Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]

onüç

Admin
  • Content Count

    500
  • Joined

  • Last visited

  • Days Won

    8

Posts posted by onüç


  1. İkinci Dünya Savaşı'na girmeliydik

     

     

    Aramıza yeni katılan değerli bilim adamı ve yazar Süleyman Yaşar'ın zikrettiği şu cümle kulağınıza küpe olsun: "Eğer yeni dünya düzeninin kurucularından biri olmak istiyorsanız, dünyanın sorunlarıyla uğraşacaksınız."

    Yok öyle hem kabuğuna çekilip hem de "yurtta şu, dünyada bu" diye politika üretmek...

    İspanya ile, Brezilya ile, Rusya ile ortak adımlar atacaksınız. Oradan oraya koşacaksınız, seğirteceksiniz. Dışişleri Bakanı Türkiye'yi özleyecek, bir süredir ayak basamadığı için...

    "Başbakan'ın taa Washington'da ne işi var" diye akılları sıra muhalefet yapan zavallı küçük insanlar da çatlaya çatlaya seyredecekler.

    Türkiye, Özal'la başlayan "kabuğunu kırma" döneminde yepyeni bir aşamaya geçti.

    Karşı çıkan, "memleketin dövizleri çarçur oluyor" zihniyetiyle bizi gene Kapıkule'nin bu tarafına hapsetmek isteyen zavallı küçük memur kafasıdır. Bu kafa Türkiye'nin hep elini kolunu bağlamıştır.

    Fakat artık "otarşi" politikası, yani kendi kendine yetme, kendi yağıyla kavrulma politikası tarihe karışmıştır.

    Bize cevap vereceği yerde satır arasında hakaret etmekten başka çare bulamayan sevgili dostumuz Zülfü Livaneli'nin deyimiyle "Ankara rejimi" bitmiştir.

    Örneğin yeni rejim artık vatandaşlarına "kolay pasaport veren" ve onların yurt dışına çıkışlarını kısıtlamayan bir rejimdir. Dış politikayla ne ilgisi var mı diyorsunuz? O kadar çok ilgisi var ki, bir paranın arka yüzü gibi...

    Dünyada söz sahibi olmak istiyorsanız, dünyaya "bulaşacaksınız"... Dünya meselelerine "fiilen müdahale" edeceksiniz.

    Kalkıp Gazze'ye yardım götürmek ve İsrail ordusu tarafından öldürülmeyi göze almak da bunun bir yoludur, hem de onurlu bir yoludur.

    İspanya İç Savaşı, 1936'dan 1939'a kadar iki yıl sekiz ay sürdü. Dünyanın dört bir yanından hem aydınlar, yazarlar, çizerler hem de sıradan insanlar, kendi ordusu tarafından saldırıya uğrayan genç İspanyol Cumhuriyeti'ne yardıma koştular. Dövüştüler, öldürdüler ve öldüler.

    Öte yandan Alman ve İtalyan birlikleri de karşı cephede, faşistlerin safında çarpıştılar.

    Onlar da öldüler ve öldürdüler.

    Türkiye ne yaptı? Hiçbir şey.

    Önce şaşırdı, İspanya'da "cumhuriyetçilerle milliyetçiler" çatışıyorlardı, nasıl işti bu? Biz hem cumhuriyetçi hem de milliyetçi değil miydik canım?

    Sonra da ilgilenmedi. Dönüp bakmadı. Ankara böyle istiyordu. Bir tek Türk, Allah için, ilaç için bir tek Türk, İspanya'ya gitmedi.

    Oysa taa 1871 yılında, Paris Komünü ayaklanmasında bile üç Türk vardı, o sıralarda Paris'te öğrenci olarak bulunan Reşat, Mehmet ve Nuri Beyler!

    İkinci Dünya Savaşı'nda da çok ustalıklı bir denge politikası izledik, savaşa girmedik, değil mi? Oysa girdik, ama iş işten geçtikten, savaşın sonu belli olduktan sonra ve yalnızca "kâğıt üzerinde"...

    Çünkü Almanya'ya savaş ilan etmemiş olan devleti yeni kurulacak Birleşmiş Milletler'e almıyorlardı. (BM, "global" bir topluluk değil, "Almanya'ya karşı çıkmış ülkeler" topluluğudur.)

    Niçin, göstermelik de olsa, bir tümen düzeyinde de olsa, hiçbir Türk birliği çarpışmamıştı, örneğin İtalya'da, Polonya ve Çek birliklerinin yanında? Niçin hiçbir Türk kuvveti Batı Trakya'ya yürüyüp Yunan halkının yardımına koşmamıştı?

    Yunan halkının elinden o zaman tutsaydık, sonradan Kıbrıs sorunu çıkar mıydı? ("Oraları alsaydık" gibi bir yaklaşım içinde değilim, yanlış anlaşılmasın.)

    Çok değil beş sene sonra Kore'ye asker göndermek için yırtınacak Türkiye, niçin "vakitlice" demokrasinin ve özgürlüğün safında, ezilen halkların yanında yerini almamıştı? O zaman Stalin bizden o kadar kolaylıkla toprak ve üs isteyebilir miydi, kendi müttefikinden?

    Kokmayacaksın, bulaşmayacaksın, sonra da sana bulaştıkları zaman ağlamaya koyulacak ve gidip Amerika'nın kucağına oturacaksın...

    Şimdi de "Araba çoraba" iğrenerek bakacak ve sonra da "Ortadoğu'yla ne ilgimiz var yahu" diye şaşacak mısın?

    Unutma, Türkiye artık Somali'ye, Bosna'ya, Afganistan'a "asker gönderen" bir ülkedir.

    Bitti sizin rejim, bitti... Baksana, artık sakallıları ve başörtülüleri bile Orduevi'ne sokuyorlar.

    Her şey değişti, sen uyu..

     

     

     

    http://www.sabah.com.tr/Yazarlar/ardic/201...ina_girmeliydik


  2. Gülen Hocaefendi ve Seyfi Dede!..

     

    Eski CHP’li ya da SHP’li fark etmez; Adalet Bakanlarından Seyfi Oktay’ın kimin nereye getirileceğini, kimin ayağının kaydırılıp hangi alçak ve hangi yüksek mevkiden nasıl bir sonuç çıkacağını tayindeki etkinliğine hayret ediyor musunuz?

    Bakanlığının üzerinden uzun yıllar geçmiş bir adamın, hâlâ emir verme, yönlendirme, adam tayin etme gücüne sahip olması sizi şaşırtıyor mu?

    “Adalet Bakanlığı nice zamandır kemalist-solcuların elinde değil. AK Parti, neredeyse on yıldır tek başına, hem de kahir ekseriyetle ‘iktidar’da... Nasıl olur da Seyfi’nin borusu öter!” dediğiniz oluyor mu?

    Sizi bilmem...

    Ben olan bitene şaşırmıyorum.

    Adalette kemalist solun borusu öter!..

    Daha da netleştireyim mi meseleyi:

    “Mezhepçi sol”un borusu öter!..

    Sporda, sağlıkta, medyada, tarımda, enerjide, şurada burada...

    AK Partililer, Saadetliler, muhafazakârlar, dinciler, imancılar...

    Her yerde var olsalar da, sayıca denkliği sağlamış, hatta çoğu yerde çoğunluk haline gelmişlerse de...

    Bu çoğunluğun pek hükmü yoktur!..

    Mezhepçi sol; -sebebini irdelemek sosyologlarımıza düşer- sürekli olarak dayanışma halindedir.

    Birbirleriyle uğraşmazlar, bizlerle uğraşırlar!..

    Orada da çıkarlar, beklentiler söz konusudur elbet...

    Lâkin birbirlerini yiyip bitirmezler...

    (Belki de “şehirli” bir topluluk olmasındandır); grup çıkarlarını koruyup geliştirmenin beraberinde fert çıkarlarını koruyup geliştirmeyi getireceğine inanırlar.

    Mezhepçi sol, sık sık “takdir” törenleri yapar...

    Onlar, “bizlerden” farklı olarak, sadece ölenleri değil...

    Yaşayanları da takdir ederler!..

    Mesela; mezhepçi solun elindeki Ankara Barosu, mesleğe uzun yıllar hizmet vermiş mensupları için “taltif” etkinlikleri düzenler...

    Onlar ölümü beklemezler!..

    Tıpkı Siyonistler gibi, grup dayanışması ile birbirlerini yükseltmek için uğraşırlar.

    Ses kayıtlarını takip ettiğimizde görüyoruz ki; eski bakan olmasına rağmen Seyfi Oktay’ı “dede”leriymişçesine baştacı etmeyi sürdürüyorlar.

    Makamlar, mevkiler, koltuklar gitse de; dava arkadaşlığı bâki kalıyor...

    Adamların bildikleri o ki; bugün Seyfi Oktay’a hürmet göstermeyen, yarın hürmet görmemeye müstahaktır!..

    Bugün Seyfi Oktay’ın emirlerini yerine getirmeyen mezhepçi, koltuğundan uzaklaştığında hükümsüz kalacaktır!..

    Orada işler böyledir; iktidarlar değişir; güç dengeleri ise “aslında” değişmez!..

    “Sağ” denilen takımı şartlar ve kişisel gayretler bir yerlere getirir...

    Lâkin bu, temelleri sağlam atılmış bir yükseliş değildir; koltuğa bağlıdır, koltuk gider, güç biter!..

    Gücün daimi olması için dayanışma ruhuna ihtiyaç vardır.

    Mezhepçi sol ve Siyonizm, bunu sağladığı için...

    Ve “adamını” yiyip bitirmeye değil; birlikte yükselmeye gayret ettiği için, iktidarlar değişse de iktidardadır!..

    Ergenekon rüzgarı gelip geçer, her rüzgar gelip geçer...

    Önemli olan geride kalandır...

    Açıkça ifade edeyim; AK Parti iktidardan gidecek olsa, bugünün çoğu “sıkı” AK Partilisi başka kapı arar!..

    Gidenlerin önemli bir bölümü de, üç yerine beşi buldum mu...

    Anında satar!..

    İklim bu olduğundan, yerine gelenin, kalan AK Partilileri silmesi de en fazla bir yıl alır!..

    Seyfi Oktay’a kızın...

    Mezhepçi sola kızın...

    “Memleketi ne hale getirdiler” deyin...

    Beddua da edin...

    Lâkin, içe bakmayı da ihmal etmeyin!..

    Allah herkesin “müstahak”ını verir!..

    GÜLEN HOCAEFENDİ’YE HÜCUM!..

    “Gazze”ye yardım organizasyonuna dair bir beyandan dolayı Gülen Hocaefendi ile diğer Müslümanlar arasında fitne çıkartmak; çıkmış fitneleri de büyütmek isteyen güçlerin oyununa gelmeyelim!..

    Ben Gülen Hocaefendi’nin (değerlendirmelerinin bir bölümüne katılmasam da) samimiyetinden asla şüphe etmiyorum...

    Ona tepki gösteren kardeşlerimin de önemli bir bölümünün samimiyetlerine şahitlik ederim...

    Birileri yekvücut hareket ederken, kardeşlerimizin birbirine düşmesi akıllı işi olmaz.

    Demem o ki;

    Uzatmayııııın!..

    Bir de şu:

    Gülen Hocaefendi hareketi, “bu camianın” köylülükten şehirliliğe ulaşmayı ve kaliteli işler yapmayı başarmış yegane organize akımıdır...

    Seyfi Oktay zihniyetiyle başa çıksa çıksa, bu kardeşlerimiz çıkar!..

    Unutmayın!..

    Son olarak:

    Adamlar Seyfi Oktay’a sahip çıkıyor; ben Hocaefendi’me hücum mu edeyim...

     

    DUAM!..

    Önceki gün, Sayın Ali İlkbahar’ın ziyaretine gittim.

    Ankara Halk Ekmek’in Genel Müdürü İlkbahar’ın Özal döneminde siyasete başladığını, sonraki dönemlerde “Fazilet” mücadelesine önemli katkılarda bulunduğunu ve Ankaralının “kanserojen ekmek”ten kurtulmasına vesile olduğunu bilirdik...

    Lâkin, “iyi bir şair” olduğundan habersizdik.

    Onun sanatı toplum için; son şiirlerinden birinde, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ve Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın hangi engelleri aşarak bugünlere geldiklerini ve hangi reformlara imza attıklarını gayet veciz bir şekilde ortaya koymuş...(*)

    Ve şiirini şöyle bitirmiş:

    “Eller duada;

    Ya Rabbi bu insanları koru.

    Ya Rabbi bu insanları muzaffer kıl.

    Bu senin dünyadaki

    Son ordun.”

    Klasik bürokrat tipi tarihe karışıyor, ne güzel.

    Ben, bürokratın akıllı, imanlı, cesur ve ince ruhlu olanını severim.

    Yolun açık olsun, Sayın Ali İlkbahar...

    • Like 1

  3. Salak asker ve dallama köşe yazarları

     

     

     

    İHH Başkanı Bülent Yıldırım, Furkan'ın babasına dönüp, 'Üzülme Ahmet abi!' dedi, Fatih Camii'ndeki cenaze namazına müteakip yaptığı konuşmada, 'Şehit olmak ona nasip oldu?'

     

    Furkan, daha 19 yaşındaydı.

     

    Birçok dilden, dinden, ulustan barış gönüllüsünün yer aldığı 'Mavi Marmara' gemisinde şehit düşen 9 Türk vatandaşından biriydi.

     

    Ve?

     

    Nikaragua hükümeti, uluslararası sularda 9 Türk'ü katlettiği için 'İsrail terör devleti'yle olan tüm diplomatik ilişkileri kesti.

     

    Ne ki, Türkler dururken bize ne oluyor diyen birine henüz rastlanmadı Nikaragua'da.

     

    Gelgelelim, Türkiye'de mebzul miktarda köşe yazarı, 'Araplar dururken bize ne oluyor da, Filistinliler için rahatımızı bozuyoruz?..' diyebiliyor!

     

    Bu kafaya göre işbirlikçi Araplar gibi olmalıyız.

     

    Anlaşılan, her konuda aşağıladıkları Araplarla, işbirlikçilik dolayımında kafaları uyuşuyor.

     

    Bu efendilerin nezdinde Arap'ın işbirlikçisi makbul.

     

    Demek ki, Hamas'tan işbirlikçi olmadığı için bu denli nefret ediyorlar.

    Halbuki mesele Hamas meselesi değildir.

     

    Mesele ırk, din, dil meselesi de değildir; insanlık meselesidir. Toplama kampına dönüştürülen Gazze'de çocuklar gıdasızlık ve ilaçsızlıktan ölürken susmamaktır yani.

     

    Afrika'dan Asya'ya kadar her kıtada, her ülkede, velhasıl her yerde bir garip, bir yetim, bir afetzede görse imkanları nispetinde yardıma koşan bir kuruluş İHH.

     

    Bu yardım kuruluşunun başkanı, Türkiye'nin ve bütün dünya mazlumlarının gururu Bülent Yıldırım, İsrail'den döner dönmez ayağının tozuyla şunu söyledi:

     

    İsrailliler de Gazze halkı gibi yardıma muhtaç olsa, hiç düşünmeden onların da yardımına koşarız.

     

    Budur işte.

     

    Sayın dallama köşe yazarlarının Hamas PKK karşılaştırması da, İsrail terör devletinin adi bir propagandasından ibarettir.

     

    Bu alçak ve zelil karşılaştırmanın neresinden tutsanız elinizde kalır, iyisi mi geçelim.

     

    Önemli olan şu:

     

    Dünyanın öbür ucundaki bir ülke, Nikaragua, uluslararası sularda insani yardım gemisine saldırarak 9 Türk'ü katleden 'İsrail terör devleti'yle tüm diplomatik ilişkileri kesti.

     

    Bu tavırdan sonra gerçekten de hiçbir şey eskisi gibi olamaz.

     

    Hem İsrail'e demediğimizi bırakmayıp, hem de diplomatik ilişki sürdüremeyiz.

     

    Madem her şeyin bir bedeli olduğuna inanıyoruz, bu böyle!

     

    Hele o askeri ihaleleri, insansız uçakları falan duymak bile istemiyoruz. (Hepsinden geçtik, Nikaragualıların yüzüne bakamayız be!)

     

    Dünyanın hiçbir ülkesi, uluslararası sularda sivil ve savunmasız vatandaşlarını katleden bir ülkeyle diplomatik ilişki sürdürmez.

     

    Yardım gemisindeki barış gönüllülerine saldırmayı, yaralamayı, öldürmeyi haklı görenlerle neyin ilişkisini sürdüreceksiniz Allah aşkına?!

     

    Bu ırkçı Siyonistlerin kafa yapısını hâlâ anlayamadınız mı?

     

    Antisemitizm heyulasına da olur olmaz yere cevap yetiştirmekten vazgeçin.

     

    İsrail terör devleti öldürecek, siz özür dileyeceksiniz; istedikleri bu! Aksi takdirde mahut heyulanın tasallutundan kurtulamazsınız.

     

    Yusuf Armağan'ın 'tvnet'teki programında geçen gün anlattığım fıkra, bu teröristlerinin kafa yapılarının göstergesidir:

     

    Türkiye'de yükselen öfke selinden etkilenen İsrail terör devlerinin salak bir askeri, vaktiyle Deir Yasin katliamına bilfiil katılan dedesinin yanına seğirtir.

     

    'Dedeciğim, Türklerle aramızda savaş çıkarsa ne yapacağım?..'

     

    'Ne yapacaksın evladım; bulduğun Türk'ü öldüreceksin. Ama çok da kendini yorma, terleyip de hasta olma! Bir Türk öldür dinlen. Bir Türk öldür, sonra yine dinlen?'

     

    'İyi de dedeciğim, ya bir Türk beni öldürürse?..'

     

    'Niye öldürsün evladım, biz Türklere ne yaptık ki?!..'

     

     

    http://yenisafak.com.tr/yazdir/?t=04.06.20...amp;y=SalihTuna


  4. Her sanatçı ve düşünür eserlerinin aynasında seyredilerek anlaşılır. Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri, 'Beni görmek isteyenler Risalelere baksın', diyor. Onlarla konuşup görüşmek, benimle konuşup görüşmektir, demeye getiriyor.

     

    Bir sanatçı ve düşünür için eser; bir muhasebedir, murakabedir, mefkûredir; bir teşhis ve tespittir. Yol açma ve yol göstermedir. Yazar, bu fani âlemden göçtükten sonra eserleri göreve devam eder. Necip Fazıl da öyle. Bakın çok eski, 31 Mart 1939 tarihli bir yazısında neler diyor:

     

    "Bizi yalnız memleketimizde değil bütün dünyada tarihin en azametli hadisesi doğurdu: Büyük Harp.

     

    Biz, elden giden imanlar, kaybolmuş muvazeneler, ürpertici icatlar, korkunç tecrübeler nesliyiz.

     

    Biz, ruhları vecd yerine takallüsün, iman yerine şüphenin, aşk yerine şehvetin, düzen yerine kargaşalığın sardığı zamane nesliyiz.

     

    Kader, bizim ibda hamlemizi fıkır fıkır hoplayan zelzeleli bir toprak üstünde bina yapmaya kalkmak kadar çetin bir muamma karşısında bıraktı.

     

    Onun için bizi uyku değil, uyanıklık; yatak değil, kaldırım; tokluk değil, açlık; sıhhat değil, maraz; selim âdet değil, sakat huy; tek kelimeyle huzur değil, ıstırap emzirdi.

     

    Biz, yaşlılarını cephede, dayanıksızlarını cemiyette kurban vermiş ve tarihin en müthiş eleğinden geçmiş, zirve kıymetler ve zirve kıymetsizlikler nesliyiz.

     

    Biz nesil seviyesi olarak öyle inişli çıkışlı bir grafik resmettik ki, halimize dikkatle göz atan bir sismografya kartonuna bakmış gibi, yirminci asır sosyal zelzelelerinin yalnız tarafımızdan kaydedildiğini anlar.

     

    Gümbür gümbür yıkılan sosyal kıymetlerin cehenneminde bütün bir nesil yanarken, o cehennemden sağ salim kurtulabilenler, mev'ut cenneti inşa edecek olanlardır."

     

    Necip Fazıl, bir nesil ukdesiyle karşı karşıyadır. Bu düğüm çözülmeden hiçbir düğüm çözülemez. Çünkü, "Dünya kadar gelen şartlar, ayak ucumuzda yeni bir nesil protoplazması hazırladı. Bugünkü (3 Nisan 1939) lise çocuğunun temsile başladığı bu protoplazma, bir iki sinema artistinden başka kahraman tanımayan, futboldan gayrı herhangi bir hadiseyi mefkûreleştiremeyen, evinde ve mektebinde hiçbir telâkki ve ahlak murakabesi yaşamayan;

     

    Bilmeyen, duymayan, düşünmeyen;

     

    Düne, bugüne ve yarına bağlı olmayan;

     

    Bütün hayvani ilcalarıyla baş başa;

     

    Yeni bir adam tohumu...

     

    Bu tohum kök salar ve nesilleşirse dava kazanılmış değil, kökünden kaybedilmiş olacaktır."

     

    Kendi ifadesiyle hiçliğe doğru uğul uğul akan bir cemiyette bu düğüm nasıl çözülür? Cemiyet ah cemiyet yok eden güruhuyla; cemiyet ah cemiyet yok edilen ruhuyla" diye yakındığı bu derdin üstesinden nasıl gelinecekti? Böyle bir cemiyette mefkûre nasıl boy atar? İslam ideologyasını güneşli bir gök, cemiyetini bu gökten ısı ve su alan bir bir toprak, fikir ve sanat adamını köklerini bu toprağa salarak meyve veren bir ağaç olarak düşünen Necip Fazıl, göklerin kül rengi bulutlarla kapanık, cemiyet toprağının çorak ve dolayısıyla tohum kabul etmez bir durumda bulunduğunu görüyordu. Tohum piyesi tutmamış, Ağaç dergisi devam etmemiş, Bir Adam Yaratmak cehdi Çile'yle bitmişti. İş, çetinlerden de çetindi.

     

    "İnsanları benzetişle değil, tam vâkıa olarak, kendilerinden habersiz, gidip gelen ölüler halinde görüyorum..."(O ve ben, s.114) diyen Necip Fazıl, "Siz hayat süren leşler, sizi kim diriltecek!" diye haykırıyor, çıkmaz sokaklara sapan kalabalılara sesleniyordu.

     

    Efendimden aldığım nurla yepyeni bir gençlik yuğurma merakı, ben de, 1942'de başladı, diyen üstad, etrafında halkalanan gençlerle yapılan tarih, millet ve nefs muhasebelerine devam eder. Onun için dava, Anadolu'lu gençlerden, her biri "portör-ulvi aşıyı taşıyıcı ve bulaştırıcı" bir aşk kadrosuna maya tutturabilmekti. Ceblerde kaybedilen ve asırlardır dışarıda aranılan güneşi bulup çıkaracak, yerine oturtacak, her şeyi ilk saffet ve asliyet vahidine irca edecek, hasis fert kadrolarında eskitilmiş ve pörsütülmüş manalarla hiçbir alaka kabul etmiyecek, mutlak hakikat ölçüsüyle aklın hakkını akla ve kalbin hakkını kalbe verecek bir gençlik... Vecdiyle, estetiğiyle, ahlakiyle, ideolojisiyle sımsıkı merkeze bağlı, solmayan renk ve geçmeyen ânın, ezel kadar eski olduğu için, ebed kadar yeni dâvanın gençliği..."

     

    Necip Fazıl Kısakürek, bir devrin çilekeş mimarlarındandır. Ama o mimarisini tamamlayamadan gitti. Yeni bir cemiyet inşasında Necip Fazıl yalnız değildi. Bediüzzaman'ın kendisi için, "Seni Nur Risalesine 40 yıl hizmet etmiş (sene sayısını tam hatırlamıyorum; daha az veya daha çok olabilir) kabul ediyorum!" dediğini söyler. Necip Fazıl'la Bediüzzaman'ın bu buluşması 22 Ocak 1952'de Gençlik Rehberi'nin İstanbul Ağır Ceza Mahkemesinde yargılanması münasebetiyle İstanbul'a gelişinde gerçekleşir. İki Üstad da Gençlik peşindedir. İki Genç Ruh, tek ideal davanın iki ayrı kahramanıdır. Yollar, usuller farklı da olsa gaye tektir. Allah'ın davası için yepyeni bir Gençlik örmektir.

     

    Bu hedefe ulaşıldı mı, dava gerçekleşti mi, o da ayrı bir yazı konusu.

     

     

    http://yenisafak.com.tr/Yazarlar/?t=06.06....p;y=MehmetDogan

    • Like 1

  5. İmtisal-icahid-ü fillah oluptur niyetim,

    Din-i İslam'ın mücerred gayretidir gayretim.

    Fazl-ı Hakk-u himmet-i cünd-i ricalullah ile,

    Ehl-i küfrü serteser kahreylemektir niyyetim.

    Enbiya vü evliyaya istinadım var benim,

    Lütf-u Hak'dandır hemen ümmid-i fth-ü nusretim.

    Hamd-ü lillah var gazaya sad hezaran rağbetim.

    Ey Muhammad!.. Mücizat-ı ahmed-i muhtar ile,

    Umarım galib ola A'da-yı dine devletim.

     

     

    Fatih SULTAN MEHMED HAN


  6. One Minute' diyerek saldırmışlar

     

    Askerlerin kendilerine ‘One minute' diyerek saldırdığını anlatan Hakan Albayrak, bir Yunan aktivistin kendisine “Papandreu bize sahip çıkmaz. Sizin başbakan bize destek olsun” dediğini aktardı...

     

     

    Türkiye'yi en büyük düşman görüyorlar

    HAKAN ALBAYRAK: “9 şehit verdik. Onların kanının bereketiyle dünyada çok önemli bir taş yerinden oynadı. Atmosfer değişti çok büyük bir devrim oldu. Direndik, canlı kalkan olduk. Yaralıların yaralarına bastılar ‘one minute' diye bağırarak. Yine ‘one minute one minute' diyerek saldırdılar büyük bir nefretle. Anladığım kadarıyla en büyük düşman olarak Türkiye'yi görüyorlar. Doğrusu ben bundan da memnunum, çünkü İsrail dünyada alçaklık adına ne varsa hepsini temsil ediyor. Onun karşısında olmak insanlığın, vicdanın, adaletin yanında olmaktır.”

     

    Asker köpeklerinin ağzı kan içindeydi

    ÖZLEM ŞAHİNERMİŞ: “ 4 tane erkek arkadaşımızın yerde kanlar içinde yattığını ve başındaki köpeklerinden ağzından kanlar aktığını gördüm. Ben görmedim ama bizim yanımıza gelen bir İsrailli kadın milletvekili, kendisinin 12-14 arasında şehit olmuş arkadaşımızı gördüğünü söyledi. Bazı sorgu masalarındaki bayan arkadaşlarımızı çırılçıplak soyup, sorgularını gerçekleştirdiler. Benimde başörtümü çıkartmamı istediler ama ben direndim.

     

    Saldırı sonrası ilk görüntüİsrail'in kanlı baskınının hemen ardından aktivistlerin çektiği görüntülerde yaralıların tedavisi için gönüllülerin nasıl koşturduğu görülüyor. Görüntülerde hayatını kaybeden barış gönüllürinin nasıl vuruldukları da var.

     

    ‘İskenderun'u biz yaptık' diyorlardı

    ŞEVKET GÖKMEN: Askerler herkese ateş ediyordu. Onlarca yaralımız, şehidimiz vardı. Kolu kopan, beyni patlayan korkunç tablolar gördük. Cevdet Kılıçlar'ı tek kurşunla alnının tam ortasından vurdular. Biz zaten hemen teslim olmuştuk ama bunu kaale almadılar. Sorgu sırasında bazı askerlerin İskenderun'daki saldırıyla ilgili konuştuklarını duyduk. Nerden biliyosunuz siz İskenderun'u dediğimizde de, ‘Aaa siz bilmiyor musunuz İslenderun'da donanmanızı yerle bir ettik' diye alaycı ve bu işin arkasında da kendilerinin olduğunu belirten konuşmalar yaptılar.”

     

    Yaralı olduğumu görünce ateş ettiler

    MUHARREM GÜNEŞ: ‘'İsrail askerleri daha havadayken silah sıkmaya başladılar. Bizim kameramanları korumamız gerekiyordu. Onlar yaşananları canlı yayınla göndereceklerdi. Kameraman zaten 2 kurşun yiyince yere düştü. Kameramanı tuttum ve birlikte yere düştüm. Askerler lazer tutarak kim yaralı kim değil diye araştırıyorlardı. Beni tespit ettiler gözlerimin oynadığını görünce ve kurşun sıktılar ben yerdeyken. Yakından sıktıkları için yanak boşluğumdan giren kurşun boğazımın yanından çıktı.”

     

    Lazer nişangahlı silahlarla hedef alarak ateş ediyorlardı

    İsrail saldırısına maruz kalan İsveçli eylemciler, Türkiye'ye dönüşlerinde gemide yaşadıkları dehşet anlarını anlattı. İsveçli eylemciler, İsrail askerlerinin niyetlerinin eylemcileri öldürmek olduğunu ve kullandıkları silahlarla en az iki eylemciyi alnından vurarak öldürdüğünü söyledi. Aktivistlerden Mattias Gardell, İsrail askerlerinin lazer noktalı silahlar kullandığını ve bu şekilde gemideki eylemcileri öldürdüğünü söyleyerek “İnsanları alınlarından vurdular, bilerek öldürdüler. İkisini alnından vurdular, bir tanesini arkadan ensesinden vurdular, tıpkı infaz eder gibi.” diye konuştu.

     

    Kurşunları narkozsuz çıkardılar

    MUSA CUAŞ: “İsrailli doktorlar narkoz vermeden canlı bir şekilde sırtımdaki gerçek mermiyi kerpetenle çıkarttı. Lokal anestezi kelimelerini duydum ama herhangi bir şey yapmadılar. Vücudumdaki iki mermi 12 saat kaldı. Aort damarıma kıl payı mesafede kalmış merminin biri.”

     

    Doğum günümü tutuklu geçirdim

    Erhan Sevenler: Doğum günü olan 2 Haziran'ı tutuklu geçirdim. Benim için en büyük doğum günü hediyesi, Türkiye'ye dönmek oldu. TRT muhabiri Elif Akkuş; Saat 04.30'da sabah ezanı bittiği anda bir anda ortalık birbirine girdi.

     

    Gemideki komandoları alkışlarla karşıladılar

    Zaman Gazetesi Foto Muhabiri KÜRŞAT BAYHAN: Resimleri biz fotoğrafları oradayken alınabilir korkusuyla sildik. Silahların lazer pointerleri sürekli üzerimizde alnımızda dolaşıyordu. Gemi çıkışında komandolar alkışlarla karşılandı. Mossad ve stajyer askerler gelmişti. Komandoları karşılattılar. Biz de ellerimiz kelepçeli şekilde, bizi suçlu gibi dışarı götürdüler. Hepimizin fotoğraflarını çektiler tek tek.

     

     

     

    habervaktim


  7. yıl 2006 idi yanlış hatırlamıyorsam

    bir çizim ihalesi için gitmiştim

    herhalde dolmuşla önünden geçerken dikkatimi çekmişti

    görünmez kardeşimizin dediği gibi girişinde "

    "İşte bütün meselem, her meselenin başı, Ben bir genç arıyorum gençlikle köprübaşı.." yazısınıda başımı 180 derece çevirerek anca okuyabilmiştim.

    ancak ben;

    behsettiğim gidişim kısa ve sınırlı olduğu için içerisini göremedim

    geçenlerde bu salondan yine siteden bir kardeşimize bahsetmiştim

    hatta bu bize vesile olsun bizde bir tane erzuruma açalım demiştik

    yakın geleceğe yönelik projelerimiz içerisine (şimdilik tasarı şeklinde de olsa) bunu ekledik (Rabbim(c.c.) nasibetsin)

     

    Ancak reyhan kardeşimizin dediğini hiç düşünemedik

    bunula ilgilenelim inşaAllah...


  8. Esselamu aleyküm...

    cumanız mübarek olsun değerli kardeşlerim.

     

    Öncelikle şunu belirtmek isterim ki yukarıda beylerbeyi kerdeşimin de belirttiği üzre, sancılıda olsa (Elhamdülillah) Rabbim bize ikinci kez böyle bir işi gerçekleştirmyi nasibetti.

    Bu işte kendi nacizane fikrim en büyük pay böyle bir projeyi fikren ortaya koyan sitemiz ahalisinin.

    Bizim ki yalnızca taklitten ibaret.

     

    Ancak;

    Asıl önemlisi yani bu mesajı yazmamda birincil sebep hepimizin gerçek bir dava adamı ahlakıyla ahlaklandığına şahit olduğumuz değerli bir kardeşimizin bu süreçte bize (özellikle kolay beğenmesini pek beceremeyen bana) olan

    yardımlarından sonra ona bir teşekkür bile edememiş olamız...

    Elimizde olmadığı için bastırmamız gereken, bastırmak içinse tasarlanması gereken ayraç ve sticker tasarımlarının tamanını hazırlayarak bizden yardımını esirgemeyen Reyhan kardeşimize biraz geç de olsa teşekkür etmek isteriz.

    Rabbimiz olan ALLAH(c.c.) ondan sizlerdende razı olsun

     

    Not:

    Bastırmış olduğumuz sticker ve ayraçlar

    thumb_317651726.JPG


  9. Hemen anlatalım efendim:

    Bir kişi herhangi bir yerde ALLAH(c.c.) kelamının geçmesini kendi şahsi fikirlerine dayanarak tahammül edilebilir görmüyorsa, bu hususta kendini fetva mercii olarak kabul edebiliyorsa yukarıda ki soru zannımca o kişi için çok kolay ve basitçe olur.

     

     

    Evet samimide değiliz, olmamızda beklenemez

    Zira ben deniz idrakden yoksun saftirik sıradan bir insan siz ise zamanımızın şeyhülislamı...

    ...


  10. Genelkurmay Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ'un terörle mücadele laflarının arasına sokuşturduğu şu cümle çok ağırdı: “Türkiye'de basının bir bölümü, çok açık söylüyorum, İstiklal Savaşı'ndaki mütareke basınını dahi aratacak seviyede. Ben inanıyorum ki mütareke basını dahi bu kadar hain bu kadar önyargılı değildi.”

     

    Açıklamayı duyan gazeteciler beni aradı “Başbuğ'un açıklamalarına ne diyorsun?” diye sordular. Açıklamayı satır satır okudum, benden söz etmiyordu. Ne hikmetse, herkesin aklına “muhatap” olarak ben geldim.

     

    Sonuçta, Başbuğ'un sözlerinden Şamil Tayyar çıkarılıyorsa ve kamuoyunda bu yönde bir algı oluşuyorsa, bir iki satır cevap vermem gerekir.

     

    Neden Şamil Tayyar?

     

    Belki birikimden söz etmek mümkün ama temel neden 26 Nisan'da yazdığım Kaos Planı... Demişim ki, yeni anayasayı ve demokratik açılımları engellemek isteyen devlet ve PKK içindeki Ergenekon uzantıları Türkiye'yi kaosa sürüklemek isteyebilir.

     

    Bir de istihbarat birimlerine ulaşan ihbarları hatırlatarak tek tek muhtemel eylem yerlerini sıralamışım.

     

    Peki ne oldu?

     

    Giresun'dan, Tunceli'den ve Diyarbakır Lice'den şehit cenazeleri geldi. Üç adres de yazımın içinde yer alıyor.

     

    Daha vahimi, benim köşeme taşıdığım bu notlar, devletin tüm istihbarat ve operasyon ekiplerinin elinde var. Zaten bana da oralardan geldi.

     

    Keşke “yalancı” çıksaydım, vatan evlatlarının bir damla kanı akmasaydı. O halde soruyorum: Burada hain kim?

     

    Kan akmasın diye çırpınan gazeteci mi, yoksa karakollarını bile bile koruyamayanlar mı? Askerin eline el bombasını tutuşturan veya kendi askerinin ayakları altında mayınları patlatan komutan mı? Yüksekova'da askeri helikopterle uyuşturucu taşıyan asker mi? Ergenekon mu? Kafes mi? Balyoz mu?

     

    Paşam, önce içinizdeki hainlere bakın...

     

    Sarıkamış'ta binlerce vatan evladını bile bile ölüme sürükleyen ittihatçı Enver Paşa'ya özenenler bilsinler ki, felaketin faturasını bu millet öderken, o ittihatçı paşa Alman denizaltısıyla kaçtı.

     

    Mustafa Kemal maskesiyle Enver Paşa rolüne soyunanların maskesi er geç düşecektir, düşmeye başladı. Felaket senaryoları tutmadı, tutmayacak...

     

    Başbuğ'un görev süresi doldu mu?

     

    Bugün Gazetesi'nde Güngör Ergün, İlker Başbuğ'un 29 Nisan 1943 doğumlu olduğunu hatırlatarak görev süresinin dolduğunu, bundan sonraki kararlarının hükümsüz olduğunu yazdı. Gazetenin Genel Yayın Yönetmeni Erhan Başyurt da bu habere destek veren yazı kaleme aldı.

     

    Yiğidi öldür, hakkını teslim et derler...

     

    Bu haber ve yorumların doğru olmadığını düşünüyorum. Genelkurmay Başkanlarının görev süresi en fazla 4 yıldır ve yaş sınırı 67'dir. Diğer kamu çalışanlarından farklı olarak, bu sınırı tayin etmede belirleyici unsur YAŞ takvimidir.

     

    Başbuğ, 29 Nisan 2010 tarihinde 67 yaşını doldurmuş olsa bile Ağustos'taki Şura'ya kadar görevde kalır. Emeklilik işlemi 1 Eylül itibariyle yapılır.

     

    Bugün Gazetesi'nin mantığıyla hareket edecek olursak, eski Genelkurmay Başkanlarının neredeyse tümünün işlemlerini hükümsüz kılmak gerekir.

     

    Sözgelimi; Yaşar Büyükanıt 1 Eylül 1940 doğumludur. Bu hesaba göre, 1 Eylül 2007 tarihinde 67 yaşını doldurduğu için emekli olması gerekirdi. Ama 2008 Ağustos'una kadar görevde kaldı. 1 gün yüzünden 1 yıl o koltukta kaldı. Büyükanıt, 1 gün önce doğsaydı, 2007 Ağustos'unda emekliydi.

     

    Bu örnekleri çoğaltmak mümkün...

    Aralık 1934 doğumlu olan Hüseyin Kıvrıkoğlu, 1998'de Genelkurmay Başkanı oldu. 2001 yılı Aralık ayında 67 yaşını doldurduğu için emekli olması gerekirdi, 2002 Ağustos'unda görevi bıraktı.

     

    O nedenle, Başbuğ'un görev süresini tartışmaya açmak yersizdir. Dün Meclis'te Başbakan Erdoğan'la karşılaştım. O da görev süresiyle ilgili iddianın doğru olmadığı kanaatindeydi, “Yasa açık, görev süresi Ağustos'ta dolar” dedi.

     

     

    Geri adım atarsam namerdim

     

    Cuma sabahı yine Ankara Adliyesi'ndeydim. İki ayrı soruşturma nedeniyle ifade vermeye gittim.

     

    İlki, 24 Mart tarihli ve “Sürpriz tahliye olabilir mi” ara başlıklı yazımdı. Yazımının tamamı şöyle: “Hakim ve Savcılar Yüksek Kurulu'nun 2009 yılı yaz kararnamesiyle Diyarbakır'dan İstanbul'a atamasını yaptığı Hakim Oktay Kuban, biliyorsunuz özel yetkili 12. Ağır Ceza Mahkemesi üyesi...

     

    En önemli ilk icraatı, Albay Dursun Çiçek hakkında verdiği tahliye kararıydı. Sonraki icraatı ise Kafes Eylem Planı'na

     

    muhalefet şerhi koymak oldu. Kuban, şimdi nöbetçi hakim. 22 Mart'ta başlayan nöbet, 29 Mart'ta doluyor. Merak ediyorum, bu arada sürpriz tahliye kararları çıkabilir mi?”

    Sonra neler olduğunu biliyorsunuz? Kuban, 19 tahliye başvurusunun tamamını kabul ederek sanıkları serbest bıraktı veya tutuklama talebini reddetti.

     

    İkinci soruşturma konusu, bu yazımın sonuçlarına ilişkin 29 Mart tarihli devam yazısıydı. Şahsıma atfedilen suç ise hakime basın yoluyla hakaret etmek... Bir de adil yargılamayı etkilemek.

     

    “Sürpriz tahliye olabilir mi?” diye soracağım, Hakim Oktay Kuban 19 şüphelinin tahliye talebinin tamamını kabul edecek, gel gör, ben hakime hakaret etmekle suçlanacağım!

     

    Pes doğrusu...

     

    Herkes şunu bilsin ki, her yazımdan resen 1 milyon dava üretilse bile Ergenekon'un üzerine gitme kararlılığımdan bir milim geri adım atarsam namerdim.

     

    Şamil Tayyar


  11. 1. Güneş, dürüldüğü zaman,

    2. Yıldızlar, bulanıp söndüğü zaman,

    3. Dağlar, yürütüldüğü zaman,

    4. Gebe develer salıverildiği zaman.

    5. Yaban hayatı yaşayan (irili ufaklı) tüm canlılar toplandığı zaman,

    6. Denizler kaynatıldığı zaman,

    7. Ruhlar (bedenlerle) eşleştirildiği zaman.

    8,9. Diri diri gömülen kız çocuğunun, hangi günahtan ötürü öldürüldüğü sorulduğu zaman,

    10. Amel defterleri açıldığı zaman,

    11. Gökyüzü (yerinden) sıyrılıp koparıldığı zaman,

    12. Cehennem alevlendirildiği zaman,

    13. Cennet yaklaştırıldığı zaman,

    14. Herkes önceden hazırlayıp getirdiği şeyleri bilecektir.

     

    (TEKVÎR SÛRESİ / 1-14)


  12. İnsanlar, (sadece) "İman ettik" diyerek, sınanmadan bırakılacaklarını mı sandılar?

    Andolsun, onlardan öncekileri sınadık; Allah, gerçekten doğruları da bilmekte ve gerçekten yalancıları da bilmektedir.

    Ankebut 1-2

     

     

    selamun aleyküm

     

    heralde küçük(!) bir hata yapmışsınız

    Ankebut suresi [Elif Lâm Mîm.(1. ayet)] ile başlar

    ve almış olduğunuz kısım surenin 2 ve 3. ayetleri

     

    selam ve dua ile

×
×
  • Create New...