Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]

onüç

Admin
  • Content Count

    500
  • Joined

  • Last visited

  • Days Won

    8

Posts posted by onüç


  1. Uğur Işılak, son yıllarda özellikle adından kültür-edebiyat alanında da sıkça söz ettiren ender sanatçılardan birisi. En son geçen yıl çıkardığı “Artık Geç Oldu” albümüyle müzik marketlerde, ardından Serdar Tuncer’le beraber sundukları “Yeni Şeyler Söylemek Lazım” isimli TRT HABER’de yayınlanan kültür-sanat programıyla evlerimize konuk oldu. Manidar sözleriyle, edebi duruşuyla bir şarkıcıdan daha fazlası Uğur Işılak. Günümüzün hak hukuk konusunda hassasiyetleri olan, iddiasızlık noktasında ki samimi tavırlar sergileyen, eserlerinde ki edebi dolgunluk, ülke meseleleri hakkında siyaseti alet etmeden konuştukları, onu çağdaş bir ozan olma yolundan daha çok, gençlerin rol-model aldıkları lider konumuna getirmiş. Bugüne kadar özel bir kanalda ve şimdilerde yeniden başlayacak olan kültür-sanat programıyla karşımıza çıktı. Magazinin içinde yer almaması, kutsal değerlere olan inancı ve saygısı, onu kendimizden biri yapmaya yeter, artar bile. Geçenlerde bir televizyon programında, kendisine siyaset yapıyor diyenlere şu sözlerle cevap verdi. “Hayvan hakkını savunduğun zaman siyaset olmuyor, insanın hakkını savunduğunuz zaman siyaset yapıyorsunuz, itham ediliyorsunuz”

     

    Fatih Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümünde Okuyor.

     

    Halk edebiyatı üzerine bir kitap hazırlığı içinde olan Uğur Işılak, 2008 yılında Edebiyat öğrencisi oldu. Geçmişte var olan engin bilgisini, fakülteli olarak akademik manada süsledi. Hatta ileride yurt dışında Türk okullarında öğretmen olma hayalleri var. Cemil Meriç, Necip Fazıl Kısakürek, Hz. Mevlana gibi isimleri sıkça okuması, konuşmalarına bile bir hayli yansıyor. Konuşmalarında ki çıkış noktaları ya üstadın ya da Hz. Mevlana’nın dizeleri. Sözlerine müzik yapmanın aksine, o şiirlerine müzik yapmayı tercih ediyor. Bugüne kadar çıkardığı bir çok albümde bunu görebiliriz. Şiir ve müzik hep Uğur Işılak’a aittir.

     

    Tek Türkülü Meclisin Sanatçısı

    Hatırlayacaksınız Uğur Işılak, “Haydi Anadolu” adlı eserini Akp’ye seçim şarkısı olarak vermişti. Ancak enteresan bir şeyler oldu ve sonrasında Chp’ye de bu şarkıyı hediye etti. Böylelikle o dönemde iki parti arasında çıkan sorunu halletmiş oldu. Yani tek seçim şarkısıyla iki parti seçimlere girdi. Ayrıca Uğur Işılak’ın dinleyicileri arasında, devletin üst kademeleri de var. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, Ali Babacan, Hüseyin Çelik, Bülent Arınç. Hatta öyle ki, o dönem Chp Genel Başkanı Deniz Baykal, Işılak’ın klip çekimini ziyarete gelmişti.

     

    Manevi ve Milli Kimlik Hadisesi

    Ben duygusunun çok uzağında duran Işılak, asıl olan iki kimliğinin olduğunu söylüyor. Manevi ve milli kimlik. Bugüne kadar insanların önüne bu iki kimliğin dışında çıkmadı Işılak. Belki de o söyleyene kadar Şereflikoçhisar’ın Ankara’nın bir ilçesi02_Aralik_2010_09_01_08_6680871844.jpg olduğunu bilmiyorduk. “Koçhisar Elleri” adlı eseriyle, bu hafızalara iyice kazındı. Milli kimliğine düşkün ama ülkücü olmadığını, siyaseti sevmediği sözlerinin arasında. Vefakar yapısını, belki o dönem kimseler farketmese de, atv’de program yaparken Muhsin Yazıcıoğlu’nun vefat ettiği hafta, programa çıkmamıştı. Geçmişte büyük bir trafik kazası geçirmesi, sahnede bir hayranının üstüne atlaması sonucu kaburgasının kırılması ve buna rağmen konserine devam etmesi, hem işine olan değeri hem de insana verdiği kıymeti gayet net gösterir. Binlerce hayranın değil, binlerce seveninin olduğunu “starların hayranı gariplerin seveni olur” diyerek söze noktayı koyuyor.

     

    Gözlerden Uzak Bir Şöhret

    Uzun yıllar önce bir tv programında şu sözleri hafızama kazınmıştı.” Sizlerin şöhret diye telakki ettiğiniz şeyleri, biz evveliyatında ayaklarımızın altına alıp bu günlere geldik”. Belki bu söz, sadece söz olarak bir şey ifade etmeyebilir ama, yıllardan bu yana geldiği noktada bu lafının sadece lafta kalmadığını anlıyoruz. Şöhreti, tanınmayı bir nimet olarak gören, bu nimeti yaptığı işle, örnek olacak kişiliğiyle değerlendiriyor. Onu asla gayri ciddi konularda konuşurken, gençleri kötü etkileyecek şekilde konuştuğunu görmezsiniz. İtikat sahibi bir yapıda olması, sadat-i kirama saygısının varlığını ispat ediyor.

     

    Allah Dostlarını Sevmesi Onu Sevme Sebebi

    Yukarıda manevi kimlikten bahsetmiştik. Çevremden duyduğum kadarıyla, Uğur Işılak’ı sevme sebeplerinden biri de Işılak’ın Allah dostlarına olan derin bağlılığı ve sevgisi. Yani çoğu kişinin aksine günümüz Mevlana’larının varlığından bihaber olarak yaşamıyor. Hayatta üç hedefi var: İlki yaşadığı günün hakkını vermek, ikincisi yaptığı işin hakkını vermek, üçüncüsü cennete gitmek. Bu sözlere söz söylemek mümkün değil. Mesnevi-i Şerifin genelinde bize tezahür eden ahlaki değerler, Necip Fazıl Kısakürek’in hayata dair söylemleri ve daha bir çoğu Işılak’ın kişiliğinde mevcut. Onun eserlerini bilmeyenler bile, şahsiyeti hakkında bir kaç kelam edecek bilgiye sahiptir. Anadolu kaynaklı, Türkçe sözlü, evrensel müzik yapıyor. Ama kullandığı Türkçe sizin aklınıza gelen o basit Türkçe değil. Onu dinlerken, dili çok iyi kullanan bir yazarı okumuş kadar olursunuz, eserlerinin manasını anlamaya çalıştığınızda da Anadolu menşeili bir yapıyı hissedersiniz.

     

     

     

    Orhan ÖzekinciHaberKültür.Net

     

     

     

     

    Resmi veb sitesi: http://www.ugurisilak.org/

     

     


  2. “Laik” okulun umudu İslam okulu oldu

     

    Türkiye'de başörtüsü özgürlüğüne geçit vermeyen laiklik tartışmaları sürerken, İngiltere'de bir devlet okulu, ülke genelindeki başarı oranını yükseltmek için Müslümanların kurduğu okulun kapısını çaldı.

    Öğrencilerinin başarısızlığına çözüm bulmak amacıyla Tauheedul İslam Kız Okulu'ndan yardım talep eden Blackburn kentindeki Blakewater Koleji aldığı yardım sayesinde başarı oranını neredeyse yüzde 150'ye çıkardı.

    resim153576_2.jpg

    Türkiye'de hala başörtülülerin okullara alınması ve kamusal alanda çalıştırılmasının laikliğe aykırı olup olmadığı tartışmaları sürerken, İngiltere'de Müslümanların kurduğu bir okul, herkese açık laik statüdeki bir devlet okulunun umudu oldu. İngiltere'nin en başarılı okullarından biri olarak kabul edilen Blackburn'deki Tauheedul İslam Kız Okulu, aynı kentte bulunan ve başarı sıralamasında son yer alan Blakewater Koleji'ne nasıl başarılı olunabileceği konusunda yardım ediyor. Blakewater Koleji yöneticilerinin bu okuldaki başarı seviyesini yükseltmek amacıyla yardım talep ettikleri Tauheedul İslam Kız Okulu'nun yaptığı eğitim yardımı ilk meyvesini verdi.

     

    OKULUN BAŞARISI YÜZDE 150 ARTTI

    Daha önce A ve C düzeyinde dereceye girenlerin oranının yüzde 11 olduğu Blakwater Koleji'nde, Tauheedul İslam Kız Okulu yönetici ve öğretmenlerinin katkısıyla öğrencilerin başarı oranı arttı ve yüzde 26'ya çıktı. Blakewater Koleji'nin eski müdürü Alan Chambers, Tauheedul İslam Kız Okulu ile yaptıkları işbirliğinin prensipler üzerine kurulu olduğunu belirterek, bu okulun kendilerine yardım etmesiyle öğrencileri arasındaki başarı oranının arttığını kaydetti. Tauheedul İslam Kız Okulu Müdürü Hamid Patel'i de öven Chambers, “Bir Blackburn'lü olarak Hamid kentimizin eğitimine katkı sağlamak istiyor ve bu katkılar hepimize fayda sağlıyor” dedi.

     

    VELİLER DE EĞİTİM SÜRECİNE DAHİL EDİLİYOR

    Blakewater Koleji'ndeki öğrencilere ders saatleri dışında da eğitim desteği veren Tauheedul İslam Kız Okulu öğretmenleri, ailelerin çocuklarının eğitimini yakından takip etmek için okula davet ederek çocukları için neler yapmaları konusunda bilgilendiriyor. Tauheedul İslam Kız Okulu'nın başarısını velileri de eğitim sürecine dahil etmeye bağlayan Okul Müdürü Hamid Patel, öğrencilerin beklentilerini yükseltmek ve başarıya teşvik etmek için sürekli bir çalışma içinde olduklarını belirtti.

     

    MÜSLÜMAN OLMAYANLAR DA KABUL EDİLECEK

    Beş yıl içerisinde okula Müslüman olmayan öğrencileri de alacaklarını söyleyen Patel, İngiliz ailelerin okulun başarısından dolayı kendilerinden okul müfredatını ve eğitim yöntemiyle ilgili bilgi istediğini söyledi. İngiltere'nin bazı yerlerindeki kilise okullarında öğrencilerin büyük bölümünün Müslüman olduğunu bunun sebebinin de okulun eğitimdeki başarısı olduğunu belirten Patel, inanç okullarının eğitim başarısının devlet okullarından çok daha yüksekte olduğunu söyledi.

     

    KİLİSE OKULU DA DEVREDİLİYOR

    Blackburn kentindeki Katolik Kilisesi'ne bağlı Sacred Heart İlkokulu da öğrencilerin yüzde 97'sinin Müslüman olmasından dolayı okulun Tauheedul İslam Kız Okulu tarafından yönetilmesini teklif etmişti. Blackburn'deki Darwen Belediyesi de, Sacred Heart İlkokulu'nun yönetiminin ülkedeki en başarılı okullardan Tauheedul İslam Kız Okulu'na geçerek öğrencilerin başarı oranını yükseltebileceğini bildirmişti. Okulun Tauheedul İslam Kız Okulu'na geçmesiyle ilgili çalışmalar ise henüz tamamlandı. Tauheedul İslam Kız Okulu, ilk, orta, lise ve kolej düzeyinde eğitim veriyor.

     

    PEYGAMBERİN HADİSİNİ ÖRNEK ALIYORLAR

    Okulun kendi kurumsal internet sitesinde, vakıf okulu olan Tauheedul İslam Kız Okulu'nun Kur'an ve Sünnet'ten ilham aldığı belirtilerek, Hazreti Muhammed'i (s.a.v) “İnsanlar hazine gibidirler, tıpkı altın ve gümüş gibi” hadisinin eğitimde örnek alındığı ifade ediliyor. Altın ve gümüşün sadece yerden çıkmadığını, ham maddeleri kaliteli mücevherler haline getirmek için büyük çaba gerektiğinin belirtildiği sitede, öğrencilerin de bu şekilde görüldüğü belirtiliyor. Tauheedul İslam Kız Okulu'nda Cuma günleri ayrıca dini dersler veriliyor ve Cuma namazı öncesi öğrencilere aileleriyle birlikte Cuma gününü geçirmeleri için izin veriliyor.

     

    YENİ AKİT

    • Like 1

  3. Hadi canım sen de!

    Vallahi farkına varmamıştım, bilmiyordum, öğrenince dehşete kapıldım:

    Profesör Süleyman Yaşar, cumhuriyetin ilk döneminde, askeri harcamaların "devlet bütçesinin yüzde 45'i olduğunu" hatırlattı!

    Pes... Yüzde 45... Yarıya yakın...

    (Önümüzdeki yıl bu oran yüzde 12 olacaktır, haberiniz olsun.)

    "Bozkırın ortasında nasıl demokrasi kuracaktık" deyip bürokrat diktasına sahip çıkanlar, şimdi de "ne yani, paraları halk için mi harcayacaktık" derler belki de...

    Ordu, devlet bütçesinin neredeyse yarısını yutuyormuş.

    Zafer kazanmış, Yunan ordusunu denize dökmüş olan ordu bu.

    Peki, yirmili yılların ilerleyen döneminde bu ordu kime karşı savaşacakmış da bu kadar para ayırılmış kendisine?

    Güvenlik nedeniyle... "Hazarda" hazırlıklı olmak için...

    Hani ne olur ne olmaz... İç ve dış düşmanlarımıza karşı...

    Savaşı kazanmış bitirmişsin, barış antlaşmasını imzalamışsın, sana kim saldıracak?

    Nüfusunun üçte biri kadar mülteci ve mübadili birdenbire başına dert almış, neredeyse açlıkla pençeleşen Yunanistan mı?

    Yoksa, İngiliz ve Fransız sömürgesi olmuş Araplar mı? Musul'u ve Kerkük'ü "hediye ettiğin" İngiltere mi?

    Hitler henüz bir Münih serserisi o zamanlar, ciddiye alan yok... Mussolini iktidara yeni gelmiş, yerini sağlamlaştırmaya çalışıyor...

    Rusya mı? Kapı gibi barış ve dostluk antlaşması yapmışsın iki taraflı, Rusya müttefikin, iktidar yarışını ister Stalin kazansın ister Troçki, Sovyetler en yakın dostun...

    Kim saldıracak sana, kim?

    Niçin bu kadar para orduya?

    Sonra da "bürokrasi cumhuriyeti kurdu ve sımsıkı elinde tuttu" deyince kızarsın...

    İsmet Paşa çıkar, 1930 yılında "liberalizm nazariyatı bu memleketin güç anlayacağı bir şeydir" der...

    Eh, memleket de CHP'yi hiçbir serbest seçimde hiçbir zaman iktidara getirmeyerek cevap verir ona! CHP de bu memleketin "güç" anlayacağı değil "hiç" anlamayacağı parti olur.

    Canım belki de bu dev ordu bütçesi, yirmilerde değil de otuzlu yıllarda ülkeyi sağlama almak için bu kadar yüksek tutulmuştur...

    Hani Balkan Paktı'nı imzalamıştık ya, Almanya Balkan ülkelerine saldırırsa onları koruyacaktık...

    Eh, bunun için de orduya para lazımdı tabii.

    Çok iyi koruduk maşallah.

    Hitler 1941 yılında bütün Balkan yarımadasını yaladı yuttu, biz seyrettik.

    Sen, diplomasi tarihinin en büyük fiyaskolarından biri olan Balkan Paktı'nı yeni kuşaklara büyük bir dış politika zaferi diye yutturmaktan da utanmadın!

    "Kalkınma hamlesi" ha... Üç şeker fabrikası, dört çimento fabrikasıyla büyük kalkınma hamlesi... Bütçenin yarısı orduya, sonra da kalkınma hamlesi...

    Şevket Süreyya Aydemir, başbakan İnönü'ye 1932 yılında neredeyse yalvaracak, "paşam, Amerikalılar derin bir ekonomik kriz içindeler, makine parklarını ölü eşek fiyatına satmaya bakıyorlar, gelin şunları ucuz ucuz alalım, memlekette sanayi hamlesi başlatalım" diye... Paşa hiç üzerinde durmayacak!...

    Sonra masraf olur, dövizlerimiz dışarıya giderler!

    Sonra da İzmir halkı, Ege çiftçisi Fethi Bey'in ayaklarına "kurtar bizi, mutemetlerden kurtar" diye haykırarak kapanınca şaşıracak ve bozulacak...

    Çareyi de, üç ayda çığ gibi büyümüş muhalefet partisini "kendi kendini feshetmeye zorlamakta" bulacak!

    Peki, devlet bütçesinin yarıya yakınını orduya ayırdın da, hiç olmazsa onu "modernize" mi ettin?

    Rahmetli babam 1939 yılında askermiş, kendisine verdikleri tüfeğin üzerinde "eski yazılar ve 1895 tarihi olduğunu" yeminle anlatırdı.

    Vallahi ben de 1982 yılında askerdim, tabur santralının telefon trafosunda 1913 tarihini kendi gözlerimle gördüm.

    Almanya'nın Enver'e hibe ettiği ordu mallarından!

    Ne yaptınız o paraları yahu, maaşlara mı yatırdınız, "lojman" yapımına mı?

     

     

     

    01/11/2010


  4.  

    Hayırsız evlat

    Star'daki haberi okumadınızsa bulup okuyun. Meğerse Adana'daki Cumhuriyet Bayramı resepsiyonunda yaşanan skandalın ardında TSK'nın bir genelgesi varmış.

     

    Başörtülü davetliler gelince komutanlar Hilton oteldeki resepsiyonun arka kapısından "fark ettirmemeye çalışarak" çıkmışlar ve basına hiçbir açıklama yapmadan ayrılmışlardı ya, şimdi anlaşıldı ki bu garip davranışları kendi tercihleri değil Türkiye çapında tüm askeri birliklere gönderilen bir genelgenin gereği imiş!

     

    Söz konusu genelgede 29 Ekim resepsiyonlarına başörtülü davetlilerin katılması durumunda yapılacaklar adım adım sıralanmış: "Önce davetliler arasında başörtülü var mı yok mu istihbaratı yapılacak, yoksa davete katılınacak ama resepsiyon esnasında tesettürlü bir davetli gelirse mekan fark ettirmeden ve süratle terk edilecek"miş.

     

    Cumhuriyet Resepsiyonları için garnizonlara verilen "fark ettirmeden sıvışın" talimatının dışında, karşılama törenlerine de "başörtülü eş ayarı" yapılmış. Garnizon komutanlıklarına gönderilen talimatlarda, Cumhurbaşkanı Gül'ün eşi ile gelmesi veya gelmemesi durumuna göre iki alternatifli karşılama düzeni geliştirilmiş, bu alternatifler şemalarla gösterilmiş. Kim nerede duracak, nasıl olacak da Hayrünnisa Gül'ün eli sıkılmak zorunda kalınmadan durum idare edilecek...

     

    Bütün bunları okuyunca, "Acaba bunların başka işi gücü yok mu" sorusu geliyor insanın aklına... Her davetten önce "Başörtülü davetli var mı yok mu, gelecek mi gelmeyecek mi" konusunda istihbarat çalışmaları yapmak... Askeri tatbikat planları hazırlarcasına alternatifli karşılama şemaları hazırlamak... Ve bütün bunları, başörtülü kadınlarla yüz yüze gelmemek için yapmak...

     

    Bu ne biçim bir takıntıdır... Ne biçim bir inattır... Nasıl bir cürettir...

     

    X x x

     

    Bu halk, ordusuna karşı çok hoşgörülü, çok affedici davranıyor doğrusu. Nicedir sabrediyor. Kabul edilemeyecek hakaretleri sineye çekip sabrediyor.

     

    Biliyoruz ki, aralarındaki bunca yıllık hukuka dayanıyor bu hoşgörü ve sabır. Arka planında tarihi bir şükran duygusu var. Kurtarıcıya karşı duyulan minnet ve sevgi var. "Peygamber Ocağı" geleneği var.

     

    Ama her şeyin de bir sınırı vardır öyle değil mi?

     

    Bu halk, bu kadar horlanmayı, aşağılanmayı daha ne kadar affedebilir? "Gözbebeği" gibi sevdiği bir varlığın yaptıklarına daha ne kadar katlanabilir...

     

    Şükredin ki bu halk ordusunu hâlâ, hoşgörüsü engin bir annenin hayırsız oğlunu sevmesi gibi seviyor. Hayırsız oğlun onu küçümsemesi, ondan utanması, onu kimselerin görmeyeceği toplumun bodrum katlarında bir yerlere hapsetmeye çalışması, kazara karşı karşıya geldiğinde pislik görmüş gibi davranması yüreğini dağlasa da etinden et kopmuş gibi olsa da katlanıyor. Hani derler ya, oğul işte, ne atabiliyor, ne satabiliyor...

     

    Ama bilin ki şansınızı çok zorluyorsunuz. Hayırsız oğulların da kredisinin bittiği bir zaman vardır. En affedici analar bile bir gün "yeter" derler ve yüreklerine taş basıp hayırsız evlatları evlatlıktan reddederler.

     

    Böyle bir ihtimali hiç düşünmüyor musunuz?

     

    Başörtülü bir kadının varlığına dayanamadığınız için Çankaya Köşkü'ne çıkmayı reddederken, başını örten on milyonlarca kadının da sizin bulunduğunuz yerde bulunmayı istemeyebileceği, sizi her gördüğü yerde başını çevirebileceği, "fark ettirmeden" değil fark ettire fark ettire protesto edebileceği hiç aklınıza gelmiyor mu?

     

    Başı örtülü o kadınların da sizin şehit oğullarının cenaze törenlerine katılmanıza izin vermeme ihtimalini hiç mi düşünmüyorsunuz?

     

    Düşünmeye başlasanız iyi olur.

     

     

    04/11/2010

     

     


  5. Kötü huylardan olan kibir, kendisini başkasından üstün görmektir. Kibirli kimsenin kalbi, kendini başkasından üstün görmekle rahat eder. Diğer bir kötü huy olan “ucb” ise, kendini başkalarından üstün bilmektir. Burada başkasını düşünmez. Kendini ve ibâdetlerini beğenir.

     

    Kibir; kötü huydur. Haramdır. Yaratanını, Rabbini unutmanın alâmetidir. Kibir her iyiliğe manidir. Çok din adamı, bu kötü hastalığa yakalanmıştır. Hadîs-i şerifte, “Kalbinde zerre kadar kibir bulunan kimse Cennete girmez” buyuruldu.

     

    Kibrin aksine “tevazu” denir. Tevazu kendini başkaları ile bir görmektir. Başkalarından daha üstün ve daha aşağı görmemektir. Tevazu, insan için çok iyi bir huydur. Hadîs-i şerifte, “Tevazu edene müjdeler olsun” buyuruldu.

     

    Tevazu sâhibi, kendini başkalarından aşağı görmez. Zelîl ve miskîn olmaz. Mâlını helâlden kazanıp çok hediye verir. Âlimlerle ve fen adamları ile tanışır. Fakirlere merhamet eder. Hadîs-i şerifte, “Tevazu eden, helâl kazanan, huyu güzel olan, herkese karşı yumuşak olan ve kimseye kötülük yapmayan, çok iyi bir insandır” ve “Allah için tevazu edeni, Allahü teâlâ yükseltir” buyuruldu.

    Tekebbür edene, yani kibir sâhibi olana karşı tekebbür etmek câizdir. Allahü teâlâ, kullarına karşı mütekebbirdir. Allahü teâlâ, kibriyâ sâhibidir. Kibir sâhibine tekebbür etmek, sadaka vermek gibi sevaptır.

    Kibir sâhibine karşı tevazu eden kimse, kendisine zulüm etmiş olur. Bid’at sâhiblerine ve zenginlere karşı da tekebbür etmek câizdir. Bu tekebbür kendini yüksek göstermek için değildir. Onlara ders vermek, gafletten uyandırmak içindir.

    Riyâ, gösteriş yapanlara karşı da tekebbür etmek câizdir. Kendinden aşağı olanlara karşı tevazu göstermek iyi ise de, bunun ifrâta kaçmaması, yani aşırı olmaması lâzımdır. Aşırı tevazu, ancak üstâda ve âlime karşı câizdir. Başkalarına karşı câiz değildir. Hadîs-i şerifte, “Aşırı tevazu Müslüman ahlâkından değildir” buyuruldu.


  6. Konunun bilgi paylaşımının ötesinde hakaret mesnetli bir polemiğe dönüşme korkusu, konuyla ilgili bu son mesajımızın oluşmasına yegane sebeptir.

    Kendinize üstad olarak kabul ettiğiniz kişiye yapılan eleştiriye cevabınız somut açıklamalar yerine hakaretten ibaret ise hiç şüphe yok ki hakaret ettiğiniz kişiyi kendine üstad olarak kabul etmiş birinin hakaretlerini peşinen kabul ediyorsunuz demektir.

    Şu halde;

    Mısıroğlu'na üstad diyen bir kalem çıkıp size ettiğiniz hakaretin dozajını biraz daha arttırıp iade etse müsterih kalacaksınız anlaşılan. Öyle kalmanızda [sizin felsefenizle] doğal olan olur.

    Eee! artık sonraki safha; sizi üstad olarak kabul eden birilerini bulup ona cevap verdirmek olur.

    Aynı felsefeden hareketle muhtevası yalnız hakaretten ibaret olan bir cevap.

    • Like 1

  7. Kardeşim; kadir mısırlıoğlunu tavsiye etme. Yazdıkları üstad taklidçisi, kendisi üstad düşmanı, hastalığı şeref eksikliği olan bir yazardır. therasmus'un belirttiği üstad necip fazıla dair isimli kitapta üstad'a olan ard niyeti açıkça görülmektedir. Taklitler asıllarını yaşatır. Necip Fazıl Okuyunuz Bal yemeden keçi boynuzu muhabbeti yapmayınız. Neden böyle diyorum çükü Necip Fazılı okuyan biri Kadir mısırlıoğlu gibi adamların okduklarından etkilenmez bu durum güneşi es geçip ışığı sönmüş yıldızdan ışık aramaya benzer. Sözüm Kadir mısıroğlunu övenlere.

     

    Önceki mesajımızda iktibas ettiğimiz kitap arkasında ki yazı; büyükdoğunun kitap için okuyucusuna sunumudur.

    K.Mısıroğlunun üstad hakkındaki kitabını okumadım henüz, ancak kitabın ismi bile söylediklerinizle çelişmekte.

    Kaldıki dedikleriniz doğru bile olsa bu, yazarın lozan hakkında ki oldukça cesur bir kalem ile hazırlanmış malum eserini karalamaya yetmez.

    Hele ona, adaba aykırı bir üslüpla hakaret hakkını size hiç vermez.

    Lütfen üslübunuzu düzeltiniz...


  8. Onlar bizim tavizimiz oldu

     

     

    Onlar sadece birer sayı olarak geldi karşımıza.

    Adı sanı, huyu suyu olmayan birer sayı... Her Yüksek Askeri Şura toplantısının ardından çoktan kanıksadığımız soğuk bir başlık olup karşımıza dikildiler: "YAŞ'ta irtica temizliği: 86 subay atıldı"

    Bir müddet sonra sayılarının büyümesi de yetmedi gazete başlıklarının puntosunu büyütmeye. Zaman içinde sütün sayıları küçülüp sayfa diplerine doğru sürüldüler. Muhafazakâr basın bile eskisi kadar "büyütmez" oldu sorunu. İslami duyarlılığı yüksek partiler sustu. Demokrat kalemler namus kurtarma kabilinden değinip geçti konuya. Yüzlerce ailenin dramını, "YAŞ kararları yargıya açılmalıdır" gibi ruhsuz bir cümle içine sıkıştırıp geçiştirmekten başka yapabileceğimiz bir şey yoktu... Sosyal yaralara pek meraklı televizyonlarımız, "insan hikayeleri"ni hiç kaçırmayan dergilerimiz, gittikçe küçülen bu soğuk haberlerin gerisinde yatan "insan" portrelerini görmezden geldiler.

    İşin doğrusunu söylemek gerekirse; onlar bizim "gözden çıkardıklarımız" oldu.

    Demokrasimiz öyle çok yerinden delik deşik edilmişti ki, hangi deliği önce tıkayacağımızı düşünmek, öncelikler sıralaması yapmak zorunda kaldık ve haksız da değildik. Çünkü bütün deliklere birden koşuşturmaya ne gücümüz yetiyordu, ne cesaretimiz... "Şimdi kilit sorun, ülkenin bir an önce seçime gidip 28 Şubat sürecinin sona ermesidir" diyorduk kendi kendimize. "Parlamentoyu devre dışı bırakma formüllerini püskürtmek şimdi daha hayati" diye düşünüyorduk. Binlerce öğrenci türban yasağı yüzünden okuldan atılma tehlikesi yaşarken, "onlar"ın sorununu ihmal edebiliriz, diye avutuyorduk kendimizi... Ülkenin sivil kurumlarında, örneğin üniversitelerde yargısız kıyım yönetmelikleri söz konusuyken, ordunun işine karışmanın sırası mı, hesabı yapıyorduk.

    Kısacası, onlar bizim tavizimiz oldu.

    Oysa ateş düştüğü yeri yakıyor ve bu "öncelik" hesapları onlar için hiçbir şey ifade etmiyordu. Dıştan bakıldığında, bir trafik kazasında yirmi kişi ölünce facia, bir kişi ölünce acı bir haberdir. Oysa ölen bir kişinin yakınları için, o kazanın yirmi ölümlü olmasıyla, bir ölümlü olması arasında fark yoktur. Onun acısı aynıdır.

    Bu acıyı topluma aktarmak için gelip görüşmek istiyordu bazıları. Gelip bana irticacı olmadıklarını kanıtlamak istiyorlardı. Karşıma geçip konuşurlarsa, seslerini duyarsam, gözlerinin içine bakarsam ikna olacağıma inanıyorlardı.

    Bir bahane bulup "gelmeyin" diyordum. Ben ikna olsam ne olacaktı ki... Ama yılmıyorlar, telefonda, mektupla anlatıyorlardı: Bütün bir hayat projelerinin nasıl bir anda çöktüğünü, yemeden içmeden kesilip depresyona girdiklerini, hatta intiharı düşündüklerini anlatıyorlardı. Hele içlerinden bazıları, karısının başını bile örtmediğine, hayatında namaz kılmadığına yemin billah edenler var ya, işte o zaman iyice utanıyordum. Yerin dibine batıyordum. Bir insanın toplumun karşısına geçip inançlarının hesabını vermek için dil dökmesini kaldıramıyordum.

    X x x

    1998 yılı aralık ayında "Gözden çıkardıklarımız" başlıklı bir yazı yazmışım. Yukarıda okuduğunuz satırlar o yazının güncellenmiş, zaman kipi değiştirilmiş halinden başka bir şey değil.

    Evet, bugün o yazının zaman kipini değiştirip yeniden yayınlamanın yararlı olacağını düşündüm.

    Çünkü bizim yıllar önce sahip çıkamadığımız, çaresizlik içinde gözden çıkardığımız, taviz olarak darbecilerin karşısında tek başına bıraktığımız o insanlar; resmi adlarıyla YAŞ mağdurları için hesaplaşma vakti geldi. Yapılan anayasa değişikliği sayesinde (YAŞ kararlarını yargıya açan değişiklik) artık yargıya gitme hakları var ve zaten onlar da şimdi bunu yapıyorlar.

    O karanlık yıllarda neyle suçlandıklarını bile bilmeden, savunmaları bile alınmadan meslekleri ellerinden alınan ve hayatlarının geri kalanını boyunlarında "Şeriatçı-irticacı" yaftasıyla yaşamaya mahkûm edilenler bu davalarda sadece haklarını değil, onurlarını da geri almaya çalışacaklar.

    Bu onur mücadelesini hep beraber izleyeceğiz.

     

     

    15/10/2010


  9. Üstadı Anlatabilmek...

    Albert Einstein'a fizikçi arkadaşları: "Şu İzafiyet Nazariyesini anlat da öğrenelim" demişler. Einstein da onlara şöyle cevap vermiş:

    "Geçenlerde anadan doğma kör bir dostumla parkta oturuyorduk. Oradan sütçü geçiyordu. Dostuma: "Süt içer misin?" dedim. "Süt nedir?" diye sordu. "Beyaz bir sıvı" cevabını verdim. "Sıvıyı anladım da beyaz nedir?" dedi. "Kuğu kuşunun rengidir" karşılığını verince, o tekrar: "Kuşu anladım ama, kuğu nedir?" dedi. Ben de: "Canım hani göllerde yüzen eğri boyunlu kuş var ya!" dedim. Bu defa dostum: "Boynunu anladım da eğri nedir?" dedi. Bunun üzerine arkadaşımın elini tuttum ve omuzundan itibaren, bükülmüş dirseğimin üzerinden geçirerek: "İşte eğri budur!" dediğimde, muhatabım "Haa, sütün ne olduğunu şimdi anladım!" cevabını verdi. İşte ben İzafiyet Nazariyesini izah edersem, siz de onu ancak gözleri hiç görmeyen arkadaşımın sütü anladığı kadar anlayabilirsiniz!.."

    Bugün biz de, Necip Fazıl'ı, eserlerini sindire sindire okumamış olanlara anlatmaya kalkarsak, Einstein'la aynı neticeye varırız. Bu sebepledir ki, edebiyat tarihçileri Üstadı gelecek nesillere anlatmakta çok güçlük çekeceklerdir.

     

     

    Prof. Dr. Necmettin Hacıeminoğlu


  10. Diyanet'i bu işe karıştırmayın

     

     

     

    Başbakan türbanla ilgili son açıklamasında güzel ve haklı şeyler söylemiş ama sonunda yine Diyanet'i işin içine karıştırmadan da edememiş.

     

    Bu konuda Diyanet'ten görüş alınmalıymış.

     

    Nasıl olacak yani?

     

    Diyanet oturup bir fetva hazırlayacak. Kur'an'daki tesettürle ilgili ayetleri yorumlayacak, farz olup olmadığını, kız çocuklarının hangi yaştan sonra tesettüre girmeleri gerektiğini, tesettürün nasıl uygulanacağını, mesela bir tutam perçemin dışarıda bırakıp bırakılamayacağını; böyle bir modele Allah'ın tolerans gösterip göstermeyeceğini bir bir açıklayacak...

     

    Böylece, şu türban meselesi başımıza sarıldığından beri bitmek bilmeyen "İslamiyet'te baş örtmek farz mıdır, değil midir" tartışmaları da şıp diye bitecek. Artık kimse "Anneannelerimiz gibi örtseler ne olur" diye söylenip durmayacak, Sencer Ayata gibi amatör moda tasarımcıları eskiz defterlerini çöpe atacak.

     

    Bir başka deyişle "Resmi İslam" elini masaya vurup "Bu budur" dedi mi; herkes "devletin yorumu karşısında boynumuz kıldan ince" deyip yerine oturacak...

     

    Eğer umulan buysa hayret gerçekten...

     

    Ben ki ne İslam'ı, ne de İslami cemaatleri pek bilirim; böyle bir şeyin mümkün olmadığını görüyorum da Erdoğan nasıl göremiyor; ona şaşıyorum.

     

    Tutun ki yüzde 99'luk Müslüman kitlenin yüzde 99'u Diyanet'in görüşüne katıldı. Katılmayan yüzde 1'in kendi dini yorumu doğrultusunda davranma hakkı ne olacak?

     

    X x x

     

    Çeyrek yüzyıldır türban tartışmalarının içindeyim. Çeyrek yüzyıldır hem dinliyor, hem konuşuyorum. Şimdiye kadar gördüğüm şu ki, tartışma ne zaman dini platforma kaysa, "İslamiyet'te başörtüsü farz mıdır, değil midir" noktasına gelse çıkmaza giriyor, herkes kendi yorumunda diretiyor ve hiç kimse hiç kimseyi ikna edemiyor. (Aslında etmesi de gerekmiyor) Zaten bu yüzden, başından beri söylediğimiz şey, bu tartışma teolojik bir tartışmaya dönüştüğü anda, işin içinden çıkılamayacağı oldu. Sadece Müslümanlar'ın hepsi tek bir yorum etrafında birleşemeyeceği için değil; aynı zamanda, Müslüman olanlarla olmayanların ya da dini hassasiyeti güçlü olanlarla olmayanların birleşebilecekleri ortak bir platform yaratamadığı için...

     

    Başörtüsü Müslüman kadın açısından bir "kıyafet özgürlüğü" meselesi ya da bir seçim değil dininin bir emri olabilir. Ama demokratik ve laik bir devlette bu talep dinin emri olarak değil bireyin temel hak ve özgürlüklerinin bir gereği olarak ortaya konulduğu takdirde herkesin katılabileceği bir tartışma platformu yaratılabilir.

     

    Özet olarak, başörtüsü tartışması İslam içi bir tartışma olarak değil bir din tartışması olarak değil temel haklar tartışması olarak yürümek zorundadır. Burada sözü edilen temel hak birincil olarak inanç ve ibadet özgürlüğü hakkı ama aynı zamanda kıyafet özgürlüğü hakkıdır. İnanç ve ibadet özgürlüğü, kişinin dinini istediği gibi yorumlama hakkını da içerir. İnanç ve ibadet özgürlüğüne saygı gösterilen ülkelerde, bu hakkın nasıl kullanılacağı Diyanet gibi kurumların dayattığı "Resmi din" yorumlarıyla sınırlanamaz.

    Aslında, türban konusunda Diyanet'e biçilen bu görev bile, Diyanet diye bir kurumun neden olmaması gerektiğini göstermeye yetiyor ya neyse, bu ayrı konu...

     

     

    11/10/2010


  11. Çirkin pazarlık

     

     

    Ciddi ciddi pazarlığa kalkışmıyorlar mı, gerçekten şaşırıyorum.

    CHP'liler üniversitede başörtüsü yasağı sorununu çözmek istiyorlarmış ama karşılığında hükümet de onlara garanti vermeliymiş, demeliymiş ki "Hele şu üniversite meselesi hallolsun, ondan sonra başörtüsü lafını ağzıma alırsam ne olayım! Söz; ne başörtülülerin memur olmasından ne de üniversite öncesi okullarda baş örtme meselesinden bahsedeceğim." Bunu istiyorlar...

     

    Ve bunu derken kendilerini ne kadar garip duruma düşürdüklerini bile fark etmiyorlar. Sanki bu partinin hak dağıtım depoları var. Birilerinin gasp edilmiş haklarını partinin depolarında bir yerlerde istiflemiş bekletiyor da, bir kısmını salıvermek için şartlar öne sürüyorlar: İşte bak, bu kadarını dağıtıyorum ama daha çoğunu istersen vermem haa!

     

    İşin asıl sakat yanı, karşılarındaki siyasi muhatabı da bu pazarlıkta yetkili sanmaları...

     

    Sayın CHP'liler; Sayın Kılıçdaroğlu:

    Siz kimin hakkını kiminle pazarlık ediyorsunuz?

     

    Şimdi Tayyip Erdoğan kalkıp "Bu konu halledilsin, biz de türban meselesini ebediyen kapatıyoruz" dese, gerçekten kapatabilecek mi sanıyorsunuz? Başörtüsüyle memur olmak, müsteşar olmak, hakim olmak, avukatlık yapmak, devlet hastanesinde doktorluk yapmak isteyen ve bunun hakkı olduğunu düşünen kadınlar "Ehh, ne yapalım, Tayyip Bey söz verdi, bari biz de susup oturalım" mı diyecekler?

     

    AK Parti "artık bu konu kapanmıştır" dedi diye ben kadınların başörtüleri ile kamu alanına, siyasete, hayatın her alanına giriş hakkını savunmaktan geri mi duracağım?

     

    Evet; endişelerinizde haklısınız. Bu meselenin arkası tabii ki gelir. Siz hak arama mücadelesinin bir noktada bittiğini, birilerinin kararıyla tatil edildiğini nerede gördünüz?

     

    Kürtçe'yi seçmeli ders yapmak için, Kürtler'le "Ama anadilde eğitim hakkından vazgeçmeniz şartıyla" diye pazarlık edebilir misiniz?

     

    Aleviler'e "zorunlu din dersini kaldırıyoruz ama siz de cemevlerinin ibadethane sayılması için ısrar etmeyeceksiniz" diyebilir misiniz?

     

    Türban sorunu, bu yasak her yerden kalkıncaya kadar elbette devam edecek. Bunu sizden saklamaya çalışacağımızı mı sanıyorsunuz? Bunu demokratların "gizli gündemi" mi sanıyorsunuz?

     

    Bizim gizli gündemimiz yok. Yıllardır defaatle, açık açık yazıyor, anlatıyoruz: Kamu görevi yapanların başörtüsünün yasaklanmasına gerekçe yapılan tezin hiçbir ikna ediciliği yoktur.

     

    Ne deniyor: Kamu görevlilerinin dini sembolleri kamu alanında kullanmasının, kamu alanındaki tarafsızlığı zedeleyeceği... Her türlü inanç karşısında tarafsız olması gereken kamu görevlisinin başörtüsü takarak "tarafını" belli ettiği ve dolayısıyla bunun da karşısındaki başı açıklarda görevlinin yansızlığı konusunda şüphe yaratacağı... Bu yüzden kamu alanında dini inançlara açıklama özgürlüğüne sınır getirilebileceği...

     

    Bu argüman tek bir soru karşısında çökmeye mahkumdur. O soru da şudur: Neden başı örtülü olmak memurun "tarafsızlık" imajını bozuyor da başı açık olmak bozmuyor? Kamu görevlisinin başını örtmesi "taraf belli etmek" ise örtmemesi de taraf belli etmek değil mi?

     

    Başı örtülü bir vatandaş da bir devlet dairesine gittiğinde karşısında başı açık bir kadın görevli gördüğünde, onun kendisine karşı "taraf" olduğunu hissedemez mi?

     

    Aslında, baş örtmek dini inancın gereği ise baş örtmemek de dine ait bir başka inancın gereğidir. Ya dininizin baş örtmeyi gerektirmediğine inanıyorsunuzdur ya da dinsizsinizdir. Ama her iki durumda da başınızı örtmemekle siz de tıpkı başı örtülü kadın gibi, dini inancınıza ilişkin bir sembolü kamu alanına taşımış oluyorsunuz. Ve aynı mantıkla siz de başınızı örtmemekle vatandaş karşısında "taraf" olduğunuzu belli etmektesiniz. Haç takan bir memur Hristiyanlığını deklare ediyorsa, takmayan da olmadığını ya da umursamadığını deklare etmektedir. Kısaca, bir şeyin var olması bir sembolse, yok olması da semboldür.

     

    Kaldı ki, dini sembollerin kamu alanına taşınması sakıncalı ise resmi dairelerde oruç tutulmasının, namaz kılınmasının da yasaklanması gerekir. Çünkü sonuçta hizmet alanlar namaza gitmiş bir kamu görevlisinin karşısında da "tarafsızlık" şüphesine düşeceklerdir!

     

    Ayrıca kamu görevlisinin vatandaş karşısındaki tarafsızlığını tehdit eden tek mesele dini inançlar mıdır? Kamu görevlilerinin cinsel tercihlerini kamu alanına taşımaları da aynı şekilde tarafsızlıklarını zedelemez mi? Bir heteroseksüel, eşcinsel bir kamu görevlisiyle karşı karşıya kaldığında onun eşcinselleri kayıracağı kuşkusuna düşmez mi? O zaman eşcinsel olduğu belli olanları da mı yasaklayacağız kamu görevinden?

     

    Gördüğünüz gibi, bu soruların içinden çıkmak mümkün değildir. Daha doğrusu, içinden çıkmanın tek yolu, toplumda ne kadar çeşitlilik, farklılık varsa hepsinin kamu alanına da aynen yansımasına fırsat vermektir. Çağımızın çok dinli, çok ırklı, çok kültürlü, sonsuz çeşitlilikteki toplumu, bütün zenginliğiyle kamu alanına yansıdığında zaten kimsenin kimseyi kayıracak hali de kalmayacaktır.

     

    09/10/2010


  12. Türban CHP'de tarihi bir kırılma oluşturatabilir

     

     

    Olayın hukuki boyutu konusunda iddialar muhtelif.

    Bir kısım hukukçu YÖK'ün o ilk yasak kararını kaldırmasıyla türban yasağının kendiliğinden kalkacağını çünkü gerek Anayasa Mahkemesi'nin gerekse Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nin yasağı destekleyen kararlarının YÖK'ün aldığı o ilk karara bağlı olduğunu söylüyor. Yani, YÖK eski kararından vazgeçtiği anda yasak da kendiliğinden kalkacak. Bir kısım hukukçu ise bu işin sadece YÖK'ün bir kararıyla çözülemeyeceği, yasal değişiklik yapılması gerektiği görüşünde. Hatta BDP bu konuda harekete geçti bile.

     

    Ama ister YÖK kararı, ister yasal çözüm söz konusu olsun, işin püf noktasının CHP'nin tutumu olduğu belli: Eğer CHP konuyu Anayasa Mahkemesi'ne götürmezse 30 yıldır cebelleştiğimiz türban yasağının bir çırpıda halledilmesi işten bile değil.

     

    İşin güzeli, bu konuda Kılıçdaroğlu'ndan olumlu sinyaller geliyor. Milliyet'ten Fikret Bila'nın şu satırları sorunun çözümüne hiç de uzak olmadığımızı gösteriyor: "Kılıçdaroğlu, türban konusunda CHP'nin çizgisini tamamen değiştirmiş görünüyor. Türbanın Anayasa Mahkemesi kararıyla engellendiğini anımsattığımızda, 'Anayasa'da veya YÖK Yasası'nda yasaklayıcı bir hüküm yok. Konu, Anayasa Mahkemesi'ne götürüldüğü için bu karar çıktı' değerlendirmesini yaptı. Bu yaklaşım Kılıçdaroğlu'nun bu yöndeki düzenlemeleri Anayasa Mahkemesi'ne götüren eski CHP çizgisini benimsemediğini, onaylamadığını gösteriyor..."

     

    Zaten, Kılıçdaroğlu'nun Bila'ya yaptığı bu açıklamanın hemen ertesinde CHP'den yapılan açıklamada da, "CHP'nin, YÖK tarafından İstanbul Üniversitesi'ne gönderilen ve kız öğrencilerin türbanlı olsa bile derslere girebilmesinin önünü açan yazısına karşı bir adım atmayacağı ve sessizlik politikası izleyeceği" belirtiliyor.

     

    Tamam, bu yöntem türban sorununu çözer. Ama acaba CHP'nin sorununu çözer mi?

     

    Açıkçası ben bu "sessizlik politikası" denen şeyin CHP açısından ne akıllıca olduğunu düşünüyorum ne de uzun zaman sürdürülebileceğini...

     

    "Sessizlik politikası", CHP'nin türban konusunda aktif karşıtlık politikasından pasif destek politikasına geçmesi anlamı taşıyor. Peki Kılıçdaroğlu yönetimi, kendisine geniş kitleler nezdinde büyük puan kazandırabilecek bir konuda, neden aktif tutum almak yerine pasif destekle yetiniyor? Elbette ki kendi içindeki "aktif karşıtları" azdırmamak için... Ama "sessizlik politikası"nın bu konuda hiçbir işe yaramayacağını çok kısa bir sürede görecekler. Yarın öbür gün, Arıtman-Serter-Arat Grubu'nun verilen pasif desteği de CHP'nin tarihi misyonuna ihanet olarak nitelediğini göreceğiz. İşte o zaman Kılıçdaroğlu ekibi "Ne İsa'ya ne Musa'ya yaranamamak" gibi bir durumla karşı karşıya kalmaktansa bir seçim yapmaya zorlanacak:

     

    Ya parti içindeki "yeminli türban düşmanlarına" karşı açıktan mücadele etme ve türban yasağının kaldırılması konusunda aktif tutum alma (hatta öncülük etme) çizgisine geçecek ve böylece yaptığı siyaset değişikliğinin meyvelerini seçim sandığında tam olarak toplama imkanına kavuşacak ya da yeminli türban düşmanlarıyla siyasi hesaplaşmayı göze alamayıp "sessizlik politikası" denilen pasif destek çizgisinden de vazgeçerek eski pozisyonuna geri dönecek.

     

    Kılıçdaroğlu'nun bu kritik noktada hangi yolu seçeceği ise bir hesap kitap işi...

     

    Fanatik türban karşıtlarının hem parti teşkilatındaki güçlerinin hem de CHP'nin geleneksel seçmen kitlesi içindeki ağırlıklarının doğru hesaplanmasına dayanıyor.

     

    Hesabın ikinci kısmı daha kolay; zira CHP seçmeni de bu toplumun bir parçası; bu toplumdaki hakim atmosferden etkileniyor ve halkın yüzde 70'inin baş örtüsü yasağına karşı olduğu bir ortamda, CHP seçmeninin çoğunluğunun baş örtülü genç kızları on yıllardır inleten bu zalim yasağın yanında yer alacak kadar taş kalpli olduğu düşünülemez.

     

    Dolayısıyla, yeni CHP yönetimi için asıl kritik mesele, parti teşkilatı içindeki güçler dengesinin gerçekçi bir değerlendirmesini yapmaktır. Malum, hele hele CHP gibi bir partide teşkilatı kaybetmek, her şeyi kaybetmektir; yani göze alınamaz bir risktir. Eğer yeni yönetim, Arat-Arıtman-Serter çizgisinin parti teşkilatına hakim olan esas çizgi olduğu tespitini yaparsa farklı davranacak; bu fanatik çizginin -sesi çok çıkmakla birlikte- aslında sanıldığından daha zayıf olduğu tespitini yaparsa daha cesur davranacak.

     

    Benim Kılıçdaroğlu'na tavsiyem, bu hesabı yaparken kendisini parti yönetimine taşıyan dalgayı iyi değerlendirmesidir. Parti içindeki statüko bir kez sarsıldığında, parti teşkilatına yüzde yüz hakim zannedilen Baykalcılar'ın nasıl küçük bir azınlık olarak kaldıklarını hatırlaması, başkanlık için aldığı büyük desteğin parti içindeki değişim talebinin yansıması olduğunu görmesidir.

     

    Özetle, türban konusu CHP içinde tarihi bir kırılma yaratabilir. Ve bu kırılma, CHP'nin anakronik Kemalist çizgisiyle esaslı bir hesaplaşma sürecinin başlangıcına dönüşebilir.

     

    Eğer gelişme böyle olursa, ortaya çıkan fayda türban sorununun çözülmesinden çok daha büyük bir faydaya dönüşmüş demektir, bu da işin bir başka boyutu...

     

    08/10/2010


  13. Değiştirilemez maddeler vesayetin güvencesi

     

     

    Öyle ülkeler vardır ki, anayasalarında değiştirilemez maddeler olsa bile, bu maddelerin varlığı ilkesel olarak yanlış olmakla birlikte, pratikte rahatsız edici bir etki yapmaz; daha çok sembolik niteliktedir ve orada öylece durur.

    Elbette bu ülkelerin hukukçuları ve aydınları, "değişmez madde" kavramı konusundaki itirazlarını sürdürürler ama söz konusu maddelerin kaldırılması geniş çoğunluklar açısından acil ve hayati bir talebe dönüşmez.

     

    Ama bizde öyle değil. Türkiye'de bu tartışma sadece bir ilke tartışması olarak yürümüyor. Biz bu maddelerin kaldırılmasını fantezi olsun diye tartışmıyoruz. Çünkü bizde bu değişmez maddeler vesayet rejiminin anayasadaki gizli güvencesi olarak işlev görüyor. Özellikle açık darbe yapma imkânının kalktığı ve vesayet rejiminin iktidarını yüksek yargıyı kullanarak sürdürmeye eskisinden daha fazla ihtiyaç duyduğu düşünüldüğünde vesayetçiler için bu maddeleri korumak hayati önem taşıyor. Bu maddelere dayanılarak Meclis'in anayasa değişikliği yapması imkânsız hale getiriliyor. Anayasa Mahkemesi'nin -aslında hakkı olmayan- yerindelik denetimi yapabilmesi için bu maddeler paravan olarak kullanılıyor.

     

    Dolayısıyla bizde bu değişmez maddeler meselesi son derece somut ve hayati bir tartışma.

     

    Eminim çoğunuz zaten biliyorsunuz ama yaşadığımız örnekleri tekrarlamakta yarar var:

     

    Türban yasağına ilişkin anayasa değişikliğinde ne yaptı Anayasa Mahkemesi? "Bu değişiklik Anayasa'nın değişmez maddelerinden biri olan laiklik ilkesine aykırıdır, o yüzden benim de bunu bozmaya yetkim var; bu yerindelik denetimi sayılmaz" dedi. Yani, "içerik denetimi yapamaz" yasağını, değişmez maddeleri kullanarak aştı; bir nevi takiye yaptı.

     

    Bunu yaparken de Anayasa'daki laiklik ilkesini istediği gibi yorumladı. Halkın ezici çoğunluğu başörtüsüyle üniversitede okumanın laiklik ilkesiyle hiçbir şekilde çelişmediğini düşündüğü halde, bir düzine yargıç kendi akılalmaz laiklik yorumunu bütün topluma dayattı.

     

    Bir başka örneği daha yeni yaşadık. CHP son Anayasa değişiklik paketini Anayasa Mahkemesi'ne götürürken, yine değişmez maddelere bel bağlamıştı. Yüksek Mahkeme'nin, HSYK ve Anayasa Mahkemesi'nin üye seçimi ile ilgili değişiklikleri Anayasa'nın değişmez maddelerinden olan "hukuk devleti" ilkesine aykırı bularak bozacağını umuyordu.

     

    Neyse ki bu defa öyle olmadı ve paket Anayasa Mahkemesi'nden kıl payı kurtulup referanduma gidebildi. Ama pekâlâ gidemeyebilirdi. Siyasi güçler dengesindeki küçük bir değişiklikle, paket bu defa da değişmez maddelerden "hukuk devleti"ne takılıp çöplüğü boylayabilirdi.

     

    Anayasa hukukçusu Burhan Kuzu, bir demecinde bu garip durumu gayet özlü bir biçimde şöyle ifade etmişti:

     

    ''... Siz bu maddelerin yorumunu, böyle geniş yaparsanız, bakın o zaman ne oluyor? Değişmez maddeleri 4 gruba topladık: Laik Devlet, Demokratik Devlet, Sosyal Devlet ve Hukuk Devleti... Açın Anayasayı bakın, 177 maddenin dörtte biri sosyal devlet, dörtte biri laik devlet, dörtte biri hukuk devleti, dörtte biri ise demokratik devletle ilgilidir."

     

    Yani?

     

    Yani, bu değişmez maddeler durdukça Anayasa Mahkemesi'nin "hoşlanmadığı" (daha doğrusu vesayet rejiminin hoşlanmadığı) bütün değişiklikleri "değişmez maddeler"i istediği gibi yorumlayarak bloke etme imkânı var.

     

    İşte bu yüzdendir ki, değişmez maddeler bizim ülkemizde "somut ve yakın tehlike" oluşturuyor. Haşim Kılıç'ın tek bir cümlesi bu yüzden bu kadar kıyamet kopartıyor. Bu yüzden anayasayı yazanlar, metne "teklif dahi edilemez" gibi buyurgan ifadeler koyuyorlar.

     

    Ama artık böyle tehdit dolu ifadelerle kimseyi terörize edemiyorlar.

     

    Başlayan hiçbir tartışma kapanmıyor, tam tersine derinleşerek sürüp gidiyor.

     

     

    06/10/2010


  14. Ölülerin dirilere hükmetmesi

     

     

    Tartışmanın başlığı bile yeteri kadar kışkırtıcı: "Değiştirilmesi teklif dahi edilemez" diyor.

    Hani, çocuğa bir "Şunu yapma yavrum" demek vardır, bir de "Şunu yapmayı aklından dahi geçirme" diye tehdit ederek çocuğu çileden çıkarmak vardır.

     

    Şu anki Anayasa bize, "İlk dört maddeyi değiştirmeyi aklınızdan bile geçirmeyin" diye buyuruyor. Doğrusu bu dil bile tek başına insanda, "Benim sözleşmem değil mi, istediğim gibi değiştiririm" deme isteği uyandırıyor.

     

    Her neyse, tartışma tabii ki psikolojik değil hukuki bir tartışma. Ve epey uzun zamandır da devam ediyor. Anayasa Mahkemesi başkanının zaman zaman konuyu gündeme getirir gibi yapıp sonra hemen geri adım atmasına bakılırsa, daha uzun süre de tartışılacağa benziyor.

     

    Önce bir noktayı netleştirelim: Evet, birçok ülkenin anayasasında değişmez maddeler var. Mesela, Almanya Anayasası'nda devletin federal yapısının, İtalya ve Fransa anayasalarında ise devletin şeklinin cumhuriyet olduğunun değiştirilemeyeceği hüküm altına alınmış. Ama başka anayasalarda değiştirilemez maddelerin olması, bizimkinde de olması gerektiğini göstermiyor. Nitekim, bırakın değiştirilemez maddeleri, hiç anayasası olmayan ülkeler bile var.

     

    Kaldı ki, söz konusu maddeler bizim anayasamızda da ezelden beri var olmamış. Değiştirilemeyecek maddelere ilişkin ilk hüküm 1961 Anayasası'nda yer almış. Ama o zaman yasak sadece ''Cumhuriyet'' maddesi ile sınırlı imiş. 1982 Anayasası bunu genişleterek ''İlk 3 maddesi değiştirilemez'' demiş ve cumhuriyetin niteliklerini bu kapsamın içine koymuş. Yani karşımızdaki maddeler yine Milli Güvenlik Konseyi ürünü. Darbecilerin yaptıkları bütün değişiklikler gibi bu değişikliğin temel amacı da kendi yaptıkları anayasayı korumak; toplumu ve onun temsilcilerini toplumsal sözleşmenin yapılış sürecinin dışına çıkarmak...

     

    Dolayısıyla biz bu tartışmayı, bu maddelerin Anayasa'ya giriş sürecinden bağımsız bir biçimde, sadece hukuki bir mesele olarak, soyut bir ülkede soyut bir anayasadan bahsediyorcasına yapamayız.

     

    Ama ben konunun bu yönünü gelecek yazıya bırakıp, değiştirilemez maddeler üzerinde sürmekte olan hukuki tartışmalara dönmek istiyorum.

     

    Hemen belirteyim ki, Türkiye'deki anayasa hukukçuları arasında bu konuda tam bir fikir birliği yok. Bir kısmı değiştirilemez maddelerin varlığına tamamen karşı çıkarken bir kısmı sınırlanmasını savunuyor. Örneğin Ergun Özbudun, bildiğim kadarıyla değiştirilemez maddelerin "Devletin şekli cumhuriyettir" maddesi ile sınırlı olması gerektiğini savunuyor.

     

    Anayasa'nın değiştirilemez maddeleri ile diğer maddeler arasında hiyerarşi kurulamayacağını ileri süren Osman Can ise, bu maddeler arasında soyut ve somutluk ilkesi bulunduğunu, değişebilir normların, değiştirilemez maddelerin somut hali olduğunu hatırlatıyor ve bu nedenle, bir Anayasa değiştirildiği zaman değiştirilemez maddelerine dokunmanın kaçınılmaz olacağını ifade ediyor "Çünkü" diyor Can; "Her bir anayasa değişikliği o anayasaya aykırıdır, her bir yasa değişikliği o yasaya aykırıdır ama aykırı olduğu unsuru çıkarır atar."

     

    Mustafa Erdoğan da Anayasa'da değiştirilemez madde olmaması gerektiğini savunan anayasa hukukçularından. Erdoğan, Anayasa'nın barışçı-demokratik yollardan değiştirilememesinin son derece ciddi sakıncaları olacağını, böyle bir durumun barışçı olmayan yolları denemek isteyenler için bir nevi teşvik oluşturacağını, daha önemlisi, anayasanın toplumsal değişme ve gelişmenin gerisinde kalması durumu doğuracağını işaret ettikten sonra "Bu ise devletin yeni şart ve ihtiyaçlara cevap veremez hale gelmesine yol açacağı gibi, devlet-toplum gerilimine yol açmak suretiyle de 'aşağıdan' gelen bir kalkışmayı veya devletin otoriterleşmesini yahut da her ikisini birlikte teşvik edebilir." diyor. Ama Erdoğan'a göre bunlardan daha önemlisi, anayasanın değiştirilemez maddelerinin varlığının yol açacağı ahlâki sorun... Onu da şöyle ifade ediyor: " Ahlâken hiç bir kuşağın daha sonraki kuşakların kaderini sonsuza dek belirleme hakkı yoktur. Gelecek kuşakların şartlarının, değer ve ideallerinin bizimkilerle aynı olacağını ne öngörebiliriz, ne de böyle olmasını buyurmaya ahlaken hakkımız vardır. Kendini-belirlemek veya yönetmek sadece 'kurucu' kuşağın değil, her kuşağın hakkıdır. Dahası, bizim bugün sahip olduğumuz demokrasi anlayışı bile hep böyle kalacak değildir."

     

    Erdoğan'ın altını çizdiği bu ahlaki sorunu, Amerika'nın kurucu babalarından Thomas Paine'in ise şu özlü cümleyle ifade etmiş:

    "Anayasaya değişmez hükümler koymak, ölülerin dirilere hükmetmesidir."

    Konuya devam edeceğim.

     

     

    04/10/2010


  15. Münferit sulh

     

     

    Bendeniz Doğulu olduğum için işim gücüm "geçmişle kavga" etmekmiş. Kendisi Batılı olduğu için geleceğe bakarmış. (Batı okullarında okumuş, biz de taşmektepte medrese tahsili gördük.)

    Adam böyle diyor.

    Geçmişin doğrusunu bilmeden, onunla hesaplaşmadan bir gelecek kurmaya çalışmak, ancak ciddi bir eğitim görmemiş, kendi kendini yetiştirmiş yarı-aydınlara özgü bir güdüklük olsa gerek.

    İzin verirseniz bugün gene geçmişle kavga edeceğim azıcık, huyum kurusun, kendimi alamıyorum...

    Şamil Tayyar yeni bir kitap yazdı: "Çelik Çekirdek"... Derin devletin ipliğini bir kere daha pazara çıkarıyor. (Gücü yettiği kadar.)

    Şamil tipik bir Doğulu olduğu için derin devletin geçmişine de uzanmış, ortaya "Enver Paşa hükümetini darbeyle indirme teklifini Atatürk'e kimler neden götürdü?" sorusunu da atmış.

    Göbeğini kaşıyan Şamil, senin neyine gerek 1917 yılının olayları? Aradan doksan üç yıl geçmiş... Git konsere, bak bakalım yiğidin arslanın nerede yatıyor, Türkiye'nin geleceğine katkıda bulun (beleş girme oğlum, bilet al)...

    Bendeniz de bu konuyla kavga edeyim kendi açımdan. Severim.

    İttihat ve Terakki'nin ünlü tetikçisi Yakup Cemil darbe yapacak (severler!), Enver'i ve Talat'ı devirecek, daha sonra Alman ittifakından çıkıp İngiltere ve Fransa'yla "tek taraflı barış" anlaşmasının yollarını arayacaktı. Türkiye'yi savaştan çekecekti. (Buna o zamanın diliyle "münferit sulh" deniyordu.)

    Bunu planlayan da darbeciydi, devrilecek olanlar da darbeciydiler. Bu bir iç hesaplaşmaydı. (Yakup Cemil dört yıl önce ünlü Babıali baskınında Harbiye Nazırı Nazım Paşa'yı öldürmüştü. O dönemde, adalarda mahkeme kurup sonradan asmak gibi dolambaçlı yollara gitmiyorlar, hemen oracıkta çekip vurup işi kısa kesiyorlardı.)

    Atatürk'ün bundan haberi vardı.

    Açıktan açığa desteklemedi, ama karşı da çıkmadı.

    Çünkü, eğer darbe başarılı olsaydı, onu Harbiye Nazırı yapacaklardı. (Daha sonra, mütarekenin başlarında da bunun için çok uğraştı. Hiçkimse kalkıp da bana "koskoca Atatürk gerici Osmanlı'ya bakan olmayı ister mi canım" demesin, gülmem bile.)

    Sustu ve beklemeye geçti. Almanya'nın savaşı kazanamayacağını görüyor, bunun bizim için de yıkım anlamına geleceğini iyi biliyordu, üstelik de Enver'le karşılıklı olarak birbirlerinden nefret ediyorlardı. Kaldı ki, savaşı kaybedersek yıkılacak, kazanırsak da bir Alman sömürgesi olacaktık. Her iki durumda da geleceğimiz berbattı. Tek yol savaştan usturubuyla çekilmekti. (Daha sonra da yeni ve sonuncu Avusturya-Macaristan İmparatoru Karl'ın deneyeceği ve başaramayacağı gibi.)

    Yakup Cemil darbeyi yapamadı, yakalandı, yargılandı ve Kâğıthane'de kurşuna dizildi.

    Hiçbir şey kanıtlayamayacakları için Atatürk'e dokunamadılar.

    Belki Atatürk Yakup Cemil'in bu işi kıvıramayacağını görmüş, belki "münferit sulh" açılımını müttefiklerin yutmayacağını düşünmüştü... O yüzden, karışmadı. Kendini çekti, bekledi.

    Yakup Cemil bir darbecinin yapmaması gereken her türlü "amatör" yanlışı yapmış (oysa bu işlerde çok tecrübeliydi ama ruh sağlığının pek dengeli olduğu söylenemezdi), Meserret Kıraathanesi'nde uluorta bağırıp çağırmış, yan tarafta bilardo oynar gibi yapan Teşkilat-ı Mahsusa ajanları da bunu rapor etmişlerdi. (Oysa merhumun kendisi de aynı örgüttendi, örgüt içindeki "Envercileri" bilmesi gerekirdi.)

    İş o kadar ayyuka çıkmıştı ki, bir gün Ömer Seyfettin Meserret Kıraathanesi'nden çıkıp Sirkeci'ye inerken Yakup Cemil'in koluna girmiş, "cancağızım," demişti, "böyle uluorta atıp tutma, başını derde sokacaksın, sen darbeni yap, merak etme, başarılı olursan herkes peşinden gelir!"

    Aynı yanlışı, 1962 yılında, Ankara Orduevi'nde rakı içerken uluorta konuşan Talat Aydemir de yapacaktı... Onu kurşuna bile dizmediler, astılar.

    Görüldüğü gibi, geçmişi öğrenmenin her türlü macerapereste, hem darbecilere hem de Kılıçdaroğlu üfürükçülerine faydaları saymakla tükenmez.

    Buna şarkıcı türkücü esnafı da dahildir.

     

     

    30/09/2010


  16. İstanbul'un bilinmeyen gerçeklerine yönelik bir yazı dizisine başlayan Arda Uskan, yazar-araştırmacı Aytunç Altındal ile birlikte, binlerce yıllık sırları içinde barındıran bu yaşlı kentin, geçmişten bugüne kıskançlıkla kendisine sakladığı sırlarını gün ışığına çıkartacak. Daha doğrusu bu gizemli yolculukta Altındal rehber olacak, Uskan da sizler için Bizans döneminden bu yana kimi zaman efsanelerin, kimi zaman üzeri hiç açılmamış gerçeklerin izini sürecek..

     

    Uskan, yazı dizisinin ilk gününü İstanbul'un casusluk öykülerine ayırdı..

     

    ARDA USKAN- Sevgili Aytunç, bütün dünyanın bildiği gibi İstanbul gerçekten yüzyılları kapsayan gizemleri içeriyor. İstersen biz önce en somut olanından, İstanbul'da yaşanmış casuslar savaşından başlayalım. Yanılmıyorsam bu topraklar hala bu savaşlara tanıklık ediyor.

     

    AYTUNÇ ALTINDAL- Evet, Türkler'in Anadolu'da ilk örgütlenmeye başladıkları günlerden beri varlar... Soğuk savaş yıllarında ise Türkiye'den en az 10 bin casus ve ajan gelmiş geçmiş...

     

    -Peki bilinen ilk casuslar kimler?

    Bunlar özellikle Fransız ve Cenevizli casuslar... Anadolu'yu baştan aşağı dolaşmış bu adamlar. Belgeleri ise ilk kez 2005 yılında Fransa'da yayınlandı. Bilinen ilk casus Fransız Şövalye tarikatları adına çalışan Jean le Jaune diye biri. Sarı Jan diye anılan bir casus bu. Düşün, yıl 1332...

     

    O zaman Anadolu ne durumda?

    -O zaman Anadolu 'Natolia' diye anılıyor. Henüz Anatolia bile değil. Natolia taşra demek. Bizans'ın taşrası... Bizanslılar, Türkler, Selçuklular birlikte yaşıyorlar. Bu Sarı Jan Anadolu'ya geldiği zaman Kuran okuyabilecek kadar iyi Arapça biliyor. Türkçe konuşup, Türk kıyafetleri giyiyor. Kimse yabancı olduğunu anlayamıyor. Böylesine iyi yetirilmişler yani.

     

    Yani bizim bu 'yol geçen hanı' durumumuz çok eskilere dayanıyor.

    -Öyle... Anadolu topraklarında bunlar her zaman faaliyette bulunmuşlar. İlginç olan gelenlerin hepsinin yüksek eğitimden geçmiş olması ve Müslümanlar'dan ayırt edilememesi. O zamanki şartları düşünsene...

     

    Peki daha sonra...

    -Önce sırada I. Dünya Savaşı dönemi var.

    İstanbul ve çevresinde çok önemli casusluk faaliyetleri oluyor. Gelenlerden en ünlüsü Sidney Reily diye bir adam. Yahudi asıllı, inanılmaz maceraperest biri. O günkü standartlara göre gelmiş geçmiş en büyük ajan bu. Hatta Ian Fleming'in, James Bond'u yaratırken bu ajandan ilham alarak yazdığı söylenir. Sidney Reily ayrıca, meşhur Yavuz zırhlısı olayını yönlendirmek için özel çalışmalar yapmış biri.

     

    Yavuz ve Midilli zırhlılarını, I. Dünya Savaşı sırasında Almanlar bize vermişler galiba...

    -Evet ama bir şartları var. Bu zırhlılar ile Karadeniz'e çıkıp Rus donanmasını bombalayacağız! Enver Paşa'nın emriyle bu iki gemi Karadeniz'e açılacak ama içinde Almanlar var, bombalayacak olan onlar. Sonra malum, onlar Ruslar'ı bombaladılar ve dolayısıyla savaşa biz de girmiş olduk.

     

    Bizim James Bond Sidney'in rolü ne?

    -Adam İngiltere'nin bu işler için gönderdiği ajan! İngilizler anlaşmanın yapılmasını istemiyor.

    Reily kendini İstanbul'da Rum asıllı tüccar Nico olarak tanıtıyor. İsmini hep değiştiriyor zaten.

    Türkler'in bu iki zırhlıyı almalarına engel olmaya çalışıyor. Bolşevik ihtilalinden hemen sonra da Lenin'i öldürmek için Moskova'ya gidiyor, fakat orada kayboluyor. Ondan sonra da izine rastlanmıyor.

     

    Gerçekten roman kahramanı gibi...

    -Hem de nasıl? Mesela birçok kadınla evlenip boşanıyor, yakışıklı bir adam ve evlendiği kadınlar bile bunun kim olduğunu bilmiyorlar.

    Çok büyük paralar kazanıp kumar, kadın ve uyuşturucuya harcıyor. Bir keresinde İngiltere'de zengin yaşlı bir adamın genç karısını baştan çıkarıyor. Adam kalp krizinden ölünce, kadınla evleniyor. Kocayı öldüren de bu. Adamın ölüm raporlarını, kendisini doktor olarak gösterip yine kendi imzalıyor. Meğer yaşlı adamı zehirlemiş.

    Sonra kadınla evlenip paralara konuyor. Böyle bir adam işte. Artık senaryosunu yazmaya başlayabilirsin.

     

    Başladım bile Reily'yi de sen oynarsın artık. Peki sonra...

    -Geliyoruz II. ikinci dünya savaşına... O dönem dünyanın en ünlü casusları hem İstanbul'da hem Ankara'da cirit atıyorlar. Üstelik bunlar en üst düzey casuslar.

     

    Hazretler bu kez hangi amaçla geliyorlar?

    -Çünkü Türkiye II. Dünya Savaşı'na girip girmemek konusunda kararsız. Girmek istemiyor aslında. Bir tek Başbakan Refik Saydam savaşa girmekten yana. Ajanları yollayanlar Almanya ve İngiltere. Bir de o arada İstanbul'da bir Yahudi teşkilatı var. Onlar da Yahudiler'i kurtarmaya ve Filistin'e yerleştirmeye çalışıyorlar. Bunlar aslında I.Dünya Savaşı sırasında İstanbul'da kurulmuş spor kulüpleri... Mesela bugün Hapoel Hayfa diyoruz, o zamanki adı Hapoel İstanbul. Mesela ünlü Ajax Takımı'nın kurulduğu ilk yer de İstanbul. Bunlar hep Yahudilerin kurduğu teşkilatlar. Spor kulübü kisvesi altında çalışıyorlar.

     

    Spor tesisleri ve casusluk... Vay be!

    -Evet, bizim Beşiktaş Kulübü de öyledir. Beşiktaş önce Jimnastik Kulübü olarak kuruluyor, aslında Anadolu'ya silah kaçırıyorlar. Benim babam da o teşkilatın içindeymiş. 1920-21 yıllarında hem Beşiktaş'ta futbol oynamış, kaptanıymış hem de Haysiyet Divanı Başkanı'ydı. Cavit Altındal... Ama esas işleri Anadolu'ya silah götürmekmiş.

    Beşiktaş onun için Kuvayi Milliye'nin takımıdır.

     

    Eee... Bizim Galatasaray ne takımı oluyor?

    -O Mason takımı. Fenerbahçe de kopil takımıdır. Rum kopilleri takımı...

     

    Vallahi öldürürler seni...

    -Yok canım ben bunu televizyonda da söyledim. Zaten adamlarının stadının ismi 'Papazın Çayırı'. Şimdi II. Dünya Savaşı'nda İstanbul'da başka kimler de var ona bakalım. Ludwig Moyzich mesela. O da Alman SS casusu. Knetchbull Hügesen ise hem İngiliz Büyükelçisi hem de Malta Şövalyeleri ve Saint George Şövalyeleri tarikatı üyesi. Sene 1939-1945 arası. Elçinin bir yardımcısı var, Arnavut asıllı bir Türk vatandaşı. Kod adı; Çiçero...

     

    O meşhur Çiçero?

    -Evet. Şimdi bu Çiçero, İngiltere Büyükelçisi Knetchbull Hügesen'den İngiltere'ye ait bütün gizli belgeleri çalıyor ve Almanya'ya satıyor.

    Düşünsene adam onun yardımcısı...

     

    Casusun hakkından casus gelir...

    -Aynen. İngiliz casusunun asistanı Çiçero. Almanlar'ın casusu aslında. Almanlar Çiçero'ya bunun karşılığında 500 bin mark ödeyecekler. Ödüyorlar ama sahte mark olarak. Sonunda Çiçero, Fransa'da kapıcılık yaparak beş parasız ölüyor. Bu arada bir de Frankfurther Algemeine gazetesi adına gönderilen Alman gazeteciler var. Bunlar 'uyuyan ajan' olarak Türkiye'ye sokuluyor.

    Buraya yerleşiyorlar. Şayet savaş kaybedilirse ondan sonrasında neler yapılacağını planlayacaklar. Geldikleri yıl 1943.

     

    Savaş bitmeden 2 yıl önce...

    -O sırada Almanların Türkiye için gizli bir projesi var. Bu projenin kod adı; Gertrude. Bu proje çerçevesinde Almanlar bizi sanat ve kültür aracılığı ile etkileyecek ve Alman hayranlığını yayacaklar. O günlerde en ünlü besteciler, yazarlar, ressamlar getiriliyor Türkiye'ye. Ve bu organizasyonun Türkiye ayağında ise birinin adı geçiyor; Zeki Ülkütay.

     

    Organizatör yani...

    -Dahası... Sanki ortada Zeki Ülkütay diye birisi varmış ve bu adam dünyaca ünlü herkesle ahbap, herkesi tanıyor, bütün işleri o ayarlıyor. Almanlar adına çalıştığı söyleniyor. Ama gerçekte Zeki Ülkütay diye bir şahıs yok! Hiçbir zaman da bulunamıyor zaten ve kim olduğu bir sır olarak kalıyor. Şimdi yıllar sonra Alman Deuche Bank'ın gizli belgeleri, hesapları yayınlandı. Onlara bakıyorum...

     

    Hocam Deuche Bank'ın gizli belgesinden sana ne? Neden bakıyorsun?

    -Önemli. Bak oradan ne çıktı! Uzun yıllar sonra 1999 senesinde İsrail, Türkiye'den savaş tazminatı istedi. Dediler ki, 'Siz, II. dünya savaşı sırasında Almanlar'a krom sattınız. Satmasaydınız Almanlar savaşa devam edemeyecekti, dolayısıyla savaş daha erken bitecekti ve bu kadar Yahudi ölmeyecekti! Daha önemlisi, Almanlar sizden aldıkları krom karşılığında, size Yahudiler'den gasp ettikleri altınlarla ödeme yapmışlardır!'

     

    Şu 'Alman altınları söylentisi' bu herhalde...

    -Bu altın hikayesi Türkiye'nin önüne getirildiği dönem, 2003 yılı ve Ecevit'in hükümet olduğu dönem. Dışişleri Bakanı da Şükrü Sina Gürel.

    Şükrü Bey bunu araştırmak için bir grup oluşturdu. İlber Ortaylı, ben ve büyükelçi Nuri Bey... Biz üçümüz bu tazminattan kurtarabilmek için belgeleri araştıracağız. İsrail 625 milyar dolar istiyor bu arada. Alman bizden krom almış, karşılığını ödemiş. Bizi ne ilgilendirir bu Alman altını mıdır, Yahudi altını mıdır, değil mi? Bu nedenle o araştırma sonunda Deuche Bank belgelerine baktım. 'Zeki' ismini biliyordum, bu isme orada rastlayınca bağlantıyı kurdum. İşte o belgelerdeki kişi Zeki Ülkütay'dı. Yaklaşık 1600 Napolyon altını onun adına bankada kayıtlı. Ama paralar adamın değil. Alman istihbaratı tarafından Türkiye'ye ödenmesi için uydurulan bir isimden ibaretti bizim Zeki Ülkütay efendi. Hayali bir kişi yaratılmış ve ödemeler yapılmıştı. Ben bunu 2000 senesinde gördüm ama savaştan sonra bir tek altın bile çekilmemiş. Sadece kayıtlarda duruyor.

     

    Ve casusluk olayları yavaş yavaş günümüze doğru geliyor...

    -Henüz gelmiyor. Daha 1941'lerdeyiz çünkü... O günlerde Türkiye ile Almanya arasında bir saldırmazlık paktı imzalanıyor. Ama bu anlaşmayı isteyen Stalin. O zaman Hitler ile savaşta değil, işbirliği halindeler. Bu anlaşma, bizim Başbakan Refik Saydam döneminde imzalanıyor. Malum İsmet Paşa Cumhurbaşkanı, diyor ki "Biz Almanlar'la her zaman dostuz, onlara saldırmayız." İlginç bir şey oluyor ve Refik Saydam ölüyor... Ki bu da ilginçtir, yerine Başbakan olarak Şükrü Saraçoğlu geçiyor. Bak önemli bir şey anlatıyorum, Türkiye tarihinde ilk kez sen yazmış olacaksın...

     

    Vay canına, tüylerim diken diken oldu...

    -Daha saçların dikilecek haberin yok. O günlerde Amerikan gizli servisi, İsviçre'de konuşlanmış. Çünkü tarafsız bölge. Ve servisin başındaki şahsın ismi de Allen Dulles. O dönemde CIA yok, eski adı OSS ve başında da Allen Dulles bulunuyor. Bunun bir erkek kardeşi var; John Foster Dulles.

     

    Sonra ABD dışişleri bakanı oluyor...

    -

    Öyle, ağabeyi Allen Dulles aynı zamanda bankacı ve hukukçu...

     

    Casusun da Ağababası...

    -Daha da öte. Dinle... Allen Dulles, İsviçre'den İstanbul'a geliyor ve bir istihbarat ağı kuruyor.

     

    Elemanları, bütün casusluk teşkilatları gibi kod adlarıyla çalışıyorlar. Türkiye'ye de bir kod veriliyor. Türkiye'nin kodu: Yellow, yani sarı... Türkiye demiyorlar yazışmalarda sadece 'yellow' diyorlar. Bir de, çok ünlü bir Türk yöneticiye kod verilmiş, o da; 'Harem' Yazışmalarda Harem kod adlı birisi var Türkiye'de yani. Yellow'un sorumlusu Harem diye geçiyor adam...

     

    Peki kimmiş Harem?

    -Başbakan Şükrü Saraçoğlu... Başbakanın ta kendisi. Bu ilk kez sizde yayınlanacak! İnönü cumhurbaşkanı, Saraçoğlu başbakan o dönemde. "Sarı'dan -yani Haremden- gelen bilgiye göre..." diyor ABD kaynakları.

    timef.jpg

    "ŞÜKRÜ SARAÇOĞLU ÜNLÜ TİME DERGİSİNİN 12 TEMMUZ 1943 DE YAYINLANAN SAYISIONA KAPAK OLMUŞTU"

    Saraçoğlu bir yandan da Amerikalılar'a bilgi veriyor.

    -Elbette. Bunu da bir tek İnönü biliyor. Şimdi Almanlar'la bir anlaşma yaptı ya, bakıyorlar savaş başka türlü gidiyor, Amerikalılar da Pearl Harbour baskınından sonra girmiş savaşa... İster misin Amerika kazansın bu işi! Biz de Alman taraftarı olarak arada kaynarız gideriz maazallah!.

    Saraçoğlu, Lozan Üniversitesi mezunu bir hukukçu ve İnönü'nün en güvendiği adam. Bu yüzden önce Şükrü Kaya'yı başbakanlıktan alıp Saraçoğlu'nu getiriyor yerine. Onun müttefiklerle aramızı düzeltecek bir yol bulmasını istiyor gizliden gizliye. İşte 'Harem' o zamanki CIA yani OSS'in Saraçoğlu için kullandığı kod adı. Bütün belgeler ve bilgiler bir tek onun üzerinden Amerika'ya geçebiliyor.

     

    Sonuçta Harem, yani Şükrü Saraçoğlu, ABD istihbaratına bilgi ulaştırıyor!

    -Tamamen öyle... 1942-1946 yılları arası bir işbirliği yapıldı ve bu belgeler iki yıl önce açıklandı. Ama Türkiye'de hiç duyan olmadı.

     

     

     

     

    Arda USKAN

    Aytunç ALTINDAL söyleşisi

     

    EDİT//////

    konuyla ilgili Engin ARDIÇ'ın yazısını okumak için:

    http://www.n-f-k.com/nfkforum/index.php?sh...ost&p=62213


  17. Türbanlılar Türkiye'nin "son sorunu" da çözülene kadar bekleyecek mi?

     

    Kemal Kılıçdaroğlu'nun referandum kampanyasında "türbanı çözme" konusunda söylediği sözlere ihtiyatlı bir iyimserlikle yaklaştık hepimiz.

    İhtiyatlıydık, zira Kemal Bey kısacık başkanlık döneminde epey yalpalama yaşamıştı bu konuda. Ama öte yandan iyimser olmaya çalışıyorduk çünkü nihayetinde CHP de bir siyasi partiydi ve artık CHP'de birileri AK Parti'yle yarışmak için AK Parti'den daha demokrat olmaya çalışmak gerektiğini anlamış olabilirdi.

     

    Görünüşte çözüm için hiçbir engel yok gibiydi. Kılıçdaroğlu türban için AK Parti'yle işbirliği yapabileceklerini söylemişti. Erdoğan da "Tamam o zaman, 13 Eylül'de gündeme getirelim ve birkaç günde de halledelim" demişti.

     

    Her neyse, bizler referandum sonrası bu konuda yaşanabilecek gelişmeleri merakla beklerken, iki lider türbanla ilgili ilk görüşmelerini yaptılar.

     

    Ama ne yazık ki sonuç yine fiyasko!

     

    Başbakan görüşmede Kılıçdaroğlu'na "Hadi, hemen bir komisyon kuralım türban olayını çözelim" demiş. Kılıçdaroğlu ise beklendiği gibi yine ipe un sermiş. Çözülmesi gereken pek çok konu olduğunu söylemiş. Dokunulmazlıkları, YÖK'ü, yüzde 10 barajı hatırlatmış; türbanın sorunlardan sadece biri olduğunu, tüm sorunların hep birlikte ele alınabileceğini söylemiş. Ayrıca türban konusunda ortada AİHM, Anayasa Mahkemesi ve Danıştay'ın kararları olduğunu, bunları da incelediklerini eklemeyi ihmal etmemiş.

     

    İşin kötüsü ne biliyor musunuz? Böyle düşünen sadece Kılıçdaroğlu değil. Şu anda başörtüsü yasağına karşı olanların bir kesimi de dahil, birçok çevre böyle düşünüyor: Ya hep ya hiç... Ya bütün reformları birden yaparsınız ya da türban değişikliğini yaptırmayız...

    "Tüm sorunları bir arada ele almak" denen şeyin, mümkün olanı yapmamak için en sık başvurulan bahane olduğunu artık çok iyi biliyoruz. 2007 yılında AK Parti türban konusundaki anayasa değişikliğini yaptığı zaman ortaya atılan gerekçe de bu değil miydi? Geçtiğimiz referandumda BDP'nin boykot için baş gerekçesi de bu değil miydi? Pek çok solcu da aynı şeyi ileri sürmüyor muydu?

     

    Ne oldu kısmi değişiklikler yapılınca? Diğer değişikliklerin önü açıldı mı yoksa tıkandı mı? Şu anda PKK meselesinin diyalog yoluyla çözümü yolunda önemli adımlar atılıyorsa, bunda referandum sonucunun rolü yok mu?

     

    X x x

     

    Herhangi bir özgürlüğe karşı olup da bunu açıkça ortaya koymaktan çekinenlerin çok sık başvurdukları bir gerekçe vardır:

     

    "Şimdi sırası mı? Şu şu meseleler dururken siz nelerle uğraşıyorsunuz?"

     

    Bu itiraza genellikle talep edilen özgürlük doğrudan karşı çıkılamayacak kadar haklı ve güçlü olduğu zaman başvurulur.

     

     

    Türban meselesinde de geçmişten bu yana hep böyle oldu. Kimisi Kürt meselesi dururken türbana el atılmasını eleştirdi. Kimisi 301 dururken bu meselenin gündeme getirilmesini samimiyetsiz bulduğunu söyledi. Kimisi ise işi "işsizlik yoksulluk dururken nelerle uğraşıyorsunuz" demeye kadar vardırdı. Bu arada bazıları da -ki bu gerekçe daha çok demokrat bildiklerimizden geldi- AK Parti'nin özgürlükler meselesini bir bütün olarak ele almadığını, bütün özgürlükleri bir arada ele almadığı sürece de "kendine demokrat" olmaktan kurtulamayacağını ve inandırıcı olmayacağını iddia etti.

     

    Bu tip itirazlar karşısında ilk olarak söylenmesi gereken temel ilke, özgürlükler arasında hiyerarşik bir ilişki; bir öncelik-sonralık sıralaması yapılamayacağıdır. Hele hele temel bir hakkın ihlali söz konusu ise hiç kimse hiç kimseye "sen şimdi bekle, sıran daha gelmedi" deme hakkına sahip olamaz.

     

    İkinci olarak, AK Parti'yi diğer özgürlükler konusunda kayıtsız kalırken sadece türban konusunda hassasiyet göstermekle eleştirmek biraz olsun hakkaniyet duygusu olan hiç kimsenin yapabileceği bir suçlama değildir. Bu parti, sekiz yıllık iktidar döneminde dostun düşmanın kabul ettiği devrim niteliğinde birçok reforma imza atarken, birçok alanda özgürlükleri genişletirken, kendi çekirdek seçmeninin en temel talebi olan türban konusunda parmağını bile kıpırdatamadı. Türbanlıları kayırmak bir yana, onları bekleterek haksızlık etti. Ama görünen o ki, sosyal demokratları, solcuları ve hatta bir kısım demokratları hâlâ insafa getiremedi.

     

    Şimdi görünen o ki, zavallı türbanlı genç kızlar Türkiye'nin "son sorunu" da çözülene kadar beklemek zorundalar! Yani çıkmaz ayın son perşembesine kadar...

     

    29/09/2010


  18. Ve hazinenin hali?... Metelik yok!...

    Ve halkın vaziyeti?... Onu "isyan yolu"ndaki levhada gösterdik...

    Halk baştan başa aç... Fransa mahsülsüz, verimsiz, kurak... Sefalet derebeylik döneminden çok daha derin...

    Öyleyse ihtilal için herşey hazır mı? Hiçbir şey hazır değil;

    çünkü herşey hazırken onları sıfıra indiren tesirsiz kılan bir eksiklik var: İhtilal şuuru!...

    İşte henüz o hazır değil!...

     

     

    (Shf:121)

    • Like 1

  19. (Napolyon)un bu ilk, devleti toslama teşebbüsü, tamda gürültüye giderken, gürültüye getirmek şeklinde oldu.

    Tam hezimet noktasından zafere sıçrayarak...

    Bu gibi oluşlarda kaderin harukulade ince cilvelerini, insan, adeta gözüyele görmüş gibi olur;

    bütün cüz'i iradeleri havanında tuz-buz eden kulli irade karşısında hayran kalır ve insanoğlunun, aslında mutlak aczden başka birşey olmadığını bir kere daha anlar.

     

    İhtilal(shf:291)

    11. basım


  20. Keser döner, sap döner; gün gelir hesap döner.

     

    Aceze basın, kendi ülkemizde Ruslar tarafından ele geçirilip götürülen Çeçen mücahitler hakkında tek bir kelam bile etmezler. Sadece bazı haber sitelerinde geçer. Ülkemizden götürülen mücahitler genellikle 90'lı yıllarda askerlik yapanlar. Bu adamın şu veya bu vesileyle gebermesi beni öylesine mutlu etti ki, tarifi kabil değil.

     

    malesef öyle...

    hatta ve hatta malum(mel-un) basın toplandıkları bir evi sanki PKK yuvasıymış gibi fişlemişti

    ve biz hala Çeçen mücahitlere karşı aynı sorumsuzlukla aynı vurdumduymazlıkla...

    sürekli içimize sokulan nifak tohumlarıyla kimimiz terörist kimimiz müslüman değiller diye kulak tıkadık dünyaya savrulan çığlıklara

    en azından dualarımız bu mübarek günlerde yanlarında olsun

    ALLAH(c.c.) hak davalarında yar ve yardımcıları olsun.

    Amin!


  21. İki karı kime yetmez ki!

     

    Bunca yıl sonra, hani şu "anneannelerimizin başörtüsü" çözümünün yeni bir buluş gibi tekrar piyasaya sürülmesi inanılmaz bir şey gerçekten.

    CHP bu "çözüm"e ulaşmak için bilim komisyonları kurmuş, koskoca profesörler kafa patlatmış, sonunda da bula bula böyle bir "uzlaşma" noktası bulmuşlar ya, helal olsun!

    Yalnız karıştırdıkları bir şey var: Hani uzlaşma noktası diyorlar ya; uzlaşma dediğiniz şeyde iki taraf da birtakım tavizler verir ve ortada bir yerde buluşulur. Türbanlılardan istenen tavizi anladık, örtülerini çene altından bağlayacak ve mutlaka bir tutam saçlarını da dışarıda bırakacaklar. (Artık o tutamın miktarı için ayrıca alt komisyonlar kurulup detaylı çalışma yaptırırlar herhalde.) Peki Sencer Ayata takımının verdiği taviz ne? Onlar da lütfedip buna razı olacaklar!

     

    Ne ala bir uzlaşma anlayışı değil mi? Sen taviz vereceksin, ben de razı olacağım. Böylelikle uzlaşmış olacağız.

     

    Oysa mademki bir uzlaşma aranıyor; tıpkı türbanlılar gibi başı açıkların da bir adım atması ve bütün Türkiye'deki kadınların çene altı modelinde birleşmesi gerekmez mi?

     

    Tabii eğer bu formül tutarsa, bundan sonra iki farklı yaşam tarzı arasında gerginlik yaratan bütün sorunları bu yöntemle çözeriz.

     

    Mesela badem bıyıkla pos bıyığın ortalamasını alır, bıyık bırakan bütün erkeklerin kaytan bıyıklı olmasına karar veririz.

     

    Çember sakalla sinekkaydı tıraşın ortalamasından da pis sakal çıkar herhalde; bütün erkeklere pis sakal bırakma zorunluluğu getiririz. Mini etekle uzun eteğin ortalamasını alır, bütün kadınların etek boylarını diz altında eşitleriz. Haşemalılarla bikinililerin uzlaştıkları nokta da hani şu 1920'lerde erkeklerin giydiği üst kısmı atlet, altı da paçalı don gibi olan tek parça mayo modeli olur herhalde.

     

    İçkiye ağız dokundurmayanlarla akşamcıların uzlaşacakları nokta ne olur acaba? Yarı yarıya sulandırılmış içki içme zorunluluğu mu?

     

    x x x

     

    Bir de şu din adamlarına sorma meselesi var... Sencer Hoca konuyu din alimlerine de soracaklarını, İslam'da hakikaten örtünme var mı yok mu araştıracaklarını söyledi ya (çeyrek yüzyıldır bir türlü araştıramamışlar) Başbakan Erdoğan da cevaben Diyanet'i işaret etti. Doğru adresin, tek adresin Diyanet olduğunu, bu konunun sorulacaksa Diyanet'e sorulması gerektiğini savundu.

     

    Bu durumda Ayata, Başbakan'dan daha "sivil" bir pozisyona konuşlanmış görünüyor, kabul edelim.

     

    Lakin, kim olacak bu karar verici din alimleri? Laikçilerin alimleri mi? Sünnilerin alimleri mi? Alevilerin alimleri mi? Cumhurbaşkanının alimleri mi? Genelkurmay'ın alimleri mi? Yoksa TÜSİAD'ın ya da TESEV'in alimleri mi?

     

    Bu işin içinden çıkamazlar; o zaman da mecburen Başbakan'ın dediğine gelirler: Diyanet...

     

    Tabii o zaman, Diyanet Başkanlığı'na üye seçiminin nasıl olacağı Anayasa Mahkemesi üye seçimi kadar kritik bir önem kazanır. Belki bu konuda da referanduma gideriz. Bana kalırsa bu konudaki en demokratik formül, Diyanet'in seçimle belirlenmesidir!

     

    Ne güzel olur; "Bir tutama özgürlük" taraftarları kendi din alimlerini seçtirip kendi formüllerini kabul ettirmek için; türbanlılar da kendi modellerini "resmi model" haline getirmek için var güçleriyle kampanya yürütürler. Modacılara posterler hazırlatıp bütün ülkenin duvarlarını süslerler. Ama bu arada, iki grubun çatışması arasından, üçüncü bir grup sürpriz bir sıyrılmayla Diyanet'i ele geçirir ve İslam'ın aslında burkayı zorunlu tuttuğunu söylerse vay halimize...

     

    Bu durumda uzlaşma kurulu yeniden devreye girip yarı şeffaf burkada karar kılabilir mesela. İlginç de olur doğrusu. Belki de açılıp saçılmakla kaybettiğimiz gizemli çekiciliği yeniden elde ederiz bu sayede...

     

    Ayrıca, uzlaşma konseptini giyim kuşamla sınırlamak niye? Bu dahiyane buluşu hayatımızın diğer alanlarına da uygulayabiliriz. Mesela Ayasofya'yı müzeyle cami arası bir şey yapsak diyorum, duvarlarındaki İsa freskleri önünde namaza durup secdeye varmak, iki minaresinden ezan okunurken ikisinde can çalmak gibi... Namaz kılanlarla kılmayanlar günde iki vakit namazda anlaşabilirler; Ramazan'da hafif bir öğle yemeği noktasında (iki zeytin, iki hurma, kibrit kutusu kadar peynir ve az şekerli bir bardak çay) konsensüs sağlamak da iyi fikir.

     

    Tabii bir de -fazla dillendirilmese de- bir kesim için çok hayati bir konu olan şu çok eşlilik meselesi var.

     

    Ben diyorum ki, tek eşlilikle dört karılılık arasında bir noktada anlaşmak pekâlâ mümkün.

     

    İki karı kime yetmez ki!

     

     

    http://www.bugun.com.tr/kose-yazisi/115472...i-makalesi.aspx

×
×
  • Create New...