Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]

kurşunkalem

Editor
  • Content Count

    467
  • Joined

  • Last visited

  • Days Won

    4

Posts posted by kurşunkalem


  1. BİR okurum demiş ki:

     

    Siz köşe yazarları Başbakan Erdoğanı eleştiriyorsunuz... Bu normal... O da sizi eleştiriyor... Ama buna anormal diyorsunuz... Neden? Böyle olur mu? Nedir bu çifte standart?

     

    İşte cevabım...

     

    * * *

     

    Sevgili okurum...

     

    Ben bir garip köşe yazarıyım...

     

    Koruma ordum yok... Evimin önü polis noktalarıyla falan kuşatılmış değil... Söylediklerimi avuçlarını patlatırcasına alkışlayacak şöyle babalar gibi bir parti grubum yok... Bakanlarım yok... Genel müdürlerim yok... Daire başkanlarım yok... Valiler benim söylediklerimi hiç takmaz... Emrimde polis yok... Emrimde asker yok... Medya patronları benim iki dudağımdan çıkacak bir çift lafa bakmıyor... Kızdım mı birilerinin üzerine gönderebileceğim teftiş heyetlerim yok... Emrimde özel uçağım yok... Kimse bir işaretime bakmıyor... Her devrin adamları bana yalakalık etmek için sırada beklemiyor... Benim hoşuma gidecek manşetleri atan medyam yok... Kalemşorlarım yok...

     

    * * *

     

    Sevgilim okurum...

     

    Ben bir garip köşe yazarıyım...

     

    Korumasız falan gezip dolaşıyorum ortalıkta... En kıytırık şikayet mektupları gerekçesiyle haftanın en az üç gününü adına saray dedikleri Bakırköy Adliyesinde geçiririm... İnsanoğluyuz, korkmak tabii ki ayıp değil: Sokakta biri arkadan vuracak mı diye ödüm kopar... Bin türlü tezvirata maruz kalırım... İftira atarlar, kalleşlik yaparlar... Tehdit ederler... Her gün bir kıyı kasabasına yerleşip şu vahşi ortamdan kurtulmanın yollarını ararım... Ekmek parası için her gün atraksiyon yapmak zorunda kalırım... Yükselirim dibe çekmeye çalışırlar, dibe düşerim üstüme basarlar... Başbakan bana kaşlarını çattı mıydı, aynı anda bin odak kaşlarını çatar... Ona vururum, bu alınır... Buna vururum, o alınır... Cemaatim yok... Sırtımı dayadığım bir iktidar yok...

     

    * * *

     

    Senin anlayacağın sevgilim okurum...

     

    Benim ile Başbakan arasında Bir tane sen vur / Bir tane de o vursun şeklinde formüle edebilecek türden bir eşitlik ilişkisi yok...

     

    Öyleyse o kutsal cümleden hareket ederek sorarım sana:

     

    İktidar sahibinin önünde el pençe divan duranların memleketinde...

     

    Hiç muktedir olan ile gariban bir olur mu?

     

    Fehmi Koruya övgü

     

    KOMPLOYA yatkın bir zihni vardır falan ama yine de İslami camiadan çıkıp da racona uygun gazetecilik yapma gayretinde olan tek isim Fehmi Korudur...

    Mesleğin en temel özelliğinin bağımsızlık olduğunu bilir...

     

    Her şeye rağmen bağımsız duruşunu korumaya gayret eder...

     

    İncelikleri gözetir...

     

    Tabii ki Başbakanla arasının açık olmasını istemez ama bazen Başbakanla arasının açılacağını bilerek yazılar yazar...

     

    Cumhurbaşkanı arkadaşıdır... Ama nice anlı şanlı kalemlerin, Cumhurbaşkanı arkadaşları olduğunda yapacaklarından hiçbirini yapmaz...

     

    Takıntıları vardır... Takıldı mı takılır... Ama hangimizin yok ki...

     

    Her yerde olmak ister, biraz parayı sever... Ama hangimiz istemeyiz ki? Hangimiz sevmeyiz ki...

     

    Hasıl-ı kelam...

     

    Yine de Fehmi Abimiz, o tarafın en gazeteci gibi gazetecisidir...

     

    Kenan Evrenin adını silmek

     

    NASIL ki...

     

    Genelkurmay Başkanını açıktan eleştirmenin acayip risk taşıdığı dönemlerde titreyenlerin, Genelkurmay Başkanını açıktan eleştirmeyenin adamdan sayılmadığı günlerde ortaya çıkmalarını yiğitlik adına kınıyorsak...

     

    Aynı gerekçeyle...

     

    Bugünlerde Kenan Evrenin adını caddelerden, okullardan silmek için yarışa girenleri de kınamalıyız...

     

    Kenan Evrenin devr-i iktidarında adını sağa sola vermek için yarışanlar, şimdi de silmek için yarışıyorlar...

     

    Eğer bir şeyler yapacaksak...

     

    Ve bu efelenmeler bir anlam kazanacaksa...

     

    Önce Kenan Evrenin adını okullara ve caddelere verenleri teşhir edelim...

     

    Silme işi ardından gelsin...

     

    Olur mu?

     

    Trajediler

     

    BİR: Bir sabah şekerinin Kafkaesk dönüşümü... Bakınız: Şebnem Dönmezin bugün gazetelerde çıkacak olan fotoğrafları...

     

    İKİ: Meltem Cumbulun trajik hedef küçültmesi... Bakınız: Meltem Cumbul Hollywoodu değil ama Bollywoodu fethetti haberleri...

     

    ÜÇ: Milyonların önünde p.......nk diyen adamı eleştirenlere ceza kesilmesi... Bakınız: İbrahim Tatlısesi eleştiren Rahşan Gülşana verilen ceza...

     

    DÖRT: Özcan Denizin bir türlü iflah olamaması... Bakınız: Son dizisinin aldığı düşük reyting...

     

    BEŞ: Hikmet Çetinin artık CHPde abi olarak sayılmaması... Bakınız: CHP İstanbul İl Başkanı Gürsel Tekinin Hikmet Çetine Çek git CHPden demesi...


  2. Hristiyan bir ailenin çocuğu annesinden bisiklet ister

    -Çok yaramazsın İsa dan iste der anne

    Çocuk kalemi kağıdı alır yazar olmaz siler tekrar yazar olmaz yırtar atar

    Sonra kiliseye gider,annesi tövbe etti diye sevinir

    Çocuk sağına soluna bakar meryem ana biblosunu alır eve gelir ve başlar yazmaya

    "isa anan elimde bisikleti ister getir ister getirme :)


  3. Ey Türk gençliği; [şimdi sana böyle hitab etmemden yola çıkarak kendini, bu ülkenin bir tarağın dişleri gibi eşit, muteber, cici, sevimli gençlerinden birisiymiş gibi zannedip hemen iyimserliğe kapılma; bu hitâbeyi sonuna kadar oku!]

    Evet gençler, birinci vazifeniz Türk istiklalini, Cumhuriyet'i ilelebet muhafaza ve müdafaa etmektir [ama hemen durumdan vazife çıkarmayacaksınız; bir tarafta asıl, asîl ve bemmbeyaz Türk gençleri memleketi muhafaza ve müdafaa ederken sizler, siz meslek liselerinde okuyan çocuklar kahveleri doldurmaya, evinizde koca beklemeye, üçüncü sınıf işlerle haftada 20-30 lira harçlıkla çalışmaya devam edebilirsiniz; unutmayınız ki sizler askerde çavuş bile olabilmektesiniz ve kendi aranızda eşitsiniz; e, bu kadar eşitlik size çok bile; bkz. Danıştay'ımızın son kararı!]

     

    Bu temel senin en kıymetli hazinendir [kıymetini bil yani!]. İstikbâlde dahi seni bu hazineden mahrum etmek isteyecek [yani sınıf atlatmaya, daha iyi eğitim görmeye, daha nitelikli işlerde çalışmaya, kendini 1. sınıf vatandaş gibi hissettirmeye kalkışacak] dahili ve harici bedhahların olacaktır [ki bunlara kesinlikle inanma ve aldanma; onlar seni nâhak yere gaza getirip mutsuz eden karşı devrimcilerdir]. Bir gün İstiklâl ve Cumhuriyet'i müdafaa mecburiyetine düşersen [ki işte o günler geldi çattı çocuklar!] vazifeye atılmak için içinde bulunacağın vaziyetin imkân ve şerâitini düşünmeyeceksin [düşünmek zararlıdır çocuk; senin yerine biz zaten düşünürüz nasıl olsa!] Evet, bu imkân ve şerâit [Hüsst, "şeriat"la karıştırmayasınız ha!] çok nâmüsait bir mâhiyette tezâhür edebilir. İstiklâl ve Cumhuriyet'e kasdedecek düşmanlar [yani bu bilumum demokratlar, liberaller, muasır medeniyet seviyesi ile özdeşleşmek isteyen fâsıklar] bütün dünyada emsâli görülmemiş bir galibiyetin [yani tek başına seçim kazanmanın, seçim kazandık diye devlet kurumlarını yönetebileceğini zannedenlerin] mümessili olabilirler. Cebren ve hile ile [yani tamamen demokratik usullerle, gizli ve genel oy, açık tasnif ve mahkeme denetiminde yürütülen seçimlerle] aziz vatanın bütün kaleleri [kurumları] zaptedilmiş, bütün tersanelere girilmiş [bkz. Tuzla tersanelerindeki özel teşebbüs erbâbı], bütün orduları dağıtılmış [yani mübârek bürokrasi, üniversiteler, bir kısım medya, yargı, hatta bir kısım muazzez barolarımız!] ve memleketin her köşesi bilfiil işgal edilmiş olabilir. Bütün bu şerâitten daha elim ve vahim olmak üzere memleketin dahilinde iktidara sahip olanlar gaflet ve dalâlet, hatta hıyânet içinde bulunabilirler [bkz. Hayret; aynen bugünkü vaziyet!] Hatta bu iktidar sahipleri [ki mâlum, anladınız siz onu!] şahsi menfaatlerini, müstevlîlerin siyasi emelleriyle [bkz. BOP, ılımlı İslâm projeleri, yeşil kuşak, Nato, Cento, Sento, Balkan ve Bağdat Paktı, Nabucco boru hattı, Kyoto protokolü vs...] tevhid edebilirler [etmişlerdir netekim!] Millet fakr ü zaruret içinde harab ve bîtab düşmüş olabilir [aynen bugünkü durum, tıpkısının aynısı].

     

    Ey Türk istikbâlinin evlâdı! İşte bu ahval ve şerait içinde dahi vazifen [Katsayı mağduriyeti vesaire gibi teferruata aldırmadan, çiftini çubuğunu, işporta tezgâhını, çıraklık ettiğin atölyelerdeki takım tezgâhı, trafik lambalarında mendil, keten helva, telefon şarj cihazı satış noktalarını, tüpgaz, su bidonu, lahmacun dağıtmaya yarayan kurye motosikletlerini, meslek liselerinin tahta masalarını ve kaderini güzel güzel benimsemek] kurtarmaktır. Muhtaç olduğun kudret, damarlarındaki asil kanda [bu da geçer yahu.., Sabreden derviş..., Anan turp baban şalgam.., Köylüsün sen köylü kal, Halk plajlara hücum etti vatandaş denize giremiyor gibi fatalist ve % 100 yerli özdeyişlerde] mevcuttur.


  4. Danıştay, meslek liselerinin önündeki katsıyı adaletsizliğini kaldıran Yükseköğretim Genel Kurulu kararının yürütmesini durdurdu.

    Milyonlarca meslek liseli ve ailelerinin bayramlarını zehir edecek bir karar verdi. Türkiye'de hukukun çoktan beri olmadığını kabullenmiştik ama "belki biraz insaf kalmıştır" umudundaydık. Heyhat o daha önce çekip gitmiş. Çocuklarının geleceği üzerinden siyasî hesaplaşma yürüten başka bir ülke var mıdır? 1981 yılında çıkan 2547 sayılı kanun 17 yıl sorunsuz uygulandı. 1982 Anayasası'nın ilgili kanunları değişmeden yerinde duruyor. 1998 yılında 28 Şubat darbesinin uygulayıcısı YÖK, hukuksuz biçimde meslek liseleri aleyhine katsayı uygulaması getirdi. 17 yıllık uygulamaya, kanuna ve uygulamaya aykırı düzenlemenin iptali için Danıştay'a gidildi. 'Yetki YÖK'tedir, düzenleme yapabilir' reddiyle karşılaşıldı. YÖK'ü yasama ve yürütme erklerinin yerine ikame eden bir karardı bu. Eğitim politikaları, parlamento ve hükümetin yani seçilmişlerin elinden alınarak bürokratlara verildi. Demokrasinin altına dinamit koyan karar bugünlere kadar geldi.

     

    Önceki Danıştay kararıyla 'yetkili' olduğu kayıtlara giren YÖK şimdi yeni bir karar veriyor. Yine karşısında Danıştay'ı buluyor: "Eğitim sisteminin örgütleniş biçimindeki bütünlüğü bozacak nitelik taşıdığı ve uygulamada karşılaşılan sorunların giderilmesi amacının dışına çıkıldığının görüldüğü" gerekçesiyle yürütme durduruldu. Hukuk cinayeti tam burada başlıyor. İdari yargı yürütmeyi denetlerken sadece 'mevcut kanunlara uygunluk' denetimi yapabilir. Herkese göre değişebilen 'hukuka uygunluk' kavramının arkasına saklanıp idari anarşiye sebep olamaz. Hele hele 'yerindelik' denetimi hiç yapamaz. Danıştay, YÖK'ün kararının kanuna uygunluğunu bırakıp doğruluğunu irdeleyerek yetkisini aşmıştır. Vaktiyle YÖK'ü yasama ve yürütmenin yerine koyan mahkeme, bugün kendini onun koltuğuna oturtuyor. Onun kararının usule uygunluğunu denetleyeceğine esasını gerekçe göstererek 'yürütmeyi durduruyor'. Zaten yargının tek derdi 'yürütmeyi durdurmak ve yasamayı kilitlemek'. Bence gerekçedeki en tehlikeli cümle şudur: "Eğitim sisteminin, hukuka uygun oldukları istikrar kazanmış yargı kararları ile de ortaya konulmuş olan amaç ve ilkelerine, hukuka ve hakkaniyete uygun değildir." Eğitim siteminin amaç ve ilkelerini yargının belirlediği demokratik bir ülke olabilir mi? O zaman parlamentoyu kapatalım, hükümeti lağvedelim; ülkeyi yargıçlar yönetsin. (Bazılarının hiç fena fikir değil, dediğini duyar gibi oluyorum!)

     

    Usulü bırakıp biz de biraz işin esasına girelim. YÖK'ün katsayı kararı meslek liselilere bir imtiyaz sağlıyor mu? Onların imtihansız ya da ayrıcalıklı bir sınavla üniversiteye girmelerini mi istiyor? Kesinlikle hayır. Peki eşit şartlarda yarışmanın adaletsizliğini izah edebilecek bir mantık dehası var mı? İlaç prospektüsü gibi anlaşılmaz laflar ederek olayı karambole getirmenin anlamı yok. İşin özü bu çocuklar eşit şartlarda imtihana girsin mi girmesin mi sorusudur. Söylediğiniz gibi aldıkları eğitim diğer alanlarda okumalarına izin vermeyecek nitelikteyse niye endişe ediyorsunuz; nasılsa kazanamazlar. Yoksa siz kazanmalarından mı endişe ediyorsunuz! 12 yaşında verilmiş bir karar ve yapılmış tercihin bütün hayatı esin almasına nasıl adalet diyebiliyorsunuz. Meslek liselilerin yüzde 10'unu bile bulmayan imam hatip liselerinin önünü kapatmak için bütün kitleyi yakmanıza ne diyelim. İHL'lerin ihtiyaçtan fazla imam yetiştirdiğini hep savunuyorsunuz. Burası komünist Rusya mı? Her okulu, her bölümü ihtiyaç kadar mı açıyorsunuz? Düz liselerin tamamı üniversiteyi kazanamıyor, onların da yüzde 50'sini kapatmanın yollarını bulun o halde. Allah izan ve insaf versin ne diyelim.


  5. Zonguldak'ta 75 yaşındaki hamal, grev yapan memur ve işçilere sert tepki gösterdi. 60 yıllık hamal, grevci işçilere, "Hükümetin verdiği para yetmiyormuş. Nasıl yetmiyor? Onlara bin 500 lira, 2 bin lira para veriyor devlet. Bir de boş gezeni düşünseniz ya. İşsizler ne yapacak?" sözleriyle tepkisini dile getirdi.

     

    Zonguldak Madenci Anıtı önünde toplanan Türkiye Kamu-Sen ve KESK'li memur ve işçiler, işe gitmeyerek grev yaptı. Halaylar çekip, çeşitli sloganlar atan ve maaşlarına zam yapmadığı gerekçesiyle hükümeti eleştiren grevciler, Gazipaşa Caddesi'nden yürüyerek valilik önüne geldi. Atatürk Anıtı önüne demokrasi çelengi bırakan KESK ve Türkiye Kamu-Sen'li eylemciler, olaysız bir şekilde dağıldı. Bu arada, bazı öğrencilerin de greve getirildiği görüldü.

     

    Öte yandan 60 yıldır hamallık yapan 75 yaşındaki Murtaza Güneysu maaşlarını az bulduğu için işe gitmeme eylemi yapanlara sert tepki gösterdi. Güneysu, "Hükümetten kimse bir şey beklemesin, çalışsın. Ben 75 yaşında, 7. kata buzdolabı çıkarıyorum. Anladın mı, bu yaşta 7. kata buzdolabı çıkarıyorum. Hükümet versin biz yiyelim, yok öyle." diye konuştu. Hamal, grevle ilgili bir soru üzerine ise şunları söyledi: "Ne grevi be. Boş gezen o kadar millet var. Benim 2 tane oğlum var, boş geziyor. Üniversite mezunları boş geziyor. Hükümetin verdiği para yetmiyormuş. Nasıl yetmiyor? Onlara bin 500 lira, 2 bin lira para veriyor devlet, bir de boş gezeni düşünseniz ya. İşsizler ne yapacak? Bakın ben 75 yaşında hamallık yapıyorum."


  6. Sevgili w-racer kardeşim, oldu mu şimdi gül bahçesinin tüm dikenlerini ele batırmak? Hiç mi güllerin kokusu burnumuzu sızlatmaz.

    Bir ülkede iniş çıkış her zaman muhtemel.Bu tüm ülkeler de kaderdir çaresiz,olacaktır bu.Demek değildir ki ne düzelmez ne de adam olmaz.Fikirce dahi desteklenmeyen bir devlet yalnız kalır,hem başı,hem halkı,hem zat-ı...

    Şu an, sizin diyerek sorgu suale başlayıp, fikir beyanlarınızın açılımını sorsak laf uzar gider.

    Siz de haklısınız diyelim.

    Saygılar


  7. Gitdin ammâ ki kodun hasret ile cânı bile

    İstemem sensiz olan sohbet-i yârânı bile

     

    Devr-i meclis bana girdâb-ı belâdır sensiz

    Mey-i rahşânı değil sâgar-ı gerdanı bile

     

    Bağa sensiz varamam çeşmime âteş görünür

    Gül-i handanı değil serv-i hırâmânı bile

     

    Sineden derd ile bir âh edeyin kim dönsün

    Aksine çerh-i felek mihr-i dırahşânı bile

     

    Hâr-ı firkatle Neşâtî-i hazinin vâ hayf

    Dâmen-i ülfeti çâk oldu girîbanı bile

     

    DEĞİL Mİ YA

     

    Çeşmin mey-i işveyle mestâne değil mi yâ

    Kasd-ı niğeh-i inektin hep câne değil mi yâ

     

    Olsa ne aceb âlem evzâına dil-beste

    El-hak heme etvârın rindâne değil mi yâ

     

    Olsam n'ola aşkınla rüsvâ-yı heme-âlem

    Dil mest-i mahabbet cân dîvâne değil mi yâ

     

    Ursa ne aceb kendin şem'-i ruhuna bî-bâk

    Dil bezm-i mahabbetde pervane değil mi yâ

     

    Gamzenden emîn olmak mümkin mi Neşâtî-veş

    Hançer-be-kef-i fitne mestâne değil mi yâ

     

     

    NESİN GÖRDÜK

     

    Zihî safa diyecek âlemin nesin gördük

    Sitemden özge dahî hem-demin nesin gördük

     

    Humarı derd-i ser ü neşvesi bükâ-engiz

    Bu bezm-gâhda câm-ı Cem'in nesin gördük

     

    Nişân-ı tîr-i sitem olduğundan özge meğer

    Derûn-i sinede dâğ-ı gamın nesin gördük

     

    Hemîşe hâl-i ruhun dâmeniyle setr eyler

    Biz ol dü zülf-i ham-ender-hamın nesin gördük

     

    Neşâtiyâ keder-i keşf-i râzdan gayrı

    Akan bu dîde-i terden demin nesin gördük

     

     

    OLMAK DA GÜÇ

     

    Bî-safâ-yı aşk olup bî-derd-i yâr olmak da güç

    Bir sitem-ger âfetin cevriyle zâr olmak da güç

     

    Evc-i istiğnâda pervâz etmedikçe mürg-i dil

    Pâybend-i aşk ile âşüf te-kâr olmak da güç

     

    Bir nigâh-ı gamzeye takat getürmezken gönül

    Günde bin tîr-i cefâya sîne-dâr olmak da güç

     

    Va'de-i ferdasına gâhî ederdim i'timâd

    Hayret-âlûd-i belâ-yi intizâr olmak da güç

     

    Gerçi yok takat Neşâtî seyr-i dîdâr etmeğe

    Gûşe-gîr-i hasret-i dîdâr-ı yâr olmak da güç


  8. Onur Öymen'in geçen hafta TBMM'de yaptığı konuşma, 72 yıldır ideolojik derinin altında durmaktan kabuk bağlayan cerahati de patlatmış oldu.

    Emre Aköz gibi Dersim'den Atatürk'ü sorumlu tutanları okuyunca bazı tabuların yıkılmakta olduğuna inanası geliyor insanın. Düşünce özgürlüğü nihayet geliyor mu dersiniz?

     

    Dersim'de bir katliam yaşandığı giderek açıklık kazanıyor. Bunu Necip Fazıl Kısakürek dahi 60 yıl önce "Büyük Doğu"da yazmıştı. Ancak sadece Dersim'le sınırlı kalmamalı sorgulama; son yüz yılda tarihimizin nasıl mıncıklandığını gösterecek bir bütünlüğe ulaşmalıdır.

     

    İşte 31 Mart. Aydınlatılabildi mi? Ermeni tehciri üzerindeki kara bulutlar dağıtılabildi mi? Yüz binlerce gencimizi kara toprağa gömdüğümüz Birinci Dünya Savaşı'na neden girdiğimizi çözebildik mi? vs.

     

    Dolayısıyla Dersim, bu yüz yıllık kanlı hesaplaşmanın bir durağı olarak anlaşılabilirse anlam kazanacak, aksi halde bir süre aramıza dönmek için heveslendikten sonra yine sırtını dönecektir.

     

    Onun için gelin, son bir haftadır yazılıp konuşulanların biraz dışına çıkarak bakmayı deneyelim Dersim'e.

     

    Öncelikle belirtmek gerekir ki, Dersim Osmanlı döneminde merkezi otoritenin nüfuzundan uzak kalabilmiş ayrı bir ülke gibiydi. Kontrolü zor olan bu bölgeden vergi tahsil etmek, asker toplamak, asayişi sağlamak başlı başına bir sorundu. Cumhuriyet'in 10. yılına kadar da bu özelliğini korudu.

     

    Atatürk'ün 1935 Kasım'ındaki Meclis açış nutkunda belirginleşen Dersim'in yola getirilmesi planına, isminin "Tunçeli" yapılmasıyla başlanır. Başına da sözü kanun olan olağanüstü yetkilere sahip askerî bir vali atanır. Şaşıracaksınız ama amaç, bu gidilemeyen 'vatan' toprağını ana yurda bağlamaktır. Tunçeli'ye kışla ve karakollar yanında yollar, sağlık ocakları ve okullar yapılır ki, iktidarın nüfuzu toplumun dokusuna sirayet edebilsin.

     

    Fakat otoritesi sarsılacak olan şeyhler ve sürgün edilecekleri korkusuyla bölge halkı direnir. Ellerindeki silahların teslim edilmesi en önemli şartlardan biridir. Sayıları 15-20 bin olarak tahmin edilir.

     

    Peki bu kadar silah nereden geçmiştir ellerine? Bunun da ilginç bir öyküsü vardır ve bence devlet asıl bu silahların peşindedir.

     

    Nitekim 21 Haziran 1937 tarihli "Kurun" gazetesinde silahların kaynağını öğrenme imkânını buluyoruz. Buna göre Birinci Dünya Savaşı'nda Rusların hücumuna karşı koyabilmeleri için Dersimli aşiretlere silah dağıtılmış, onlar da bunları sarp dağlarına taşıyarak mağaralara saklamışlardı. Savaştan sonra bütün uğraşmalara rağmen bu silahları geri alamamıştı devlet. (Nuri Dersimi bunları Neşet Paşa'yı yenerek ganimet aldıklarını söyler.)

     

    Cumhuriyet kurulmuştu ama Dersim'de Seyyid Rıza'nın başkanlığında bir silahlı ve örgütlü güç direniyordu. Bölgenin iklimi ve coğrafi yapısı da müdahaleyi zorlaştıran unsurlardı. Üstelik karşılarında hem Alevi hem de Türk olmayan, üstelik Türk olmamaya direnen bir yapılanma vardı.

     

    Unutmadan söyleyelim, nüfusları da hızla artıyordu. 1927'de 543 bin iken sayıları, Tunceli Kanunu'nun çıkarıldığı 1935'te 765 bine yükselmişti (yüzde 50). Böyle giderse daha bir iki yıl önce her yaştan "10 yılda 15 milyon genç yarattı"ğını iddia eden TC, sınırları içerisindeki bir bölgeye giremeyen aciz bir devlet konumuna düşecekti.

     

    Mesela bölgede hâlâ sarıkla, şalvarla dolaşıyordu insanlar. Vergileri şeyhler topluyordu. Evlenme, boşanma işleri de yine onların göreviydi. Hastalandıklarında onların kapılarını çalıyorlardı. Eğitim deseniz hak getire.

     

    İşte Genelkurmay Başkanı Fevzi Çakmak'ın "Dersim'e koloni (sömürge) yönetimi" getirilmesini istemesinin arkasında bu somut resim durmaktaydı. Öfke, nüfuz edilemeyene yönelikti. Tekkeler kapatılmıştı güya ama bölgede Alevilik sanki Şah İsmail zamanındaki gibi devam ediyordu. Devrimler burada işlemiyordu. Hatay'ı anavatana katmak için uğraşan Türkiye, kendi haritasındaki beyaz kısmı bir türlü boyayamıyordu.

     

    Velhasıl dönemin bir yetkilisinin dediği gibi Dersim'e bir ameliyat şarttı. Asimilasyon, yani Türkleştirmek gereğini ifade edenlere de sık sık rastlanıyordu Ankara'da.

     

    Ne ki sonuç tam bir facia oldu. İyimser rakamlarla 13 bin, yaygın rivayete göre ise 50 bin insanın ölümüyle, binlerce kişinin yaralanması ve sürgünüyle sonuçlanan Dersim operasyonu, yakın tarihimizin kara deliklerine yenisini ekledi. Sadece eli silah tutanlar değil, çocuklar ve yaşlılar da öldürüldü. Başta Seyyid Rıza'nın genç hanımı Besi olmak üzere pek çok kadın, mağaralarda saklanan silahlarla kendilerini savunmak için harekete geçmişlerdi.

     

    Türk basını ise Besi'yi 'dağ dilberi' veya 'dişi kaplan' diye magazinleştirmekle meşguldü ("Cumhuriyet", 26 Eylül 1937). Tabii Seyyid Rıza'nın Sabiha Gökçen tarafından bombalanan evinden çıkan garip eşyalar da operasyondan payını alacaktır. Güya evde haçlar, Hz. İsa'nın parmağı ve Ermenice dinî kitaplar bulunmuştur. Mesaj açık değil mi? Seyyid'i bir şekilde Müslümanlık dalından koparıp düşman kampa dahil etmek.

     

    Ne var ki, evinden çıkan eşya arasında dikkatimizi başka şeyler de çekmekte. Mesela mı? İşte gazetelerden cımbızla topladıklarım: Kur'an-ı Kerim, Hadis-i Şerif, En'am-ı Şerif, Muhammediye, Siyer-i Nebi, Yıldızname, Bektaşiliğe ait bir şiir kitabı vs. ("Haber", 8 Kasım 1937). Bunlar pekala bir Kadirî şeyhinin evinde de bulunabilecek kitaplar.

     

    Zihnimde susturamadığım soru şu: Yoksa Seyyid Rıza rengarenk Osmanlı düzeninin son adasını mı savunuyordu?

     

    Bize düşen anlamak olmalı, değil mi?


  9. Öyle bir arzum var ki, bu arzuyla Allah'a yalvarabilseydim tüm günahlarım bağışlanırdı.

    Bu arzuyla dua edip istesem, vahşi hayvanlar merhamete gelir, insanlara zarar vermekten vazgeçerlerdi. İsterdim ki yüreğimi bir bıçak ile yarıp açsınlar, onu içine yerleştirsinler, sonra da göğsümü kapatıp diksinler. Böylece hep yüreğimde kalsın diriliş gününü başka yerde değil, orda beklesin, ben yaşadıkça o da yaşasın, kabrin derin karanlığına girdiğimde de yine kalbimin içinde kalsın...

    Diyen, aşık bir delikanlı .

     

    Sînene aşk ile elifler kes

    Bilsin ol servi sevdiğin herkes

     

    Diyen, Baki...

     

    Ben sana mecburum bilemezsin

    Adını mıh gibi aklımda taşıyorum

    Büyüdükçe büyüyor gözlerin

    Ben sana mecburum bilemzsin.

    Diyen, Atilla İlhan...

     

    Mona Rosa, şiiriyle hiç akıllardan silinmeyen, Sezai Karakoçun aşkı....

     

    Aşiyan-ı Murgi dil-i zülf-i perişanundadur

    Kanda olsam ey peru,gönlüm senun yanundadur.

    Diyen, Fuzuli

     

    Aşka uçarsan kanadın yanar

    Aşka uçmazsan kanat neye yarar...

     

    Diyen,Mevlana

     

    Leyle ile Mecnun, Kerem ile Aslı, Ferhat ile Şirin, Yusuf ile Züleyha, Zühre ile Tahir aşkları, daha binlerce, milyonlarca yaralı kalpten gelen sesler, hep bize yaşatır giden, ya da gelen, ya da gelmiş olan sevgiliyi bağrımızda velhasıl.

    Hiç unutmayız..Unutmamak içinde azmederiz adeta.

     

    Gül gül dedi bÜlbül gÜle

    Gül gülmedi gitti

    Bülbül güle gül bülbüle

    Yar olmadı gitti.

     

    Diyerek aşkın imkansızlığını yaşasak da unutmadan, bir sine de inlemesi vardır ki aşkın sesinin ,hiç mi hiç susturulmaz.Bülbülün bağrına oturan kan da gülün renginden gelir ki bülbüle hep lakayt kalmıştır gül..

     

    Aşk konusunda yazılan çizilen o kadar şair sözü, o kadar yaşanmış aşk destanları vardır ki, her birini okuduğunuz da, canınızdan can gider, kalbinizden bir parça kopar. Ruhunuz yanar, tutuşur, kavrulur, göz görmez, kulak işitmez, mantık susar. Duyulan,bülbül sesi olur işitilir derinden, sadece sevgilinin adıdır kulak da kalan, kimse bilemez,dilde de, kalpte de olanı. Feryad edersiniz ki kimse bu çığlıkları da duymaz zirveler de bağıra, bağıra. Tek isim gezinir, dilde de.

    Sen bana ne yaptın sorusunun yerine, benim yüzümden ne hale gelmişsin. Cümlesini duymak istese de sevgili, cevabını hiç vermez giden, duymaz bile. Belki, söylenen sözleri, kendini paralarcasına edinilen dualarla olan yakarışları, duyulmaz sevdalı yüreğin...

    Gelmez, gelemez belki,

    belki yanında da değildir, lakin herkesin gördüğü yerdedir, ya da kendi omak istediği yerde giden hercai. Ama sevgilinin yanında değildir artık...

    Nasıl doğmuştur bu aşk insanın içinde, nasıl bir güce maliktir ki susturur tüm dünyayı önünde de, sadece yaşar bir yürek de gizlice.

    Aşk adına yazılı ne varsa yaşar insan kendi bünyesinde, gitse de sinede hep bir yerde, en kuytu yerde belki bir gün, belki bir asır, belki bir ömür yaşayıp durur bir gönülde.

    İnsan çoğu zaman düşünür ki Onla doğdum, büyüdüm, olgunlaştım, sanırım öleceğim ama hiç ölmez,hatta alışmıştır bile yokluğuna. Kapı çalınır O dur, telefon çalar bir ihtimal belki o ses, lakin hiç gidenin döndüğü görülmemiş, duyulmamıştır. Ziyan gibi yaşanır ömür,istesek de, yok desek de onadır kimi zaman her söz, her kelime .

    İnsanoğlunun kendine özgü sevgi aşk yöntemi, kişiye göre öylesine değişir ki, bazen külli iradenin dışına çıkar ve neticede onarılmaz yaralar açılır, akıbeti düşünmeden insan bir ömrü heba edebilir.İşin aslı böyle olmaması kanaatindeyken şunları belirtmek gerekir.

    Herkes aşık olabilir elbette ki, Mevla teala hazretleri tamamen kullarını bu donanımla da yaratmış, lakin elden gidecek sevgilere değil, haddi zatında asıl aşkın kendine verilmesi gerektiğini, verilmediği takdirde de suçlunun kimse olmadığını, bize, yaşanan hazin neticelerle hayat dersi tarzında bildirmiştir.

    Kısacası aşk vardır olmasına da, ehli olmayanın elinde aşk olmaktan çıkıp, tam bir hicran yarası açar sinelerde ve;

    Baharın gülleri açmış yine mahzundur gönlüm.

    Etrafa neşeler saçmış beyhude geçti bu ömrüm.

    Ah gülemem hiç gülemem öyle sırdır bu gönlüm.

    Kimselere söyleyemem ah bu gönlüm..

     

    Dizeleri ile bir sonbahar hazanı esip durdurur gönüllerde.

    Der ve devamında şunları yazmak isterim..

     

    Asıl teması aşkın:

     

    Aşk, Rahmeti sonsuzun, insanoğluna gelip ulaşan en gizli lütuflarından biridir. Aşk, bir nüve, bir çekirdek olarak hemen her fertte bulunur. Şartların elverdiği ölçüde de o çekirdek ve tohum, ağaçlar gibi dal-budak salar; çiçekler gibi uyanır ve meyveler gibi, başlangıç ve sonu bir araya getirerek, tekâmül halkasını tamamlar.

     

    Aşk, bir duygu olarak göz, gönül ve kulak menfezlerinden insanın iç âlemlerine akar; vuslata dek de, bir baraj gibi şişer, bir çığ gibi büyür ve bir alev gibi insanın her yanını sarar. Aşk vuslatla noktalanınca, her şey durgunlaşmaya yüz tutar; ateş söner, baraj boşalır, çığ da dağılır gider... Aşkın sözlerle anlatılması oldukça zor, hatta imkânsızdır. Bu itibarladır ki, aşk adına anlatılan şeylerin büyük bir kısmı, onun dışa aksetmiş eserleri olmadan öteye gitmez. Zira o, bir hâldir ve onu beyan edecek dil de, sadece âşıkın kendisidir.

     

    Âşık, Hak sevgisini mezhep edinip ömrünü hayret, hayranlık ve sevdiğine karşı takdir hisleriyle donatmış öyle bir sermesttir ki, ihtimal ancak Kıyamet Sûru'yla kendine gelebilir.

     

    Âşık, fevvâre gibidir, dâima içinden kaynar.

     

    Fânilik elemini dindirecek, hazanla oturup kalkan ruhların ızdırap ateşini söndürecek tek bir şey vardır, o da hakikî aşktır. Evet, yıllardan beri bütün dertlerimize, onulmaz zannettiğimiz hastalıklarımıza, korku ve endişelerimize, kargaşa ve buhranlarımıza yegâne çare ve biricik devâ ancak aşktır.Allah aşkıdır.

     

    Nesiller, ilim-irfan ve günümüzün kültürüyle ihyâ edilmeye çalışılırken, onların gönüllerine, az dahi olsa, aşk kıvılcımlarını saçmadığımız takdirde, hep eksik ve kusurlu kalacak ve kat'iyen cismanîliklerini aşamayacaklardır.

     

    Öyle ise son söz olarak diyebiliriz ki :

     

    Aşk güzel şeydir yaşanılır, yaşatılır ki yaşayan gönüller hep bahtiyardır. Fakat asıl maşukunu bulamayan dünyevi aşıkların hepsi yamandır ve insan da olunmadık yaralar açar.

    Baki kalan ancak sensin ey baki.Baki kalan ancak sensin ey baki. Deyip, ukbaya verilen gönül ile zannediyorum ki dünya da işimiz daha da kolay, daha da verimli olacak, en nihayetin de bir ömrü bu istikamette daha iyi geçirme fırsatını ıskalamadan, baharlarla dolu bir nevbahar ile geçireceğiz ömrümüzü.

    Mevla, daha sonrasın da Kerimdir diyerek de tevekkeltüalallah sırrı ile sabır sığınağın da,daha fazlası ile nasipleneceğiz....

    • Like 1

  10. Bir gündü hava ılık ve cadde kalabalık...

    Bir kadın sapıverdi önümden dönemece;

    Yalnız bir endam gördüm,arkasından,ipince

    Ve görmeden sevdiğim,işte bu kadın dedim

    Çarpıldım

    Sendeledim

     

    Bir gündü,mevsim bayat,ve esnemek de hayat...

    Dönemeçte bir tabut çıktı ve üç beş adam;

    Yalnız bir ahenk sezdim,çerçevede endam

    Ve tabut da incecik o kadın var.

    Anladım;

    Bir köşede ağladım....


  11. Ülkemiz ezelden ebede herkese yardım etmiş ve tüm ülkelerde mutlaka Osmanlı dan biz iz bulunmuştur.

    Tarihi boyutuyla dahi olsun tüm ülkelerde inşaa edilen Osmanlı adaleti günümüze kadar gelmiş, o yabancı olan ülkeler bi zatihi takdir etmiş ve de saygı ile de anmışlardır,devletimizi,milletimizi.Anmayanlar ise kendi zaaflarından ve kibriyasından bunu kabul etmemiştir.Etmelerini de beklemek yersizdir,uzanamadıklara ete kaplan bakışı ile bakmışlardır.

    .Tabiatıyla kimsenin bizim ülke ve insanlarımız hakkın da hak yeme mevzuunda laf ebeliği yapmış olması kayda değer değildir.

    Şimdi kalkıp kendi milletimi bazı çukur adamların zora sokup da kafa da yanlış intiba uyandırmalarına Üstad deyimi ile

    mantık kabul etse ruh kusar tabiriyle yorumlamaktan başka cevap olamaz.

     

    Ülkem ve ülkemin insanları asla kimseye haksızlık etmedi,bunu kabullenmemek mümkün bile değil.Dünya da tek soykırım yapmayan devlet Osmanlı'dır.

    Şahsiyeti kaybetmiş tabiri değil fakat, kaybettirmeye çalışılmış bir millet olarak görülebiliriz bu bellki mümkündür, fakat aslını asla inkar etmeyen Ülkem Milletim,hiç bir zaman duruşuyla hayata meydan okuma vasfını kaybetmemiştir...

    Kaybedenler ise asıllarında muhakkak yanlış tohum bulunan soysuzlardır.

    Güçlü olan devletim ne denirse densin, güçlülüğünü asla kaybetmedi, kaybetmeyecek. İçeriden ve de dışarıdan yıkılmaya çalışıldığı halde, dimdik durabiliyorsa bir millet, onu yıkabilmek mümkün bile değildir.

    Yanlış anlaşılmasın ki sayın w-racer,sizin şahsınıza ve de fikrinize binaenaleyh dediğim söz yoktur, herkesin şahsi fikri kimseyi ilgilendirmez beni de ilgilendirmez,lakin gönüldaş kardeşim, ülkemde şahsını kaybetmiş tabiri kullanmak yerine, şahsını kaybeden insan deseydiniz bu daha kabul edilebilirdi,bu kaybedenler ise malumunuz ki devleti çökertmeye çalışan densiz vatan hainleridir.

    Sürçülisan etti isek affola hayırlı cumalar...


  12. AB Başkanlığı'na Türkiye karşıtı Van Rompuy getiriliyor

    AB liderleri, 5 yıl önce Türkiye'nin üyeliğine güçlü ifadelerle karşı çıkan Belçika Başbakanı Herman Van Rompuy'un ilk daimi AB Başkanı olarak atanması konusunda uzlaşma sağladı.

     

    Yeni AB anayasası Lizbon Anlaşması'yla getirilen AB Konseyi Başkanlığı ve AB Dışişleri ve Güvenlik Politikası Yüksek Temsilciliği (Dışişleri Bakanı) koltuklarına atanacak isimleri belirlemek için akşam yemeğinde bir araya gelen AB devlet ve hükümet başkanları, eski İngiltere Başbakanı Tony Blair'in başkan adaylığından çekilmesi karşılığında, AB Komisyonu'nun İngiliz Üyesi Catherine Ashton'un da AB dışişleri bakanlığına getirilmesini kararlaştırdı.

     

    Belçika'da başbakanlık görevinde 1 yılını henüz doldurmayan Hristiyan Demokrat Van Rompuy, partisinin muhalefette olduğu 2004 yılında parlamentoda yaptığı bir konuşmada, "Türkiye, Avrupa'nın parçası değil ve asla parçası olmayacak" demişti.

     

    Van Rompuy, "AB'nin, Türkiye'yi içine alarak genişlemesi geçmişteki genişlemelerle kıyaslanamaz. Avrupa'da aynı zamanda Hristiyanlığın temel değerleri de olan mevcut evrensel değerler, Türkiye gibi büyük bir İslam ülkesinin girişiyle kuvvetini yitirir" ifadesini kullanmıştı.

     

    Van Rompuy'un AB Başkanlığı için en fazla çaba gösteren liderler arasında Almanya Başbakanı Angela Merkel ve Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy öne çıkmıştı.


  13. Bugünlere gelene kadar öyle çok anket saçmalıkları dinledik ki, aklımız heder oldu...

    En fazla beni isyan ettiren, anketlerde çıkan sonuçların düzmece olmaları veya aldatılmalarımız...

    Ülkemin insanları arasında dikkat çeken sorulardan birisi şu:

    Hangi kuruma daha çok güveniyorsunuz?

    Hiç değişmez cevap sandığından çıkan yazmalar...

    Ben doğduğumdan beri birinci sırayı işgal eden kurum hiç amma hiç değişmez... Mübarek sanki Anayasanın ilk maddeleri...

    En çok TSKya güven çıkar...

    Siz onu bir de başka türlü sorsanız ya?

    Yani deseniz ki: Türk ordusunun içindeki darbecileri, cunta mensuplarını, demokrasiyi ve hukuku tanımayanları seviyor musunuz?

    Bakalım alacağınız cevabın yüzdesine...

    Ordu ortak değerimizdir... Kendi evlatlarımızı veya o evlatlarımızdan teşekkül eden Türk ordusunu sevmemek mümkün mü?

    Ben kendime sordum ve bugünkü ordumuzun yönetici komutanlarına hiç güvenmiyorum...

    Birinci sebep:

    TSK bana güvenmiyor, ben de onlara güvenmiyorum...

    Vatandaşın bir kısmını akredite güvenilir, bir kısmını güvenilmez gören zihniyete ben niye güveneyim ki?

    Türk subayları evlatlarımızı diri verip ölü aldığımız zamanlarda çalarlar kapılarımızı... Hanımlarımızın, kızlarımızın başörtülerine ancak şehit cenazesi başında ses çıkarmazlar...

    Açık söyleyelim... İrtica heyulası sizce nedir?

    Bilemezsiniz, açıklayamazsınız... TSKya göre, namaz kılan, hacca giden, oruç tutan, sakal bırakan erkekler... Başı açık, bacakları açık olan, içki içen, dans eden kadınlar dışında kalanlar... Yani başı yazmalı, eli kınalı kadınlarımız...

    Hukukçulara verilen brifinglerde anlatılanları bilmiyor muyuz?

    Birinci tehdit irtica diye yönlendirmeye, şartlandırmaya çalışan her kim ise ben ona asla güvenmem...

    Korkak yalakalar elbette güveniyoruz demek zorundalar... Onlara ot verseniz de yerler, et verseniz de...

    Güya, TSK, basını bilgilendirme toplantıları düzenler... Amma solcusu, fikirsizi davet ederler, bu vatanın esas sahiplerini, yani dindar görünenleri bilgilendirmezler...

    Sevilir mi böyle bir ayrımcı kurum?

    Şimdi süratle yükselen bir kurum daha var:

    Yargı...

    Yargıyı demeyelim de yargıçların malum kesimini yükseltme çabası içinde kimi görüyorsunuz?

    Elbette TSKyı...

    Yansızlık, tarafsızlık şarkıları söyleyenler, esasında laikçiliğe taraf olan, inançlılara kılınç çekenlerdir...

    Arkalarında silahlı güçler olduğu için pervasızdırlar...

    Deprem ilahi ikaz diyeni hapse tıkan hukukçuya güvenmek ahmaklıktır.

    Brifing almak için ön safa geçip görüntü veren hukukçulara ben asla güvenmedim, güvenmem...

    ADDlileri onlar Atatürkçü diyerek, yargılanmalarının etik olmayacağını beyan edene güvenelim mi?

    Ben güvenmiyorum...

    Hukukçuluğu kenara itip, politika dehlizinde gezinenlere güvenmek bence hatalıdır...

    Mesela: Sabih Kanadoğlu hukukçu mu? Hani şu 367 saçmalığının mimarı?

    Ya, solcu olmayan adam bile değildir buyuran eski Anayasa Mahkemesi başkanına güvenmek enayilik değilse nedir?

    Militan Hukukun mimarına güvenmek solcu militanların vazifesidir...

    Yüksek mahkeme başkanı iken dışarıdan Ecevit tarafından C.Başkanı seçilen zat güvenilecek birisi mi? Aşırı solcular için elbet... Zaten hep onları köşe başlarına getirmedi mi?

    Daha eskilere gidersek: Allahı insanlar yarattı diyen Yargıtay başkanına ve onun haleflerine niye güvenecekmişim?

    Ben kendi kendime sordum ve haysiyetimi gölgelememek için de güven duymadığımı açıklamak gereğini hissettim...

     

     

    Ne gerçek bizim, ne düş bizim oldu hayret

    Ne bahar bizim, ne kış bizim oldu hayret

    Var mıydık, yok muyduk şu yalancı dünyada?

    Ne ayak bizim, ne baş bizim oldu, hayret...


  14. Yusuf İdim

    Öfkem volkan lavlarım güneş boyu

    Deniz dediğin ne, bir ufak kuyu

    Şu deli yüreğimi söndürmez suyu

    Buzullar tutamaz bu ateşi

    Kestim işi koydum başı

    Bir oldu beş duyu

    Hepsi de ateş duyu

    Sildim dünyayı

    Kara sevdayı

    Kuru sevdayı

    Koptu deli yüreğim

    Koptu kıyamet

     

    Çıkma önüme koca dağ yıkıl git

    Budur benim tufan olup yağdığım vakit

    Hangi güç vurabilir bana kilit

    Yusuf idim Davut oldum

    Bulut oldum, barut oldum

    Bir oldu beş duyu

    Hepsi de ateş duyu

    Sildim dünyayı

    Kara sevdayı

    Kuru sevdayı

    Koptu deli yüreğim

    Koptu kıyamet


  15. Hastakumarbaz kardeş,sizin gibi ben ve ötesi adlı kitabı ben de çok araştırdım. Bu yaz boyu da bir hayli peşinden koştum.

    Kitabın aslı,Boğaziçi üniversitesin de bulunmaktadır,kitabın bizzat kendisini alamadım lakin fotokopi olarak kitap halinde en nihayet aldım.

    Sizinde Boğaziçi ini de tanıdığınız var ise kolaylıkla elinize geçebilir, benim kadar da yorulmamış olursunuz:)


  16. Bir tanıdığım kendisiyle GDO'lar (Genetiği değiştirilmiş organizmalar) üzerinde konuşurken bana 1995'te çok okunan Michael Crichton'un "State of Fear" (Korku Devleti) kitabını hatırlattı.

    Crichton "Global Isınma" konusunu merkez alıp, bunu bir "Korku kaynağı" haline dönüştüren, bu korkuya dayalı olarak büyük kazançlar sağlayan kişileri ve şirketleri romanlaştırmıştı.

    Crichton'a göre global ısınma konusundaki bilimsel teoriler yeterli değildi ve böyle bir problem varsa da, bunun çözümüne ilişkin önerilerin gerçekliği tartışmalıydı.

    Ayrıca çeşitli alanlardaki seçkin kesimler, mevcut düzeni ve statükoyu korumak için bilimi global ısınma konusunda kötüye kullanıyorlardı.

    Sonuçta bilimsel araştırma yapanların bulguları, sorunun anlaşılmasından ziyade bu alanda fonların oluşturulması için yönlendiriliyordu.

    Neticede bu sadece bir romandı ama global ısınmaya dönük üretilen korkuların kimlere iş ve ün sağladığını, ne tür parasal kaynakların bunlara yönlendirildiğini hatırlayınca, roman ötesi gerçekler de karşınıza çıkıyordu.

     

    Korku devleti

    Bu "Korku Devleti" kavramının sade global ısınmaya değil siyasal çeşitli konulara dönük olarak da geçerliliğini düşünmemiz gerekiyor.

    Dünyada bazı hükümetler, bazı kurumlar ve bazı "Seçkinler" kendi varlıklarının değerini ancak çeşitli alanlarda korkular üreterek topluma kabul ettireceklerinin farkındalar.

    Faşizm "Komünizm korkusu" üzerinde varlığını kabul ettirmedi mi 20'nci yüzyılın ilk yarısındaki Avrupa'ya?

    Veya "El Kaide korkusu"na dayanılarak Afganistan ve Irak işgal edilmedi mi?

    Bugünün Türkiye'sinde birileri "Şeriat korkusu" ya da "Bölünme korkusu" içerikli psikolojik harekatla orduyu ve yargıyı çoğulcu demokrasiye karşı alternatif erkler olarak sunmuyorlar mı?

    Ancak bilelim ki bizler de tüm dünya toplumları gibi "Kitlesel korku"lar karşısında çok dayanıklı değiliz.

    Son olarak GDO'lar gündeme geldiğinde de görmedik mi bunu?

    Bir anda herkes yediğinden ürker olmadı mı?

     

    Dinlenme korkusu

    Ya da "Dinlenme korkusu" kendi evlerinde bile sözleri dinlenmeyenleri de "Acaba beni bile dinliyorlar mı" bunalımlarına sürüklemedi mi?

    Bu açıdan baktığımızda, manavlardaki GDO'lardan (Genetiği değiştirilmiş organizmalar) çok toplumun belirli kesimlerinde GZO'ların (Geri zekâlı organizmalar) bulunduğunu kabul etmemiz gerekiyor.

    Bu çağda bile kendi halklarını devletin tehdidi olarak gören, sivil toplum örgütlerini anarşizmin kaynakları biçiminde algılayan, dünyaya açılmayı ve her alanda barışı amaçlamayı teslimiyetçilik ve işbirlikçilik şeklinde niteleyen GZO'ların ürettikleri korkular, sosyo-politik yaşamımızı etkilemekteler.

    1930'lar dünyasının çözümlerine 21'inci yüzyılda rağbet etmediğiniz zaman "Bunlar rejimi tehdit ediyor" diye çığlıklar atan GZO'ları siyasal yaşamımızda ve düşünce hayatımızda görmüyor muyuz?

    "Hayatta en hakiki mürşit ilimdir" ilkesini savunanların ezberciliklerine tanık olmuyor muyuz?

    "Yargı bağımlı oldu" diye feryat edenlerin yargının taraflı olmasını doğal karşılamaları, garip gelmiyor mu sizlere de?

    İnanıyoruz ki bu gibi kesimlerdeki "Demokrasi korkusu" toplumun büyük çoğunluğu tarafından sadece "Saçmalık" veya "Çağ dışılık" biçiminde değerlendirilmektedir.


  17. GERÇEKTEN ilginç bir dönemi yaşıyoruz. İleride Türkiye üzerinde araştırma yapacak olanlar eminiz şaşkınlık içinde kalacaklar ve kamuoyunu istediği gibi şekillendirme konusunda bu kadar başarılı bir iktidar dönemi bir daha yaşanmış mıdır? sorusuna dönüp dolaşıp, Hayır, yaşanmamıştır yanıtını vermeye mecbur kalacaklar.

     

    Irakı işgal etmek için başta kendi kamuoyu olmak üzere tüm dünya kamuoyunu istediği noktaya çeken George W. Bush yönetimi vardı ya... Belki onun da adı verilebilir.

    İsterseniz anımsamaya çalışalım:

     

    Adalet ve Kalkınma Partisinin (AKP) başı 19 Ekim günü yaşanan ve sonraki birkaç gün boyunca devam eden Habur-Silopi rezaleti yüzünden derde girmişti değil mi?

     

    Onun üstü, 27 Ekim günü kamuoyunun önüne çıkan ıslak imza mektubuyla örtüldü.

     

    Yargıç kararıyla yapılan dinlemelerin bile yasalara aykırı olduğu rezaleti patlayınca gündemi Açılım görüşmelerini ne zaman yapalım? tartışması işgal etti.

     

    Bilindiği gibi konu Mecliste 10 Kasımda günü yani Atatürkün ebediyete intikalinin 71inci yıldönümü günü görüşülmekteydi. CHP adına konuşan Onur

    Öymen de, görüşmelerin o tarihe getirilmesini eleştirerek sözlerine başlamıştı.

     

    Öymenin dediği -resmi tutanaklara göre- aynen şöyleydi:

    Onur Öymen- Atatürkün ölüm yıldönümünde yapılan iş, aslında maalesef, Türkiye için üzüntü vericidir ve çok hazindir.

    Atatürk, Şeyh Saitle müzakere mi etti? Dersim isyanını yapanlarla müzakere mi etti? (...) Onların sözcüleriyle, temsilcileriyle masaya mı oturdu? Bunların hiçbirini yapmadı arkadaşlar. Yabancı ülkelerin istihbaratından mı yararlandı? Hayır. (...) Türkiyenin istihbaratından yararlandı. Ve kısa bir sürede bütün terör örgütlerini dize getirdi.

     

    Değerli arkadaşlarım, Analar ağlamasın diyorlar. Maalesef bu ülkenin anaları çok ağladı. Çok şehit verdik. Tarihimiz boyunca çok şehit verdik.

    Çanakkale Savaşında 200 bin şehidimiz var. Hepsinin anası ağladı. Bir kişi çıkıp da Analar ağlamasın. Biz bu savaştan vazgeçelim demedi.

    Kurtuluş Savaşında analar ağlamadı mı?

     

    Sırrı Sakık (Muş)- Sizin çocuklarınız nerede?

     

    Onur Öymen (devamla)- Kimse çıkıp da Analar ağlamasın. Biz Yunanlılarla anlaşalım dedi mi? Şeyh Sait isyanında analar ağlamadı mı? Dersim isyanında analar ağlamadı mı? Kıbrısta analar ağlamadı mı? Bir tek kişi çıkıp da Analar ağlamasın diye bu mücadeleyi durduralım dedi mi?

     

    Dünyada diyen var mı? (...) İlk siz diyorsunuz. Niçin? Çünkü terörle mücadele cesaretiniz yok.

     

    Bu sözler yüzünden Onur Öymen hakkında tam bir siyasi linç kampanyası başlatıldı. Öymen Benim maksadım belli. Kimseyi rencide etmek istemem. Ama sözlerim yüzünden üzülen varsa, onlardan özür dilerim dedi. Ama bizim kültürde özür kavramı herhalde yok ki, kimseye dinletemedi.

     

    Bu kadar basit bir konuşmanın bile anlamını bu kadar çaprıtan bir ortamda, kim hangi derdini kime, nasıl anlatacak?

     

    Nasıl bir Türkiye oldu bu ülke?


  18. Etmeyin Reis bey,siz ağlayamazsınız

    Ağlayabilseydiniz anlayabilirdiniz....

     

    Kitabın her zerresini burada tekrar yaşadım.filmini izlediğimde de, zaten dünyanın dışında bir mekanda hissi ile, kör ,sağır, dilsiz olmuştum tüm manayı anlarken filmde.

     

    Burada bir konu daha arz edilmiştir Reis bey hakkın da. Reis bey gibi adamlar hakkında..

    İnsanlar hata yaparlar, hatadan dönerler, peki yanlış anlaşıldıkların da nereden dönerler?

    Günümüzde insanlar o kadar yanlış içersin de iken, sonrasın da bir gün doğruyu bulur muhakkak ve her biri birer Reis bey oluverir.

    Peki ama bu yanılgılardan sonra ortaya çıkan bir Reis bey nitelikli insan fıtratına camiamız da "olabilir" mantığı ile bakılabiliyor mu?

    Sanmam,zira Üstad'ın bu kitap da bize verdiği mesajlar da sadece Yanlışın doğruyu bulması değil bir de insanların affedebilme niteliğinin de ortaya çıkmasıdır.Günümüzde an içinde cereyan eden en ufak hadiselerde bile, öylesine mağrurane bir havaya bürünüyoruz ki, dudaklarımızdan "sen kimsin ki..."mülahazaları düşmüyor.

    Büyük mesaj dolu Reis bey kitabı, bir, iki, yüz bin yorumlarla dahi açıklansa da, zannediyorum lisân yetersiz kalır.


  19. Burasının bir de temyiz mahkemesi olacağı aklımın ucundan dahi geçmezdi.

    İster inanınız, ister inanmayınız o baki,kimin haddine müdahale etmek de , Peki böyle bir iddia neden atılıyor ortaya ?Amaç, gaye, alınmak istenen cevap nedir?..

    Mesele ile gelin mesele...

    Günümüzde değiştirilebilecek ortamlardan bahsedin,ülkemizin nasıl ilerleyeceğinden.

    Af buyurun, şahıs adına kesinikle yorum değil bu, fakat kişilere takılıp kalmak ,ucuz bahisler.


  20. Yazarların sadık dostu kitaplar, yıllar ilerledikçe başlarına dert oluyor. İflah olmaz kitap dostları, eşlerinin 'ya ben ya kitaplar' tehdidiyle dramatik bir seçime zorlanıyor.

     

     

     

    Tabii sonuç belli!.. Kitaplar yavaş yavaş elden çıkarılıyor ya da kütüphanelere bağışlanıyor. Biraz daha cesur davranıp evini kitaplarına bırakanlar da yok değil. Doğan Hızlan, Hayrettin Karaman, İlber Ortaylı, Gülçin Çandarlıoğlu bu yolu seçenlerden birkaçı. Kitaplarına kıyamayan birçok yazarın evi ise içinde dolaşılamaz durumda. Orhan Okay, Hilmi Yavuz, Enis Batur, Erol Üyepazarcı gibi yazarlar "Şimdilik eve girebiliyoruz." diyor.

     

    Ayaklı kütüphane olarak tanınan ve nesli tükenmiş bir yazar olarak bilinen Taha Toros, kayıp. Kaybolmasına sebep ise kitaplarının onu evden kovması! Toros'un evinden ona ancak bir iki metrekare yer kalacak kadar çok kitabı varmış. Kapısını bile zorla açıyormuş. Olan olmuş ve evden çıktığı bir gün geri girememiş. Kitap yığınlarının önünü kapattığı kapısını açamamış. Tabiri yerindeyse kitapları onu evden kovmuş. Toros da mecburen evini kitaplarına terk etmiş. Kendisi ise sırra kadem basmış. Toros'un istilacı kitapları hâlâ evinde duruyor. Kimse de kapıyı açıp içeri giremiyor. Toros'un nerelerde olduğunu ise bilen yok!

     

    5, 10, 20 hatta 30 bin kitapla bir insan, hatta aile aynı evde, hem de apartman dairesinde nasıl yaşar? Çok zor şartlarda! İşte bu sebeple birçok kitapsever kitapları için ev açıyor ya da iki katlı bir eve taşınıyor. Depo tutanlar, dükkan kiralayanlar var. Kimileri ise kitaplarını kütüphanelere bağışlıyor. İSAM kitap severlerin en favori bağış mekanı. İlber Ortaylı ve Hayrettin Karaman mesela, kütüphanelerini buraya bağışlamış. Çalışmaya ve kitap okumaya İSAM'a gidiyorlar. Çok kitapla bir arada yaşamak evet çok zahmetli, bir o kadar da masraflı bir iş. Bakın binlerce kitap sahibi yazar ve akademisyenler kitaplarıyla nasıl baş ediyor?

     

    ***

     

     

     

    ORHAN OKAY: İki katlı evinin bir katını kitaplara ayıran Orhan Okay'ın 15 bin kitabı buraya da sığmaz olmuş. Kitap ve dergi almaya devam eden Okay, kitaplarını sığdırmak için çözüm yolları arıyor. Raflara farklı yöntemlerle dizmeyi deniyor veya yeni raflar ekliyor. Bazı kitaplarını ise kurumlara bağışlıyor. Kitaplarını ileride çok güvendiği için İSAM'a bağışlamayı düşünüyor.

     

    ***

     

     

     

    EROL ÜYEPAZARCI: Üyepazarcı, evinin üst katındaki 3 odayı ve banyoyu kütüphane haline getirmiş. Alt kattaki salonun bir duvarı boydan boya kitaplarla kaplıymış. 30 bine yakın kitabı bulunan Üyepazarcı, kitapları için özel bir bilgisayar programı kullanıyor. Temizliğiyle kendisi ilgileniyor. Kitaplarını değeri anlaşılamayacağı için bağışlamayı düşünmeyen Üyepazarcı, çocuklarına vasiyet etmiş, öldükten sonra sevdiği iki sahaf tarafından satılmasını istiyor.

     

    ***

     

     

     

    ENİS BATUR: Kitaplarını saymadığını söyleyen Enis Batur, 20 bin civarında olduklarını tahmin ediyor. Bu kadar çok kitapla aynı evde çaresizlik içerisinde yaşıyormuş. O kadar ki evinde kitaplarından ona küçücük bir yer kalmış. Oracıkta yaşıyormuş. Ara ara kitaplarını ayıklayıp sahaf arkadaşlarına ve eşine dostuna hediye ediyormuş. Batur, öldükten sonra kitaplarının dağıtılmasını istiyor.

     

    ***

     

     

     

    PROF. DR. GÜLÇİN ÇANDARLIOĞLU: Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi tarih bölümü hocası Çandarlıoğlu, kitaplar bizi evden kovuyor, diyor. Bu yüzden ikinci bir daire almış. Bir ev dolusu kitabının sayısını bilmiyor. Kütüphanesinden öğrencileri ve asistanları da faydalanabiliyor. Hatta yurtdışından ve Anadolu'dan kütüphanesi için geliyorlarmış. Kitaplarını, Anadolu'da hiç kitabı olmayan yerlere veya İSAM'a bağışlamayı düşünüyor.

     

    ***

     

     

     

    Prof. Dr. MUSTAFA ÖZBALCI: 19 Mayıs Üniversitesi Yeni Türk Edebiyatı profesörü Mustafa Özbalcı, üç katlı villasının bir katını kütüphaneye dönüştürmüş ve araştırma yapmak isteyenler için ücretsiz misafirhane kurmuş. Kütüphanesinde akademisyenlerin birçok ilden gönderdiği kitaplar da bulunuyor. Kitaplarının sayısını henüz bilmediğini söyleyen Özbalcı, yayınevlerine yazı yazıp daha çok kitap isteyecek.

     

    ***

     

     

     

    DOĞAN HIZLAN: 30 bine yakın kitabı bulunan Hızlan, Fatih'teki evini kütüphane olarak kullanıyor. Burada plak ve cd arşivi de var. Yaşadığı evde de, ofisinde de kitapları varmış. Kitaplarının bir kısmı da TÜYAP'ta adına kurulan kütüphanede. Fatih'teki kütüphanesinden aradığı kitabı bulmakta zorlanıyormuş. Hatta aradığı kitabı bulamadığı için yeniden alıyormuş. Herkese güvenemediğini söyleyen Hızlan, kitaplarını dostlarına emanet etmiş.

     

    ***

     

     

     

    PROF. DR. ABDULVAHAP KARA: Tarihçi Kara'nın 5 bini aşkın kitabı var. Kara, kitaplara servet harcadığını söylüyor. Ama daha fazlasını onları muhafaza etmek için harcıyor. Çalışma odasından yatak odasına kadar her yer kitapla dolmuş. Eşinin de yoğun isteği üzerine kitapları için ayrı bir mekân ayarlamak zorunda kalmış. Babadan kalma dükkânının kiracısı çıkınca burayı kütüphane yapmış. Şimdi 130 metrekarelik bir kütüphaneye sahip.

     

    ***

     

     

     

    HAYRETTİN KARAMAN: Oldukça seçkin bir kitaplığı olan Hayrettin Karaman'a göre; hocaların ikinci hanımları kitaplarıymış. Birinci hanımlar hem onları kıskanır hem de eve sokmak istemezlermiş. Kışlık ve yazlık olmak üzere iki evinin ikişer odası kitaplarla doluymuş. O da kitaplarının bir kısmını İSAM'a bağışlamış. İleride de ilahiyat dalında ilim yapan torunlarına ve İSAM'a bağışlamayı düşünüyormuş.

     

    ***

     

     

     

    İLBER ORTAYLI: Ankara'da ve Üsküdar'da altlı üstlü olmak üzere kitaplarını üç ayrı mekanda muhafaza ediyormuş. Ancak bu üç ev de yetmiyormuş. Kitapları için depo kiralayıp hepsini orada toplamayı düşünüyormuş. "Ömrüm oldukça da kitap almaya devam edeceğim." diyor. İSAM'a 5 binin üzerinde kitap bağışlamış. Kitaplarını ileride İSAM'a ve Galatasaray Üniversitesi'ne bağışlamayı düşünüyormuş.

     

    ***

     

    Ya ben ya kitapların!

     

     

     

    HİLMİ YAVUZ: Hilmi Yavuz ile ilgili ortalıkta bir efsanedir dolaşıyor. Her ne kadar Hilmi Yavuz, "Adı üzerinde bu efsane, aslı astarı yok." dese de söylentilerin önünü almak mümkün değil. Yavuz'un 'yok' dediği efsane ise şu: "Hilmi Yavuz'un evinde artık kımıldayacak yer kalmamış. Eski eşi de şaire 'Ya kitapları bu evden taşı ya da ben gidiyorum.' demiş. Usta şairin canına minnet, ben kitaplarımdan ayrılamam, gidenin yolu açık olsun!" Bu olayı yalanlayan Yavuz'a "İşin aslı ne?" diye sorduk. O da anlattı: "Her gün eve bir çanta dolusu kitapla geliyordum. Eski eşim de haklı olarak bunlardan rahatsızdı. Bana bir süre sonra eve kitap getirmeyi yasakladı. Ben de getirdiğim kitapları bakkala bırakıyordum. O da akşam herkes yattıktan sonra kapıya getiriyordu. Ben de eve alıyordum." Şu anda evde durum nasıl diye sorduğumuz Yavuz, pek renk vermese de evini görenler "Dolaşılacak gibi değil." diyor.

     

    ***

     

    Ömer Faruk Şerifoğlu: Kitaplarını dört ayrı mekanda muhafaza ediyormuş. Yaşadığı eve kitapları sığmayınca evini kitaplara terk edip kendisi ayrı bir eve çıkmış. "İnsan zaman içinde birçok konudan uzaklaşıyor" diyor. Bunun için zaman zaman kitaplarını eleyip ilgili kurumlara küçük çaplı bağışlar yaparmış. Kitaplarını şimdiye kadar hiç toplu bağışlamamış.

     

    ***

     

    İSAM: İSAM'a (İslam Araştırmaları Merkezi) bu zamana kadar aralarında İlber Ortaylı, Hayrettin Karaman ve İlhan Bardakçı gibi isimlerin de bulunduğu 23 yazar ve akademisyen kitaplarını bağışladı. Birçok yazar ise öldükten sonra kütüphanesinin İSAM'a verilmesi için vasiyet ediyor. İSAM, bağışçılarının isteğine göre kitapları konumlandırıyor. Kimi kendi adına oda stiliyle sahip olduğu kitapların bir arada olmasını yani müstakil bir koleksiyon olarak yer almasını istiyor. Yaşayan bağışçılar çalışmalarını yapmak ve kitaplarını okumak için buraya geliyor. Yavuz Argıt ise kitaplarıyla birlikte İSAM'a yerleşmiş. Eşi, çocuğu ve kimsesi olmayan Argıt, ömrünün son 10 yılını İSAM'da geçirmiş. Bağışçıların kitapları üzerine adının ve soyadının ilk harflerinden oluşan rumuzları basılıyor. Kitaplardan istifade eden öğrenci ve araştırmacılar kitabın kimin bağışı olduğunu görüyor. Çok sayıda bağış gelince aynısından birçok kitap oluyor. İSAM bağışçıların onayını alarak aynısı kütüphanede bulunan kitapları Anadolu'daki üniversitelere göndermiş. Bu zamana kadar Anadolu'ya 40 bin bağış kitabı gönderilmiş.


  21. Bir insan kendini ifade edebilmeli, deriz. Nasıl yani? "Kendini" deyince neyi kastediyoruz?

    Kendini ifade edebilmek aslında, düşünebilmek ve düşüncelerini, düşünceli hallerini ifade edebilmek değil midir? Kendini ifade edebilme ihtiyacı için, önce kendini bilmen, düşünmen, bulman gerekmiyor mu?

     

    Bomboş bir adam "ben kendimi ifade edemiyorum" diyor.

     

    Neyini ifade edeceksin? İçgüdülerini, maddî ve bedenî ihtiyaç meyillerini, tutkulu saplantılarını; sorumsuzluğunu, gayretsizliğini, darlığını, gafletini mi?

     

    Teorik planda bir bireysel dalkavukluğumuz var. "Birey eleştirilmez, sadece tebcil edilir" diye tuhaf bir kural koyacağız neredeyse. Hele o "birey" yakınlarımızda bir yerdeyse!

     

    Yakınım olan bazı gençleri, bazı yönleriyle beğenmiyorum. İlle de beğeniyormuş gibi görünme ihtiyacını da anlamıyorum. "Bak yavrum" diyorum. "Çok iyisin, seni bilemeyeceğin kadar çok seviyorum. Ama hataların var... Sevemediğin konulara, işlere, görevlere hiç katlanamıyorsun. Kimse matematiğe de namaza da aşkla şevkle başlamaz. Kimse okulda saatlerce durmayı çok eğlenceli bularak okula gitmez, insanı bu gibi görevlere yönelişlere razı eden sebepler vardır. "Hayat böyle gerektiriyor ; bu mücadele mutlu olmayı sağlayacak görevlerim arasında ise, ben bu zorlukları aşarım, bu sıkıntılara katlanırım" diyeceksin. Sonraları o sıkıcı görünen okullar, dersler, disiplinler, özel bir boşluk ve dolgunluk kazanır. Buna konsantrasyon gücü derler ki bunu kazanamazsan, hiçbir meslekte ve dalda başarılı olamazsın..."

     

    ... Anlatıyorsun ama, olmuyor. Ve bu ters hali için hoşgörü bekliyor. Ben de "yok" diyorum. Baskı yapmam; ama onay da vermem, "olsun canım, senin dediğini ben de benimsemiş olayım, ben seni çok seviyorum" demem. Hiçbir çocuğa hiçbir gence demem. Annelere babalara da en çok bu konuda yükleniyorum: "Düzeltemeyebilirsiniz; ama onaylamayın" Hep doğru sinyaller verin. Bir gün gelir; onları algılar, alır.

     

    Düşünmeyen bir insanın, kendini ifade ihtiyacını duyması da aslen mümkün değildir. Düşünmeyen sevemez, kişiliğini bulamaz, sorumluluk bilincine sahip olamaz; peki böyle birinin yaşaması ne ifade eder? Düşünerek yaşamayan yaşayarak düşünmeyen bir insanın yâd edilecek hatırası, ibret alınacak tecrübesi, gönlünü aydınlatacak ışıklı ve yol gösterici bir zenginliği söz konusu olabilir mi?

     

    O sadece serbestlik, keyfîlik, sorumsuzluk ister, sonra da üretmeden tüketmenin neredeyse kutsal bir hakmış gibi savunusunu yapar. Bu tutarsızlığın ve bu öfke uyandıran gülünçlüğün ifade edilmesi, "kişinin kendini ifade etmesi" kavramının sempatik alanına dahil edilebilir mi? Buraya uygun düşen fiil, "ifade" etmek değil, "itiraf" etmektir. Birçokları için kendini ifade etmek "Ne için yaşadığımı bilemiyorum. İçimde bir boşluk var. Hayatı anlamlandırma konusunda son derece acizim ve şimdiye kadar bunları düşünmeyi akıl edemediğim için çok pişmanım" gibi bir itiraf niteliği taşımak durumundadır. Onun kendini ifade etmeye falan değil; kendini anlamaya, kendine gelmeye; ifadesizliğine, kişiliksizliğine, içinin boşluğuna açılan yardımların ve ışıkların gösterilmesine ihtiyacı var.

     

    "Nasıl anlatacağımı bilemiyorum" "Kimse beni anlamıyor" diyenlerin önemli bir kısmı, "ne anlatacağımı bilemiyorum" dese daha yerinde olur. Zorlanıyor, anlamlı cümleler kuramıyor, dönüp dönüp aynı şeyleri tekrarlıyor... Sıkıntılarının sebebi olan zaaflarından ve takıntılarından vazgeçmek istemiyor; tam tersine, onları eksene oturtan bir çelişkiler yumağında anlam arıyor, onu anlamlı görmeye herkes tarafından da öyle görülmesini sağlamaya çalışıyor. Umutsuzca ama öfkeyle...

     

    Çocukların gençlerin eğitiminde, "düşünce yardımına uyarıya, disipline, eleştiriye" hiç yer vermeyen, "serbest bırakalım, onlar her şeyi kendi kendine çözer" varsayımına dayanan bir önemli hatayı, topluca paylaşıyoruz kanaatindeyim. Kelime öğretmeyi ve doğru telaffuz uyarısını bile, adeta "baskı ve müdahale" sayıyoruz! Aslında onları çok yalnız bıraktığımızı hiç fark edemiyoruz... Sadece onlar değil, biz de kendimizi pek ifade edemiyoruz! Onun için gözlerimiz hep yaşlı, bağrımız düğümlü, yüreğimiz hasretlerle hüzünlerle dopdolu.

×
×
  • Create New...