Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]

Hayy bin Yakzan

Üye
  • Content Count

    280
  • Joined

  • Last visited

Posts posted by Hayy bin Yakzan


  1. Yazıdaki tutarsızlık ve hataları NFK-Fan tespit etmiş, yazının dile getirdiği iddialara ise çeşitli zeminlerde tekrar tekrar cevap verildi, izahatı yapıldı.

     

    Bütün bunlara rağmen hala daha Üstad'ın makalesinde Amerika ve Amerikalı diye bir ayrımda bulunduğu ve Amerika denince akla gelen bütün kötü çağrışımları onun Amerikalı kelimesine yüklediği gerçeğini bile idrak etmekten -acizlik demeyeceğim, hayatında iki üç kitap okumuş biri bile bu acziyeti aşmıştır.- kasten kaçınan bir yazının amacı ne olabilir ?

     

    Bir sonuca bile varamayan, ''Bir tahlil yapıcam üff, herkes sinirinden toprağı eşeleyecek burnundan soluyacak hacı'' , şeklinde sunulan fakat aslında kafaları karıştırıp fikir kondisyonu zayıf zihinlerde Üstad Necip Fazıl Kısakürek hakkında olumsuz intibalar oluşturmaya çalışan, bu amaçla kaleme alınan yazı aynı zamanda trradomire son derece şık, nefis, kavisli bir orta hüviyeti taşıyor. Benden uyarması: Gol olur...


  2. Evet usluptan belli, Yunus Emre şiirleri biraz daha Melamilik kokuyor.

     

    Belki isimleri zikrederken hata yapmış olabilirim ama kastım şudur; bu Yunus, Hocaefendi merhumun anlattığı züht ü takva üzere şiir yazan Yunus değil... Yanlış anlaşılmasın Yunus'u itham etmiyorum ama onun şiirlerinde tasavvufi gelenekle ifade edecek olursak - her ne kadar bence zorlama bir tevil olsa da- aşka peçe yok, doğrudan aşkın kendisi var.

     

    Ama Hocaefendi benim görebildiğim kadarıyla bu hususu atlıyor, konu hakkında bilgisi olan kardeşler bir açıklama getirirse çok memnun olacağım.

     

    Düzeltme: Hocaefendinin sohbetlerinde Yunus'y züht ehli olarak anlattığına dair bir şeyler kalmış aklımda, yanılıyor da olabilirim; yukardaki metin bu peşin hüküm olmadan okununca şairlerin ayrı ayrı ele alındığı anlaşılıyor. Hocaefendinin Yunus'u anlattığı başka metinler varsa, paylaşacak arkadaşa müteşekkir olacağım; soru işaretinden kurtaracak beni...


  3. Esselamü Aleyküm.

     

    Değerli Arkadaşlar,

     

    Yunus Emre zikredilince, M.ES'AD COŞAN (R.A)'in

    O'nunla ilgili yaptığı sohbetten bir kısmını istifadelerinize sunmak istedim.

     

    Yunus Emre, Vahdeti, yani birliği, tevhidi, Allah tan başka hiçbir ilah olmadığını, "Lâ İlâhe İllallah"ı çok derinden kavramış bir kimse. Mest olmuş. Yani bu varlığın, Allah ın varlığı olduğunu o kadar iyi kavramış ki; nereye baksa Allah ı görüyor. Işıkta Allah ı görüyor, zulmette Allah ı görüyor, çiçekte Allah ı görüyor. Çiçekle konuşuyor, konuştuğunu biliyoruz, şahidimiz var.

     

    "Sordum sarı çiçeğe; Neden boynun eğridir? Boynumun eğriliğine bakma, Özüm Hak ka doğrudur. Niye benzin sadır? Ölüm varda ondan sarardım, soldum. Senin anan-baban kim?" Şeceresini soruyor çiçeğe, tanışmak istiyor onunla. Bizlerde demin tanışmak istedik ya sizlerle. Nerelisin, anan-baban kim? Diye. Çiçekte cevap veriyor. "Annem babam topraktır. Evlad kardeş var mı? Vardır, yapraktır" diye. Çiçekle konuşuyor, değirmenle konuşuyor, dertli dolapla konuşuyor; "Dolap niçin inlersin?" gacır gucur dönüyor; bostan dolabı. Kuyunun içine dalıyor kovaları, öbür taraftan suyu çıkartıyor, o sesten anlıyor Yunus Emre. "Derdim varda ondan inlerim" diyor dertli dolap ona. "Derdin nedir?" diyor, derdini anlıyor.

     

    Yunus un etrafa baktığı zaman gördüğü şeyler Allah ın tecellisi, Allah ın varlığı, birliği. Onun için Yunus kendisine "esrük" diyor, esri veya esrük. Ne demek? Sarhoş demek. Esrimek; sarhoş olmak demek. Aşkın şarabından içip esrimiş, esrük olmuş, sarhoş olmuş Yunus. Nereye baksa, O nu görüyor. Muazzam bir Vahdaniyet fikri var içinde. Allah ın varlığını, birliğini idrak tefekkürü içinde erimiş, başka bir şeyi gözü görmüyor.

     

    "Sen ne istiyorsun?" Çokomilk. Bilmem ne" böyle bir ilan vardı. "Sen başka bir şey bilmez misin? Hiç başka bir şey düşünmez misin?" " Aklımdan hiç çıkmıyor ki," diyor bir de tatlı, tatlı tebessüm ediyor adam. "Aklımdan hiç çıkmıyor ki," diyor. Yunus un da Allah, aklından hiç çıkmıyor. O adam çokomilki hiç unutamıyor, Yunus da Allah ı unutamıyor. Nereye baksa Allahu Teâlâ Hazretlerini görüyor.

     

    Ben onun için Erbâb-ı Tasavvufa dil uzatanlara gülüyorum. Tasavvufu bilmiyor, İslam ı bilmiyor, İslam ın zevkine aşina değil. Tasavvuf büyüklerinin hayatlarından haberdar değil, duygularını kavramış değil, kavrayamaz! Bilmeyen kavrayamaz. Şimdi tasavvuftan bahsederler, kim bahseder, edebiyat kitaplarında edebiyatçılar bahseder. Türk edebiyatını anlatacak. Türk edebiyatını anlatırken, Türk edebiyatı üçe ayrılır diyecek; Halk edebiyatı, Divan edebiyatı, Tasavvuf edebiyatı. Oradan bir şiir okur;

     

    "Açsun bizimde gönlümüz sâki medud sun câm-ı cem." İçki istiyor, içkili oldu mu edebiyatı da hoşlarına gidiyor. Divan edebiyatını anlatırlar. Halk edebiyatı da hoşlarına gidiyor. Orada adam namaz kılmaz, oruç tutmaz, elinde saz gezer, bu saz İslam da var mı? Yok mu? Sen bunu böyle kullanıyorsun deyince. "İçinde mi, dışında mı? Püskülünün ucunda mı? Şeytan bunun neresinde" diye kendilerince alay ederler. Tasavvuf şiirinden bahsetmesi lazımdır. Ondan da bahsediyor amma, o tarakta bezi olmayan bir insan tasavvuf edebiyatından o kadar berbat bahsediyor ki; mahvediyor. Tasavvufu ne anlaması mümkün, ne anlatması mümkün. Yaşamayan bilmez çünkü; anlatamaz, anlayamaz. Bazı şeyler var ki, falanca meşhur kişi, falanca edebiyatçı da anlayamaz.

     

    Geçenlerde Üsküdar da bazı dernekler, vakıflar konferans istemişti. Yunus la ilgili bir konferans verdik. İddia ediyorum, Yunus u çok kimse anlamamıştır. Yunus Divanı nı neşreden kimseler, Yunus Divanı nın açıklamasını neşreden kimselerin çoğu anlamamıştır Yunus u. Yunus u herkes anlayamıyor, anlatamıyor neden? Yunus gibi yaşamayan, Yunus un duygularını nasıl anlasın. Yunus u anlamak için mutasavvıf olmak lazım. Yunus u anlamak için Yunus un bildiği ilimleri öğrenmek lazım. Kur an-ı bilmek lazım. Hadis-i bilmek lazım. İslam kültürüne aşina olmak lazım. Türkçe yi iyi bilmek lazım. Dervişliği bilmek lazım. Tekkeye hizmeti bilmek lazım. Ondan sonra anlamayanlar "ben edebiyatçıyım" diyor. Yunus u anlatmaya kalkıyor, hata ediyor, yanlış şeyler söylüyor, kalkmış birisi diyor ki, "Tasavvuf ayrı bir dindir" Hayır. Sümme hâşâ! Öyle şey olur mu? Tasavvuf İslam ın kendisidir, özüdür, aslıdır, anlamıdır, mâhiyetidir, ruhudur, canıdır. Tasavvuf başka şey diyor. Anlamamış hiç. Anlamaz sonra "Mutasavvıflar birliği, tevhidi anlamaz" diyor. Sen Mutasavvıfların anladığı kadar, birliğin onda birini anlasan mest olursun. Yani Mutasavvıflar öyle bir anlıyor ki, mest oluyor. Vahdet meyinin şarabını bir içmiş ki; mest geziyor. Ondan sonra sanatkar oluyor insan. Kuru kuruya Yunus olmaz. Kuru kuruya Mevlânâ olmaz. Kuru kuruya Eşrefoğlu Rûmi olmaz.kuru kuruya İsmail Hakkı olmaz...

     

    M. ES AD COŞAN (R.A) Hoca Efendi nin

    İSLÂM, SEVGİ ve TASAVVUF isimli Eseri Sayfa:37-40

     

     

     

    Çok hayret ettiğim hususlardan biridir; Klasik Dini Metinler Kürsüsü Profesörü M. Es'ad Coşan rahmetli nasıl olur da Derviş Yunus'la Yunus Emre'nin ayrımını yapmaz anlayamıyorum. Yunus Emre şiirlerinde Derviş Yunus'un şiirlerinde olduğu gibi doğrudan züht ve sofilik yok; onun bambaşka bir uslubu var...


  4. Harun Kardeşim ben yorumumu H. Karaman'ı veya bir başkasını savunma amaçlı yazmadım. (Zaten bu konuda yazdığım diğer yorumum H.Karamana Ebubekir Sifil'in yaptığı ciddi ve ilmi bir eleştiriyi hatırlatmaktadır.) Benim kastetmek istediğim tasavvuf ve İslami ilimler tarikata mensubiyet mecburiyetinde değildir. M.Zahid Kotku merhum ne de güzel diyor, her defasında hayran oluyorum: Dervişlik de boş, şeyhlik de boş; mesele Allah'ın rızasını kazanmakta.

     

    Bizim geleneksel tarikat usulümüz çok büyük, tarihi bir vazife görmüştür ve bu vazifesine hala da devam etmektedir, çok etkili saygıdeğer bir kurumdur; ama esas değildir. Şekildir ve sadece işlevseldir...

     

    Efendimiz mürşidi olmayanın mürşidi şeytandır buyurduğu vakit bizim bugün kullandığımız manada bir mürşitlik kurumu yoktu.

     

    Tarikat bağı olmadan da pekala mürşit olunur. Necip Fazıl Üstad benim için büyük bir mürşittir(doğru yolu gösterendir, uyarandır) ve yine her ne kadar az okumuş olsam da Aliya İzzetbegoviç öyledir, Muhammed Esed bana çok farklı ufuklar göstermiştir...

     

    İslam'ın cemaat dini olması dolayısıyla tarihteki büyük mürşitler hep tarikat muhitlerinden çıkmıştır bu doğru; ama İslami heyecanları, ilimleri, askiyonları yalnızca tarikatın inhisarında sanmak çok büyük bir yanlış...

     

     

    Düzeltme: Bu yazıda Üstad mürşittir derken, klasik manada bir mürşitlik kastedilmediği çok açık net ortadadır; Zaten kendisi ben mürşit olduğumu iddia etmedim ki siz bir de ona bir süper ilave ediyorsunuz demiş biri...

    Anlatmak istediğim mesele şu: Geleneksel manada mürşitlik bir usuldür, esas değil... İslamda mürşitlik diye bir kurum her şeyin üzerinde birinci temel olarak kabul edilemez, olsa olsa işlevsel olarak mevcut olur.


  5. Benim Hayrettin Karaman ''Hocaefendi'' ve diğer Hocaefendiler ile topyekün hükmüm şudur:

    Gönüldaşlar, her mümine hocaefendi sıfatı eklememeliyiz. Ekleyeceğimiz zatın evvela hangi kutba bağlı olduğunu bilmemiz gerekir. Ve en önemlisi kimden icazet almıştır? Çok mühim...

    Eğer icazetnamesi Prof diplomasıysa gözümde dini konularda danışılacak bir zat ve dini meselelerde hüküm verecek bir zat değildir. İsim verip tartışma ortamı oluşturmak istemem. Hocaefendileri bir daha süzüp bakmak lazım. Bakmanın da ötesinde görmek... Bir kişi iyi bir mümin olabilir, cemiyete hizmet ediyor da olabilir ama ilmen vaaz vermesi için kimden icazet alır? Rehbersiz ise bu zatın vereceği hükümlerde yamalı ve hatalı olacaktır. İrşad kutbu...

    Kanaatimce mesele burda düğümlü.

    Selamun aleyküm...

     

     

    İrşad icazeti öyle gökten bir ışıkla efsanevi bir şekilde gelen bir şey değildir Harun kardeşim, her alim bildiğini yaşamak ve insanlara anlatmakla yükümlüdür. Mukaddes Ölçü budur; ötesi tasavvufa ekilmeye çalışan zehir tohumları...


  6. ''Mutasavvıf'' Mahmud Esad Coşan, Teymiyeye yapılan tenkitlerin onu yanlış anlamaktan kaynaklandığını söylüyor.

     

     

    Ben Teymiye'yi tanımıyorum, bilmiyorum; ama derdim şu her önüne gelen kişiye çok yüzeysel eleştiriler getiriyoruz; Üstad bir şey dedi diye falancanın üzeri hemen çizilmez. Okuyup anlayıp, tefekkür cehdinden sonra eleştirmek gerek ki Büyük Doğu gençliğinin yapması gereken budur; yok öyle hazırcılık, kolaycılık.


  7. Kerimov diktatörlüğü “Nurcular”a karşı

     

     

    Özbekistan'da bir grup “Nurcu”nun “fundamentalist” ve “Pan-Türkist” propaganda yaptıkları gerekçesiyle ağır hapis cezalarına çarptırıldığını televizyon haberlerinde duymuş veya gazetelerde okumuşsunuzdur.

     

    Bir de Azeri kardeşlerimizin dilinden okuyun.

     

    İslam-Azeri adlı internet sitesindeki haberi özgün diline fazla dokunmadan sunuyorum:

     

    “Özbekistan'da Nurçuların mahkemesi keçirilib.

     

    İslam-Azeri'nin NTV'ye istinadlı haberine göre Özbekistan'ın mahkemesi dünen Nurçuların işine bakıb.

     

    2008 yılında habs edilen çok sayıda nurçu tarikatına mensub olan şahıslar dini gazetlerinde yazdıkları makalelere göre habs edilibler.

     

    Habs edilen Nurçular hemçinin “Böyük türk” dövleti kurmak ve ülkedeki ananevi dinlere zidd dini faaliyyet etmekde ittiham edilirler.

     

    Özbekistan kanunlarına göre ittiham edilenler 8 yıldan 12 yıla kimi habs cezası alıblar.

     

    Dikkatinize çatdırak ki, Nurçulara karşı bu yılın en böyük mahkemesi Özbekistan'ın açdığı iddia esasında aparıldığı keyd edilir.

     

    Habs edilenlerin ise Özbekistan'ın yüksek reytinge sahib Türk universitet v_ litsey mezunları oluğu öne çekilir.”

     

     

    * * *

    Büyük Türk Devleti kurmaya teşebbüs ve ülkedeki ananevi dinlere zıd dini faaliyetlerde bulunmak…

     

    Bunlar nasıl suçlamalar?

     

    “Büyük Türk Devleti” dedikleri, Turan Birliği.

     

    “Ananevi dinlere zıd dini faaliyet” dedikleri ise bir İslam ülkesinde İslam'ı anlatmaktan başka bir şey değil.

     

    Bunlar nasıl dava konusu olur?

     

    Böyle saçmalık mı olur?

     

    Kerimov diktatörlüğünde maalesef oluyor işte.

     

    Savcıları ve hakimleri vasıtasıyla aslında şöyle diyor Kerimov:

     

    “Tebamı büyük davalarla ayartarak benim küçük krallığımın karizmasını çizemezsiniz! Kurduğum zulüm düzenini tehdit eden dini telkinlerde bulunamazsınız! İslam'ın nerede başlayıp nerede bittiğini bile ben tayin ederim!”

     

     

    * * *

    Tunuslu mütefekkir ve siyasetçi Raşid Gannuşi anlatmıştı; Habib Burgiba diktatörlüğü döneminde tutuklanan bir âlime mahkemede şöyle bir 'suçlama' yöneltilmiş:

     

    “Kur'an'ı Ulu Önder Habib Bugiba'dan farklı bir şekilde yorumlamaya cüret etmek…”

     

    Diktatörler hep birbirine benziyor.

     

     

    * * *

    8 yıldan 12 yıla kadar hapis cezalarına çarptırılan Özbekistanlı “Nurcu” kardeşlerime sabır diliyorum.

     

    Ne yazık ki başka bir şey yapamıyorum.

     

    Allah ecirlerini arttırsın.


  8. Değerli kardeşim falanca hocaefendi ve ya filanca cemaat; kim olursa olsun ne olursa olsun hata varsa tenkit edilmelidir. Tabi ki dikkat edeceğimiz husus getirdiğimiz eleştirinin nefsani bir öfke kusma değil, hataya dikkat çekip ortadan kaldırma amaçlı olmasıdır.

     

    Hayrettin Karaman Hocaya Ebubekir Sifil Hocanın ciddi ve ilmi tenkitleri mevcut, merak eden Rıhleden okuyabilir.

     

    Cemaatin eleştirisi meselesine gelince Üstadın bir piyesi var, halkı kanlı ihtilale teşvik suçundan yargılandığı için yarım kalmış :pc: Aslında tanıdık gelecek hikayesi size, bildiğiniz Aslan Bey-Polat Alemdar diyaloğu, vadinin senaristleri üstada muhabbet beslemesi muhtemel kişiler, muhtemelen bu piyesten de etkilenmişler.

     

    Evet elbette harp hiledir, bazı noktalarda niyeti belli etmemek gerekir ama bunu yapan kişinin sıfatı da önemli. Mesela Papayla konuşan kişinin sıfatı düşünce adamı ve ya da bir fikir kulubü başkanı olsa burada taktiksel bir takım sineye çekmeler doğal olabilir, tıpkı o piyesteki kahramandan beklenen gizlilik ve iz belli etmeme taktiği gibi. Ama başı sarıklı sırtı cübbeli bir hocaefendi olunca İslam' a kastı kati suretle bilinen bir kuruma karşı aşırı hürmetkar ifadeler İslam'ın izzetiyle bağdaşmıyor.

     

    Elbetteki bütün insanlala diyaloğa girip bir şeyler anlatmak mecburiyetindeyiz ama dinler arası diyaloğa yukarda kısaca arzetiğim minvalde eleştiriler mevcut.


  9. Dünyanın başınıza çöreklendiği bir anda öldük bittik mahvolduk telaşesi bir yana, bütün dünyayı takip eden, elinden geldiğince yönlendiren, gerektiğinde düveli muazzamaya nota verip isteğini gerçekleştiren biri Ulu Hakandır.

     

    Bugün her müslüman tek tek yapması gereken de budur; tarihi seyir içinde ne kadar kötü bir durumda olduğumuzu bilip ona göre kasılmadan-nefesini tutmadan gergin durma, telaşe etmeden vaziyetin nazikliğini bilme, kendini ve düşmanını tanıyıp serinkanlılık içinde olma ama aynı zamanda en zor en çetin tedbirleri alma...

     

    Bunları yapan her fert davasıyla birlikte yücelecektir.

     

    (Said Nursi, benim bildiğim kadarıyla Kürdi lakabını kullanmayı bırakmıştır, bugün bu ismi art niyetli İslam düşmanları onun Kürtçülük yaptığını iddia ederek kullanıyorlar. Bu noktayı da gözden kaçırmayın POMAK22 dostum)


  10. Erbakan'ın dışa bağımlılıktan kurtulma çabaları takdir edilmelidir, ama şunu çok kesin net söyleyebiliriz ki gerçekten kişilik sorunları olan biridir.

    Mehmet Zahid Kotku'ya (r.a.) bağlıdır ama yine hep kendi bildiğini okumuştur; M.Esad Coşanı ise kırmış, incitmiştir. Yurt dışında onun faaliyetlerini engellemeye çalışmış, İslam dergisi gibi müslüman camianın yüzakı bir dergiye aboneliği engellemiştir. Hocaefendi yurtdışında toplanan paraların hesabını sorduğunda da yine bir tatsız tutum takınılmıştır. Ama yine şunu kaydetmek zorundayız ki M. Esad Coşan merhum, Erbakan'ı ilerleyen yıllarda affettmiştir.

     

    Erbakan 'tasavvufi ahlak'tan biraz daha fazla nasiplenebilseydi, ülkemiz için pek çok şey çok daha güzel olabilirdi.


  11. Bekliyoruz

     

    * Kanuni devrinden beri gerçek inkılâbı bekliyoruz !

     

    * Kanuni devrinde dıştaki tüm zafer ifademize rağmen, içerde bir çürüme başlangıcı... Şeyhülislamlığın yalnızca atama makamı haline getirilmesiyle, madde planındaki hamlelerimizin mânevi iç oluşa bağlılığını denetleyen bu kurumun istiklâlini kaybetmesiyle başlayan bir çürüyüş...

     

    *Sarı Selim'le birlikte su yüzüne çıkan taarruz ve hatta müdafaa gücümüzü kaybetirici hastalığımızın ortaya çıkardığı hâlimiz başaşağı bir çizgi belirtir. Devamlı toprak ve nüfus, hayatiyet ve nüfuz, ahlak ve iman kaybı.

     

    *Bu başaşağı seyir halinde, gidişatı 'akıllarınca' değiştirmek isteyen, fakat tam aksine vaziyeti cemiyetin bir heyelan halinde aşağılara akmasına vardıran üç kırılma noktası mevcuttur: Tanzimat, Meşrutiyet ve Cumhuriyet inkılâpları.

     

    *Akıl ve marifet sahibi olmayı, akılsız ve marifetsiz bir taklit yoluyla gerçekleştirebileceğini zanneden Tanzimat ve esasında bir mason tezgahı olan Meşrutiyetten sonra birdenbire büsbütün bir yok olma tehlikesiyle karşı karşıya kaldık.

    Artık ruhtaki kurtuluş borcumuzun üzerine bir de var oluş mücadelemizin yükü binmişti.

     

    *Cumhuriyetle birlikte 'milli mücadelenin misilsiz hamlesi'yle bu ikinci borcu ödedik; fakat asıl ve esaslı kurtuluşun yani, ruhtaki kurtuluşumuzun adımlarının atılması yerine yine bu noktadan tahrip edildik ve kurtuluş düşümüzü bile tahrip eder bir tavır takındık.

     

    *Devirler boyunca beklediğimiz inkılâba en çok ihtiyaç duyduğumuz an bu andır, gerçek inkılâp yolunun inkılap naralarıyla tıkandığı bu an.

     

     

     

    Daima Onu Bekliyoruz

     

    * 1566'dan bu yana tarihimiz bir bekleyişin tarihidir.

     

    Bu; Sarı Selim'den Tanzimat'a kadar 273 sene, Tanzimattan Meşrutiyete kadar 69 sene, Meşrutiyetten Birinci Dünya Harbi müterakesine kadar 10 sene, ve İstiklâl Savaşından bugüne olmak üzere dört bölümden müteşekkil bekleyiş devrelerimizin Tanzimat'a kadar süren devresini diğerlerinden ayıran bir fark mevcuttur:

    Eski şekle sadakat...

     

    Fakat özü yitirmiş ve şekli yenilemekten aciz bir sadakat mahrumiyetimizi derinleştirmekten başka bir sonuca varamazdı. Beklediğimiz inkılâp o devirde olsaydı, düsturu şu olacaktı:

    Garp dünyasını yükselten Rönesans hamlesindeki ruh, eşya ve hadiseleri kavrama ve yönetme çabası İslam'ın öz malıdır. Bu oluş hamlemize mâni kim varsa dinimizin, ruhumuzun ve mevcudiyetimizin düşmanıdır.

     

    * Kendimize düşman olmaya başladığımız sonraki devrelerde ise beklediğimiz inkılapçının sadası 'Aklın bütün hak ve müesseselerini hazmederek öğrendikten sonra ruhumuzun emrine vermekten başka işimiz ve çaremiz yoktur.

    Hiçbir ahmak taklit, ezbere tatbik, deri üstü ıslah ve yamalı bohça inkılabına inanmıyoruz. Dünün dini yanlış anlayan yobazıyla bugünkü muadili idraksiz küfür yobazı, tasfiyesiyle yükümlü olduğumuz aşağılık ve gerilik kutuplarıdır.' olmalıydı.

     

    * İlk devirde kurtuluş yolunu tıkayan, mukaddes dini ışıksız beynine ve buudsuz ruhuna uydurmak isteyen ham ve kaba softadır.

    Sonrasında ise yolu tıkayan, kaba softa ve ham yobazlarla birlikte, onlara kızıp yolu büsbütün iptal etmeye kalkışan tefekkür yoksunu Garp hayranları.

     

    * Tanzimatla birlikte başlayan kayboluşumuzu, Meşrutiyetle yönetim şekillerinde teselli ararken derinleştire derinleştire nihayet kurtuluş çaremizi ağza bile alamaz hale geldik.

    İşte vaziyet bu iken, Büyük Doğu herbiri islam ruhunun bir şubesi olarak ruhçuluk, ahlakçılık, milliyetçilik, şahsiyetçilik, cemiyetçilik, keyfiyetçilik, nizamcılık, müdahalecilik ve sermaye ve mülkiyette tedbircilik ölçüleriyle insanlığın topyekun kurtuluşunu sağlayıcı yoldur.

     

    * Şarkın ve Garbın tüm kıymet ve erdemlerini bünyesine topladıktan sonra yeni ve üstün bir terkip takdim edecek olan ne Tanzimat'ın ürkek ve muvazaacı fesi ne İttihatçının gözü kör ve ahmak atılganlığının simgesi keçekülahı ve ne Cumhuriyet'in şahsiyetimizi ezip geçen silindir şapkasıdır; ancak ve ancak dimağı mukaddes davanın derdiyle dertlenmiş asil ve çilekeş Büyükdoğucunun taşıdığı, her ilmeğinden vakar ve şahsiyet tüten Türk'ün milli başlığı

    olacaktır...

     

     

     

    Hep Bekliyoruz

     

    *Bir kere daha tekar ediyoruz ki Kanuni'den beri gerçek inkılabı bekliyoruz. Batının yeniden doğuşunu göremeyen, önleyemeyen ve aynı çapta bir hamle ortaya koyamayan Kanuni bütün kıymetini kendinden öncekilerden alan bir mirasyedidir.

     

    *Kanuniden sonra devlete baş olan Sarı Selim ise Türk'ün hastalığının belirtisidir, ifşacısıdır. Bir hastalık ki; bir cemiyetin tüm taarruz ve hatta müdafaa gücünü yok etmiştir de, vicdanlarda bir burkulma olmamıştır.

     

    *Türk'ün dayanağı olan iman ruhunun eşya ve hadiselere hükmetmesi luzumu fikrinden yoksun bir cemiyet efkarı, Sarı Selim'den tanzimata kadar boyuna toprak, nüfus, ruh, hayatiyet, iman ve ahlak kaybımıza sebebiyet verdi.

     

    Bu ruhî tükeniş ortamında tam üç asır boyunca 'Dur! Nereye gidiyoruz, Dünya nerde biz nerdeyiz, bu dünyayı feth ve tasarruf borcu ile iman borcumuz aradınaki münasebet nedir? Bizim bu gidişimiz iki tarafı birden kaybetmek demek değil midir? diyen biri çıkmadı.

     

    *Bahsedilen idrak noksanlığı içersinde var olması gereken yegane idrak, dini koruma iddiasıyla yapılan kabuk koruyuculuğunun hakikatte dine aykırı ve mukaddes ölçülerin bu tür takıntılı kaygılardan münezzeh olduğuydu. Günümüze kadar süren inkılap bekleyişi içersinde tanzimata kadar yapılması gereken yegane inkılap buydu.

     

    *Bu borcun ödenmemesi öyle bir sonuç doğurdu ki Sarı Selim'den Mahmud Adli'ye faraza 30 derece eğimle gelen alçalma çizgimize, Abdülmecit'ten Abdülhamid'e doğru 45 derecelik bir eğim daha kattı. Abdülhamidden sonrası ise artık üzerinde tutunmanın imkansız olduğu bir uçurum...

     

    Felaket şurdadır ki, Kanuni ile tanzimat arasında dinin saf hakikatı adına ve şekillere bağlı kalınarak girişilen inkılap tecrübeleri bu dönemden sonra sezmeden sezdirmeden yavaştan ve hafiften dine karşı tavır almaya başlar; gitgide artan bir şiddetle mukaddes hakikatten nefret etmeye ve onu gerilik sebebi saymaya kalkışır. Öyle ki bu hususta tartışma bile kabul etmez bir vaziyete kadar varır.

     

    *Destansı bir kurtuluş hamlesiyle bütün bu tarihi alçalışları düzlüğe çıkaran cumhuriyet inkılabı, kurtuluşu kopyacılıkla olur sanan tanzimat ve bir mason oyununda ibaret olan meşrutiyet devirlerinin maddi borcunu ödemesine rağmen manevi borcu reddeden bir dünya görüşü ortaya koyunca devirler boyunca beklediğimiz inkılap bugünden itibaren bayraklaşmaya mecbur olmuştur.

     

     

     

    Giriş

     

    * Davamız, bir rejime karşı başka bir rejim teklif ve telkininde bulunmak değil; İslam dünyasını

    tüm yeryüzüne kavimler ve tarihi vakıalar üstü mücerret ve gerçek hüviyet ve şahsiyetiyle saf bir mefkure ve münezzeh bir ideolocya halinde belirtme işidir.

     

    * Çağrımıza İslam'a gönül vermemiş olanlar da dahildir. Zira tüm insanlık peygamberler peygamberinin ümmet kadrosu içersindedir.

     

    * İslam her münevver müslümanın şahsında kıymet hükümlerini çağlar üstü mahiyetiyle tüm çağlara uygulayıcı inkılap ideolocyasının kurmayı öngörür. Tekliflerin en azizi bu teklife dikkat kesilen kaç kişi var ?

     

    * Gerçek Müslüman ! Senin işin İslam binasının dış yüzündeki herkese aşikar, fakat yalnızca göz atmakla kalınırsa kamil manada idraki mümkün olmayan genel bilgilerini ezbere sıralamak değil; bu binanın içersindeki ruhun bütünüyle İslami ölçüler altında, sonsuzluğa ayarlı hayat mimarisini kurmaktır. Ebediyetin Rehberi belki de böyle bir fiile şart tayin buyurmak için bazı ilahi tefekkürlerin bir saatine, yetmiş senelik namaz sevabı müjdelemişlerdi.

     

    * İslam inkılabını kim örgüleştirecek ? Reformacılar mı, nefsani ve hevai tefsirciler mi,

    kışri şeriatçiler mi, ham ve kaba softalar mı, yalancı sofiler mi,yeni müctehit taslakları mı, yoksa bunlardan hiçbiri olmayan gerçek ve derin Müslüman mı ? Gerçek ve derin müslümanın kim olduğunu anlamak için kim olmadığını bilmek gerekir...

     

     

     

    Reformacılar

     

    * Reformacı bir şekilde mensubiyet hissettiği eski şeklin ismini koruyup, onu dış dünyanın dayattığı bazı ihtiyaçlara göre yenileştirmek isterken bocalayan, hiç bir davayı tam olarak benimseyemeyen ancak ezip büzebilen bir biçare idrak bünyesidir.

     

    *Reformacı, davanın öz bünyesini dış şartlara göre ayarlamakta mahzur görmeyen bir barıştırıcı, bir maslahatçıdır.

     

    *Reformacı inandığından şüphe edendir !

     

    *Tanzimat dinin muhitinde aciz, şaşkın, kısır bir reforma hareketi iken, Meşrutiyet daha az şaşkın ama daha çok idraksiz bir biçimde bu reformacılığın devamıdır.

     

    *Son devir ise reformacılığın bu iki arada bocalayıcı çelişkilerini kaldırarak davayı tamamen menfi kutuba çekti. Her davanın temel isteği tutarlılıktır ana hangi istikametten ? Küfürden mi imandan mı ?

     

    *Suni ışıklar ne kadar güçlü olursa olsun güneşi kaybetmiş bir beldenin hali gibi, üzerimizde mıhlanıp kalan manevi karabulut eksikliğin din olduğunu ihtar edince bu sefer güya dini sahiplenme iddiasındaki yeni reformacı tipinin türeme ihtimali belirdi.

     

    *Bir çok bölüme ayrılan bu tiplere göre din lazımdır. Elbette Allah'a inanılır. Peygmber bazılarınca luzumludur, bazılarınca değildir. Kuran bazılarınca Allah'ın kitabıdır, bazılarınca değil. Peygamberi ve Allah'ın kitabını tanıyan yine bazıları için bile günde beş vakit namaz luzumsuzdur. Namazın şekli iptidaidir, abdest imkansızdır. Kadın hayattaki yeni konumundan geriye sürülemez. Kuran her dilde Kurandır. Kuranda pek çok ibadetin sarahatine dair açıklama yoktur, bunların hepsi yobazlar tarafından uydurulmuştur.

    Hadisler hep uydurmadır, aklın kabul etmediği hiç bir şey doğru olamaz. Bütün dini merasimleri estetikçiler elinde güzelleştirmek gerekir, zaten tasavvuf da bu eksikliği tamamlamak için sonradan bulunmuştur....

    Bu hünsa ruhlara göre din işte bütün bunlar olmamak şartıyla güzeldir. Fakat!!! İşte bu «fakat» işin en belâlı dönemeci...

     

    *Henüz sesi pek güçlü çıkmasa da yarın birdenbire güçlenmesi muhtemel olan bu kafirle dindar arası köprü tip, mensubiyetinde pek çok meslek barındırır ve genellikle münevver klişesi taşır.

     

    Tanzimatın muhitteki şaşkın yenilik hareketine karşılık, bu yeni zümre dine zıt hareketlerin muhitini olduğu gibi benimseyip merkezde reform yapıp muhite tatbik etmeye çabalar.

    Reformacı der ki: Allah'a ve peygambere evet, şeriate hayır! Yani güneşe evet, ışığına hayır ! O kadar saçma !..

     

    *Aralarında hiç inanmayan istismarcıların da bulunduğu bu zümre, Yunan efsanalerindeki başı insan vucudu keçi bir hilkat galatıdır ve gerçek müminin gözünde zift renkli inkardan daha kara daha tehlikeli bir küfür kolunu temsil eder.

     

    Düpedüz kafir olduğu gibi devrilmiş bir yelkenlidir, hidayet vincine bağlanırsa doğrulur ve mükemmel bir tekne halinde yüzer.

     

    Fakat reformacı ?.. O güya yüzer, ama her noktasından sızdıran, kırık dökük, perçin ve macun kabul etmez bir haldedir.

     

    *Yarın meydan yerini ele geçirme ihtimalindeki bu zümre, küfre ait bir hayat biçimini iman evine, Allah'ın hakkı Allah'a Sezar'ın hakkı Sezar'a demogojisiyle sokmaya çalışmaktadır.

    Biricik farikası münevverlik yaftası altında salah kabul etmez bir enayilik ve cahillik olan bu tipin bir gün bir punduna ile İslamiyet himayeciliğine geçmesi daima mümkündür.

     

    *Reformacı en çok yobaz dediği, şeriatın kabuğuyla meşgul olan tipe düşmanlık ederken aslında kendisi de aynı tipin diğer kutuptaki tam karşılığıdır.

    Dini insan yığınlarının sevk ve idare aracı olarak gören, keyiflerine göre din icat ettiklerinin dahi farkında olamayan, baktıklarını görmekten ve idrak etmekten aciz bedbahtlar...

     

    *Bir de Türkiye dışının reformacıları var ki ilmi bir nikap altında ve kitaplık çapta gayretlerle İslam'ı fesada sürüklemektedirler.

     

    *Hangi neviden olursa olsun Reformacı İslam'ı çökmeye mahkum bir bina olarak gören ve onu dış desteklerle ayakta tutuğunu vehmeden bir fikir haini ve iman yoksunudur !

     

    BİRİNCİ HÜKÜM: İslam inkılabı bunlarla olmaz !

     

     

     

    Nefsani Tefsirci

     

    * Bu sınıf reformacıların bir şubesini teşkil eder.

     

    Farkı şurdadır ki; reformacı eksiklikten münezzeh olan İslam'ı aklınca dışardan güzelleştirici unsurlar katarak tamam edeceğini sanırken nefsani tefsirci dış unsurlara tenezzül etmez. O, dinin zati hükümlerini heva ve hevesine uygun olarak tefsire yeltenir.

     

    *Saf reformacı yalnız ileri fikir taslarken, İçlerinde diyanet işleri başkanlarının, ilahiyaçıların, yazar çizer takımının da bulunduğu bu sınıf, alimlik iddiasındır ve sağlam bir inanç taşıdığı görüntüsüyle kitleyi de kendi doğrultusuna çekmeye çalışır.

     

    Bu sahtekarlığına bir de en büyük müçtehitleri şahit diye gösterir, daha doğrusu kendisi müçtehit diye geçinir.

     

    *Bu tipler Kuranın Türkçe ve onun yine Kuran olabileceğini kabul ederler, mübarek sahabilere dil uzaırlar, tasavvufu inkar ederler...

    Üsküdardan Beşiktaşa gitmek için bile bir vasıtaya ihtiyaç varken, alemde teselli formullerinin en gülüncüyle bir nakarat tuttururlar:

    Allah'la kul arasına kimse giremez.

     

    *Nefsani tefsirci İslam inkılabının yapıcılığını güçleştiren, onun gayretini tepetaklak etmeye çalışan tehlikeli bir reformacı türüdür.

     

    *İKİNCİ HÜKÜM : İslamı İnkılabı nefsani tefsirci ile olmaz !..

     

     

     

    Ham Yobaz ve Kaba Softa

     

    * Kutsal hükümlerin yalnız kabuğunda kalmış, vecdsiz, çilesiz, hikmetsiz, dinde eklemenin de eksiltmenin de olmadığından habersiz gafil insan: Ham yobaz ve kaba softa.

     

    * Aklın haddi olmayan sahalarda dizginlendikten sonra gerekli alanda dolu dizgin koşturulması bizzat dinin emri iken, akletmeye dair her şeyi yasaklayan ve böylece tarihi yenilgimize sebep teşkil edenham yobaz ve kaba softa.

     

    *İslam tomurcuğunun bu tip elinde de filiz vermeyeceği üçüncü hüküm halinde apaçık bir gerçektir.

     

     

     

    Sahte Sofiler

     

     

    * Bunlar da kaba softanın güya dini hikmetler ve zevkler planında karşıt kutbu.

     

    * Kaba softanın derin dini hükümlere kayıtsız kalışı nasıl bugün milletin başına inatçı ve küstah küfür neslini

    sardıysa geçmişte de aynı sığ tutum sahte ve yalancı sofilerin türemesine yol açtı.

     

    *Şerefli Ordunun en şerefli vaktinde onun manevi dayanağı olan Bektaşilik, zamanla öyle bozuldu ki; nükteli, telkin altına alıcı, muvazaacı ve mutlak kıymetlere gizliden gizliye beslediği müthiş suikast zekasıyla hiç bir küfür müessesesinin sebep olamayacaı bozgunları verdirdi.

     

    * Sahte ve yalancı sofi giyindiği Melemilik ve Vahdeti Vucutçuluk hırkasıyla günahları meşrulaştırır, üstelik kutsar ve insan nefsaniyetini tanrılık davasına kadar bulaştırır ve böylece her dişi güya zarif bir nükte belirten testeresiyle cemiyetin nizam unsurlarını parça parça eder.

     

    * Tüm etki marifetleri güya renkli ve sanatlıı ruh haletleri olan bu yalancıların bir başka kısmının da bir başka zehirli tesiri oldu: Pis, hasta, dünyayla alakasız, sorumsuz, iradesiz-tedbirsiz, dilenci sıfatlarıyla bezeli bir derviş portresi...

     

    İşte Batı'daki ve yalnızca ondan beslenen müstağriplerdeki sakat Doğu intibaı işte bu sahtekarların eseridir.

     

    * Ham softa kutsal hükümleri ön cepheden tahrip ederken yalancı sofi onu arkadan vurandır.

     

    * Dördüncü Hüküm: İslam Inkılabı sahte ve yalancı sofilerle olmaz !

     

     

     

    Derin ve Gerçek Müslüman

     

    * İslam İnkılabını fikir planında yalnızca derin ve gerçek müslüman temsil edebilir. Peki gerçek ve derin müslüman demek ne demektir ? Gerçek ve derin müslüman kimdir ?

     

    *GErçek ve derin müslüman şahsında barındırdığı üç cephe ile malumdur: Mukaddes ölçüler, ona perçinli olarak tasavvuf ve ikisine birden bağlı olarak ama bu iki cephenin hikmetini kavramak için var olan şahsi ruh ve akıl.

     

    * Gerçek ve derin müslüman bütün cemiyet ve hakikat ölçülerinin anası olan şeriat ve kainatın topyekün hesabını veren yegane hikmet olan tasavvuf arasındaki ruh ve sır ilişkisini şahsi ruh ve aklıyla kurarak mayonezdeki üç ahenk unsuru gibi kıvam tutturacaktır.

     

    * Şeriat ve tasavvuf kanatlarıyla göklere erdirilmiş olan ruh ve akıl eşya ve hadiseler planına baştan ayağa hakim olacak, yapılacak ve yapılmayacak her şeyi tespit edecek, bütün istikametleri keşfedecek ve işaretleyecek şahsi planda huzur ve mutluluğa cemiyet planında ise nizam, adelet ve ümrana ulaşacaktır.

     

    Gerçek ve derin müslüman böylece yaradılış gayesine erişendir...

     

     

     

    Gerçek ve Derin Mü'minde Akıl

     

    * Derin ve gerçek mümin, aklı aklın en ileri safhasıyla ele alır. Hakiki akıl mutlaktan hiç bir şey

    anlayamayacağını anlayan akıldır. Daire başladığı noktada biter ve bittiği noktada başlar.

     

    * Derin ve gerçek mümin aklı sahibine teslim ettikten sonra onun tarafından geriye bağışlananı akıl diye kabul eder ve ötesini istemenin akılsızlık olduğunu bilir.

     

    En büyük idrak, idraksizliğini idrak etmektir.

     

    * Miraç gecesi aklı simgeleyen melek sidretül münteheda bir adım daha atarsam yanar kül olurum ihtarıyla durdu bir adım daha ileri gitmedi.

     

    Derin mümin aklı mutlak yardımcı olarak görmez, onu sidretül müntehadan sonrasına zorlamaz.

     

    * Daire bittiği noktada başlar; hürriyeti hakka esaret bilen akıl kutsal hükümleri yegane mizan sayar ve bu mutlak mizanı ayrıca mizan çekmeye kalkışmaz ve böylece yaradılış hikmetiyle çelişme akılsızlığından arınır kendi faaliyet sahasında selamet içersinde çalışırak, akl-ı selime erer.

     

    * Derin ve gerçek müminde akıl şudur: Tarifsiz, hudutsuz bir ruh feyziyle imana gelen ve bütünüyle teslim olan adama, bu teslimiyetten sonra iade ettikleri gerçek kafa ve büyük akıl.

     

    * Akıl hakkındaki en güzel hüküm: Bu iş ne akılla olur ne akılsız. AKıl kendisi olmadığı vakit hiç bir şey yapılamayan kendisini her şey zannettiği vakit ise hemen sıfıra inen ve ebedi felakete götüren şeydir. Bu iş akılsız olmaz; ki anlayamadığını anlamak da akıl işi...

     

    * Aklın bu acziyetini nihayet Batı felsefesi de 20. asırda Bergson'u yetiştirerek tespit etti, İslamiyetin asırlar önce getirdiği hakikate sendeleye sendeleye henüz varabildi.

    'Aklı mat ettin ama usulun yine aklidir.' eleştirilerine, 'Demek ki aklın nihai hamlesi kendi hiçliğini kavramakmış.' diyordu Bergson; Hz. Ebubekirden şu kadar yüzyıl sonra...

     

     

     

    Hülasa ve Netice

     

    * Herşeyden evvel ve sadece hakikat mizanının İslamiyet olduğuna iman...

     

    * Modern dünyanın bulanıklaştırdığı İslamiyet filizinin cehverini parlatma bahsinde, o cehveri arındırmaya çalışmak bir yana dışarıdan başka bulanık unsurlar katma peşindeki reformacı, ilk batıl güdümdür.

     

    Nefret !

     

    * İkinci batıl güdüm nefsani tefsicinin yoludur. Heva ve hevesi doğrultusunda yorumlanmaya çalışılan ilahi müesseseler ve felaket giden yol...

     

    Nefret !

     

    * Bu bahiste üçüncü olarak işaret edilen manaya bakmadan körü körüne satıha bağlı kalan kışırcı şeriatçiler gelir. Dışatki hükümlerin iç çilesini çekmedileri için tüm sırları ve incelikleri zayi edenler.

     

    Nefret !

     

    * Dördüncü olarak sahte ve yalancı sofi. Güya batıni derinlik iddiasıyla dini emirlerin tamamlığını bozanlar...

     

    Büsbütün Nefret !

     

    * Beşinci batıl güdüm, ham ve kaba softanın yolu. İkinci güruhu tersinden, üçüncüleri yüzünden bünyesinde barındırarak ilahi feyz ve rahmete set çekenlerin yolu.

     

    Daima Nefret !

     

    * İslamiyeti feyzlendirme bahsinde biricik hak yolu, şeriatı bilip anladıktan sonra tek noktasını feda etmeyen ve tasavvufu onun iç esrarı bilip ona bağlı olarak kemallendiren derin ve gerçek müslümanın hem zahirde hem batındaki dosdoğru istikametidir.

     

    Kurtuluşa erenler işte bu istikamette yürüyenlerdir.

     

     

     

    Netice

     

    * Çağımızda Büyük Doğu ideolocya ve davasına karşıt tez ve hareketler ilahi cilveyle kendiliğinden yere kapanıp iflas etmiştir.

     

    *Türk milleti 20. asırda derin bir inkısar ve ıstırapla yaşamış ve ona dayatılan hayat tarzının döküntülüğü zaman geçtikçe iyice su yüzüne çıkmıştır.

     

    *Artık devrimler, verimler, anılar, kanılar, töreler, süreler, ulusal egemenlikler, toplumsal güvenlikler, özgür ülkeler, uygar ilkeler, Batıya bel bağlamalar, Batıdan kurtuluş sağlamalar... ve aynı ağızdan daha onlarca klişe artık bütünüyle cansızdır.

     

    *Artık her şeyle herşeyin arası açık, her varlık kıymetini kaybetmiş, her doğru eğrilip bükülmüş, karşıt tezler kendiliğinden çökmüş ve hiç bir kurtuluş vaad edemez hale gelmişken vazifemiz meydan yerinde görünmek ve davayı abideleştirmektir.

     

     

     

    Usul

     

    * Mevcut manzara mutlaka bir inkılaba ihtiyaç olduğunu ihtar ederken bu durum karşısında var olma cehdini kaybetmemiş bir millete düşen ihtilal-inkılap tabirini hak edecek bir büyük doğruluş, davranış, bir büyük şahlanıştır.

     

    Fakat sadece ruhlarda bir ihtilal...

     

    * Bu ihtilal-inkılabın aletleri söz ve kalem, planı göz ve kulak yollarından kafataslarına girmek ve beyin zarları altına zerketmek, şartı kanun hakkıyla en sıcak zeveban ve en ileri heyecan noktasına ulaştırmaktır.

     

    * Bu ihtilal-inkılabın kadrosu mukaddesatçı ve milliyetçi gençlik, dayanak sınıfı da şehadet getiren herkes...

     

    * Bu ihtilal-inkılabın mekanı bütün büyük şehir ve kasabalarıyla Türkiye, zamanı da şimdidir.

     

    * Mukaddesatçı ve milliyetçi gençlik ve şehadet getiren herkes ! Karşıt tezler cephesinin kendiliğinden yıkılıp döküldüğü şu gün senin belirme gününden başka bir gün değildir.Fikir meydanı ve atalarının ruhu seni çağırıyor. Elinde kanun bayrağı, ruh kalesini fethet !

     

     

     

    Esas

     

    * Cihan İmparatorluğumuzun dayandığı temellerin sistemli bir şekilde nasıl yıpratıldığını fakettiğimiz anda davanın esasını yakalamış olacağız.

    Ana şahsiyet ve asliyet kutbumuza en doğru anlayışla sarılmak ve buna uygun olarak bir fikir aksiyonuna yol açmak... İşte davanın esası...

     

    * Tek kelime: [su katılmamış ve suyu çekilmemiş tam hakikatıyla] İSLAM !

     

    * Bu davanın esası olan ideale ihtiyacın, acil kan bekleyen bir hastanın ihtiyacından daha büyük olduğunu ancak inanmamaya inanmışlar görmezden gelebilir.

    İhtiyaç duyulan kan ise iple boğularak, kangren olmaya terkedilmiş bir uzuvda; fakat akış yolunu bulabilse tükenmek bilmez bir hayat kaynağı mahiyetinde.

     

    * Bu ideal İslam, esas üstü esas da onun gerçek anlamı !

     

    * İsa peygamber eliyle felçlinin ayağa kalkıp, körün ışığa kavuşması gibi yalnızca maddede ve nazariyede pazarlıklı bir istiklal karşılığında manada uğradığımız inkısara son verme ve Batı üstünlüğü ukdesi ve ona ait ne varsa içimizden söküp çıkarma davası ve esası...

     

    * Dışımızdaki sömürgecilerin ve onların içimizdeki taklitçi ajanlarının tabip kisvesiyle kanımıza zerkettikleri Batılılaşma ve Batılı anlamda medeniyet zehrini kanımızdan atma; bununla beraber nereden gelirse gelsin her türlü çile ve tecrübeyi bu sefer millet çapında bir şahsi ruh ve akıl süzgecinden geçirdikten sonra benimseme davası ve esası...

     

    * Bu davanın ve onun esasının bilincinde olan bir nesil yetiştiğinde güneşin doğuşunu bekleme vakti gelmiştir.

     

     

     

    Hedef

     

    * Fikirde ana hedefimiz bütün meydan yerini tutmuş, hepsi aynı kaynaktan besleme ve aynı tornadan çıkma, tanzimat, meşrutiyet, cumhuriyet devirleri boyunca başkalaşımını tamamlamış bir suni ilkah mahsulu, ulvi oluş gayesi gütmez, eser çilesi çekmez, aşksız ve madde üstü iştiyaksız yalnız zehirlemeye memur bir haşere tip:

    Devrimbaz !

     

    * O devrimbaz ki manevi Batı sömürgeciliğinin iç ajanı ve Türk ruh kökünün DDT ile kurutucusu...

     

    * O kendini kurtarıcı diye takdim ederken aslında arka mevzilerden mahut sınıfın iaşe ve cephane ikmalini yerine getirmekte ve ellerinde kukla olmaktadır.

     

     

     

    Vasıta

     

    * Beklediğimiz inkılabın dış vasıtalarına el atmanın birinci şartı:

     

    Yılgınlık, düşüklük, küçüklük ukdesi, nefs güvensizliği, mızmızlık, hareketsizlik, dünya ve eşyaya karşı ilgisizlik ve bilgisizlik gibi menfi kutupları mahkum edip; nar-ı beyza halinde bir vecd ve aşk mizacı, sultani bir nizam ve displin zevki, sırasında baldan tatlı ve sırasında zakkumdan acı bir seciye, sabrından zerre kaptırmaz bir sebat bünyesi, şecaat, fedakarlık, atılganlık, derinlik, gerçeklik, kainatın her noktasının kıtmet hükmüne sahip olma şiarı, hayatı kuşatıcı, renklendirici, süsleyici bir estetik-güzellik sanatı bunun yanında dağları, taşları devirip sürükleyici ve gaye noktasına sürücü bir diyalektik mahareti, retorik ve taktik sahibi olma gibi vasıfları da baş tacı etmek.

     

    * Dış vasıtaların başında bütün şubeleriyle güzel sanatlar, yayın yolları, telkin kürsüleri, kültür teşekküleri ve İslam sermayesine yön ve hareket verici mihraklar.

     

    * İşte bu dış vasıtaları iç kuvvetlerle harekete geçirip, herşeyi ruh ve fikir planını köpürtmekten ibaret bıraktıktan sonra artık neticeyi gözlemekten başka bir iş kalmaz.

     

     

    İdeolocya Sınıfı / Neretva


  12. Bu konuda ben de acizane bir kaç şey söylemek istiyorum.

     

    Üstad bizim için daha en başında tedbir amaçla bir kaç kişi hakkında sert uyarılar yapıyor. Büyük Doğu gençliği falancayı bilsin, ona yaklaşırken zırhını giyip yaklaşsın.

     

    Ama biz sanki üstadın bu uyarılarını hasmını fikren çökertme kabul ediyoruz, topyekun üstünü çiziyoruz. Evet Üstadın uyarı noktaları mutlaka haklıdır; ama bu insanlarda doğru yanlar da var mutlaka ve o doğru yanı seven insanlara kızıp sövmek çok anlamsız bence. Eğer ciddi bir tenkit getirecek olan varsa getirsin, yok getiremiyorsa hiç bulaşmasın ama kendi kardeşlerimize sövüp durmayalım Allah aşkına.


  13. M. Es'ad Coşan merhum, mürşidi M. Zahid Kotku (r.a.) ile nasıl tanıştığını anlatıyor.

     

    Hocamızla Tanışmamız ve Hatıralar

     

    Hocamız’la tanışmamız ortaokul talebesi iken oldu. Hocamız Abdülaziz Efendi’nin âhirete irtihalinden sonra makama oturmuştu. Zaten Abdülaziz Efendi’yi tekkeye getirip onu derviş yapan kimse Hocamız’dır. Bir kimse bir kimseyi tekkeye getirirse, onun tarikatte ağabeyidir. Doğu Anadolu’da sünnet merasiminde kirve diyorlar, onun gibi bir durum olur. Hem Hasib Efendi’yi, hem Aziz Efendi’yi Gümüşhaneli Dergâhı’na Hocamız getirmiş.

     

     

    Hocamız çok mütevâzi bir insandı. Çok büyük mânevî makâmı olduğunu, bu işin erbabı olan herkes söylüyor. Tevâzuyu lafla değil, ömründeki jestleriyle de bize öğretmiş bir kimsedir. Örnek alınacak halleri vardır. Kendisinin tekkeye getirdiği insanları öne sürmüştür, onlara vazife yaptırmıştır. Onlar gittikten sonra, tekkenin başında vazife yapmıştır. Aslında onlardan kıdemlidir.

     

    Hocası’na bağlılığı hakkında çok sitâyişkâr sözler söylerler. Hocası’nın meclisine girip bir diz çöktüğü zaman kıpırdamazmış, çivi çakılmış gibi dururmuş. Ben kendim bu fıkrayı bildiğim için, öyle yapmaya çalışırdım; mümkün değil dizlerim dayanamazdı. O kılıktan o kılığa döner dururdum, yapamazdım. Hocamız’ın, dervişliğinde böyle çivi gibi sağlam halleri vardır.

     

    Ben ortaokulda iken babamın peşinden, babamın elini eteğini tutup onun yanında kendisinin meclislerine giderdim. O zaman Ümmügülsüm Camii’nde imamlık yapmaktaydı. Cumartesi günleri, caminin arkasındaki yüksek odada sohbetler olurdu. “Sen hazırlan!.. Sen konuş!..” diye söylerdi; bize de arada iltifat buyururdu, “Sen de hadi bakalım, filanca hadisteki mâna nedir, ona hazırlan!” gibi işaretleri olurdu.

     

    Hakkını ödememiz mümkün değil... Bizi kendisine damat olarak seçmiş. Evliliğimin ilk yıllarından itibaren bana, “Evladım, benden sonra bu vazifeyi sen yaparsın!” derdi. Oradan biliyorum ki bizi böyle küçükten alıp terbiye etmeye çalıştı, hazırlamak istedi, hazırladı.

     

    Ben yanına gelmek isterdim.

     

    “Baba müsaade edersen, fakülteden ayrılayım!.. Doktora bitti, yanınızda hizmet edeyim artık!..” derdim.

     

    “Yok, kal orada!..” derdi.

     

    “İşte doçentlik bitti, artık geleyim!..”

     

    “Yok kal orada!.. Profesörlük ne zaman?..” derdi.

     

    Beni fakültede profesör yapmazlar ki, benim hâlim belli; mimli, sabıkalı bir insanım diye düşünürdüm.

     

    “Profesörlük ne zaman?..”

     

    “Doçentlikten dört yıl, beş yıl sonra...”

     

    “Profesör ol da öyle!..” derdi.

     

    Anladım ki profesör olacağım. Profesör olmam mümkün değil gibi... O günkü şartlarda, hocalarımızın himmeti olmasa, benim gibi mimli bir insanın profesör olması mümkün değildi. Benim gibilere doçentlik bile vermezlerdi. Hatta kaç senedir dergileri çıkartıyoruz, basın kartı vermiyorlar. Biliyorum, anlayışla karşılıyorum; bizim gibilere vermezler. Basın-Yayın Yüksek Okulu bile açsak vermezler...

     

    Ama Hocamız bizi orada profesör etti. O gönderdi. Ankara’daki asistanlık imtihanlarına giderken, cebime harçlığımı koyan Hocamız’dır. Ankara Özelif’teki dairemizin ortaklığının hissesini veren odur. “Alın bakalım yazın.” diye, bin lira veren odur. Ben buraya gelmek istedikçe, “Profesör ol, öyle gel!” demiştir.

     

    Tabii, ben Hocamız’ın sağlığında profesör olmadım. Hocamız vefat ettikten sonra 1982’de profesör oldum. İstanbul’a ondan sonra geldim.

     

    Ankara’ya gelirdi yazın;

     

    “Hadi bakalım, hazırlanın!” derdi.

     

    Çocuklarımız var, yaramaz, ağlar, hasta olur...

     

    “Rahatsız etmeyelim baba!” derdik.

     

    “Yok!” derdi. Bizi alırdı, Konya’ya giderdik, muhtelif illeri, kasabaları ziyaret ederdik. Yanında dolaştırırdı bizi; “İlerde böyle yaparsın!” diye herhalde, yetişmemiz için olsa gerek...

     

    Camide veyahut herhangi bir toplantıda, “Biraz da sen konuş!” diyecek diye ödüm patlardı, kaçardım. Öyle der şimdi, gözümün içine bakar diye, safların arkasında, direğin arkasına filan saklanırdım. Çok çekingen bir insandım, konuşmak bana çok zor gelirdi. O çekingenliğimizi himmetleriyle, şimdiki şu hâlimize döndürecek çalışmaları yaptılar. Onu hissediyorum, öyle oldu.

     

    Köyde bir ev alır da tenhada kalır mıyım diye birkaç defa teşebbüs etmiştim. “Tavşancıl’da bir ev mi alsak, oraya mı yerleşsek...” diye... Her seferinde Hocamız mâni olmuştur. Bir seferinde demiştir ki:

     

    “Evladım, küçük yerlerde insanın kadrini kıymetini bilmezler! Mücevherin kıymetini mücevherci bilir. Büyük yerlerde bilinir, küçük yerlerde bilmezler, ezâ cefâ ederler. Olmaz, o köye gidemezsin!” demiştir.

     

    Bizim arkadaşlar bir kooperatif kurmuşlar;

     

    “Seni de ortak edelim, sen de gelir misin?” dediler.

     

    “Sorun Hocamız’a, ben soramam!” dedim.

     

    Ben Hocamız’ın damadıyım o zaman, henüz böyle bir görevle yükümlü değilim. O arkadaş da gitti, Hocamız’a;

     

    “Filanca yerde bir arsa alacağız, bu da ortak olsun mu?..” diye sordu.

     

    Ona çok sert bir çıkış yaptı. O da dudağını ısırarak geri döndü.

     

    “Hocamız hiç müsaade etmiyor.” dedi. Ben biliyordum zaten müsaade etmeyeceğini... Bir köşeye kaçıp da, hizmetten uzak durmamı istemezlerdi.

     

    Vefatından iki sene kadar önce olabilir; bir gün bizim İskenderpaşa’daki kapıya yakın köşe odada, somyada yatıyordu. Güneşli bir gündü. Daha önce bize böyle;

     

    “Evladım, benden sonra bu vazifeyi sen yapacaksın!” deyince, ben utanırdım, cevap veremezdim, biraz da kaçardım. O gün Valide Hanım yoktu. Yatmış, uzanmıştı. Hasta değildi ama öğle dinlenmesi gibi uzanmıştı. Odanın kapısı açıktı. Biz de, “Bir emriniz var mı?” gibi karşı tarafında durunca, şöyle bize baktı:

     

    “Evladım, benden sonra bu vazifeyi sen yapacaksın, sen yaparsın!” dedi.

     

    Bu sözü birden söyleyince, ben de kapı dışarı kaçamadım. Biraz kızardım, bozardım:

     

    “Baba! Bu bizim kâbımız, tâkatimiz, hakkımız, haddimiz olan bir şey değil ki! Nasıl yapalım bu vazifeyi, yapamayız...” dedim. Biz böyle deyince;

     

    “O zaman size yardım ederler!” buyurdu.

     

    Ben o hava içinde, bunun bir mânevî yardım, evliyâullah tarafından himmet yoluyla, Allah’ın lütfuyla bazı yardımlar olacak diye anladım.

     

    Hakikaten de öyle oldu. Bizim bu görevin altına girmemizden, hizmetçiliğine başlamamızdan itibaren çok büyük gelişmeler oldu. Elhamdülillah kardeşlerimizin arasında tekkemizin faaliyeti olarak çok atılımlar oldu.

     

    Hocamız bizi kendisi seçti, aldı, terbiye etti, yetiştirdi. Ondan sonra, “Otur buraya, bu işi yap!” dedi. Sorumluluk omuzlarımızda ama yardım hem ihvanımız olarak, kardeşlerimiz olarak sizlerden, hem de himmet olarak, mânevî yardım olarak onlardan oldu.

     

    Allah yardımcımız olsun, dua edin!..


  14. MEHMED ZÂHİD KOTKU (Rh.A.) BUGÜN YÂD EDİLİYOR

     

    Gönüller sultanı Mehmed Zahid Kotku Hocaefendi, doğumlarının hicri yıl dönümü olan bugün, Kur’an-ı Kerim hatimleriyle ve AKRA FM’de özel programlarla yâd edilecek.

     

    Mehmed Zahid Kotku Hocaefendi, doğumunun 115. yılı olan, Hicri 1 Safer 1430, Miladi 27 Ocak 2009 Salı günü ikindi namazını müteakip Süleymaniye Camii haziresindeki kabirleri başında, akşam namazını müteakip ise İskenderpaşa Camii’nde özel programlarla ve hatim dualarıyla, AKRA FM'de ise gün boyu sürecek özel yayın akışıyla yâd edilecektir.

     

    M. Es’ad Coşan Rh.A. Hocaefendi’nin sohbetlerinden, ilim adamlarıyla M. Zahid Kotku Hocaefendi’nin hayatı ve fikirleri üzerine yapılan söyleşilere, belgesellerden hatim duasına kadar birçok programı gün boyu AKRA FM’den takip edebilirsiniz.

     

    Merhum Prof. Dr. Mahmud Es’ad Coşan Hocaefendi’nin 13 Kasım 1993 tarihinde Avustralya’da yaptığı “Mehmed Zahid Kotku Hocaefendi ve Tasavvuf”; 25 Ekim 1995 tarihinde Almanya’da yaptığı “M. Zahid Kotku Hocaefendiyi Anlama” konulu sohbeti ile Es’ad Coşan Hocaefendi’nin Başmakaleler-2 adlı eserinden “M. Zahid Kotku Hazretleri İçin Yapılan Güzel Çalışmalar” ile “Sadık İhvanımızın Halis Hizmetleri” adlı makaleleri seslendiriliyor.

     

    İLİM ADAMLARI HOCAEFENDİ’Yİ ANLATIYOR

    İskenderpaşa Camii’ndeki programda, Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Ahmet Turan Arslan, “MZK Hocaefendi’nin Bakışıyla İnsanı Kamil, İdeal Genç, İnsan Yetiştirmenin Önemi ve Ümmet Bilinci” konusunda bir sohbet yapacak. Sohbetin ardından okunan hatimlerin ve tesbihatların duasını Ümraniye Vaizi Mikdat Kutlu yaparken, Prof. Arslan’ın konuşması ve hatim duası AKRA FM’de yayınlanacak.

     

    AKRA FM’de ayrıca, Halil İbrahim Üçer’in ev sahipliğinde Bahçeşehir Üniversitesi Medeniyet Araştırmaları Merkezi Başkanı Prof. Dr. Bekir Karlığa’nın konuk olduğu programda, MZK Hocaefendi’nin hikmet, tefekkür, basiret ve feraset hakkındaki görüşlerinden hareketle “İslam Düşünce Sisteminin Ana Unsurları ve İslam Birliğinin Sağlanmasında Âlimlere Düşen Görevler” konusu irdeleniyor.

     

    VEFAT EDENLER HOCAEFENDİ’Yİ ANLATIYOR

    AKRA FM yâd gününde, çeşitli zaman ve mekânlarda gerçekleştirilen Mehmed Zahid Kotku Hocaefendi’yi anma programlarında Yusuf Ziya Binatli, Ali Ulvi Kurucu, Raif Cilasun, Selçuk Eraydın, Akif İnan, Yusuf Türer, Yaşar Tunagür ve Sabahaddin Zaim gibi Hakk’ın rahmetine kavuşan önemli şahsiyetlerin hatıraları yer alacak.

     

    Mahmud Es’ad Coşan Hocaefendi ise doğumlarının 73. yılında, Hicri 13 Safer 1430, Miladi 8 Şubat 2009 Pazar günü ikindi namazını müteakip kabirleri başında, akşam namazını müteakip ise İskenderpaşa Camii’nde özel programlarla ve hatim dualarıyla yâd edilecek…

     

     

    M. ZAHİD KOTKU HOCAEFENDİ'Yİ YÂD GÜNÜ ÖZEL YAYIN AKIŞI:

     

    03.00–03.45 : Hadisler Deryası Yâd Günü Özel Sohbeti

    Merhum Prof. Dr. Mahmud Es’ad Coşan Hocaefendi’nin, 13 Kasım 1993 tarihinde Avustralya’da yaptıkları “Mehmed Zahid Kotku Hocaefendi ve Tasavvuf” konulu sohbeti dinleyicilerin istifadesine sunuluyor.

     

    04.00 – 05.30 : Yolumuzu Aydınlatanlar Yâd Günü Özel

    Peygamber Efendimiz (SAS)’den günümüze ulaşan Altın Silsilenin 39. halkası olan Mehmed Zahid Kotku Hocaefendi’nin hayatı etraflıca anlatılıyor.

     

    07.00 – 07.30 : Kur’an-ı Kerim Meali

     

    07.30- 08.00 : Ummandan İnciler Yâd Günü Özel

    M. Zahid Kotku Hocaefendi’nin kendi sesinden Ummandan İnciler’de “İlim Öğrenmek ve Âlimlerin Önemi” konulu sohbet dinleyenlerin istifadesine sunuluyor.

     

    09.45 – 10.00 : Tarihten İzler Yâd Günü Özel

    Mehmed Zahid Kotku Hocaefendi’nin hayatı kronolojik olarak dinleyicilere sunuluyor.

     

    10.00– 10.40 : M. Zahid Kotku Belgeseli

    Hayri Küçükdeniz’in seslendirdiği belgeselde M. Zahid Kotku Hocaefendi’nin hayatı anlatılıyor.

     

    10.40 - 12.00 : M. Zahid Kotku Yâd Günü Özel Program- 1

    Serpil Özcan’ın hazırlayıp, Emrullah Uzun ve Erol Eren’in seslendirdiği programda M. Zahid Kotku Hocaefendi’nin sohbet ve eserlerindeki “İdeal Genç Tanımı, Gençlere Nasihatleri ve Örnek Gösterdiği Gençlerin Hayatlarından Kesitler” anlatılıyor.

     

    12.10 – 12.30 : Başmakaleler Yâd Günü Özel

    Merhum M. Es’ad Coşan Hocaefendi’nin Başmakaleler-2 adlı eserinden “Mübarek Hocamız M. Zahid Kotku Hazretleri İçin Yapılan Güzel Çalışmalar” ile “Sadık İhvanımızın Halis Hizmetleri” adlı makaleleri seslendiriliyor.

     

    12.30 – 13.00 : Kur’an-ı Kerim Meali

     

    13.15 – 14.30 : M. Zahid Kotku Yâd Günü Özel Program- 2

    Serpil Özcan’ın hazırlayıp sunduğu programda M. Zahid Kotku Hocaefendi’nin sohbet ve eserlerindeki “Müslümanların Birlikteliği, Ümmete Düşen Vazifeler ve Tavsiyeleri” anlatılıyor.

     

    15.00 - 15.45 : M. Es’ad Coşan Hocaefendi’nin dilinden M. Zahid Kotku Hocaefendi

    Merhum M. Es’ad Coşan Hocaefendi’nin, çeşitli zaman ve mekânlarda Mehmed Zahid Kotku Hocaefendi’yi anma programlarında yaptığı konuşmalardan yapılan derleme dinleyicilerin istifadesine sunuluyor.

     

    16.10 – 17.40 : M. Zahid Kotku Hatıraları

    Bu bölümde, çeşitli zaman ve mekânlarda gerçekleştirilen Mehmed Zahid Kotku Hocaefendi’yi anma programlarında Yusuf Ziya Binatli, Ali Ulvi Kurucu, Raif Cilasun, Selçuk Eraydın, Akif İnan, Yusuf Türer, Yaşar Tunagür ve Sabahaddin Zaim gibi Hakk’ın rahmetine kavuşan önemli şahsiyetlerin hatıraları yer alıyor.

     

    18.00 -18.30 : Ummandan İnciler Yâd Özel

     

    19.00 – 21.00 : MZK Yâd Günü Özel Söyleşisi – 1

    Halil İbrahim Üçer’in ev sahipliğinde Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Ahmet Turan Arslan’ın konuk olduğu programda “MZK Hocaefendi’nin İnsanı Kamil, İdeal Genç, İnsan Yetiştirmenin Önemi ve Ümmet Bilinci” konularındaki görüşlerine yer veriliyor.

     

    21.10 - 21.45 : MZK Yâd Günü Özel Sohbeti

    Merhum Prof. Dr. Mahmud Es’ad Coşan Hocaefendi’nin, 25 Ekim 1995 tarihinde Almanya’da yaptığı “Mehmed Zahid Kotku Hocaefendi ve İslamda Tasavvuf” konulu sohbeti dinleyicilerin istifadesine sunuluyor.

     

    21.45 – 22.00 : YÂD GÜNÜ HATİM DUASI

    İskenderpaşa Camii’nde yâd günü akşamı, Türkiye ve dünya genelinde okunan hatimlerin ve tesbihatın kabulü için Ümraniye Vaizi Mikdat Kutlu’nun yapacağı hatim duası yayınlanacak.

     

    22.00 – 23.30 : MZK Yâd Günü Özel Söyleşisi – 2

    Halil İbrahim Üçer’in ev sahipliğinde Bahçeşehir Üniversitesi Medeniyet Araştırmaları Merkezi Başkanı Prof. Dr. Bekir Karlığa’nın konuk olduğu programda, MZK Hocaefendi’nin hikmet, tefekkür, basiret ve feraset hakkındaki görüşlerinden hareketle “İslam Düşünce Sisteminin Ana Unsurları ve İslam Birliğinin Sağlanmasında Âlimlere Düşen Görevler” konusu irdeleniyor.

     

    24.00 - 01.00 : M. Zahid Kotku Yâd Günü Özel Program- 1

    Gece çalışan veya yurtdışından AKRA FM’i takip edenler için saat 10.40’deki programın tekrarı yayınlanıyor.

     

    01.00 - 02.00 : MZK Yâd Günü Özel Program- 2

    Gece çalışan veya yurtdışından AKRA FM’i takip edenler için saat 13.00’teki programın tekrarı yayınlanıyor.

     

    03.00 - 04.00 : Hadisler Deryası Yâd Günü Özel Sohbeti

    Merhum Mahmud Es’ad Coşan Hocaefendi’nin 13 Kasım 1984 tarihinde İskenderpaşa Cami’inde yaptıkları “Mehmed Zahid Kotku Hocaefendiyi Anma” konulu sohbeti dinleyicilerin istifadesine sunuluyor.

     

    04.00 - 05.30 : MZK Yâd Günü Özel Söyleşi- 1

    Gece çalışan veya yurtdışından AKRA FM’i takip edenler için saat 19.00’daki söyleşinin tekrarı yayınlanıyor.

     

    05.30 – 06.00: YÂD GÜNÜ HATİM DUASI

    İskenderpaşa Camii’nde yâd günü akşamı, Türkiye ve dünya genelinde okunan hatimlerin ve tesbihatın kabulü için Ümraniye Vaizi Mikdat Kutlu’nun yapacağı hatim duası yayınlanacak.

     

    AKRA FM


  15. Sayın yöneticiler biliyorum işiniz zor Allah yardımcınız olsun.

     

    Neretva kardeşim "O yüzden Harun Yaşar kardeşimin tutumu çok yerli yerindedir." Bu sözlerle Harunu destekleyip onu yanlışa sürükleme. Olayı büyütmeyin. Gardaşım vebale girmiş bırakın töbe etsin. Allah tabiki herşeyin en doğrusunu bilir. Benim gönlüm razı olmadı ,harunun yazısından. Vebal var.

    Irkçılık mevzuna çekmeyelim işi. Allah kime dilerse verir. Ben de dilerim Allah tan.

    Damal bana derya size/ bülbül bana bağlar size/Harun bana dünya size /Öz alırım post satarım. Bak yüzüne karşıda övdürdünüz bana. Sende tövbe et Harun gardaş . Yoksa hakkımı helal etmemi bekleme vesselam

     

     

    Muhterem Kardeşim senin endişeni anlıyorum, yalnız bu sözlerin hangi niyetlerle kullanıldığını da görmezden gelemeyiz.

     

    İslam düşmanları ilk iki sözle, bakın gördünüz mü İslamiyet Türk düşmanı, zaten biz zorla müslüman olduk o yüzden hadi vazgeçelim yüzümüzü Batıya dönelim telkinatı yaparken, diğer iki söz ise işi gücü derdi tasası yalnızca Türklük gayreti olanlarca davalarına dayanak olmaktan başka bir amaçla yayılmamaktadır, buna emin olun.

     

    Ben çocukluğumda Resimli Eski Türk Destlanları kitapları okudum, Ömer Seyfettinin pek çok eserini okudum, Atsızın bir kitabını okudum, Serdengeçti ağabeyimizi delicesine sevdim... Velhasıl bir şekilde içimde İslam'a ait olmayan bazı duygular neşet etti, bunun muhasebesini yapmakla geçti sonraki yıllarım. O yüzden az çok kanaat sahibiyim, ilk ikisi kesin hadis olsa bile bu şekilde ele alınması hatalı bir tutum.

     

    Orda peygamber efendimiz nasıl İslam ordularının Persleri, Bizanslıları yeneceğinden bahsetmişse yine ilerde gerçekleşecek böyle bir vakıayı nakletmiş olabilir. Bu kadar, bununla coşmaya gerek yok; ya da bu Türk düşmanlığı falan değil.

     

    Irkçılık mevzuna çekmeyelim diyorsunuz ya bu meseleyi ele alanlar zaten ırk gayretiyle ele alıyor, yoksa bir hadis dersinde yeri gelince o konuda açılmış değil. Zaten bazıları ilk iki hadisi İslama sövmek için kullanıyorlar.

     

    Hadisi şerifler gayr-ı İslami gayretlerle ele alınmamalıdır.


  16. Kaşgarlı Mahmud İslam Alimi değil ki söylediğini dini hüccet sayalım.

     

    Pek fazla malumatım yok ama hadis ilminde bir usul var, Kur'an'ın hükümlerine ters manada bir söz doğrudan mevzu sayılıyor, o yüzden kimse yok senedi bu, ravisi şu nasıl inkar edersin ha diye tavırlara girmesin arkadaşlar. Bazen zincir doğru oluyor ama sehven mana yanlış aktarılıyor. Sahabi efendilerimiz de nisyanla maluldu.

     

    O yüzden Harun Yaşar kardeşimin tutumu çok yerli yerindedir.

     

    Zaten burda asıl mesele şu: Bu hadisler ırk üstünlüğü iddialarının dayanağı haline getirilmeye çalışılıyor. Asıl felaket bu. Çok sabit bir dini hüküm güya Efendimize dayanarak çiğneniyor.

    Geçmişte bu dine en büyük hizmeti bize bahşetti rabbimiz, lutfuyla... Ve yine dünyada bir İslami toparlanma olacaksa Türkiye en büyük görevi üstelenecektir tarihi müktesabatıyla... Evet bu böyledir ama Arabın Aceme, Acemin Araba üstünlüğü yoktur, bu da böyledir.

×
×
  • Create New...