ne de şimdi ne Müslümanlar'ın birbirini kırmasını ne de Müslümanlar'ın farklı dinden olanları kırmasını önlemeye yetmediğini göstermeye yetiyor.

     

    Altan Tan, Alevi sorunundan Ruhban Okulu'na kadar her şeyin ümmetçilikle çözülebileceğini söylerken, Yavuz Sultan Selim'in giriştiği büyük Alevi katliamını nereye koyuyor? Cizre-Botan Beyi Bedirhan Bey'in Osmanlı'nın desteğiyle giriştiği Nasturi katliamını nereye koyuyor? Eğer ümmetçiliğin "Bütün Müslümanlar'ı kendisine eşit görme" prensibi işleyebilseydi, Sünni Osmanlı'nın Alevi mezhebinin kökünü kazımak için giriştiği o büyük katliam olur muydu? Eğer ümmetçiliğin "Müslüman olmayanların haklarına saygı" prensibi işleyebilseydi, Nasturiler bugün "Güneydoğu'nun Kayıp Hıristiyan Topluluğu" haline gelir miydi? Ve yine, eğer ümmetçilik Kürt-Türk çatışmalarını engelleyebilecek olsaydı, Bedirhan Ayaklanması olur muydu?

     

    Dünü bırakıp bugüne bakalım: Din kardeşliği, Ortadoğu'da Müslüman Arap ülkelerinin aralarındaki bitmez tükenmez husumeti önleyebilmiş midir? Aynı dine mensup Iraklılar'la İranlılar'ın on yıl boyunca birbirlerini kırmalarını ya da Irak'ın Kuveyt'i işgalini engelleyebilmiş midir? Bugün onların Müslüman Filistin halkının haklı davasında aynı saflarda yer almasına yetmiş midir?

     

    Gerçek şu ki, sözü edilen bütün bu acı olaylarda belirleyici olan faktör din değil; sosyal, siyasal ve iktisadi sebepler olmuştur. Örneğin, Bedirhan Ayaklanması'nın arka planında Osmanlı'nın Tanzimat Hareketi'yle birlikte başlattığı "merkezi devleti güçlendirme" harekâtına verilen tepki yatar. Tanzimat'ın getirdiği yeni düzenlemelere ülke genelinde özellikle de devlet otoritesinden uzak olan bölgelerde verilen tepkinin en şiddetlisidir bu isyan. Yine, Ortadoğu'nun Müslüman ülkelerinde gördüğümüz -din kardeşliğinin önleyemediği- parçalanmışlık hem emperyalist ülke politikalarının hem de yerli iktidarların politikalarının, bölgenin sosyal ve iktisadi yapısının toplam sonucudur.

     

    Kaldı ki, "Eğer Cumhuriyet rejimi, Osmanlı'nın ümmetçiliğini terk etmeseydi, Kürt sorunu bu hale gelmezdi" fikri başlı başına absürt bir fikirdir. Tarih böyle ilerlemeseydi, modernleşme süreci hiç yaşanmasaydı; çok uluslu imparatorlukların içinden milli devletler doğmasaydı ve bu milli devletler kendilerini inşa sürecinde ortak bir milli kimlik yaratmaya girişmeseydi, ne iyi olurdu gibi bir şey...

     

    Devam edeceğim.


  3. Azmin zaferi

    Dershane parası bulamadı, emanet kitapla sınava hazırlandı. Bir de görme engelli annesine bakan Menekşe, başarı ışığı saçtı. 18 yaşındaki genç kız, Türkiye birincisi olarak üniversiteyi kazandıPahalı hayallere gebe olan hayat, film gibi bir öyküyü de bağrına bastı. Yürekleri dağlayan ancak herkese örnek olan hikayenin kahramanı ise 18 yaşındaki Menekşe'ydi. Menekşe, Balıkesir'in Savaştepe ilçesinde öğretmen bir baba ve ev hanımı bir annenin kızı olarak dünyaya geldi. Osman-Naciye Okyay çiftinin tek çocukları olan Menekşe, maddi imkansızlıklar nedeniyle dershaneye gidemedi. Hatta sınava hazırlanacak test kitabı bile bulamadı. Genç kız, arkadaşlarından aldığı ödünç kitaplarla üniversiteye hazırlandı. Ancak bu sırada şeker hastası olan annesinin 2 gözü de görme yeteneğini yitirdi.

     

    DÜNYASI KARARDI

     

    Annesiyle birlikte Menekşe'nin de dünyası karardı. Tüm olumsuzluklara rağmen yılmayan genç kız, bir yandan annesine baktı, ev işlerini yaptı, bir yandan da sınava çalıştı. Tüm bu fedakarlıklarının karşılığını alan Menekşe, önce okulunu birincilikle bitirdi. LYS sınavında da 1 milyon 691 bin adayı geride bırakarak Y-TS-2 yerleştirme türünde, 579.815 puanla Türkiye birincisi oldu. Bu puanla Türkiye'nin en iyi üniversitelerine girmeye hak kazanan Menekşe, yine herkese örnek olacak bir karara imza attı. Annesine bakmak zorunda olan genç kız, Balıkesir Üniversitesi'ni tercih etti.

     

    'EĞİTİMİM İÇİN BURS GEREKLİ'

    Öyküsüyle yürekleri delen Menekşe, şunları söyledi: "Bilgisayarım olmadığı için sonuçlara bile internet kafede baktım. Annemin rahatsızlığı nedeniyle öğrenimime sadece ailemin yanında devam edebilirim. Çünkü anneme bakmam lazım. Bu nedenle Balıkesir Üniversitesi Necatibey Eğitim Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü'nü yazacağım. Eğitimime devam etmem için de mutlaka burs bulmam gerekiyor. Eğer burs alamazsam, tüm hayallerim suya düşecek." Emekli öğretmen olan baba Osman Okyay ise eşinin tedavisi için bankalardan kredi çektiğini belirtti. Okyay, "Emekli maaşımdan elime sadece 400 lira kalıyor. Evimin kirasını bile 3 aydır ödeyemedim. Kızımız bize mutlulukların en büyüğünün tattırdı inşallah burs da kazanır ve eğitimini sürdürür" dedi. Anne Naciye Okyay ise "Kızım benim elim ayağım her şeyim" diyerek gözyaşı döktü.

     

    K


  4. Bu sözler tartışma çıkarır

    İstiklal Marşı Derneği Genel Başkanı Şair İsmet Özel, Cumhuriyetin ilanının aslında İslam Ümmeti'nin ikinci Hicret'i olduğunu ileri sürdü.Özel, dernekçe düzenlenen "İstiklal Marşı ve Anayasa" konulu panelde yaptığı konuşmada "Cumhuriyet'in ilanı aslında İslam Ümmetinin İkinci Hicretidir. İlk Hicretimiz Asr-ı Saadet'te olmuştur ve Cumhuriyet'in ilanıyla beraber biz ikinci hicreti yaşadık" dedi. Panelde, yeni anayasa ile İstiklal Marşı'nın anayasadan çıkarılmak istendiği görüşü öne çıktı.

    İstiklal Marşı Derneği'nce tertip edilen "İstiklal Marşı ve Anayasa" konulu panel 23 Temmuz 2011 Cumartesi günü Ankara'da yapıldı. Açılış konuşmasını yapan Genel Başkan İsmet Özel İstiklal Marşı Derneği'nin bu panelle, kuruluş gayesini kuvveden fiile geçirmek için gerekli toplantısını yaptığını ifade etti ve derneğin 1921'de Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından kabul edilen ve akabinde derhal rafa kaldırılan İstiklal Marşı'nın, konulduğu raftan indirilmesini sağlamak üzere kurulduğunu hatırlattı.

     

    85807146090.jpg

     

    KENDİMİZE BİR SAVAŞ ALANI TAHSİS EDİYORUZ

    Bu toplantının, lisan yoluyla bize dayatılan şeylerin fiiliyatla irtibatını anlamaya müteveccih olduğunu söyleyen Dernek Genel Başkanı İsmet Özel, bu konuları netleştirme ve işi Türk Milleti'nin hayrına bir sonuca götürme hususlarında niyetli ve inatlı olduklarını da sözlerine ekledi. Bu panelle İstiklal Marşı Derneği'nin kendine bir savaş alanı, bir muharebe sahası tahsis etmiş olduğunu beyan ederek bunun birinci sebebinin İstiklal Marşı'nın 1982 Anayasası'nda ilk defa anayasal hükme bağlanmış bulunması olduğunu ifade etti.

     

    Panelde ilk olarak söz alan Cemil Tunç, anayasanın sadece hukukçuların söz söyleyebileceği bir konu olmadığını belirterek başladığı konuşmasında, anayasa değişikliği tartışmalarının bu konuda ciddi bir kafa karışıklığı olduğunu açığa çıkardığına işaret etti. Anayasanın, bir milletin kendi hakkındaki kanaatlerini içeren, hangi vasıfları haiz olduğunu belli eden, neden belirli bir toprak parçası üzerinde yaşadığını izah eden bir metin olarak görülmesi halinde, kurumların, organların ve işleyişlerin nasıl düzenleneceği konularının tali nitelikte olacağını ifade etti.

     

    Bu meyanda, gündemdeki kısır tartışmaların haricinde, akademik sahada belirleyici olan doktrinel metinlerin de anayasanın manasının ve ehemmiyetinin ne olduğunu anlama hususunda işe yaramayacağını dile getirdi.

     

    ANAYASA, MİLLET HAYATINA KAVUŞAMAMIŞ TOPLULUKLARIN İHTİYACIDIR

    Konya Şube Başkanı Mustafa Deveci, anayasa meselesinin siyaset felsefesinde "toplumsal sözleşme " fikriyle izah edilişinden hareketle, modern hukukun hayatımızın birçok sahasını sözleşme zihniyetine büründürmeye çalıştığına, evliliğin bile mal rejimi sözleşmelerine raptedildiğine dikkat çekti. İnsanların en temel birlikteliklerinin dahi bir şirket kurarcasına sözleşmeye bağlandığı hukuk düzeninin insan hayatıyla bağdaşamayacağına işaret eden Mustafa Deveci, anayasanın millet hayatına kavuşamamış toplulukların lüzumunu hissedebilecekleri bir şey olduğunu dile getirdi. Mustafa Deveci, 1876 Kanun-i Esasi'sinin gayrimüslim unsurların etkinliğini artırmaya yönelik düzenlemeler ihtiva ettiğini örnekleriyle anlatarak; 1876'dan 1921 Anayasası'na doğru uzanan dönemde meclisin yetkilerinin giderek güçlendiğini ve Birinci Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde temsil kabiliyetinin zirveye ulaştığını, 29 Ekim 1923'ten itibaren ise tersi yönde bir seyrin devreye girmesiyle, meclisin yetkilerinin ve temsil kabiliyetinin giderek sönükleştiği ve değersizleştiği bir vetirenin günümüze kadar geldiğini ifade etti.

     

    71547367961.jpg

     

    "ANAYASA" 1945 YILINDAN BERİ MAĞLUBİYETİN İFADESİDİR

    Daha sonra söz alan Dadaşhan Celaleddin Kavas, İkinci Dünya Savaşı öncesinde anayasaların ve anayasacılığın, bir ülkenin kendi gücüne istinat ederek, kendi iradesini amil kılarak neler yapabileceğine; sosyal düzen ve ilişkiler bakımından hangi evsafı esas aldığına dair bir üstünlüğün ifadesiyken 1945 tarihiyle birlikte anayasaların ve anayasacılığın bir mağlubiyeti, bir acziyeti ve zafiyeti göstermeye yarayan; bir ülkenin kendi iradesiyle neler yapamayacağını ifade eden bir vasfa büründürüldüğünü muhtelif örneklerle izah etti. 1961 Anayasası ile birlikte, Türkiye'nin de bu furyaya tam olarak dahil edildiğini ifade eden Dadaşhan Celaleddin Kavas, Anayasa Mahkemesi ve Cumhuriyet Senatosu gibi organların da anayasanın yeni fonksiyonunu icra etmek üzere ihdas edildiğini beyan etti. 1982 Anayasası'nın değiştirilemez üçüncü maddesinde İstiklal Marşı'na atıf bulunduğu halde Anayasa Mahkemesi ve hukukçular tarafından İstiklal Marşı'nı ölçü norm olarak hiç bir şekilde müracaat edilmediğine de dikkat çekti.

     

    Genel Sayman Halil Özkan ise Tanzimat Fermanı, Islahat Fermanı ve Kanun-i Esasi'nin bilhassa Hariciye Nazırlığı yapmış kimselerce ilan edildiğini hatırlattı. 1921 Anayasası'nın kuvvetler birliğine ağırlık verdiğini izah ederek, 1923'ten itibaren egemenliğin kullanım hakkının tedricen milletten "kurumlar"a geçtiğine, 1961 ve 1982 anayasalarının bu durumu iyice belirgin hale getirdiğine işaret etti. Halil Özkan, 2004 yılındaki anayasa değişiklikleri neticesinde 1982 Anayasası'nın 90. maddesinde yer alan "milletlerarası anlaşmaların kanun hükmünde olduğu, bunların anayasaya aykırılığının iddia edilemeyeceği, kanunlarla çatışma söz konusu olduğunda milletlerarası anlaşmaların esas alınacağı" hükümlerine dikkat çekerek, bunun dışında ki birçok düzenlemeyle de meclisin uhdesinde bırakılması gereken işlerin başka mercilerin yetkisine kaydırıldığına dair örnekler verdi.

     

    Muammer Parlar, "Kur'an ve Anayasa "konusunu merkeze aldığı konuşmasında Kelime-i Şahadet getirmekle Müslim, Allah'ın iradesinin her şeyin üstünde olduğunu kabul etmekle Mü'min ve bir millete mensup olmakla Muhsin olabileceğimize işaret ederek, kulluk ve cemiyet ilişkisinin ırkla, kültürle ve ortak yaşamla izah edilemeyecek bir sahada yer aldığını dile getirdi. Devletin "manevi bir şahsiyet" ya da bir "tüzel kişilik" olarak görülmesinin İslam ulemasınca reddedilmiş bir düşünce olduğuna dikkat çeken Muammer Parlar, Anayasa kavramı ve Kur'an arasında ancak menfi bir irtibatın olabileceği hususunu çeşitli veçheleriyle izah etti.

     

    Genel Sekreter Mustafa Tosun, bugün yeni anayasa tartışmalarının başlıca figürü olan birtakım kimselerin İstiklal Marşı'nın anayasadan çıkarılabileceğine dair aleni beyanlarda bulunduklarına ve bu gelişmeleri bir fırsat olarak değerlendirdiklerine dikkat çekti. Değişiklik talepleriyle amaçlanan asıl şeyin, Türkiye'nin kendine mahsus yaşama imkanlarının yok edilmesi olduğunu ifade ederek, 1982 sonrasında dünyada yaşanan hadiselere adaptasyon için bir anayasa değişikliği talebinin öne çıkarıldığını dile getirdi.

     

    İSTİKLÂL MARŞI ANAYASADAN ÇIKARILACAK MI?

    Dünyadaki ilk esaslı anayasa olarak, Amerika Birleşik Devletleri Anayasası'nın görülebileceğini ifade eden Genel Başkan İsmet Özel ise, bunun sebebinin bir Amerikan aristokrasisinin bulunmayışı olduğunu, aristokrasinin olduğu yerde sosyal düzenin ne şekilde işleyeceğine dair kendisine müracaat edilebilen insanların mevcudiyetinin bir fonksiyon icra ettiğini; dolayısıyla Fransa'daki anayasal gelişmelerin de aristokrasinin giyotine gönderilmiş olmasıyla canlılık kazanabildiğini izah etti.

     

    73326824853.jpg

     

    "Yeni bir anayasa" talebinin ortaya atılmasının Türkiye'nin İslam'dan mutlak manada kopmasının teyid ve tasdik edilmesine müteveccih olduğunu savunan İsmet Özel, "yeni anayasa" tartışmalarında, 1982 Anayasası'nın darbe anayasası olduğu gibi bahanelerin tedavüle sokulduğunu, halbuki bütün meselenin İstiklal Marşı'nın anayasadan çıkarılması meselesinden ibaret olduğunu ve bu niyetin dikkatle gizlendiğini ileri sürdü.

     

    Yaygın olarak dile getirilen bir başka safsatanın da Türklerin yüzlerini Batı'ya çevrilmiş bulunmalarına dair olduğunu ifade ederek şunları söyledi: "Türk Milleti Lale Devri'nden itibaren yüzünü Batı'ya çevirdi. İyi, güzel, bunu kabul edelim. Peki, Türk Milleti yüzünü Batı'ya çevirmeden önce yüzü ne tarafa bakıyordu? Türk Milleti daha önce yüzünü hiçbir yere çevirmemişti. Kendisi yüz çevrilen bir topluluktu. Bunu saklamak üzere yüzünü Batı'ya çevirdiğini söylüyorlar."

     

    KUR'AN VE MODERN TARİH

     

    Modern tarihin Kur'an-ı Kerim'in nazil olmasıyla başladığını dile getiren İstiklal Marşı Derneği Genel Başkanı İsmet Özel, 1918 yılında Avrupa Medeniyeti'nin İslam'ın bir askeri güç ve siyasi organizasyon olarak dünyadan kaldırıldığını ve kendilerine kök söktüren Türklerin artık bir daha varlık gösteremeyeceklerini ilan ettiğini hatırlattı. 1918'de Türkiye'de bazı ordu mensupları haricinde pes etmemiş hiçbir sosyal organizasyon bulunmadığını; Maraş, Urfa, Antep ve Adana'daki hareketlerin ordunun ümidine güç kattığını, bu ümidi taşıyanlarınsa üst kademedekiler olmayıp, bilhassa birtakım genç zabitlerden ve erattan ibaret olduğunu kaydeden İsmet Özel, tartışma oluşturacak şu iddialarda bulundu:

     

    BU SÖZLER ÇOK TARTIŞILIR

     

    "Cumhuriyet'in ilanıyla başlayan şey, bizim 1839'da kaybettiğimiz şeyin geri alınmasıdır. Biz 1839'da neyi kaybettiysek 1923'te onu geri aldık. O da bu topraklarda sözü geçen insanın Müslüman'dan başkası olmadığıdır. Biz bunu 1923'te Cumhuriyet'in ilanıyla geri aldık. Hiç kimse düşünmedi bunu. Hicret'le bunun bağlantısı neydi? Biz Mekke ve Medine'yi kaybetmedik mi? Kimdi kaybetmiş olanlar? Müslümanlardı. Peki Mekke ve Medine'yi Araplar mı kazandı? Hayır. O halde Cumhuriyet'in ilanı aslında İslam Ümmetinin İkinci Hicretidir. İlk Hicretimiz Asr-ı Saadet'te olmuştur ve Cumhuriyet'in ilanıyla beraber biz ikinci hicreti yaşadık. Bizi sadece Mekke'siz değil, Medine'siz de bıraktılar. Dolayısıyla bütün Cumhuriyet tarihimiz Müslümanların Medenî hayatı olmak zorundaydı. Medenî hayatımız bizim 1923'te başlıyor olmalıydı ve bu yapılmayacak bir şey de değildi. … Bu yeni anayasa hazırlıkları böyle lafların bir daha Türkiye'de söylenmemesi, söylendiği takdirde o adamın hayatının sona erdirilmesi alanını açacak. Gaye budur."

     

    ????


  5. Onura bak!

    Geçmişi yasaklarla dolu ve halen de pek çok yasağa imza atan üniversiteler, konu sapkınlar olunca çok müsamahakar görünüyorlar. Toplam 10 üniversite homoseksüel, lezbiyen, transseksüel, travesti ve değişik sapkın kişiliğe sahip topluluklara kah düşünsel kah mekansal destek veriyor.

     

     

    Dünya üzerinde eşcinsellerin etkinlikler sergilemek üzere düzenledikleri “Onur Haftası” programlarına üniversiteler de destek veriyor. Harekete destek veren üniversiteler arasında Orta Doğu Teknik, İstanbul, İstanbul Teknik, Marmara, Boğaziçi, Mimar Sinan, Bahçeşehir, Bilgi, Bilkent ve Sabancı Üniversiteleri bulunuyor.

     

    “EŞCİNSEL HAKLARI”NA ÜNİVERSİTE İLGİSİ

     

    Yaklaşık 18 yıldır Haziran ve Temmuz aylarında homoseksüel, lezbiyen, travesti ve transseksüellerin bir araya geldikleri toplantılarda değişik çalışma grupları çoğu barlarda gerçekleştirilen etkinlikler sergiliyorlar. Üniversite yönetimlerinin onayı ile kurulan öğrenci kulüpleri de bu etkinliklerde yer alıyor. “Onur Haftası”nın bu yılki içerik ve mekansal destek paydaşları şunlardan oluşuyor: Bahçeşehir Üniversitesi Gri Kulübü, Bilkent Üniversitesi Renkli Düşün Kulübü, Bilgi Üniversitesi Gökkuşağı Kulübü, Hebun LGBT Diyarbakır Oluşumu, Hazdan Yana Feminist Kadınlar Dayanışma Derneği, İstanbul LBGT Dayanışma Derneği, İTÜ Cins Arı LBGT Topluluğu, İstanbul Üniversitesi Radar Kulübü, Kadın Kapısı, Eğitim Sen, Kaos Derneği, Morel Eskişehir Oluşumu, Siyah Pembe Üçgen Derneği, Trans Erkek İnisiyatifi, Uluslararası Af Örgütü, Açık Toplum Vakfı, Anadolu Kültür, Rattenbar, Radikal Gazetesi.”

     

    SANAT ADI ALTINDA PORNO GÖSTERİMİ

     

    Üniversitelerin sapkın toplantılara desteği çeşitli boyutlarda gerçekleşiyor. Bazıları hazırladıkları tezleri ilk kez bu gruplarla paylaşırken, bazıları da “seks işçileri”nin hayatını ya da porno sektörünü anlatan filmlere gösterim imkanı sağlıyor. Bu çerçevede Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü İletişim Bilimleri Bölümü'nde Fuat Çelik tarafından hazırlanan “Yeni Toplumsal Hareketler Bağlamında Toplumsal Cinsiyetin Sunumu” adlı yüksek lisans tezi 31 Temmuz'da eşcinsellerin toplanma merkezi olan Beyoğlu'ndaki Lambada Bar'da tartışmaya açılacak. Tartışmada, “Yeni toplumsal hareketler içerisinde LGBTT hareketin önemi nedir, toplumsal cinsiyetin sunumu, Onur Haftası örgütlenmesi” gibi konular ele alınacak. Enstitünün Müdürlüğünü Prof. Dr. Gürbüz Gökçen yürütüyor. Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi de müstehcen içerikli filmleri etkinlikler kapsamında üniversite bünyesinde izleyicilere ulaştıracak.

     

     

    K

     

     

     


  6. MHP’nin “istikbal vaat eden” mensuplarından Mansur Yavaş, parti yönetimini “CHP’nin peşine takıldığı ve Yalçın Küçük, Engin Alan gibi şahısların takdirini alır durumlara düştüğü için” eleştiriyor.

    Malûm;

    Sayın Bahçeli, bir sürü “ÜLKÜCÜ DÜŞMANINI” işe başlatan CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nu “başarılı bürokrat” olarak nitelendirmişti.

    Hem de;

    O dönemde en büyük zulmü, kurumdaki “ülkücüler”in gördüğünü biliyor olmasına rağmen!..

    Kim unutabilir:

    Sayın Bahçeli’nin “övdüğü” ve son zamanlarda Başbakan’a karşı hararetle savunduğu bu “başarılı bürokrat”ın SSK Genel Müdürlüğü döneminde, “Kurum”un telsizleri ve ilaçları “PKK”dan çıkmıştı.

    O “başarılı bürokrat” bugünlerde BDP’den aşırı ilgi ve destek görmekte.

    Deniyor ki;

    Dolduramadığı alanların “BDP’liler” tarafından doldurulması, bir nevi “şükran” ifadesi!..

    CHP-BDP ilişkisini boş ver de...

    Bugünkü MHP yönetiminin, CHP ile “kanka” kıvamına gelmesi hayli şaşırtıyor adamı.

    MHP, “aşırı solla birlikte hareket etmenin bedelini” çok yakın geçmişte fevkalade ağır bir şekilde ödemişken; MHP’nin tarihinde bir dolu “aşırı sol zulmü” varken, nasıl olur da böyle bir tercih öne çıkar?..

    Rahmetli Muhsin Yazıcıoğlu’nu düşünüyorum; bir yandan AK Parti’nin bazı politikalarına yüklenir, diğer yandan da “CHP’nin jakobenizmi”ne, “CHP’nin değer karşıtlığına”, “CHP’nin darbe kışkırtıcılığına” dikkat çekerdi.

    MHP’li kardeşlerimle karşı karşıya geldiğimde soruyorum:

    “Merhum Yazıcıoğlu’nun tavrını mı yoksa bugünkü MHP yönetiminin tavrını mı ‘ülkücü hassasiyetlerine’ dolayısıyla ‘kendinize’ yakın buluyorsunuz?..”

    Bu soruya ülkücü kardeşlerim tarafından verilen karşılık çoğu zaman “tahmin ettiğim” yönde oluyor...

    Bakın;

    Bir zamanlar Sayın Bahçeli için “canını” ve daha da önemlisi “özgürlüğünü” ortaya koyan eski Ordu Milletvekili Cemal Enginyurt’un bir makalesi var elimin altında...

    Rahmetli Muhsin Yazıcıoğlu’nun vefatının ardından kaleme aldığı makalede bakın ne diyor Sayın Enginyurt:

    “Ne yazayım Muhsin ağabey. Senin hakkında söylenecekleri göstermiştin zaten yaşamınla bize. İtiraf edemesek de çoğu kez, sen örnek adamdın hepimizin gözünde. Ülkücü için idoldün, önderdin, rehberdin, ağabeydin, velhasıl kelam adam gibi adamdın be ağabey. Yaşamınla hep örnek oldun hepimize, dilerim ölümünle titreyip kendimize dönmemize vesile olursun.”

    ¥

    Bu makalenin,

    “İTİRAF EDEMESEK DE” ve “UMARIM TİTREYİP KENDİMİZE DÖNMEMİZE VESİLE OLURSUN” bölümleri fevkalade dikkat çekici.

    Cemal Enginyurt’un mensubu olduğu partide bir şeylerin “itiraf edilmesi” noktasında bir zorluk mu var ki böyle bir ifade kullanılmış?

    “Titre ve kendine gel!”in mânâsı ne?..

    MHP’de itiraf edilmesi gereken nedir ve parti hangi icraatlardan dolayı kendinde değildir?..

    Merhum Alparslan Türkeş’in yaşadıkları da “bugünün MHP’lileri”ne ışık tutacak cinsten...

    Tam da bu noktada, merhum yazar Yalçın Özer’in bugüne de hitap eden makalesi çekiyor dikkatimi...

    Bir bölümünü vermiş olayım:

    “Türkeş ve arkadaşları, darbenin birinci yılında geceleyin evlerinden toplanıp, yurtdışına sürgüne gönderildiler. Yakın tarihe ‘14’ler hareketi’ diye geçen bu olay, CHP’li subaylar tarafından gerçekleştirilmiş bir iç darbe veya milliyetçileri tasfiye anlamına geliyordu. Bu tasfiye bir ihanet sonucu meydana geldi. Tasfiye becerildikten sonra, CHP kendi iktidarını kökleştirecek bütün tedbirleri aldı. Bürokrasi CHP’nin eline geçti. Üniversiteler solculara teslim edildi. Yargıda tam solcu kadrolaşma sağlandı. 1961 Anayasası ile Meclis’in tepesine Anayasa Mahkemesi, hükümetin tepesine de Danıştay oturtuldu. Türk milletine karşı bütün tedbirler alınmıştı. Artık vatandaşlar oylarını CHP’ye vermeseler de CHP iktidarda kalmaya devam edecekti. Başlarında Türkeş olduğu halde 14’ler sürgünden döndükten sonra, Milliyetçilik hareketi başladı. Artık büyük dava meydanlara iniyordu. Hedef Türk gençliğini şuurlandırmak olacaktı. Ülke, milliyet düşmanı müstebitlerden temizlenecek ve bu vatanın asıl sahiplerine verilecekti.”

    ¥

    Evet... Merhum Özer’in bu satırlarını okuyan her vatansever, bugünü ilgilendiren “uyarıları” da fark edecektir. Ve titreyip kendine gelecektir!..

    10 MHP ADAYI!..

    Seçime birkaç gün kalmış... YSK’nın internet sitesinden kesinleşmiş listeye baktım; “kasedi çıkan” on kişi hâlâ aday!.. İki ihtimal var; ya bu on kişi seçime girecek... Ya da YSK “Listeyi hâlâ güncellememek suretiyle” işini ihmal ediyor.

    Açtım, YSK yetkililerine sordum; “İhmalimiz yok” demekle yetindiler!..

    Ne demekse?!..

     

     


  7. Gölge Etmeyin Yeter

     

    Seçim süreci başladı başlayalı her gün yeni bir olay her gün yeni bir tartışma konusu

    Seçim süreci başladı başlayalı her gün yeni bir olay her gün yeni bir tartışma konusu. Doğrusunu söylemek gerekirse hangisini konuşacağımızı, hangisine şaşıracağımızı şaşırıyoruz. Zira her biri diğerinden daha vahim, daha acîp.

     

    Sondan başa doğru (zamansal düzlemde) gideyim. İstanbul milletvekili adayı (kanımca parti ismi pek önemli değil, mühim olan zihniyet) Sayın Binnaz Toprak Katıldığı Kanaltürk adlı televizyon kanalında Zincirlikuyu Mezarlığı kapısında yazan ''Her Canlı Ölümü Tadacaktır'' ifadesinin sinir bozucu olduğunu beyan buyurdular.

    Bir zihniyetin manevi değerlere bakış açısını deşifre etme babında önemli bir tespit diye düşünüyorum. Hazret mezarlık kapısında eskiden “ruhuna Fatiha yazardı ne güzel” diyor demesine de arkasından söylediği ayetin de –Fatiha suresinin yer aldığı– Kur’an’ın bir parçası olduğunun farkında değil sanırım. İş lafa gelince dine saygıdan girip, lafı “Müslümanlığı biz daha iyi biliriz”e getiren zat-ı şahaneler ayetlere işte böyle “sinir bozucu” da deyiverir. Zurnanın zırt dediği yer..

    Sayın Toprak bir gün gerçek toprak olmaktan pek korkuyor anlaşılan..

     

    *

     

    Bundan bir süre önce de Kars’taki “İnsanlık Anıtı” ismi verilen heykellerin yıkılmasını protesto mahiyetinde, Eskişehir Tepebaşı Belediyesi'nin desteklediği (Sayın Başkan boşuna itiraz ediyor, imzasını taşıyan davetiyeler var) sergide açıkça manevi değerlerimize hakaret eden resimler sergilendi.

     

    Bir tanesinde camide UCUBE mahyası görülüyor, diğerinde de çarşaflı bir kadında peçe niyetine takılmış bir sutyen! İnsaf yahu! Bu inanca açıkça saygısızlık. Yazık! Ayıp!

    O ressam arkadaş acaba aynı mahyayı bir kiliseye yahut bir sinagoga veya Buda heykeline monte edebilir mi? Ne kiliseye, ne sinagoga ne de Buda heykeline aynını yapamaz/yapmaz! Sütyeni bir rahibe giysisine monte edemez. (Şinasi ben de yapsın demiyorum zaten. Meseleye geniş bak). İnanca saygı duyarak yapmaz.. Anlayan anlamıştır..

    Ayrıca “ucube” lafını söyleyen ve heykellerin yıkılmasını isteyenler ne caminin ne de örtünün temsilcileridir. Yani sayın ressamımız tepkisini gösterecekse gitsin Sayın Başbakan’a göstersin, ona dair bir şey resmetsin.

     

    Çarşaf taraftarı olmayan biri olarak çarşafa takılan sutyen resmi için diyecek söz bulamadım. Tek kelimeyle iğrenç!!

     

    *

    En önemlisini en sona sakladım. (Önemli derken ele alacağım meselenin büyüklüğünden mülhem bunu diyorum Şinasi. Yoksa şahsa verdiğim ehemmiyet ölçüsünden değil.)…

    “Onun adını anmadan önce abdest al”.. Bunu hatırladınız sanırım. Sayın Başbakan’ın rahmetli Bülent Ecevit’in ismini bile anmaması gerektiğini ifade etmeye çalışılırken söylenen bir söz. Sayın Kemal Kılıçdaroğlu tarafından sarf edilmişti. (Daha çok şey var ama bir örnek yeterli)…

    Maksadını aşan bir ifade. Manasına vakıf olsaydı çıkıp herkesten özür dilerdi. Belli ki o manaya vukufiyeti yok yahut bunu bizden gizliyor. Aşikar edecekse de Sayın Toprak gibi etmesini istemeyiz elbet. Daha usturuplu bir metod seçmeli.

     

    İlmihal kitabı okuyanlar bilir. Aslında okumayanlar da bilir. Daha küçükken annemizden babamızdan yahut caminin hocasından öğrenmişizdir. O olmadı Din Kültürü dersinde öğrenenler olmuştur. O da olmadı akıl baliğ olunca Cuma namazına gitmeye başlayınca öğrenen de vardır. O da olmadı erişkin çağda bir yakının cenaze namazına gidince öğrenilmiştir.

    Bütün bu söylediklerim Müslüman olanlar için geçerli elbet.

     

    Yoksa herhangi bir dine inanmayan yahut başka bir dine iman edenler için zaten söylediklerimizin bir manası yok.

     

    Lafı uzatmayalım..

    Yani abdest almak ibadetin bir ön hazırlığıdır. Bazı ibadetler için şart koşulmuştur. Eğer Sayın Kılıçdaroğlu “sinir bozucu” olarak görmüyorlarsa Kur’an’dan –Maide suresi 6.ayet ve Nisa suresi 43.ayet– abdest mevzuunu okuyabilirler.

     

    Ben okudum, orada Ecevit’i anmadan abdest alın demiyor. Yanlış okumadıysam..

     

    Sayın Liderler! Siyasi rakiplerinize istediğinizi söyleyin, isterseniz küfredin (ramak kaldıydı ya), isterseniz hakaret edin. O sizin ve muhataplarınızın sorunudur. Ama bizim manevi değerlerimizi böylesine hafife ve alaya almayın.

    Sizden inancımıza sahip çıkmanızı filan beklemiyoruz. Gölge etmeyin yeter!

    Sevgi, hürmet ve muhabbetle..

     

     

    Murat HACIOĞLU

    İstanbul / 6 Mayıs 2011MİLLİYET

    • Like 1

  8. ABD Büyükelçisi Ricciardone'nin 'Bu ne perhiz bu ne lahana turşusu' sözlerine Başbakan'ın başdanışmanı Tanlay'dan çok sert yanıt geldi!

     

    130286892810josephricci.jpg

     

    ABD'nin Ankara Büyükelçisi Francis Joseph Ricciardone birbiri ardına yaptığı açıklamalarla hükümetin tepkisini çekmeye devam diyor.

    Son olarak diplomasi muhabirleriyle buluşmasında Türkiye'deki basın özgürlüğüne değinen Büyükelçi, 'Bazen dışardan bazı çelişkiler görebilirsiniz. Geçen hafta mükemmel bir deyim öğrendim: Bu ne perhiz, ne lahana turşusu' dedi.

     

    Başbakan Erdoğan'ın yanıtı gecikmedi. 'Benim gelinim, kızım ABD Başkonsolosluğu'nda başörtüsü sebebiyle vizesini alamıyorsa ben inanıyorum ki, benim normal vatandaşıma kim bilir ne çileler çektiriyorlar!' Başbakan'ın dış politikadan sorumlu Başdanışmanı tecrübeli diplomat Fuat Tanlay'ın Ricciardone yanıtı da şöyle oldu:

     

    "Büyükelçi geldiğinden beri, Türkçe'yi bildiğini ifade ederek bazı deyimler kullanıyor. Yeni bir deyim öğrendiğini söyleyerek bu ne perhiz bu ne lahana turşusu demiş. Hükümetin uygulamalarıyla kendi saptamalarının uyuşmadığını ifade etmiş. Her şeyden önce diplomasiye uygun olmayan bir üslup. Madem kendisi Türkçe'yi öğrenmeye bu kadar meraklı o zaman bizde bir tabir daha vardır, cami duvarına işemek. Bunu da öğrenirse iyi olur."

     

    Haber


  9. VATAN ERZURUM

     

    Bir sevda selinin coşkun çağları,

    Hasret tüter burda duman dağları,

    Nurdan çiçek açmış gönül bağları,

    Secdeye kapanmış iman Erzurum.

     

    Bin bir hatim okur şeyda bülbüller,

    Ezan sesleriyle şakıyan diller,

    Peygamber âşığı rengârenk güller,

    Âlem-i manada canan Erzurum.

     

    Erzurum bir tarih, Erzurum destan,

    Bal gibi suları içilir tastan,

    Şifa bulur cana, kurtulur yastan,

    Her derde devadır derman Erzurum.

     

    Çayır, çimen, çiçek, dağı, ovası,

    Hayat verir cana güzel havası,

    İkindi çayının ayrı sefası,

    Cennetten misaldir seyran Erzurum.

     

    Her karış toprağı yoğrulmuş kanla,

    Dopdolu tarihi şerefle, şanla,

    İşte dadaş budur gerçeği anla,

    Din ve vatan için kurban Erzurum.

     

    Kalpte bayraklaşan en büyük ülkü,

    Söylenir dillerde hep aynı türkü,

    Dadaş temsil eder Müslüman Türkü,

    Bütün gönüllerde vatan Erzurum.

     

    Erzurum bir sevda, Erzurum vatan,

    Topraklar altında şehittir yatan,

    Fakir Nurullah'tan yazıldı destan,

    Canlara can katar cihan Erzurum.

     

    Nurullah ÖZKILIÇ

     

     

     

    • Like 1

  10. Bende bir zamanlar -ismilazımdeğil- bir arkadaştan bu mübarek şehre gelme hususunda bir söz almıştım, amma gelgör ki her söz her daim tutulamayabiliyor ;)

    Şaka bir tarafa madem bu kadar aşığı var, Eee! buluşalım o vakit yakın gelecekte bu maşukta :D (Allah nasibederse )

     

    Birde bu ajan kimdir nedir buluşursak anlama-tanıma ümidiyle gelmeyin :) Mesajı okuyalı bilmem kaçgün oldu hala bu ajan kimdi, çaycımıydı garsonmu yoksa dediği gibi kapıdaki simitçimiydi üstüste koyamadım.

    Demem o ki; biz toplanırız onunda yakınımızda biryerlerde, yada aramızda olduğunu biliriz o kadar (çok dalaşmayın duyumlarıma göre jitemle bilem müşterek işleri varmış adamın)

     

    Hacegan kardeşim toplantıyı ayarlayalım Büyük Doğu'nun Doğu yakasında ki ilk buluşmayı Erzurumda gerçekleştirelim ikincisinide İnşAllah "25'e 76 ekle, çıkan sonuçtan 40 çıkar" da.

    Bildiğim kadarıyla orada da fazlaca Üstad aşığı var. Hele zaten bir buradada bahsettiğimiz Necip Fazıl Kısakürek Okuma Salonu varki yolun karşısından seyri cihandeğer.

    Bir araya gelelim, Haşr-u neşr olalım inş.

     

    Kadir-Şinas; sen kimlerdensin kardeşim? Memleket nire? :)

    Ve toplanırsak elbet senide aramızda görmek mutluluk verir. (En azından dedikodusunu yapacağımız kişi sayısı azalır>>>>Yani toplantıya gelmeyenin dedikodusu yapılır aga ;) bu böyle bilene :) )

    • Like 1

  11. Aaahh! Ah!

    Bu şehir sesidir baştan başa bir milletin,

    Bu şehir bestesidir yüzyıllardıe hürriyetin.

    diye boşuna dememiş şair

     

    12 Mart kurtuluş günüyle hatırladığımız Erzurum için heralde en hafif merhale 12 Mart 1918'dir.

    1071'de Anadolu'ya giren dedelerim Muş/Malazgirt'te salib ehlini ikincikez tarumar ettikten sonra ilk Erzurum'a yerleştiler. O günden bu yana Erzurum bu milletin kahrını çekmeye süresiz tayin edildi.

    O zamanlar sınıra yakın olmak şöyle dursun devlet-i ali'nin iç taraflarında olmasına rağmen Sultan II Abdülhamid Han'ın "Musul düşerse sınır Erzurumdur" lafzı düşündürücüdür. Kimbilir belkide şairin;"Duğunun sınır taşı" sıfatını Erzuruma ve Erzurumluya atfetmesine sebeptir...

     

    Hernekadar henüz kurtulabildiğine inanmasakda 12 Mart 1918'den yüzeysel bahsedelim.

    Nede olsa Tarihte bugün...

     

    Birinci dünya savaşında Erzurum, Çarlık Rus ordusunun ilk hedefi üzerindeydi. Erzurum 16 Şubat 1916'da Ruslar tarafından işgal edildi. 1917 yılında Avrupa devletlerinin rusya için yola çıkardığı yardım Çanakkale boğazından geçemeyince tahmin edilen zuhuretti ve Rusya'da Bolşevik isyanı patlak verdi. Bunun üzerine Rusya’da çarlık rejimi yıkıldı, Bolşevikler ülkede duruma el koydular. Bu durum Rusya'nın Erzurum'dan çekilmesine sebep oldu. Ama bu Erzurumluya felah yerine katmerli çile demekti. Çekilen Rus ordusu yıllardır içimizde yaşayan, bize komşuluk eden ermenilere silahlarını bırakaraktı. 40 yıllık kani olmaz yani. Olmadıda...

    Eli silah tutanlarını cepheye yollamış, şehrinde yalnız yaşlısı kadını çocukları kalmış olan Erzurum için artık ermeni mezalimi başlamıştı. Artı camilere doldurulup yakılanlarımı dersiniz, yoksa sokakta rastgele toplanıp kurşuna dizilenlerimi... Erzurum'da "Yanık Dere" diye bir yer vardır, çalışmak üzere vagonlarla götürülenlerin yağ dökülerek yakıldığı dere...

    Şimdilerde "Hepimiz Ermeniyiz" diyenler türedi.

     

    Kazım Karabekir Paşa, 12 Mart sabahı Erzurum'a ordusuyla girip Ermenileri temizledikten sonra şehri dolaşır ve kitabına şu notları düşecek vaziyetle karşılaşır;

    "Erzurum'da halk gözyaşları içinde kimi babasını, kimi kardeşini yakılmış ya da süngülenmiş buluyor, saçlarını yoluyordu, sokaklarda canlılıktan bir iz bile kalmamıştı. Yerlerde çocuk, kadın ve yaşlılar kanlar içinde yatıyordu."

    Ermenilerin yalnız son gece (11–12 Mart 1918) 3000 Müslüman Türk'ü öldürdüklerini, Erzurum'daki Rus Yarbayı Twerdo- Khelebof söylüyor.

    Anılarında o günü;

    "Demiryolu istasyonunda sanki bir mezarlık ölülerini dışarıya çıkarmıştı. Cenazeler arasından geçerek feci duruma gözlerimizle şahit olduk. Bilhassa Tahtacılar semtinde karşılıklı yer alan Osman Ağa ve Mürsel Paşa konaklarına doldurulup yakılan ve katledilen Erzurumlular insanı titretiyordu."

    şeklinde anlatmıştır.

     

    Erzurum'da resmi belgelere göre 9563 yerli Türk ahali Taşnak Ermeni çeteleri tarafından şehit edilmiştir.

    Allah (c.c.) onlara ve onların hatrına bizlere merhamet etsin. Amin!

     

     

    \\\W///

    • Like 2

  12. DADAŞ

     

    Dediler; “davranma,düştün kapana,

    Ya çek bıçağını,ya gel amana!”

    Dedim ki; “Dadaşı doğuran ana,

    Taşır mı karnında eğilecek baş?” smiley.gif

     

    Bilmem ki öldü mü?, kaldı mı diri?

    Kanla temizlendi elimin kiri.

    Koyu karanlıkta haykırdı biri,

    Dedi ki; “ben ettim, sen etmem Dadaş!”

     

    Yerine gelmişti Dadaşın andı,

    Kamayı parlattım yüreğim yandı,

    Kurtulan, kancıkça pusu kurandı,

    Elimde ölene döküyorum yaş

     

     

    K.Kamu

    • Like 2

  13. ERZURUM

    Karlar ülkesinin çocuğuyum

    Beyazın nam saldığı

    Çilenin buram buram tüttüğü

    Bir diyârdır benim yaşadığım

     

    İçli sevdalarla yüklü

    Yüreği türkülere vurgun

    Sabırlı insanlar yurdudur

    Erzurum

     

    Boynu tevekkülle Hak' ka çevrili

    Kanaati katık edip ekmeğine

    Tüketir ömrünü

    Tıpkı bir türküdeki gibi:

    'Başı pare pare dumanlı dağlar

    Firkatinen aşıp giden yine ben oldum.

    Eller göçün çekmiş gider yaylaya

    Göçün çekip sarpa düşen yine ben oldum.

     

    Ecel kalesine gidenler gelir

    Emir haktan vade yetenler ölür

    Nidem sevdiceğim elden ne gelir

    Ayrılık defterini yazan yine ben oldum...'

     

    Ak bir sonsuzluğun ortasında

    Dayamış sırtını Palandöken'e

    Mana erleriyle dolu toprakta

    Vermiş bir zirveyi

    Ulu bir sese

     

    Bu şehrin

    Sokağı...caddesi...çarşısı...

    Destansı bir geçmişten

    Bize tarih mirasıdır

     

    Ve bu destan şehrin hayalhanesinde

    Şimdi bir kız gezmektedir:

    'Elinde divit kalem

    Dertlere derman yazan'

     

    Kalem kaşlı, sırma saçlı bu güzel

    Gönlünün şenliğini türkülere dökmektedir:

    'Erzurum oylum oylum

    Geliyor servi boylum

    Servi boylum gelince

    Şen olur benim gönlüm'

     

    Erzurum kal'ası taş

    Çift gezer iki gardaş

    Büyüğü şöyle böyle

    Küçüğü cevahir taş'

     

    Bu şehir sesidir

    Baştanbaşa bir milletin.

    Bu şehir bestesidir,

    Yüzyıllardır hürriyetin

    Belki hiç bir zaman

    Kadri bilinmeyecektir

    Erzurum'un...

     

    Ama vatan uğrunda terk-i can etmek

    Hep muradı olacaktır

    Erzurumlunun...

     

     

    İsmail Bingöl

    • Like 1

  14. İlk olarak Dadaş’ın marşı olarak bilinen;“BAR” şiiri,

    Şiire geçmeden önce, bu şiirle ilgili birkaç kelam etmek istiyorum.

    Şiir; iki parçadan, birbirinden bağımsız iki parçadan müteşekkil. Resmi kaynaklar müellifinin Sadi (Sadettin) AKATAY olduğunu söylesede bazı hurafeler şiirin tamamının mevcut olmadığını ve anonim olduğunu iddia edegelmiştir yılardır.

    Aslına bakılırsa gizemin cazibesindenmidir bilinmez bende bu hurafelere inananlardanım smile.gif

    B A R

    Yüzyılların ardından kopup gelen bir vakar,

    Kahramanlık, yiğitlik, erlik destanıdır bar.

    Bu oyunda gör bizi, geçme sakın ıraktan,

    Gözün varsa seçersin bar da karayı aktan.

    Bir savaş seyri vardır, dadaşın her barında

    Görünce kanın kaynar, o an damarlarında

    Doyum olmaz bir görsen kör oğlunun barını,

    Güvenirsin gücüne, düşünmezsin yarını.

    Dumlu’dan ta Basra’ya çağlayan selimiz var

    Bahtımız kara değil bu gün Karasu kadar.

    Bingöl yaratmadı mı, kan çağlayan Aras’ı

    Hazar çalkalanırken kanar Türk’ün yarası

    Aman Aras, han Aras, Bingöl’den kalkan Aras,

    Al başımdan sevdamı, hazarda çalkan Aras.

    Dadaş çelik bir yaydır, onu germeye gelmez.

    Çağlayan bir sel olur, dağlara da baş eğmez.

    Yayla bulutu gibi yükselir yavaş yavaş,

    Sonra birden sel olur, köpürür coşar DADAŞ…

    Doğunun sınır taşı Erzurum’un dadaşı,

    Efe'si var İzmir’in eğilmez Türk’ün başı.

    ***************************

    Bar Başlıyor ...

    Barbaşı sallarken mendilini,

    Gözüne al dadaşım gönülden sevgilini.

    Dinle davul ne diyor...

    Dan, dan, dan!

    Ben bu sese vurgunam,

    Can, can, can!

    Canlar yurdundur elbet, her can vatana kurban.

    Atalar yurt sevmeyi davuldan öğrendiler,

    Bu ilk Bar’ın adına sarhoş barı dediler.

    El ele tutuştular, gönülden tutuşanlar, hepside sarhoştular.

    Seven sarhoştur elbet; içse de, içmese de.

    Dadaşlar,ağır ağır bir halka çevirdiler,

    Yurda kurban yiğitler, bu halkaya girdiler.

    Ses yok, donmuş dudaklar, gözler şimşekleşiyor,

    Kırat kişniyor, neden toprakları eşiyor?

    Dan, dan, dan, kanları kaynaştıran bir ses çıktı zurnadan.

    Dağlar gibi Dadaşlar, kımıldandı durmadan.

    Tanrım bu ne duruştur, gözler halkalanıyor,

    Ufuklar bayraklaştı, cihan dalgalanıyor.

    Silkin ey Palandöken, dök başından karını,

    Dadaş oynarken senin gösterir vakarını.

    Vur davulcu davula, candan coşsun Dadaşım,

    Çal zurnacı, oynasın Dadaş, dönüyor başım.

    Sadi(Sadettin) AKATAY

    • Like 2

  15. Efendim başlıktanda anlaşılacağı üzre bu konuyu doğup büyüdüğüm memleketime Erzurum'a, Erzurum'u Erzurum yapan hakiki Dadaş'lara ithafen açmak istedim

     

    Evet,Erzurum!

    Cennet mekan Ulu Hakanın;"Musul düşerse sınır Erzurum'dur" yıldırım sözüne mazhar olan Erzurum.

    Yine Sultan II Abdulhamid Han'ın ehemmiyetini bildiği için tabya sayısını 17'ye kadar çıkarttığı şehir Erzurum. (Bu tabyaları bırakın gezmeyi sayısını bile şuan şehrin enaz %70' bilmez bu arada...)

    Kazım Karabekir Paşa'nın Doğunun Paris'i dediği Erzurum.

    Üstad'ı İstanbuldan sonra etkileyen iki şehirden biri olan Erzurum.

     

     

    Bu başlıkta Erzurum'un tarihçesinİ, Habip Baba'sının nasıl Erzurum'unu muhafaza ettiğini, Çifte Minareli Medresi'nin neden yarım kaldığını, yada Palandöken'in neden bu ismi aldığını anlatacak değiliz. Zaten bunlar hem forum formatımıza hemde açmaya niyetlediğimiz başlığa uygun olmaz.

    Niyetimiz bu destansı şehir hakkında yazlagelmiş şiirleri toplamak, toparlamak.

    • Like 2

  16. "Hüsn olsa da vâcibü't-tecellî - Gizler onu Hak nikâb içinde

     

    Ağyârına gösterir mi hurşîd Didârını hîç o tâb içinde"

     

     

    "Güzelliğin ortaya çıkması gerekse de, gizler onu Hak bir örtü içinde

    Başkasına gösterir mi güneş, yüzünü hiç o parlaklık içinde"


  17. "Kaldırılması teklif dahi edilemeyen" heykeller

     

    Başbakan'ın Kars'taki İnsanlık Abidesi'ne ucube demesi ve daha da vahimi "tez yıkıla" fermanı vermesi üzerine söylenmesi gerekenler söylendi sanırım. Bunlara ilave edecek bir şey pek kalmadı. Belki bir kez daha, başbakanlık gibi bir mevkide oturan birinin -kişisel beğenisini ifade ediyor olsa bile- "ucube" gibi son derece kırıcı bir nitelemeyi kullanmadan önce birkaç kere yutkunması gerektiği tekrarlanabilir. Tabii bundan daha da önemlisi, Erdoğan'ın sık sık tekrarlayan bu sultan özentisi tavırlarının gittikçe daha rahatsız edici olduğunu hatırlatmakta fayda var. Ne var ki konunun aslı bu değil...

     

    Konunun aslı, kamusal alanda neyin güzel neyin çirkin olduğuna nasıl karar verileceği... Bir şehir halkının neyi sevdiğini neyi sevmediğini nasıl ortaya koyabileceği... Belediye meclisleri mi karar verecek halk adına; yoksa seçkin jüriler mi? Yoksa kamusal alana dikilen her anıt için referandum mu yapılacak?

     

    Evet; şehir ve demokrasi tartışmalarının en çetrefil konularından birine girmiş bulunuyoruz. Ve bu çetrefil konuyu, sanat eserlerini dokunulmaz ilan ederek, heykelleri ya da anıtları "kaldırılması teklif dahi edilemez" kutsal yapılara dönüştürerek geçiştiremeyiz. Ne var ki, Mehmet Aksoy'un İnsanlık Abidesi'yle ilgili olarak yazılan çizilenlerde yine böyle bir kolaycılık, böyle bir kutsal yaratma anlayışı görüyoruz. Birçok kişi ağız birliği etmişçesine aynı şeyi yazıyor: Sanat eserlerine dokunmak kimsenin haddi değildir.

     

    Eğer söz konusu alan kamusal bir alansa, ben bunun doğru olmadığını düşünüyorum. Hepimize ait olan bir alana dikilecek bir anıt ortak beğeniyi yansıtmalı, en azından çoğunluğun itirazını almamalıdır.

     

    İçinizden ne kadarı hatırlar bilmiyorum ama 27 Mayıs'tan sonra darbeciler getirip Taksim Meydanı'nın tam ortasına bir süngü heykeli dikmişlerdi. Defne yapraklarıyla sarılmış bir haldeki bu süngü heykeli sadece siyasi mesajı açısından değil, bence estetik olarak da korkunçtu. O heykel 1980 yılına kadar Taksim'in ortasında öylece durdu ve ne kadar ironiktir ki ancak 1980 yılında 12 Eylül darbecileri tarafından kaldırıldı. Bir darbenin simgesi olan o korkunç şeyi oradan kaldırmaya halkın gücü yetmemiş, ancak bir sonraki darbenin gücü yetmişti.

     

    Bu, böyle mi olmalıydı?

    Denilebilir ki, biz burada, sanatçılığı kendinden menkul, adı sanı bilinmeyen bir kişiden değil, uluslararası bir heykel sanatçısının eserinden söz ediyoruz. O zaman bir örnek daha: Türk heykel sanatının usta isimlerinden Şadi Çalık'ın İzmir'de yaptığı "27 Mayıs Devrim Anıtı" da aynı tarihlerde kaldırıldı. Ve hiç kimse ağzını açıp da "sanat eserlerine dokunulamaz" demedi.

     

    İki örnekte de öne çıkan unsurun siyasi tutum olduğu doğrudur. Ama siyasi ya da ideolojik bir mesaj içermeyen sanat eseri bulmak da zordur doğrusu. Nitekim, Mehmet Aksoy'un anıtının verdiği ideolojik mesajın da kimileri tarafından Ermeniler'den özür dilenmesi olarak algılandığını ve bu mesajın Ermeni çetecilerin mezaliminin en yoğun yaşandığı Kars gibi kentte tepki yarattığını duyuyor, okuyoruz.

     

    Öyleyse çare nedir?

     

    Ben henüz bir çare, bir yol yordam bulabildiğimiz kanaatinde değilim. Henüz ne "ortak beğeni", "ortak duygu" denen şeyin nasıl, hangi mekanizmalarla tespit edileceğini ne de ortak beğeninin karşısına dikilen bireysel beğeniyi nasıl kollayıp gözeteceğimizi biliyoruz.

     

    Ama en azından şunu söyleyebiliriz sanırım:

     

    Sanat eseri de diğer ürünler gibi bir üründür. Tüketicisi eğer bireylerse, doğrudan kamu alanı yani kalabalıklar değilse çözüm basit: Piyasa kuralları işler ve eserin talibi çıkmayınca ürün yani eser sanatçının elinde kalır, unutulur gider ama eser kamu alanına sunulmuşsa tüketici olan halkın değerlendirmesine sunulmuş demektir ve kalabalıklar öyle kişiler gibi çabucacık ortak karara

     

    varamazlar. Üstelik toplumun beğenisi zaman içinde değişir. Referandum gibi o anki ortak beğeni ile yetinemeyiz. Karar vermek zaman alır, uzunca bir süre gerekir, eser bu zaman sürecini başarıyla atlatmışsa ne ala, değilse öyle dokunulmazlık zırhının ardına gizlenip yıkılmaktan, çöpe atılmaktan ya da beğenenlerin müzayedesi sonucu bir kişinin malı olmaktan kurtulamaz.

     

    Böylece bireysel yaratım hakkı da halkın beğeni ve kanaatleri de adil bir cevap bulmuş olur. Sanat eseri de dokunulmazlık ayıbından arınıp gökyüzünden aramıza yeryüzünü inmiş olur.

     

     

    12/01/2011


  18. Kanuni Sultan Süleyman'ın hayatını anlattığı ileri sürülen ve yayımlandığı gün tepkilere sebep olan "Muhteşem Yüzyıl" dizisine en sert eleştiri Osmanlı hanedanı üyelerinden geldi.

     

     

    Osmanlılar adına konuşan 2. Abdülhamid'in soyundan gelen Şehzade Kayıhan Osmanoğlu, diziden duydukları rahatsızlığı dile getirdi. Diyalogların baştan aşağı yanlışlarla dolu olduğunu ve en çok da harem sahnelerinden rahatsızlık duyduklarını söyleyen Osmanoğlu "Ailecek karar aldık, kendi tarihimizi kendimiz çekip yanlışlıklara son vereceğiz. Ecdad torunları olarak bunu Türkiye'ye anlatacağız ve gerçek Osmanlı tarihi ortaya çıkacak." diyor.

     

    Bir radyo programına konuk olan Kayıhan Osmanoğlu, Muhteşem Yüzyıl dizisiyle ilgili açıklamalarda bulundu. "Muhteşem Yüzyıl'ı izledik. Ancak diziye ve anlatılanlara pek hoş gözle bakamadık." diyen Osmanoğlu, yapımcıların Osmanlı ile ilgili kendilerine danışmamalarını eleştiriyor. Şehzade, "Diziyi çekenler herkese danıştıklarını iddia ediyorlar ama anlaşılan, bir tek bizim ailemize danışmamışlar. Artık bu durumdan sıkılmaya başladık. Her önüne gelen, üstelik bizlere danışmadan ya dizi ya belgesel ya da film çekiyor." diye konuşuyor.

     

     

    ZAMAN

     

     


  19. KOPARDIN

     

    Bir hicran çölüne bıraktın beni

    Kalbine girdiğim yolu kopardın

    Yaydın üzerime yalan gölgeni

    Adını andığı dili kopardın

     

    İçimden boşluğa savruldu külün

    Hüznün ateşiyle yandı kakülün

    Yıllardır ruhumda öten bülbülün

    Her seher konduğu dalı kopardın

     

    Uzattıkça sana boş ellerimi

    Birer birer yıktın hayallerimi

    Bilmem, ölü müyüm, yoksa diri mi

    Saçımdan son siyah teli kopardın

     

    Gönlümde aşkınla her gün yeşeren

    Göğü yıldız yıldız önüme seren

    Aynasında yalnız seni gösteren

    O güzel, bembeyaz gülü kopardın

     

    • Like 2

  20. Konuyla ilgili YeniŞafak yazarı Akif Emre'nin 21/12/2010 tarihli yazısı

     

     

    Motor tamircisinin oğlu

     

    Muhafazakarlıkla ahlakilik birbirine eşdeğer ya da atbaşı giden kavramlar/tutumlar olarak algılanırdı bir zamanlar. Oysa kapitalist ilişki biçimleriyle tanıştıkça daha doğrusu iç içe geçmeye başladıkça bizde de insanlar şunu fark ettiler, muhafazakarlık iki yüzlülüğe kapı açan bir ruh halidir. Muhafaza ettiği ile feda ettiği şeyler arasında ahlaki bir kriter aranmanın pek de isabetli olamadığını keşfetmeye başladılar... Oysa eski dünyamızda, çelişkilerimize rağmen bazı değerleri korumanın, belli hayat tarzını sürdürme çabasının adıydı muhafazakarlık.. Modern anlamda 'homoekonomikus'laştıkça gizli sekülerliğin, iki yüzlülüğün sistematikleşmesi anlamına geldi.

     

    Muhafazakar bir iktidarda yeni talih oyunlarının piyasaya sürüldüğü bir ortamda muhafazakarlık ne menem bir şeydir kimse merak etmiyor artık. Spor yarışmalarına dayalı şans oyunlarının muhafazakarlar eliyle daha yaygın ve cazip hale getirilmiş olması bunun ahlaki ve dini hükmünü sorgulamayı iptal edecek bir siyaset bağnazlığını yaşıyoruz. "Madem ki mütedeyyin insanlar eliyle" piyasaya sürülmüştür o halde bu işin bizzat değer hükmünün bir değeri kalmamıştır. Siyasal tarafgirlik o denli 'aşırı muhafazakarlığa' dönüştürdü ki neyi muhafaza edeceklerinin önem sırası alt üst oldu.

     

    Sağlıklı bir toplumda, hele hele Müslüman bir çevrede herkesten beklenen bir tavır artık olağanüstü fazilet örneği haline geldi. Kaldı ki bu fazilete dikkat çeken hemen kimse yok gibi. Geçen hafta Yeni Şafak'ın manşetinde yer alan bir haberin bende yaptığı ilk çağrışımlar bunlar oldu. Milli motosikletçi Kenan Sofuoğlu iddaa'da kazandığı isim hakkı karşılığı 800 bin lirayı "haram olduğu" için kabul etmemiş. Spor etiğine, centilmenliğe, sosyal sorumluluk, dayanışama gibi modern ve sivil kavramlar yerine dini bir dil kullanarak reddediyor .

     

    Bir motor tamircisinin oğlu olarak kazandığı dünya şampiyonluğu karşılığında bir talih oyunundan gelen servet büyüklüğündeki parayı reddetmek artık çoğu muhafazakarın tahayyül edemeyeceği bir cesaret işidir. Üstelik, "alın terim değil, haram" olduğunu gerekçe göstererek...

     

    Din dilinin hemen hiçbir günaha karşı çıkamaz, kötülükten men edemez bir düzeye indirgendiği; içi boş bir "iyilik, kalp temizliği" gibi kavramlara sıkıştırılarak hayattan çekildiği bir ortamda haramı hatırlatmasını en az ödülü reddetmesi kadar önemli buluyorum.

     

    Kenan Sofuoğlu'nun genç bir sporcu olarak sergilediği ahlaki tavrının deşifre ettiği bir başka alan da spor sektörünün ekonomik ve ideolojik olarak işleyişine dair fikir vermesidir. Kapitalist toplum modelinin ekonomik çarkının önemli dişlilerinden biri olan eğlence sektörünün özellikle sporun parasal hacmini Türkiye'deki örneklerine bakarak bile tahmin edebiliriz. Futboldan, araba yarışlarına uzanan dev bir sektör söz konusu. Kenan Sofuoğlu örneğinde, bir yönüyle bu sektörün unsuru olmak diğer yönüyle de bireysel olarak haramı hatırlatarak sistemin tüm değerlerine karşı çıkış söz konusu. Yani kapitalist ilişki biçiminde yeri olmayan helal, haram gibi farklı bir değer sistemini gündeme getirmek bir bakıma sistem karşıtı bir hareket olsa gerek. Oysa bir yarışcı olarak sistem içinde olmak gibi bir çelişkiyi de üzerinde taşıyor.

     

    Spor sektörünün parasal boyutu bir yana 2010 Haziran ayında Amerika'da kazandığı şampiyonluk sonrası önüne konan engeller de pek gündeme gelmedi. Üstelik basın toplantısında söylediklerine sansür uygulanmıştı. "Yarıştan sonra ufak bir Filistin bayrağı çıkarıp gezinmek istiyordum. Buna takımım izin vermedi, nedenini bilmiyorum. Ben de takım menajerine 'yarışı kazanacağım ve kazandıktan sonra istediğim gibi konuşacağım' dedim. Onlar bundan da çok memnun olmadılar. Ben onlara şunu söyledim, 'Müslümanım diye taraf değilim, burada bir zalim, bir de mazlum taraf var, zalimin yanında değilim, bana niye karşı çıkıyorsunuz?' dedim. Takımla aramızda çok iyi şeyler geçmedi. Ben çok memnun kalmadım. Kazanırsam elde ettiğim geliri bağışlamak istiyordum. Burada bir amaç vardı, amaç da yarışı kazanmak ve Filistin'e hediye etmekti, bunun için yarışı kazandığıma çok sevindim.'

     

    Muhtemelen yarıştan sonra kazandığı parayı dünyanın başka bir ülkesindeki muhtaçlara ya da nesli tükenen hayvanların koruma altına alınması kampanyasına bağışlasaydı şöhretine şöhret katacağından kimsenin şüphesi olmasın. Haram parayı reddedişini alkışlayanların bile olayın bu boyutunu görmemeleri de ayrıca sorunlu.

     

    Tıpkı Hollywood, sanat, edebiyat dünyası, kültür- eğlence sektörü gibi spor sektörü de belli blokajların, sansürlerin, ideolojik taraftarlığın baskısı altında. Tüm bunlardan daha önemlisi din dilini kaybeden Müslümanların sekülerleşmesi...

     


  21. Kenan Sofuoğlu 'haram' 800 bin liraya hayır dedi

    kenan-sofuoglu-haram-800-bin-liraya-hayir-dedi-1027256.Jpeg

     

    Dünya Supersport Şampiyonu Kenan Sofuoğlu, İddaa’dan isim hakkı olarak kazandığı yaklaşık 800 bin liranın kullanım yetkisini Spor Toto Teşkilat Başkanlığı’na verdi.

     

    Dünya Supersport Şampiyonası’nda bu sezon ikinci kez şampiyonluğa ulaşan milli motosikletçi, katıldığı yarışmalarla birlikte İddaa programlarında da yer aldı. Supersport’ta 13 ve Moto2’de 2 yarış olmak üzere bu sezon 15 yarış koşan Sofuoğlu, yer aldığı bahis programlarından yaklaşık 800 bin lira hak etti.

     

    Geçen sezon olduğu gibi bu sezon da parayı almayacak olan Sofuoğlu, "Öyle bir paranın varlığı ile ilgilenmiyorum. Ne kadar para olduğunu da bilmiyorum. Bununla ilgili olarak konuşmak da istemiyorum. Sezon başında Spor Toto Teşkilat Başkanlığı’na paranın "iyi ve güzel yerlerde" kullanılması için yetki vermiştim. Onlardan rica etmiştim. Parayı iyi yerlerde kullanacaklarına da inanıyorum" diye konuştu.

     

    Spor Toto Teşkilat Başkanı Bekir Yunus Uçar da, Kenan Sofuoğlu’nun nezaket göstererek yetki verdiğini belirterek, "Yine parayı kullanırken kendisine soracağız. Bizim kendisine danışmadan istediğimiz gibi kullanma şansımız yok" dedi.

     

    Milli motosikletçi Sofuoğlu, daha önce de İddaa parasını almayarak Sakarya’da okul yaptırmıştı.

     

     

    kaynak


  22. Azerbaycan'da başörtüsünün okullarda yasaklanmasına karşı Bakü'de Eğitim Bakanlığı önünde başlayan büyük gösteriler sürüyor

     

     

     

    . 52964887.jpg

    Azerbaycan Eğitim Bakanı'nın Başörtüsünün okullarda yasak olduğunu açıklaması ve yasağın uygulamaya konulmasına sert tepki gösteren Azerbaycanlı müslümanlar, (Hicaba azadlıq!) "Baöşrütüsüne Özgürlük" sloganları altında büyük çaplı gösterilere başladı.

     

    Yaklaşık 2 bin kişinin katıldığı protesto gösterisine hanımlların da büyük ölçüde katılması dikkat çekti.

     

    Yasağın Aşura gününe kadar kalkmaması durumunda, ülke çapında çok sert tepkilerin verileceği bildirildi.

     

    100 Gözaltı

    Polisin müdahele ettiği protesto gösterileri sırasında 100 kişinin gözaltına alındığı bildirildi.

     

    Eğitim Bakanlığı görüşmeyi kabul etti

    Protesto gösterilerinin şiddetlenerek devam etmesi üzerine, Azerbaycan Eğitim Bakanlığı yetkilileri tarafından yapılan açıklamada, prdtestocuların temsilcilerinin bakanlıkta kabul edileceği ve itirazlarının dinleneceği bildirildi.

     

    Başörtüsünün yasaklanmasına gösterilen sert tepki Azerbaycın'ın mücadeleci alimlerinden Hacı Abgul Süleymanov'dan geldi.

     

    Süleymanov, Kur'an'da emredilen başörtüsünü yasaklama kararı veren Eğitim Bakanı Misir Merdanov'un "kafir" olduğunu açıklayarak, hiç bir müslümanın başörtüsü yasağı karşısında sessiz ve tepkisiz kalamayacağını açıkladı.

     

    Başörtüsünün müslüman kadının haya ve ismetinin sembolü olduğunu belirten Süleymanov, başörtüsüne yapılan saldırılar karşısında ayağa kalkacaklarını söyledi.

     

     

    Fotoğraflar için TIKLAYIN


  23. Müslümanlara Müşrik ve Kâfir Demek

    MUHAMMED ibn Abdilvehhab'ın muhterem pederi Ehl-i Sünnet ulemasındandı. Kardeşi Süleyman ibn Abdilvehhab da din âlimi ve fakihti, o da Sünnî idi. Kardeşine karşı Es-Savaiqu'l-ilahiyye fi'r-red 'ale'l-Vehhabiyye kitabını yazmıştır.

     

    Bendeniz bir Ehl-i Sünnet Müslümanı olarak, Muhammed ibn Abdilvehhab'ı tutmam, kardeşi Süleyman'ı tutarım.

     

    Vehhabîlere göre, İslâm âleminin büyük kısmı müşrik ve kâfirdir. Onlar tasavvuf ve tarikat Müslümanlarına müşrik der.

     

    Müslümanların büyük bir kısmına kâfir ve müşrik demek büyük sapıklıktır.

     

    Mü'mine kâfir diyen kişi iddiası doğru değilse kendisi kâfir olur.

     

    Vehhabîler tarikat evliyası için "Onlar evliyauşşeytandır" diyor.

     

    Vehhabîlik bütün dünyada yayılıyor. Çünkü onların elinde bol miktarda petro-dolarlar bulunuyor ve dâvâları için bunları cömertçe dağıtıyorlar.

     

    Dünyada tasavvuf tarikatlerini yasaklamış iki ülke vardır: Laik Türkiye ve Vehhabî Suudî Arabistan.

     

    Osmanlı devlet-i islâmiyyesi Şeriat ve Tarikat üzerine dayalı idi. Enkazından kırka yakın devlet çıkmış olan Osmanlı, bildiğimiz ulusal devletlere benzemezdi. O bir "İslâm Barışı" idi.

     

    15'inci, 16'ıncı asırlar Osmanlı'nın yükseliş devridir. Bir Osmanlı devletine bakınız, bir de Vehhabî devletine. Firasetiniz, fetanetiniz, basiretiniz, vicdanınız varsa aradaki farkı anlarsınız.

     

    Tasavvuf İslâm'ın gönül, vicdan, nefs terbiyesi, bâtın boyutudur.

     

    Şeriat namaz kılın der, tasavvuf namazı güzel kıldırır.

     

    Tasavvuf İslâm'ın ahlâk boyutudur.

     

    Tasavvuf Şeriatın devamıdır.

     

    İslâm'ın tasavvuf ve tarikat tarafı olmadan insanları ve toplumları zabt etmenin imkânı yoktur.

     

    Biz Türkiye Müslümanları, bu coğrafyada tasavvuf ve tarikat ile var olmuşuzdur. Tasavvuf ve tarikati inkâr etmek, onlara sırt çevirmek bizim için intihar olur.

     

    Nasıl bir tasavvuf?

     

    Gerçek tasavvuf, Şeriata uygun tasavvuf; Kur'âna,Sünnete, fıkha bağlı ve mutabık olan tasavvuf.

     

    Para ve maddî menfaat karşılığında Ehl-i Sünneti yıkmaya, darbelemeye çalışanlara teessüfler ediyoruz.

     

    Bu işi samimiyetle parasız ve çıkarsız yapan akılsız kardeşlerimizi kınıyoruz.

     

    Bütün gerçek tarikatlar birer Tarikat-ı Muhammediyye'dir (Salat ve selam olsun ona).

     

    İmamı Gazalî hazretleri el-munkizu mine'd-Dalal adlı kitabında İslâm dünyasındaki taifeleri anlatıyor ve doğru yolda olanlar sûfîlerdir diyor.

     

    Mutasavvıflar vardır, bir de mustasvife vardır. Mustasvife uyduruk, sahte mutasavvıf, mutasavvıf taslağı demektir.Bu ikisini birbirine karıştırmak büyük bir hata olur.

     

    Gerçek tasavvuf, İslâm'ın hayata başarılı ve aslına uygun uygulanması demektir.

     

    Türkiye Müslümanları gerçek tasavvuftan uzaklaştıkları için bozulmuşlar, İslâm'a yabancılaşmışlardır.

     

    *(İkinci yazı)

    MÜSLÜMANLAR VAZİFELERİNİ YAPIYOR MU?

     

    TÜRKİYE Müslümanları İslâmî ve şer'î vazifelerini doğru dürüst eda ediyorlar mı? (Yerine getiriyorlar mı?)

     

    Bu soruya göğsümüzü gererek evet diyemeyiz. Diyenin aklına şaşılır.

     

    Din, iman, şeriat elden gitmiş, biz keyfimize bakıyoruz.

     

    Eski sâlih Müslümanlar bizi görseydiler, bize deli derlerdi.

     

    Ümmet bir sürü fırkaya ayrılmış.

     

    İtikad konusunda sapıklıklar ve bid'atler yaygınlaşmış.

     

    Beş vakit namaz terk edilmiş.

     

    Camiler camilikten çıkmış.

     

    İmamlar namaz kıldırma memuru olmuş.

     

    Alkollü içki ibtilası genelleşmiş, memleket meyhaneye dönmüş.

     

    Fuhuş ve zina son haddinde.

     

    Paraya tapılır olmuş.

     

    Lüks, konfor, aşırı tüketim çılgınlık derecesine varmış.

     

    Riba/faiz her yeri sarmış.

     

    İhlâsın pabucu dama atılmış.

     

    ŞuMüslüman memlekette mü'min ana babalar 15 yaşından küçük çocuklarına din ve Kur'ân hocası tutup ders verdiremiyor.

     

    Müslüman bir hanım avukat başında eşarbı ile mahkemeye çıkıp mesleğini icra edemiyor.

     

    Medyada her gün dine, imana, Kur'âna, Sünnete, Şeriata hakaretler savuruluyor.

     

    Bu arada bir kısım zengin Müslümanlar neler yapıyor?

     

    Turistik ve lüks umre seyahatleri.

     

    Lüks ve şaşalı meskenler.

     

    Lüks yazlıklar.

     

    Lüks otomobiller.

     

    Lüks ev eşyası.

     

    Lüks markalı giysiler.

     

    Lüks ve pahalı yemekler.

     

    Lüks hayat.

     

    Oh yan gel de yat.

     

    Eski gerçek din hizmetkârları gibi ihlâsla hizmet eden kaç kişi kaldı şu memlekette acaba.

     

    Boş zamanlarda hobi gibi yapılan sözde din hizmetleri.

     

    Müslümanlar vazifelerini hakkıyla yapmış olsalardı, bu ülke bugünkü hale düşer miydi hiç?

     

    Kurban bayramında büyük bir şehrimizin müftüsü, yanında iki Hıristiyan papazı olduğu halde İslâm mezarlığına gidip Diyalog yapmışlar... Papazlar kendi dinî kisveleri içinde, müftü sarıklı ve cübbeli... Acaba İslâm mezarlığında "Pater Noster" Katolik duası da okunmuş mu?

     

    Vay bizim halimize!

     

    Vay bizim istikbalimize!

     

     

     

    06/12/2010

    • Like 1
×
×
  • Create New...