Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]

kurşunkalem

Editor
  • Content Count

    467
  • Joined

  • Last visited

  • Days Won

    4

Posts posted by kurşunkalem


  1. Müşteri hizmetleri merkezleri artık sadece büyük şirketlerin değil orta ölçekte Kobi diye tabir edilen şirketlerde bile vazgeçilmez bir birim oldu. Günde binlerce kişi ile birebir görüşmeler birçok sürprize gebe. İşte onlardan bazıları.

     

    Müşteri temsilcisi: İyi günler ben Aria, size nasıl yardımcı olabilirim?

    Abone: Şimdi Aria Hanım, benim bir Aria hattım vardı. Yaa bu arada sizdeki herkesin adı Aria ve Aycell (Aysel) mi?

     

    Müşteri temsilcisi: İsminizi öğrenebilir miyim?

    Abone: Ne yapacaksınız ismimi, ben hat sahibi değilim.

    Müşteri temsilcisi: Hitab etmek açısından sormuştum.

    Abone: Siz bana kısaca Rüzgarın Oğlu diyebilirsiniz.

     

    Abone: İyi günler, ben Türkcell hat kullanıyorum, Aveaya geçmeyi düşünüyorum. Ama önce sizin bilgi seviyenizi ölçeceğim. Eğer siz yeteri kadar bilgiliyseniz ben de Aveaya güvenerek hat alırım.

    Müşteri temsilcisi: (Şaşkın bir şekilde) Memnuniyetle sorularınızı yanıtlayabilirim.

    Abone: Preveze Deniz Savaşı kaç yılında olmuştur?

    Müşteri temsilcisi: ?!?!?!?

    Abone: Ne oldu, bilemediniz?

    Müşteri temsilcisi: Biz buradan sadece iş ile ilgili sorulara cevap verebiliyoruz.

    Abone: Demek bilmiyorsunuz sorumun cevabını?

    Müşteri temsilcisi: 1538

    Abone: Bilemediniz.

    Müşteri temsilcisi: (Dayanamaz) Bildim Ahmet Bey, bildim! Preveze Deniz Savaşı 27 Eylül 1538 de Andrea Dorya komutasındaki Haçlı donanması ile Barbaros Hayrettin Paşa komutasındaki Osmanlı donanması arasında yapılmıştır. Bu savaştan sonra Akdeniz, Türk gölü haline gelmiştir.

    Abone: Bravo, ben sizi denemiştim zaten.

    (Adam nerden bilsin müşteri temsilcisinin Tarih bölümü son sınıf öğrencisi olduğunu)

     

    Müşteri temsilcisi: Size birkaç kodlama ileteceğim, not alabilir misiniz?

    Abone: Tabi. Kâğıt kaleminiz var mı?

    Müşteri temsilcisi: Var da sizin pek işinize yaramaz.

    Abone: Harbi ya... Kusura bakmayın iyi değilim ben bugün.

    Müşteri temsilcisi: Yok, önemli değil.

     

    Müşteri temsilcisi: Merhaba ben Batur, nasıl yardımcı olabilirim?

    Abone: Benim telefonda bir problem var yönlendirmeyle ilgili.

    Müşteri temsilcisi: Peki, ilk önce telefonunuzun "menü" tuşuna sonra da "5" tuşuna basın.

    Abone: Evet... Tamam...

    Müşteri temsilcisi: Ekranda ne var şimdi?

    Abone: Show TV

    Müşteri temsilcisi: ?!?!

     

    Müşteri temsilcisi: Merhaba ben Baturcan, nasıl yardımcı olabilirim?

    Abone: Benim telefonum kemerde çekmiyor.

    Müşteri temsilcisi: Bir saniye bekleyin, bilgisayardan kayıtlara bakalım. Fethiye'deki hatlarda bir problem gözükmüyor.

    Abone: Ne Fethiye'si kardeşim, pantolon kemerinden bahsediyorum ben. Telefonu

    kemere takınca hat bulamıyor telefon.

     

    Müşteri: Şu an bankanızın ATM'sinden maaşımı çekemiyorum.

    Müşteri temsilcisi: Üzgünüz efendim, geçici bir arızadan ötürü şu an tüm sistemlerimiz off'tadır.

    (Bir saat kadar sonra)

    Müşteri: Ben şu an Of'dayım ve hâlâ paramı çekemiyorum.

     

     

    Kandilli Rasathanesi İletişim Merkezine gelen bazı telefonlar

     

    - Evde 10 kalorifer böceği duvara tırmanıyor. Deprem geliyor.

     

    - Richter ölçeğini nereden satın alabilirim?

     

    - Web sitenize bağlanamıyoruz. Bizden bir şey mi saklıyorsunuz?

     

    - Depremi neden önceden bilmiyorsunuz?

     

    - Beş gün sonra Suadiye'de parti yapacağız. Bizim caddeye yağmur yağacak mı?

     

    - Sallandık, dışarı çıkalım mı?

     

     

    Uyuz olunan olaylar

     

    1- Radyonun yanında durduğunuzda sesin pürüzsüz bir şekilde çıkıp, radyonun yanından ayrıldığınızda cızırdamaya başlaması.

     

    2- Markette ödeme kuyruğunda önlerde bir yer kapmışken, arkanızdakilerin yeni açılan bir kasaya hücum etmeleri.

     

    3- Arkanızdaki arabanın şoförünün sırf bir yayaya yaya geçidini kullanması için izin vermenizden dolayı size korna çalması.

     

    4- Asansörün her katta durup kimsenin binmemesi.

     

     

    6- Paketlenmiş bir şeyin paketini açtığınızda asla eskisi gibi paketleyememek.

     

    7- İki saniye önce elinizde olan kalemi bulamamak.

     

    8- Elinize krem sürdükten sonra dışarıya çıkmak için kapıyı açmaya çalışmak.

     

    9- Düşen bir şeyi almak için masanın altına girip, çıkarken kafanızı vurmanız.

    • Like 1

  2. Olmasına olur. Türkiye"de yılladır tesettürlü bayanlar için tasarımlar sergileyen markalar ve modacılar var.

     

    Geçen sene"den itibaren İran İslam Cumhuriyeti de böyle bir gereksinim hissetti ve devlet bütçesiyle Vatanımın Kadınları Adlı bir moda festivali başlattı. Bu sene ikincisi de düzenlenen bu festivalde, Modacıların, Tekstilcilerin ve Üniversite öğrencilerinin tasarımları sergilendi.

     

    İran İslam Cumhuriyetinin kanunlarına uygun giyim modellerini gençlere örnek olması umuduyla sergilenen bu kıyafetlerde genellikle geleneksel motifler ve yöresel kesimler mevcut.

     

    Bu festival ne kadar etkili oldu tartışılır, ama burada daha da asli olan bir konu var. O da İslam inancında var olan Hicap kavramının manası. Tabii o kadar tartışılan bir konu ki biz oralara girmeyeceğiz, Nur suresi 3031 ayetlerinde Peygamberden mümin kadınlara, gözlerini sakınmaları, iffetlerini korumaları ve ziynetlerini açığa çıkarmamalarını söylemesi istenmiştir. Yani kısaca çok dikkat çekici bir şekilde süslenip püslenmemeleri gerektiğini söyler. Yani tesettür her tarafının kapalı bağlı olmasıyla sınır değildir, süslü püslü olmamak gerekir.

     

    Defilelerde gördüğümüz kıyafetler de genellikle dikkat çekicidir ve elden geldiğince allanıp pullanmıştır. Çünkü moda bir sektördür, tüketime yöneltir, çıkarını düşünür. Her mevsim değişir ve dolayısıyla modayı takip eden şahsın gardırobu da gereksiz bir şekilde değişir ve bu da israftır.

     

    Ayrıca Moda"yı takip etmek gittikçe bir rekabete döner ve insan"ı maneviyattan uzaklaştırıp maddiyata odaklandırır.

     

    Yani İslam"ın bize getirdikleriyle pek bağdaşmaz moda.

     

    O zaman İslam"ın modası olmaz ve olamaz. Tesettürün de, eğer İslam"ın bir şartı olarak yerine getiriliyorsa, modası olamaz. Ama eğer tesettürlü bayanları hedef olarak seçmiş bir sektör olarak varsa, tabii olur tesettürün modası. Yani yine başa döndük.


  3. Zamanın birinde, zengin ve varlık bir adam ölmüş. Haberciler ve tellallar şehrin sokaklarına yayılıp halka şöyle seslenmişler:

    Ey ahali! Bildiğiniz gibi Veli Ağa vefat etti. Önemli bir vasiyeti var. Ahiret hayatına alışabilmek için yardımcı arıyor. Kim mezarda geçireceği ilk gecede ona eşlik ederse, Veli Ağanın servetinin yarısı kendisine verilecektir.

     

    Tellalların onca bağırıp çağırmalarına rağmen, kimse bu ilginç teklife talip olmaya cesaret edemedi. Akşama doğru, şehrin en fakir adamlarından biri olan hamal, bakmış ki, elinde mal olarak bir küfe ve ipten başkası yok. Hamal olarak yatar, ağa olarak kalkarım diyerek koşmuş ve diri diri mezarda gecelemeye talipli olmuş.

    Ertesi gün, genişçe bir mezar kazmışlar. Bir tarafına iyice kefenlenen Veli Ağayı bir tarafına da hamalı yatırıp mezarı kapatmışlar.

     

    Az sonra sual melekleri çıkıp gelmiş. İkisi de artık bize emanet diye aralarında konuşuyorlarmış. Biri:

    Öyle de.. demiş. Zengin olan zaten burada kalıcı, önce şu hamaldan başlayalım.

    Öteki melek bu teklifi makul görmüş ve hamalın başucuna gidip sorguya başlamışlar:

    Dünyada malın mülkün var mıydı?

    Alay etmeyin demiş hamal. Sırtımdaki küfeden ve ipten başka bir şeyim hiç olmadı benim.

    Öyleyse söyle bakalım demiş melekler. O küfe ile ipi hangi kazançla nasıl aldın?

    Hamal başlamış anlatmaya:

    Beş kişinin malını on kuruşa taşıdım. İkisini yedim sekizini sakladım. Ertesi gün de aynı işi yaptım. Böyle böyle para biriktirdim. Yemedim içmedim, ucuza taşıdım ve bunları aldım.

    Melekler:

     

    Olmadı demişler. Olmadı hamal efendi. Falancadan aldığın para hak ettiğinden çok azdı. Biz bunun hesabını ondan soracağız. Filancaya da çok ucuza taşımıssın, bunun da hesabını ondan soracağız

    İyi ama.. demiş hamal. hak ettiğim parayı isteseydim, bana taşıtmazlardı ki...

    Sen merak etme demiş melekler. Nasıl olsa ikisi de buraya gelecek, o zaman biz sorarız bunların hesabını.

    Ve sorguya devam etmişler:

    Sen bir daha söyle bakalım. Kazandığının ne kadarını yedin, ne kadarını biriktirdin?

    Vallahi demiş hamal. Genelde hep yarı yarıya... On aldıysam beş sakladım, beş yedim. İki kazandıysam, birini kenara attım.

     

    Olmadı demiş melekler. Bu iş hiç olmadı. Sen hem kendinin hem de çoluk çocuğunun boğazından kısmışsın. Hem kendi nefsine, hem de onların nefislerine zulmetmişsin. Bu günahtır bilmez misin?

    Hamal ne cevap vereceğini düşünürken kan ter içinde kalmış. Ve bütün bir gece melekler sormuş o kıvranmış, melekler sormuş o kıvranmış.. Nihayet sabah olmuş ve mezarı açıp onu dışarıya çıkarmışlar.

     

    Hamal bakmış, kadı efendi dahil bütün şehir kabrin başına toplanmış. Hatta mehter takımı bile hazır bekliyor.

    Kadı, mezardan kendisini dışarıya atan hamala:

    Afferin hamal efendi, kimsenin cesaret edemediği bir işi yaptın. Ama mükafatını da göreceksin. Artık zengin bir adamsın.

    Halkan bir alkış ve Yaşasın kopmuş.

     

    Hamal:

    İstemem! İstemem! Vallahi istemem! diye bağırmış. Ben, bir iple bir küfenin hesabını sabaha kadar veremedim. Onca servetin hesabını nasıl veririm. Kim isterse o alsın. Hesabını da alan versin! ?


  4. Türkiye'de vaziyetlerin nasıl gittiği, baktığın ve durduğun yere göre değişir. Eğer karınca isen kıyâmet geldi zannedersin; eğer gökte süzülen çaylaksan çeşmenin kenarında şaşkınlıkla sek sek oynayan bir adam görür, "Bunların eti yenmez, üstelik tehlikeli yaratıklardır, aman bulaşmayım." diye rotanı değiştirirsin.

    -Sayın yazar, vaziyetleri nasıl görüyorsunuz; sizin kulağınız deliktir?

     

    -Kulağım delik değil; deldirmeyi de düşünmüyorum; ayrıca 'sayın' kelimesini de iade ediyorum, başka bir yerde kullanırsın, ziyan olmasın!

     

    -Aman pek de alıngansınız, öyle olsun, şöyle soruyorum; vaziyetler nasıl görünüyor?

     

    -Tamam, şimdi oldu: Vaziyeti şöyle özetleyebilirim. Siz hiç kırlık-bayırlık bir yerde kendi başına akıp duran kır çeşmesi gördünüz mü?

     

    -Elbette görmüşümdür, konuyla ne ilgisi var?

     

    -Görmüşsün ama görmemişsin belli! O çeşmelerin etrafında ıslak taşlar olur, üzerinde, yeşilli kahverengili yosunlar biter. Biraz ötede bir karınca yuvası vardır. Çeşmenin altındaki su birikintisine sinekler konar kalkar, suyun derinliğinde gözle bile göremediğimiz küçük canlılar vardır.

     

    -Evet, bildik şeyler bunlar...

     

    -Tamam işte, karşıdan bakınca bir şey yok; etraf ne kadar sessiz diye düşünürsün. Hafiften rüzgâr esiyor, uzakta bir yerde cırcır böcekleri, derede kurbağalar günlük rızık peşinde...

     

    -Uzaklarda bir yerde yayılmakta olan bir sürünün boynuna takılı çan sesleri çıngırdıyor, belki kuzular meleşiyor...

     

    -Oo baktım girdin havaya hemen; sayın muhabir, size de hiç zarf atmaya gelmiyor, hemen açıveriyorsunuz.

     

    -Hayır farkındayım da, nereye geleceksiniz bu pastoral tasvirden onu merak ettim sadece?

     

    -Şuraya geleceğim; o kır çeşmesinin civarında nerede duruyorsan önce etrafını dikkatle gözden geçirecek, sonra ayağını kaldırıp bastığın yere bakacaksın. Ne var ayağının altında?

     

    -Bilmem, ayağımın altında ayakkabım var, onun içinde çorabım, ne bileyim sayın yazar? Siz söyleyin de meraktan kurtulalım bari?

     

    -Sen hâlâ işin dalgasındasın. Bak, iyi bak!

     

    -Bakıyorum, bir şey göremiyorum...

     

    -Göremezsin elbette; tam da ifade ettiğin gibi; bakıyorsun ama göremiyorsun. Ayağının altında bir dünya var, koca bir dünya!

     

    -Yok canım, daha neler!

     

    -Evet, aynen öyle; farkında bile olmadan pek çok küçük canlının, böceğin hayatına son verdin o son adımınla bastığın yerde. Sen o noktaya ayağını basmadan önce orada gündelik hayat kendi âhenginde sürüp gitmekteydi. Derken sen geldin ve ortalığı kaosa çevirdin; tahrip ettin, öldürdün, yaraladın, hayat alanlarını tarümâr ettin!

     

    -Aa, duyan da beni terörist filan zannedecek. Ee, ne olmuş yani; böyle şeyler hep olur; olmaz mı? Kaçımız sıradan bir adım atarken böyle şeyleri hesaba katarız ki?

     

    -Eğer sen, o bir avuçluk yerde çoluğunla çocuğunla rızkının peşinde didinen bir böcek olsaydın, bu cümleyi kurmaya zaman bile bulamayacaktın. Böyle düşünüyor olman bir boyut meselesidir. Boyut değişince anlam da değişir, çünkü ölçüler değişecektir. Japonlara atom bombası atan uçağın pilotu, Nagazaki üzerine gelip aşağıya baktığında insanları göremezdi, maddî ve ideolojik çerçevede ölçüleri değişmişti. O da aynen senin gibi bastığı yerde nasıl bir dünya bulunduğunu bile bile görmemeyi seçmişti. Onu görevi köreltti. Görev şuuru onun gözlerine mil çekti.

     

    -...?

     

    -Bizim i'zanımız, idrakimiz, vicdanımız, değer yargılarımız hep o boyutlar üzerine kuruludur. Biz kendi boyutumuzu algılıyoruz sadece; öteki boyutların körüyüz.

     

    -Valla bir şey anlamadım, kusura bakma!

     

    -Onu anlatıyorum işte; Türkiye'de vaziyetlerin nasıl gittiği, baktığın ve durduğun yere göre değişir. Eğer karınca isen kıyâmet geldi zannedersin; eğer gökte süzülen çaylaksan çeşmenin kenarında şaşkınlıkla sek sek oynayan bir adam görür, "Bunların eti yenmez, üstelik tehlikeli yaratıklardır, aman bulaşmayım." diye rotanı değiştirirsin...

     

    -Öyle mi olur?

     

    -Aynen! Etrafta olup bitenler, bir nevi rızk mücadelesidir; herkes kendi tabiatınca ve cirmince, kendi boyutunda ekmek dâvâsında. Aynı şeylere bakmak, aynı anlamları çıkarmak mânâsına gelmez; öyle olsa koyun kurt ile gezerdi.

     

    -...?

     

    -Biz insanlar üç aşağı beş yukarı aynı boydayız; aynı boyuttayız; aynı mekteplerde eğitim görüyor, birbirimize benziyoruz fakat işin içine meslek, kurum, menfaat, aşk, kin, kompleks, kıskançlık vesaire gibi soyut boyutlar girince aynı şeylere bakıp farklı mânâlar çıkarıyoruz. Senin "Bir şey yok; hava ne kadar sâkin." diye düşündüğün yerde adamın, "Bunlar rejimi değiştirecekler be; vallah odak bile olmuşlar." diye pimpiriklenmesinin sebebi bu. Farklı yerden bakıyor ve farklı bir şey görüyor. Hemen yargılamaya kalkışırsan bitersin dostum; hemen onların boyutuna iner ufalırsın.

     

    -Yok mu bunun çâresi doktor?

     

    -Var: İki gözünün üstüne bir de üçüncü göz edinmeye çalışacaksın. Üçüncü göz, bildiğimiz göze benzemez. Zihindedir, beyindedir o göz. Anlayıştır ışığı. Hadiseleri anlamaya kalkıştığında, bunu denediğinde dost-düşman, iyi-kötü bir yerde mânâsını kaybediverir.

     

    -...!

     

    -Eğer doğru dürüst okursan, bütün ölçüler, boyutlar ve nokta-i nazarlar hakkında teorik bilgi sahibi olur bakışını keskinleştirirsin; eskiden böylelerine "kâmil adam" derlerdi; artık pek ele geçmiyor. Herkesin kendi bakışından memnun olduğu yerde nizâ eksik olmaz. İşte vaziyet kısaca budur...

     

    -Aman sayın yazar, merhaba diyelim dedik; bir dayak yemediğimiz kaldı; aşkolsun vallahi, darıldım.

     

    -Darılma dostum. Sözlerimiz önemlidir. Hiçbir şey yok iken o vardı; anladın?

     

    -Anlamadım vallahi!

     

    -Boşver; haydi bana müsaade şimdi!


  5. Dostluk ne demek...

    Merhamet ne demek...

    Azim ne demek..

    Yılmamak,usanmamak ne demek...

    Ve bur da bizleri, okurken dahi sanki asrı saadetten fırlayıp da gelmiş şaheserleri izletmek ne demek...

     

    İşte duyguları kamçılayan,gençliğin olgunlaşma katresinde ki,hissiyatını kamçılayan iki kumandan,iki önder.

    Allah ikisine de ahirette en güzel kıdemi nasip etsin,rahmetini onlardan eksik etmesin.


  6. Aynen yazılanlara katılıyorum.

     

    Bugün israil deki en ufak bir çocuğa deseler ki

    Müslüman ları ne yapmalı? cevap aynıyle şudur;

    Gebertmeli!

     

    Bu katliam meraklısı,dünyada, insanlar ve hayvanlar vardır, buda insan olan taraf yahudiler, hayvanlar da ,dünyadaki tüm yaşayanlar. Fikri ile yaşayan kuşbeyinli israile sempati duyulabilecek en ufak bir olguyu reddediyorum!!!


  7. Sanat dedikleri nedir Allah aşkına?

    Sakın kimse üzerine alınmasın.Ben şahsi olarak bazı vizyon filmleri hariç,sanat adına tek bir aşılayıcı bir olgu görmüyorum.Zaten bizim ülkede, sanat adına yapılan tek şey nedir.Adamlar soyunuyor ve ne imiş sanat için soyunmuş.Kendimi sergilemeyi seviyorum demiyorlar da sanatı bahane ediyorlar.Bu tiyatro, sinema işinden pek anlamam.Fakat görünen o ki faydalı olarak tek bir eser yok.

    Bir Resi beyi bin kere izlesem bin birinci kez yine izler "Etmeyin Resi bey!Siz ağlayamazsınız.Ağlayabilseydiniz,anlayabilirdiniz" gibi hayat öncüsü,merhametin ne denli hayat düsturu, fakat sadece nadir insanlar da görülebilecek bir değeri anlatan, ya da bunun gibi önemli mesajlar veren kaç sanat eseri vardır?

    Belki vardır da ben bilmiyorumdur.Açıklansın desteğim tam destek olur billahi.Sanatçı adı altındaki yılalrca ekranlarda boy gösteren kaç insanın hayatı.yazdıkları şu an bir örnek? Hepsi ya sokak da ya da kimsesiz bir viranede...Anca belediye sahip çıkacak da,ilk ve son kez haber alacağız bazı sanatçılardan.

    Zor mesel zor...


  8. 1933 yılında Trabzonun Akçaabat ilçesinde doğdu.Trabzon Lisesini,İ.Ü. Hukuk Fakültesini bitirdi.Sebil Yayınevini kurdu.12 Eylül 1980den sonra bir süre yurtdışına çıktı, bilahare yurda döndü.

     

    1933 yılı Ramazan-ı Şerifinin yirmiyedisinde yani Kadir Gecesi seher vakti Dünyaya gelmişim. O saat mahallemizin Câmii Şerifinde âdet üzere Seher Mukabelesi okunuyormuş. Bu mukalebeyi takib etmekte olan babamın kulağına o anda müjdeyi fısıldamışlar ki, tam Sûre-i Kadir okunuyormuş. Bu sebeple ismimin Kadir olarak konulmasını gönlünden geçirmiş.

    Doğduğum ev Akçaabatın Dürbinar (1) Mahallesinin Dere Mahallesi denilmekle mâruf semtinde iki katlı, ahşap kağgir karışığı bir evdi. Hâlâ ayakta olan bu ev ailenin köyden şehre indiğinde yerleşmiş olduğu ilk evdir. (2)

    İsmimin Kadir olarak konulmasına babaannem itiraz etmiş ve Dedemin adını bana vermekte direnmiş, Dedemin adı aslında Kâzımmış. Fakat güzellik ve yakışıklılığından kinaye Paşa, Paşa diye sevilirken Kâzım unutulup Paşa umûmileşmiş.

    Bundan dolayı babaannemi de tatmin maksadıyla bana Kadir Paşa adını vermişler. Lâkin babam bu ismi nüfusa Paşasız olarak kaydettir miş. Esasen bir yıl sonra da çıkarılan bir kanunla paşa sözü diğer bir çok elkabla birlikte yasaklanmıştır. Buna rağmen, mahallede hep Kadir Paşa olarak anılagelmişimdir.Dedemin mezarı Dürbinar mahallesindeki aile kabristanı-mızdadır. 1975 yılında vefat eden babam 1991 sonlarında vefat eden vâlidem ve diğer akrabalarımız da orada yatmaktadır. (3)

    Vâlidem Sâriye Hanım da ebâecdad Akçaabatlı olup kazanın en eski ve mâruf âilesi Hacısâlihoğulları ndandır. (4)

    Vâlidemin anlattığına göre hiç ana sütü emmediğimden, çocukken gâyet cılızmışım. Hatta bu sebeble dört yaşına kadar yürüyememişim. Bir gün kapıya gelen dilenci kılıklı biri Vâlideme:

    - Bu çocuk neden hep oturuyor?diye sormuş. vâlidem de cılızlıktan yürüyemediğimi izah edince adam:

    - Siz buna bir kurban kesiniz, kurbanın kanıyla kendisini belden aşağıya yıkayınız, kan vücûdunda üç gün kalsın. Üç gün sonra normal su ile yıkayıp kanları temizleyiniz. Allah (c.c.)ın izniyle yürür!.. demiş.

     

    Vâlidem kendisine bi, ikram için odaya girip çıktığında kapıdaki bu zatın kaybolduğunu görmüş. Bu işte bir fevkalâdelik olduğunu düşünerek o gün adamın dediğini yapmış ve böylece yürümüşüm.

    Cılızlığım sebebiyle yedi yaşıma bastığımda mektebe gönderilmedim. Bu husustaki yalvarmalarım fayda vermedi. Bir yıl sonra yani, sekiz yaşında Akçaabat Merkez İlk Mektebi ne başladım. İslâm aleyhtarlığının en şiddetli bir sûrette yürütüldüğü zamandı. Mektebe başlamadan önce Kuran Hocasına gitmiştim. Hocanın defaatle Jandarmalar tarafından basılması yüzünden, ancak bir hatim indirebildim.

    İlk tahsilimi tamamıyla bu Merkez İlk Mektebi nde bitirdim. O sene kazamızda bir ortamektep yapılmasına başlanmış fakat bitirilmemişti. Babamsa beni okutmak istemiyordu. Bu sebeble devre arkadaşlarımdan bazıları orta mektep tahsili için Trabzona gittikleri halde, babam beni bir terzi yanına çırak olarak verdi. Fakat benim böyle bir işle vakit geçirmeye hiç de niyetim yoktu. Bu bakımdan sık sık terzi dükkânından kaçıyordum. O sıralarda başta Hz. Ali cenkleriyle ilgili kitaplar olmak üzere, ne bulursam okuyordum. O derece ki, her an elimde kitap bulunduğundan söylenen söz kulağıma girmez, bana havale edilen işleri yanlış yapardım. Bir gün böyle bir halime kızan vâlidem biriktire-bilğidim bütün kitapları avluya dökerek yakmıştır. Bu kadar anormal okuma hevesimin sonunda şuurumun bozulacağından korkuyorlardı.

    Ertesi yıl ortamektep ikmal edildi. Talebeler kaydolmaya başladılar. Babam beni okutmamak için hâlâ direniyordu.

     

    - Bir tek oğlum var, okuyup da memur olur giderse ocağım söner diyordu. Lâkin sağın, solun zorlaması, hocalarımın baskısı neticesinde Onun mukavemetini kırabildik. Böylece yirmibir numara ile Akçaabat Orta Mektebine en son kaydolan bir talebe olabildim.

    O yıl (1947) Büyük Doğu ile tanıştım. İlk mektepten itibaren parlak bir talebeydim. Hocalarım beni el üstünde tutarlardı. Hariçten ne bulabildimse okumam sebebiyle dâima sınıf arkadaşlarımın üstünde bir seviyem vardı. Büyük Doğu, CHP, M. Kemal Paşa ve inkılâplara bakış açımın teşekkül etmesinde mühim bir merhale oldu. Esasen öteden beri evimizin dindar havasında bunlar menfur ilân edilmiş olduklarından bende, bu istikamette bir temâyülün ilk nüvesi mevcuttu.

     

    Orta mektep ikinci sınıfda okurken (1948) sınıf arkadaşlarımla vâki bir münakaşa mektep dışından idareye aksettirilmiş ve bundan dolayı bir haftalık Tard-ı muvakkat yani geçici uzaklaştırma cezası almıştım. Sebap gâyet basitti : Bu münakaşanın mevzuu M. Kemal Paşanın şahsiyet ve hareket-leriydi. Bu hususta serdettiğim fikirler, idarece suç telakki edilmiş ve bir hafta mektepten uzaklaştırılmıştım. Eğer fevkâlâde zeki bir talebe olmasaymışım, beni büsbütün kovacaklarmış. Babam bu ceza işiyle hiç alâkadar olmadı. Belki de kovulmadığıma üzülmüştür. Lâkin bu sûretle başlayan yakın tarihimizle alâkalı bir bakış açısı, zamanla gelişecek, hayat ve mücâdelemin hâkim çizgisini teşkil edecekti.

     

    Hafta sonları, Trabzona gidip gelmeye başladım. Trabzon lisesinde ve Trabzon Muallim Mektebinde bazı milliyetçi arkadaşlar edindim. Bunlar vasıtasıyla Sebilürreşad ve Serdengeçti mecmualarından haberdar oldum.

    O sırada güdümlü demokrasi mücâdelesinin hızlanmasıyla dindar insanlar da milliyetçilik adı altında yavaş yavaş fikirlerini izhar etmeye başlamışlardı. Bu sebeple üç-beş sayı çıkıp batan birkaç sayfalık gazete ve dergiler görülüyordu. Bunların her birinden birşey kapmışımdır.

    1950 yılında Trabzon Lisesine başladığım zaman, şahsiyet ve fikirlerim ana hatlarıyla tebellür etmiş bulunuyordu. Kendime göre fikrî bir muhitim de vardı. Sık sık anma günleri yapar, Mehmed Akif, Kâzım Karabekir ve hatta Mareşal Fevzi Çakmak için bile mevlüd okutmaya kadar varan, alâkalar içinde davayı terennüm etmeye çalışıyordum ki; bunlardan bazıları mahallî gazetelere de aksetmiştir.

    Bu sırada dört küçük milliyetçi teşekkülün birleşmesiyle vücud bulan Türk Milliyetçiler Derneği nin Akçaabat Şubesini açtım ve 1953 yılında DP hükümetince basit bir bahane ile kapatılıncaya kadar başkanlığını deruhte ettim. En yakın arkadaşım bilâhere 27 Mayıs İhtilâli hengâmmda öldürülen Özdemir Kazancıoğlu idi. Onunla gece gündüz beraberdik.

     

    Trabzon Lisesi benim için islâmî mücâdele bakımından dört fırtınalı yıl olarak geçmiştir. O zamanlar liseler dört yıldı. Heyecan ve asabiyetim had safhada olduğundan, nasıl olup da o mektebi bitirebildiğime hâlâ şaşarım.

    1953 yılında İstanbulun Fethinin beş yüzüncü yıldönümü dolayısıyla yapılan kompozisyon yarışmasını kazanarak bir güzel dolmakalem mükâfat olarak aldım.

     

    Bütün lise hayatım boyunca iki dindar hocayla karşılaşabilmişim. Bunlar coğrafya muallimi merhum İsmail Hakkı Berkmen ile halen hayatta olan Ahmet Saka Beylerdi. İdâre ve müdürümüz dindarlık ve milliyetçiliğe haşin bir sûrette karşıydı. Bundan dolayı pek çok kereler disiplin kuruluna girip çıkmak mecburiyetinde kalmışımdır. Bu arada binbir güçlükle temin edebildiğimiz namaz odasına asılmış olan bir takvimin kartonundaki M. Kemal Paşa resmini yırtma sebebiyle üç gün Tard-ı muvakkat cezasına çarptırılışım zikre değer. Bilahere büyütülen bu hâdise yüzünden, mezûniyet ve olgunluk imtihanları arasında tamamen mektepten uzaklaştırılma cezasına çaptırıldım. Ayrıca, güya beni himaye etmiş olmak töhmetiyle o zamanın başmuavini İsmail Hakkı Berkmen ve edebiyat muallimi Kaya Bilgegil (sonradan Profesör) de altı ay vekâlet emrinde kalmak sûretiyle izac olunmuşlardır. Ben de müteakip imtihanlar için Giresuna gittim. O zaman olgunluk imtihanı dört dersten yapılırdı. Sualler Bakanlıktan ge¬ lirdi. Yolda imtihanların birini kaçırmıştım. Diğerlerini Giresunda vermiştim. Kaçırdığım imtihan için 1954 Ekiminde Erzuruma gittim. Bu dersin imtihanını da Erzurum Lisesinde vererek nihâyet lise mezunu olabildim.

     

    Lâkin lise devremdeki mücadeleler tâfsilatıyla okunmaya değer mâhiyet-tedir. Davamızın o günkü şartlarının anlaşılması bakımından hâiz-i ehemmiyet olan bu devreyi, çeşitli yönleriyle anlatan Geçmiş Günü Elerken I-II serlev-halı esere bakılabilir.

    Artık yüksek tahsil için İstanbula gitmem gerekiyordu. Babamın bu husustaki muhalefetini bertaraf etmek kolay olmadı. O sırada mahallemizde bir kız delirmişti. Okuma arzusuna set çekildiği için delirdiği şâiası babamı biraz yumuşatır gibi oldu. Lâkin para vermeyerek Akçaabattan ayrılmamı önlemeye çalışıyordu. Zavallı anacağım aynı zamanda terzilik eder, şuna buna dikiş dikerdi. Yediyüz lira para biriktirmiş imiş. Bunu bana verince, son müşkül de hallolmuş oldu.

     

    Üç günlük bir vapur yolculuğundan sonra 6 Ekim 1954′te İstanbula ayak bastım. Her taraf bayraklarla donatılmıştı. İstanbulun düşman işgalinden kurtuluş yıldönümü imiş. Boğazı hayranlıkla seyrederek Galatada karaya ayak bastım. Bir müddet Edirnekapıdaki eniştemin yanında, bir müddet de Fatih Sarıgüzeldeki babamın teyzesi yanında kaldım. Hukuk Fakültesine kaydımı yaptırarak bilahere Trabzon Liselerinden Yetişenler Cemiyetinin Soğanağa semtindeki yurduna yerleştim.

    Fakülte hayatım lisedekinin birkaç katı daha hareketli ve mücâdeleli geçti. Bunun bir kısım tafsilâtını da yine Geçmiş Günü Elerken adlı eserimde bulabilirsiniz. Ehemmiyetli olanı bir taraftan çalışarak, diğer taraftan da okumak sûretiyle fakülteyi yürütmüş olmam ve dava için uğraşmaktan bir an bile geri durmamamdı. Trabzon Liselerinden Yetişenler Cemiyetinin yurdundaki ikâmetim bir yıl sonra o cemiyetin başkanlığını yapmamı ve bu başkanlıkta yurtçuluk meselesini öğrenmemi intaç eylemiştir. Üniversite talebeliğim esnasında yedi talebe yurdu açıp çalıştırmışımdır ki bunların en meşhurları Vefa, Seyhan, Karadeniz ve Yıldız Talebe Yurdlarıdır. Dava yönünden genç insanlarla meşgul olmak için en müsâid müessesenin yurd olduğunu ilk keşfeden benim, desem herhalde yanlış olmaz, o derecede ki mâhud dönme Ahmed Emin Yalman o tarihlerde vatan gazetesinde bu faaliyetimden dolayı aleyhime bir baş yazı yazmıştır.

    1961 yılında Aynur (Aydınaslan) ile evlendim. Sırasıyla Abdullah Sünusi (1963) Fatıma Mehlika (1965) Mehmed Selman (1973) isimli üç çocuğumuz oldu.

    Fakülte yıllarından itibaren neşriyat ve konferanslar vermeyi hızlandırarak hukukçuluktan çok tarihçiliğe meylettim. Yakın tarihimiz üzerindeki araştır-malar daha çok alâkamı celbediyordu. Vâsıl olduğum kanaatleri, izhar ve ifadenin kanûnî güçlüklerine rağmen yazıp söylemekten geri kalmadım. Daha önceleri çeşitli mecmua ve gazetelerde çoğu müstear adlarla yazılar yayın-lamıştım. Öz adımla matbuat âleminde ilk görünüşüm 1948 yılındadır. Bu çocuksu bir şiirdir ve Yeni Polathane Gazetesinde yayınlanmıştır. Polathane, Akçaabatın eski adıdır. Fakülte yıllarımda merhum İlhan Darendelioğlunun çıkarmakta olduğu Toprak Dergisine de Mehmed Meriçgiller nâm-ı müsteari ile birkaç yazı yazmıştım.

    İlk eserim Lozan Zafer mi, Hezimet mi ? adlı araştırmanın birinci cildidir. İlk tabı 1964 yılında yapılmıştır. Aynı yıl SEBİL YAYINEVİni kurmuştum. Bu eser yayınevinin ilk kitabı oldu. 1970 yılındaki genişletilmiş ikinci tabı 5816 sayılı Atatürk Aleyhinde İşlenen Suçlar Hakkında Kanunna istinaden toplattırılmış, hakkımızda dava açılmış ve bu dava 1974 umûmî affı ile bir karara iktiran etmeksizin düşmüştür.

     

    1970 yılı ocak ayında İstanbul Milli Türk Talebe Birliğinde Harf İnkılâbı ile alâkalı bir konferansım dava mevzuu yapılarak hakkımda Eski-şehir Örfî İdare Askerî Mahkemesince yedi sene hapis beş sene amme haklarından men ve yirmi ay sürgün cezası verilmiştir. Hem kanunî ikamet-gâhım ve hem de konferansın verildiği yer İstanbul olduğu halde, Eskişehirin bir selâhiyet tecâvüzü ile bu davaya bakmasındaki garabet ve hukukun de-faatle nasıl çiğnenmiş olduğunu göstermek için ciltler dolusu yazmak gerekir. Şâhidlerin hapsedilmesinden tutunuz da, askerî şahısların kendi fiilleri ha-kkında şahid olarak dinlenmelerine ve hatta önce beraat olarak yazılmış olan kararın kumandan İrfanÖzaydınlının baskısıyla yırtılıp yedi sene hapse tahvil edilmesine kadar nice nice kanunsuzlukların sergilendiği bu macerayı - inşallah - müstakil bir eser halinde kaleme alacağım.

    Hükmedilen cezanın infazı Eskişehir Sivil Cezâevinde başlayıp İstanbul Sağmalcılar Cezaevi, ve Bakırköy Akıl Hastahânesi Adlî Servis merhale-lerinde geçtikten sonra Cerrahpaşa Hastahânesi Psikiyatri Kliniğinden 1974 Yılı Mayısında çıkarılan umûmî afla nihayete ermiştir. Lâkin bu benim ilk hapse-dilişim değildir. Merhum Necip Fazıl Beyle yakınlığım dolayısıyla resmî bir sürü istintak geçirmiş ve nihayet 27 Mayıs 1960 İhtilâlinden sonra hapsin hem de Kızgın Askerler kontrolündeki en şiddetli nevini tatmıştım. Aziz Nesinle Nâdir Nâdi arasındaki bir kalem münakaşasından başlayıp garip şekiller geçir-dikten sonra benim Bursada Çekirce Kaplıcalarından alınıp İstanbula getirilmem, İstanbul Harbiye Binasındaki hücrelerden birine hapsedilmem, bilâhere Balmumcu Askerî Kışlasından tahliye edilmemle ilgili tafsilât da müstakilen yazılmaya değer mâhiyettedir.

    1964 yılında Sebil Yayınevini kurup kendimi tamamen neşriyata verdim. 1970 yılında Harf İnkılâbı ile ilgili mezkûr konferansım yüzünden, mâruz kaldığım hapsedilme macerasından sonra yine aynı işe devam ettim ve 1976 yılı başından itibaren haftalık olarak Sebil Dergisini çıkarmaya başladım. Bu dergideki yazılarımdan dolayı kısa bir müddet sonra hakkımda M. Kemal Paşa ile ilgili mâhud kanun ve 163. maddeye istinaden sayısız dava açılması üzerine yeniden hapse girmeyi bertaraf etmek ümidiyle 1977 umûmî seçimlerinde MSPden Trabzon mebus namzedi oldum. Listede ikinci sıraya konulmam sebebiyle kazanamadım. Ertesi yıl aynı partiden İstanbul senato namzedi oldum. Yine ikinci sıraya konulmuş olduğum için kazanamadım.

     

    1978 yılında MSP Merkez Umûmî Heyetine (Genel idare Kurulu) seçildim. Bu vazifedeyken 12 Eylül 1980 İhtilâli oldu ve 13 Ekim 1980 tarihinde bütün merkez Umûmî Heyeti hakkında tevkif kararı verildi. Bunun üzerine hakkımda daha evvel açılmış olan davaların, MSP davasıyla birleşmesinden doğacak psikolojik ağırlıktan kurtulmak isteyen bazı arkadaşlarımızın ısrarı sebebiyle yurtdışına çıktım, Almanyada ikâmet hakkım olduğundan Frankfurta yerleştim.

    Böylece vatan-ı azizimden ayrıldığım zaman, arkada otuzdan fazla ağır cezalık dava bırakmış durumdaydım. Bilâhere çoluk çocuğumu yanıma getirttim. Almanların benden gayrısına oturma müsâdesi vermemesi üzerine, hep birlikte İngiltereye geçtik.

     

    Gurbete hazır değildim. Mâlî imkânlarım mahduddu. Bu sebeble gâyet sıkıntılı bir gurbet çilesi içinde boğuşurken 1983 yılı başlarında gazete, radyo ve televizyon anonslarıyla yurda dönmeye dâvet olundum. Dâvete icabet etmediğimden bilâhere Türkiye Cumhuriyeti Vatandaşlığından tard edildim. Bu sebeble İngiltereden siyasî iltica hakkı istedim. Bunun için 7 Eylül 1983 tarih ve 18158 numaralı kararın yayınlandığı Resmî Gazeteyi göstermem kâfî geldi. Daha sonra ecdaddan kalma gayri menkullerim hazinece haraç - mezat sattırıldı. Bu yetmiyormuş gibi 1984 yılında da kitap depomuz yaktırılarak iktisaden çökertilmem için elden geleni yaptılar.

    Çoluk çocuğumla Londrada oturmaktayken geçimimi sağlayacak bir iş kuramadığımdan bir buçuk yıl sonra iş ve geçim mecburiyeti beni tekrar Almanyaya dönmeye zorladı. Böylece Gurbet İçinde Gurbet denilebilecek bir çile çemberi içinde günlerimi geçirmek kaderimin garip bir cilvesi olmuştur.

    1991 Yılında çıkarılan Terör Kanunu ile TCK.ndan mâhud 163.madde çıkarılınca aziz vatana avdet edebildim.

     

    Yayınlanmış olan eserlerimin tam bir listesi işbu yazının altında mevcudtur. Ancak fazla emek vermediğim bazı eserlerde Cüneyd Emiroğlu müsteâr adını kullandığımı hatırlatmak isterim.

     

     

    ESERLERİ

    Araştırmaları:Lozan Zafer mi Hezimet mi 1-2,Yunan Mezalimi, Macar İhtilali,Amerikada Zenci müslümanlık Hareketi,Kurtuluş Savaşında Sarıklı Mücahitler, Moskof Mezalimi,,Musul Meselesi ve Irak Türkleri,Ali Şükrü Bey,Osmanoğullarının Dramı,Türkçe, İslam Yazısına Dair, Üstad Necip Fazılı Anarken,Üç Hilafetçi Şahsiyet, Geçmiş Günü Elerken 1-2

    Romanları:Kanlı Düğün, Uzunca Sevindik, Kırık Kılıç.


  9. İster sağcı deyin; ister muha-fazakâr, ister dindar, ister milliyetçi muhafazakâr... Türkiye'nin en geniş tabanlı kitlesini bir tanıma hapsetmek zor.

    O geniş kitleyi tastamam anlatabilecek bir terim henüz ortaya konulamadı. Normaldir de. Zira bu kitlenin kendi içinde birbirine uymayan özellikleri var. Mesela kendini "sağcı/sağ seçmen" gören kitlenin önemli bir bölümü kendini muhafazakâr ya da "milliyetçi-muhafazakâr" görmeyebiliyor. Her neyse. Asıl konu bu değil. Asıl konu, Türkiye'nin önemli bir yekûnu sayılan kitlenin belli alanlarda son çeyrek yüzyılda aldığı mesafeye karşın bir alanda yaşadığı derin boşluğu resmetmek. Bu resim önemli; çünkü eksik karedeki ürkütücü boşluk diğer alanları da -zaman içinde- hırpalayabilir...

     

    Fotoğraf şu: Seçim yapıldığında sandığa gidip "sağcı", "muhafazakâr", "milliyetçi muhafazakâr", "demokrat-muhafazakâr" partilere oy veren kitleler Turgut Özal döneminden beri büyük mesafeler kat etti. Mesela 1983'te iktidara gelen ANAP rüzgârıyla daha liberal, daha serbest, daha özgürlükçü bir ortama kavuşan atmosfer, Anadolu Kaplanları diye sırtı sıvazlanan bir kitlenin oluşmasına yol açtı. İktidarın "teşvik"iyle küçük işletmeler açan bu insanların şirketleri daha emekleme safhasındaydı. Büyük çoğunluğu "muhafazakâr" olan bu kişilerin mütevazı işletmeleri zaman içinde kendini geliştirdi, büyüdü; hatta ihracat yapacak seviyeye geldi. İkinci kuşak şirket sahipleri genellikle babalarından farklı olarak yurtdışında tahsil görmüş, yabancı dil bilen kişilerden oluşuyordu. Bu şirketlerden "personel servisi" gitti, "insan kaynakları" geldi. "Bilgi-işlem" gitti, "bilgi teknolojileri" geldi. Bu durumda "profesyonel yönetici" kavramına Anadolu işletmeleri özel bir mana yükledi. Verimlilik, ölçülebilirlik, denetlenebilirlik gibi modern işletmelerin tecrübeleri KOBİ'lere taşındı. Ticarette 'İstanbul Dükalığı'na kafa tutmaya başlayan şehirlerimiz oldu. Mesela Gaziantep 3,2 milyar dolar ihracat yapıyor. Kayseri 1,1 milyar dolar, Denizli 2,2 milyar dolar. (TÜİK/2008)

     

    'Anadolu Kaplanları' sanata yatırım yapıyor mu?

     

    Küçük işletmeler profesyonel şirketler haline dönüştükçe muhafazakârlık da moderniteyle yüz yüze geldi. Demokrasi, insan hakları, sivil toplum şuuru, bireyselleşme, hak arama gibi kavramların hayata geçtiği bu değişim sürecinde muhafazakâr Anadolu sermayesi ve onların etrafında oluşan yeni kent kültürü büyük merhaleler kat etti. Belli süreçlerde bocalama dönemleri yaşansa da, acı tecrübeler, kötü deneyimlerden sonra güzel örnekler arayan ve sürekli med-cezir yaşayan Anadolu insanı kendi kendine bir sentez yakalıyor; ileride daha da net ifade edilebilecek terkiplerin yakalanacağı aşikâr...

     

    Bütün bu gelişmelere, o gelişmelerdeki tabii dinamizme rağmen kültür-sanat alanında derin bir boşluğun yaşandığını görmek gerekiyor. Maalesef "muhafazakâr kesim" değişik alanlarda gösterdiği başarıyı henüz kültür-sanat sahasında ortaya koyamamıştır. Yakın zamanda büyük bir gelişmeye dair emarelere de rastlamak çok güçtür.

     

    Ticarette elde edilen başarının sırrı bellidir: Ticaretin evrensel kuralları gölgesinde Türkiye gerçeği aranmış ve tuğla üstüne tuğla konulan tecrübeyle dünya ile rekabet yolu araştırılmıştır. Üstelik bu köklü değişim yaşanırken çoğu kez "başkalaşma" gibi gayri tabii bir sürece de belli bir oranda da olsa direnilmiştir. Bir yandan para kazanma, diğer yandan vakıf çalışmalarıyla hayırhahlık yapmaktan geri kalmama gayretleri gösterilmiştir. "Daha modern işletme" maksadıyla insan kaynaklarına, ürün kalitesine, satış pazarlama tekniklerine vs. büyük değer atfeden "Anadolu Kaplanları", aynı zamanda "kendisi olarak kalma", "kültürel köklerinden kopmama" idealini de yaşatmışlardır. "Altyapı çalışması" için, "Ar-Ge projeleri" için ortaya konulan performans, kimlik mücadelelerinin birlikte götürülmesi, sosyolojik anlamda da üzerinde durulmaya değer bir konudur.

     

    Benzer bir mesafe niçin kültür-sanat alanında alınamadı?

     

    Bu sorunun yüksek sesle sorulması gerekiyor ki, bundan sonraki yönelişlerin rotası doğru tayin edilebilsin.

     

    "Sağ"ın başarı hikâyesi sadece ticaretle sınırlı olsa kültür-sanattaki yetersizliğini ya da geç kalmışlığın mazeretini bu kesimin ticarî atılımcılığına havale eder, işin içinden sıyrılabiliriz. Öyle değil. Muhafazakârlar sadece ticarette değil, siyasette de, eğitimde de vs. çok uzun yollar kat etti.

     

    Mesela siyasette bir zamanlar çok ucuz söylemlere başvurulur, çok sathi düzeyde "Batı" eleştirilir, "Her şeyin âlâsı, hası, özü bizdedir." denerek insanların millî-manevî duyguları okşanırdı. Sağda siyasetçi bu ucuz söylemin bir-iki küçük itirazla hak ile yeksan olabileceğini bilse bile durumu seçmene çaktırmaz, Batı'yı düşman ilan ettikten sonra bütün geri kalmışlığı ona havale ederek tek kurtuluş yolunu kendilerinin iktidar olmasına bağlardı. Seçmen de bundan büyük haz duyardı doğrusu. Bazen rejime yönelik lanetleyici soslar kullanılır, her türlü kötülüğün faturası rahatlıkla "bazı görevliler"e kesilirdi. Tamamen haksız sayılamayacakları için; bir türlü aynaya bakma fırsatı doğmaz; yani özeleştiri kapıları hiç aralanmazdı.

     

    Kültür-sanata talep var mı?

     

    Şimdi öyle mi? Siyaset, retorik abartıyla gemisini yürütemez hale geldi artık. Vatandaş "iş-aş" deyince alternatif ve somut öneriler duymak istiyor. Dünyayla entegre olmayan siyasî formüller uçuk-kaçık; hatta bazen saçmasapan bulunuyor. Bu nedenle siyasetçiler artık daha gerçekçi, daha mantıklı icraatlarla vatandaşın kapısını çalıyor.

     

    Soru şu: Ticarette ve siyasette geride bırakılan bu aşamalar neden kültür-sanata yansımıyor? Tiyatroya, sinemaya, müziğe, resme...

     

    Her şeyden önce görsel sanatlarla ilgili altyapı eksikliği göze çarpıyor. Bu eksikliği giderecek ciddi bir akademik gayrete rastlamadığı gibi; şu ana kadar ekol olmayı başaracak bir atölye de ortaya çıkmadı. İyi niyetli teşebbüslerin bir gün meyve vermemesi ancak kasvet dolu bir karamsarlığın yansımasıdır. Lakin hem teorik arka plan bilgisi hem de usta-çırak ilişkisini çağrıştıran atölye pratiği gerektiren bu konuda daha derin bir arzunun uyanması, temel bir ihtiyaç haline gelmesi, iyi niyetli gayretlerin profesyonelleri desteklemesi gerekiyor ki; emekleme dönemi daha fazla sürmesin.

     

    Kültür-sanat alanındaki gayretlerin başarı yakalayabilmesi için gerekli talebin oluşmadığını da (maalesef) görmek zorundayız. Yani, "muhafazakâr kesim", "bizim işletmelerimiz çok iyi olmalı" dediği kadar, "bizde eğitim en üst düzeye çıkmaya mecbur" dediği kadar "bizde sinema, tiyatro, hikaye, roman, resim, müzik... evrensel kalite boyutlarına taşınmalı" demeli ki kültür-sanat alanındaki derin boşluk doldurulsun.

     

    Sol, etten duvar ördü

     

    Doldurulamazsa ne olur? Yeni bir dünyanın (belki de medeniyetin) sancıları yarım kalmış olur. Üstelik şu gerçek de değişmez: Kültür-sanat alanında "sol"un ördüğü etten duvar bir zaman sonra fanatik bir baskıya dönüşebilir. Kültür-sanattaki arz-talep dengesinin oluşmamasının bir sebebi de zaten bu geçitsiz ve ideolojik kuşatmadır. Bir "sağcı", tiyatro yazsa ne olacak? Bunun şehir tiyatrolarında (üstelik bunlar "sağcı belediyelere" bağlı olmasına rağmen) oynanma şansı var mı? Sıfır! Yok.

     

    Ya da Devlet Tiyatroları ilkel "solculuk" ve ideolojik şartlanmışlıktan sıyrılıp da "Gelin bu oyunu sahneye koyalım." mı diyecek? Bu malum akıbet de sağdaki üretkenliği dumura uğratıyor. Ancak faturayı tamamen oraya kesmek hata olur.

     

    Çünkü toplumun arzusu ve teşviki, sanat ürününün kalitesi ve çizgisi yeterince güçlü olduğunda, bunun önüne geçecek hiçbir bariyer uzun süre bu kuvvetli tazyike direnemez. Dirense bile o güçlü akım kendine yeni bir mecra bulur ki o mecranın çağıltısı "İstanbul Dükalığı"nı sarsacak kadar derindir.

     

    Muhafazakâr kesimin tarihî perspektiften hareketle "şiir, sanat, edebiyat, musiki vs." medeniyetin son halkasıdır tarzındaki teselli arayışı bu çağ için yeterince açıklayıcı ve ikna edici olmayabilir. Zira geçmiş dönemlerde ibda ile inşa arasında yüzlerce yılın geçmesi gerekebiliyordu. Oysa bugün "tekarüb-i zaman" yaşanmaktadır. Bu pencereden bakıldığında geç bile kalınmıştır. Bugün başlayacak bir gayretin bereketli meyve vermesi bile zamana bağlıdır. Her şey bitmiş sayılmaz. Yeter ki derin boşluğu önce hissedelim. Gerisi kolay...


  10. Nasreddin Hocaya sormuşlar: Kimsin?

    Hiç demiş Hoca, hiç kimseyim.

    Dudak büküp önemsemediklerini görünce, sormuş: Sen kimsin?

    Mutasarrıf demiş adam kabara kabara.

    Sonra ne olacaksın? diye sormuş Nasreddin Hoca.

    Herhalde vali olurum diye cevaplamış adam...

    Daha sonra?.. diye üstelemiş Hoca.

    Vezir demiş adam.

    Daha daha sonra ne olacaksın?

    Bir ihtimal sadrazam olabilirim.

    Peki ondan sonra?

    Artık makam kalmadığı için adam boynunu büküp son makamını söylemiş: Hiç.

    Daha niye kabarıyorsun be adam, ben şimdiden, senin yıllar sonra gelebileceğin makamdayım: hiçlik makamıında!

    Hiçlik makamı aslında varlık makamıdır. Ama onun takdiri sadece Cenab-ı Hakka aittir. Zaten de bu yüzden kıymetlidir.

    Hiç olmak, bilin ki, zaman zaman biri olmaktan daha iyidir. Çünkü hiç kimse olmak herkes olmak demeye de gelir.

    İsterse insan, herkes, yahut hiç kimse olabilir. Her şey, ya da hiç bir şey! arasında gel-git yapabilir!

    Zaten benliğin ne önemi var?..

    Ne kadar kendi kimliğimizin ve benliğimizin üstüne titrersek titreyelim, genelde insanlar bir birine benzerler.

    Aynı zaaflar, aynı beklentiler, aynı ihtiraslar, iştiyaklar, inatlar, baskılar, dalkavukluklar ve kimbilir daha neler neler?

    Çoğumuz dürüst değiliz: İçimizde çok sayıda insan var. Bir insanımız (tarafımız) doğru, bir insanımız yanlış; bir insanımız sevap, bir insanımız günah; bir insanımız cesur, bir insanımız korkak; bir insanımız atılgan, bir insanımız ürkek; bir insanımız güçlü, bir insanımız zayıf; bir insanımız bonkör, bir insanımız nankör. Yerine göre demokrat, yerine göre diktatör...

    Çoğumuz dünyaya karşı zayıfız: Yiyebileceğimizden, giyebileceğimizden daha fazlasını isteriz. Daha iyi yemekler yemek, daha gösterişli elbiseler giymek, daha görkemli evlerde oturmak, daha lüks otomobillere binmek...

    Sonuçta hemen hepimiz korkarız: Ama korkularımıza ne kadar teslim olmazsak, o kadar insansınız.

    Hepimiz hayattan bir şeyler bekleriz: Daha iyi yemekler yemek, daha iyi evlerde oturmak, daha iyi otomobillere binmek, daha çok başarmak, daha çok kazanmak, daha çok harcamak...

    Pek itiraf etmeyiz, ama çoğumuz şöhret+servet= kudret formülünü hayatımızın en üstün değeri olarak görürüz. Bu uğurda kimimiz kişiliğimizi, kimimiz kimliğimizi, hatta bazılarımız namus ve haysiyetimizi ayaklar altına alırız.

    İnsanın bu yönü bilginleri hep düşündürmüştür. Bazıları yaşama güdüsü deyip normal bulmuş, ama bazıları insanlıktan çıkış addedip dünyevi beklentileri aşmayı gerçek insanlığa ulaşmanın şartı saymıştır.

    Bunlara göre gerçek insan, dünyayı aşıp dünyadan taşan insandır.

    Gerçek anlamda tüm dünyada kaç insan kaldığı sorusu da, tabii sorulmaya değer.

    Dünyada kaç gerçek insan kaldığını size söyleyemem, fakat her insanın dünya gerçeklerinden biri olduğunu rahat rahat söyleyebilirim.

    Zaten dünya gerçeği nedir ki?..

    Gerçek, herkese göre değişir. Herkes kendi gerçeğini yaşar: Biraz masal, biraz rüya, biraz hayal, biraz kuruntu...

    Herkesin hayalleri, rüyaları, hülyaları, masalları var...

    Bazen kral olursunuz, bazen hamal. Zaman zaman dünyaca ünlü bir sanatçı, zaman zaman her sözü dinlenen bir filozof, ya da kimsenin ciddiye almadığı silik biri...

    Bazen ruh, bazen melek, bazen sıradan biri: Herkes...

    İnsan istikrarsızdır: Diktatörlükten sıkılınca demokrat takılır, zenginlikten bıktı mı, yoksullukta neşe arar...

    Bazen her şeydir insan, bazen hiç bir şey.

    Bazen herkestir, bazen hiç kimse.

    Gerçek, herkese göre değişir. İnsan tek tek kendi gerçeğini yaşar: Biraz masal, biraz rüya, biraz hayal...

    Çok şükür, benim de hayallerim, rüyalarım, hülyalarım, masallarım var...

    Bazen kendi dünyama kral olurum, bazen çobanlaşır koyun güderim. Zaman zaman dünyaca ünlü bir sanatçı, zaman zaman ciddiye alınmayan bir filozof...

    Bazen her şey, bazen hiç bir şey.

    Her zaman hiç kimse...

    Dünyayı fazla ciddiye aldığımızı fark ettiğimden beri böyle oldum.


  11. İstanbulun değişik semtlerinde, camilerin duvarlarındaki panolardan fark ettim aile irşad bürolarını... Seminerler halinde düzenlenen programlarda aile içi iletişimden tüketici haklarına kadar bir dizi hayati konu...

    Uzmanlar eşliğinde halka açık toplantılar halinde önemli bir işe başlamış Diyanet... Uzun yıllar boyu, sadece ahirete dair ve ölümle ilgili olarak görülen mabetlerin, aslında hayatın atan kalbine denk canlı bir ritme sahip olduğu gerçeğine gözlerimizi yumduk. Ölümler ve mezarlıklardan ibaret bir din algısı, mabetlerimizi hayatın içinden çıkarmıştı neredeyse...

     

    Halbuki Kuran Hayat Kitabı ve Resulullah (sav) Beşerdi... Biz katı bir diyalektikle, ayırdığımız hayat/ölüm sarkacında sınırlarımızı hep ölüme karşı güçlendirmeyi seçtik. Manevi, moral değerler, bir tür uyuşukluk bir tür geri kalmışlık hissiyatıyla dışlandılar... Başarıya fikse olmuş güncel hayatın içinde her şey bir yarışmaya, her şey sadece güçü olanın ayakta kaldığı bir arena müsabakasına dönüştü... Şimdiyse kanayan, sızlayan modern halimize bakarak, yeni bir çıkış yolu arıyoruz...

     

    Aile ve evlilik denildiğinde herkes kendi durduğu yerden, tanıklıkları ve gözlemleri üzerinden çözümler üretmeye çalışıyor şüphesiz. Her şeyi, sonuna kadar mükemmel şekilde yaşamak dürtüsü sadece materyalistlere has bir çılgınlık değil. Biz muhafazakar ya da mütedeyyin kesimde de var aynı mükemmelcilik.

     

    İkisi asla bir araya gelmezmiş gibi duran aşk ve evlilik bahsinde de öyle... Mesela Murat Belge geçtiğimiz hafta yapılan anayasa değişikliği tartışmalarına, kendi evlilikleri üzerinden bir örnekle açılım getirdi. Aynı kadınla uzun süreli evli kalmak bile bu kadar zor hatta imkansızken, aynı anayasa ile ne kadar gidebilir mealinde cümlelerdi bunlar...

     

    Esprili ama bir o kadar da tedirgin edici, gerçekliği olan, çarpıcı bir benzetmeydi Belgeninki... Tam karşı mahalleden Yavuz Bahadıroğlu Üstadın evlilik ve aile konusundaki pozitif hararetle devam eden yazılarını da takip ediyorsunuz. Bahadıroğlu, Belgenin aksine aşk evliliklerinden yana...

     

    Benim durduğum yerse, daha netameli bir alan. Hukuk, yolunda işleyen şeylerle uğraşmaz çünkü, benim dinlediğim ve masama gelen hayat öykülerindeyse; ne Belgenin aşırı gerçekçi ve süper egoya has mükemmeli ne de Bahadıroğlunun aşk vurgulu romantik mükemmeli var... Ortada, ayakta durmaya çalışan, kırık ama çare arayıcı kişilerin dolandığı bir alacakaranlık kuşağı...

     

    Bir mesele Diyanetin ve müftülüğün gündemine girebilmişse, had safhada imdat çığlığı duyuluyor demektir. Bu yüzden müftülüklere bağlı olarak kurulan Aile İrşad Bürolarını çok önemsiyorum. Benim İslâmi kimliğim gereği durduğum yer, şüphesiz ki aileci bakış açısına dayalıdır.

     

    Bu ilkesel olarak böyledir böyle olmasına da... Her an sokakta kurulmuş bir masada çalıştığım içindir belki, işlerin maneviyata önem veren kesimlerde de iyi gitmediğini bilecek bir pozisyondayım... Sevgili yol arkadaşım Cemil Tokpınar da affetsin, Ömür Boyu Aşk mevzu bir dua olabilir belki ama bunu bu kadar büyütmeye de gerek yok. Aşk olmasa da sürebilmeli evlilikler. Veya tam tersi aşk olduğu halde tarafları ve özellikle çocukları çeşitli travmalara sevk edebiliyorsa, aşka rağmen devam etmeyebilir aynı evlilik...

     

    Evlilik dendiğinde, devam etmesi için en önemli sebeplerden birisi olarak çocukları görüyorum. Çünkü bir çocuğun yetişebileceği, yaşayabileceği en sağlıklı yer ailedir. Bu yüzden çiftler, karşılıklı aşkı yitirmiş olsalar da ve özellikle şiddet yoksa, o evlilik, çocukların büyüyüp yetişmesi için de olsa, asgari şartlarda devam edebilir diye düşünüyorum.

     

    Yavuz Bahadıroğlunun evli çiftlere verdiği nasihatleri elbette ben de okuyorum. Hatta geçenlerde evlilikte aşk konusunda okuyucularına sunduğu testi ben de uyguladım... Ama belki kuşak farkıdır veya cinsiyet farkı, bilemem sebebini...

     

    Evlilikte aşk konusunun abartıldığını düşünüyorum. Yani çiftlerin birbirleriyle arkadaş olması, hayatın zorluklarına karşı dayanışması, birbirlerine şefkati... Niçin her Allahın günü birbirlerine seni seviyorum demeleri ya da birbirlerine tutkuyla dokunma isteklerinden daha az değerli olsun? Al Yazmalım Selvi Boylumdaki soru müthiştir mesela, emek aşktan daha az değerli değildir... Kadınların çoğu bu yüzden içten içe Kadir İnanırı tutsa da hikayenin sonunda götürüp oylarını Ahmet Mekinden yana kullanır, yani emekten, gayretten, sabırdan yana...

     

    Aşk, hepimizin saygı duyduğu, pırıltısından gözlerimizin kamaştığı, bahsi geçtiğinde akan sularımızın durduğu muhteşem bir kavramdır elbette... Ama evliliklerimizin her anına eşlik edecek bir mükemmellik kıstası da olmasa gerek... Kardeşinizi niçin seversiniz, çocuğunuza çok kızsanız bile niçin seversiniz, anne babanız, arkadaşlarınız...

     

    Çok mükemmel oldukları için mi sevilirler? Hayır... Severiz onları. Hatalarına eksikliklerine rağmen severiz...

    Evliliklerdeki aşk vurgusu, gençler üzerinde derin bir beklentiye sebep veriyor. Bir sihirli değnek bekleniyor evlilik sonrasında. Çabuk yoruluyorlar, çabuk yoruluyoruz evliliklerden. Aşkı bulamamak canımızı sıkıyor, niçin Bahadıroğlu gibi niçin Tokpınar gibi değiliz diye soruyor kadınlar erkekler...

     

    Elbette nikahta keramet vardır, böyle söylemiş bizden önceki tecrübeli çınarlar... Ama kerameti biraz da kendimizde aramak gerekmiyor mu? Bahadıroğlunun gayreti de bu yüzdendir sanırım, aşkı çiftlere has bir tutku olmaktan çıkarıp, hayata bakış açısı haline getirmek... Ama nasıl?

     

    Müftülüklerin Aile İrşad Bürolarını hem çok önemsedim hem de meselenin gelip dayandığı ciddi boyut konusunda bir kez daha sarsıldım...


  12. Ne oluyor beyler?

    Yani ben, doya doya, İsrailden nefret etme hürriyetimi kullanamayacak mıyım?

    Hakkıma müdahale olduğunda isyanımı sergilemeyecek miyim?

    Anti semitist diye bir baskı aracı uydurmuşlar, herkes kayıtsız-şartsız, İsrail ne halt ederse etsin eleştirmeyecek mi?

    O sınırlamalardan ben kendimi muaf addediyorum.

    Salkım salkım misket bombalarıyla yaş ve cinsiyet farkı gözetmeden, herkesin yani Filistinli Müslümanların üzerine ateş yağdıracaklar, biz antisemitist gözükmeyelim enayiliği ile başımıza kebeyi çekip kendimizi araziye uyduracağız öyle mi?

    Avucunuzu yalarsınız..

    Evet İsrailden fazla İsrailci şahsiyetsizler bilhassa medyamızda, siyasi mahfillerimizde fink atıyorlar.. Amma bizde yaygara koparmayan namuslular, namus fukaralarından daha çoktur..

    O, sağa sola sataşsın, başka ülkelerin topraklarını işgal eylesin, insanlarını esir alıp hapse atsın, kafası estiğinde ambargo silahını kullansın, binlerce bigünah sivil insanı katletsin, amma biz, aman antisemitist sayılırız korkusuyla susalım mı?

    Yoo, geçti o enayilikler..

    Yahudi düşmanlığı bence de hatalıdır.. Bir ırka, bir dine topyekün isnatlarda bulunmak, düşmanlık yapmak yanlıştır..

    Göz göre göre edepsizliklerini ufkumuza geren İsrail yöneticileri şunu bilsinler ki antisemitist damgası yemekten korkacak pek kimse kalmadı..

    İsrail muhiblerinin takacakları yafta, hiçbir inançlı insanı engellemeye yetmez..

    Ben antisemitist olmak istersem, ya da beni bu kanaata zorlarlarsa, önümde kim durabilir?

    İsrail ne kadar İslam düşmanı ise, ben de o kadar antisemitistim.

    Filistini kan gölüne çevir, Suriyenin Golan Tepelerini, sularını işgal eyle, Lübnana her sene savaş aç.. Olmadı, binlerce kilometre uzaktaki İranı vuracağından söz et, amma ben İsraili sevmemek hürriyetinden vazgeçeyim öyle mi?

    Olmaz!..

    Bakın şu had bilmezliğe..

    Goldstone raporu oylandığında İsrail safında yer almayan ülkeleri bile tehdide yelteniyorlar.. Aleyhte oy veren Rusya, Çin ve Hindistana alenen tehditte bulunuyor yaramaz kedi..

    Adamlar savaş suçu işlediklerini inkar ettikleri gibi, karşı taraf mensuplarını tamamen düşman ilan ediyorlar..

    Ve Türkiye baş düşmanları şimdi..

    Turist göndermeyeceklermiş.. Göndermesinler..

    Türk kahvesini yasaklayacaklarmış.. Yasaklasınlar..

    Birleşmiş Milletlerde Türkiye lehinde lobi yapmayacaklarmış..

    Oh ne güzel olur..

    Atatürkü mezarında ters dönderme edepsizliği yapacaklar, amma ben susacağım.. Hayır.. Ne derlerse desinler, nefret ediyorum İsrail yöneticilerinden.. Anlaşıldı mı?

    YENİ BİR MÜZİK IŞIĞI

    ZİYA UĞUR genç bir müzisyen.. Edebli, ahlaklı, inançlı bir genç..

    Bana gönderdiği CDde 10 şiirin bestesi var..

    Sözkonusu 10 bestenin vücut bulduğu mekan, geçen Ramazan ayında kutsal topraklara yaptığı UMRE ziyaretinde şekillenmiş..

    Yağmurunu Mekke-Medinede almış YENİDEN DÜŞELİM YOLLARA isimli Ziya Uğurun çalışması..

    10 eserden 5 tanesinin söz ve müziği Ziya Uğura ait, geriye kalan 5 eserin yazarı tanınmış isimler..

    Bilirsiniz, ben bu köşede müzikten, şiirden, besteden çok söz etmezdim.. Bu sefer tavrımı değiştirdim..

    Bir şiirin başlığından:

    Bad-ı saba İstanbula varırsan/İşte Cezayirli geldi deyesin/Arz-a çıkıp Padişahı görürsen/Kafir gemilerin aldı deyesin../

    Kimi merhum oldu gaza yolunda/Kimi Hakka teslim oldu deyesin..

    ====================

    Cennete denk yurt bizdedir sultanım

    Salkım salkım dert bizdedir sultanım

    Sütü bozuk namertleri saymazsak

    Yiğit bizde, mert bizdedir sultanım.


  13. "Ben" dediğiniz şey nedir?

    Minnet kelimesi, Allah'a ve insanlara nispet edilmesine göre farklı mânâlara gelmektedir. Allah'a nispet edildiğinde; O'nun bütün varlıklara olan nâmütenâhî lütuf ve nimetleri, ikram ve ihsanları şeklinde anlaşılmıştır. İnsanlara nispet edildiğinde ise "minnet" kelimesinin bir menfî bir de müspet anlamı söz konusudur.

     

    Menfî anlamda minnet; bir kimsenin yaptığı iyiliği başa kakması, sayıp dökmesi, iyilikte bulunduğu kimseden karşılık beklemesi... gibi olumsuz tavır ve davranışları ihtiva eder. Müspet mânâda ise Cenâb-ı Hakk'ın sonsuz nimet ve lütufları karşısında insanların O'na olan hamd ü senâ ve şükran duygularını ifade için kullanılır.

     

    Kelimenin bu farklı mânâlarıyla alâkalı Hücurât Sûresi'ndeki şu âyet-i kerimeyi hatırlayabiliriz. Söz konusu ayette Cenâb-ı Hak şöyle buyuruyor:

     

    - İslâm'a girmelerini sana minnet ediyorlar. Onlara de ki: Müslümanlığınızı bana minnet etmeyin. Eğer gerçekten iman etmiş, iman şuuruna ermiş iseniz bilmelisiniz ki, sizi iman yoluna sevk ettiğinden dolayı, asıl Allah size minnet eder!" (Hücurât Sûresi, 49/17). Öncelikle ifade etmeliyim ki her mü'min bu ayet-i kerimeyi sürekli boynuna asılı duran bir ferman-ı İlâhî gibi düşünmeli ve Hak karşısındaki konum ve duruşunu ayarlamak için sık sık ona bakmalıdır. Çünkü O Allah'tır (celle celâlühü). Her şeyin mutlak ve yegâne malikidir. Dolayısıyla minnet O'na aittir ve O'nun hakkıdır. Bu ayetle Allah (celle celâlühü) sanki bize şu hususları hatırlatmaktadır: "Ben sizi yoktan var etmedim mi? Varlığınız Benim vücudumun gölgesinin gölgesi değil mi? Size verilen izafî sıfatlar vahid-i kıyasî olarak Benim varlığımı ve sıfatlarımı göstermek için size verilmiş değil mi? Ben size imanı lütfetmedim mi? Biliyorsunuz ki eğer iman meşalesini içinizde yakmasaydım, ne âfâkî ne de enfüsî tefekkürünüz onu size kazandıramazdı! Ben sizi İslâm'ın yaşandığı bir ortamda yaratmadım mı? Sizi mütedeyyin bir ailenin vesayetinde dünyaya getirmedim mi! Din-i Mübîn-i İslâm'a hizmet yoluna sizi sevk etmedim mi?"

     

    Evet, bütün bunlar bize sorulabilir. Zira bir âyet-i kerimede, "Tutun onları, çünkü onlar sigaya çekilecekler." (Saffat Sûresi, 37/24) denilirken, başka bir ayette; "Sonra o gün bütün nimetlerden hesaba çekileceksiniz." (Tekasür Sûresi, 102/8) buyuruluyor. Yani hayat, iman, İslâm, içinde neş'et ettiğimiz ortam... vs. maddî-mânevî bütün lütuf ve nimetlerden sorguya çekileceğimiz bize bildiriliyor. İşte üzerimizde nâmütenâhî nimetleri bulunduğundan dolayı Zât-ı Ulûhiyet'in bize karşı minneti vardır ve elbette ki bu minnet O'nun hakkıdır. Değişik vesilelerle -biraz da espriye benzer bir mülâhazayla- ifade ettiğim gibi, Cenâb-ı Hak bize, "Bana ait şeyleri bir kenara koyun da kendi kimliğiniz adına Bana bir tekmil verin!" diyecek olsa, neyin geriye kalacağını hiç düşündünüz mü acaba? Nasıl "ben" diyeceksiniz orada? Her şey Allah'tan olduğuna göre "ben" dediğiniz şey nedir? İşte bütün bunları teemmül edip Cenâb-ı Hakk'ın üzerimizdeki sayısız lütuf ve ihsanlarını görünce, O'na karşı hamd ü senâ hisleriyle dolup "Minnet ve şükran O'nadır." diyoruz. Bu, minnetin olumlu mânâsıdır.

     

    Sadaka sadakatin ifadesidir

     

    Kelimenin olumsuz mânâsına gelince konunun başında da geçtiği üzere, gerek açık bir şekilde, gerekse ima ve işaret yoluyla kapalı bir biçimde, yapılan iyilikleri ifade etme, sayıp dökme, başa kakma ve böylece iyilik yapılan kimseyi manen ezme, ona eza ve cefada bulunma demektir. Bu mânâyla alakalı da Kur'ân-ı Kerim'deki şu ayet-i kerimeyi hatırlayabiliriz: "Ey iman edenler! Sadakat nişanesi olan sadakalarınızı -zekât da buna dâhildir- insanların başına kakmak suretiyle o işi yapmamış gibi bir duruma düşmekten sakının." (Bakara Sûresi, 2/264) Sadaka, sizin Allah'a karşı sadık birer bende olduğunuzun ifadesidir. Çünkü mal, canın yongasıdır. Siz sadaka vermek suretiyle âdeta kendi canınızı yontuyor; yontup yongalar meydana getiriyor ve onları veriyorsunuz. Çalışıp kazandığınız, elde etmek için alın teri döktüğünüz o şeyleri verirken sanki canınızın yarısı sizden kopup gidiyor. İşte Kur'ân; "Böyle önemli bir ibadeti ifa ederken eziyet etmeyin, minnette bulunmayın!" diyor. Başa kakmanın neticesini de "Sadakalarınızı boşa çıkarmayın." ikazıyla bize gösteriyor.

     

    Açıkça görüldüğü üzere bu mânâdaki minnet yapılan iyiliği alıp götüren, zararlı, haram kılınmış memnu' bir minnettir. Çünkü "Kendilerine ihsan ettiğimiz nimetlerden hayır yolunda harcarlar." (Bakara Sûresi, 2/3) ayetiyle de ifade buyrulduğu gibi, esasen biz başka değil, Allah'ın bize verdiklerini veriyoruz. Buna göre biz sadece bir aracı, emanetçi, tevzi (dağıtım) memuru konumundayız. Allah'ın verdiği malın temizlenmesi, manen nemalanıp bereketlenmesi ve herhangi olumsuz bir tesire maruz kalmadan devam ve temadi etmesi için duruma göre bazen kırkta bir, bazen onda bir, bazen de beşte birini Allah yolunda harcıyoruz. Bu, o malın devam ve temadisinin garantisi olduğu gibi, bizim de Allah'a karşı sadakatimizin bir emaresi oluyor. Farklı bir ifade ile biz bu emri yerine getirmekle malın da mülkün de Allah'a ait olduğunu tasdik etmiş oluyoruz.

     

    Özetle:

     

    1 - Minnet kelimesi, bir anlamda Cenâb-ı Hakk'ın sonsuz nimet ve lütufları karşısında insanların O'na olan hamd ü senâ ve şükran duygularını ifade için kullanılır. Çünkü Zât-ı Ulûhiyet'in bize karşı minneti vardır ve bu minnet O'nun hakkıdır.

     

    2 - Cenâb-ı Hak bize, "Bana ait şeyleri bir kenara koyun da kendi kimliğiniz adına Bana bir tekmil verin!" diyecek olsa, neyin geriye kalacağını hiç düşündük mü acaba? Her şey Allah'tan olduğuna göre "ben" dediğimiz şey nedir?

     

    3 - Sadaka, sizin Allah'a karşı sadık birer bende olduğunuzun ifadesidir. Çünkü mal, canın yongasıdır. Siz sadaka vermek suretiyle âdeta kendi canınızı yontuyor; yontup yongalar meydana getiriyor ve onları veriyorsunuz.


  14. Dikkat!.. Televizyon çocuklarımızı uyuşturuyor...

    Artık neredeyse her evin bir odasında bulunan televizyonlar, 2 yaşın altındaki çocukların iletişim ve konsantrasyon yeteneklerini olumsuz yönde etkiliyor, beyin nöronlarını öldürüyor!

     

    Avustralya hükümetinin "televizyon izlemenin çocuk beyninin gelişimi üzerindeki olumsuz etkileri" konusunda toplumu bilinç-lendirmek amacıyla hazırladığı rehberler, dünya basınında yankı buldu. İngiliz The Guardian gazetesi, televizyonun ulusları uyuşturan bir cihaz olmasının yanı sıra, bebek bakıcısı ve çocuklar için öğretmen görevlerini üstlendiğini de yazdı.

     

    Çocukların dünyaya geldikleri ilk aylardan itibaren televizyonla iç içe olduklarını belirten gazete, Avustralya'da küçük çocukların televizyon karşısında diğer aktivitelere oranla çok daha fazla vakit geçirdiğini vurguladı. Buna göre ortalama dört aylık bir çocuk, günde 44 dakika televizyona bakıyor. ABD'de iki yaş altı çocuklara bakıldığında bu rakam günde 1.2 saate çıkıyor. İngiltere'de ise daha büyük çocukların gün içerisinde televizyon ve bilgisayar oyunlarının karşısında geçirdiği zaman 5 saati buluyor. Avustralya hükümetinin rehberine göre bu durum çocukların iletişim yeteneğine ciddi boyutta zarar veriyor.

     

    Avustralya hükümetinin ebeveynlere tavsiyesi, Amerikalı uzmanlardan da destek gördü. Amerikan Pediatri Akademisi, 2 yaş altı çocukların ekran karşısına geçmesine izin verilmemesi gerektiğini belirtti. Seattle Çocuk Araştırmaları Enstitüsü'nden Dr. Dimitri Editistakis, zamanını DVD izleyerek geçiren 8-16 aylık çocukların, izlemeyenlere oranlara saat başına altı ila sekiz kelime daha az öğrendiklerini vurguladı. Medya ve Çocuk Sağlığı Merkezi'nden Marie Evans Schmidt ise oyun sırasında arka planda televizyonun açık olmasının bile çocuğun odaklanmasını olumsuz yönde etkilediğinin altını çizdi. İngilizler ise çocukların televizyon izleme süresine dair herhangi bir kısıtlama bulunmuyor. Aksine, televizyonun 0-5 yaş arası çocukların öğreniminin bir parçası olması gerektiğini savunuyor. Çocuk-televizyon ilişkisi konusunda en katı olan ülke ise Fransa. Fransa'da televizyon kanallarının hedef kitlesi üç yaş altı çocuklar olan programları yayımlaması yasak. Ülkede kablolu kanallara, uyarı ibaresi yayımlama şartı getirildi: "Televizyon izlemek, üç yaş altı çocukların beyin gelişimini yavaşlatabilir."

     

    Çocuk gelişimi uzmanlarına göre, çocukların zihinsel gelişimini olumlu yönde etkileyen üç unsur bulunuyor: Ebeveynler veya bakıcılarla yüz yüze etkileşim, iletişim kurmayı öğrenme ve fiziksel dünyayı manipüle edebilme, yaratıcı problem çözme oyunları. Elektronik ekranlar ise çocuklara bu üç unsurdan hiçbirini sağlayamıyor. Daha agresif davranışlar gösteren ve dikkat dağınıklığı yaşayan çocukların korunabilmesi için, bu yaş grubu çocukları ekrandan uzak tutmak gerekiyor.

     

    Ne zararı var?

     

    Peki TV karşısında uzun zaman geçirmek çocukların zihinsel gelişimini nasıl etkiliyor? Avustralya hükümetinin rehberine, rehberin hazırlanmasına yardımcı olan Avustralya Deakin Üniversitesi Epidemiyoloji Profesörü Jo Salmon'a göre yanıt şöyle:

     

    KONUŞMA BECERİSİ: 2 yaş altı çocukların televizyon izlemesi, konuşma becerisini zedeliyor.

     

    İLETİŞİM: Ekran karşısında asosyalleşen çocukların iletişim kurma yeteneği zarar görürken, odaklanma süreleri de kısalıyor.

     

    KELİME DAĞARCIĞI: 6 ila 30 aylık çocukların TV izlemesi, kelime dağarcığını da daraltıyor.

     

    SİNAPTİK BAĞLANTI: Televizyon, beyin nöronlarını ve gürültüyü çeşitli sinyallerden ayırt etmeye yarayan sinaptik bağlantıları öldürüyor.

     

    Milliyet / The Guardian


  15. Kültür savaşlarından bahsedilen bir yüzyıldayız ve artık silahlar yerine kültürel değerlerinizle mücadele meydanına atılıyorsunuz.

    Bu savaşı kaybedecek olanlar, hayatın diğer alanlarında da kayıpta sayılacaklar. Savaşı kimler mi kaybedecekler? Söyleyelim: Öncelikle, kültürel birikimi ve geçmişi olmayan kişi/kurum/uluslar. Sonra birikimi ve geçmişi olduğu halde bundan haberdar olmayan kişi/kurum/uluslar. Türkiye'miz halihazırda bu ikinci kategoride yer almakta, maalesef kişi ve kurumlarının pek çoğu da, sahip olunan kültürel değerler ve medeniyet birikiminden bihaber ve bigane yaşamaktalar. Bu biganelik sürdükçe el'an azınlıkta olan bir bakış açısı ülke nüfusunun çoğunluğunu küçümsemeyi, aşağılamayı, onları gelişmemişlikle suçlamayı sürdürecek ve bu çatışma noktası başka alanlara da sirayet ettirilecektir.

     

    Marx "Sanat paradır" der. Osmanlı bunu "sanat saltanattır" biçiminde ifadelendirip sanat ile parayı; sanatçı ile sermayedarı buluşturma yoluna gitmişti. Buna eskiler himaye derlerdi. Avrupa'da Rönesans sonrası bütün güzel sanat alanları bu himaye sistemiyle gelişti ve Avrupa devletlerinin kültürel gelişim tarihi hep buna paralel yürüdü. Bugün Batılı ülkelerin kültür ve sanat yönünden Doğulu milletlere üstün çıkmasının sebeplerinden başlıcası, bu sistemde devamlılığın (sponsorluk) sağlanıyor olmasıdır. Atalarımız bir zamanlar bunu "marifet-iltifat" ikilemiyle yaygınlaştırmıştı. Yani marifet iltifata tabi idi ve müşterisiz meta zayi kabul olunurdu. Evinde yoğurdu olduğu halde sokaktan geçen yoğurtçunun ticareti yürüsün diye yoğurt satın alan ev hanımının zarafeti ile, günlük ihtiyacından fazla parası olan bir beyefendinin parası oranında bir sanat eseri satın alarak o sanatın yaşamasına katkı sağlaması, aynı ince anlayışın eseri idi. Bir zamanlar bedii düşünceler ve zarif uygulamalarıyla kültür ve sanatı kemale erdirmiş nesillerin torunları olan bizler, maalesef kabalıklarından sıyrılamayan, zevk-i selimin ne olduğunu bilmeyen, zengin olmayı adam olmak zanneden bir hayatı benimsedik.

     

    Türkiye'mizde bazı mahalleler birtakım plaza semtleri tarafından, pantolonunun dizinde namaz izi olanlar, frak ve smokin giyenler tarafından köylülükle, az gelişmişlikle, zevk yoksunluğuyla suçlanır ve hep horlanırlar. Hakikat midir? Asla. Hakikat payı var mıdır? Mutlaka! Bir bakalım; dürüstlük, erdemlilik, insaniyet, yardımseverlik vb. toplumsal tavırlar hâlâ o köylü zannedilen kitlenin yüksek seciyesinde demetlenmiştir. Göbeğini kaşısa, kaba ve nasırlı olsa da, onun eli vermeye diğerlerinden daha alışkındır. Operaya gitmese, bienaller dolaşmasa da, o zevk yoksunu denilen adam hak hukuk bilir, vicdanıyla barışıktır. Barışık olmadığı alan ise kültür ve sanat konularıdır. Oysa vermeye alışkın ellerin parmakları sanata aşina olsa az şey midir? Bienal ve kokteyllerde kendilerini yabancı hissedenler birazcık zevk sahibi olsalar kötü müdür?

     

    Hele bir bakınız!.. Bazı vatandaşlar kara budun halkı itham etmek için kültürel alanda veryansın bir pervasızlık göstermiyorlar mı? Şu anda AK Parti hükümetinin yumuşak karnı burası değil mi? Hükümet olsun, AK Partili belediyeler olsun, sanatsal etkinliklerinde kendi kimliklerini temsil konumundan uzakta değiller midir? Buna rağmen o çevrelere yaranabildikleri söylenebilir mi? Sebep basit! Geldiği gelenek tamam yüz elli yıldır kültür ve sanatı bir kenara bırakmış vaziyette. Bu yüzden hükümetin kültür sanat vizyonu sol gelenekten bir sayın bakana teslim edilmiş durumdadır. Neden mi? Cevap basittir; bu ülkede muhafazakarlar zengin de, patron da, bilim adamı da oldular, iktidar bile oldular, ama bütün bunlar olurken kültürlerini ıskaladılar, (az sayıda ama yüksek kalitedeki yazar, şair ve sanatçıları tenzih ederim) sanatçı olamadılar. Onlar da haklıydılar; daha yakın zamana kadar başlarını doğrultup ayakta durma mücadelesi vermekle meşgul idiler. Yıllardır yaklaştırılmadıkları semtlerde işlerin nasıl yürüdüğünü öğrenmekle meşgul idiler. Üstelik de ne bir yol gösterenleri, ne de ellerinden tutanları vardı. Ama atılım sonuç verdi; bir iç dinamik, bir azim kapladı içlerini ve büyük adamlar olup büyük büyük mevkilere geldiler. Yavaş yavaş devleti ve kurumlarını tanıdılar. Çok geçmedi, güvenin sahibi oldular. Bunu güç sahibi olmak izledi. Velhasıl çok şey oldular ve elbette çok oldular. Yazık ki bu arada kültürel anlamda kendileri olmayı unuttular. Bu yüzden bu toprakların öz kültürünü devşirecek yaklaşımlardan uzakta kaldık. Zengin giyindik ama zarafet gösteremedik, pahalı evlerde oturduk ama zevksiz döşedik. Gönüllerimizde oluşan açlıkları tiyatroya giderek, galeri gezerek, sanat eseri üreterek değil de ailecek alışveriş merkezlerinde eğleşerek gidermeye çalıştık. Amerikan filmleri seyredip hamburger yiyerek gidermeye çalıştık. Aile ortamında bu ay hangi sanatsal etkinliklerin gündemde olduğu da, hangi kitabın okunması gerektiği de asla sohbet veya tartışma konusu olmadı. Vah ki kendimizi yeniden inşa edesiye kadar da olmayacak!..


  16. Uzaklarda yaşadım yıllarca kederi,

    Son kez bakışım hiçbir şeyi değiştirmedi.

    Gözlerimden görünürdü gönlümün kaderi,

    Bir şeyler olsa da sessizce gittim.

     

    Uzaklardan duyamazsın kestim sesimi,

    Gittim, tamamlamıştım bu sevgiyi.

    Bir damla artık kâfi değil, onca yılın kederi,

    Yürekten gittim, gözlerden kayboldum, gittim bir deli gibi...

     

     

    Elinize sağlık kalemprensi,ekleme yaptım affınıza mağruren.


  17. Japonyalı Prof. Dr. Yoshiaki Sasaki, ülkemizin önemini belirtip İstanbul'umuzu değerlendirirken şunları söyledi:

    "Devletler arası görüşmeler yapılırken İstanbul tercih edilmeli. Heyetler mutlaka İstanbul'a getirilmeli ve İstanbul'un tarihî mânevî atmosferinde meselelerin görüşülmesi gerçekleşmeli... Ayrıca Türkiye'nin devlet olarak bir konumu var. Hiçbir çıkar beklentisi olmadan arabuluculuk yapıyor. Dünya bunun farkında. Türkiye'ye Hillary Clinton geldi, arkadan Obama geldi. Sarkozy, Türkiye'yi taklit ediyor. Türkiye bu konumunun hakkını vermeli. İran da Avrupa Birliği'ne girmek istiyor. İster istemez Türkiye ile görüşmek zorunda... Çünkü herkesin güvenini kazandı. Onun için bir zamanlar Türkiye'ye yukarıdan kibirli bakanlar şimdi kendileri Türkiye'ye geliyor. Ülkeniz Allah'ın lütfu ile meselelerin merkezine oturdu. Son senelerde bilhassa 2003 Ocak'tan itibaren yükselmeye başladı, bir anda çok önemli bir ülke hâline geldive etrafındaki eski ülkeler Türkiye'ye muhtaç duruma geldi. Mesela bu yeni dönemde Irak ile ABD arasında kriz ve gerginlik çıkınca bir anda altı ülke İstanbul'da buluştu. Bu gerginlikten önce mağrur bir hava ile Türkiye'ye bakanlar, o eski bakışlarını değiştirip güvenilir bir arabulucu olarak gördükleri Türkiye'ye geldiler. Mısır'ı Suudî Arabistan'ı, Suriye'yi, Ürdün'ü, Irak'ı, Türkiye mi davet etti? Yoksa onlar mı kendilerini davet ettirdiler? İnanıyorum ki, daha önceki dönemler Türkiye çağırsaydı gelmezlerdi. Ama şimdi kendilerini mecbur hissediyorlar. Evet 2009'da şahit olduklarımızın başlangıcı 2003 Ocak tarihi... Bu bir değişim başlangıcı... Dünya tarihi işte bu zamanda Türkiye lehine değişmeye başladı... Son İran ve İsrail krizi için yine Türkiye'nin arabulucu olması lâzım. Eğer ciddi bir krize dönüşürse, hem bu iki ülke hem de bu bölge çok zarar görür. Ama Türkiye sahip olduğu potansiyelle, beklentisizlik ve âdil arabuluculukla bunu yumuşakça atlatabilir. Ama bunun görüşmelerinin İstanbul'da yapılması lâzım. Tarihî ve manevî atmosferi ile tarafları sâkinleştirecektir. İstanbul'un bu hüviyetinden istifade etmek gerektir. Hatta bir düşüncemi de sizinle paylaşayım. Bana göre dünyadan ilk defa Türkiye'ye gelen yabancıların önce İstanbul'a gelmesi gerekiyor. Hiç olmazsa, İstanbul'u görmeden Türkiye'den ayrılmamaları icap ediyor. Neden mi? Çünkü, mesela Ankara, küçük bir kasaba halinde iken bu hale gelmiş. Onun için oraya bakıp Türkiye'yi küçümseseler "Burası kocaman bir kasaba!.." diyebilirler. Ama İstanbul öyle değil; tarihî ihtişamı ile geçmişteki gücünü ve adaletini anlatıyor. Tarihî geçmiş ve ihtişamlı güç onlara şok yaşatır! Geçmiş medeniyetlerin kalıntıları, muhteşem camiler yanında, kiliselerin, havraların varlığı ve her ırk ve dinden insanın asırlardır beraberce hayatını devam ettirmesi çok şey ifade ediyor. Bu potansiyelinizin farkına varmanız gerekiyor."

     

    Prof. Dr. Yoshiaki Sasaki Bey'in bu sözleri bana birkaç sene önce Milano'da Prof. Dr. Gabriel Mandel'in, "Nur Sûresi'nde bahsedilen 'ne şarkîdir, ne garbîdir' tabirinden ben Türkiye'yi anlıyorum. Çünkü Türkiye'de hem Doğu'dan hem Batı'dan alınmış güzellikler var!" sözünü hatırladım. Merhum allâme Elmalılı Hamdi Yazır da bununla ilgili olarak; "Yalnız öğleden önce güneş gören doğuda (bulunan zeytin) değil, yalnız öğleden sonra güneş gören batı tarafında da değil; hem doğuya, hem batıya bakan tepenin tam ortasında. Çünkü böyle yerde bulunan zeytinin yağı son derece saf ve güzel olur." (6. cilt, 28) diyor.

     

    Prof. Mandel anlayışı ile meseleye bakarsak, ülkemizin en güzel timsali de İstanbul'da parlamaktadır; maddî-manevî ve tarihî güzellikler eşsiz bir asâletle oradan gönüllere yansımaktadır.


  18. "UNUTURSUN " DEYİŞİNE

     

    unutmak, yıldızların ciğerine saplanan

    bir lâle yaprağına gömmektir sevgiliyi

    unutmak, bir kaktüsün küllerinde ansızın

    alevli bir tapınak eylemektir sevgiyi

    unutmak, semendere zehir sunmaktır, gülüm

    taş dolu yüreklerin lügatinde bulursun

    unutmak, sessizliğe yine kanmaktır, gülüm

    unutulursa şair, sen de unutulursun

     

    bir dağın bir kuyuya tohum ektiği yerde

    balığın yüzgecinden irin döktüğü yerde

    kralın, kölelerin emrinde yürüdüğü

    geminin bir köpükte okyanus aradığı

    ayın arzı terkedip gökte durduğu ânda

    serseri bir kurşunun ayı vurduğu ânda

    başını ellerinin arasına al ve dur

    işte o lahza gülüm, bu can seni unutur

     

    unutmak, bir saatin kırılan camlarında

    zamanı çürüterek öldürmektir sevgiyi

    unutmak, bayramlığı giydirilen çocuğun

    aldatılan göğsünde vurmaktır sevgiliyi

    unutmak, bir ülkenin tozlu kaldırımlarında

    taşlara boğdurmaktır yağız atlı yiğidi

    unutmak, susturmaktır yolların ayrımında

    şairlere can veren muhteşem bir ağıdı

    unutmak, koparmaktır çiçekleri dalından

    sisli bir yalnızlığın ekseninde bulursun

    unutmak, ayırmaktır arıları balından

    unutulursa şair, sen de unutulursun

    • Like 1

  19. Yalan olur bir gün yalan.

    Yaşadığın aşkın, sevdan.

    Yaradan'dır baki kalan.

    Hayat ne garip.

    Hayat çok garip!

     

    Bu şarkının nakaratı aklımda kalan.Bir ara rahmetli Cem Karaca ile Mahsun Kırmızıgül söylemişti,yanlış hatırlamıyorsam.

    Dilime nereden takıldı bilmem lakin, hayatın çok garip olduğu kesinlik kazanmış durumda artık gözümde.

    İnsan bir an da doğup büyüdüğü, yaşayıp, en ilk ve en son yaşadığı hikayelerini bir an da nasıl unuturmuş bu hafta öğrendim.Unutmuşluktan değil elbette ki, sadece olabileceği anlayışı,bakışıdır bu.Belki saçma gelecek okuyanlara bu satırlar .Mahalli adresim salı gününden itibaren, Okmeydanı- İstanbul iken, artık Esenyurt- istanbul oldu.Buralara gelmeden evvel kafamda bir dolu komplo teorileri geliştirmiş ve hayatımın sonu mudur nedir diyede düşünmemiş değildim hani.Kolay değildi benim için, çünkü 30 yıl aynı yerden milim ayrılmamıştım...Sanıyorum fazla abartmışım.

    Esenyurt biraz doğup büyüdüğüm yerlerden farklı olmasına rağmen, geride hatırladığım sadece arkadaş, eş, dostlardan ibaret.

    "Tebdil-i mekanda ferahlık vardır" denmesindeki sırrı şimdi daha iyi anlıyorum.Ferahlamış bir ruh haleti ile bu yazdıklarımı yazabiliyorsam, gerçekten de tebdil-i mekanda ferahlık varmış, bildim.

     

    Sabahları yeşilin kokusu ile uyanmak,bazı yurdum insanlarının,ellerinde sefer tasları ile yola düşüşlerini izlemek,at eğiticilerinin karşı yeşillikler de at peşinde koşturmaları,okul çocuklarının hep bir ağızdan "Türküm,doğruyum, çalışkanım" diye başlayıp İstiklal Marşı mızı okumalarını dinlemek, beni taa çocukluğuma,okul dönemime götürüyor.

    Ezan sesinin kulaklarıma artık araba seslerinden sıyrılıp tam bir saf hali ile "Buyurun felaha,buyurun namaza" diye Rab' bim'in bize, huzuruna çağırırken bile ne kadar nezaketle davet ettiğini anlamak,yeni insanlarla tanışıp, dünyada sadece kendi tek tip insanlarımızın yaşamadığını, başkalarının da var olduğunu bilmek vs...Yazsam sabah olur sanıyorum, bu bakış açısının dataylarını...

    Okmeyda'nın da en güzel günlerimi yaşadım, bu kabulümdür, lakin geriye dönüp baktığımda güzel hatıraların dışında,gerçek biraz şamar gibi olsa da yüzüme,sadece gürültüden ibaretmiş...

     

    Fakat umulur ki,bir şeyden hoşlanmazsınız ama o sizin için daha hayırlıdır.

    Ve olur ki,bir şeyi de seversiniz,halbu ki o sizin için bir şerdir.

    (sizin için hayırlı olanı)

    ALLAH BİLİR SİZ BİLEMEZSİNİZ...

     

    Bakara -216

×
×
  • Create New...