Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]

onüç

Admin
  • Content Count

    500
  • Joined

  • Last visited

  • Days Won

    8

Posts posted by onüç


  1. Lütfen Yanlış Anlamayın!

     

    Amerikan Dış İşleri Bakanlarından Rice, kendisini ziyaret eden Türk parlamenterlerin “Irak Parlamentosunda kadın kotası için niçin ısrar ediyorsunuz?” sorusuna, “Bir toplumu değiştirmenin en kestirme yolu kadınlardan geçer” karşılığını vermişti.

    275 sandalyeli Irak Parlamentosu 70 kadın üye ile yüzde 25 seviyesini aşmış durumda. Afganistan’ın ise daha bir maşallahı var; yüzde 35’lerde. Kadın parlamenter sayısına bakılırsa, Afganistan ve Irak ‘modern ve çağdaş ülke’ olma koşulunu fazlasıyla yakalamış görünüyor.

    Kadın kriterine göre, 80 sandalyenin 44’ünü kadınların kazandığı Ruanda’nın ise ultra modern ve çağdaş bir ülke sayılması gerekiyor.

    “Parlamentoda kadın sayısını artırın” dayatmasında bulunan Amerika’da kadınların temsil oranı yüzde 17, iyi mi?

     

    Bunda şaşılacak bir şey yok; çünkü Amerika’nın derdi kadınların temsili falan değil. Kendi dinamikleri üzerinde duran toplumları temelden sarsmak… Buna toplumları değiştirmek, dönüştürmek demek de mümkün, toplumsal bünyeyi zayıflatmak demek de… Ancak siyasette kadınların temsili başlı başına bir modernlik ve çağdaşlık demek olsaydı… Ya da şöyle demeli: Kadın temsili çağdaşlığın olmazsa olmaz koşulu anlamına gelseydi, önce Amerika’nın çağdaşlığı yakalaması gerekmez miydi?

    Toplumların DNA’larının değiştirilmesinde kadınlar manivela olarak kullanılmak isteniyor. Hani Türk toplumunun bünyesinin kendine özgülüğünden ve sağlamlığından söz ederiz ya hep; dünyayı kasıp kavuran krizlere bana mısın demeyiz ya, bununla da övünürüz ya… Türk aile yapısı sağlamdır bir, aile yapısının sağlamlığı Türk toplumunun sağlamlığı demektir bu da iki… Oysa Batı nazarlı dışarıdan bakış, aileyi kadınlar için bir kafes gibi görmektedir: “Aile adeta bir kafestir; kadınlar bu kafesten kurtulmalıdır”…

    “Kadınlar dört duvarın ötesine geçmesin” tezi savunulamaz elbette. Ancak bunun böyle oluşu, zıddı olan “Kadınlar kafesten kurtulmalıdır” tezini de haklı ve geçerli kılmaz. Kadınların iş ve sosyal hayatta oluşu, yuva sıcaklığının feda edilmesi pahasına olmamalıdır. Kadınların yuva sıcaklığından vaz geçerek, sokaklara dökülüşünün alternatif maliyeti, kadınların dört duvar arasında kalmasından daha az değildir.

    Kadınların “hurra” sokaklara dökülüşünün toplumsal dokuda ne onarılmaz gedikler açtığı Batı toplumlarında daha iyi görülmeye başlanmıştır. Kadınların aile içindeki misyonu ve rolünün, kadınların dışında başka formüllerle ikame edilmesi mümkün değildir.

     

    Kadın manivelası, Batı tarafından gelişmekte olan ülkelere karşı nasıl kullanılmakta ise, son zamanlarda dikkate değer bir biçimde, Batı’nın yerli mümessillerince İslam ve Müslümanlara karşı da kullanılmak istenmektedir. Nuray Mert’in yazdıkları üzerinden, İslamcı kimlikli ve türbanlı kadın yazarların tavrı müstemleke komiseri havasından bir türlü kendini kurtaramayan entelijansiyanın takdirini kazanmış görünmektedir.

    Sibel Eraslan gibi, Cihan Aktaş gibi v.s. kendi onurunu ve İslam’ın izzetini koruyarak üreten yazarlarımızı tenzih ediyorum, onların bu alkışa ve pohpoha ihtiyaçları yoktur. Aferin budalası olmayacak kadar kemâlat sahibidirler. Ancak şeytanın insana neresinden yaklaşacağı hiç belli olmaz. Biz sopa gösterini düşman belleriz de, havuç uzatanın dostluğundan hiç kuşkulanmayız. Oysa bazen havuç uzatanlar da en az sopa gösterenler kadar düşmandırlar ve tehlikeli olabilirler.

    Nuray Mert’in yazdıkları ve görüşleri yanlıştır/doğrudur, o ayrı… Görüşleri yanlışken bile desteklenebilir; bu, insani bir duruş meselesidir; çünkü, herkes her zaman doğru görüşler savunamaz, o da ayrı…

     

    Medyada türbanlı kadın yazarlara farklı bir rol model yüklenmek istenmektedir. Denmektedir ki; aykırı kimlik ve duruşunuz her zaman takdir toplayacaktır. O kadar hoşgörü ile bakılacaksınız ki, türbanınız bile normal ve meşru addedilecektir. Yani, artık vebalı insan muamelesi görmeyeceksiniz… Ne büyük lütuf!

    Bir nevi muvazaa durumu… Bunca zamandır hor görülen, itilen, kakılan, zenci muamelesine maruz bırakılan insanlar için, sıcacık, müşfik ve sevecen bir bakış bile aklın ve gönlün çelinmesi anlamına gelebilmektedir.

     

    Göreceksiniz, dik durduklarında kırılmayan bazılarının, küçücük bir iltifata ya da iltimasa kurban gittikleri durumlar yaşayacağız. Eğilecekler, yamulacaklar… Bir dönem de böyle davrananlar muteber olacak…

    Ben, aldanmış ve aldatılmış Müslüman kardeşlerimin şahsında, bir kez daha aldanmış ve bir kez daha aldatılmış bir Müslüman olmak istemiyorum.

     

    Unutmayalım ki hiçbir övgü de hiçbir sövgü de yersiz değildir… Onların yergileri bir anlam ve önem ifade etmediği gibi, sevgileri de bir anlam ve önem ifade etmemelidir. Benim kardeşlerim! Bakın yüreğinize: Onların alkışları enaniyetinizi okşadıysa, durumunuzu gözden geçirin. Hepsi bu!

     

     

    selami güdener


  2. Aşkın aldı benden beni

    Bana seni gerek seni

    Ben yanarım dünü günü

    Bana seni gerek seni

     

    Ne varlığa sevinirim

    Ne yokluğa yerinirim

    Aşkın ile avunurum

    Bana seni gerek seni

     

    Aşkın aşıklar öldürür

    Aşk denizine daldırır

    Tecelli ile doldurur

    Bana seni gerek seni

     

    Aşkın şarabından içem

    Mecnun olup dağa düşem

    Sensin dünü gün endişem

    Bana seni gerek seni

     

    Sufilere sohbet gerek

    Ahilere ahret gerek

    Mecnunlara Leyla gerek

    Bana seni gerek seni

     

    Eğer beni öldüreler

    Külüm göğe savuralar

    Toprağım anda çağıra

    Bana seni gerek seni

     

    Cennet cennet dedikleri

    Birkaç köşkle birkaç huri

    İsteyene ver anları

    Bana seni gerek seni

     

    Yunus'dur benim adım

    Gün geçtikçe artar odum

    İki cihanda maksudum

    Bana seni gerek seni


  3. İşte İsrail'in davet ettiği Türk gazeteciler

     

    İsrail, 2010 girmeden kısa bir süre önce bazı Türk gazetecileri Tel Aviv ve Kudüs'e davet etmişti. Peki davet edilen bu gazeteciler kimdi ve döndükten sonra ne yaptılar?

     

     

     

    Londra'da yaşayan arkadaşımız Nedim Aslan geçen gün bir sohbetimizde anlattı. Bir kısmını habervaktim'de de yazmıştı.

     

    Geçtiğimiz günlerde İngiliz Channel 4 televizyonu "İngiltere'deki İsrail lobisi"yle ilgili bir belgesel yayınlamış. İlginç ve önemli ayrıntılar varmış belgeselde. Biz şöyle özetleyelim:

     

    *Channel 4'e göre İngiltere'deki Yahudi lobisi sistematik bir şekilde bazı siyasetçileri maaşa bağlamış.

    * İsrail lobisi bazı milletvekillerinin seçim kampanyalarına finansal destek sağlıyormuş. Mesela İsrail'in Muhafazakar Partili Dostları isimli lobi grubu anamuhalefetteki Muhafazakar partiye son 8 yılda 10 milyon sterlin kaynak sağlamış. *Yine belgesele göre BICOM diye bir kuruluş varmış. BICOM'un Türkçesi; Britanya-İsrail Medya Araştırma Merkezi... Bu kuruluş; İngiliz basınındaki İsrail haberlerini tarıyor ve İsrail'i eleştiren gazetecileri hemen "Antisemitik" yani, "Yahudi düşmanı" olmakla suçluyormuş.

     

    Yanlış anlaşılmasın, burada amacımız türkiye'de maaşa bağlanan siyasetçi var mı?

     

    Ya da İngiltere'deki BICOM'un Türkiye'deki işini kim yapıyor? gibi sorular sormak değil.

     

    Çünkü asıl ilginci bundan sonrası. Aynı belgesele göre; "İsrail lobisi, bazı İngiliz gazetecileri tüm masraflarını karşılayarak İsrail'e götürüyor ve geziden sonra bu gazetecilerin tamamı İsrail lehine yazılar yazmaya başlıyormuş!"

     

    İşte burası bize cuk oturuyor.

     

    Çünkü İsrail, Türkiye'den de bazı seçilmiş gazetecileri her yıl düzenli olarak Tel Aviv'e götürüyor. Hatırlarsınız daha önceki yıllarda giden gazeteci arkadaşları birkaç kez bu köşede yazmıştık. Bu senenin seçilmişleri; Hürriyet'ten Barçın Yinanç, Habertürk'ten Ahu Özyurt, CNNTürk'ten Hande Kolçak Köstendil, Milliyet'ten İpek Yezdani, Akşam'da Oray Eğin, Zaman'dan Celil Sağır, Kanal1'den Neptun Eken, TRT'den Savaş Genç olmuş.

    Bu gezilerin ne kadar etkili olduğunu ise en son Oray Eğin'de gördük. Döner dönmez, yazısına attığı başlık; "İsrail'le aramızı kim bozuyor", köşesine bastığı fotoğraf ise ağlama duvarındaki kippalı resmi olmuştu.

    Tıpkı belgeselde söylendiği gibi...

     

    BİZ SENİ BÖYLE HATIRLAYACAĞIZ ERTUĞRUL BEY

    (Konuşmanın diğer kahramanı Güneş Taner, dönemin ekonomiden sorumlu bakanı- Tarih 22 Ekim 1998)

     

    Özkök: Ya şimdi Güneş biz biliyorsun bir tane karton fabrikası kuruyoruz Kocaeli'nde, ondan sonra ee... size bir teşvikbaşvurumuz var.

     

    Taner: Tamam.

     

    Özkök: 50 milyon dolara kadar teşvik veriyorsunuz, Bizimki 130 milyon dolarlık falan bir teşvik...

     

    Taner: Eee, veririz.

     

    Özkök: Senin masanda duruyormuş bu.

     

    Taner: Yoo, daha bana gelmedi.

     

    Özkök: Gelmiş sana, öyle dediler bana.

     

    Taner: Dur bakayım bana gelmedi ama şimdi sordururuz söyle bakim isim ver.

     

    Özkök: Meyta.

     

    Taner: Meyta mı?

     

    Özkök: Meyta galiba, evet Meyta mı Meyfa mı öyle bir şey karton fabrikası...

     

    (Dönemin Başbakanı Mesut Yılmaz'la ilgili bölüm)

     

    Özkök: Telefonlara bile çıkmıyor artık adam.

     

    Taner: Kim?

     

    Özkök: Mesut.

     

    Taner: İşte böyle zamanda arayı şey yap.

     

    Özkök: Arayı ne yapalım ben kardeşim çıkmıyor bile telefonuma yahu...

     

    Taner: Sen de telefonla uzaktan idare etmeye çalışıyorsun.

     

    Özkök: Bugün onun ağzından manşet yaptım, daha ne yapayım.

     

    Özkök: Yok abicim senin başbakanın bana etmediği hakareti bırakmadı.

     

    Taner: Benim başbakanım oldu şimdi.

     

    Özkök: Ulan yine ben koruyorum, hala da ben koruyorum. Röportaj gibi gideceksin ana avrat iyice bir kavga edeceksin ondan sonra tekrar iyi adam olacaksın.

     

    Mustafa Yılmaz-Mustafa Kurdaş/Milli Gazete


  4. senin tavsiyeden çoooook önceleri biz araştırdık elbet

    lakin bahsettiğin sıfatları hakedecek ciddi somut bir ipucuna rastlayamadık

    rastlayamadıkki sorduk

    hele şu askerinin kanının çok değerli olduğunu düşünmesi beni çok düşündürür açıklamada bulunulmazsa...

    neyse biz sorumuzu tekrarlayalım

     

    hele anlatın, biz dahi bilelim. Ne imiş?

     

    selam ve dua ile...


  5. Kemalistlerin ağa babası İngiliz ajanı çıktı!

     

    Ulusalcı-Kemalist çevreler tarafından ‘Türkçülüğün kurucularından' ve ‘Türk dostu' olarak tanıtılan Musevi asıllı Armin Hermann Vambery'in Siyonizm'in ilk casusu olduğu ve İngilizler adına ajanlık yaptığı ortaya çıktı. 1870 yılında Budapeşte Üniversitesi'nde Türkoloji kürsüsünü kuran ve 1910 yılında kurulan Turan Cemiyeti'nin Onursal Başkanı olan Vambery, Osmanlı toprakları Filistin'de bir Yahudi devleti kurmak için çalışan Theodor Herzl'i Sultan 2. Abdülhamit ile görüştüren kişi olduğu da belirlendi.

     

     

     

    MEHMET NEDİM ASLAN'IN HABERİ

     

    Ulusalcı-Kemalist çevrelerde ‘Türklerin dostu' olarak tanınan ve tanıtılan Musevi asıllı Armin Hermann Vambery'in, yüklü miktarda para karşılığında İngilizler için Orta Asya'da casusluk yaptığı ve Yahudiler için Filistin'de toprak isteyen Siyonizm'in ideologu Theodor Herzl'i Sultan 2. Abdülhamit ile görüştüren kişi olduğu ortaya çıktı.

     

    KEMALİST ÇEVRELERCE ‘TÜRK MİLLİYETÇİSİ' OLARAK TANITILIYOR

    Kemalist çevrelerce dünyada ilk ‘Türk Derneği'ni Budapeşte'de açtığı ve Budapeşte'deki üniversitede Türkoloji kürsüsünü kurduğu için ‘Türk dostu', ‘Türk milliyetçisi' olarak lanse edilen ünlü oryantalist Armin Hermann Vambery ile ilgili çarpıcı gerçekleri Türkiye'de ilk kez habervaktim.com açıklıyor. Şimdiye kadar ulusalcı-Kemalist çevrenin ‘Türk dostu' diyerek sahip çıktığı ve aynı zamanda 1910'da kurulan Turan Cemiyeti'nin Onursal Başkanı Vambery'le ilgili bilinmeyenleri, Eski MOSSAD Direktörü ve İsrail Ulusal Güvenlik Kurulu Sekreteri Efraim Halevy'in Londra'da bir sinagogda açıkladı.

     

    MOSSAD DİREKTÖRÜ: SİYONİZM'İN İLK CASUSU

    Halevy, 8 Kasım 2009 tarihinde Londra'daki Hamsptead Sinagog'unda İsrail istihbarat tarihi üzerine yaptığı konuşmada “Siyoizm'in İlk Casusu” diye tanımladığı Vambery ile ilgili çarpıcı açıklamalarda bulundu. Konuşmasının bir kısmı National Post'ta da yayınlanan Halevy, İsrail istihbarat tarihinin 19. yüzyıla kadar geriye gittiğini belirterek, Siyonizm'in kurucusu Theodor Herzl ve Siyonizm'in ilk casusu diye tanımladığı Armin Vambery'in İstanbul'daki buluşmaları üzerine ilginç bilgiler verdi.

     

    SULTAN ABDÜLHAMİT'LE GÖRÜŞMEYİ O AYARLADI

    Halevy'e göre, Filistin'de bir Yahudi devleti kurulması için Sultan Abdülhamit'le görüşmek isteyen ancak bir türlü saraya girmeyi başaramayan Theodor Herlz, Osmanlı paşalarının güvenini kazanmış olan Macar Yahudisi Armin Vambery'e gitti. Yüklü miktarda para karşılığında Vambery, saraydaki tanıdıklarının da yardımıyla Herzl'i Sultan Abdülhamit ile görüştürdü. Sultan Abdülhamit'e Osmanlı İmparatorluğu'nun tüm borçlarını ödemesi karşılığında Filistin'i isteyen Herlz, istediğini alamayarak geri dönmüştü.

     

    ‘TÜRK' OLUP SADRAZAM'A SEKRETER OLDU

    Herlz'i Sultan Abdülhamit'le görüştüren Vambery'in hayat hikayesi hakkında bilgi veren eski MOSSAD Direktörü Havely göre, kadın terzisinde çırak olarak işe başlayan Vambrey, okula gitmek için bulduğu destek sayesinde 16 yaşına geldiğinde 10 dil konuşabiliyordu. 20 yaşına geldiğinde Osmanlıca'yı çok iyi konuşabilen ve Osmanlı kültürüne hakim olan Vambery İstanbul'a hareket etti ve kısa bir süre sonra ‘Türk' olup, bir Osmanlı generaline (Sadrazam Keçecizade Mehmet Fuat Paşa) sekreter oldu. Keçecizade Mehmet Fuat Paşa, Osmanlı döneminin en ünlü Masonlarından biri olarak tanınıyor.

     

    KENDİSİNİ SÜNNİ DERVİŞİ OLARAK TANITTI

    İstanbul'da kısa süre içerisinde Osmanlı İmparatorluğu içerisinde konuşulan 20 dile ve lehçeye hakim olan Vambery, Türkçe-Almanca sözlüğü de yazdı. Halevy, Vambery'in Osmanlı İmparatorluğu'nda bulunduğu sırada kendisini Sünni bir derviş olarak tanıttığını ve daha önce hiçbir Avrupalı'nın çıkmadığı gezilere çıktığını söyledi. Halevy'e göre, Mekke'den gelen bir grup hacı kafilesine katılan Vambery İran, Buhara ve Semerkant'ı gezdi ve ardından 1864'te “Orta Asya'ya Seyahatler” isimli bir kitap yazdı.

     

    DÖRT KEZ DİN DEĞİŞTİRDİ, İNGİLİZLERE CASUSLUK YAPTI

    Orta Asya seyahatinden döndükten ve kitabını yayınladıktan sonra Vambery Budapeşte Üniversitesi'nde Doğu Dilleri Profesörü olarak atandı ve burada 40 yıl boyunca araştırmalar yaptı. İsrail istihbaratı MOSSAD'ın Vambery'in yolunda gittiğini söyleyen Halevy, Vambery ile ilgili şimdiye kadar bilinmeyen bir gerçeği de açıklamış oldu. Vambery'in dört kez din değiştirdiğini ve akademik çalışmalarıyla eş zamanlı olarak hem Osmanlı hem de İngiliz istihbaratı görevlerini yürüttüğünü söyleyen Halevy, Vambery'in sadece İngilizlere istihbarat sağlamakla kalmadığını aynı zamanda Rusların Orta Asya'daki İngiliz menfaatlerine yönelik tehdidine karşı çalışmalar yaptığını belirtti.

     

    HERZL'İ SULTAN'LA GÖRÜŞTÜRDÜ YÜKLÜ MİKTARDA PARA ALDI

    Vambery'in bilgi toplayan ve onları anında kullanıma sokan bir ajan prototipi olduğunu kaydeden Halevy, Vambery'nin ikili oynayan bir casus değil, farklı konularda farklı hareket eden biri olduğunu kaydetti. Halevy'e göre Siyonizm'in kurucusu Theodor Herzl'i Sultan 2. Abdülhamit ile görüştüren kişi de Vambery'ydi. Herlz, Vambery'e Sultan Abdülhamit ile görüştürmesi için yardım istediğinde, Vambery yardımı için yüklü miktarda bir para alıyor. Vambery'in Sultan Abdülhamit ile görüştürdüğü Theodor Herlz istediğini alamadı.

     

    MOSSAD'IN ROL MODELİ

    Vambrey'in gelecek nesiller için bir model olduğunu belirten Halevy, Vambery'in genellikle hedef seçtiklerinin dinindenmiş gibi kendisini gösterdiğini ve bu şekilde onların güven ve saygısını kazandığını söyledi. Havely, Vambery'in, kendisinin yolunda giden istihbaratçılardan farkını şöyle açıkladı: “O, onun (Vambery) yolunda gidenlerden bir konuda ayrıldı. Genellikle desteklediği hiçbir davaya gerçekte sadık olmadı. Onun tek davası, olabildiğinde para toplayabilmekti.”

     

    HABERVAKTİM.COM./ÖZEL


  6. Kilise'de edepsiz afiş

    St. Matthew Anglikan Kilisesi'nin dağıttığı, Meryem Ana'yı Hz. Yusuf'la yatakta çıplak gösteren afişler, tepki çekti. Müslümanların sessizliği ise dikkat çekiyor...

     

     

     

    Kilisenin önüne asılan afişin üstü saatler geçmeden boyayla karalandı. Afişte aynı yatakta uzanmış, üzgün, hatta biraz tatminsiz bakışlarla resmedilmiş Yusuf'un yanında cennete doğru bakan Meryem Ana yer alıyor. Üstteyse “Zavallı Yusuf. Tanrı'nın izinden gitmek zor iştir” yazıyor.

     

    Kilisenin başrahibi Archdeacon Glynn Cardy, afişin İsa hakkındaki klişelere meydan okuma anlamını taşıdığını, ilahi güçle hamile kalan Meryem Ana hakkındaki İncil yorumlarına karşı çıktığını belirtiyor.

     

    Afişin bu yorumlara meydan okuyarak Noel öncesi inançsızları kiliseye döndürmek için yapıldığını söyleyen Cardy, “Amacımız gökyüzünde var olan ve Meryem Ana'yı bir şekilde hamile bırakan erkek Tanrı inancını hicvetmekti” diyor.

     

    Auckland piskoposluk bölgesi afişi ‘saygısız' ve ‘incitici' olarak nitelendirirken kiliseye şikayet kadar tebrik telefonu da geldiği söyleniyor.


  7. İnönü yaşarken Mevhibe hanım dul maaşı almış!

     

    14 yaşında Çanakkale Savaşı'na katılan, Mustafa Kemal'in korumalığını yaptığını söyleyen, yaşayan tarih, 109 yaşındaki Celal Bostan, hatıralarını Vakit'e anlattı.

     

     

     

    KENAN KIRAN'IN HABERİ...

     

    Gazetemiz, son gazilerimizden 109 yaşındaki Celal Bostan'la konuştu. Celal Bostan, 14 yaşında Çanakkale Savaşı'na katılmış, Mustafa Kemal'i yakından görmüş bir muharip gazimiz... Mustafa Kemal'in yakın korumalığını yaptığını söyleyen Celal Bostan, Mustafa Kemal'in Dolmabahçe Sarayı'nda yaşadığı birçok olaya şahitlik etmiş. Celal Bostan, Mustafa Kemal'in İsmet İnönü ile tartışmasını, İsmet İnönü'nün eşi Mevhibe İnönü'nün dul maaşı almasını gazetemize değerlendirdi. Celal Bostan, yıllarca gazetecilik yapmış. "Yaşayan Tarih" olarak tanımlanan Celal Bostan, yaşadıklarını ve ülkemizdeki gelişmeleri şöyle değerlendirdi:

     

    “109 YAŞINDAYIM, SULTAN HAMİD'İ GÖRDÜM”

     

    Celal Bostan kimdir?

    1899 yılında Sultan Hamid Han'ın devrinde dünyaya geldim. Bu tarih Sultan Hamid Han'ın son 9 yılına tekabül ediyor. 2. Sultan Reşad, Vahdeddin'in tamamını gördüm. 1923 yılından bugüne dek kurulan cumhuriyet hükümetlerinin tamamı içerisinde yaşıyorum. Doğma büyüme Trabzonluyum. Tahsilim de Osmanlıca.. Türkçe tahsilim yok.

     

    “ASKER OLMAK İÇİN, TRABZON'DAN İSTANBUL'A 48 GÜNDE YÜRÜDÜK”

     

    Osmanlı döneminde yaşadınız. Savaşlara katıldınız mı?

    O dönemde muazzam bir zulüm vardı. Bu zulme karşı Karadeniz yöresinde Samsun'dan Trabzon'a, Sarp Kapısı'na kadar olan yörelerimiz ve kazalarımızda bir çeteleşme başladı. Bu çetelerde 150 ila 300 asker bulunuyordu. Maçkalı Eyüpoğlu kardeşler çetesine karıştım. Yaşım 12. 1912 yılında çeteye girmemden sonra 1914 yılında Mustafa Kemal, ‘Vatan elden gidiyor. Eli silah tutan, kadın, erkek, yaşlı, genç orduya' dedi. Bu çağrının ardından çetede bir gruplaşma meydana getirdik. Ben ve 25 arkadaşım, çeteden ayrıldık ve Mustafa Kemal'in daveti üzerine Trabzon'dan yürüyüşe çıktık ve 48 günde İstanbul'da Selimağa Kışlası'na vardık. Aç, susuz, yalın ayak gittik. Bizi, Selimağa Kışlası'na aldılar ve 14 yaşında asker olduk. Bir ay eğitim aldık.

     

    “ÇANAKKALE SAVAŞINA KATILDIM AYAĞIMDA MERMİ YARASI MEVCUT”

     

    14 yaşında asker olmak nasıl bir duygu...

    Çanakkale nasıl geçilmez oldu? Çanakkale Savaşı'nda bizzat yaşadım. Ayağımda mermi yarası mevcut. Gazi olmak mesele değil. Mustafa Kemal, İstiklal Madalyası ve Gazi Madalyası vermiştir. 1914'te Çanakkale'ye ayak basıyoruz. Hep çocuklar. 14-15 yaşlarında çocuklar cephede. Çanakkale'de muazzam bir olay var. Biz bugünleri gördük. 253 bin 700 şehidimiz var. Osmanlı'ya karşı 12 düvel (devlet) birleşmiş. Savaş gücü, insan gücü, alet gücü, yakıcı, kırıcı, öldürücü, yok edici. O gücün karşısında bir avuç çocuk... Karşınızda 12 devlet var, güç var... Bu gücün karşısında, "Çanakkale geçilmez" namı yayıldı. Onların savaş gemilerinden attıkları mermilere şahid oldum.

     

    “MUSTAFA KEMAL'İN KORUMALIĞINI YAPTIM”

     

    Çanakkale Savaşı'nda Mustafa Kemal'in rolü neydi?

    Mustafa Kemal ne yaptı? Rütbesi albaydı. Enver Paşa ne yaptı? Hayrettin Paşa ne yaptı? Rahmetli Fevzi Çakmak, bizim yanımızdan aldılar, Filistin'e gönderdiler. Biz Çanakkale'de çoluk çocuğun elinde kaldık. Ben sağ bacağımdan vuruldum, mermi yedim. Erzurum Mareşal Fevzi Çakmak Hastanesi'nde altı ay yattım, kangren oldum. Ayağımı keseceklerdi, ‘Kesmemelerini istedim' Allah şifasını verdi ve ayağımı kurtardı. Çanakkale'den ayrılışım 17 yaşımdır ve İstanbul'a yerleştim. Mustafa Kemal'in korumalığını yaptım. Bir nesil Çanakkale savaşında gitti. Lise öğrencileri, üniversite öğrencileri, Osmanlı'nın geleceğini inşa edecek, devamını sağlayacak kişiler şehid gitti.

     

    İSMET İNÖNÜ İLE TARTIŞMASI VE İNÖNÜ'NÜN KAÇIŞI

     

    Mustafa Kemal'in yakınındaki devlet yetkilileri ile ilişkisi nasıldı?

    1936 yılında ilginç bir olaya şahid oldum. Ahmet Ferdan isminde tüccarım var. Perde işini Ahmet Ferdan'dan aldım. Dolmabahçe Sarayı'nında, Mustafa Kemal'in içki içtiği salonun eski perdelerini değiştireceğiz. Mustafa Kemal, gece ve gündüz içki içerdi. Ali Çetinkaya, (Meşhur Kel Ali) Osman Paksüt'ün dedesi. Mustafa Kemal, İsmet ve Fevzi Paşa'nın yanında kafayı çekti. Ben de ekibimle beraber Dolmabahçe Sarayı'ndayız. Hiç beklenmedik bir olaya tanık oluyorum. Mustafa Kemal, İsmet Paşa'ya "Malatya'nın ......" dedi. Tüyler diken diken oluyor. Arkasından İsmet Paşa, "Bana bak, bana bak ....... ..." diyor. İkisinin bu düellosundan sonra gün bitiyor. Akşam üzerine tatile geçeceğiz.

     

    Mustafa Kemal, Mareşal Fevzi Paşa'yı çağırır ve kendisine, "Bugün size emir veriyorum. İsmet Paşa, Türkiye için mikroptur, yok edeceksin. Ya kellesini kesip getireceksin, göreceğim, teslim edeceksin, ya da kanlı gömleğini..." der. O gün akşam Fevzi Paşa, İsmet Paşa'ya, "Paşa paşa üzerindeki gömleği çıkar" der. İsmet Paşa'ya bu telkini veren Fevzi Paşa, "Paşa tekrar ediyorum, gömleğini çıkar" der. Emir var... İsmet Paşa, "Ne yapmak istiyorsun Fevzi" der. İsmet Paşa, gömleğini çıkarır. Fevzi Paşa, ekose gömleği yastığın içine geçirir, yastığın içine bir tane piliç koyar ve tabancasını alarak pilici öldürür. Kan ve kurşun yarası... Gömlek kana bulanır, iki de mermi izi vardır. Paşa'nın kellesini almayı tercih etmez, bu taktiği kullanır.

     

    Fevzi Paşa, Mustafa Kemal'e, "Emrinizi yerine getirdim" der ve kanlı gömleğini teslim eder. "Leşini ne yapayım" der. Gömlekte sağdan ve soldan yedi mermi izi...

     

    “MEVHİBE İNÖNÜ DUL MAAŞI NEDEN ALDI?”

     

    İsmet Paşa ne yapıyor?

    "İsmet Paşa, Mustafa Kemal'le tartışmasının ardından Türkiye'den ayrılmış, mal ve paralarıyla taşınmıştır. Fevzi Çakmak, 1936'da İsmet İnönü'yü İsviçre'ye kaçırır ve götürür. 10 Kasım 1938'de Mustafa Kemal hayata gözlerini kapadığı zaman, Fevzi Paşa, "Türkiye'de iradeyi ele al" der. 1936-1937-1938'de, Mevhibe İnönü, dul maaşı almıştır. Bu olay sır olarak kalmıştır."

     

    “9 SENE 17 GÜN HAPSİM İSTENDİ”

     

    Mesleğiniz nedir?

    İki gazete çıkardım, ikisi de kapandı... Biri Yatağan Gökbel: 1939 Şef iradesi... Bugünkü Vakit gazetesine benzediği için idam sehpasında canına kıydı. 27 Mayıs 1960 tarihinde Muğla Gökbel Postası olarak yayın hayatına başladı. Laikçi zihniyet yine idam sehpasına gündeme getirdi. Gerek daha önceleri yazdığım yazılarım ve de kendi gazetelerimde yayımlanan yazılarımdan dolayı hakkımda açılan basın davalarının sayısı tam olarak 286 tanedir. Neşren hakaretten dolayı aldığım mahkûmiyet cezası ise 4 bin 158 senedir. (9 sene 17 gündür) Para cezasına gelince o da gülünç rakamdır. 1915 lira 15 kuruştur. 1939'da Muğla'nın en yakın kazası olan Yatağan'da Yatağan Gökbel adındaki gazetemi tek adıyla yayın hayatına sokmayı başardım. 1962 yılında aynı isimle tekrar gazete yayınladım.

     

    Mustafa Kemal dinî nikahla evlenmiştir

     

    Mustafa Kemal'in yakınındaydınız. Şahid olduğunuz olaylar var mı?

    Hafızamdakileri anlatıyorum. Mustafa Kemal 1923'de boşanmış... 1923'de Medeni Kanun var mıydı? 1934 yılında Medeni Kanun kabul edildi. Latife Hanım, Mustafa Kemal'in resmi nikahlı karısı mıydı, değil miydi? Medeni Kanun yoktu, Mustafa Kemal dini nikahla evlenmişti. İzmir Müftüsü, Mustafa Kemal'in Latife Hanımla evliliğinde dini nikahını kıymıştır 1923'de boşanmış. Mustafa Kemal, 2 yıl 9 gün evli kalmıştır.

     

    “GENELKURMAY YETKİLİLERİ, HİÇ KUR'AN OKUMADI MI?”

     

    Başörtüsü yasağına nasıl bakıyorsunuz?

    Genelkurmay Başkanlığı tarafından yayınlanan bir kitapçıkta, "Allah'ın emri" olan "Başörtüsü" hakkında; "Başörtüsü, bir Kur'an hükmü ve ifadesi değildir... Peçe ve çarşaf ise, İran ve Bizans kaynaklıdır" deniliyor. Kadınları çırılçıplak soymak isteyenlere ve de Genelkurmay'a, soruyorum: Siz Kur'an'da kadınların örtünmekle ilgili olan sureleri ve de bağlı bulunan ayetleri okumadınız mı? Ya da hiç görmediniz mi? Yoksa, "Başörtüsü Kur'an'la asla ilgisi yoktur" dediğiniz bu bilgileri hangi kitaptan okudunuz? Aslında örtünme konusunda gerçek bilgileri Ankara'da bulunan İslam bilginlerinin vermesini beklerdim. Ama bu laikçi Silahlı Kuvvetleri'nin yayınladığı kitapçığı benim sabrımı taşırdı. Bugünler için mi savaştık?

     

    "HANGİ TAŞIN ALTINI KALDIRSANIZ, ASKER ÇIKIYOR"

    İşgale karşı çete kurup mücadele eden Celal Bostan, yargılanan Ergenekon'u nasıl buluyor?

     

    Ergenekon, terör örgütüdür. Hangi taşın altını kaldırsanız, asker çıkıyor. Yüksek rütbeye ulaşılmış bir kısım genareller ve paşalar çıkıyor. Milletin iradesine karşı çıkan Ergenekon'a karşı mücadele edilmeli..

     

    “KARTEL, LÛT KAVMİ AHLÂKINI SAVUNUYOR”

     

    Türk basını geçmişle kıyaslandığında nasıl görüyorsunuz?

    Medya gerçekçilikten müstehcenliğe döndü. Kartel gazetelerini aldığımız zaman kadınların çırılçıplak fotoğraflarını görüyoruz. Bu sadece ve sadece ahlakı sıfıra indiren bir davranış. Allah, Lût Kavmi'ni bu yüzden helak etti. Lût Kavmi'ndeki insanlar kadın kadına, erkek erkeğe evlenirdi. Lût Kavmi devri bugünkü devrin ta kendisidir. Yazılı ve görsel medya bu ahlakı savunuyor.

     

    14 yaşında Çanakkale Savaşı'na katılan, Mustafa Kemal'in korumalığını yaptığını söyleyen, yaşayan tarih Celal Bostan, hatıralarını Vakit'e anlattı. Mustafa Kemal'in “Vatan elden gidiyor. Eli silah tutan, kadın, erkek, yaşlı, genç orduya..” çağrısından sonra 25 arkadaşıyla, Trabzon'dan yürüyüşe çıktıklarını ve 48 günde İstanbul'da Selimağa Kışlası'na vardıklarını belirten Celal Bostan, o günleri şöyle anlatıyor: “Aç, susuz, yalınayak gittik. Bizi, Selimağa Kışlası'na aldılar ve 14 yaşında asker olduk. Çanakkale nasıl geçilmez oldu? Çanakkale Savaşı'nı bizzat yaşadım. Ayağımda mermi yarası mevcut..” Trabzon Huzurevi'nde yaşayan 109 yaşındaki Gazi Celal Bostan, hatıralarını arkadaşımız Kenan Kıran'a anlattı.

     

    VAKİT

     

    http://www.habervaktim.com/haber/98238/ino...aasi_almis.html


  8. Kimi "başı açıklar"dan taraflılık" itirafı

     

    NTV'de Can Dündar'ın programında bir soru üzerine "kamu hizmeti verenler de dahil topyekun türban serbestisi"ni savunmam üzerine çok sayıda okur mektubu aldım.

    O yüzden de programda bir cümleyle ortaya koyduğum tutumumu gerekçeleriyle açıklamam farz oldu. Önce belirtmeliyim ki, ben bunu yeni savunmuyorum.

     

    Türban meselesinin tartışılmaya başlanmasından bu yana, yani yaklaşık yirmi yıldır ayni fikirdeyim ve bunu çeşitli yazılarımda uzun uzun anlattım. Mesela, 24 Ekim 2003 tarihli "Kamu alanı" başlıklı yazımda şöyle açıklamıştım tutumumu: "Ö kamu görevi yapanların baş örtüsünün yasaklanmasına gerekçe yapılan tez de hiç ikna edici değil. Ne deniyor: Kamu görevlilerinin dini sembolleri kamu alanında kullanmasının, kamu alanındaki tarafsızlığı zedeleyeceği...

     

    Her türlü inanç karşısında tarafsız olması gereken kamu görevlisinin başörtüsü takarak "tarafını" belli ettiği ve dolayısıyla bunun da karşısındaki başı açıklarda görevlinin yansızlığı konusunda şüphe yaratacağı... Bu yüzden kamu alanında dini inançlara açıklama özgürlüğüne sınır getirilebileceği... Bu argüman tek bir soru karşısında çökmeye mahkumdur. O soru da şudur:

     

    Neden başı örtülü olmak memurun "tarafsızlık" imajını bozuyor da başı açık olmak bozmuyor. Kamu görevlisinin başını örtmesi "taraf belli etmek" ise, örtmemesi de taraf belli etmek değil midir? Başı örtülü bir vatandaş da bir devlet dairesine gittiğinde karşısında başı açık bir kadın görevli gördüğünde, onun kendisine karşı "taraf" olduğunu hissedemez mi? Aslında, baş örtmek dinle ilgili tutumun bir göstergesi ise, baş örtmemek de dine ait bir başka tutumun göstergesidir.

     

    Ve aynı mantıkla siz de başınızı örtmemekle vatandaş karşısında "taraf" olduğunuzu belli etmektesiniz. Kısaca, bir şeyin var olması bir sembolse, yok olması da semboldür. Ayrıca kamu görevlisinin vatandaş karşısındaki tarafsızlığını tehdit eden tek mesele dini inançlar mıdır?

     

    Kamu görevlilerinin cinsel tercihlerini kamu alanına taşımaları da aynı şekilde tarafsızlıklarını zedelemez mi? Bir heteroseksüel, eşcinsel bir kamu görevlisiyle karşı karşıya kaldığında onun eşcinselleri kayıracağı kuşkusuna düşmez mi? O zaman eşcinsel olduğu belli olanları da mı yasaklayacağız kamu görevinden? Gördüğünüz gibi, bu soruların içinden çıkmak mümkün değildir. Daha doğrusu, içinden çıkmanın tek yolu, toplumda ne kadar çeşitlilik, farklılık varsa hepsinin kamu alanına da aynen yansımasına fırsat vermektir.

     

    Çağımızın çok dinli çok ırklı, çok kültürlü, sonsuz çeşitlilikteki toplumu bütün zenginliğiyle kamu alanına yansıdığında zaten kimsenin kimseyi kayıracak hali de kalmayacaktır." Son günlerdeki türban tartışmaları sırasında iki profesörümüzden gelen iki ayrı açıklama, benim yıllardır savunduğum bu tezin doğruluğu konusunda son derece açık bir kanıt oluşturdu.

     

    Açıklamalardan biri, hatırlayacaksınız, İstanbul Üniversitesi Rektörü Mesut Parlak'a aitti. Parlak, -hepimizi şaşırtan bir dobralıkla- bir hoca olarak, karşısına öğrenci olarak gelen başörtülü kıza karşı önyargısız davranamayacağını ve belki de notunu kırabileceğini söyledi. Benzer bir açıklamaya Prof. Ayşe Buğra'nın 12 Şubat tarihinde Açık Gazete'de Ömer Madra'yla yaptığı söyleşide rastladım. Şöyle diyor Buğra: "Tamam biz kamu hizmeti veriyoruz ama ne postanede pul satıyoruz, ne tapu memuruyuz, yani bir hoca-öğrenci ilişkisi çok başka türlü bir ilişkidir.

     

    Ben, pulunu alacak gidecek müşteri diye bakamam ki, aramızdaki ilişki o değil. Şimdi bu yasa geçerse, bu ilişki ne olacak? Onun üzerinde kimse düşünüyor mu acaba? Benim kesinlikle başörtülü öğrenci istemeyen meslektaşlarım var. Ne olacak, öğrenci gelecek, yasa metnini silah çeker gibi hocasına çekecek ve derse girip oturacak. Böyle bir ilişki düşünebiliyor musunuz?

     

    Ben ne yapacağım o zaman? Yani "cesedimin üstünden geçerler" diyen arkadaşımın dersine bu şekilde başörtülü girdiği zaman ben o başörtülü kıza daha sonra nasıl davranacağım? 'Aferin evladım hakkını iyi korudun' mu diyeceğim?" Gördüğünüz gibi, gerek Prof. Parlak, gerekse Prof Buğra, bu açıklamaları ile, kamu hizmeti veren kişiler olarak, başörtülü kişiler karşısında tarafsız olamayabileceklerini itiraf etmiş oluyorlar. Demek ki neymiş? Başı açıklar da kamu hizmeti yaparken başı örtülüler konusunda tarafsız olmayabilirlermiş! Demek ki onlar da devletin tarafsızlık ilkesini ihlal edebilirlermiş.

     

    O zaman nasıl oluyor da, kamu görevi yaparken başı açık olmak tarafsızlığın-yansızlığın garantisi sayılıyor? Benim de temel tezim buydu zaten... Hatta daha ileri giderek diyordum ki, şu anda "laikçi" dediğimiz kesimde başörtülüler hakkında o kadar yoğun önyargı ve olumsuz duygu var ki, asıl örtülü insanlar başı açık bir yargıç, öğretim üyesi ya da vergi memuru gördüklerinde "Eyvah şimdi benim şeriatçı olduğumu düşünecek, 'işte örümcek kafalı bir karafatma' deyip nefretle davranacak" diye endişe etseler haklılar.

     

    Bütün bunları şu anda pratik bir amaçla yazmıyorum. Sadece, kamu hizmeti alan-veren ayırımının meseleyi hallettiğini düşünen demokrat dostlarımın bu meseleyi yeniden düşünmelerini diliyorum, o kadar...


  9. Ey büyüklüğün yaratıcısı ALLAH'ım!..

    sana "yok" diyenleri bir tarafa bırak; "var!" diyenler bile beni incitiyor.

    Zira varlık zatiyle ve herşeyiyle senin kulun ve oyuncağın...

    Sen okadar varsın ki, sana "var!" demek seni kuluna ve oyuncağına tasdik ettirmek gibi geliyor bana...

    (shf:158)

     

    birçok eleştirmen(!)in dediği gibi başarısız bir roman olduğunu düşünmediğim okuduktan sonrada keşke bukadar geç kalmasaydım dediğim muazzam bir başyapıt.


  10. ülkem diye bahsine başladığınız ülke osmanlı (yada osmanlıdan geriye...) ise problem yok

    çünkü ondan; zülüm tekerleğine çomak sokulmuş hatta o mel-un tekerleği kırılmış ülkeler dışında hiç kimse ÜLKEM'den rahatsız değil. bunlardan başka hiçbir devlet osmanlıyı islamı türkü ve türklüğü en küçük abes ile tenkide kalkışamaz.

    hatta daha ilerisi bu ülkelerin vatandaşları bile ceddimiz için hoş olmayan bir his beslemez (taklit dönemimizdeki düştüğümüz gülünç durumları saymazsak) buna en güzel örnek yakın tarihimizde almanyaya giden ilk türk işçi kafilesinin şenliklerle karşılanması kabul edilebilir

    ancak;

    söz konusu ülke osmanlı diye bir geçmiş tanımıyor onu borçları* (belkide islami kimliği) yüzünden reddediyor ve aynı zamanda ilk mesajımda bahsettiğim tarzda değişik-geçmişine uygun olmayan bir eda ile komşularına davranıyorsa başına gelenler için şaşırmamalı

     

    Yanlış anlaşılmasın ki sayın w-racer,sizin şahsınıza ve de fikrinize binaenaleyh dediğim söz yoktur, herkesin şahsi fikri kimseyi ilgilendirmez beni de ilgilendirmez,lakin gönüldaş kardeşim, ülkemde şahsını kaybetmiş tabiri kullanmak yerine, şahsını kaybeden insan deseydiniz bu daha kabul edilebilirdi,

     

    öncelikle yorumunuz için teşekkür ederim kardeşim

    bizim fikirleirimiz elbette birbirimizi ilgilendirecek

    elbette birbirimiz için gördüğümüz yanlış ve hataları düzeltmeye hakkımız var

    (bu hak iki manadada geçerli)

    ancak anladığım kadarıyla yanlış anlaşılmışım

    çünkü ben milletim (yani vatanımda yaşayan halk yada insanlar) için söz konusu sıfatı kullanmadım

    (zaten etraflarında bizim gibi şahsiyetini kayıp yada inkar etmiş çokça yardakçı ülke mevcut)

    anlatmak istediğim milletimizi yönetenlerin bizi nasıl anlattıklarıyla ilgili (ecevitin Bill Clinton karşısındaki pozunu hatırlayın) elbetteki bu milletimizin portresi değil ancak siz bu kareyi gören dünya ülkerine ve milletlerine söyleyin

    Eurovizyonda ki halimizi ve her sene spikerin birbirlerine puan veren komşu ülkeler için yaptığı yakıştırmayı hatırlayın (ben hatırladıkça aklıma 3 yaşındaki tek kalmış çocukların abi-abla yada ebeveynlerine şikayetleri geliyor)

     

     

    *osmanlı devleti aliyesinin onüçmilyon kilometrekareyi mütecayiz bir arazisinden elinde sadece 776bini kalan türkiye cumhuriyeti malum borcun ancak %5'ini ödemesi gerekirken bunu %60 olarak kabuletmiş ve ödemiştir

    ayrıca bu binbir güçlükle ödediğimiz ve bize ilkokuldan beri anlatılan borç izmirde denize döktüğümüz yunandan tahrip ettiği yakıp yıktığı yerler için onlara acıyarak evet evet acıyarak almadığımız tazminatın beşte biri bile değildir

    (malum tazminat bedeli dörtmilyon altın llira** iken yediyüzbin [küsür] altın lira osmanlıdan kalan borcumuz vardı)

     

    bunlarda ayrıca dipnot olarak kalmasını istediğim bölümlerdi

     

    selam ve ve saygılarımla

     

     

    **[bu bedel enbaşta lozanda yunanistandan talep ettiğimiz ancak onlara acıyarak almadığımız meblağdır. Ayaklar altına alınıp çiğnenen ırz ve manusumuz dışında kalan kayıplarımızın sadece maddi kısmının bunun bile çok üstünde olduğu şuan bile kanıtlanabilir]


  11. Acaba Amerika Nın Dışında Başka ülkeler Bizi çok Mu Seviyor ?!...,

    acaba amerika dahil kaç tane ülkeye dost olarak yaklaştık?

    kim Türkiye Cumhuriyeti'nden bir hayır gördü?

    bizim sıcak olduğumuz, yakın olduğumuz, dost olmaya çalıştığımız ülkelerin hiçbiri kendilerinden başka hiç kimseyi dost edinmemiş madden güçlü ülkeler (zaten etraflarında bizim gibi şahsiyetini kayıp yada inkar etmiş çokça yardakçı ülke mevcut) buna en bariz örnek israil;

    onu amerikadan sonra ilk tanıyan biziz böyle olunca hem islam ülkeleriyle aramız açıldı hemde hemde israilinde herdaim zararını gördük PKK gibi

    hal böyle olunca bu malum ülkeler kendi çıkarları işin içine girince bize elbette sırt çevirecekler

    geçmişini inkar eden bir milleti önceki dostlarını kendi çıkarları için düşman belleyen bir millete elbette güvenmeyecek ve içlerine almayacaklar

    bunda anormal bir yan yok bence

     

     

    dua ile...

    cumamız mübarek olsun


  12. Değerli arkadaşlarım, ?Analar ağlamasın? diyorlar. Maalesef bu ülkenin anaları çok ağladı. Çok şehit verdik. Tarihimiz boyunca çok şehit verdik.

    Çanakkale Savaşı?nda 200 bin şehidimiz var. Hepsinin anası ağladı. Bir kişi çıkıp da ?Analar ağlamasın. Biz bu savaştan vazgeçelim? demedi.

    Kurtuluş Savaşı?nda analar ağlamadı mı?

     

    aslında oktay ekşinin onur öymen gibi bir CHPliyi bir yazısında savunmuş olması ve yaptığı hatayı

    "özür diledi daha ne yapsın"'a getirmesini anlmak mümkün (gerçi sözümün arkasındayım dedikten sonra özür neiçin yapılmış onuda anlamış değilim ya neyse)

     

    anlaşılmayan şu ki

    CHP gibi m.kemal misyonunu heryerde benimsemiş heryaptığı işte onun yaptığını doğru onun ise yanılşmaz asla ve kata hata yapmaz bir kişilik olduğunu kabul etmiş bir bünyede bulunup

    muazzam idari (komuta) eksikliklerine rağmen muazzam bir zafer sonrasında sadece barış için misaki millimizi bile koruyamamış yeterki savaş çıkmasın verebildiğiniz kadar verin dercesine "YURTTA SULH CİHANDA SULH" saçmalığının peşinden koşup ve miletimi perişanetmiş bir m.kemal varken ortada

    nasıl oluyorda analar "ağlamasın diyip terörle mücedeleden vazgeçilmez" diyebiliyor

     

    bu CHP nin kendi kuruıluş ve bulunuş felsefesine ters değilmi?

     

    selam ve saygıyla


  13. bir babadan kızına

     

    Bu günler geçecek ne olur sabret

    Sabırsız gonca gül açılmaz kızım

    Sabaha ramak var az daha gayret

    Emeksiz ekilen biçilmez kızım

     

    Allahın yardımı gelecek inan

    Yanlışa sapmıştır siyasi sanan

    Kim derse sana inanma yalan?

    Mevlanın emrinden kaçılmaz kızım

     

    Sana yobaz diyene ne kadar yazık

    Pislikle yoğrulmuş mayası bozuk

    Bunların bizlere attığı kazık

    Bir değil on değil sayılmaz kızım

     

    Doğrudan kayma sen böyle hürsün

    İster cahil desinler isterse körsün

    İnsan bir gaflete dalmayagörsün

    Bir yattımı bir daha ayılmaz kızım

     

    Yaram çok büyük işlemez yama

    İncidir gözyaşın işle oyama

    Görünüşü belki insandır ama

    Edepsiz insandan sayılmaz kızım

     

    Derdim bir değil sayamam çoktur

    Bu yolda davamız elbette haktır

    Şüpheye yer yok Rabbimiz tektir

    Gayriye boynumuz eğilmez kızım


  14. thumb_550784752.png

    thumb_527169745.jpg

    .html]thumb_720384279.jpg

     

     

     

     

     

    Kadının baş örtmesi Allahu Teâlâ’nın emri, İslâm şeriatinin hükmüdür; müslüman olan onu inkar etmez, ona karşı çıkmaz.

    Müslüman olmayanlar ise, eğer biraz medenî ise, başkalarının kılık kıyafetine karışmanın çağdışı bir zorbalık ve gayrimedenî bir terbiyesizlik olduğunu bilir, edebini takınır, sesini çıkarmaz.

    İnananların, birtakım tabii ve vazgeçilmez hakları vardır; hangi ülkeden ve hangi milletten olursa olsun yirminci yüzyılın “insanları” bunlara müdahale ve tecavüz edilmemesi üzerinde ittifak eylemişler, “İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi”ne imza koymuşlardır. Artık kimse, kimsenin dinine, inancına göre davranmasına, ibadetine, vicdanına, fikrine, zevkine, giyim-kuşamına karışamaz, karışmamalıdır; karışırsa cümle medenî insanların itirazına, tenkidine, protestosuna, kınamasına zecrî ve cebrî yaptırım eylemlerine maruz kalır.

     

     

    Başörtüsü Türkiyemiz’de çok yönlü bir “imtihan”dır.Müslüman kız ve kadınlar bağlılık ve samimiyetinden; münevver zümre olgunluk ve medeniyetinden; fikir adamları fikir haysiyetinden; yöneticiler yönetim kabiliyetinden, hakimler adalet ve hakkaniyetinden; erkekler erkekliğinden ve recûliyetinden; üniversite hocaları bilimsel zihniyetinden imtihan geçiriyorlar; ama imtihanda dökülen dökülene, kalan kalana, elenen elenene!

    Bunca zulme, bunca baskıya, bunca namertliğe, bunca ilgisizliğe, bunca vurdum duymazlığa, bunca haksızlığa, bunca mağduriyete, bunca işkenceye… rağmen Allah yolundan dönmeyen Allah’ın rızasına ermek için her türlü fedâkârlığı gösteren her türlü sıkıntıya katlanan, her türlü üzüntü ve ıstıraba tahammül ve metanet gösteren bu asil ve necip hanım kızlara hayranım, hayretliyim…

     

     

    Sizin temiz, masum, sessiz, zarif görüntünüze, zayıf ve nahif yaradılışınıza rağmen, gösterdiğiniz bu metanet ve selâbeti güçlü kuvvetli erkekler bile gösteremiyor.

    Sizler eşsiz, emsalsiz kişilersiniz. Sizin için anıtlar, abideler dikmek lazım. Sizler yeryüzünde gezen, insan suretinde kanatsız meleklersiniz! Gazanız mübarek olsun ey hanım mücahidler, Allah size dünyanın ve âhiretin her türlü, hayır, nimet ve saadetine eriştirsin, iki cihanda aziz ve bahtiyar eylesin!

     

    Prof. Dr. Mahmut Esat Coşan


  15. Okunmalı /okunmamalı gibi farklı yorumlarda bulunulmuş.Bence bu kitap okunmamalı gibi bir düşüncenin yanlış olduğunu düşünüyorum.Tabi ki İskender Pala ile karşılaştırma gibi bir aptallığa düşmem ama bizde nabza göre şerbet diye bir kavram vardır.Siz daha yürümesini bile bilmeyen bir çocuğa hadi bakalım koş diyebilir misiniz?Ben hala aynı kanaatteyim.Okunması gereken kitaplardan bir tanesi...Yanlış yanlar var mı? çok...Bunlardan bazılarına hepsine katılmasamda sayın reyhan değinmiş...

     

    selamlar;

     

    dünyanın çok büyük bir bilgi çöplüğü ve iletişimin şimdiye kadarki en hızlı boyutta olduğu günümüz dünyasında

    herşey hakkında binlerce eserin milyonlarca makalenin yazıldığı gerçeği; faydalı, doğru ve gerekli olanı tespit okumaktan daha elzem daha makbul kılıyor

     

    efendimimz (s.a.v.)

    "... faydasız olan ilimden ... sana sığınırım" diye Rabbbimize dua ederken zikrettiğide bu değilmiydi

    sonra kitabı okumak varken ne diye yorumu yada eleştirisini okuyalım ki

    eleştiriler kitabı okuyup okumamaya karar vermek için değilde ne içindir

     

    gerekli olanı bulabilmenin ve yalnız gerekli ve faydalı olanı okumanın vehametinin bu denli mühim olduğu bir dünyada

    aptallık;

    "X" kitabı yerine "Y" kitabını önermek değil sadece çok okunduğu yada daha doğrusu çok satıldığı için bir kitabı okuyan kişinin kendisi gibi başkalarını bir çuval keçibuynuzu çiynemeye memur yada mecbur etmeye çalışmasıdır.

    bu kişi yanlışlarının çokluğunun farkında bide...

    (gerçi bu aptallığın ötesidir lakin bunu tellaffuz benim haddim değil)


  16. Kemalistler için Türkiye’den kaçış rehberi

     

     

    Türkiye Kemalistler için yaşanmaz bir yer olacak yakında. Her geçen gün Fazıl Say gibi sıyıran, “gidecem abi bu diyardan” diyenler çıkıyor. Artacak sayıları. Neden?

     

    Demokratik açılım düşe kalka ilerliyor. Yavaş ilerliyor. Yapılacak çok şey var. Ama kâbus “geliyorum” demez ki! Ya başörtüsü de serbest olursa? Zaten bu kadarı bile Kemalistleri delirtmeye yetti. CHP’li Onur Öymen resmen “Alevileri öldürdük de fena mı ettik?” demeye getirdi. Evet, Üstad’ın dediği doğruydu, insan bir Alevî’yi, insan bir Kürdü bin Onur Öymen’e değişmem… Onur Öymen gibi katliam övücü bir adamla(?) aynı ülkenin nüfus cüzdanını taşımaktan utanç duyarım… Geçelim. Ne olacak Onur Öymen ler? Ve onun gibi devletin bekası için(!) cinayet işlemeyi meşru görenler? Ergenekoncular? Gidecekler herhalde bu diyarlardan?

     

    Türkiye eski haline dönemeyeceğine göre bu Kemalistlerin Türkiye’den kaçıp kurtulması lazım ki bu Türkiye için de bir kurtuluş olacak. Ben de eski günlerin hatırına vakit kaybetmesinler, bir an önce gidebilsinler diye küçük bir rehber hazırladım:

     

    Fransa: Avantajı Türkiye’ye uçakla sadece 3 saat mesafede olması. Yobaz laikliğin mucidi, halka rağmen siyaset yapmanın gelenekleştiği bir ülke. Ancak yobaz laiklikte Türkiye kadar ileri değil. Devlet üniversitelerinde bile başörtüsü serbest. Ayrıca özel lise ve orta okullar var ki dersler namaz saatlerine göre ayarlanmış, öğretmenler başörtülü,… Olacak şey değil. Üstelik Kürtçe, Ermenice ve Arapça serbest. Hem okullarda öğretiliyor hem de TV, gazete… Daha da beteri: Bir sürü Alevî var. Dernekleri var, cem evleri var. Not: Alevileri Dersim’deki gibi öldüremezsiniz. Fransa’ya gelirseniz onlarla beraber yaşamak zorundasınız.

     

    Avustralya, ABD, İngiltere, Kanada: İngilizce konuşan bu herifler bırakın başörtüsünü yasaklamayı devlet memurlarına bile serbest bırakmışlar. Bir sürü Ermeni var. (Neden gelmişler acaba buralara? Ne olduysa?) Kürtçe’nin yasaklanması söz konusu olamaz. Bazı şehirlerde Alevî de var. Bu ülkeler de size göre değil.

     

    Tunus: Başörtüsü sokakta bile yasakmış. Tam bir yobaz laik cenneti. Kürt yok. Ermeni yok. Alevî yok. Ama bir sürü Arap var. Sakat. Bir de ezan sesi var ki size alerji yapıyor.

     

    Kuzey Kore: Atatürk gibi tapacağınız bir lider var. Her yerde heykeller filan. Tam sevdiğiniz şey. İslâm yok. Kürt yok,Ermeni yok, Alevî yok. İdeal bir ülke. Bavullar hazır mı?

     

    http://www.derindusunce.org/2009/11/14/kem...-kacis-rehberi/


  17. kitapla ilgili en çok konuşulan eleştiri

    Dücane CÜNDİOĞLU'nun ki

    paylaşmak istedim

     

     

    Aklın kaleminden kırk kurallı aşk

    ? "Mevlâna.... İslâm âleminin Shakespeare'i!" (s. 38)

     

    Başka bir zaman olsa, bu denli bayağı bir benzetmeyle karşılaştığım daha ilk anda muhtemelen elimdeki kitabı -bir daha açmamak üzere- kapatır ve bir kenara koyardım.

     

    Bu sefer öyle yapmadım. Bir lâ havle çekip bu bayağılığın altını çizdim, sonra da Elif Şafak'ın Aşk'ını okumaya devam ettim.

     

    Sırf siyah ölümün hatırına... bir vazife duygusuyla... ızdırab içinde... ve tabii ki pencereden dışarı bakmanın cezası olarak...

     

    Süreç değil bir tek, sonuç da benim açımdan acı vericiydi.

     

    Bu konularda eline kalemi alan kim olsa, sonucun yine de değişmeyeceğini bilmek, belki de ızdırabımın asıl sebebi. Çünkü kendi irfan hazinelerimizle ve ortak değerlerimizi kendilerine borçlu olduğumuz büyük ustalarla sahih irtibatlar kuracak o muhkem noktadan artık iyice uzaklaşmış durumdayız.

     

    Sorun, öyle alelâde bellek yitimiyle izah edilecek gibi değil. Çünkü pekâlâ kadim bilgi kaynakları elimizde. İnsan malzemesinde de sıkıntı çekilmiyor. Gayret eksikliği veya iyi niyet yoksunluğu ('hain' edebiyatı) türünden yakınmaları da -hiç değilse bu bağlamda- ciddiye alamayız.

     

    O hâlde nedir sorun?

     

    Sorun, dünyayı/eşyayı idrak tarzımızın hem içerik, hem de biçim itibariyle kökten dönüşmesi. Dünyagörüşümüzün neredeyse bütünüyle değişmesi.

     

    Sözgelimi mülkiyet ve cinsiyet.

     

    Modern Türk toplumunun, mülkiyet ve cinsiyet alanında kazandığı yeni bilinç yapısıyla artık geçmişine ihatalı bir biçimde, en azından müsamahayla bakabilmesi mümkün müdür? Veya mevcut mülkiyet ve cinsiyet kodlarıyla, mirasçısı olduğu o kadim dünyanın asırlık değerlerini sağlıklı olarak anlayıp yorumlayabilmesi?

     

    Meselelerini ciddiye alan her namuslu zekânın bu soruya vereceği cevap olumsuz olacaktır!

     

    GÖNÜL FERMAN DİNLEMİYOR

     

    Aşk'ın kuralları olur mu?

     

    Ne münasebet, Aşk'ın kuralı olmaz ki kuralları olsun!

     

    Aşk koşulsuz olandır. İçinde 'çıkar' ilkesinin olmadığı tek insanî edimdir. Külliyen hazdır. Bütünüyle zevktir. Süreç içerisinde oluşmadığından her türlü koşuldan, her türlü kuraldan âzadedir. Anî'dir; yani anda varolur; bir anda...

     

    Trafiğin kuralları olur, ama Aşk'ın kuralları olmaz!

     

    Kural, aklın vaz'ettiği ilkelere verilen ad! Bu nedenle hesaba kitaba gelir işlerin kuralı olur. Gönülse akla benzemez, çünkü ferman dinlemez. Hesaba da, kitaba da gelmez. Nedensizdir. Koşulsuzdur. Kuralsızdır. Bu yüzden mehabbet (sevgi) başkadır dilimizde, aşk çok daha başka!

     

    Batılıları mazur görmeli, ne yapsınlar zavallılar, dillerinde tek kelime var: Love veya Die Liebe ya da L'amour!

     

    Love deyince, mehabbet deyince, sevgi deyince, bakınız işte o zaman işin rengi değişiyor. Çünkü sevginin koşulları ve kuralları olur. Hem de üç tane değil, beş tane değil, kırk tane bile olur!

     

    Olmuş da nitekim, meselâ bakınız Elif Şafak hiç üşenmemiş, bizler için tam kırk aded kural uyduruvermiş. Aklınca...

     

    Evet, aklınca. Çünkü düşüne taşına, aklıyla yazmış romanını, gönlüyle değil. Kalbiyle hiç değil!

     

    Son romanının başlığı şöyle: The Forty Rules of Love: A Novel of Rumi.

     

    "Başarının Kırk Kuralı: Jeremy Bentham Hakkında Bir İnceleme" der gibi bir adlandırma!

     

    Çaresiz, hemen sormak zorundayız: Tamıtamına kırk kuralı olan bu Love'dan muradı nedir acaba yazarın: Sevgi mi, Aşk mı?

     

    İngilizce olarak yazılan bu eser henüz yayımlanmamakla birlikte Türkçe çevirisi altı aydır elimizde. Üstelik adı da gayet sade, gayet ekonomik: Aşk. Evet, sadece Aşk.

     

    İşte size Türkçe'nin cilvelerinden biri daha! Çünkü Türkçe'de Aşk denince, kural mural akla gelmez; Türkçe'de aşkın ne kuralı olur, ne de kuralları. Hepsi de bir anda uçup gider.

     

    Yazar, Türkçe düşünmeye başladığında, bilinci kendisine bir oyun oynamış olmalı ki Love'ın yanına koymaktan çekinmediği o meş'um kırk kuralı Aşk'ın yanına koymaya eli varmamış. Hiç değilse kapakta...

     

    BİLGİ YOK, YORUM ÇOK

     

     

    Elif Şafak'ın gönlü, acep şu akla zarar tamlamanın tüm günahını, mâşukların sultanı Şems-i Tebrizî'ye yüklerken hiç mi sızlamamış?

     

    ? Gönlü Geniş ve Ruhu Gezgin Sufi Meşreplilerin Kırk Kuralı.

     

    (Üç defa üst üste yanlışsız telâffuz edebilene ödül vermeli!)

     

    Şems, güya diyesiymiş ki: "Bu kurallar benim için tabiat kuralları kadar evrensel, onlar kadar temeldir." (s. 63)

     

    Tabiat kuralları kadar evrenselmiş! Acaba yukarıda yeni çağ filozoflarından Francis Bacon'ın veya John Locke'un bir şakirdi mi konuşuyor, yoksa 13. yüzyılın, o mucizelerin ve kerametlerin hükümfermâ olduğu âşıklar dünyasının yaramaz çocuğu Şems-i Tebrizî mi?

     

    Görünen o ki yazar kendi kelimelerini, kendi cümlelerini kimin ağzına koyduğunun hiç de farkında değil. Meselâ, Şems bir defasında çatıp kaşlarını söyleniyor: "Bu Allah'tan rol çalmak olur!" (s. 120)

     

    Bir yerde de şu tuhaf ifade yakıştırılmış ağzına: "Bizim tek mezhebimiz var: Allah." (s. 78)

     

    Peki ya, zavallı pirimiz Bâyezid-i Bistamî'nin başına gelenler?! O da güya şöyle demiş: "Hırkamda Allah var!" (s. 200)

     

    O da ne öyle, hâşâ, "Cebimde akreb var!" der gibi!

     

     

    * * *

    Hataların ortak özelliği özensizlik; bir kısmı da yetersizlik!

     

    Türkçe Hz. Mevlâna'nın mürşidi Seyyid Burhaneddin'e lâyık görülen şu ifadeye bir bakalım:

     

    ? "... ve Kur'an-ı Kerim'de yazan bir hükmü hatırlattım: Mümin müminin aynasıdır." (s. 98

     

    Oysa Kur'an'da böyle bir ayet-i kerime yok! Aksine bu bir hadîs-i şerif. Öyle hadis literatürüne filân vâkıf olmaya da gerek yok, çünkü Şems-i Tebrizî Makalât'ında, Hz. Mevlâna ise Fîhimâfih'inde bu hadîsi şerh ediyorlar.

     

    Tam da burada, "Tanzimat ilan ettik değişen bir şey olmadı; iki defa Meşrutiyet ilan ettik, o da pek işe yaramadı; en son Cumhuriyet ilan ettik yine aynı tas, aynı hamam! Acaba şimdi de biraz ciddiyet mi ilan etsik?" diyen Sakallı Celâl'in kulakları çınlasın!

     

     

    * * *

    Hakikaten Aşk'ın en büyük eksikliği ciddiyet!

     

    Meselâ Mevlâna'nın mübarek oğlu Sultan Veled'in hissesine düşen hezeyanlardan biri de şu:

     

    ? "Kehf suresinde apaçık yazmaz mı? Hazreti Musa efsanevi bir komutan, kanuni sıfatına lâyık biri olmanın yanı sıra günün birinde peygamber olacak kadar da mümtaz bir adammış." (s. 258)

     

    Aşk yazarının devirdiği çamların haddi hesabı yok, heyecanından İslâm irfanının ustalarını günümüzün ekran papazlarına dönüştürmüş; doğruları yanlışlarına yetmiyor bile.

     

     

    * * *

    Çöl Gülü, Hristiyan okurların ihtiyaçları da dikkate alınarak yaratılan bir Maria Magdalena taklidi. Şems'in irşadıyla hidayete eren bir fahişe.

     

    Kenan şehrindeki kadınların Hz. Yusuf hakkında "Allah için bu bir insan değil, ancak değerli bir melek!" şeklindeki şaşkınlıklarını hikâye ettikten sonra bu kadıncağız şöyle diyor:

     

    ? "Bir meleğe aşık oldu diye kim Züleyha'yı suçlayabilir ki?"

     

    (s. 381)

     

    Kim olacak, kendisinden ayetler aktarılan Kur'an'ın sahibi!

     

    Kur'anî mecaz, yazarın elinde hakikate dönüşmüş. Yazar surenin bütününü dikkate almamış ve Aziz'in karısının/Züleyha'nın(!) Hz. Yusuf'la birlikte olmak için zora başvurduğunu, emeline ulaşamayınca da onu zindana attırdığını aklına bile getirmemiş. İşin 'aşk' kısmı, gerçekte nedamet sahnesinden sonra başlar; 'nefs-i emmare' itirafından sonra.... yani kötülüğü emreden nefsin, Rabbinden af dilemesinden sonra...

     

    Bütün dinler 'yasak aşk' (zina) meselesini ciddiye alırlar. Arzular bir duygu olarak kalmayıp fiile (ihtirasa) dönüştüğünde, tabiatıyla onu bir suç olarak görürler, bir düşüklük, bir kötülük olarak adlandırırlar. Karşılığında da iffeti, edebi ve ahlâkı yüceltirler.

     

    Elif Hanım'a tavsiyem, Issız Adam'ın gözü yaşlı seyircilerinin etkileneceği türden hikmetler serdetmeden önce, meşgul olduğu sahanın kendisinden beklediği asgari özeni göstermeleri; ve meselâ, Kur'an'ın anlatımı bir yana, Yusuf ile Züleyha hikâyelerindeki nüanslara hakettikleri dikkati vermeleri...

     

    Yanlış anlaşılmasın, bir romancıdan ahlâkî va-azlar döktürmesini bekliyor değilim. Aksine tüm beklentim birazcık özen, birazcık titizlik. Üstelik dinsel filan da değil, sadece sanatsal!

     

    ELMALILI HAMDİ YAZIR versus ŞEMS-İ TEBRİZÎ

     

    ? "Eskiden, yani Şems bu eve gelmeden evvel, Mevlâna ile haftada üç dört gün çalışır; ayetleri iniş sırasına göre incelerdik."

     

    (s. 243)

     

    Lütfen biraz muhayyilenizi zorlayın ve 13. asra gitmeye çalışın; sonra da Hz. Mevlâna ile genç bir kızı, oturup Kur'an ayetlerini, hem de iniş sırasına göre, incelerken tahayyül edin.

     

    Tebessüm etmeksizin böyle bir sahneyi hayal etmek çok güçtür. Çünkü "Kur'an ayetlerini iniş sırasına göre incelemek" tamamen mo-dern bir okuma biçimidir ve geçmişi otuz yılı bile geçmez. Gerçeği değil, hayali dahi...

     

    Geçelim.

     

    Genç kız Mevlâna'nın yerinde Şems-i Tebrizî'yi bulunca, çaresiz derdini ona açar:

     

    ? "Nisa suresi" dedim yavaşça. "İçime sinmeyen birkaç husus var orada. Bazı yerlerde erkeklerin kadınlara üstün olduğu yazılı. Hatta kocaların karılarını dövebileceğini söylüyor."

     

    Peki Şems, bu dertli kızcağıza nasıl tepkide bulunur, dersiniz?

     

    Şöyle:

     

    ? "Öyle mi, bak sen!" (s. 244)

     

    Kimya'nın şaşkınlığından istifadeyle ilgili ayetin iki versiyonunu ezberinden okuyan Şems sorar:

     

    ? "Ne dersin Kimya? Sence bu ikisi arasında bir fark var mı?".

     

    ? "Evet var!" diye cevap verir Kimya: "Aynı ayetin iki farklı yorumunu okudun. Dokuları nasıl da farklı. Birincisi evli erkeklere karılarını dövme izni veriyor. İkincisi en kötü durumda 'uzaklaş ya da uzaklaştır' diyor. Aralarında epey fark var. Niye böyle?"

     

    Bak sen! (Bu tepkisi bana Şems'ten sirayet etti!)

     

    İki kaşı bitişmiş hâlde ve o melül melül bakan buğulu gözler eşliğinde Şems şu soruyu yöneltiyor:

     

    ? "Söylesene Kimya, hayatında hiç nehirde yüzdün mü?" (s. 245)

     

    "Hoppala bu da nereden çıktı?" demiyoruz ve bu Yeşilçam repliğinin ardından, Şems'in bütün ciddiyetini takınarak, Kur'an'ı, çağıl çağıl akan bir nehre benzettiğine tanık oluyoruz; uzaktan bakana tek bir akıntı gibi, ama içinde yüzene dört ayrı ırmak olarak görünen bir nehre...

     

    Böylece Elif Şafak'ın, tıpkı "Aşkın Kırk Kuralı" gibi, yaratıcı muhayyilesinden yardım alarak icad ettiği "Kur'an Yorumunda Dört Akıntı Teorisi"ni Şems'ten dinlemeye başlıyoruz. (Korkmayın, o türrehatı uzun uzun aktaracak değilim. Sizin yerinize o azabı ben yaşadım nasıl olsa.)

     

    ELİF ŞAFAK - YAŞAR NURİ ÖZTÜRK ELELE

     

    Bu hikâyenin bir de sürprizi var; hem de skandal düzeyinde!

     

     

    * * *

    Şems'in, Kimya'ya okuduğu iki ayet çevirisinden ilk versiyon, yani kadınlara haksızlık ettiği varsayılan metin, Elmalılı Hamdi Yazır'ın Meal'inden (bir sadeleştirmesinden) alınma. Buna mukabil ikinci metin ise, yani sevgili Kimya'mızın sıkıntılarına çare olan versiyon ise, Yaşar Nuri Öztürk'ün çevirisinden.

     

    Roman'ın referanslar bölümünde bu iki çeviri de zikredilmiş, ancak İngilizce bir çeviriden bahis yok. Bu durumda Elif Hanım, metne kendi çevirisini koymuş olmalı. (Bekleyeceğiz, göreceğiz.)

     

    Yazar açıkça yanlı davranıyor. Çünkü Kur'an yorumlarında geçmişi 20 yıl öncesine bile gitmeyen tamamen subjektif bir çeviri zaafını, tamamen Şems-i Tebrizî'nin manevî otoritesi üzerinden haklılaştırmaya çalışıyor. Hem de Kur'an'ın batınî yorumu bahanesiyle!

     

    Değil öyle 13. yüzyıla, 1980'lere bile geri çe-kilemez bir çeviriden, bir yorumdan, bir laubalilikten söz ediyoruz.

     

    Çağdaş İslâmî Protestanlığın cılız numûnelerinden birinin, tamamıyla politik hesaplardan beslenen birtakım sığlıkları, nasıl olup da Kur'an'ın batınî yorumuymuş gibi sunulabilir; Şems-i Tebrizî'nin ruhaniyeti nasıl olur da bu denli ucuz bir biçimde istismar edilebilir, doğrusu bir anlam vermekte zorlanıyorum.

     

    Tarihe sadakat umurlarında olmadığına göre, yazarımız, eli değmişken, Hz. Pir-i Mevlâna'ya da örtü ayetini yorumlatıp bugünün Kimyalarını da sıkıntılarından kurtarmayı düşünürler miydi acaba!?

     

     

    * * *

    Elif Hanım, romanınızı tüm dikkatimle okudum, ve şu kanaate vardım ki siz sanat değil, resmen propaganda yapıyorsunuz! Ortak değerlerimizin içini boşaltmakla kalmıyor, o boşalan alana, sözümona aşk diye diye modernliğin en çiğ, en batıl inançlarını boca ediyorsunuz.

     

    Bu sufilik edebiyatı bir New Age modası! Bu aşk edebiyatı ise tam bir kitsch!

     

    Çağımızın mülkiyet ve cinsiyet putlarına tapınan zavallı kölelere, irfan geleneğimizin, o uğruna hiç emek sarfedilmemiş saygınlığından yararlanılarak ucuz tatminler hediye etmek!

     

    Ne büyük zavallılık!

     

    Oysa altın bulmak ümidiyle erenlerin türbesine kazma vurulmaz!

     

     

    * * *

    Bu konularda kalem oynatmak için Tanrı'ya veya bir dine inanmak gerekmediğini bilenlerdenim. Sanatçıyı yücelten, dine değil, sanata inancıdır. Sanatın sınırlarına saygıdır.

     

    Sanata inanç sözkonusu oldukta, ateist bir edebiyatçının, André Gide'in DAR KAPI'sını hatırlamamak mümkün mü?

     

    Gide, inanmadan da kutsalın anlatılabileceğini gösteren büyük bir edibdi.

     

    Kim demiş ki Tanrı'ya âşık olmak için O'na inanmak gerekir diye? Bilâkis en inançlı insanlar, kalpleri kuşkuyla yanıp kavrulanlar arasından çıkar; şüphe girdabında nefes bile alamayanlar arasından... inanıp inanmakta kuş gibi ürkek davrananların arasından...

     

    Tanrı'ya inanan adam olmak kolay, asıl zorluk Tanrı'nın inanacağı adam olmakta! Ne ki insanın en kalın perdelerden biridir aramak, ve fakat gerçekte aranıyor olduğunu bilmemek!

     

    Şükür ki Şems'in 'Hırka'sı hâlâ içimizi ısıtmaya devam ediyor: "Bana göre arayan Tanrı'dır. Fakat o aranılan sevgilinin hikâyesi hiçbir kitapta meşhur olmadı." (Şems-i Tebrizî, Makalât)

     

     

    * * *

    Ne diyeyim sana ey tâlib, aşk'tan biraz haberdar olsaydın, aşka kurallar icad etmeye kalkışmazdın!

     

    Senin tüm günahın hakikat ile mecaz'ı birbirine karıştırmak!

     

    Not 1: Örnek vermeye yarın da devam edeceğim.

     

    Not 2: Bu akşam, saat: 22.30'da, TVNET'te tüm ayrıntılarıyla bu meseleleri konuşacağız; Aşk pazarında satılan Hz. Mevlâna ile Şems-i Tebrizî'yi.

     

    http://yenisafak.com.tr/Yazarlar/Default.a...DucaneCundioglu

×
×
  • Create New...