Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]

kurşunkalem

Editor
  • Content Count

    467
  • Joined

  • Last visited

  • Days Won

    4

Posts posted by kurşunkalem


  1. Kesinlikle türkiyede kürt sorunu olduğunu kabul etmiyorum lakin en fazla gücendiğim de bu oyunlara zihnimizi bile alet etmeleri.

    Yapmayın Allah ınızı severseniz bizim ülkemizde kürt sorunu mu var!?

    Resmen kürt sorunu adı altında pkk komploloru var hesabın içinde.

    Elbetteki devlet kadar kafamız basmyabilir bazı konularda doğrudur, fakat halk olarak kör olarak da yaşamıyoruz.

    İş adamları kürt sorunu çözülürse teşvike gerek kalmaz yatırımlar patlar..demiş (zaman)

    Ne sorunu ALlah ınızı severseniz biz çok mu aptal duruyoruz..Sorun olan bir takım hainler!..Ülkemizde nefes almamıza tahammül edemeyen zorbalar....Kürtler değil...

    birilerinin niyeti sırf kaos çıkarmak bunun başka adı yok.Türk kürt diye diye bakınız şu kendimizi rahat ,hissettiğimiz fikir sarhoşluğu yaşadığımız yerde bile türk kürt bilmem ne diye yazılar yazıyoruzya valla ne yalan desek az kalır biz bile bu kaosa farkında olmadan bulaşmışız...

    Bİ dolu kürt tanıdığım var üstelik bazı iş adamlarıda müşterimiz en ufak bir kargaşa hasıl olmamış aramızda yıllar yılı.biz osmanlı döneminde binlerce kültürlerle bir arada yaşamış osmanlı torunlarıyız ,birileri bunu bile köreltmeye çalışırken, bu konuyu burda kapatsak ve hiç şu güzelim sitede yazılmamış açılmamış konu olarak görsek...

    Biz yeni nesilsek bu gibi şeylere pabuç bırakmayalım arkadaşlar...

    Kimse masum rolüde oynamasın,kürt sorununu halletmek maksatlı aracı olarak görülen,gövde gösterisi yapanlara da başbakanımızın zaman ayırması da ayrıca bir can sıkıntısı olmuştu zaten bugün bana.Burdada konuyu görünce pehh dedim.........


  2. Gün bitti, elindeki güller de soldu

    anımsanacak neler kaldı bugünden

    paylaşılmış olan nelerdi sımsıcak

    belki bir türkü söyleriz geceye karşı

    saçlarını tarazlayan bir şafak olur

     

    Zaman kekemeydi ve tarihe sızan

    soytarılar gördük genç ömrümüzde

    ölüm peşimize düşende bir göçebeydik

    suretimiz ağardı kurulan darağaçlarına

    bütün sığınaklar uçurumlara açılırdı

     

    Rüzgar Suyu soğutsun şu terli bedenlerimizi

    ve aşkı düşünelim biz, destan yalnızlıkları

    konuşursak akşam olur ve yine yağmur yağar

    gidersek gülüşler azalır buralarda

    kim bulur kayıp adresteki dostları

     

    Bir karanlığa bakıyorum bir de zamana

    ay büyüyüp bir gül oluyor ellerinde senin

    ve ancak yeni bir yorumu oluyor aşkın

    saçlarından sızan bu karanlık yağmur

    ayın çağıltısıyla tutuşuyor begonyalar

     

    Saçlarındı diye düşünüyorum ömrümüzü

    çözdükçe savrulan rüzgardı saçların

    ve ikide bir aklıma düşüyor aynı soru

    - Aşkı bilmiyorsam nasıl değiştiririm

    kendimi, seni ve bütün dünyayı


  3. Gözlerimdeki pınarlar coşmamak için sıkıca dururken,yüreğim,gözlerime,ruhuma telkinlerde bulunuyor.

    Bu ilk sızının geçmesi mümkün,mümkün ki bu ilk sızı, hayatının daha sonraki zamanını acılaştıracak, daha da acımasız olan sızının önünde bir set...

    Neler geçmediki dünyada,neler olmadı, hiç olmamış gibi. İnsan olmanın tüm vasıfları üzerimizde, sadece vasfımızı, kademimizi bilipte yürüsek yolda, hatalarda aza düşecek, kırbaç vurmayacak her anına.

    Şeytan işini yapacak, kötüyü iyi gibi gösterip, yürek telinden en hassas yerlerinden seni vurmaya çalışacak belki, sonuçta ya kazanırsın ya kaybedersin,akıl gibi büyük bir nimetin var.Sızı geçer, hicranlar vardı herzaman, ha bir eksik ha bir fazla, geçip giden günler gibi ki tarih nasıl ki şimdi dünün tarihi değil, yarında aynı olarak kalmayacak.Bişeyler kaybettin doğrudur azıcık ahlak, edep, terbiye ama tamiri olmayan şeyler değil.. Sıkı durup ''tevekkeltüalallah''a sarılıp beklemek, sabır etmekle, belkide biraz ağlamakla, bir başka zamanda, başka tarihte bazı kayıpların karşılığı elbetteki verilecek.Bırak kadr-ü kıymet bilinmesin, bırak yaşam dolu hücrelerin bir başka insanda hiç olsun, yazılmasın, çizilmesn, sesler kesilsin, herşey unutulsun .Perdeler ardında neler var, ne görebliriz ne anlayabiliriz?.. Anlamadıkların için üzülme, perde arkasındaki 'ahiret' hicran, dünyadaki sana iyi gibi görünenlerin içersinde sana şeytan...Sabret,biraz daha sabret Allah büyük..

     

    Ama kalbim yırtılıyor?..Daha fazlası da yırtılabilir dirayetini kaybetme..

    Ama insanım dayanamıyorum?.. İmtihanın sırrına var, kaybetmektense kazananlardan ol..

    Kazanabilir miyimki ? Neden olmasın?

    Hak şerleri hayreyler, zannetmeki gayreyler, görelim mevla neyler neylerse güzel eyler,,

    Eyüp (a,s) ol,Yunus (a,s) ol, Yusuf (a,s) ol.. Herkim olursan ol safını bil, insan olmanın sürüngen olmaktan çok daha iyi olduğunu düşün, imtihanın sıkıntısı varsa emin ol feinnemeal üsri yüsra innemeal usr yüsra diyen Rabbim (c,c) seni yolda komaz...

    Ama ben kendimi çok yalnız hissediyorum her hicranda?..Allah'u teala gibi bir dostun varken nasıl yalnız hissedersin kendini? Afedersin unutmuşum,bu da şeytanın bir hilesi olsa gerek...

     

    "Allah'a sığın,say'e sarıl,hikmete ram ol

     

    Yol varsa budur,bilmiyorum başka çıkar yol"


  4. Cevap hakkım doğdu.Sadece benim değil, benimle beraber şöyle böyle 60 milyon küsur Anadolu ahalisinin bu lâflar hakkında söz söyleme hakkı bulunuyor.

    Anadolu ahalisi ki, -bilirim çünkü neredeyse hepimiz oralıyız- böyle durumlarda "Durunuz şuradan bir cevap hakkımı kullanayım; ince eleyeyim, sık dokuyayım; eleğimi getirin, tarağım nerede?" diye kendini helâk etmez, kısa, mâlum ve basit nidâ ile meseleyi bağlar.

     

    -...!

     

    Öyle bir bağlar ki, neticede bu defa karşı tarafın cevap hakkı doğar; hattâ, "Kişilik haklarıma saldırı var hâkim bey; bu Anadolulu tiplerden manevî saldırı ve ezâ gördüm; bana biraz para versinler!" diyerek avukatlarını mahkeme kapılarına yollarlar.

     

    Onun için düşünüyorum; bir Anadolulu olarak cevap hakkımı kullanayım mı, yoksa bahara mı bırakayım?

     

    Cevap hakkımı kullanırsam, lokal anestezi cihetine giderek yaprak döneri tarzında ince kıyım bir stil mi uygulayayım, yoksa oduncu esnafının kütük kırmakta tercih ettiği cinsten kısa ve sert bir darbe ile mi iktifa edeyim?

     

    Hâlâ düşünüyorum!

     

    -Neyi düşünüyorsun abi, meseleyi anlatsan da biz de bilsek diyeceksiniz; anlıyorum.

     

    En iyisi ben meseleyi size anlatayım; siz okurken kararımı veririm.

     

    *

     

    On gün kadar önce bir kısım medyaların "magazinel" sayfalarında toplam olarak 508 karakterden müteşekkil bir haber yayınlandı.

     

    Bu "magazinel" lâfına bayılıyorum; magazine ciddî, ağırbaşlı, oturaklı hatta entelektüel bir hava veriyor; insanın duyduğunda kılığını kıyafetini düzeltip, yakasını bağrını düzeltesi geliyor. Ne var ki burada oturup uzun uzadıya etimolojik tahlil yapacak değilim; bu "magazinel" kelimesi, bana az sonra haberin baş aktrisi olan sayın bay'ı (sayın bay ibâresi burada kasd-ı mahsûs ile, hattâ "hörmeten" tercih olunmuştur!) tam da istediğimiz kıvamda tarif ve tavsif ettiği için hakkında biraz bilgi vermek ihtiyacı duyuyorum.

     

    Evet, bu bay magazinel bir bay'ın -kendisinin bu nitelemeye itiraz edeceğini zannetmem- bilakis gizli veya düpedüz aleni bir iftihar hissesi çıkarması bile mümkündür.

     

    Tamam, meseleye geçeceğim ama belki bilmeyenleriniz vardır; yukarıdaki cümlede geçen 508 karakter ibaresini de izah etmem lazım.

     

    Bilgisayar kullananlar biliyor; bir metnin uzunluğu, eskiden olduğu gibi sayfa sayısı ile değil, karakter miktarı ile ölçülüyor: 508 karakter, bu haberde –noktalama işaretleri de dahil- tam tamına 508 harf kullanıldığını belirtmektedir.

     

    Eh, şimdi o haberi veriyorum:

     

    *

     

    Sosyetik güzel Eda Taşpınar, 7 yıldır birlikte olduğu sevgilisi Nurettin Hasman ile yollarını ayırdı. Ayrılık kararıyla ilgili olarak, "İlişkimiz zaman aşımına uğradı. 7 yıl sonra bir şeyler tükendi fakat Nurettin benim en iyi dostum olarak kalacak." dedi. Ayrılığın ardından çıkan birtakım iddialara Nurettin Hasman sert tepki gösterdi.

     

    Vatan'a konuşan Hasman, "Ayrılmamızın bir nedeni yok. Birlikte oturup karar aldık. Evimizi ayırırız ayırmayız, barışırız veya barışmayız bu kimseyi ilgilendirmez. Dostluğumuz devam edecek. Sonuçta biz medenî insanlarız. Anadolu'da yaşamıyoruz." dedi.

     

    *

     

    Bay Hasman'ın nereli olduğu, nerede doğduğunu, kendini nereli hissettiğini bilmiyorum. İnternette ufak bir araştırma yaptım ve sadece İstanbul'un Avrupa yakasında yaşadığına dair bazı bilgiler bulabildim.

     

    Belki Trakyalıdır; belki Rumeli göçmenidir veya Rumeli göçmeni bir ailenin evladıdır; zayıf da olsa Bay Hasman'ın aslen ve neslen Anadolulu olmak ihtimâli de mevcut.

     

    Neticede adam, "Ben asılzâde soyundanım; Osmanlı hanedânına mensubum veya Hohenzollern sülâlesinden geliyorum." demiyor.

     

    Ne diyor?

     

    "Sonuçta biz medenî insanlarız. Anadolu'da yaşamıyoruz." diyor.

     

    *

     

    Sevgili okuyucu, burada küçük bir imlâ ve noktalama tahlili yapmama müsaade ediniz. Mâlumunuzdur, nokta işareti cümlenin anlam itibarıyla bittiğini gösterir. Noktadan sonra gelen cümle, ilk cümlenin devamı olmayabilir, hatta olmamalıdır.

     

    Şimdi yukarıdaki o can alıcı ve ortadan bir nokta ile ayrılmış iki cümleyi yeniden okuyunuz; birbirinden bağımsız iki cümle göreceksiniz. İlkinde, "Sonuçta biz medenî insanlarız." diyor ve bu cümlede gayrı tabîi bir durum görünmüyor. Hepimiz yeri gelince bu cümleyi kullanabiliriz ve hiçbir problem çıkmaz. Ne var ki sayın bay, belli ki kısa bir soluk aldıktan sonra ilk cümleyi mânâ bakımından tamamlayan ikinci cümleyi de sarf ediyor: "Anadolu'da yaşamıyoruz."

     

    Dikkat buyrunuz, bu cümle de anlam bakımından mahzur taşımıyor. Anadolu'da yaşamayan milyonlarca insan var: Trakya'da, Adalarda, Kıbrıs'ta, Almanya, Avusturya, Hollanda, Norveç vesairede yaşayan milyonlarca Türk'ün her biri, yeri gelince "Anadolu'da yaşamıyoruz." der, diyebilir.

     

    Dolayısıyla sayın bayımız, "Siz beni yanlış anladınız; ben birbirinden anlam bağı itibarıyla farklı iki cümle kurdum. Arada dağ gibi nokta var. Noktalama bilmiyorsanız, öğrenin." diyebilecektir.

     

    Noktalama işaretlerinin bazen ne türlü gailelere sebep olabileceğini görüyorsunuz değil mi?

     

    Biz kaçın kurrasıyız; haberi yazan muhabirin, farkında olmadan iki tam cümle arasına koyduğu noktanın "noktalı virgül" olduğunu biliriz aslında!

     

    Hatırlatalım; güzel Türkçemizde birbirine anlam itibarıyla bağlı ve bağımlı fakat gramer itibarıyla tam cümle sayılan cümleler arasına nokta konulmaz, noktalı virgül konulur. En güzel örneği yukarıda görülüyor. Ne var ki sevgili okuyucular, bu küçük inceliğe riayet eden editör, muhabir, yazar, hatta köşe yazarı sayısı lüzumundan fazla bir kalabalık teşkil etmektedir. Hattâ iki cümleyi bağlayan (ki, ve, bununla beraber, fakat, lakin, yine de) gibi bağlaçlarla cümle, hatta paragraf başlatan yazar, okur ve okur, yazar adedi fecî rakamlara ulaşmış bulunuyor.

     

    *

     

    İşbu gerekçe ile sayın bay Hasman'a layık olduğu cevabı verip vermemekte hayli mütereddidim. Ya o noktayı bilerek koydu veya iki cümle arasında mânidar bir suskunluk verdiyse, mânâ darmadağın olmayacak mıdır?

     

    *

     

    "Görmüyor musun hoca, adam resmen Anadolululara 'kıro' diye hakaret ediyor, sen de kalkmış noktalama işaretinden bahsediyorsun; bu kadarına pişkinlik demezler mi?" diyebilirsiniz. Açık söylemek lâzımsa ben de aynı fikirdeyim efendim.

     

    O yüzden şahsıma düşen cevap hakkını kullanıyorum ve bu sayın baya diyorum ki,

     

    -Sensin Anadolulu!

     

    Kimbilir şimdi nasıl mosmor olmuştur!


  5. F. Y. rumuzlu bir okuyucum soruyor:

     

    “Ben 23 yaşında, bir yıllık resim öğretmeniyim. Kitaplarınızı, teyzemin kızı kanalıyla tanıdım. Genelde güncel olaylara ağırlık vermişsiniz. Doğrusu çok yararlandım. Ben aslında dindar filan değilim. Bir zamane genciyim. İnancım da var tabi… Ama bazı şeyleri tam anlamış değilim. Bu mektubu yazma gerekçem de bunun için…

     

    “Kadın-erkek ilişkilerinde çok tutucu değilim. Bir kız, evleneceği erkeği iyi tanımak için onunla birlikte olmalıdır. Bence belli bir dönemi flört için ayırmalı, bu süre içinde de onu iyi gözlemelidir. Yoksa birbirini nasıl tanıyacaklar? Bunun için flört de niçin yanlış olsun. Bence bu konuda toplum, fazla tutucu. Her çıkana, her flört edene kötü gözle bakıyorlar. Ben bu görüşlere karşıyım. Bu konuya açıklık getirirseniz memnun olurum.”

     

    ***

     

    “Flört” ve “çıkma” konusu, bazen çok iyi niyetle, bazen de art niyetle toplum gündemine getiriliyor. Ve maalesef, bu konuda konunun uzmanı olan ve olmayan herkes bir şeyler söylüyor. Böylelikle de insanların kafaları karışmaya devam ediyor. Gerçekten flört konusunu çok masumâne ele alıp, savunanlar da var; sırf mânevî ve moral değerlere olan düşmanlıklarından dolayı sık sık gündeme taşıyanlar da. Biz herhangi bir önyargıya girmeden, flört konusunu bilimin, aklın, toplumun ve moral değerlerin ışığında kısaca ele alıp, değerlendirelim. Neler getiriyor? Neler götürüyor? Faydası ne? Sakıncaları nasıl?

     

    Önce flörtü savunanların görüşlerine yer verelim:

     

    “Flörtü savunanlara göre, kız-erkek arkadaşlığı kaçınılmaz ve yaşamsal bir gerçektir. Erkek erkeğe, kız kıza nasıl arkadaşlık yapılıyorsa, erkekle kız da öylesine dost ve arkadaş olabilir. Bu çağdaş dünyanın ve medenî olmanın bir gereğidir. Ayrıca, bu şekilde kız ve erkek birbirlerini çok iyi tanırlar, evlilik hayatları huzurlu ve uzun ömürlü olur.”

     

    Flörte karşı çıkanların iddiası da şöyledir:

     

    “Nişanlılık ve evlilik gibi herhangi hukukî bir bağı olmayan genç erkek ve kızların birliktelikleri, hayatın bir bölümünü birlikte yaşamaları hem moral değerler, hem de evlilik hayatları açısından tehlikeli ve zararlıdır.”

     

    Eğer birbirlerine ilgi duyan gençler, evliliğe hazırlık için birbirlerini tanımak amacıyla biraraya gelmek istiyorlarsa bu çok tabiîdir. Üçüncü bir kişi veya kalabalıkta birlikte olur, meşrû bir şekilde konuşup, birbirlerini tanırlar. Bunun için başbaşa kalıp, haftalarca, aylarca bir hayat sürmelerine lüzum yoktur. Birbirlerini tanıma işini ahlâkî kurallar çerçevesinde de yaparlar.

     

    Günlerce, haftalarca, aylarca ve hatta yıllarca baş başa bir hayat sürüp, tamamen ahlâkî kurallar dışında oluşan bir birlikteliğin ise, ne aklî, ne mantıkî, ne dinî ve ne de bilimsel bir gerekçesi vardır.

     

    Ünlü sosyolog Prof. Dr. Şerif Mardin’in bu konudaki görüşleri dikkat çekicidir:

     

    “Flörtü, çıkmayı önce tesbit edelim. Bunlardan ne anlıyorum. Eğer gerçekten flört ve çıkma çok masumâne birbirinizi tanımak için ise bunun meşrû yolu vardır. Bir üçüncü kişinin de yanınızda bulunması şartıyla defalarca görüşüp, birbirinizi tanıma şansınız vardır. Zaten böyle bir tanışma şekline kimsenin diyeceği olmaz. Hatta olmamalı da…

     

    “Flört ve çıkma, birbirlerinizi tanıma adı altında gençlik hislerinin ve zevklerinin tatminine yönelikse, buna kimse taraftar olamaz. Zaten herkesin de, bizim de karşı çıktığımız nokta burasıdır.

     

    “Gerek psikologlar ve gerekse de sosyologlar yaptıkları bir dizi çalışmalarla genç bir kızla, genç bir erkeğin başbaşa bir hayat yaşamaları esnasında, mutlaka bazı kuralların çiğneneceği, istenmeyen bazı olaylara sebebiyet verileceğini ortaya koymuşlardır.” (Toplum-Bilim Dergisi; 21.6.2001)

     

    Yavuz Boluduğlu Beyin bu konudaki görüşleri de şöyledir: Araştırmalar, görücü usûlü evliliklerin daha iyi yürüdüğünü, bu evlilik türlerinde boşanmaların az olduğunu, yani görücü usûlü ile gerçekleşmiş evliliklerin daha kalıcı olduğunu gösteriyor.

     

    Bunu da yadırgamamak lâzım. Zira işin içinde aile büyüklerinin tecrübeleri var. Her şeye mantık hükmediyor. Oysa gençlerin seçimine duygu hâkim. Duygu eksenli evlilikler bir yönüyle elbette çok güzel, ancak her şey duygu dünyasından ibaret değil, evliliklerde mantığın rolü de olmalı. Bence en iyi evlilikler duygu ve mantığın buluştuğu yerde gerçekleşir. Bu da aile büyüklerinin seçimiyle gençlerin seçiminin kesişme noktasıdır. Yani hem gençler birbirlerine sevdalanacaklar, hem de ailelerin onayını alacaklar. Yani gençler ve aileler birbirine ‘denk’ olacak. Denklik gerçekten de önemli. Aralarında uçurumlar olan ailelerin çocukları, mutluluğu çok kolay yakalayamıyor. Günlük gazetelere ve haberlere bakıldığında, flörtün ve çıkma modasının birçok masum kızların hayatına mal olduğunu okuruz.

     

    Bir çok ünlünün özel hayatına bakıldığında ise, evliliklerin uzun ömürlü olmadığını, olsa bile mutluluğu yakalayamadıklarını görürüz. Bu flört ve çıkma rüzgârının etkisiyle, nişanlılık ve evliliğin çok hafife alındığına, geçici bir zevk olarak görüldüğüne de şahit oluruz.

     

    Annelerimizin, ninelerimizin ve dedelerimizin evlilik serüvenlerini dinlediğimizde, hâlâ 18 yaşındaki delikanlı gibi birbirlerini sevip, kolladıklarını; 60-70 yıllık evlilik hayatlarında en ufak bir çatlamanın olmadığını görürüz. Bu insanlar flört ederek evlenmediler. Bunlar evliliğe dünya ve ahiret hayatı açısından bakıp itina gösterdiler. Mukaddes bir birliktelik olarak baktılar. Sonucu da uzun ömürlü oldu.

     

    Hayatlarını flörtten, uzun bir birliktelikten sonra birleştiren bazı insanların çok sürmeden ayrılışları, flörtün evlilik hayatına ve aile mutluluğuna bir katkıda bulunmadığını gösterir.

     

    Konuyu toparlarsak; erkekle kızın nişanlılık öncesi meşrû bir şekilde birbirlerini tanımaları çok normaldir. Bunun için istenmeyen yollarda, flört etmeye gerek yoktur.

     

    Yazımızı, flört konusunda, adını vermeyen bir kızımızın mektubundaki bir pasajla bitirelim:

     

    “Çok ama çok hata ettim. Flörtü savunan, flört etmeyenlere kızan ben, şu anda flörtün darbesini yedim. Çok ama, çok şey kaybettim. İşin teorisini yazanlar, her şeyi toz pembe gösteriyorlar. Biz de zaten buna aldandık. ‘Ne olacak erkekler adam yemez ya… Gezin, tozun birbirinizi tanıyın. Emin olunca da evlenirsiniz. Olmazsanız ayrılırsınız.’ Görünüşte ne kadar mantıklı değil mi? Hayır hiç de öyle değil… Flört eden erkeklerin yüzde doksanı bizi bir av sanıyorlar. İstediklerini alana kadar dünyanın en iyi insanı rolünü oynuyorlar. Ya ondan sonra… Gerçek yüzleri ortaya çıkıyor. Peki kaybeden kim oluyor? Kızlar tabi… Ondan sonra bırakıp, bir masum kızı daha yakıyorlar.”

     

    Evet bu tesbite, bu acı sona, bu yıkılış öyküsüne daha ne ilâve edelim?

     

    Halit Ertuğrul


  6. Necip Fazıl ı okuyup tanıdıktan sonra, Hüseyin Üzmez gibi tüm insanlığı üzen, dünyada ki önemsiz bir yapı taşını ,kaleye alarak dinlemek, mümkün mertebe bize uzak olsun..

    Hüseyin Üzmez belki konuşma üslübu ile bilhassa, oda meydan okurcasına hayata gövde gösterisi yapma mücadelesi içinde iken, bunun ne kadar da yanıltıcı bir tavır olduğunu örnek işereti yapmadan burdan vurgulamak isterim.........

    Hoş birini vurmak icap etse bile bunu bir ikinci kişiye yaptırmayacak olan Üstadın herhangi bir cana kast edeceğini sanmıyorum ki Üstad zaten fikirleri ile bi çok kişiyi zaten öldürmüş kalem denen silah dururken herhangi başka bir silaha gerek duymamıştır.


  7. 26 Mayıs 1904'te,Çemberlitaş'taki dünyaya gelen Üstad Necip Fazıl,konak alemdarıdır,kimi zaman kimliği ile kimi zaman kişiliği ile kimi zamanda sertliği ile hayatını idame ettirirken ve de bir deli dolu hayat sürerken tabiri caizse, birgün şu mısraları ile dünyaya yeniden doğduğunu kazır...

     

    Tam otuz yıldır saatim işlemiş ben durmuşum

    Gökyüzünden habersiz, uçurtma uçurmuşum...

     

    Ne olduysa ondan sonra olmuştur.geride hiç bir şey bırakmamışdır artık demiştir kendisini yadırgayan 'Sende önceleri doğru yolda değildin'sözünün muhatabına 'ben geçmişimi bir çöpe attım ve çöpleride yalnızca köpekler karıştırır''cümlesi ile, birdaha bu gibi konulara,karşısındakilere savaş ilan edercesine susturucu tedavi uygulamıştır. Susmuştur etrafındakiler,birdaha asla konuşamamışlardır. Dinlerler onun her ağzından çıkacak, en kutsi sözleri. O hep kendini unutarak yaşamış, kendi için asla bir lahza kalem oynatmamıştır. Sadece inandığı doğru bildiği davasının ardında koşmuştur.

    Kimseye indir etmemiş kimse ile kişisel şahıs savunmasına girmemiş, zamanımızın burjuva ağızlıları gibi 'benim kim olduğumu biliyor musunuz havasına girmemiştir..Helbu ki bu sözü söyleyecek belkide tek insandır ama dememiştir.Her daim haklının yanında hak yolunda sabrederek gitmiş ,zindandan mehmede mektup şiirinde 'Birde geri adam boynunda yafta' mısrası ile de kendisinin hor görüldüğünü sadece o an dile getirmiştir. Lakin asla yıkılmamış, eğrilmemiş, bükülmemiş, ekşinin karşısında tatlı, eğrinin karşısında doğru, duruşu ile meydan okumuştur hayata, karşısındakilere.

    Zamanı halinin devrinde iken bu kadar sevileceğini bilir miydi bilinmez.Bizler onun bayraktarlığına bu kadar canu gönülden seyirt ederken, bizleri gördüğünde, ziyaretine gidenlere sağı gösterip sağ profil solu gösterip sol profil muamelesi yapmadan, davasının ardın da yüreklerimizin halatları ile sımsıkı ardında durduğumuzu görerek eminim ki, o sert üstadın yerine yumuşak muhlis yapıda bir koca yürek manzarası ile karşılaşacaktık.

    Hoşgeldiniz diyecekdi bizlere,diyecek ve bizler onun ellerine eteklerine sarılıp,belkide diyecektik O'na 'Sen bir devsin,yükü ağırdır devin! kalk ayağa,dimdik doğrul ve sevin!' Belki bu mısralar Zİndandan Mehmed'e mektup tan alınıp denirdi O'na lakin en güzel o anda bunu demek yakışırdı O'na...

     

    Kimseden öğrenemediklerimiz,okul olsun, içtimai hayatımızda ki insanlar olsun,hatta kendi aile yapımızın bile öğreti konusunda hacimsiz kaldığı konularda,O'ndan öğrendiklerimizle,bu devirde, bu zaman da, Üstad gibi bir kalem ehli, fikir mahkumu, fikir işkenceleri ile kavrulan bir beyinle tanıştımığıza ne kadar şükretsekte, keşke kelimesi en aciz hali ile kalsada şu sütunda, keşke hayatta olsa idi de, O bizi, bizde O'nu bir görebilse idik. O'nun yokluğun da öğrendiklerimizi, varlığı ile pekiştirebilse idik. O vakit derdik işte tam manası ile ''O gençliğe hitabe de yazdığınız gençler varya işte biz onlarız ve geldik...


  8. Onlar için tehlikeli benim, biziz!

    Zira biziz ki, onların sahte dünyalarını, bizzat o sahte dünya içinde yetişmiş, çile doldurmuş, nihayet havasızlıktan patlamış en halis tipler olarak ifşa ve iptal edebiliriz.

     

    Ne kadar da şahsiyetliyiz ki

    Bİz olmakla ne korkular salıyoruz yüreklere.

    Kim ne yaparsa yapsın ,kim ne derse desin, bizim duruşumuzda,gidişimizde, belli, sabit.

    Kimsenin yetişemeyeceği menzillerdeyiz.

    Yakalayamayan ne yapacak tabi ki köpek gibi havlayacak!


  9. Tüm halkı dilsizleştirip bir halkın başkanını, kendi hakkını bile savunmaya hacet görmeden asılmasını sağlayan, acımasızca, ihtirasla, ülkeyi altüst eden bu adamı anmak, kaldı ki islamiyeti dahi dilinde bir yara gbi gören bu zavallıyı anmakdan hicap ediyorum..

    Ha hitler ha mao ha despot başka biri ha bu..

    İçim depreşti hınçla

    Söylemekle artar emek

    En iyisi söylememek............


  10. İlk söz ''ikra'' ile Efendimiz (s.a.v)'e vahiy geldiğinden beridir,şimdiki zamanımıza kadar okumanın ne önemli bir yerde durduğunu biliyoruz ve hadisde geçen ''İlim Çin de dahi olsa gidip alınız'' yolundan da ,elimizden geldiğince ilim nerdedir biz ümmet olarak ordayızdır çok şükür...

    Bende elimden geldiğince bulduğum yazılı kağıdı okur bulduğum her boş kağıdı da doldururum..

    Sıkıntım yok bilakis ne oldumsa okuduktan, idrakine vardıktan sonra oldum çünkü.

    Bugünde herzaman ki gibi gazeteleri taradım bi güzel okudum.Hürriyetten tut diğerlerine kadar.ezeli beri bilirim, belli gazetelerin dışında diğer gazetelerin bomboş yayın akışı sunduklarını,genelde de okumak istememiş fakat gündem olsun, genel güncel konular olsun, köşe yazıları olsun her kesimin fikirlerini merak ettiğimden okumuşumdur.

    Bundan sonrada okuyacağım elbet ama,bir dur mu desem kendime ne?...Yoksa sukunetli ruhum bir hiddet abidesine dönüşecek!

    Akşama kadar okudum bugün. İlk bana kalp atışı hızı sağlayan, Ahmed Turan Hakanın yazısı sonra diğer aynı gazetede ki yazarların da yazdıkları beni imdaaaat deme kademesine kadar yükseltti.

    Allah aşkına bunlar nasııl eğitim almış! At gözlüğü mü takmışlar bu eğitim binaları içersinde. sınıflarda, yüksek eğitimlerinde!? iki lafı biraraya getireyim derken, yanlış yerlerde kullanılmış kelimeler ,ithamlar,birgün eminim bunlardan intikam alacak!!

     

    Göz Göre göre bu kadar mı alçakca ve de boş haberler yapılır yahu.

     

    Beni, şu satırları okuyarak anlamayanlar olabilir,mümkündür. Sadece size Hürriyetin bugünkü yazar kadrosundaki yazarların yazdıklarınızı okumanızı tavsiye ediyorum topluca imdaaat diyeceğimize eminim...


  11. YILLARDIR “andıç kepazeliği” yüzünden kendi aramızda Çevik Bir’e sallayıp duruyoruz...

     

    “Hayatları kararttı” diyoruz...

     

    “Cengiz Çandar ve Mehmet Ali Birand’a kara çaldı” diyoruz...

     

    “Akın Birdal’ın kurşunlanmasının sebebi odur” diyoruz...

     

    “Az çektirmedi” diyoruz...

     

    “Çevik Bir’in yaptığı fenalıklar” başlığı altında kendi aramızda geyik çeviriyoruz...

     

    Kısacası hep ama hep “bıdı bıdı” yapıyoruz...

     

    Konuşuyoruz, itham ediyoruz, suçluyoruz...

     

    Ve fakat...

     

    Bunların hiçbiri Çevik Bir’e zerre kadar işlemiyor.

     

    Çünkü ona dokunulamıyor...

     

    Ne sinir bozucu değil mi?

     

    Askerlere sivil yargı yolunun açılması...

     

    Hiçbir şey sağlamayacaksa bile askeri kişilere dokunulmayı sağlayacak...

     

    İşte bakın:

     

    Akın Birdal, kendisine sıkılan kurşunların hesabını sormak için yargıya gidip Çevik Bir hakkında suç duyurusunda bulunmuş...

     

    Az şey mi bu?

     

    Adaletin Çevik Bir’in yakasına yapışıp, “Arkadaş, sen bu andıç iftirasını nasıl düzenledin?” diye sormasından daha harika bir sonuç olur mu?

     

    Cengiz Çandar ve Mehmet Ali Birand’a çektirilenlerin bir karşılığının olması mükemmel bir gelişme değil mi?

     

    Yaşar Büyükanıt’ın sade bir yurttaş gibi mahkeme önüne çıkmasının bir önemi yok mu?

     

    Dün bu köşede yiğidi öldürmüştüm...

     

    Demiştim ki:

     

    “Eğer bir ülkede askerlere dokunuluyor, milletvekillerine dokunulmuyorsa, o ülkede askeri vesayet kadar başka vesayetlerden de söz edilmelidir.”

     

    Madem yiğidi öldürdüm...

     

    O halde hakkını da vereyim:

     

    Milletvekili dokunulmazlığının devam ediyor oluşundan duyduğum rahatsızlık, askeri kişilere dokunulmasından alacağım keyfin önüne geçemez.

     

    Kısacası...

     

    Rahatsızlığımı ortaya koyduğum gibi, aldığım keyiften de söz edebilirim.

     

    Çünkü ben kimsenin askeri değilim.

     

    Ben Fethullahçı olmak istiyorum

     

    Y.K. adlı okurumdan gelen mektup şöyle:

     

    “Sevgili Ahmet Abi... Ben 19 yaşında, dinine bağlı bir gencim. Sizin yazılarınızı beğenerek okuyorum. Ahmet Abi, ben Fethullah Gülen’in hizmetlerini takdir eden biriyim ve bu yüzden Fethullah Gülen Cemaati’ne girmek istiyorum. Lütfen bana yardımcı olabilir misiniz? Ne yapmalıyım, nereye başvurmalıyım?”

     

    * * *

     

    Bu da benim yanıtım:

     

    Sevgili Y.K. kardeşim...

     

    Keşke sana “Üç adet vesikalık fotoğraf, bir adet ikametgah ilmühaberi ve sabıka kaydınla birlikte şu mercie başvuruyorsun” türünden bir yanıt verebilseydim...

     

    Maalesef böyle bir yol yok.

     

    Ama üzülme...

     

    Sana bir adet “Yeni başlayanlar için cemaate giriş yolları” listesi hazırladım.

     

    Oku ve tatbik et:

     

    BİR: Sana en yakın bir ışık evinde şakirtlik yapmalısın...

     

    İKİ: Maklube adlı yemeği çok sevmelisin...

     

    ÜÇ: Zaman Gaze-tesi’ne abone olmalısın...

     

    DÖRT: Hüseyin Gülerce ile haftada iki saat sohbet etmelisin... ? BEŞ: Para biriktirip yolunu Pensilvanya’ya düşürebilirsin...

     

    ALTI: Mehtap TV’de Hoca’nın vaazlarını kaçırmamalısın...

     

    YEDİ: Medyada içinde Gülen geçen her türlü yazı için tepki mesajları göndermeyi öğrenmelisin...

     

    SEKİZ: Kurtlar Vadisi yerine Tek Türkiye’yi izlemelisin...

     

    DOKUZ: Arkadaşlarından söz ederken “mübarek” demelisin...

     

    ON: Kitaplarını TİMAŞ Yayınları’ndan almalısın...

     

    ON BİR: Birikimlerini Bank Asya’da değerlendirmelisin...

     

    Yadırgadıklarım

     

    BİR: En son İslami kesimdeki düğün törenlerine katılan bu bünye, bizim Cengiz ile Berna’nın düğününde acayip şaşırdı... Çünkü... “Allah iki cihan saadeti nasip eylesin... Bu aile mücahit ve mücahideler yetiştirsin” temennileri ve dualarına alışan kulaklarım, Cengiz ile Berna’nın nikah töreninde Beşiktaş Belediye Başkanı İsmail Ünal’ın “Mutluluklar diliyoruz... Bu aileden Atatürkçü gençler yetiştirmesini bekliyoruz” dediğini işitti...

     

    İKİ: Özdemir İnce’nin Emin Çölaşan’a yönelik eleştirilerini okuyunca önce “Ama Çölaşan’ın akacak mecrası yok” dedim... Ancak sonra Çölaşan’ın üst üste yazdığı kitaplarla kendine yeni bir mecra bulduğunu, İnce’nin de Çölaşan’a yanıt verme hakkının bulunduğunu kabul ettim...

     

    ÜÇ: İslami kesimde yeni bir suçlama tarzı belirmiş... Birazcık eleştiri yapana, birazcık “ama karşı taraf da haklı” diyene hemen “Hop! Ahmet Hakan’laşma” deniyormuş... “Ahmet Hakan’laşma” ile korkutulan kardeşlerimiz de, hemen toparlanıp kırılan kolu yen içinde tutuyorlarmış... “Hay bin kunduz” diyorum, başka da bir şey demiyorum.


  12. Ortaokulda iken, yakın arkadaşım tesettürlü kadınları mektuba açık kadınları da kartpostala benzetirdi..

    Bu da bi güzelleme idi.burada ki resimdeki fikirde fevkalade.

    ama unutulan çok şey var.Biz insanlar hiç birşeyi izahla halledemediğimiz gibi izahsızda yapamıyoruz..

    Günümüzde tesettürlülerin, açık kardeşlerimizden daha ziyade şimşekleri üzerlerine çektikleri bir gerçek ama iki tarafında hakkını yememek lazım, neden? çünkü bu işin önce nasıl bu hale gelindiğini araştırmak lazım.Türlü diziler, her reklamını dahi izlediğimde lanet ettiğim, o kahrolası diziler, magazin progamları, aile baskısı altında kalan genç kızları, açık yahut da kapalı farketmez, beynini karıştırmak adına ellerinden geleni yaptılar.Bu aile baskısı da üzerlerinne binince kardeşlerimizin yalnızlaşıp, ne nerede yapılır, artık kestiremeden bir yozlaşmaya sürüldüler, kimse kendisine hükmedez oldu ki ''İnsanın en büyük cihadı nefs ile olan cihattır'' hadisi, nefsinde bu payede ne kadar rol oynadığını göstermektedir.Ciddi manada ailelerin, evlatcıklarına karş ıda inancı tam olarak enjekte edememeleri iyiden iyiye neşter vurdu kanayan yaralara ve artık hiç birşeyi hiç bir ipin ucunu tutamamaktayız.Eğitim mutlak şart.

    Burada verilen mesaj çok önemli ama keşke sebepler dahilinde bir nebze uyandırılma adına açıklamalar da yapılabilseydi.Hassas bir konu,gündeme gelmesi güzel.Allah hepimize akıl fikir kendini bilme ilmi versin.


  13. Yıllar önce bir kış gecesi, Çamlıca'da sohbete davet edildim. Bir garibanın evinde ders yapacağız. Kar kış... Cerrahpaşa'dan karşıya gideceğim. İstanbul'un bir yakasından ötekisine...

     

    Bizim hanım, "Efendi, otur oturduğun yerde. Bu karda kışta ders olur mu? Millet evinde oturuyordur. Kimse gelmez!" dedi.

     

    Dedim ki, "Çıkayım bir bakayım. Kahveler boşsa dönerim."

     

    Çıktım. Kahveler tıklım tıklım. Millet kar kış dinlemiyor.

     

    Yola koyuldum. Baktım, otobüsler dolu. Vapur işliyor. Dolmuşlar çalışıyor. Trafiğin akışına karıştım Çamlıca'yı buldum. Sonrasında otobüs yok!.. Gideceğim ev bir hayli uzakta. Neyse tabana kuvvet yürüdüm. Evi buldum. Üç beş kişi gelmiş. Kar, soğuk, kış diye çoğu sohbeti asmış. Bana da, "zahmet ettin" dediler. "Yok" dedim, "Millet cehenneme gitmek için yarışıyor. Ben ne diye cennete gitmek için yarışmayayım? Sayının önemi yok. Üç kişi, beş kişi... Melekler de var. Dersi onlar da dinler."

     

    Saat ona kadar ders yaptık, sohbet ettik. Sonra yola çıktım. Bir taksi geliyordu. İşaret ettim, durdu, bindim. Arabanın içi kokuyor. Şoför adamakıllı sarhoş...

     

    Düşündüm. Adamın arabası var. Gece, soğuk, kış demiyor, içmeye gidiyor. Ben evde otursaydım, yarışı kaybedecektim. Adam bütün imkânlarını kullanarak içmiş, ben de imkânlarımı kullanarak derse gittim. Bağlarbaşı'na kadar beni getirdi. O başka istikamete gitti. Ben oradan iskeleye yürüdüm. Oradan vapurla Eminönü'ne, sonra da otobüsle eve geldim.

     

    Çevrenize iyi bakın. Cehenneme gitmek için çalışanlar, ne kadar gayretli. Onlar kadar gayretli olmalı değil miyiz?

     

    Sarhoşların içkiye verdiği parayı Allah için harcayan çok azdır. Kumarbazların kumara verdiği parayı din için harcayan çok azdır.

     

    Oturuyoruz, Mason-Yahudi deyip duruyoruz. Peki, Müslümanların bir kısmı menfaat, makam, şöhret için İslam'a zarar vermiyor mu? Bir kısmı da hiçbir meselemizle uğraşmadığı, rahat hayatından fedakârlık edip talebe ile fukara ile ilgilenmediği için İslam'a zarar vermiyor mu?

     

    Halbuki hayatın gayesi, Allah rızasını kazanmaktır. Bu noktaya gelemeyen Müslüman, bedavadan yaşar ve ölür. Hayatı ona cenneti kazandıramamıştır. Allah bizi kendisini tanıyalım ve gerektiği gibi kulluk edelim diye yaratmış. Asıl maksada ulaşabilmek önemli. Dünya, rehavet yeri, sefa sürme yeri değildir. Eğer bunu, böyle kabul etmezsek, bedeli ağırdır.

     

    Ahir zamandayız. Sahabe ve Tabiin bu zamanın şerrinden Allah'a sığınmışlar. Bugünün samimi Müslümanlarına da imrenmişler. İçkili lokanta, bar, açık-saçık yayınlar, kumarhaneler... Hepsi Müslüman'a tuzak... Gençlerimizi en zayıf taraflarından yakalamaya çalışıyorlar.

     

    Üstat buyurmuş ki, "Cennet ucuz değil cehennem dahi lüzumsuz değil."

     

    Unutmamak gerekir ki, eğer insana nefis verilmeseydi, insan cennete gidemezdi. İnsan nefsiyle mücadele edecek ki cennete gitsin.

×
×
  • Create New...