Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]

onüç

Admin
  • Content Count

    500
  • Joined

  • Last visited

  • Days Won

    8

Posts posted by onüç


  1. 'Eski ülkücüler'

     

     

    Büyük stratejisyenler "doğru savaş", "yanlış savaş" ayırımı yaparlar. Savaşın amacı ile doğrudan savaşın kendisi ve araçları arasında tam bir uyum varsa bu savaş "doğru savaş"tır.

     

    "Yanlış savaş"ta üstünlük sağlasanız bile, savaşı kazanmış olmazsınız. "Referandum savaşı"nda MHP'nin açtığı cephe "yanlış savaş" tanımına uyuyor. Ölçü basit: Hadi 12 Eylül'de sandıktan "hayır" oyu çıktı diyelim. Bu sonuçtan MHP'nin bir kazancı olacak mı? MHP'nin idealleri olan bir siyasî parti olarak kendi değerlerine ve amaçlarına uygun bir "kazanç"tan bahsediyorum. Tam tersine ya kayıpları?

     

    Bugün siyasî temsil görevi de yerine getiren kadim bir MHP'li dostumla aramda geçen konuşma size fikir verebilir. Bin dereden su getirerek "hayır"ı savunan dostuma karşı, mantık yolları tükenince şu zorlu soruyu sordum: "Kur'an'ın üstüne el basarak 12 Eylül'de "hayır" oyu kullanacağına yemin eder misin?" Aldığım karşılık MHP'nin bugün içine girdiği açmazı göstermeye kâfi idi. Dostum, şiddetle savunduğu tezin gereğini yerine getireceğine dair yemin edemedi.

     

    MHP'liler samimi bir gayret ile partilerini ve partilerinin politikasını savunuyorlar. Referandum kutuplaşmasını parti rekabetinin üzerine yükleyip işin içinden çıkıyorlar. Ama hiçbiri, "hayır"ın sonuçlarını savunamıyor. Sandıktan "hayır"ın çıktığı bir Türkiye'ye razı olamıyorlar. Sayın ki ülkeniz haksız bir savaşa girmiş, savaşmama ihtimali var mı? MHP'liler inanmadıkları bir savaşı partilerinin hatırına sürdürüyorlar. İnanmadıkları halde sürdürdükleri bu savaş için onları kimse suçlayamaz.

     

    MHP'nin referandum muhalefetinin üzerine inşa ettiği iki temel argümanı var. Birincisi bu anayasa paketinin "PKK açılımı" olduğunu öne sürmesi. "Nasıl yani?" diye somut bir maddeyi sorduğunuzda ise "AK Parti'nin gizli gündemi"nden dem vuruyor. "Gizli gündem"lere karşı çıkmak biraz "hayalet avcılığı"na benzediği için mantıklı bir tartışma yürütmek imkânsız. İkincisi, CHP'den ödünç alınma bir argüman: AK Parti'nin yargıyı ele geçirme iddiası. Bu iddiayı da, güya AK Parti'nin ele geçirmeyi hedeflediği Anayasa Mahkemesi reddediyor. Bu paket Anayasa Mahkemesi'nin süzgecinden geçerek halkoylamasına sunulmadı mı? Anayasa Mahkemesi "ele geçirilmeye" nasıl rıza gösterir?

     

    CHP ile referandumla değişmiş anayasa hükümleri arasında iflah olmaz bir karşıtlık var. CHP, muhalefette bile sürdürdüğü devlet içindeki iktidarını anayasa değiştikten sonra büyük ölçüde kaybedecek. Ya MHP'liler? Darbelerin önünün kapanması, Anayasa Mahkemesi'nin ve yüksek yargı oligarşisinin CHP ile aynı çizgideki tahakkümünün sona ermesi MHP'lileri neden rahatsız etsin? 12 Eylül'den önce bizim başımıza gelenlerin çocuklarımızın başına gelmesini önlemenin neresi kötü? MHP'nin oyları ile Meclis'ten çıkan anayasa değişikliğini bir çırpıda iptal eden Anayasa Mahkemesi'nin mevcut halini savunmanın neresi iyi?

     

    MHP'nin yürüttüğü savaşın yanlışlığını, MHP lideri Bahçeli'nin ülkücülerle giriştiği yaralayıcı ve kırıcı polemik tek başına gösteriyor. Bahçeli'nin "eskiden ülkücüymüş" diye aşağıladığı, "evet bülbülleri kesildiler" diye dalga geçtiği ülkücülerin çoğunu tanıyorum. Konuşanların hepsi "yeni MHP'li" değil "kadim ülkücü"ler. Ülkücülüğü, inançlarından dolayı çile çekmek, her türlü eziyete maruz kalmak ve hepsine rağmen bu ülkeyi, milleti ve devleti deliler gibi sevmeye ve yüceltmeye devam etmek olarak tanımlıyorsak; MHP'nin kurumsal kimliği altında ve temsil makamlarında yer bulan ülkücülerin oranı toplamın onda birini geçmez. 12 Eylül'ün işkencelerinde geçmiş, gençliğini zindanlarda tüketmiş olanları ve yaşadıklarından çıkardıkları tecrübelerle Türkiye'nin geleceğini kurtarmaya çalışanları "eski ülkücü" diye hafife almak sadece MHP'nin politikasının "ülkücülüğünü" tartışılır hale getirir. Onların sözlerini değil.

     

    Bahçeli'nin "eski ülkücü" dedikleri, kişilikleri ve duruşları çekiçle örs arasında şekillenmiş şerefli insanlar. İnanmasalar, dünya karşılarında dursa hiç kimse onlara "evet" dedirtemez. Bu "evet"in içindeki 70'li yıllardaki mücadele ruhunu fark edemeyenler, bu ülkeye ve yaşadıklarımıza dair hiçbir şeyi kavrayamazlar. Elbette geleceğimizi de kurtaramazlar.

     

    Hangisi samimi? "Kadim ülkücülerin "evet"i mi?" "Yeni MHP'lilerin 'hayır'ı mı?"

     

     

     

    http://www.zaman.com.tr/yazar.do?yazarno=1076


  2. Dışa katlayın!

     

    Büyük bir zafer elde ettiklerini, ya da en azından "mevzi kazandıklarını" sanıyorlar...

    Mühürde niçin "evet" yazıyormuş? Bu, oy verme sürecini ve sonucu etkilermiş. Oy verecek vatandaşın üzerinde "manevi baskı" yaratırmış. Hayır oyu vermek niyetiyle sandığa giden "temiz vatan evladının" mühürde eveti görünce kafası karışır, sonra maazallah hiç istemediği halde eveti evete bastırıverirmiş...

    Şu halk bilinçli mi yoksa cahil mi, bir karar verseler iyi olacak yahu!

    Aslında dağdaki çobanın eveti bir evet, Aysun'un hayırı iki hayır sayılsa ne güzel olacak ama... Körolmayasıca Anayasa bütün vatandaşların eşit olduğunu söylüyor işte... Anayasa'yı yaptırırken genç ve güzel mankenleri hiç düşünmedin be Kenan Paşa...

    Neyse, mühürleri değiştirtmeyi başardılar.

    Yeni mühürde "tercih" yazıyor.

    Böylece cahil halkın yanlış yapması önleniyor.

    "CHP" ya da "MHP" yazsa daha da güzel olacaktı ama ne yazık ki Yüksek Seçim Kurulu'nun da tarafsız olmak gibi körolası bir yükümlülüğü var.

    Fakat elde yeterli sayıda tercih mühürü bulunmadığından, olanaklar ölçüsünde tercih mühürü, bunun darlığı çekilen bazı sandıklarda gene babadan kalma evet mühürü kullanılacakmış!

    İşte ne güzel bir şarlama fırsatı!

    Muhalefet bu kıyağımı unutmasın: Sonuç evet çıkınca (ki öyle çıkacak) hemen "mühürler aynı değildi" diye iptal istesin!

    Yüksek Seçim Kurulu da bu ahmakça talebi ciddiye almasın, bir kere daha madara olsunlar.

    Evet çıkacağını gördükçe dellenenler, uyuzlukta çare tükenmez, yeni bir numara daha buldular:

    Bu işte niçin mühür kullanıldığını anlamıyorlarmış...

    Kalemle bir X işareti konulsa daha iyi olmaz mıymış?

    "Eli kalem tutan" CHP'li emekli memurlar hayır oyu vereceklerine, "oturmasını kalkmasını ve de kalem kullanmasını bilmeyen" cahil halk evet oyu vereceğine göre, bu durumda hayır oylarında anlamlı bir artış elde edilebilir vallahi...

    Göbeğini kaşıyan ayı atıverir bir çizik pusulanın hayır tarafına, kendi kalesine de gol atmış olur.

    Efendim gerekçe olarak açık açık bunu söyleyemeyeceklerine göre, daha akla yakın bir bahaneye sığınıyorlar: Mühürün "bulaşma" tehlikesi varmış.

    Pusula katlandığı zaman mühür "karşı tarafa" da bulaşırsa oy geçersiz sayılıyor.

    Fakat bu sakınca, iki tarafı keskin bir bıçak gibi: Hayırın evete bulaşması mümkün olduğu kadar evetin de hayıra bulaşması olası...

    Bu önlemenin de bir tek çıkar yolu var kardeşim: Oy pusulasını "dışa" katlayacaksın!

    Bendeniz yıllardır her seçimde öyle yaparım, size de tavsiye ederim.

    Korkmayın, "zarfa bulaşırsa" oyunuz geçerlidir.

    Zarflar da artık namussuzca "içi görünür" şekilde yarı saydam yapılmıyorlar çok şükür...

    Kimin kime ya da neye oy verdiğini kimse göremez artık.

    Görse de kimse kimseden hesap soramaz. O devir geçti.

    Korkmayın, artık 1946 seçiminde olduğu gibi sandık başında kulak çekmek üzere hazır bekleyen "bürokrasinin mutemet adamları" bulunmuyor... Oyunu beğenmedikleri zaman "kendine gel, sonra karışmayız ha" diye azarlayamıyorlar vatandaşı...

    Size şaka gibi gelir ama bu da yaşanmıştı bu ülkede.

    Aklın ve demokrasinin gereği olan "gizli oy, açık sayım" ilkesi geçerli artık.

    İsmet Paşa'nın adamlarının en rezil buluşu olan "açık oy, gizli sayım" utanmazlığı çok gerilerde kaldı.

    Sabredin, eski Türkiye de çok gerilerde kalacak. Torunlarımız tarih dersinde okuyup şaşacaklar.


  3. Al gülüm ver gülüm

     

    Bilirsiniz, subaylarımız "plaket" alıp vermeyi pek severler. Vara yoğa plaket alıp verirler: Kolordu komutanının tümen karargâhını ziyareti, tümen komutanının topçu alayını denetlemesi, hani neredeyse alay komutanının avcı taburunu gezmesi, hep birer "plakete vesile" olur.

    Böylece bu ziyaretlere ve teftişlere bir "Atatürk'ün bilmemnereye gelişi" tadı da verilir...

    Kenan Evren'in deniz ve kum hakkında bir süre tetkiklerde bulunmak üzere askeri kampı teşrifleri gibi... (Muhterem kamp sakinleri, ben de turist çocuğuyum!)

    Emekli subayların evleri, aynalı büfenin önüne sıralanmış, varsa kitaplık raflarına dizilmiş, "Nutuk" ile "Şu Çılgın Türkler", bir de "Ak Zambaklar Ülkesi Finlandiya" önüne yerleştirilmiş plaketlerle doludur... (Eskiden bu kitaplar arasında Doğan Avcıoğlu'nun eserleri de vardı, şimdi pek bulamazsınız.)

    "Bu plaketlere harcanan paraya yazık" derseniz sizi vatan haini ilan edecekler de çıkabilecektir.

    Subaylar madalya da severler.

    Madalyalar içinde en şereflisi olan İstiklal Madalyası'nın apayrı bir önemi ve ağırlığı vardır elbette...

    Fakat diğer madalyaların neyi simgeledikleri, neyi ödüllendirdikleri pek anlaşılamaz.

    Al örneğin NATO madalyası... Ne yapmış paşa, vurduğu gibi Kızılordu'yu mu dağıtmış?

    Laf aramızda: Kanla kazanılmış da olsa bütün Osmanlı madalyalarını bir çırpıda yasaklaması, örneğin Atatürk'ün bile Çanakkale Madalyası'nı bir daha asla takmaması, cumhuriyet rejiminin haksızlıklarından ve ayıplarından biri olmamış mıdır?

    Eski Kızılordu komutanları da madalyayı pek severler, pek önem verirlerdi. Fakat işin iyice suyunu çıkardıklarından (Rusya ne de olsa bir Doğu ülkesiydi), üniformalarının ceketlerinde madalyadan boş yer kalmazdı.

    Üstelik Rus gelenekleri uyarınca sivil yöneticiler de general sayıldıklarından (Osmanlı'nın "sivil ve başıbozuk paşaları" gibi) onlarda da bir araba madalya...

    Eh, ne de olsa dünya savaşı kazanmış, hem Hitler'i yenmiş, hem koca bir imparatorluk kurmuş adamlardı bunlar...

    Batı dünyası bu kadar gösteriş sevmediğinden, Batılı subay madalyanın kendisini takmaz, onu temsil eden "renkli şeritler" taşır göğsünde.

    Cafcaf, geri kalmış ülkelere özgüdür.

    Dün okudum, memur gazeteleri keyifle yazıyorlar, İlker Başbuğ'a yeni bir madalya verilmiş.

    Yok canım, Başbakan Erdoğan tarafından değil herhalde!

    Güney Koreliler vermişler.

    Tongil Liyakat Madalyası!

    Efendim bu Tongil, Kore'de bir köy, pirinci meşhur.

    İlker Paşa bu köyü komünistlerin elinden mi kurtarmış acaba? Paşa o tarihte ilkokul öğrencisi...

    Hayır efendim, bu madalya paşaya "Kore ile Türkiye arasındaki askeri işbirliğinde temel bir rol üstlendiğinden" dolayı verilmiş.

    Altmış yıldır Kore'yle aramızda böyle bir işbirliği var da bizim mi haberimiz yok? Kore'de savaşmış olan sevgili Refik Erduran ağabey biliyor mu böyle bir süregelmiş ilişkiyi?

    Bilmaiyorsak niçin bilmiyoruz? Cehaletimizden mi, gizli tutulduğundan mı?

    Yok yahu, bizim Hava Harp Okulu "öğrenci mübadelesine" başlamış, oymuş mesele...

    Pek de "madalyalık" bir tarafını göremedik ama devlet büyükleri herşeyi bizden daha iyi bilirler. Bu durumda hemen Kore Genelkurmaybaşkanı'na da bir Türk madalyası verilmeli, bu madalya Seul büyükelçimiz tarafından kendisine törenle takılmalı ve konunun Kore basınında ilgi görmesi MİT ajanlarımız tarafından sağlanmalıdır.

    Paşamızı kutluyoruz. Göğsünü gere gere yeni madalyasını taksın gitsin, Orduevi lokantasının "general bölümüne" otursun.

    Orada Hilmi Bey'i görürse de hiç selam bile vermesin! Arkadaşları öyle yapıyorlar ya...

     

    15/08/2010


  4. Na't-ı Sultân-ı Enbiyâ

     

    Ebediyyen sevecek can O'nu canan olarak,

    Şart-ı peyman olarak, huccet-i iman olarak,

     

    Tanırım ben Hazret-i Fahrurrusül'ü,

    Gönül iklimine şahinşeh-i zişan olarak.

     

    Yeter ayetleri Kur'an'ın, eğer lazımsa,

    Rif'at-i zatinin i'lamına burhan olarak.

     

    Öyle bir menba-ı ihsan u keremdir ki, O'na

    Katre halinde giden gelmede umman olarak.

     

    Yüz seren südde-i dergahına bir zerre iken,

    Feyz alıp dönmede hurşid-i dırahşan olarak.

     

    Can lazımsa eğer aşık-ı hasret-keşine,

    Elverir kulluğu her veçhile unvan olarak.

     

    Koklayan bastığı meymün u mübarek haki,

    Nefhasından yitirir kendini sekran olarak.

     

    Kalır Allah O'nu hoşnüd kılandan hoşnüd,

    Afvi katildir O'nun müjde-i gufran olarak.

     

    Yar-ı gar eyledi Siddıyk'ı seçip hicrette,

    Nesl-i Haşim var iken mazhar-ı ruchan olarak.

     

    Saldı ün her yana Faruk O'na iman getirip,

    Farik-i hikmet-i mektüme-i Furkan olarak.

     

    "Feseyekfikehumullah" ile Zinnüreyn'i

    Kıldı ma'rüf-i cihan cami'l Kur'an olarak.

     

    Buldu şan, yattı firasında Aliyül-kerrar

    Şeh-i merdan olarak, Hayder-i Meydan olarak.

     

    Hatemiyyetle edip kadrini i'lan ebeden,

    O'nu gönderdi Huda aleme sultan olarak.

     

    Ahmediyyetle giren çille-i mîm-i Mecd'e

    Ehadiyyetde erer izzete pünhan olarak.

     

    Gösterir Hakk'ı gören gözlere ayme gibi,

    Ruh-ı nevvarı tecelligah-i Sübhan olarak.

     

    Zaru giryan uyuyub rüyini rüyada gören,

    Uyanır neşve-i didar ile handan olarak.

     

    Şeb-i Mi'rac'da simasını seyretti diye,

    Kapanır yerlere gök secde-i şükran olarak.

     

    Can atar her gece Rüru'l-Kudüs ihrama girip,

    Harem-i muhterem-i küyine mihman olarak.

     

    Bir gören bir daha görsem diye Allah Allah!..

    Şaşırır aklım ruhsarına hayran olarak...

     

    Ateş-i ışkına bin kerre yanıp İbrahim,

    Görse eylerdi feda kendini kurban olarak.

     

    Tatmayan kevser-i in'amını İblis gibi,

    Yanacak hasret ü hırman ile atsan olarak.

     

    İltifatından uzak düşmesi eyvah eyvah!..

    İki dünyada yeter gafile hüsran olarak.

     

    O'nun anlattığı Tevhid-i Hakiki bir gün,

    Saracak alemi bir seyl-i buruşan olarak.

     

    O'nun öğrettiği irfan inanın kafidir.,

    Beşer'in derd-i derümsine derman olarak,

     

    Bize dünyada emanet bırakıp gittiği din,

    Duracak haşre kadar koskoca bünyan olarak.

     

    Ya Muhammedi Bana kıl merhamet 'avazı gelir

    Her seher sine-i pür-süzdan efgan olarak.

     

    Bulurum belki deyip yollara düşsem, gözüme

    Görünür har-ı muğaylan bile reyhan olarak.

     

    Sözlerim dürre döner, feyz alıp kıymet bulur,

    O'nu medheyler isem peyrev-i Hassan olarak.

     

    Adem evladının O'ndan daha mümtazı Kemal

    Dehre bi-şüphe ayak basmamış insan olarak!..


  5. 36. Bölüm: Hz. Peygamber’e (as) uymak

     

    Bu fakir vitr namazını bazen gecenin evvelinde eda ederdi, bazen de gecenin sonunda. Bir gece gösterdiler ki vitr namazının ertelenmesi durumunda kişi uyur ve gecenin sonunda kalkıp vitri eda etmeye niyet ederse sağ tarafında ki melekler bütün gece vitri kılıncaya kadar ona sevap yazarlar. O halde kişi vitri ne kadar geç kılarsa o kadar iyidir.

     

    Bunula birlikte bu fakirin vitrin önce yada sonra kılınmasında insanların efendisi Hz. Peygamber’e (as) uymaktan başka bir düşüncesi yoktur ve hiçbir fazileti ona uymaya denk görmez. Hz. Peygamber vitr namazını bazen gecenin evvelinde bazen de sonunda kılardı. Bu fakir mutluluk ve saadetini işlerinde o öndere (as) benzemekte biliyor. İsterse bu benzeme şeklen olsun. İnsanlar bazı sünnetleri icra ederken (Peygamberin sünnetine tabii olmanın yanısıra) geceyi ihya etmek ve benzeri niyetleride ekliyorlar.

    Onların dar görüşlülüğü ne kadar ilginçtir. Bin defa geceyi ihya etmeyi, Peygambere uymanın yarım arpası ile değişmeyiz.

     

    Ramazan ayının son on gününde itikafa oturduk. Dostları toplayıp dedik ki: Peygamber Efendimize uymaktan başka bir şeye niyet etmeyin. Bizim inziva ve halktan ayrılmamızdan ne çıkar. Peygambere bir kere tabii olmak uğruna yüz dünyevi bağlantıya razı oluruz. Ama ona uyma ve tabi olma vesilesi olmadan bin tane inziva ve halktan uzaklaşmayı kabul etmeyiz.

    Şiir:

    Sevgilinin sarayında olan kişi

    Bağ, bahçe ve lalezara bakmaz

     

    Cenab-ı Hak, bizi ona (as) tam olarak tabi olmakla rızıklandırsın.

     

     

     

     

    İMAM-I RABBANİ KİTAPLIĞI

    RABBANİ İLHAMLAR (MEBDE’ VE MEAD)


  6. İşte Abdülhamid'in İngiliz Şeyh'ül İslam'ı

     

    İngiltere'de Osmanlı Padişahı Sultan II Abdülhamid Han'ın İngiltere Şeyh'ül İslam'ı olarak atadığı İngiliz Müslüman Abdullah Quillam'ın hayatını anlatan yeni bir kitap çıktı.

     

     

     

    Liverpool Hope Üniversitesi öğretim üyelerinden Profesör Ron Geaves'in kaleme aldığı kitapta, Müslüman olduktan sonra Abdüllah ismini alan William Henry Quillam'ın İngiltere'de İslam'a ve Müslümanlara yaptığı katkılar anlatılıyor. Kraliçe Victoria dönemindeki İslam ve Müslümanları ele alan kitapta, Quillam'ın Osmanlı İmparatorluğu ile ilişkileri ve Müslüman olduktan sonra birçok İngiliz bilim adamını nasıl Müslüman yaptığı anlatılıyor.

    MEHMET NEDİM ASLAN/LONDRA

     

    İngiltere'de geçtiğimiz Nisan ayında çıkan ve İslam'ı kabul eden ilk İngiliz olduğu söylenen Abdullah Quillam'ın hayatını ele alan kitapta, Osmanlı Padişahı Sultan II Abdülhamid Han ile İngiliz Müslümanlarının ilişkileri ele alınıyor.

    ABDÜLHAMİD, İNGİLTERE ŞEYH'ÜL İSLAM'I OLARAK ATADI

    Liverpool Hope Üniversitesi öğretim üyelerinden Profesör Ron Geaves'in yazdığı “Islam in Victorian Britain.Life & Times of Abdullah Quilliam” (Victoria Döneminde İslam: Abdullah Quillam'ın Hayatı) isimli kitapta, 19. yüzyılda İngilter'nin en önde gelen Müslümanlarından Abdullah Quillam'ın (1856-1932) hayatını anlatılıyor. Kitapta, Osmanlı Halifesi Sultan Abdülhamid'in Quillam'ı 1893'te İngiltere Şeyh'ül İslam'ı olarak atadığı Quillam'ın, Liverpool'da önemli bir Müslüman cemaati oluşturduğu ifade ediliyor. Başarılı bir avukat olan birçok İngilizin Müslüman olmasına vesile olan Quillam'ın, Osmanlı Halifesi'ni savunduğu ve bunu da “Hilal ve İslam Dünyası” isimli kitabında ortaya koyduğu kaydediliyor.

    İNGİLTERE'NİN İLK CAMİSİNİ İNŞA ETTİRDİ

    1908 yılında Liverpool'dan ayrıldıktan sonra sakin bir hayat yaşamasına rağmen Quillam'ın Londra'daki Müslümanlara da büyük bir katkı sağladığı ifade edilen kitapta Yazar Ron Geaves Quillam'ın, Müslümanların Osmanlı Halifesi'nin etrafında birleşmesinden yana olduğunu ifade ediyor. Müslüman olmadan önce William Henry Quillam ismini taşıyan Abdullah Quillam, 1889 yılında Liverpool'da İngiltere'nin ilk camisinin açılışına öncülük etti.

    AİLESİ DE MÜSLÜMAN OLDU

    1882 yılında Fransa'nın güneyine ve oradan da Cezayir ve Tunus'a geçerek buradaki Müslümanlarla tanışan Quillam, Kuzey Afrika gezisinden döndükten sonra 1887 yılında Liverpool'a geri döndü ve burada Müslüman olduğunu açıkladı. Müslüman olduktan sonra annesi ve çocuklarının da Müslüman olmasına vesile olan Quillam, Liverpool'da birçok İngiliz entelektüel ve bilim adamının da İslam'a geçmesine yardımcı oldu.

    BİRÇOK İNGİLİZ YAZAR VE BİLİM ADAMI MÜSLÜMAN OLDU

    Quillam'ın üniversite çatısı altında kurduğu entelektüel bir topluluk, Müslüman olmayan entelektüelleri de cezbetti ve aralarında Rowland George Allanson Allanson-Winn (Şeyh Rahmatullah al-Faruk), Henry Edvward John Stanley, Lord Abdullah Charles Edward Archibald Watkin Hamilton, Muhammed Marmaduke Pickthall gibi ünlü tarihçi, şair ve bürokratın da bulunduğu birçok İngiliz Müslümanlığı seçti. 1893 yılında The Crescent (Hilal) isimli haftalık bir gazete çıkaran Quillam 13 dile çevrilen “The Faith of Islam” (İslam İnancı) isimli kitabıyla da İslam dünyasında tanındı.

     

     

     

    HABERVAKTİM/ÖZEL


  7. Soruyu sorduktan sonra Reyhan kardeşimin yaptığı açıklama gönlümüzde hiçbir şüphe bırakmamıştı (keza soruyu elime geçen bir kitabını okumadan önce sorma ihtiyacı hissetmiştik)

    Konuyu güncelleştiren kullanıcının savunma adına ortaya attığı tez vardığımız kararda haklı olduğumuzun ikincil bir ispatı mahiyetinde.

     

    Reyhan kardeşime tekrar teşekkür ediyorum ALLAH(c.c.) razı olsun


  8. Londra'da bir konferans veren Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, İsrail lobisi üyelerinin de bulunduğu konferans salonunda Aydın Doğan'ın sahibi olduğu CNN Türk televizyonunun ?Siz, 'Kudüs'te namaz kılacağız' gibi fanteziler üreterek, Türkiye'yi uluslararası arenada zor durumda bırakmıyor musunuz?? sorusuna çok ilginç bir cevap verdi...

     

    **********************************************

    İngiltere'nin başkenti Londra'daki resmi temasları çerçevesinde İngiliz meslektaşı William Hague ile görüşen Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, önceki gün akşam saatlerinde de Kraliyet Uluslararası İlişkiler Enstitüsü'da (Chatham House) ?Yeni Dünya Düzeni'nde Transatlantik İlişkilerin Rolü? konulu bir konferans verdi. Yaklaşık 45 dakika süren konuşmasında Davutoğlu, Türkiye'nin ekseninin değiştiğine dair yorumlara katılmadığını belirterek, dünyanın ekseninin değiştiğini ve Türkiye'nin buna paralel olarak daha aktif hale geldiğini söyledi.

     

    TEHDİT EDERSENİZ, DÜŞMAN KAZANIRSINIZ

    Türkiye'nin Soğuk Savaş döneminde NATO'nun doğusunda bulunduğunu ancak yeni dünya düzeninde merkezinde yer aldığını kaydeden Davutoğlu, NATO'nun sadece askeri seçeneklerle sorunları çözemeyeceğini, bölgede ve dünyadaki sorunların ?yumuşak güç? ve diplomasiyle çözüleceğine inandığını kaydetti. Türkiye'nin ?yumuşak güç? diplomasisiyle bölgedeki sorunları çözmeye çalıştığını kaydeden Davutoğlu, Lübnan'daki cmuhurbaşkanlığı krizi, Irak'taki Sünnilerin siyasi sürece dahil olmaları konusunda yaptıkları çalışmaların başarılı olduğunu ifade etti. NATO'nun askeri gücün yanında bir de kriz bölgelerindeki sorunları çözecek diplomatik bir birime ihtiyacı olduğunu söyleyen Davutoğlu, sorunların tehditlerle değil vizyon üreterek çözülebileceğini söyledi. Davutoğlu, ?Eğer tehdit ederseniz, düşman kazanırsınız.? dedi.

     

    TÜRKİYE KİMSENİN TEBASI DEĞİL

    Batı basınında çıkan ?Türkiye'yi kaybediyoruz, Türkiye eksen değiştiriyor? yorumlarının Türkiye'ye hakaret olduğunu söyleyen Davutoğlu, ?Türkiye'yi kaybediyoruz demek, Türkiye'ye hakarettir. Bu demek oluyor ki, şimdiye kadar Türkiye'yi kendilerinden biri olarak görmemişler. Bizler teba değiliz ki kaybedilelim. Bizim aktif dış politikamızdan rahatsız olan bazı yerler bunu dillendiriyor. Ama biz çevremizde sorun olmasını istemiyoruz. Kriz çıktığında bunun faturasını biz ödüyoruz.? dedi.

     

    BATI, YAPTIRIM KARARI ALIRKEN TÜRKİYE'YE DANIŞMADI

    HAMAS'ı ateşkese Türkiye'nin razı ettiğini söyleyen Davutoğlu, İran'ın nükleer çalışmaları nedeniyle Batılı ülkelerin BM'de aldığı yaptırım kararına Türkiye'nin red oyu vermesiyle diyalog yollarının açık tutulduğunu belirtti. Davutoğlu, Türkiye'nin neden red oyu verdiğine dair yapılan eleştiriler için de, ?ABD, Fransa ve Britanya ve Türkiye BM Güvenlik Konseyi'nde dört NATO ülkesi olarak bulunuyor. Ancak ABD, Fransa ve Britanya İran'a karşı yaptırım kararı alırken bize hiç sormadılar. Oysa biz Brezilya ile birlikte İran'ı ikna ettik. Kimse bizim İran'ı ikna edeceğimizi düşünmüyordu. Bizler bölgemizde yaptırımlar istemiyoruz? ifadelerini kullandı.

     

    İSRAİL, HUKUKUN ÜSTÜNDE OLDUĞUNU DÜŞÜNÜYOR

    Türkiye'nin Filistin-İsrail sorunu konusunda Filistin tarafını tuttuğuna dair bir soruya da Davutoğlu, Türkiye'nin barış ve adaletin tarafını tuttuğunu kaydederek, ?Biz İsrail-Suriye arasında arabuluculuk yaparken, İsrail Gazze'de sivilleri öldürdü. Uluslar arası sularda Gazze'ye yardım götüren insanları öldürdü. Biz bunun için elbette adaleti savunacağız. İsrail, nasıl ki HAMAS'ın elindeki askeri Gilad Şalit'in hakkını arıyorsa, bizler de öldürülen 9 vatandaşımızın hakkını arayacağız. İsrail, hukukun üstünde olduğunu düşünüyorsa, o zaman biz karşısında olacağız. Ama uluslararası hukuka uymaya söz verirse, biz işbirliği yapmaya hazırız? dedi.

     

    YAHUDİ VATANDAŞIMIZ İLE MÜSLÜMAN VATANDAŞIMIZ EŞİTTİR

    Davutoğlu, Türkiye'de Yahudi karşıtlığının arttığına dair konferans salonundan yapılan bir yorum için de, ?Türkiye'de Yahudi karşıtlığı yoktur. Buna en başta biz karşı çıkarız. Bizim Yahudi vatandaşlarımız, Müslüman vatandaşlarımızla eşittir. İsrail, uluslararası sularda 9 Türk vatandaşını öldürdüğünde bile, kimse ne bir Yahudi vatandaşımıza dokundu ne de sinagog yaktı. Bizim kültürümüzde böyle birşey yoktur. Aynı şekilde İsrailli turistler de bizlerin misafiridir. Türkiye için bir Müslüman vatandaşı ne ise, aynı şekilde bir Yahudi ve Hıristiyan vatandaşı da aynıdır? dedi.

     

    CNN TÜRK'ÜN 'FANTEZİSİ'

    Öte yandan Chatham House'da Davutoğlu'na ilginç bir soru da Aydın Doğan'ın sahip olduğu CNN Türk televizyonundan geldi. İsrail lobisinin üyelerinin de bulunduğu konferans salonunda CNN Türk Televizyonu muhabiri Davutoğlu'na, ?Siz, Kudüs'te namaz kılacağız gibi bir fanteziyle Türkiye'yi uluslararası arenada zor durumda bırakmıyor musunuz?? şeklinde bir soru sordu. Davutoğlu ise, bunun bir fantezi olmadığını bir vizyon olduğunu iki kez tekrarlayarak şu cevabı verdi: ?Ben bu sözü 22 bakanın katıldığı basına kapalı bir toplantıda sarfettim ve diplomasi kuralları gereği de şimdiye dek bu konuda bir şey söylemedim. Bunu ne doğruluyorum ne de reddediyorum. Çünkü öyle yaparsam toplantının gizliliği ortadan kalkmış olur. Ama şunu söylemek istiyorum. Bu bir fantezi değil bir vizyondur. Doğu Kudüs Filistin'e aittir. Birleşmiş Milletler hukukuna göre orası Filistin toprağıdır ve barış süreci çerçevesinde yapılan görüşmelerde de burasının Filistin'e teslim edilmesi şartı vardır. Doğu Kudüs Filistin'e verilecektir ve biz de hep beraber burada namaz kılacağız. Aynı şekilde Hıristiyanlar da, Yahudiler de ibadet edeceklerdir. Bu bir fantezi değil vizyondur.?

     

     

     

    HABERVAKTİM.COM


  9. 87163434.jpg

     

    YİĞİT ÖLÜR ŞAN KALIR

    Batılı organizatörler için yenmişsin, yenilmişsin ne farkeder? Devlet, bayrak, millet kelimeleri kulağa hoş gelse de para etmez... Yusuf bu dalavereci adamların isteklerine boyun eğmez, çıkardığı temiz, şaibesiz müsabakalarla gönülleri fetheder...

     

    ...MIŞ GİBİ YAP!

    Batılıların güreşten anladıkları Koca Yusuf’a uymaz. Organizatörler boğuşmasını değil şov yapmasını ister ondan.

     

    ŞER MEYDANI

    Hakemler akla zarar kararlar alır, saç baş yoldururlar. Zayıf ve beceriksizler kazanmalıdır ki bahisçileri soysunlar.

    411vr.jpg

     

     

     

    TAKDİM

    Koca Yusuf’un Deliorman havalisinde, Kırkpınar’da yaptığı güreşler kulaktan kulağa anlatılır ki manzara fludur aslında...

    Ancak Fransa ve Amerika güreşleri berraktır. Batılı gazeteciler ayrıntıları kaçırmaz, fotoğraf ve çizimler de kullanırlar.

    Organizatörlerin, menajerlerin, hakemlerin, isimleri nettir. Hatta hasımlarının kaç kilo olduğu, bel, pazı, bacak kalınlıkları da geçer kayda...

    Müsabakayı kaç biletli seyirci izledi, kaç saniye sürdü, kim faul aldı, kime ihtar yazıldı, nasıl tezahürat yapıldı...

    An be an... Tafsilatıyla...

     

    Osmanlı pehlivanları sadece yazın güreşir, kışın işlerine güçlerine bakarlar. Bizde güreş geçim vesilesi değildir çoğunun bir sanatı vardır ayrıca...

    Bir gün Filiz Nurullah iki gavurcukla gelir, Koca Yusuf’un kapısını çalar. “Tanıştırayım” der “Mösyö Doblier ve Bay Petrof... Eski şampiyonlardan....”

    - Ne istiyorlar?

    - Fransa’da salon güreşleri yapılıyormuş. Büyük para teklif ediyorlar.

    - Bırak bre, ne işimiz olur parayla!

    - Ya para lafın gelişi... Önümüz kış, paslanacağız burada... Hem Türk’ün gücünü nassı duyurcaz dünyaya?

    Neyse Filiz alttan girer üstten çıkar, (biraz da Hergeleci İbrahim’in yardımıyla) Yusuf’u ikna eder sonunda.

    Vapur Bahr-i sefid üzerinde ilerlerken Doblier onlara grekoromen güreşin inceliklerini anlatır. “Belden aşağı tutma! Ayaklarını kullanma! Minder dışına çıkma!”

    Güreş değil, itişme kakışma...

    Marsilya’dan trenle Paris’e gelirler, başlarında sarık, sırtlarında cepken, ceplerinde köstek, ayaklarında yemeni ve bellerindeki sırma kuşak. Bilhassa Filiz 2.10’luk boyu ve iri cüssesi ile alâka toplar.

     

     

    kocayusufimagesnyplorg.jpg

     

    TÜRK GİBİ ZARİF

    Fransızlar onları ürkütücü değil sevimli bulurlar. Yusuf tribünlerde saçı başı açık kadınları görünce pek şaşar, sahi ne işleri vardır bunların burada?

    Organizatörler tansiyon yükseltmeyi iyi bilir, gazetelerde diledikleri haberi çıkarırlar. “Göreceğiz bakalım sultanın aslanları nasıl kükreyecek? Yoksa kedi gibi mi miyavlayacaklar?”

    Yusuf ilk elde Fransa’nın en teknik güreşçisi Fenelon’la karşılaşır. Elense ile dizletip bastırır, dakikada çevirip tuşlar. Ertesi akşam salon hınca hınç dolar, ona sürati ile tanınan Paul Fornier de dayanamaz. Danimarkalı Bek Olsen’i (ki bu göğsüne sardığı zincirleri kıran bir yarmadır) üç kere yener ardı ardına...

    Dalavereci Sabes ise ilk güreşi tatil ettirse de, diğerinde ancak 4 saniye dayanır. Bilete avuç dolusu para verenler çok bozulurlar...

    Seyircilerin gönlü hoş olsun diye onu arka arkaya iki kişiyle güreştirmeye başlarlar. Yine olmaz, 10 dakika dayanana 500 frank ödül koyarlar, rakip çıkmaz.

    Parmaklar Pol Pons’u gösterir sonunda...

    Fransa’nın efsane şampiyonu Pol Pons gerçek bir devdir, boyu Filiz Nurullah’tan aşağı kalmaz. Çınar gibi bir adamdır, serapa kas.

    Biletler çıktığı gibi karaborsaya düşer, heyecan dorukta... Pol, salona girince yer yerinden oynar görülmemiş bir tezahürat!

     

    PADİŞAH DUASIYLA

    Birkaç genç kız da “Yasef Yasef” diye bağırır o kadar.

    Tam gong vurmak üzeredir ki üç beş fesli çocuk bayrak açar. Pehlivanımız nazlı hilali görünce bir hoş olur, yeni bir güç yürür damarlarına.

    Pol Pons maç boyunca Yusuf’tan kaçar ve beraberlik kararı ile havalara sıçrar. İkinci güreşte hepten çamura yatar. Üçüncüde Yusuf’un yüzüne yumruk atar “İhtar!” Bir yumruk daha atar “ikinci ihtar”, bir yumruk daha atar ve dışarıya!

    Ama Yusuf hükmen galibiyeti kabul etmez, rakibini mindere çağırır ve eze eze yener. Canını çıkarasıya...

    Karşılarına çıkan kalmayınca aralarında boğuşur, Türk güreşini tanıtırlar.

    Abdülhamid Han onları dikkatle izlemektedir, ziyadesiyle memnun olurlar.

    Hatta Amerika’ya gitmesini de işaret buyururlar. Çünkü Amerikalılar hakka değil güce inanırlar.

     

    FIRILDAK YAP, PARA KAP

    Amerika’da güreş sirk cambazlığı gibi sunulmaktadır o yıllarda. Farz-ı misal ağzına kafes takılmış aslan ya da ayı ile boğuşurlar. Hayvanı uyuşturup mayıştırırlar o başka...

    Menajer Doublier eski bir sirk sahibidir, herkese çağrı yapar. “Ard arda üç müsabaka! İkisini kazan 300 doları al!”

    Ama kimse çıkmaz, Yusuf sıkılmaya başlar. Neticede şampiyon Roeberi razı eder, sırtını sıvazlarlar. Gazeteciler işi abartır ve Medison Square Garden’ı lebaleb doldururlar. Roeber bir süre, tazı önündeki tavşan gibi kaçtıktan sonra kendini platformdan atar. Rakibine eli bile değmeyen Yusuf diskalifiye edilir. Haydaaa!

    Bahisçiler ezici ekseriyetle Yusuf’a oynamıştır, çakallar Reober’i kazandırıp parayı bulurlar.

    Yusuf bu âlemin yabancısıdır, lakin dönen dolapları anlamakta zorlanmaz. Rakiplerine net bir teklif yapar. “Yeter ki kaçmayın, bir saat içinde üç tuş yapamazsam mağlup saysınlar!”

    Mc Cormick 7 dakika dayanabilir mesela... Tuş, tuş, tuş, tamam.

    Metropolitan Opera’da Roeber ile bir daha karşılaşırlar. Rober çirkefleşir, aşikare yumruk atar. Yusuf mukabelede bulunmasa da ortalık karışır, polisler, ıslıklar...

    Derken Jenkins... Bu zenci, hâzâ sporcudur ama... Islak sabun gibidir adamın elinden kayar. Yusuf onu yener ve mertçe güreştiği için ödülünün yarısını rakibine sunar.

     

     

     

    KÖYÜMÜN YAĞMURLARINDA

    Yusuf, Rum Heraklides’i önce 47 sonra 23 saniyede yener. Halbuki o sıra tifo olmuştur, alev alev yanmaktadır, eli ayağı tutmaz.

    Sonra Chigago’da Strangler (boğazlayan) Lewis adlı ABD şampiyonu ile karşılaşır. Hakemler anlaşmalıdır daha dokunmadan faul verir, maçı durdururlar. Yusuf lisan bilen birini çağırır. “Kazanılacak parayı rakibime veriyorum” der, “yeter ki delikanlı gibi boğuşsun, insanlar güreş seyretmeye geldiler buraya!”

    Hasmı diz, dirsek, yumruk atar, hatta ısırır. Yusuf buna rağmen onu iki defa mindere yapıştırır.

    Maçtan sonra Lewis Yusuf ‘a haber yollar. “Sen bizden üstünsün, ne yapalım ki burada işler böyle yürüyor.”

    Nerede bizim er meydanlarımız. Kıran kıran paylaşılan kozlar. Öpülesi eller, öpülesi alınlar...

    Yusuf iyice darlanmıştır, “beni yurduma yollayın”, der “boğulacağım yoksa!”

     

    041yt.jpg

     

    KABRİ OKYANUS KADAR

    Amerikalı Organizatörler Koca Yusuf için gayet lüx emniyetli bir gemi ayarlar. Ancak pehlivanımızın tahammülü kalmamıştır, iyisine kötüsüne bakmaz Fransız gemisi Bourgogne ile yola çıkar. (2 Temmuz 1898)

    O gün Atlas Okyanusuna sis çök-müştür gemi kesik kesik düdük çalarak suları yarar. Derken başka bir düdük sesi... Ve çatırtı kopar.

    Nasıl panik! Gemisini kurtaran kaptan! İtalyan tayfalar bıçaklarını çeker, filikalara kimseyi yaklaştırmazlar.

    Okyanusta kaybolanlar arasında Yusuf da vardır. Kadın ve çocuklara yardımcı olayım derken hayli vakit kaybetmiştir zira.

    Anlatılanlar doğruysa bir sandala yapışmayı başarır, ancak tayfalar başına kürekle vururlar, bırakmayınca parmaklarını budarlar baltayla.

    Şehittir İnşaallah! Mâlum, zulümle öldürülenlere ve suda boğulanlara müjdeler var...

     

     

    74537755.jpg

    • Like 2

  10. O NUR ETRAFINDA

    Peygamber halkası... Yani O Nur etrafında Sahabiler dizisi...

    Sahabi kimdir ve nedir?

    Sahabi inanmış olarak O'nu bir kerecik gören yahut O'nun tarafından bir kerecik görülmüş olan...

    Bu görüş yada görülüş isterse göz açıp kapayıncaya kadar isterse O'nun dünya hayatı boyunca olsun...

    Gözü ona yahut O'nun gözü kendisine değmiş olan her mümin sahabidir.

    Gözü ona yahut O'nun gözü kendisine bir kerecik değerek nurlananın makamıne kadar yüksektir, biliyormusunuz?

    Veliler içinde en büyüğü Sahabiler içinde en küçüğünün bindiği atın burnuna kaçan tozdan daha küçük...

    Benim buluşum değil, bu; Peygamber batını yolunun en büyüklerinden birine ait şaşmaz ölçü...

    ALLAH izin verse dünyayı bir portakal gibi ikiye şakkedici bir keramet kudretindeki veli demek istiyor ki:

    -Ben bu halimle en küçük Sahabinin bin diği atın burnuna kaçan tozdan daha hakirim.

    (Asıl mesele...)

    O'NUN BÜYÜKLÜĞÜ

    Ve bu söz en büyük kerametin üstünde... Bu sözde Sahabiden ziyade O'nun büyüklüğünü heykelleştirmek lazım... İnsanlığın gayesi ve Peygamberliğin ufku olmaya mahsus bir büyüklük ki, kendisini dünya gözüyle bir kerecik göreni, isterse dünyanın en aşağı şahsı olsun görmemiş olan en büyük insana nispetle kıyas kabul etmez dereceye çıkarıyor.

     

    (Peygamber halkası shf:7-8)

    Sahabiyi bilmek anlamak isteyen bu kitabı ardından da M. YUSUF KANDEHLEVİ'nin HAYATU'S-SAHABE'yi okumalı


  11. Bir gün bize benden evvel gelmiş Üstad Necip Fazıl.

    Bizim küçük buyur etmiş salona Üstad Amcasını.

    Ve hemen yanına bebeklerini almış konuşmuşlar:

    "Gel üstad amca seninle evcilik oynayalım sen baba ol ben anne"

    "Pekii."

    "Hadi şurasıda evimiz olsun" demiş bizim ki. Yani yemek masasının altını göstermiş.

    Bunada "Dur" dememiş Üstad. Üstadın masanın altına yani evlerine girmesini istemiş bu sefer. Sokmuş da.

    "Haydi ayaklarını uzat üstüne çocuğu yatıralım salla uyusun"

    Ben eve girdiğimde bu manzarayı gördüm. Üstad ayaklarında bebeği sallamakta.

    Kızımı haşlayacaktım ki Üstad haykırdı:

    Bu çocuk dahi azizim bayıldım. Müthiş eğlendirdi beni"

     

     

     

    adszcv.jpg


  12. Ordu neden bu kadar başarısız?

     

     

    PKK'nın son katliamı üzerine Meclis Bakanı Şahin'in Genelkurmay'dan açıklama istemesi demokratikleşmede önemli bir eşiğe işaret ediyordu.

    Tabii eğer bu talep söylem düzeyinde kalmaz ve Genelkurmay'ın bu başarısızlığının sebebi konusunda kamuoyuna açıklama yapmasında ısrar edilirse...

    Dikkat ederseniz Türkiye savunma konularını "tartışılmaz" sayan tabunun kırılması yönünde önemli adımlar atılıyor. Savunma konuları artık yavaş yavaş kamuoyu tarafından tartışmaya açılıyor. Silahlı Kuvvetler'in ilgi ve yetki alanına giren meselelerde toplum fikrini söylemeye, uygulanan politikaları eleştirmeye ve değişmesi istemeye başlıyor.

     

    Tek tek operasyonları bir yana bırakırsak, temel soru şu: Bu halk "Ortadoğu'nun en büyük ordusu"nu besliyor; yemeyip içmeyip, ona silah ve teçhizat yetiştiriyor; bütçesini sorgulamıyor; modernleştirmek için hiçbir fedakârlıktan kaçınmıyor.

     

    Peki neden 700 bin-800 bin kişilik bu dev ordu çeyrek yüzyılı aşkın bir süredir üç-beş bin teröriste karşı silahlı mücadeleyi kazanamıyor?

     

    Evet, teröre karşı mücadele sadece askeri alanda kazanılamaz; olayın uluslararası, siyasal, toplumsal, tarihsel, ekonomik boyutları olduğunu elbette biliyoruz.

     

    Ama bir de askeri boyutu olduğunu inkâr etmiyorsak, konunun diğer boyutlarında yapılan hataları ya da eksiklikleri bahane göstermeden, askeri boyutta neden bu kadar başarısız kalındığının da izah edilmesi gerek.

     

    Deprem evlerimizi yıktığı zaman mühendislerin mimarların işlerini iyi yapıp yapmadıklarını tartışıyor, hatta kimilerini mahkemelerde yargılıyoruz. Hastamız ameliyat masasında kaldığında cerrahın ustalığını sorguluyoruz. Bu savaş 30 yıldır bir türlü bitirilemiyorsa, çocuklarımız 30 yıldır sapır sapır ölüyorsa komutanlarımızın savaş yönetme ustalığının da sorgulanmasından daha doğal bir şey olabilir mi? "Bu ölümler kaçınılmaz mıydı, yoksa önlenebilir miydi? Hata neredeydi; istihbarat mı, planlamada mı, taktikte mi; yoksa işin esasında mı?" diye sorup doyurucu açıklamalar beklemek hakkımız değil mi?

     

    Aslında bu soruların cevabı verilmedi değil, verildi ama ordu yetkilileri tarafından değil, birtakım başka uzmanlar tarafından... Ne var ki, askeri meseleleri sadece kendilerinin bildiğini sanan ve dışarıdan gelen her eleştiriyi "orduyu yıpratma çabası" olarak algılayan ve kulak vermeyi gururuna yediremeyen Genelkurmay tarafından asla değerlendirmeye alınmadı.

     

    Aşağıya alacağım satırlar artık hepimizin yakından tanıdığı Doçent Sedat Laçiner'e ait. Laçiner'in söylediklerinin özel bir önemi var. Çünkü o bu konuda uzman... Uluslararası Stratejik Araştırmalar Kurumu'nun başkanı; ayrıca İRA terörü, Ermeni meselesi, Türkiye-AB ilişkileri, Irak Savaşı ve Türkiye üzerine yayınlanmış kitapları var. Bakın, Laçiner 2007 yılında Neş'e Düzel'le yaptığı söyleşide teröristlerle yapılan savaşın neden başarısız olduğunu, dahası böyle giderse hep başarısızlığa mahkum olduğunu nasıl anlatıyordu:

     

    "Terörist sivrisinek gibidir. Ordu ise dev bir balyozdur. Türkiye elinde balyozla sivrisineğin peşinde koşturuyor. Siz sivrisinek olsanız, balyozdan korkar mısınız? Korkmazsınız. Balyozun üzerinize isabet etme ihtimali çok düşüktür çünkü. Bu yüzden sivrisinek insanın devamlı orasına burasına konup kanını emmeye çalışır ki, balyoz insanın kendisine vursun. (...) Doğu'da 250 bin asker var. Değil 250 bin, 2 milyon asker yerleştirin, terörist gene gelir bombasını atar. Bir ili, 50 kişiyle terörize edebilirsiniz. Çünkü ordular hantaldır. Orduyla iç güvenlik sağlanamaz. Siz 10 bin kişiyi oradan oraya sevk ederken, 50 kişi ıslık çalarak başka bir yere gidiyor. (...) Mesela Gabar Dağı'nın adı çok geçiyor. Bu dağda şu anda 35 PKK teröristi var. Bu resmi rakamdır. Peki, biz bu dağın etrafında kaç kişi bulunduruyoruz biliyor musunuz? Dağın etrafında 10 bin kadar askerimiz var bizim. Cudi Dağı'na gelelim... Orada da 100 civarında PKK teröristi var. Oysa bir

     

    dağa hâkim olmak için binlerce insana ihtiyacınız yok. O dağa işini iyi yapan, komando eğitimi almış, SAT türü 35-100 James Bond gönderirsiniz, işi bitirirsiniz. Ama gönderilmiyor."

     

    Bu arada, Batı'da teröristle mücadeleyi orduyla yürütmeye çalışan tek ülkenin de Türkiye olduğunu öğreniyoruz Laçiner'den. "Terörle mücadele" ve "teröristle mücadele" kavramlarını birbirinden ayıran Laçiner bu konuda şöyle diyor:

     

    "Batılı ülkeler, teröristle mücadeleyi asla orduyla yapmıyorlar. Polisin içinde bir birim kuruyorlar. Kuzey İrlanda'da biraz orduyu işin içine soktular, sonuç felaket oldu. Sonra yeniden profesyonel güçlere döndüler."

     

    X x x

     

    Gördüğünüz gibi Laçiner'in 2007'de söyledikleri hâlâ güncelliğini koruyor. Teröre karşı askeri mücadelede hâlâ sivrisineklerin peşinden elimizde balyozla koşuyoruz. Askeri başarısızları sorgulayanlar yine ordu düşmanı ya da vatan haini damgası yiyor. Genelkurmay her saldırıdan sonra yine ordunun terörle mücadeledeki azim ve kararlılığından bahsediyor.

     

    Ve kan oluk oluk akmaya devam ediyor.

     

     

    21/06/2010


  13. Selamlar

     

    "ALLAH(c.c.) ile kula arasına girilmez" tabiri günümüzde manevi manada "herkes kendi yaptığından sorumludur" "kimse kimsenin yaptığı ibadetlere karışamaz." anlamında kullanılmakla birlikte ALLAH(c.c.)'a inandığını söyleyen insanların sorumluluklarından sözde kurtulmak için önce uydurdukları sonra kendileri bile inanmaya başladıkları basit bir safsatadan ibaret.

    Bu kafa yapısındakilere göre her koyun kendi bacağından asılır

    ama bilmezler ki o koyun bir müddet sonra kokar ve etrafındakiler tarafından ya terk yada tardedilir...

    • Like 1

  14. Selamlar...

     

    Anlayamadığım tesettürü neden namaz gibi görmüyor(göremiyor)uz

    Her ikiside Rabbimizin buyruğu değil mi?

    Tabii iş aynı görmekle de bitmiyor.

    Malum devrimiz artık namaz kılan ile kılmayanı ayırt etme mevzuunda enaz tesettür kadar riyakar.

    Misal;

    bir adam sahtekar bir tüccar ise (sanki aynı zamanda hacı olması gerekiyormuş gibi) sorgusu yapılır çok küçükde olsa İslama ve müslümanlara özgü bir eylemi farkedilirse etiket peşinen yapıştırılır. Hemde bire bin belkide milyon katılarak ağızlara sakız nevi servisedilir;

    "-bizim orda ....'cı bir hacı var beş vakit namazını geçirmez ama ne kadar sahtekarlık ne kadar dalavera var onda..."

     

    Gariptir ki; bu misaller tesettürde dahil olmak üzere İslam yaşantıları çerçevesinde alabildiğine şişirilerek genişçe bir yelpazede yayıldıkça yayılırken, saf ehlisünnetin aklına bu genellemenin başka bir kurum-birliktelik-din-cemah için (bu şiddette)uygulanmıyor olması soru işareti uyandırmaz.

     

    Kanaatimizce İslamı lekeleyen; O'nu temsiledenlerin arasında ki kötü örneklerin değil İslama karşı art niyetli olan belli zümreler ve onların tuzaklarına düşmüş bilinçsiz insanlar.

    Bu yüzden .......... şartlarda takılamamalı demek bir yana takılmalı dememeyi bile kabullenemeyiz

    Zira ilahi buyruktur...


  15. Cafcaf Mizah Dergisi, Cahit Zarifoğlu'nun vefat yıldönümüne denk gelen 39. sayısında Zarif bir köşe hazırladı. Zarifoğlu'nun ardından söylenenler, çocukları ile olan zarif ve ruh yoğuran ilişkisi, babasına karşı nezaketi gibi hatıra ağırlıklı muhtevalara sahip olarak çizilen kompozisyonlar bizleri şahane bir Zarifoğlu yolculuğuna çıkarıyor. Gönül isterdi ki, Zarifoğlu'nun Üstad ile olan münasebetlerinden de bir anektod çizgiye dökülmüş olsun. Dergiyi incelemediğim için böyle bir kare olup olmadığını bilemiyorum, elinde bu ayın dergisi olan arkadaşımız varsa ve bizleri bu hususta bilgilendirirse memnun oluruz.

    internette paylaşılan bu güzellikten herkes nasiplensin. Bilhassa 9. kareye dikkat.

     

     

    Ayrıca bu zarif köşenin Üstadca versiyonunu da isteriz.

     

    Bu konuyu okuduktan sonra iş çıkışı bir dergi aldım.

    Malesef üstada dair birşey yok derginin bu sayısında.

    Ama güzel bölümleride yok değil...

    Önümüzde ki sayıların muhtevasında Üstad olsa vede o güzel bölümlerden en nadidesini onun çizgiye dönüşmüş fikri doldursa...

    Güzel olur elbet!


  16. selamun aleyküm

    önceki mesajımızdan sonra bahsettiğimiz mekanın telefonunu epey bir uğraşımıza rağmen bulduk

    Necip Fazıl Kısakürek Okuma Salonu Trabzon Belediyesine ait özel olmayan bir mekan

    Şuan için okuma salonunun sorumlusu

    bir üstad sevdalısı Tamer AYAN beyefendi

     

    kendisiyle görüşmemizde öncelikle kendimizden bahsettik sonra salonu sorduk ve reyhan kardeşimizin bahsettiği düşüncelerimizden bahsettik çok sevindi memnun olacağını ve zevkle kabul edebileceğini söyledi

    buna ek olarak biz kendilerinden ellerindeki Üstada ait eserlerin listesini rica ettik

    amacımız eksik olan varsa hediye paketimize eklemek idi...

    ancak bunu ısrarlarımıza rağmen bazı sebepler beyan ederek reddetti

    bizde yalnızca, böyle bir mekanda kendi birliğimizin varlığını oraya giden insanlara duyurmak adına ayraç vb. göndermekle yetinmek zorunda kaldık

     

     

    ayrıca tamer beyden ricamız üzerine salonun fotoğraflarınıda tedarik ettik

    bunun içinde ayrıca teşekkür etmek isteriz sitemiz adına

     

     

     

    44284995.jpg

    76546599.jpg

    49001185.jpg

    33975160.jpg

    73831843.jpg

×
×
  • Create New...