Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]

kurşunkalem

Editor
  • Content Count

    467
  • Joined

  • Last visited

  • Days Won

    4

Posts posted by kurşunkalem


  1. İnsanın işlediği hata, kusur ve günahlar çeşit çeşit, türlü türlüdür. Onlardan bir kısmı, dinin sarih nasslarıyla, Kur?ân-ı Kerim ve Sünnet-i Sahiha?nın vaz?ettiği temel disiplinlerle açık ve net bir şekilde beyan edilmiş, çerçevesi ortaya konmuş ve belirlenmiştir. Dolayısıyla insan, vahy-i ilâhî tarafından beyan buyurulan bu yasak ve günahları, kusur ve hataları temel kaynaklara müracaat etmek suretiyle tespit edip bilebilir. Gerçi hayatı, dinin temel kaynaklarına uygun bir şekilde götürebilmek için meseleleri ilmî tafsilatıyla kavrayıp idrak etmenin herkese müyesser olmayacağı gibi bir husus akla gelebilir. Ancak inanan bir insan gücü yettiği ölçüde bu yolda olmalı; olmalı ve dinin temel meselelerini öğrenme azim ve gayreti içinde bulunmalıdır. Ayrıca dikkat çekmek gerekir ki, bu gaye istikametinde telif edilen ilmihaller ve bir kısım ahlâk kitaplarına sıkıştırılmış bilgiler icmalen bütün bu meseleleri ihtiva etmektedir. Dolayısıyla bu eserleri okuyan bir insan için, dinde hükmü açıkça beyan buyurulan haram ve helal davranışlar, münker ve mâruf olan fiiller beyyindir, vâzıh ve nettir. Bu sebeple belki bu kategorideki hata ve günahlar için asıl üzerinde durulması gereken husus ilk fırsatta, en yakın zamanda onlardan sıyrılıp kurtulma, arınıp temizlenme mevzuu olmalıdır.

    Günahlarını Unutmayan Tevbe Kahramanları

    Eğer bir insan bu türlü akıntılara kendini kaptırmış, bu günah çukurlarından birine düşmüşse hiç vakit kaybetmeden tevbeyle kendini yenilemeli ve işlediği günahın hacaletini bir ömür boyu vicdanında duyup hissederek onunla iki büklüm olmalıdır. Çünkü hakikî mü?min, günahlarını unutmayan insandır. Evet o, işlediği günah için tevbe etmiş ve Allah (celle celâluhu) da onun tevbesini kabul buyurup işlenen günahı çoktan silmiş olabilir. Hatta öyle bir tevbede bulunmuştur ki, o tevbe, işlenen günahın belki elli katını bile silip götürecek keyfiyettedir. Fakat mü?min-i kâmil, günahının üzerinden elli-altmış sene geçmiş olsa dahi, yine de, kendine bakan yanıyla, onu her hatırladığında daha dün yapmışçasına kalbine bir zıpkın saplanmış gibi ızdırap duymalı; duymalı ve ?Ya Rabbi! Sen varken, Sana inanıyorken, Senin düsturların güneşten daha ayân iken nasıl oldu da ben bu hataları irtikap ettim.? mülâhazasıyla hareket edip sürekli nefsini sorgulamalıdır.

    Böyle bir mülâhaza, böyle bir yaklaşım irtikâp edilen o hatayı silip süpüreceği gibi, o hatanın yerine insana bir sevap dahi kazandırabilir. İsterseniz siz bu durumu ızdırap sevabı, yeni bir teveccüh sevabı, eski bir günaha yeni bir tevbe sevabı veya kadim bir isyana farklı bir inabe veya evbe sevabı şeklinde ifade edebilirsiniz. Bundan dolayı denilebilir ki, bir mü?minin, geçmişte işlediği bir günah için pişmanlık ve ızdırapla her kıvranışı, onun amel defterindeki kirli sayfaların sevap unsuruyla temizlenip apak hâle gelmesi demektir.

    İkinci bir husus olarak; işlenen günahın unutulmaması, hep hüzün ve ızdırapla hatırlanması yeni hatalara girilmesine engel olur. Mesela, bir fert ?Rabbimle aramdaki münasebet açısından böyle bir çirkinlik doğru değildi. Benim konumumda bulunan biri için böyle bir tavır Allah?a karşı düpedüz bir saygısızlıktı. Ben bu saygısızlığı es geçemem, onu asla unutamam. Ömrüm olduğu sürece hep bu meselenin üzerinde duracağım.? anlayış ve mülâhazasına sahipse, bu anlayıştaki bir fert, benzer bir günah çukuruna düşme durumuyla yüz yüze geldiğinde; ?Daha dün böyle bir küstahlığı yapmaktan nefret ederken, hadisin ifadesiyle onu ateşe girme gibi kerih görürken, şimdi az da olsa günaha karşı göstermiş olduğun bu temayül hangi şer?î mantıkla, hangi Kur?ânî akılla telif ve izah edilebilir.? şeklinde düşünecektir. Evet, irtikâp ettiği günahın ızdırabını işte bu şekilde gönlünde sürekli derinlemesine duyan bir ferdin yeniden aynı günaha girmesi oldukça zor bir ihtimaldir.

    Bu anlayıştaki bir insanın sevaplara yaklaşımı ise şu şekildedir: O, dağlar cesametinde sevaplar işlese, mesela İstanbul?un fethinin on katı denebilecek büyük fetih ve inkişaflara vesile olsa, yine de ?Benim tarafımdan yerine getirildiğinden dolayı bu işte istenen seviye tutturulamadı. İhtimal benim yerimde aynı imkânlara sahip bir başkası olsaydı, çok daha büyük işler yapılabilirdi.? yaklaşımı içinde meseleyi ele alır ve hep kendisine ait bir kısım eksikliklerin yaptığı hayır ve hasenatlara aksettiği mülâhazasıyla hareket eder.

    İşte bütün bu mülâhazalar, dinî disiplinler açısından açık ve net bir şekilde ortaya konan ve insan için sarih bir surette çerçevesi belirlenmiş bulunan hata, kusur ve günahlar hakkındadır.

    Niyetin Belirleyiciliği ve Kalbin Hakemliği

    Bir de bu tür hata ve günahların yanında niyetlerin keyfiyetine göre hakkında hüküm verilebilecek amel ve davranışlar vardır. Mesela bir insan bir kötülüğe niyet etmiştir. Ancak içinde bulunduğu ortam, arkadaş çevresi veya daha başka şartlar o şahsı, o günahı işlemekten alıkor. Hâlbuki o, fırsatını bulduğunda o günahı işleyecek azim ve kararlılık içinde bulunmaktadır. İşte bu tür hususların gerçek hüviyetini her şahıs ancak kendisi bilir. Dolayısıyla bunlar hakkında ?haram veya mekruhtur? şeklinde kesin bir hüküm vermekte zorlanırız. Bu konuda hakem, insan vicdanıdır. Az önceki misale dönecek olursak bu durumdaki bir şahıs ancak kalbine müracaat ettiğinde, Allah?ın önüne çıkardığı bir mâniden dolayı mı yoksa kendi isteği ve iradesinin hakkını vermek suretiyle mi o günahtan geri durduğu hakkında bir kanaate varabilir.

    Bu konuyla ilgili bir hadisi şerifte Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmaktadır:

    يَقُولُ اللَّهُ إِذَا أَرَادَ عَبْدِي أَنْ يَعْمَلَ سَيِّئَةً فَلَا تَكْتُبُوهَا عَلَيْهِ حَتَّى يَعْمَلَهَا فَإِنْ عَمِلَهَا فَاكْتُبُوهَا بِمِثْلِهَا وَإِنْ تَرَكَهَا مِنْ أَجْلِي فَاكْتُبُوهَا لَهُ حَسَنَةً

    Yüce Allah (kullarının hasene ve seyyielerini yazmaya memur olan meleklerine) şöyle buyurur: Kulum fena bir iş yapmak istediğinde hemen bu iradesini defterine yazmayınız, tâ bu iradesini gerçekleştirip o fiili yapıncaya kadar bekleyiniz. Eğer o fenalığı yaparsa, o yaptığı fenalığın bir mislini yazınız. Eğer benden çekinerek yapmaz, bırakırsa, bu defa onun hesabına bir hasene yazınız.? (Buhârî, Tevhid 35) Görüldüğü üzere burada, kulun, iradesinin hakkını vererek azmettiği günahı işlemekten vazgeçmesi söz konusudur. Dolayısıyla işin içinde kulun bir cehd ve gayreti olduğundan amel defterine sevap yazılmaktadır. Evet kişinin iradesiyle olumsuz yoldan dönmesi, negatif bir işten vazgeçmesi ona sevap kazandırmaktadır. Ancak acaba kulun iradesinin mevzubahis olmadığı durumlarda da aynı netice söz konusu mudur? Bu hususta daha başka bazı hadis-i şeriflerin mazmunundan anlaşıldığına göre, kişi niyet ettiği bir kötülükten kendi iradesi ve temayülleriyle vazgeçmez de, önüne çıkan bir mâni onu alıkoyarsa, bu durum o kişi için büyük bir günah olmasa da ahirette hesaba çekileceği bir seyyie hâlinde karşısına çıkabilir. Bundan dolayı insan, temkinli davranıp bu türlü hâllerini de seyyiat defteri içinde mütalâa etmelidir.

    Konunun tavzihi adına burada daha başka misaller de zikredebiliriz. Mesela bir nâsih sohbet esnasında Bediüzzaman Hazretleri?nin; ?Allah için işleyiniz, Allah için görüşünüz, Allah için çalışınız. Lillâh, livechillâh, lieclillâh rızası dairesinde hareket ediniz.? ifadelerini dile getirdi. Eğer bu sözü söylerken, hakikaten o, yapılan her işi Allah için yapma duygu ve heyecanını gönüllerde uyarmayı kastettiyse öyle inanıyoruz ki bunun mükâfatını elbette alacaktır. Ancak insanların içinde hayır duygularını tetikleme mülâhazası olmadan sırf dinleyicilere ne kadar bilgili, ne kadar çok malumat sahibi biri olduğunu göstermek adına bunları ifade ettiyse, o zaman da denilebilir ki bu bir seyyiedir. Ancak bu hükmü verecek olan da insanın kendisidir, kendi vicdanıdır.

    Burada zahire bakan yönü itibarıyla hak ve hakikate tercüman olma meselesi söz konusudur. Ancak içten içe kendini satma, kendini ifade etme duyguları hâkimse o zaman hüküm de ona göre değişecektir. Çünkü sohbet-i cananda esas olan kişinin kendini devre dışı bırakmasıdır. Hatta ona düşen şöyle düşünmektir: ?Bu sözü ben söylemeseydim, ihtimal vicdanlarda daha engin bir tesiri olabilirdi. Ben söylediğimden dolayıdır ki bu sözler bazı vicdanlarda aksülamele sebebiyet verdi.? Evet, eğer kişi Allah, peygamber, din-diyanet derken işin içine azıcık kendini ifade etme gibi bir mülâhazayı dahil ediyorsa orada seyyiat irtikap ediliyor demektir.


  2. Antik diyardan gelen bir seyyaha rastladım,

    Dedi ki:

    ''Çölün ortasında,

    Gövdesiz, kocaman iki taş bacak,

    Ve hemen yakınında yarı beline kadar kuma gömülmüş,

    Çatık kaşları, kırışmış dudakları

    Ve buz gibi soğuk alaycı görünümüyle,

    Parça parça olmuş,

    Taştan bir surat vardı...

    Onlara şekil veren o eller ve ruhlarını besleyen o kalp,

    Cansız şeylere kazınan tutkuları ne kadar da canlı göstermişti!

    Üzerinde ise şu sözler yazılı idi:

    Ben kralların kralı Ozymandias...

    Şu yaptıklarıma bakın da,

    Haddinizi bilin!

    Koca yıkıntılar arasında saklı kalmış bir harabe,

    Ve ucu bucağı görülmeyen, çıplak ve yapayalnız kumlardan başka,

    Artık ne kaldı geriye?

    Hiç bir şey!..."


  3. AŞK İLE EĞLENEN BİR İŞVEBAZ (5024 Hit)

     

    Güzelim afetsin lakin ben sana

    Divane olsam da aşık olmazdım.

    Pek açık söylersem darılma bana

    Aşık olsam bile sadık olmazdım.

     

    Sen gibi şahbazlar semiz kaz arar.

    Bilirim çok alık aşıkların var.

    Ben bu koleksiyona girssem de naçar

    Onların birine faik olmzadım.

     

    Ben de senin gibi çapkınım biraz

    İki cambaz aynı ipte oynamaz

    Beni sevsen bile sen ey işvebaz

    Ben o muhabbete layık olmazdım.

     

    ________________________________________________________

     

     

     

     

    BİR AN-I ME'YUSİYYET

     

    Ömrümün neş'esiz geçti baharı

    Neyleyim baharı,gülsüz olunca?

    Bir tutsam gerektir Yar-u ağyarı,

    Gurbet ellerinde öksüz olunca

     

    gönül elindedir faryad-u zarım

    Şu nankör aşkımdan,bende bizarım,

    Ruhum azad olur,belki,mezarım

    Ayaklar altında dümdüz olunca.

     

    Diyorlar ki 'Rıza!..' döner bu alem..

    Encamına varır bu devr-i sitem..''

    Benim gözümde fer kalır mı bilmem,

    Bu uzun geceler gündüz olunca?!.

    • Like 1

  4. Sokakda yürürken kafamda binbir allame konularla köşeye sıkışmış bir halde, dünyanın en dertli insanı olmadığımı anladım, sadece bir saniyelik bir görüntünün karşısında...

     

    Elinde bir ilaç mahiyetinde tuttuğu tiner bezi ile gözlerimin içine dalan bir suluet, ruhumun cımbızlarla çekilip iç sancılarına düşmesi için yettide arttı bile...

     

    Bir sokak çocuğu ile gözgöze idim. Ne diyebilirdim? Ne diyebilirdi? Nasıl anlaşıp, nasıl bir yol gösterilebilirdim? O ruhaniyetle ne anlayabilirdi?

     

    iki dakikada ona insanlık dersi verip durumunun vehametini anlatmam imkansızdı.

    Para versem,yiyeceğinin dışında diğer ihtiyacı olan tiner, ya da kullandığı her ne ise ona yatıracaktı..Alıp evime götürsem çare değildi..Dayanamadım, verdim bi kaç kuruş ne yapacağını bile bile..Hata mı etmiştim? Ama insandı, Çocukdu, Sahipsizdi. Sokaktaydı,Açtı....

     

    Neden böyle olmuşdu acaba? Neden kendini böylesine vurmuştu hicranın içersine? Neyi unutmaya çalışıyor, neye isyan ediyor ,neye susturuyordu kendisini bu yolla?O gece uyuyamadım...Serde erkeklik varya ağlayamadımda...

     

    Empati kurdum.Ben olsaydım neden bu yolu seçerdim?..Kendime göre teoriler ürettim..

     

    1 Beni dinleyen olmasaydı

     

    2 Anne merhameti hissetmiş olmasaydım

     

    3 Dışlansaydım

     

    4 Hor görülüp irdelenip bi köşede kalsaydım

     

    5 Param olmasaydı

     

    6 İlgi alaka olmasaydı

     

    7 Sevgi hoşgörü olmasaydı

    Fazla seçeneğimin kalmadığını düşünürdüm heralde.Tabi bu benim fikrimdi..

     

    Tabiatıyla bu seçenekleri uzatmak mümkün. Çaresi ne olabilirdi? Asıl cevap bekleyen soru buydu. Beynim zonkluyordu....

    Söylenecek bişeyler varsa ki var muahakkak, biraz olsun vazifelerimizi bilsek, bizim sahip çıkamadığımız çocuklarımıza sokaktakiler sahip çıkmaz ve derbeder bir çocukluk portresi ortaya çıkmazdı..

     

     

    Aile bütnlüğünün ciddi hançer yaraları almış olması çocuklarımızında bi nevi sıokaklara düşme vesilesi oldu, ortada kalmalarına sebebiyet verdi.Aile sıcaklığını kaybetmiş bu çocuklar nefretle, gayzla ,kinle büyüdü. Dolayısıyla toplumda bir nevi tehdit unsuru oldu, dışlandı ,iyiden iyiye yalnızlığa itildi bu çocuklar, ''ebedi yetimler'' ismi aldılar çünkü aileleri varken yapayalnız ve sokağa itilmişlerdi..

     

    Bu konuda söylenecek son sözlerim şudur ki (bu kendi fikrim değil) fakat görüp okuduklarım karşısında tüm insanların bilmesi gereken, araştırmaya, üzerinde durulmasına aç olan hassas bir konudur..

     

    Yuva bir toplumun en vazgeçilmez nadide hassasıdır,o gittimi tüm toplum gitmiş demektir.

    Meselenin temelden halledilebilmesi nesillerin kalb ve kafalarına birer yasakçı koymak, yani onları Allah korkusuyla ve haşre iman duygusuyla doldurmaktır.

    Çocukların mutlka ahlak dersleri ile yetiştirilmesi gerekir, bugün en güçlü grdüğümüz devletler dahi çocukların iyi yetişmesi çin dinin gücünü kullanmaktadır.

    Bizim ülkemizdede benzer metodlar kullanıldı fakat yeterli olmadı, çünkü din bir öcü mahiyetinde idi anlatılması zordu ne varki öcü gibi görünen bu en tesirli ilaç kullanılabilse idi eminim ki daha iyi netice alınabilirdi.

     

    Savaşlarda esir düştükten ya da bir köle olarak satıldıktan sonra samimi mü'minlerin yanında öz evlat gibi yetiştirilen ve akabinde hürriyetine kavuşturulan insanlara İslâm literatüründe "mevâli" denilmiştir. Mevalinin eğitilmesi ve görülüp gözetilmesi hususunda selef-i salihînin ortaya koydukları güzel misaller incelenirse, bugünün sahipsiz çocuklarının yetiştirilmeleri hususunda önemli ipuçları bulunabilir.

     

    Çocuklarımız bizim yapı taşımızdır ve herşeyden evvel onların sayfalarını iyi karalamak gerekir..


  5. Belki onlarca isim konulabilir. İster 'şiddetin magazinleştirilmesi' deyin, ister 'suça öykündürmek' fark etmez ve esasen aynı ana artere çıkıyor. O da şu; medya son dönemde vakanüvis edasıyla 'neden şiddet toplumu olduk?' derken meseledeki kendi vebalini atlamaktadır.

     

    Ki buna bir de �bilinçaltlı ya da üstlü- 'aidiyet' endişeli, 'suç benim bölgemde işlenmişse daha fazla yaygara ederim' histerisi eklenince ortaya 'Münevver Karabulut cinayeti' haberleri çıkıyor. Sanki bir cinayet vakası değil de Dostoyevski'nin romanının satırlarını okuyormuşuz gibi manzara çıkıyor.

     

    Münevver Karabulut cinayeti birçok açıdan ele alınması gereken, bilim adamları tarafından irdelenmesi gereken ve her ebeveynin kendi çocuklarına ders olarak anlatması gereken bir vaka bence. Elbette kimseyi yargılamadan hüküm vermek bizim haddimiz değil ama mesele sadece 'zengin züppe çocuk-sınıf atlamak için her şeye katlanan fakir kız' bağlamında ele alınabilecek kadar basit de değil.

     

    Ne var ki, medyanın yaptığı yayınların suç ve suçluyla, adalet aramakla da çok ilgisi kalmadı artık. Olay 'suçun reytinge malzeme yapılması' boyutunu bile aştı, kitleler üzerinde özendirici ve olumsuz etki oluşturucu boyuta ulaştı.

     

    Endişem şu; oluşturulan bu kadar medya ve kamuoyu baskısıyla Emniyet'in hata yapma payı artarken, suçun niteliği ve inceliği açısından başka suçları tetiklemesi, bir tür rol model olmaya doğru gitmesi. Ki cinayetin üzerinden yüz gün geçmesinden sonra güvenlik makamları birtakım görüntüleri ve konuşmaları medyaya servis yapmak zorunda kalıyorsa bunun 'bakın işte çalışıyoruz, sizin yayınlarınızın da gerçekle ilgisi yok'tan başka anlamı yok.

     

    Rahmetli kızımızın babasını yüzlerce kez ekranda izledim. Acısını çok iyi anlıyorum ve sabırlar diliyorum. Ancak söyleyeceği her şeyi de söylediğini, en azından kızının hatırasına saygılı olması gerektiğini de düşünüyorum. En son 32. Gün programına çıkıp aynı şeyleri tekrarladı: 'Ben katilleri arıyorum, ya kızım bulunmasaydı da naaşı çöpe gitseydi?'

     

    İnanın bundan başka bir şey demiyor. Acısından olsa gerek, medyanın kızının cesedi üzerinden yaptığı reytingi görmüyor ve bunu kabulleniyor.

     

    Allah kimsenin başına vermesin, bu tür cinayetler sonrasında maktulün ailesi katillerin bulunmasıyla acılarının bir nebze olsun hafiflediğine inanırlar. Öyle de olur. Bir şey daha söylerler: 'Bizim başımıza geldi, başkasınınkine gelmesin!' Sanırım rahmetli kızımızın anne-babasına da sorulsa aynı cevap alınacaktır. Bakın geçtiğimiz günlerde bir çocuk, öz annesini uykudayken silahla vurup öldürdü. Meselenin iç yüzünü tam olarak bilemiyorum ancak çocuğun şu cümlesi beni dumur etti: 'Bu yaşta işlenen cinayetlerde ceza alınmayacağını televizyondan öğrendim.'

     

    Elbette ortadaki vahşetin ve acının farkındayım, ancak her gün genç kızın nasıl parçalandığını, bedeninin nasıl valizlere, gitar kutularına konduğunu, çamaşırındaki lekeleri filan yayınlamanın katil zanlısının yakalanmasına değil, suçun magazinleşmesine, doğrusu; reytinge neden olacağına inanıyorum. Ve 'suç' denen insanoğluna has karanlık kavramın bulaşıcılığı dolayısıyla da başka suçlar için öykünme nedeni olacağına da.

     

    Nasıl ki birileri gibi 'her gün Münevver'in neler yaşadığı ile ilgili betimlemeleri yayınlamanın iyi bir şey olduğuna' inanmıyorsam, olayın tamamen unutulması taraftarı da değilim. Bu olaydan toplumsal yararlar elde etmek mümkün. Ama magazinleştirmeden, iğrenç betimlemelere girmeden, ölünün mahremiyetini delik deşik etmeden!

     

    Hiçbir kutsala, mahremiyet olgusuna saygısı olduğunu düşünmediğim, kanlı testere resimlerini tam sayfa yayınlamayı habercilik zanneden bir kısım medyanın bu cümleleri umursayacağını elbette düşünmüyorum. Onlar bu tür yayınları tiraj-reyting uğruna yapacak, sonra da 'Cinnet toplumu olduk! Neler oluyor bize?' diye hayretle sormaya devam edecektir. Ancak yetkililerin ve biz; bunlara maruz kalan sıradan insanların yapacak bir şeyleri olmalı..


  6. Galiba herkes birbirine özeniyor saçmalık yapmakta...

    Komedi mi oynuyorlar, trajedi mi, dram mı, artık adını siz koyun bu acayipliklerin...

    Devlet Bakanı ve “Başmüzakereci” takviyeli sayın Egemen Bağış, diyor ki:

    “Ruhban okulunu kendimiz için açmalıyız...”

    Ruhban olmak mı istiyor ne?

    Hani şu ifadesi de akla ziyan bir gerekçe:

    “Bunu AB istedi diye değil, bir insan hakları meselesi olarak görerek halletmemiz gerekir...”

    Tabii bu konuda Başbakan biraz daha net, biraz daha farklı çıkışta bulundu ve Yunanistan’da “Türk” isminin yasak olmasını, müftü seçiminde Yunanlı yetkililerin faşizan hareketlerini açıkladı... İnşallah, sen öyle konuş, ben böyle konuşurum, devlet gemisini yakıtsız yürütürüz, anlaşması yoktur işin içinde...

    -

    MHP Etimesgut Belediye Başkanı -değerli bir insan olarak tanırdım- Enver Demirel, gördük ki bir hatanın üzerine imza atmıştır...

    CHP’nin aykırı kişileri sevmesi olağandır...

    CHP’nin isteği üzerine Etimesgut’taki “Işıklar Parkı”na ayrımcılığı ile bilinen, misyonerlik faaliyetleri gazetelerde yer alan “Çağdaş Yaşam” tutkunu Türkan Saylan’ın ismi verilmiş...

    Acaba:

    Türkan Saylan /Tanrıdağı kadar Türk, Hira Dağı kadar Müslüman/ idi de biz mi yanlış anlamıştık?

    CHP’nin kazandığı belediyelerde Türkan Saylan fırtınası estirenler MHP’yi de mi hipnotize ettiler yoksa?

    Bence büyük bir hamakat örneği ile karşı karşıyayız...

    -

    Başbakan yine asılsız iddialarda bulunmayı sürdürmüş...

    AKP için, yani kendi diliyle AK Parti için, “Bu parti aziz milletimiz kadar AK” buyurmuş...

    Partinin göbek adını okuyalım:

    “Adalet ve Kalkınma Partisi...”

    Eee, bunun neresinde “AK” geçiyor? Hani ben bulamadım, sizleri yardıma çağırıyorum.

    Tavsiyemdir:

    Silin şu Adalet ve Kalkınma ibarelerini, yazın AK Parti, APAK Parti, Bembeyaz Parti diye, benim gibi ısrarcılar mutmain olsunlar ve bundan böyle “AK Parti” yazsınlar...

    Tamam mı, devam mı?

    -

    Canan Arıtman isimli bir CHP milletvekili var... Acayip girişken ve acayip fanatik...

    TBMM’ye önerge vermiş bu sefer...

    TBMM onur ödülüne ilk başta Türkan Saylan’ı, arkasından da Fazıl Say’ı, Orhan Pamuk’u, ahiren bazı İslami desenli ilim adamlarını onur üyeliği teklif etmiş...

    Olur olur!..

    CHP ful... MHP hakeza... AKP kısmen bu tuhaf teklifi destekleyebilir...

    Ancak, T. Saylan’ın ölüsü ne yapacak onur ödülünü?

    -

    MHP’de bir şeyler oluyor son günlerde...

    Sayın MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli diyormuş ki:

    /Alevileri Diyanet temsil etsin.../

    Hay hay!..

    Amma Alevilerin bir kısmı Diyanet teşkilatına son verilsin diye bar bar bağırırken bu teklife uyacaklar mı?

    Cem Evlerine ibadethane statüsü tanınmasını da dile getiren Bahçeli, muhtemelen ihmal ettiği ibadetlerini Cem evlerinde tamamlamak istiyor...

    Tasavvuftan filan da bahsediyor, fakat tasavvufun İslami bir akım olmasının ötesinde ne gibi hükümlerle donatılacağı açıklanmamış...

    Şunu da hatırdan çıkarmamalı:

    Tasavvufçularla Şeriatçılar arasında tarihte çok sakat çekişmeler olduğu, birleştiricilikten ziyade bölücü unsurlar taşıdıkları malum.

    Kanun çıkartarak İslam’ın bağrına saçma sapan tasavvufları sokmak herhalde hayra vesile olmayacaktır... Çünkü tasavvufun sınırı yok...

    ===============

    Yolsuzluk yapa yapa yolunu kaybeden var

    Yol kesen haydutların arkasından giden var

    Dünyamız baştan başa tuhaflıklarla dolu

    Evde kartal uçuran, gölde deve güden var...


  7. Şimdi ne desem kar yağıyor

     

     

    Sana anlattıklarım neleri susuyor bir bilsen

    Ve anlatmadıklarım neleri söylüyor??

     

    Boğazımı yırtarcasına susuyorum

    Ya verilmekten yıpranan cevaplardayım

    Ya sorulmamaktan solan sorularda

    Sen ıslatmasını bilmeyen bir yağmur oldun her akşam

    Ben ıslanmasını bilmeyen ahmak

    Bu yüzden aşık olamadık sırılsıklam

     

    Pimi çekilmiş coğrafyalarda

    Zaman ayarlı bir aşkın en tesirsiz parçasıydım

    Ve ben günah şeridinde hatalı sonlanandım

     

    Az gittim? uz bittim? hiç geldim!!!

     

    Uyurken bile uykusuzluk akan gözlerinde

    Kaçan trenlerin hesabını istasyonlara kesen

    Kalabalıkta unutulmuş bir yalnızdım

    Kendine kaçak yolcular bindiren?

    Her yolcu da kendini ihbar eden!

     

    Kalbime girmek tehlikeli ve yasaktırlarla

    Yaşamamaya kalkışıyorsun hayata

    Ve ben senden yırtılma bir yelkenle

    Aynı yöne gittikçe aynı yere geldim

    Sonumu baştan yazdım;

    İçimde hala bana ilk aldığın acım!

    Gece, sabahı da siyah kusuyor üstüme

    Aklıma yaprakların dökülüyor

    Bugün aklımda sen vardın;

    Aklımı karıştırmadım!

    Artık biliyorum?

    Aşk bir intihar saldırısıdır; yalnızca iki kişinin öldüğü!

    Aşka nişan alıp ayrılığı ıskalayan acemi

    Hala gözlerinde kalp kapaklarım

     

    ?Seni almadan içimden nasıl giderim??

     

    Ve sen kaç kez bu hırsla sevildin

    Koca koca kışları;

    Kısa kısa şubatları biriktirdin?

    Susku sınanmamış bir ustura gibidir

    Susardın?

    İç denizine sığınmış gemileri yakan bir limandın

    Bak şimdi gönülsüz gittiler senden;

    Gönlünü çaldıkların !!!

     

    Yazmadıklarından korkarsın en çok yaşadığın hiçbir şey de

    Ve adın gibi bilirsin;

    Aramayı unutan bulmayı öğrenemez

    Bugünler dünlerinden utanıyorsa

    Hiç yarın olamayacaklar

    Şimdi ne bugünsün ne de yarın

    Olsa olsa sadece bir yarım;

    Ya da eksilen yanım!

    An kaybından ölen zaman

    Senden daha katilini bulamadı kendine

    Gelseydin eğer kendimi bile kovardım yanımdan

    Gelmedin yine kendimsiz kaldım ardından?

    Dünyanın bütün dillerinde sustum ve bir şair bıraktım geride

    Ekmeğini aşktan çıkaran!

     

    ?Sustalı bir aşk senin ki

    Sesinle çıplaklaşıp suskunluğumla giyiniyorum?

     

    Korunak sandığım tüm senlerde

    İçimde yoktan başka bir şey kalmadı

    Ruh ölünce cesedi beden taşıyor sırtında

    İki büklüm acılarla ?

    Patlasam her yere acı sıçrayacak biliyorum

    Patlamamaya hazır bir bomba oluyorum

    Ben mi çok yorgundum sen mi çok dinç?

    Bende mi eksikti sen de mi fazlaydı sevinç?

    Dilsizler yalan söyleyemez anladım,

    Ya ben konuşamadım ya sen sağırdın!

     

    Her şeye rağmen bana öyle çok sığdın ki

    İçimde kimseye yer bırakmadın

    Bildiğim; Ağaç misali toprağa bağlandıkça gökyüzüne uzamak

    Çelişkim; Giden bir tren de kalanların şarkısını haykırmak

    Hangi dil kendini kandırabilir ki?

    Aşk bir suç değil mi ;

    Her defasında kendini ihbar edip yakalatan.

    Ve en saf ihanet, kendi ihanetine kanan

    Senin gibiler vakitsiz susan aşkı severler

    Seni bu kör kuyulardan salan neyin şarkısıysa

    Gözlerinin kahvesinden içtiğimde oydu

     

    ?Şimdi eksilen her yanıma adını verdim

    Bu yüzden güzelim ben??

     

    Dudağını düğümlediğim fırtınaları kopardım sonunda bir bardak su da

    Ben hancı sen soncu

    Sana dayanamadı bıçak kemiğe dayandığı kadar

    Elbette unuturum sonunda

    En fazla bir mevsim ağlarım

    Alışırım yalancı baharlara ama;

    Ama yine de biri beni kandırsın yokluğunda

    Sen bu şiiri okurken ben başka bir şiir de olacam

    Başkasının kollarında da senin yollarını adımlamak varmış meğer

    Sana anlattıklarım ne çok şey susuyor

    Ve sustuklarım neler söylüyor

     

    ?Gittin değil mi?

    Şimdi ne desem kar yağıyor??


  8. Beni susarken bölme!

     

     

    Yüzünün hangi oylumuna takılsam

    Uçsuz uçurumlara düşüyorum

    Ağlayınca şişen göz kapaklarında

    Hangi tankerleri yüzdürdün bu akşam?

    Sığınağımıza kaçan birkaç damla yağmur

    Gözyaşına mı karıştı yoksa?

    Fazla değil mi bu sessizlik ikimize;

    Beni susarken bölme!

     

     

    Satır aralarındaki sızıntıdan kendimi ele veriyorum

    Ben sana, seni gösteren bir aynaydım

    Dökülseydi sırlarım sen de göremeyecektin

    Ben ki kendimi yine sırlardım

    Sen kendine yeni aynalar bakmasaydın

    Buldun mu yüzüne en uygun olanını?

    Ve ağrılarını saklayabildin mi, sırsız aynaların sırrına?

    Kulaklarıma sağır sesler peydahladım

    Beni susarken bölme!

     

     

    Az daha doğduğumuz öykü de ayaküstü ölüverecektik;

    Anamızdan emdiğimiz acılar burnumuzdan gelecekti az daha?

    Dipsizliğinde dibi tutarmış sandık, sanma oyunlarımızda

    Meğer suskunluğumun dibi karaymış

    Ben kuyu sanmışım

    Ben susarken bölme!

     

     

    Merhemine biraz Ağrı sür biraz Toros

    Yol ortasında adresim yutuluyor bırakma ellerimi

    Duru durdurmaya duramıyor, durak sandığımda köprüleri

    Oysa her şeyi birleştiren köprüler yine ayırdı bizi

    Saçlarını sakladığın rüzgarı biraz savursan

    Açılmayacaktı bu kıyı şeridinden

    Zulamdaki sardunya suskuları

    Beni susarken bölme!

     

     

    Ellerin büyükken ellerimden

    Hangi coğrafyama sakladın, mendilleşen parmaklarındaki yaşları?

    Bana do minör bağırma

    Uslu bir su kuşuyken bünyemde

    Verdiğin geçici rahatsızlık için, ömür dilerim senden sadece!

    Ben sana ne yaptımların kaldı bak

    Bu ucube caddelerde

    Susmanın onaylamak olduğunu hatırlattığın bir gecede

    Beni susarken bölme!!!


  9. Bir A4 kâğıt düşünün; yukarıdan aşağı kalınca bir çizgiyle ikiye bölünmüş. Çizginin sağ tarafında bir yatak odası görünüyor. Genç bir adam yatağında kitap okuyor, yanıbaşındaki etajerin üzerinde okuma lambası, arkasında ise tavana kadar uzanan renkli ciltlerle dolu bir kütüphane.

    Sol tarafta başka bir yatak odası. Demir bir karyolada, iri burunlu sakallı ve başı dazlak bir adam, yeşil yorganına sarınıp yastığa gömülmüş horul horul uyuyor. Başucundaki çivide bir obje asılı. Bir Kur'an mahfazası bu; belli ki içinde Kur'an-ı Kerîm var.

     

    "Karikatür" bu; vazgeçtim, karikatür değil, İslâm'ı ve Müslümanları tahkir afişi demeliyim. Ne yazık ki bir vatandaşımız tarafından yapılan bu provokasyon çiziktirmesi için, "Efendim, sanat eseridir, sanatçı fikrini bu yolla ifade ediyor, fikir hürriyetini kullanıyor vb..." yollu mırın-kırınlar vaziyeti kurtarmaz. Vaktiyle Danimarka basınında çıkan rezil şeyler de "fikir" itibariyle aynı müptezelliğe dayanıyordu: Müslümanlar tahrik olsun, sağa sola saldırsınlar ve ne kadar saldırgan ve hoşgörüsüz oldukları vurgulansın!

     

    Yağma yok! Esasen bu sütunda zikri bile lâzım gelmezdi ama bir okuyucum, "tepkimizi göstermek gerek" diye yazınca dayanamadım, rahatsız oldum. Duvardaki çiviye asılmış kitap kılıfının içindeki kitabın imâsı doğrudan Kur'an-ı Kerim'dir ve bu kitab bizim başımızın tâcı, hayatımızın mânâsı, gözümüzün ışığı, varlığına ve Gönderenine, her bir harfine, kelimesine, âyetine, satırına, sayfasına, cüz'üne, hatta kâğıdına ve mahfazasına seve seve kurban olduğumuz bir kitabdır. O'na yönelik kötü imâlar O'nun kıymetini hafifletmez, sahibinin düşkünlüğünü gösterir.

     

    İnanmayabilirsiniz, saygı göstereceksiniz; eleştirebilirsiniz, hakaret etmeyeceksiniz. Kutsala saygı ortak insanlık değeridir ve dünyanın her yerinde hukukun koruması altındadır. Bunun ne kadar da böyle olduğunu o çiziktirmeci adam, bir Hıristiyan veya Musevi kutsalına dahletmeye kalkıştığı anda hemen fark eder; fark ettirirler.

     

    Esef edilmesi gereken o haldir ki, bu adam hakikaten laikçi, seküler, dogmatizme karşı filan değil; o sadece İslâm'a ve Kitabına dahleylemeye memur.

     

    Bedduâ'ya bile değmez, lâkin meselenin bir başka yönü var; hani şu meşhur "hayat tarzımıza müdahale ediyorsunuz; kendimizi baskı altında hissediyoruz" yakınmaları var ya, işte tam onunla ilgili. Yürürlükteki teoriye göre hayat tarzı tehdidinde bulunanlar, kendini Müslüman diye tarif eden insanlar; mahalle baskısına maruz kalanlar ise laikçiler! Ne var ki olup bitenler teorinin tersine işlediğini gösteriyor. İzmir'de apartman yöneticisi hanımefendinin kapıcı ve ailesi için koyduğu gülünç talimatnameyi hatırlıyoruz, sonra da "büyük bir lâf edeyim de, herkes benim ne kadar engin bir laikçi olduğumu anlasın" vehmiyle, "ekonomik gelişme arttıkça laiklik güme gidiyor" diyerek gündeme oturan o ünlü hukukçuyu! Sıradan aklın egemen olduğu ülkelerde böylelerine bırakınız hukuk diplomasını, otomobil ehliyeti veren çıkar mı bilmem!

     

    Artık sıkıntı geldi desek yeridir; bu zihni irticâdan kurtulmak için akıl ve vicdan sahibi ve seküler duruşlu insanların da ortaya çıkıp, "durun yahu ayıptır" demesini bekliyoruz: Birileri çıkıp, "Ayıptır, kutsallarla dalga geçilmez; ayıptır laikçi ayrımcılığı bari kat mülkiyeti kanununa sokmayınız; ayıptır, laikliğin müdafaası bu derece zayıf ve dayanıksız omuzlara bırakılmaz" diye yandaşlarını ikaz etmeli, terbiye ve hilm çizgisine davet etmeli, zira Türkiye'de laikçi fikriyatın seviyesi yerlerde sürünüyor. Yazıktır laikliğe; üstelik herkese lâzım iken bu kadar kötü temsili ve savunmayı hak ediyor mu?

     

    Bekliyoruz, laikçi kanattan mutedil, insaflı bir ses bekliyoruz.


  10. Gazate:Zaman tüm yazarları.Vakit,tüm yazarları.Diğer gazetelerinde köşe yazarlarını okur ve onlarında fikirlerini,bakışlarını merak ederim okurum..

    Tv:Tv izlemek muhteşem zaman kaybı,izlemem.

    Radyo:Ara,ara moral fm

    Dergi:Sızıntı.Genç beyin.aktüel ve tempoyada sürekli olmasada bakarım.

    İnternette genelde n.f.k.com.

    www.gülfesan.com

    .habervaktim.com

    .zaman wap.

    herkul.org

    siraze.com

    Gençkalemler

    Moralhaber

    Edebiyatla ilgili siteler

    Yazar ve şair biyografileri

    Birde kişisel olrak sevdiğim yazarların olduğu siteler muhakkak ziyaretim sahasındadır.Hekimoğlu İsmail.Vehbi Vakkasoğlu.Senai Demirci.Engin Noyan vs.


  11. Sağlam fertlerden sağlam aileler,sağlam ailelerden de sağlam cemiyetler meydana gelir...

     

     

     

    Çocuk, sopadan, tehditten, azaptan değil, eğer bir şeyden korkacaksa, ebeveyninin şefkatini kaybedeceğinden korkmalıdır. Babasının yüzünü ekşitmesi, annesinin sımsıcak yüzünün buğulandığını müşahade etmesi veya sezmesi onu dengeye getirecek en büyük bir müeyyide gibi algılanabiliyorsa, yeter ve artar zannediyorum. Ancak çocuğun size güvenmesi, acılarını, elemlerini paylaştığınıza inanması çok ehemmiyetlidir.

    Çocuğun anne ve babasını, ardında bir dağ hissiyetı ile güven neşveleri içersinde hissetmesi ,çocuğun bir ömür boyu kendine öz güven ile yaşayıp , kendi çocukları açısından da önemli bir altyapıyı oluşturacaktır.

     

     

     

    Çocuk ilk aileyle tanıştığı gibi diğer yaşlarında da okul ve çevre ile tanışacak , herdaim aileden aldığı özveri ile davranacaktır.Düşünün ki sarhoş bir babadan ,ya da akşam eve erken gelip sadece tv karşısında oturup, aile efradı, çocuğu ile ilgilenmeyen illgisiz bir babadan terbiye alan çocuk ile, gözlerinin içine bakarark ne demek istediğini anlayan bir anne babanın yetiştirdiği çocuk,hayatta aynı duruşu sergileyebilir mi?

     

    Ne var ki günümüzde aileler, anne ve babalar, çocuk eğitimini, televizyon eğitimine dönüştürmüş, çocuğun her istediğini almak ile, ya da istediğini her daim yapmak ile ,bir nevi uzaktan kumandalı kukla anne babaya dönüşmüştür..

     

    Çocukları anlayabilmek için onları dinlemek ve dünyalarına girebilmek gerekir. Onların apayrı dünyaları vardır. Bulundukları yaşa göre, sahip oldukları bir takım duygular ve özellikler vardır. Onların zihni henüz her şeyi tam anlamıyla ölçüp tartamaz. Bu durumda yapılması gereken onları çok iyi tanıyıp, onların düşünce ve duygularını hesaba katmak olacaktır. Bir çok anne baba çocuğun davranışlarını anlayamadıklarını söylerler, ama anlamak için onları hiç dinlemezler. Anne babanın dinlemediği çocukları,dışarıda anne şefkati, baba hassasiyeti olmayan başka insanlar dinleyecektir.Bu da iyi bir sonuç vermeyecek, aile yaptığı yanlışı ancak gözyaşlerı ile farkedip,çaresizlik girdabındayken anlayacaktır..Ne ki iş işten geçmiş olacaktır...

     

    Çocuklar çok defa yanlış yaparlar, fakat yaptıkları yanlışın farkına varmazlar. Büyükler ise genelde, çocuğu bir büyük gibi değerlendirir, büyük insandan beklenebilecek davranışları beklerler. Yanlış yapınca da çocuklara kızar veya cezalandırırlar. Çoğu zaman çocuğu dinlemeye bile gerek görmezler. Çocuk ise, niye cezalandırıldığını veya niye bu kadar sert tepkiye maruz kaldığını anlayamaz. Büyüklerin kendisine kötülük ettiğini veya sevmediğini düşünebilir. Bunun için çocuğun duygu ve düşüncesini öğrenmeden çocuğu yargılamak ve cezalandırmak doğru olmayacak ve iyi bir yön vermeyecektir..

     

    ''Çocuklarına şefkat göstermeyen bizden değildir''.Diyen, Peygamber'i Alişan efendimiz diğer bir hadisde "ebeveynler çocukarına güzel ahlaktan daha değerli bir miras bırakamaz" hadisi ile de bunu en açık br dille ifade etmiştir..

     

    Evlatların anne-babadan istedikleri en önemli şey sevgidir...Sokakta gördüğü bir kediye dahi gösterilen şefkat meşhalesi,evdeki çocuğa gösterilemiyorsa,o çocukdan da sevgi eksenli bir bakış beklenemez..

     

     

     

    Yapılması gereken, çocuğun bembeyaz bir sayfa olarak hayata geldiğini,üzerine ne yazılırsa onun okunacağını unutmamaktır.. Çocuk, eğitimini en iyi okullar ve en iyi kolejlerde dahi alsa,sevgi eksensiz bir ailede büyüdüğü için, muhakkak ki bir falso vermesi muhtemeldir vesselam...


  12. BİR GARİP HABİBE

     

    Siyah çarşafın içersinde ay gibi yüzü,parlak can alıcı gözleri,etkileyici bakışı ile bir Garip Habibe takıldı haber sayfalarında gözüme...

     

    Irak işgal altında, ölüm, işkence, tecavüz haberleri, fotoğrafları neredeyse sıradanlaşmış durumda. Habibe kabullenemiyor bir türlü, gece gündüz ağlıyor, uyuyamıyor, ellerini sıkmaktan avuç içleri yara oluyor. Bir şey yapmak istiyor, ne yapacağını bilmiyor, çaresizliğin dayanılmaz ağırlığı belini büküyor.

     

    Bu düşünceleri ilede ne kadar duyarlı br insan olduğunu pek güzel vurgulayan bir Garip Habibe...

     

    Cihadıda güzel bir üslüpla anlamış bünyesinde..Lakin birşeyleri unutmuş Garip Habibemiz...

     

     

    Yaratılıştan gelen ve insanın müdahale sahasını aşan şartların getirdiği bazı istisnalar vardır kadın için. Kadın bazı yükümlülüklerden azade kılınmıştır. Askeri eğitim ve doğrudan cephede savaşma erkekler seviyesinde, kadınlardan istenmemiştir. Buna karşılık onlar, tarih boyunca cephe gerisinde hizmet vermişlerdir. Burada bilhassa azade kelimesi kullanılır, çünkü ibadetler insan için bir yükümlülüktür. Dolayısıyla bazı ibadetlerde kadına tanınan, bir yükümlülükten muaf tutulmadır, yoksa onları asla aşağılama değildir. Batılı toplumlarda da erkeğin yaptığı her iş kadına verilmez. Dünyada tek bir kadın Cumhurbaşkanı, Kuvvet Komutanı yoktur. Hıristiyanlık ve Yahudilik gibi dinlerde de, hiçbir zaman kadından kardinal, papa ve baş haham olmamıştır.

     

    Dinimizde, kadına verilen değerleri daha fazla açıp, açıklamak mümkündür.

     

    Garip Habibemiz ,kalkıp ne yapsam diye sancılar içersinde, ''Ne yapmalıyım'' Sorusuna kendi vicdanı açısından ''Bir albüm yapayım'' demiş ve yapmış da.Bu hususda ne fayda sağlayabieceğide, benim açımdan en azından, biraz çetrefilli...Irak da akan kanlar durulur mu?Pakistan da olup bitenlere fayda sağlar mı?Hele Filistin de olup bitenlere kulak kabartır mı? bu albüm bilinmez...

     

    Ne kadar doğrudur bilemem elbetteki, lakin sevgili Garip Habibemiz bir kadın olarak ön palanda, tüm silahların üzerine çevrileceğini,güzelliği ve alımlılığı ilede fayda verebileceğinide hesap etmiş midir onu da bilemem..Lakin sevgili Garip Habibemiz unutmuş işte bişeyleri. Dini vecibelerini yerli yerince yapan,bazı hemcinslerinin, onun yaşam tarzı yüzünden, nelere sebebiyet vereceğini hafife almış Habibemiz..Habibemiz diyorum,artık o bir umuma açık insan,albüm yaparak hem sesini duyurdu hem medyatik bir alan içersinde boy gösterdi..

    Elbetteki Garip Habibenin, giyim tarzına dil uzatmak, dış görünüşü ile alakadar olmak değil niyetim,herkes ne giyer ne giymez kendi kararıdır, ama ne olursa olsun Garip Habibe bu tavrı ile pek çok kalbin kırılmasına, eminimki sebebiyet vermiş ve bir çok hemcinsi Garip Habibenin sayesinde incinmiştir..

     

    Hayırlı olsun Sevgili Habibe albümün,dilerim yaptığın bu albüm ile Dünyadaki tüm olup biten olumsuzluklar senin sayende bir nebze olsun hafileyecek ve yaralara merhem olacaktır...


  13. Türkan Saylan artık öldü...

     

    Türkan Saylan'lar hiç bir zaman bitmeyeck.Ne onun dayatmaları son bulacaktı bu alemde, ne de ondan sonra geleceklerin sona erecek.Bu böyledir.İslamiyet doğmadan ewelde, doğduktan sonra da firavunlar hiç eksik olmamıştır.

    Bizler, o ve onun gibiler olmasına rağmen hâlâ burada, ya da başka alanlar da hâlâ varsak,demekki Saylan ve Saylan gibiler boşa kürek sallamış, boşa sıkıntı çekmiş ve çekeceklerdirde..Gönüllerimizi ferah tutalım..

     

    Ve arkadaşlar, her ne kadar bizim gibi olmayı bırakın, bize tahammül dahi edemeyen bir insan için,öldükten sonra bile büyüklüğümüzü ,onlardan olan farkımızı gösterip arkasından artık konuşmayalım...Eminim ki,bu tutumu orada,öte alemde dahi hissedecektir,pişmanlıklarla..

     

     

    Müslüman öylesine canlı ve diri ol ki,seni öldürmeye gelen,sende dirilsin....

     

    Bin selam...


  14. Beyaz Dilekçe'den...

     

     

    Rahman Ve Rahim Olan Adına Sığınarak,

    Açtım İki Elimi, Kor Gibi İki Yaprak.

     

    Bir Edep Ölçeğinde Umutlu Ve Utangaç,

    İşte Dünya Önünde, Benim Ruhum Sana Aç.

     

    Bu Seyriyen Ellerle, Senden Seni İsterim,

    Senden Seni İsterken, Canımdan Çıkar Tenim.

     

    Sana Âşık Ruhumdur, Merceği Yakan Işık

    Gözlerim, Cemalini Görmeden De Kamaşık

     

    Bir Mirasyediyim Ben, İflasın Eşiğinde,

    Hep Sabırla Çürüyor, İhlas Bileşiğinde.

     

    Kimin Kimlik Ararken, Hem Güler Hem Ağlarım

    Yükseklerden Dökülen, Sular Gibi Çağlarım.

     

    Çok Tuzlu Bir Denizim, Her Anım Med ve cezir,

    Sana Âşık Olalı, Yüreğim Kutla Esrir.

     

    Döşeğim Kara Toprak, Yorganım Kara Bulut,

    Ben Seninle Doluyken, Vurgun Yapamaz Umut.

     

    Her İnsan Günah İşler, Sen’den Saklanır Mı Sır?

    Tövbe Dilekçesiyle Sırttan Kalkar Bu Nasır.

     

    Kainatı Yarattın, Donattın, Rızk Verdin,

    Kimine Sonsuz Körlük, Kimine Işık Verdin.

     

    ”Yanlış Adım Atmayın! ”, Diye İndi Her Kitap,

    Sana Açılan Eli, Geri Çevirmezsin Rab.

     

    Ulu Birsin, Sineden Peygamberler Gönderdin,

    Gök Yüzüne Yıldızlar, Yere Çiçekler Serdin.

     

    Senden Önce Bir Sen Yok, Kâinatta İlk Sen’sin!

    Bu Kâinat Bir Meta, Hepsine Malik Sen’sin!

     

    Rabb’im Seni Tanıyan, Bilir Doluyu – Boşu.

    Kapına Geldi İşte, Yorgun Bir Aşk Sarhoşu.

     

    Garibim, muzdaribim Ama Umutsuz Değil,

    Seninle Dost Olanlar, Cihanda Mutsuz Değil,

     

    Kulunun Kurbanıyım, Rabb’im Senin Mülkünde,

    Garip Kulun, lütfeyle Gülümse Dilekçeme.

     

    Senin İçin Verince, Verenin Feyzi Artar,

    Gönülden Bir Sadaka, Dağca Bir Ömrü Tartar.

     

    Kainatta Ne Varsa, Hepsinin Zikrinde Sen!

    Hamd Ve Şükür Sanadır, Her Şey Sen’inle Esen!

     

    Sen Ki Sana Geleni, Çevirmezsin Eli Boş,

    Âşık Boşa Dememiş: Lütfûn da Kahrın da Hoş!

     

    Bir Beyaz Dilekçedir, Sana Her Yalvarışım,

    İmanımla Amelim, Hem Perdem, Hem Nakışım.

     

    Çalı Bile, Kendine Sığınan Kuşu İtmez,

    Sen Gafursun, Azizsin, Senin Keremin Bitmez!

     

    Geldim İşte Kapına, Kul Senden Irak Olmaz

    Sana Adanmamışsa, Yürekte Yürek Olmaz!

     

    Her Müslüman Bir Kartal, Vurulur Da Pesetmez,

    Oruçtan Tad Alanlar, Kemik Peşinde Gitmez.

     

    Bezm-İ Elest'te Sana, Secde Eden Ruh İçin;

    Verdiğin Söze Sadık, Doğru Giden Ruh İçin:

     

    Hiç Kimseyi Vatansız, Milletini Devletsiz,

    Gönülleri Sevdasız, Şehirleri Mabetsiz;

     

    Bayrakları Rüzgârsız, Ocakları Ateşsiz

    Bırakma Ulu Rabbim, Asi Kul Değiliz Biz.

     

    Benden Önce Esirge, Muhammet Ümmetini,

    Esen Gitsin Her Kervan, En Sona Ula Beni!

     

    Kâinat Bir Mozaik, Her Şeye Sahip Allah!

    Ey Gizli Ve Aşikâr, Her Derde Tabip Allah! ...


  15. Siyah çarşafın içersinde ay gibi yüzü,parlak can alıcı gözleri,etkileyici bakışı ile bir Garip Habibe takıldı haber sayfalarında gözüme...

     

    Irak işgal altında, ölüm, işkence, tecavüz haberleri, fotoğrafları neredeyse sıradanlaşmış durumda. Habibe kabullenemiyor bir türlü, gece gündüz ağlıyor, uyuyamıyor, ellerini sıkmaktan avuç içleri yara oluyor. Bir şey yapmak istiyor, ne yapacağını bilmiyor, çaresizliğin dayanılmaz ağırlığı belini büküyor.

     

    Bu düşünceleri ilede ne kadar duyarlı br insan olduğunu pek güzel vurgulayan bir Garip Habibe...

     

    Cihadıda güzel bir üslüpla anlamış bünyesinde..Lakin birşeyleri unutmuş Garip Habibemiz...

     

     

    Yaratılıştan gelen ve insanın müdahale sahasını aşan şartların getirdiği bazı istisnalar vardır kadın için. Kadın bazı yükümlülüklerden azade kılınmıştır. Askeri eğitim ve doğrudan cephede savaşma erkekler seviyesinde, kadınlardan istenmemiştir. Buna karşılık onlar, tarih boyunca cephe gerisinde hizmet vermişlerdir. Burada bilhassa azade kelimesi kullanılır, çünkü ibadetler insan için bir yükümlülüktür. Dolayısıyla bazı ibadetlerde kadına tanınan, bir yükümlülükten muaf tutulmadır, yoksa onları asla aşağılama değildir. Batılı toplumlarda da erkeğin yaptığı her iş kadına verilmez. Dünyada tek bir kadın Cumhurbaşkanı, Kuvvet Komutanı yoktur. Hıristiyanlık ve Yahudilik gibi dinlerde de, hiçbir zaman kadından kardinal, papa ve baş haham olmamıştır.

     

    Dinimizde, kadına verilen değerleri daha fazla açıp, açıklamak mümkündür.

     

    Garip Habibemiz ,kalkıp ne yapsam diye sancılar içersinde, ''Ne yapmalıyım'' Sorusuna kendi vicdanı açısından ''Bir albüm yapayım'' demiş ve yapmış da.Bu hususda ne fayda sağlayabieceğide, benim açımdan en azından, biraz çetrefilli...Irak da akan kanlar durulur mu?Pakistan da olup bitenlere fayda sağlar mı bu albüm bilinmez...

     

    Ne kadar doğrudur bilemem elbetteki, lakin sevgili Garip Habibemiz bir kadın olarak ön palanda, tüm silahların üzerine çevrileceğini,güzelliği ve alımlılığı ilede fayda verebileceğinide hesap etmiş midir onu da bilemem..Lakin sevgili Garip Habibemiz unutmuş işte bişeyleri. Dini vecibelerini yerli yerince yapan,bazı hemcinslerinin, onun yaşam tarzı yüzünden, nelere sebebiyet vereceğini hafife almış Habibemiz..Habibemiz diyorum,artık o bir umuma açık insan,albüm yaparak hem sesini duyurdu hem medyatik bir alan içersinde boy gösterdi..

    Elbetteki Garip Habibenin, giyim tarzına dil uzatmak, dış görünüşü ile alakadar olmak değil niyetim,herkes ne giyer ne giymez kendi kararıdır, ama ne olursa olsun Garip Habibe bu tavrı ile pek çok kalbin kırılmasına, eminimki sebebiyet vermiş ve bir çok hemcinsi Garip Habinenin sayesinde incinmiştir..

     

    Hayırlı olsun Sevgili Habibe albümün,dilerim yaptığın bu albüm ile Dünyadaki tüm olup biten olumsuzluklar senin sayende bir nebze olsun hafileyecek ve yaralara merhem olacaktır...


  16. Gelişiyle insanlığı karanlıktan aydınlığa çıkaran Yüce Peygamberimiz (a.s.m.), bütün söz, fiil ve davranışlarıyla bizlere örnektir.

     

    Kur’an-ı Kerimde meâlen “And olsun ki, Allah’ın rahmetini ve âhiret gününe kavuşmayı umanlar ve Allah’ı çokca zikredenler için, Allah’ın resûlünde size güzel bir nümûne vardır” (Ahzâb: 21) buyuran Rabbimiz, onun her yaş ve her kesimden insana rehber olduğunu belirtmiş oluyor.

     

    Yüce Peygamberimiz (a.s.m.) bizim için en güzel “öğretici, uyarıcı ve müjdeleyici”dir.

     

    Hayatlarının en fırtınalı ve en hareketli dönemini yaşayan gençler hakkında buyurduğu, “Gençliğin tehlikelerinden sakınınız.” (Kenzü-l Ummâl, 2: 258) şeklindeki hadîs, o en büyük muallim ve terbiyecinin çok mühim bir uyarısıdır.

    Hadiste birbiriyle çok yakından ilgili olan iki kavram var: Gençlik ve tehlike.

     

    Gençlik, insan hayatının en duygusal dönemidir. İnsanın gerek maddî organlarının, gerekse mânevî duygularının çok canlı olduğu bu devrede, en kritik problemlerle karşılaşılır.

     

    Çünkü gençlikte, insanın nefsi kötülüğü emrederken, sahip olduğu potansiyel de bu kötülüğü işlemeye imkân verir.

     

    Söz gelişi, yasak eğlence, içki, kumar, zinâ, hırsızlık gibi kötülükler gençlikte daha kolay işlenebilir.

     

    Gençler, ömürlerinin en güçlü, en dinamik ve en hareketli dönemini yaşadıkları için ölümü pek düşünmezler. Daha yolun başındadırlar ve yaşlanmaya uzun yıllar vardır. Namaz ve benzeri ibâdetler için, “Daha genciz, yaşlanınca kılarız” gibi bir gaflete düşerler.

     

    Halbuki ölüm genç-ihtiyar ayırımı yapmamaktadır. Nice gençler hayatının baharında ölümle tanışmaktadırlar. Hiç kimse Azrail’le (a.s.) “ne kadar yaşayacağı hususunda” sözleşme yapmış değildir.

     

    Kaldı ki, Allah ibâdetleri sadece ihtiyarlar için emretmemiştir. İslâm “ihtiyarlar” dini değil, her yaştaki insanın dinidir. Bu bakımdan yaşlanınca namaz kılmaya başlayan birisi, âhirette hesap verirken hemen kurtulacak değildir. Ona, “ergenlik çağından ihtiyarlık dönemine kadar niçin ibâdet etmediği” mutlaka sorulacak, eğer affedilmezse azabını çekecektir.

     

    Allah, herkese sonsuz rızık vermekte, ihtiyaçlarını karşılamaktadır. İnsana verilen nimetlerin en çok olduğu devre ise, gençlik dönemidir. Bunun için Rabbimize en çok ibâdet etmemiz gereken dönem de “gençlik” çağıdır.

     

    Gerçek bu iken tehlikelerle çepeçevre kuşatılan gençler, nefis ve şeytanın oyununa gelerek Allah’ın emir ve yasaklarına uymayabiliyorlar.

     

    İşte Peygamberimiz (a.s.m.) gençleri bu hadisle uyarıyor, gaflete dalmamalarını, insî ve cinnî şeytanlara aldanmamalarını öğütlüyor.

     

    Bir gencin düşmanı sadece şeytanlar mıdır?

     

    Hayır!

     

    Hattâ şeytanlar en büyük düşman bile değillerdir.

     

    Çünkü, Yüce Peygamberimiz (a.s.m.), bu konuda da bizi îkaz ederek, “Senin düşmanların (içinde) en şiddetli düşmanın iki tarafın arasındaki nefsindir” (Keşfü-l Hafâ, 1:412) buyuruyor.

     

    Demek ki, insanın en başta gelen düşmanı bizzat kendi nefsidir. Yani insanı, günahlara, kötülüklere, heveslere sevkeden duygudur.

     

    Nefsin en güçlü olduğu ve en fazla istekte bulunduğu dönem de, yine gençlik devresidir.

     

    Şu halde gençler, nefsin kötü isteklerini yerine getirmemek için de dikkatli olmak zorundadırlar.

     

    Belki bazı gençler, “Ben nefsime hâkim olabilirim. Zaten çok sâkin ve günahlardan uzak bir hayatım var” diye düşünebilir.

     

    Oysa bu da nefsin bir oyunudur. Böyle düşünen kimse, nefisle yaptığı mücâdeleyi çok sıkı tutmaz, duyarlılığı kaybeder.

     

    Çünkü, nefse güvenilmez. Hazret-i Yûsuf (a.s.) bir peygamber olduğu halde, “Ben nefsimi temize çıkarmam. Çünkü nefis, dâimâ kötülüğe sevkeder—ancak Rabbim rahmet ederse o başka” (Yûsuf:53) demiştir.

     

    Tüm peygamberler gibi “günahsız” olan Hazret-i Yûsuf (a.s.) böyle derse, bizim nefsin oyunlarına karşı çok dikkatli olmamız gerekir.

     

    Gençliğin tehlikelerini şöyle özetleyebiliriz:

     

    1- Tûl-u emel beslemek: Ölümü düşünmeden sanki sonsuza dek yaşayacak gibi uzun emeller taşımak. Bu durum, insanı fâni hayata daldırır, âhiretine çalıştırmaz.

     

    2- Hissiyâta göre hareket etmek: Gençlik, insanın en sağlıklı, en güçlü ve en duygulu dönemi olduğu için akıldan ziyâde duygular ön plândadır. Gelip geçici zevkler, oyun ve eğlenceler çekici gelir. Eğlence yerlerinde çoğunlukla gençler bulunur. Orta yaşlılıkta ve ihtiyarlıkta ise, hem vücudun zayıflığı, hastalıkları, hem de hayatın sorumlulukları daha fazla olduğu için kişiler duygusal hareket edemezler.

     

    3- Gençlik günahlara ve kötü alışkanlıklara daha açıktır: Gençlik devresi, içki, kumar, zina gibi günahlara daha çok düşüldüğü bir dönemdir.

     

    Tüm bu tehlikelere karşı Yüce Peygamberimizin (a.s.m.) tavsiyelerine sımsıkı sarılmamız gerekir.


  17. YALNIZLIĞIM

     

    Ilık bir su gibidir içimde yalnızlığım,

    Yalnızlığım, ruhumda uzak bir ses gibidir.

    Her sabah ufuklardan mavi şarkılar gelir,

    Ve her sabah ürperir içimde yalnızlığım

     

    Güneşim aydan sarı, yarınım dünden zorsa,

    Sarsın artık ömrümü tunç kandillerin isi

    Üşüyen ellerimden tutmalıydı birisi,

    Eğer benim gözlerim onları görmüyorsa.

     

    Bir camın arkasında açılıyor güllerim,

    Havuzum pırıl pırıl... yıkar bakışlarımı.

    İşler temiz ziyalar suya nakışlarımı;

    Ruhumun dünyasından eser tahayyüllerim

     

    Rüya rüzgarlarında bir yaprak yalnızlığım

    Düşüncem bir neydir ki ürperir perde perde

    Belki bu mısralarım esecek gönüllerde

    Fakat herkese uzak kalacak,yalnızlığım.

     

    ________________________________________________________________________________

    _____________

    ÇOCUK KUŞ

     

    Bir kuştu,

    Allı allı bir kuş.

    Her tüyüne bir çiçek bağladılar

    Uçmadı o.

    Bir kuştu,

    Mavili mavili bir kuş.

    Her tüyüne bir boncuk bağladılar

    Uçmadı o.

    Bir kuştu,

    Yeşilli yeşilli bir kuş.

    Her tüyüne bir çocuk kordelası bağladılar

    Uçtu o.

    ________________________________________________________________________________

    ________________

     

    GÖNLÜMÜN İNTİHAR ARZUSU

     

    Yaprak kokularında akşamı duyuyorum

    Ki beni yokluk denen yere yaklaştıracak.

    Yaprak kokularında akşamı duyuyorum

    Ki alnımda sulardan şarkılardan bir şafak.

     

    Sükûn bir gemi olur, gece bir deniz şimdi

    Ki yelken gibi açmış yasını gençliğimin.

    Sükûn bir gemi olur, gece bir deniz şimdi

    Ki geçer dalgaları içimden serin serin.

     

    Rüzgâr istiyorum ben ruhumun güllerine

    Ki bir anda yaşasın iç içe rüyalarım.

    Rüzgâr istiyorum ben ruhumun güllerine

    Ki dökülsün, dağılsın, yok olsun hülyalarım.

    ________________________________________________________________________________

    _____________

     

    YALNIZCA

     

    Çiçeğim, bu yaşamak değil

    Tek tek

    Ne geceler bir şeye benzer, ne yollar böyle

    Tek tek

     

    Kuzular meler mi ıssızlıklarda

    Kuş uçar mı

    Kavaklar sallanır mı hiç

    Tek tek

     

    İşte görüyorsun doğar yavaşça

    Büyür

    Çoğalır yıldızlar

    Tek tek

     

    İşte görüyorsun kıyılarda

    Başlar maviden

    Kaplar mor dalgalar denizleri

    Tek tek

     

    Çiçeğim, olmaz ki dağlar dağ

    Sular su

    Ölümler ölüm karanlıklarda

    Tek tek

    ________________________________________________________________________________

    _____________

     

    DAL

     

    Dağ uzanır gökyüzüne,

    Ölüler karanlığa uzanır.

     

    Nerelerden nerelere varır yaşamak,

    Acıdan, iğde sarılığından, düşünüden uzanır.

     

    Sever misin, öpüler ardı boş,

    İşte biraktığı güzelin, bir çirkin uzanır.

     

    Yankılar, gezegenlerden ağrı gelip gider,

    Başı kopmuş gök mamurlarıindan bir uzanır.

     

    Uzandığımız, belki de bu gece, belki de bu yatakta

    En bilinmeze uzanır.

    ________________________________________________________________________________

    _____________

     

    SENİ..

     

    Seni

    Öyle uzun seviyorum ki seni

    Ya yaradılışta doğmuşum

    Ya ölümsüzün biriyim ben...

     

    ________________________________________________________________________________

    ________________

     

    ÇİRKİN

     

    Çirkin, yavrum, dudaklarındaki kızıllık,

    Kansız doğaya karşı.

    Uyurken memleket ve evren uzaktan,

    Uyurken bir hücre, hücreler içinde,

    Eksi.

     

    Çirkin, bu satışlar,

    Yüzde yirmi, yüzde otuz.

    Geçer anların tadı içerden ;

    Anılar ve sevgiler, çarşılar üstünde, uçar.

    Yeniden var oluruz.

     

    Sürünür ovalar yaslı ve boşuna,

    Çirkin şimdi, yükselmiş güzellik.

    Ve kaçar yaşamanın ölçülerinde; yeni, uzun;

    Bir avuçluk, bütün dokunduklarımız,

    Bir ellik.

     

    Okulumuz, bahçelere, hesaplara dönmüş,

    Çirkin.

    Sonsuz ormanlığı rahatlığın, yüce uzamışlığı erdemliliğin,

    Dağlarda ve sokaklarda.

    Tedirgin.

     

    Yalanla, gerçeklerin sırrına varmış,

    Oyunla karışmış, ölmüşlerin akıllarına;

    Çirkin, mahkemelerde bir avukat.

    Gelir bilinmeyen yönlerin namussuz hoşluğu,

    Körlerden ve topallardan daha sakat.

     

    Çirkindir, uzayan erkek vakitlere göre,

    Gece yarısı.

    Ağrıyan kemiklerle, uzaklıklara gizlenmiş,

    Acımakla değil, korkunçluğuyla büyük,

    Yıldızlar yıldızlar ve yukarısı.

     

    Çirkin değil midir, dolarken nesillerin hayırsızlığına,

    Yavaş yavaş.

    Ninelerin çarpılmış yüzünde,

    Kabul edilmemiş duasında gelinlerin,

    Tarihlerden bir savaş?

     

    Bir ekmek kavgası duyulur ta böceklerden,

    Uluyan ağaçlar, susan makineler sesi.

    İgrenç hendeseleri gövdenin, bürünür düşlere;

    Gezegenler arasindaki uygarliga karsi,

    Çirkin, doymuşların ve doymamışların nefesi.

     

    ________________________________________________________________________________

    _________________

     

    SÖYLE SEVDA İÇİNDE TÜRKÜMÜZÜ

     

    Söyle sevda içinde türkümüzü,

    Aç bembeyaz bir yelken

    Neden herkes güzel olmaz,

    Yaşamak bu kadar güzelken?

     

    İnsan, dallarla, bulutlarla bir,

    Ayrı maviliklerden geçmiştir

    İnsan nasıl ölebilir,

    Yaşamak bu kadar güzelken?

    ________________________________________________________________________________

    ________________

     

    GÜNLERDE

     

    Geçip gideceksin

    Karanlığın

    Nereye götürdüğünü bilmeden hiç

     

    Analar kızlar nineler oğullar

    Daha da üzülürken sızlarken

    Güzelleşirken daha da

     

    Dönerdi değil mi her akşam

    Kurdu andıran dağ doruğunda

    Kuzey yıldızı

     

    Verirdi ya

    Anılarındaki kırmızıyı

    Ağaçlar her kirazında

     

    Sevmez miydi oğlanın esmerliğini

    İnince perdeler

    Kız geceleyin

     

    Emekli nasılda bomboştu kahvede

    Anlatırdı gözleri ıslak

    Elleri uykulu

     

    Bir çağrısı yokmuydu ha

    Gün doğar doğmaz

    Yeni otomobillerin

     

    Kötüydü biliyorsun

    Gazetedeki yazılar

    Savaşlardan ekmekten kiralardan ötürü

     

    Sen geçip gideceksin

    Bütün aydınlığı

    Böylece bırakıp

    ________________________________________________________________________________

    ___________


  18. Rıza Tevfik Bölükbaşı, Fikret'in Necib Rûhuna

     

     

     

    Dediler ki ıssız kalan türbende

    Vahşi güller açmış; görmeye geldim

    O cennet bağının hakine ben de

    Hasretle yüzümü sürmeye geldim...

     

    Dediler ki sana emel bağlayan

    Kabrinde diz çöküp bir dem ağlayan

    Bermurad olurmuş! Ben de bir zaman

    Ağlayıp murada ermeğe geldim!

     

    Şu hicran yılının son baharında

    Jaleler titrerken çemenzarında

    Gün doğmazdan evvel ben mezarında

    Matem çiçekleri dermeğe geldim!

     

    Seni andım bütün gam çekenlerle

    Aşk-ı hak uğruna yaş dökenlerle

    Sarı gonca veren şu dikenlerle

    Taşına bir çelenk örmeğe geldim!

     

    Yadın ölüm gibi bir sırrı mübhem

    Neş'e sevda mı bu hissi elem?!

    Ruhumda ne füsun eyledin bilmem?..

    Bugün sana gönül vermeğe geldim!


  19. Aslında yazmayacaktım. Birçok açıdan öyleydi çünkü. Yazmamak yazmaktan çok daha iyiydi. Bir sefer ortada bir ölüm vardı ve –eğer inanıyorsanız- Türkan Saylan adaleti zerre miktar hata barındırmayan bir adaletin önündeydi artık. Biz ölümlülerin abartma ya da küçümsemeleriyle etkilenecek bir makam da değildi orası. Ne denirse densin hikâye olacağı bir durumdu bu zira.

    Yaptıklarıyla ve yapmadıklarıyla hesaba çekileceği bir makamda iken, bizlerin onu yargılaması anlamsız ve hatta komik olacaktı. Ve fakat iş öyle bir noktaya getirildi ki. Başta Ergenekon davasını sulandırmak adına kırpa ekleye bir 'azize' çıkarmayı deneyenler Türkan Saylan'ın ölümünün ardından tam bir ruhani figür ve onu-onun gibi olanları sevmemenin neredeyse vatan hainliği ile eşdeğer olacağı anlamına gelen yayınlar yapmaya başladılar. Türk jakoben ve faşistlerinin en büyük madrabazlıklarından birisi de, ölünün sırtına binmektir.

     

    Uğur Mumcu'nun cenazesinde gazetesi için tiraj isteyeninden tutun da, başka bir cinayeti salt menfaat ve ticari kaybı uğruna ideolojik gibi göstermeye kalkanlar oldu bu ülkede. Abdi İpekçi'den Çetin Emeç'e kadar uzayan epey uzun bir liste bu. Danıştay saldırısının yıldönümünde yapılan konuşmalara bakın ne demek istediğimi daha iyi anlayacaksınız. Hablemitoğlu cinayeti mesela... Ölümden ideolojik çıkar sağlamak kadar mide bulandırıcı bir şey olabilir mi?

     

    Andıç medyası günlerden beri öylesine gözü dönmüş bir yayın politikası izliyor ki akla ziyan. Türkan Saylan'ı yüceltmeleri, abartmaları, köpürtmelerini anlayışla karşılıyoruz. Olabilir; ideallerindeki sivil lider, kanaat önderi, memleket kurtaran figür olabilir Saylan. Ve elbette ölümüyle üzüntü duyulacaktır. Ne ki ölümü sonrasında birbiri ardına 'aslında ne denli dini bütün bir insan, ne denli sağlam bir Müslüman olduğu' şeklindeki yayınları da bir noktaya kadar anlayabiliyoruz. Başta da dediğimiz gibi kimsenin İlahi adaleti kandırabilmesi mümkün değil. Ama bizi yanıltsınlar, yönlendirsinler bir sakınca yok.

     

    Ama... Be güzel kardeşlerim Türkan Saylan'ın –bırakınız sevmeyi, muhabbet beslemeyi- cenazesine katılmamayı bir ayıp, hatta suç olarak göstermeye kalkışmak nasıl bir soytarılıktır? Gece gündüz, bıkmadan usanmadan, sayısız konuğa mikrofon uzatıp mazeret almak, sonra hep beraber 'yuhlar olsun katılmamış' dedirtmeye kalkışmak densizlik değil midir? Utanmasalar ekrana çıkan her konuğa 'Say lan, saysana lan!' diyerek zorla saygı duyduracaklar, saygı duruşunda bulunduracaklar.

     

    Şahsen Türkan Saylan'ın yaşamı ve ölümü benim için çok önemli dersler içeriyor. Ne kadar doğru bilemiyorum ama Sayın Saylan'ın (bakın saydım beni aforoz etmeyiniz) ölmeden hemen önce 'Bütün görevlerimi yerine getirdim. Artık ölebilirim.' demesi beni müthiş etkiledi. Kendi kendimi sorguladım: 'Aynı şeyi ben söyleyebilir miyim?' Şimdi siz değerli okurlara da soruyorum; var mı aranızda bu kadar içi rahat ölüme gidebilecek bir babayiğit? Kaçınız/mız 'üzerimize düşen tüm vazifeleri yaptık, artık rahatlıkla ölebiliriz' diyebiliriz? Bir yazıda iki mevzu yazmak âdetim değildir ama, iki gün sonraya bırakırsam gündemden düşmesinden de çekiniyorum. Ama RTÜK Başkanı Zahid Akman ve Holding medyasının Akman hakkındaki yayınlarına değinmesem olmayacak. Son iki gündür Zahid Akman yine bunların manşetlerinde. Açıkçası işin iç yüzünü bilmiyorum ama sanırım Akman bu grubun işlerini iyice bozmuş, tekerlerine soktuğu çomak epey sağlam bir şey. Yoksa bu kadar manşetten ve ısrarcı öfkeyi anlamak mümkün değil. Memleketi istedikleri gibi dizayn etme hastalığından muzdarip gazete ve halaybaşı bile bizzat Arınç'ı kullanarak bindirdi Akman'a. Nihayet duymak istediklerini söyletmişler Arınç'a! Öyle yor manşetleri; 'Arınç'tan duymak istediğimiz sözler!'

     

    Dediğim gibi, işin iç yüzünü bilemem. Gerçi bizim ülkemizde onun da foyası meydana çıktı ama (Bkz. Cumhurbaşkanı'nın yargılanma tiyatrosu) yargı illa ki bir şekilde hak ve hakikati ortaya çıkaracaktır. Ama eski zaman kartelcilerinin Zahid Akman nefretinin altında başka nedenler olduğu apaçık belli! Üstelik Saylan'ı saymak gibi ideolojik bir faşizanlık da değil bu sebep, tamamen duygusal sanırım....


  20. Bir kez gönül yıktın ise

    Bu kıldığın namaz değil

    Yetmiş iki millet dahi

    Elin yüzün yumaz değil

     

    Hani erenler geldi geçti

    Bunlar yurdu kaldı göçtü

    Pervaz urup Hakk’a uçtu

    Hüma kuşudur kaz değil

     

    Yol oldur ki doğru vara

    Göz oldur ki Hakk’ı göre

    Er oldur alçakta dura

    Yüceden bakan göz değil

     

    Doğru yola gittin ise

    Er eteğin tuttun ise

    Bir hayır da ettin ise

    Birine bindir az değil

     

    Yunus bu sözleri çatar

    Sanki balı yağa katar

    Halka metaların satar

    Yükü cevherdir tuz değil


  21. Mütareke Günleri

    30 Ekim 1918'de Mondros Ateşkes Antlaşması'yla 1. Dünya Savaşı biter ve Osmanlı Devleti yenilgiyi kabul eder. Sınırları tâ Arnavutluk'tan Basra Körfezi'ne, Trablusgarp'tan Yemen'e uzanan koskoca bir imparatorluk 1909'dan 1918'e kadarki dokuz yıllık İttihat ve Terakki yönetiminde parçalanır. Bursa'dan Antep'e, Urfa'dan Adana'ya, Antalya'dan İzmir'e kadar Anadolu işgal bile edilir. Türk devleti yüzyıllardan beri ilk defa, tarih sahnesinden silinmek tehlikesiyle karşı karşıya gelir. İttihat ve Terakki Partisi'nin üst kademe yöneticileri, yurt dışına kaçar. Anadolu'da ise, 23 Nisan 1920'de açılan TBMM ile Millî Mücadele başlar. Yahya Kemal, her şeyin bitti sanıldığı 1918 yılı Mütareke şartları altında büyük bir acı içindedir. Hüzün dolu ve mustariptir; fakat buna rağmen ümidini kaybetmez. "1918" başlıklı şiirinde, duygularını şöyle anlatır:

     

    "Ölenler öldü, kalanlarla muzdarip kaldık.

    Vatanda hor görülen bir cemaatiz artık.

    Ölenler en sonu kurtuldular bu dağdağadan.

    Ve göz kapaklarının arkasında eski vatan,

    Bizim diyar olarak kaldı tâ kıyamete dek.

     

    Kalanlar ortada genç, ihtiyar, kadın, erkek,

    Harap olup yaşıyor tali'in azabıyla,

    Vatanda düşmanı seyretmek ıstırabıyla.

    Vatanda korkulu rüya içindeyiz, gerçek.

    Fakat bu çok süremez, mutlaka şafak sökecek.

    Ateş ve kanla siler, bir gün, ordumuz lekeyi,

    Bu, insanoğluna bir şeyn olan Mütareke'yi."21

     

    Millî Mücadele yılları ve sonrası

    Yahya Kemal, Millî Mücadele yıllarında (1919–1922), işgal altındaki İstanbul'da kalmış, Zaman, İleri ve Tevhid-i Efkâr gazetelerinde ve Dergâh mecmuasında, Millî Mücadele'yi destekleyen, millî ve mânevî değerlerimizi yücelten yazılar yazmış, Darülfünûn Edebiyat Fakültesi'ndeki derslerinde de, gençlere ümit ve iman aşılamış, onları Millî Mücadele ruhu etrafında birleştirmeye çalışmıştır.

     

    Yahya Kemal 26 Ağustos 1922'de Büyük Taarruz'un başlaması üzerine, "26 Ağustos 1922" başlıklı şu güzel şiirini yazar:

     

    "Şu kopan fırtına Türk ordusudur yâ Rabbi.

    Senin uğrunda ölen ordu, budur yâ Rabbi.

    Tâ ki yükselsin ezanlarla müeyyed nâmın,

    Galip et, çünkü bu son ordusudur İslâm'ın!"22

     

    Yahya Kemal Lozan Konferan-sı'ndaki basın müşavirliği görevinden sonra, "Ey Ankara, şanlı belde/Kalpak başta, tabanca belde" diye tarif ettiği Ankara'da kalarak"23, Temmuz 1923'te ikinci devre Urfa milletvekili olur. Yahya Kemal, 1925 yılında Türkiye–Suriye Hudut Tashihi Komisyonu'nda yer alır. 1926 yılında Türkiye'nin Varşova (Polonya) orta-elçiliğine tayin edilir. 1929 yılına kadar yaklaşık üç yıl bu görevde kalan Yahya Kemal, bu deniz ve dağ ufku olmayan, üstelik havası devamlı kapalı ve yağmurlu şehirde sıkılır. İstanbul'un nefis bahar ve yazlarına, parlak güneşine tutkun olan şair için, Varşova iç karartıcı bir yerdir. Odasında gece yarılarına kadar Tanburî Cemil Bey'in plâklarını dinleyerek24 kendini avutmaya çalışır. İstanbul özlemiyle yaşar. Yahya Kemal'in bu dönemi sanatı için, son derece verimsizdir. Şair Varşova'da, tek bir şiir yazar: "Kar Mûsikîleri"

     

    "Bin yıldan uzun bir gecenin bestesidir bu,

    Bin yıl sürecek zannedilen kar sesidir bu.

    Bir kuytu manastırda dualar gibi gamlı,

    Yüzlerce ağızdan koro hâlinde devamlı,

    Bir erganun âhengi yayılmakta derinden...

    Duydumsa da, zevk almadım İslav kederinden.

    Zihnim bu şehirden, bu devirden çok uzakta,

    Tanburî Cemil Bey çalıyor eski plâkta.

    Birdenbire mesûdum işitmek hevesiyle,

    Gönlüm dolu İstanbul'un en özlü sesiyle.

    Sandım ki uzaklaştı yağan kar ve karanlık,

    Uykumda bütün bir gece Körfez'deyim artık!"25

    Yahya Kemal bu şiirini, "eski bir taş plâktan dinlediği Tanburî Cemil Bey'i İstanbul'un en özlü sesi diyerek yücelttiği için, muhtemelen mûsikî inkılâbına muhalefetle suçlanabileceğini düşünerek, 1941 yılına kadar yayımlatmamıştır."26

     

    Muhalif bir yalnız adam

    Yahya Kemal 1929 yılında Varşova elçiliğinden ayrıldıktan sonra Ankara'ya gelir. Afet İnan'ın anlattığına göre, "O günlerde çiçeği burnundaki harf inkılâbı üzerinde hummalı bir şekilde çalışan Reisicumhur, kendisine bu konuda ne düşündüğünü sorunca, diplomatça cevap vermek yerine, ihtiyatsızca, 'Ama Paşam, koskoca Türk kütüphanesi ve Türk kültürü ne olacak?' diye cevap verir." 27

     

    Yahya Kemal'in, gerek 2. Meşrutiyet devrinde28 gerekse Cumhuriyet devrinde29 iktidara muhalifliği dikkat çekicidir. O, 2. Meşrutiyet devrinde, İttihat ve Terakki muhalifleriyle düşüp kalkması, onlarla sıkı dostluklar kurması sebebiyle mimlenmişti.30 Cumhuriyet devrinde ise, harf inkılâbı, dinî inkılâplar, mûsikî inkılâbı, dil inkılâbı gibi bazı inkılâplar konusunda, devrin yönetici kadrolarından farklı düşünüyor ve bu farklı düşüncelerini telâffuz etmekten çekinmiyordu. Meselâ, o, klâsik Türk mûsikîsinin Türk radyosundan yasaklandığı, konservatuvarın klâsik Türk mûsikîsi bölümlerinin kapatıldığı, klâsik Türk mûsikîsinin, Arap ve Bizans mûsikîsinin karışımı gayr-ı millî bir mûsikî olduğu, bu yüzden de bizim Batı müziğini benimsememiz gerektiği görüşlerinin hararetle savunulduğu bir devirde, Tanburî Cemil Bey'i dinliyor, Itrî'yi 'bizim öz mûsikîmizin piri' olarak yüceltiyor, Seyyid Nuh'u, Hafız Post'u, Dede Efendi'yi 'dahice işler başaran' musikî üstatları olarak görüyor, "Eski Mûsikî" başlıklı şiirler yazıp,

     

    "Çok insan anlayamaz, eski mûsikîmizden,

    Ve ondan anlamayan bir şey anlamaz bizden."

    diyerek, mûsikî inkılâbına karşı açık bir tavır takınıyordu.

     

    1932'de Türk Dili Tetkik Cemiyeti kurulup dil inkılâbı başladığında da, dilde özleştirmeye karşı çıkmış, kendisinden bu inkılâp için yardım istendiğinde, "Lütfen Paşa Hazretleri'ne arz ediniz, benim yaşayan Türkçeye karşı bir vehmim vardır. Benim dilde ilmim yok, yalnız böyle bir vehmim vardır. Ben bu vehmimle baş başa kalmak istiyorum. Beni affetsinler."31 diyerek, bu konudaki çalışmalara katılmak istememişti.

     

    Yine daha Mustafa Kemal'le ilk tanışmasında Brod Otel'de verilen ziyafette (Ekim 1922), Mustafa Kemal Paşa'ya, "Aman Paşam, inkılâpları yaparken Türk milletinin Müslüman olduğunu gözden ırak tutmamak lâzımdır."32 diyerek itiraz etme cesaretini göstermişti.

    Ayrıca o, Selçuklu ve Osmanlı tarih ve medeniyetinin yok sayıldığı, mâzi ile bağların iyice zayıfladığı bir devirde, şiirlerinde Selçuklu ve Osmanlı tarih ve medeniyetini yüceltiyordu. Çünkü Yahya Kemal, kültürde 'imtidâd'a yani devamlılığa inanıyordu.33

    Yahya Kemal 1929 yılında, Türkiye'nin Madrid (İspanya) elçiliğine tayin edilir. İspanya'da elçi olduğu yıllarda Gırnata, Kurtuba, hattâ kuzey Afrika'ya geçerek Tetvan ve Tanja'yı gezer. Sık sık Fransa'ya gider. Bu "uzun tatillerinin birini geçirdiği Nice'de, sürgünde yaşayan son Halife Abdülmecit Efendi'ye telefon ederek hatırını sorar."34

    Yahya Kemal 10 Mart 1934'te Yozgat milletvekilliğine atanır. O günlerde İstanbul Moda'da bir ev kiralayıp, oraya yerleşir. Çok sevdiği İstanbul'u sokak sokak, cadde cadde, semt semt, adım adım dolaşır. Büyükada'yı gezer. 1934'te soyadı kanunu çıkınca, Beyatlı soyadını alır. 10 Şubat 1935'te Tekirdağ milletvekili olarak tekrar TBMM'ye girer. 1946'da İstanbul milletvekili olur. 1947'de Pakistan Büyükelçiliği'ne getirilir. 1949'da bu görevinden, yaş haddinden emekli edilir.

     

    Yahya Kemal hayatının bu döneminde, İzmir, Bursa, Kayseri, Malatya, Adana, Mersin ve civarını ziyaret eder. Atina, Kahire, Beyrut, Şam, Zahle, Trablusşam gezilerine çıkar. 1938'den itibaren, çeşitli dergi ve gazetelerde şiirlerini yayımlar. Onun bu dönemi, sanatı için son derece verimlidir. Ankara'da milletvekili olarak Ankarapalas Oteli'nde, İstanbul'da ise ömrünün sonuna kadar terk etmeyeceği Park Otel'de kalır. 1943–1948 yılları arasında CHP Sanat Müşavirliği görevinde bulunur. 'İnönü'yü sevmeyişine'35 ve 'İnönü Mükâfatını almak istemeyişine' rağmen, 1949'da kendisine İnönü Özendirme Armağanı diploması verilir. Fakat ne elçilik, ne milletvekilliği, ne Paris hayatı, ne Boğaz'a nâzır oteller, ne Büyükada'nın bir rüya gibi güzellikleri, ne bunca sevgi, ilgi, şan, şöhret, ne 'dünyayı saran boşluğu hissetmemek' için sığındığı dünyevî zevkler gönlündeki derin boşluğu dolduramamıştır. Yahya Kemal "Yol Düşüncesi" adlı şiirinde, içine düştüğü bu derin boşluğu şöyle anlatır:

     

    "Ne Akdeniz'de şafaklar, ne çölde akşamlar,

    Ne görmek istediğim Nil, ne köhne Ehramlar,

    Ne Bâlebek'te Lâtin devrinin harâbeleri,

    Ne Biblos'un Adonis'ten kalan sihirli yeri,

    Ne portakalları sarkan bu ihtişamlı diyar,

    Ne gül, ne lâle, ne zambak, ne muz, ne hurma ve nar,

    Ne Şam semasını yâlel'le dolduran şarkı,

    Felekten özlediğim zevki verdiler, heyhât!"36

     

    1956–1957 yıllarında bütün şiirleri birer birer yayımlanır. Yahya Kemal'in son yıllarda yazdığı şiirlerde, millî ve İslâmî değerlerin yoğun bir şekilde işlendiği dikkat çeker. İlginçtir ki, "Koca Mustâpaşa", "Atik-Valde'den İnen Sokakta", "Süleymaniye'de Bayram Sabahı" gibi millî ve dinî değerlerin yüceltildiği şiirlerini henüz tamamlamadığı yıllarda, kendisini sık sık ziyaret eden yakın dostu Prof. Dr. Cahit Tanyol, Yahya Kemal'in yatağının yanındaki küçük masada değişmez iki eser görür: Tarih-i Cevdet ve Mehmet Akif'in Safahat'ı.37

     

    Fânî ömrün bitmesi

    Yahya Kemal'in daha Madrid'de elçi iken 1932'de sağlığı ile ilgili şikâyetleri başlamış ve doktorlar diyabet teşhisi koymuştu. Kendisine perhiz yapması, her gün düzenli olarak yürümesi ve zayıflaması tavsiye edilmişti. Evli olmadığı için düzensiz bir hayat yaşayan, lokantalarda yemek yiyen şair, doktorların tavsiyelerine uymamıştı. Bu yüzden elli yaşından itibaren sağlığı giderek bozulmuş, yüksek tansiyon, diyabet, anemi, hazımsızlık ve kronik bronşit onu, her geçen gün daha çok etkilemeye başlamıştı. En son 1957'de hastalığı iyice artmış, dostlarının tavsiyesiyle Paris'e gidip tedavi olmuştu.

    Paris dönüşü "yüzü fark edilir şekilde sararmış, dudakları solgun, bakışları dalgındı. Hâlsiz, yorgun, bitkin görünüyordu."38 Yaşlılık da yüreğini burkuyordu. Bir şiirinde,

     

    "Ölmek değildir ömrümüzün en feci işi,

    Müşkül budur ki ölmeden evvel ölür kişi"39

     

    diyordu. Artık dünya limanından demir almak gününün geldiğini düşünüyor ve kendini 'meçhule giden bir gemi' olarak gördüğünden dolayı korkuyordu. Gerçi zaman zaman,

     

    "Birçok gidenin her biri memnun ki yerinden,

    Birçok seneler geçti, dönen yok seferinden"40 diyerek, Âhiret'i güzel bir yer olarak düşünmeye çalışıyordu. Fakat bu son günleri nasıl geçirecekti?

     

    Sezmişti artık, kendisi için vakit gelmiş, dönülmez akşamın ufku görünmüştü. Yetmiş dört yaşı geride bırakmış, insanoğlunun yaşamak mâcerâsını görmüş ve anlamıştı. Uzun bir sonbahar gelmiş, fâni ömür bitmiş, yaprak, çiçek ve kuş dağılmış, her şey târumâr olmuştu. Veda zamanının geldiğini hissediyordu koca şair. Kendisinin ve insanoğlunun hayat mâcerâsının sonunu, bir şiirinde, ne kadar da güzel anlatmıştı:

     

    "Günler hazinleşir, geceler uhrevîleşir,

    Teşrinlerin bu hüznü geçer tâ iliklere.

    Anlar ki yolcu, yol görünür serviliklere.

    Dünyanın ufku, gözlere gittikçe târ olur.

    Her gün sürüklenip yaşamak, ruha bâr olur.

    İnsan duyar, yerin dile gelmiş sükûtunu,

    Bir başka musikiye geçiş farzeder bunu,

    Teslim olunca vadesi gelmiş zevâline,

    Benzer cihâna gelmeden evvelki hâline."41

     

    Nihayet 1 Kasım 1958 sabahı, içinde 'en güzel dinin tekbiri'ni duymaya çalışarak, Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Hastanesi'nde Hakk'ın rahmetine kavuştu. Yastığının altında, buruşuk, küçük bir kâğıt parçası buldular. Üzerinde kurşunkalemle yazılmış son mısraları duruyordu:

     

    "Ölmek kaderde var, yaşayıp köhnemek hazin,

    Bir çâre yok mudur buna yâ Rabbe'l-âlemin."

×
×
  • Create New...