Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]

kurşunkalem

Editor
  • Content Count

    467
  • Joined

  • Last visited

  • Days Won

    4

Posts posted by kurşunkalem


  1. Gece siyahi rengini almış,

    Sanki günün getirdikleri mazide kalmış.

    Ne eserdir ki gece,gökkubbe altında kaybolmuş şehir,

    Unutturmuş sanki tüm cilvesini,gün içinde ahengin.

     

    Sanki gün yaşanmamış da kalmış dünde,

    Halbu ki bugün,küçüklü, büyüklü neler vardı alemde görene.

    Her an yaşanan, kederli,yerli,yersiz, füsunlu halde,

    Şimdi hatırlattı gecenin derinliğinde gönlüme.

     

    Ne kaldı dense günden ki, çok şey...

    Belki bir sevda, belki bir anı, belki bir kavga.

    Yarın kimbilir nelere gebe.

    Yazmasam kalacaktı içimde bu ukde,

    Ah içimden sanki üfürdü bir seda ki, nefes nefese geldi dile.


  2. Yalanla yaşamak mı zor, itiraf etmek mi?

     

    'Geçmişle yüzleşmek' boş bir laf değil; yanlıştan dönebilmenin şartı. Kurgusunda sorun olan bir 'tarihsel akış'tan çıkmanın, kurtulmanın, hataları tashih etmenin yolu. Yanlışı bağıra çağıra 'mahkûm etmeden' sessizce 'doğru' yöne doğru kıvrılmak da bir seçenek belki. Ama yüzleşmediğin hakikat bırakmaz yakanı, köreltir kalbini.

     

    İtiraf etmeden, yüzleşmeden hafifleyemezsin. Günahını sırtında taşırsın sonsuza dek azap içinde... Çünkü yaralıdır vicdanın. Ancak 'günahın itirafı' rahatlatır vicdanını. Geçmişle yüzleşmek, hatalarını itiraf etmek vicdanın ve de insaniyetin yeniden keşfidir. Yalanla, suçluluk duygusuyla, günahla yaşamak kolay mı? İtiraf et günahlarını ve rahatla. Hele bir de 'tövbe' edebiliyorsan!..

     

    Bu duygularla daha 15 yıl önce komşularını katleden liderlerine destek veren Sırpları hayranlıkla izliyorum. Geçmişe gömülmek yerine geleceği kurmakla meşguller. Tarihin, yakın tarihin yükünü taşımaya kendilerini mahkûm etmektense atıyorlar yükü omuzlarından. Ne Miloseviç'in günahlarını üstlendiler ne de Bosna'yı kana bulayan 'Sırp kasap' Karadziç'in. Hatta bütün günahları, kötülükleri, suçları bunlar gibi üç-beş kişinin üstüne yıkarak koca bir ulusu da temize çıkarıyorlar, önlerini açıyorlar. Toplum aklanıyor, arınıyor suçunu itiraf ederek ve seçmece suçluları adalete vererek.

     

    Önceki gün Sırp Parlamentosu'nun Srebrenitsa katliamını kınaması ve özür dilemesi tam da böyle bir şey işte. Uluslararası Adalet Divanı'nın 'soykırım' olarak nitelediği Srebrenitsa katliamının kurbanları için duyulan üzüntüyü dile getirdi Sırp Parlamentosu ve katliamın önlenmesi için yeterince çaba gösterilmemesi dolayısıyla da özür diledi. Ayrıca aynı karar metninde, eski Yugoslavya için kurulan uluslararası mahkemeyle işbirliğinin sürdürüleceği ve Srebrenitsa katliamında Sırp kuvvetlerine komuta eden Ratko Mladiç'in yakalanarak yargılanması gerektiği vurgulandı. Bu, sadece bir özür değil; bir aklanma, arınma girişimi. Yetmez diyebilirsiniz, ama bu özür, vicdanları biraz olsun rahatlatır. Hem Bosnalıların hem de o dönem Mladiç ve arkadaşlarına destek veren Sırpların vicdanlarını...

     

    Sırplar, aslında geçmişin hortlaklarından kurtulma ameliyesine, Balkanlar'da savaş ve katliam politikalarında Sırpların liderliğini yapan Miloseviç'i 2001 yılında tutuklayarak başlamışlardı. Ardından, Miloseviç'i eski Yugoslavya Uluslararası Mahkemesi'ne teslim etmişlerdi. Beş yıl tutuklu kaldı ve soykırım, savaş suçu ve insanlığa karşı suçtan yargılandı Miloseviç. Mahkeme sonuçlanmadan 2006'da da öldü. Bir başka örnek; Radovan Karadziç, Bosna'yı kana bulayan Sırp lideri. Yıllarca gizlendikten sonra 2008'de yakalandı ve Lahey'e gönderildi; Uluslararası Savaş Suçları Mahkemesi'nde yargılanmaya devam ediyor. Ne Sırp hükümeti ne Sırp halkı korumaya, suçlarını örtmeye çalışıyor Karadziç'in. Biliyorlar ki inkâr mümkün değil; kendilerinin aklanması, Karadziç gibilerin suçlarını itiraf etmekten geçiyor...

     

    Kısaca Sırplar, Soğuk Savaş sonrası döneme Balkanlar'da terör estiren 'liderlerini' gözlerini kırpmadan adalete teslim ettiler. Etnik temizlik politikalarının, dünya ve bölge halklarıyla savaşların mimarlarını ne yapacaklardı ki? İlelebet sırtlarında mı taşıyacaklardı? Tercih belliydi; ya geçmişin bu hortlaklarıyla yaşamak, onların günahlarını paylaşmak ya da özür dileyerek 'medeni dünya'ya katılmak. Sırplar, inanın 'kolay' olanı yapıyor.

     

    'Biz'e gelsek mi? Biz 'günahlarımızla' yaşamayı, yani 'zor' olanı tercih ediyoruz. Ne 1915'le yüzleştik, ne Dersim katliamı, ne Varlık Vergisi ne de 1955 olaylarıyla... 'Resmi tarih' yalanlarından pek de şikâyetçi değiliz. O yalanların ayaklarımıza vurulan prangalar olduğunu, tarihin bu ağırlığı altında yavaş yavaş ezildiğimizi fark etmiyoruz. Sonuçta yalanlarla yaşayarak demokrasi de kuramıyoruz, toplumsal barış da. Demokrasi varmış gibi yapıp gerçek demokrasiyi ıskalıyoruz, herkesi 'Türk' sanıp Kürtleri küstürüyoruz, herkesi Sünni varsayıp Alevileri kızdırıyoruz, laikliği yaşam biçimi olarak dayatıp dindarları dışlıyoruz. Yalanlarla, yanlışlarla yüzleşmek bu kadar mı zor?


  3. Anlamaya çalışmak çabasından uzak kalmamayı istemek gerekir. Kabul, bu tavır güzeldir, bir fazilettir. Hepimiz insanız.

     

    Çeşitli etkilerle karşılaşırız, bazen zaaf gösterdiğimiz de olur. Hepimiz insanız ama, özelliklerimiz de zaaflarımız da farklı. Ben onun yaptığını yapmam, ama benim de başka türlü zaaflarım olabilir. "Anlamaya çalışmak", bizim de her zaman ihtiyaç duyabileceğimiz bir yaklaşım olgunluğudur.

     

    Hem birbirimizi, hem de kendi kendimizi anlamaya çalışmalıyız. Anlamadan sevmek olur mu? Yahut ne kadar ve nasıl olur?

     

    Dahası, anlamak ne demek? Önce onu anlamalıyız! Anlamak, insanın ruhuna bakabilmek demek; iç mânâya, mânânın içine bakabilmek, onun karşılığını içselleştirebilmek demek... Bir çocuk bile sizi anlayabilir de, kocaman bir muhatabınız, dostunuz anlayamayabilir.

     

    "Halden anlamak" ne güzel bir ifadedir. Birisi "benim halimden o anlar ancak" diyordu, bir hikâyede. Haller çeşit çeşit. Halden anlamak, ortalamayı işaretler. Mesela, benim bir halim vardır ki onu ancak annem anlardı. İnce ve derin bir hal. İçimde şu veya bu sebeple duygusal bir sarsıntı, etkilenme oluşmuş ise, bunu, uzaktan bakarak bile fark ederdi. Bir şey söylememişim, karşı karşıya oturup konuşmamış, bakışmamışız. Görüntümden, siluetimden anlardı... Gerçek annelere vergi bir seziş. Gerçek eşin de sezgileri var olabilir, başka haller için. Sevgisi olanın sezgisi de olur. Hepsi kendi yerinde kendi mânâsıyla özel ve farklı; fakat birbiriyle tamamlanmaya, kendi bütünlüğünü koruyarak ve aşarak, hayatın bütünlük hakikatine doğru yolculuklarını sürdürmeye açık ve muhtaç.

     

    Anlamak, sevgiye açık olmayı gerekli kılar. Sevgisizlik, içe öze bakış ışığının yokluğu demektir. Kalbiyle akletmek, o ışığı vurgulayan bir kavramdır.

     

    Anlayışsız insan, sevgisiz insandır. Bir arıza vardır onda. Anormalleşmeye iten bir arıza... Oraya doğru, yavaş yavaş, adım adım kayar. Kendini öve öve, beğene beğene, aldata aldata kayar. Negatif bir tutarlılığı sağlamaya çalışır.

     

    ... Kavramlar yalnızlığı sevmez, yalnız yaşayamaz. Bir kavramda birçok kavramın payı vardır. Aralarındaki ilişkiler bu paylara doğru uzanır. Hiçbir kavramı izole ederek anlayamazsınız. Kavramları anlamak da insanları anlamaya benzer. Kendi içinizdeki ışıkla onun içine gireceksiniz, yapısındaki payları ilişkileri derinlikleri genişlikleri şöyle bir seyredeceksiniz. Özünü doğru yorumlarla içselleştireceksiniz.

     

    Anlayışsızlık, anlayış yetersizliği; insanların ve kavramların israfına yol açıyor. "Sevgiyle ve düşünerek" yaşamanın tam zıddı olan durum işte budur. İmkanlarımızı nasıl artırırız diye kafa patlatıp dururken, yeni imkanlar elde etmek için büyük tutkularla ve uğraşlarla çırpınıp dururken, çok yönlü bir israf bataklığının içinde kendimizi ve birbirimizi nasıl tükettiğimizin farkında bile değiliz. Nefse ağır gelen, ruha inşirah verir. Nefse hoş gelen ruhu karartır. Bu tahterevalli ancak aradaki çelişkileri doğal farklılık dengesine dönüştüren bütünlük dengesi içinde oluşacak kişilik yapısının özgürleşmiş aklıyla ve iradesiyle sükûnete kavuşur. İşte o zaman kavga ve israf biter, mutluluğa açılan üretim ve tekamül yolları aydınlanır. Ama bu hakikatin bilimi sanatı estetiği okulu medyası analizleri, medyası, gündemi aktüalitesi yok. Müstesnalar gurbet hüznü içinde anlaşılmayı bekliyor.

     

    Kavramların ve insanların israfı yanında maddenin israfı hiçbir şey değil.

     

    Halden anlamıyoruz demek, hayatı anlamıyoruz demektir. Bazıları "biz hayatı anlamaya değil, yaşamaya geldik" diyor. Laf işte! Hayatı anlamayan yaşamaktan ne anlar? Biyolojik olarak böcekler de yaşıyor. Onların dahi bir hal dili var ve halden anlamamak daha gerilere düşmektir.

     

    Küçükken okula giden çocuklar "Allah zihin açıklığı versin" duasıyla uğurlanırdı. Ne güzel duadır o. Bütünlüğü olanın az bilgisi çok bereketli ve büyük, bütünlüğü olmayanın çok bilgisi ise verimsiz ve ağır bir yük.

     

    Düşüncenin kalbî, sevginin fikrî bir yönü vardır. Bu benim, referanslı sözüm ve tezim. Allah zihin açıklığı ve gönül aydınlığı versin. Halden anlayanlardan eylesin.


  4. Birşey var aramızda

    Senin bakışlarından belli

    Benim yanan yüzümden

    Dalıveriyoruz arada bir

    İkimizde aynı şeyi düşünüyoruz belki

    Gülüşerek başlıyoruz söze

    Birşey var aramızda

    Onu buldukça kaybediyoruz isteyerek

    Fakat ne kadar saklasak nafile

    Birşey var aramızda

    Senin gözlerin ışıldıyor

    Benimse dilimin ucunda

     

    ______________________________________________

     

    Hayalet

    sokaktan insanlar geçiyor

    benim aklımdan hep sen

    tramvayda yanımdasın

    sofrada beraberiz

    çatalı öyle tutma

    sigara içme diyorsun

    üzülüyorsun benim için

    bak gömleğin kirlenmiş

    bu sakalda neden

    niye mahzun yüzün

    tam konuşacağım seninle

    kayboluyorsun

     

    ______________________________________________

     

    Herşey Yerli Yerinde

     

    Hiçbir şey değişmeyecek o gün

    Göçüvereceksin bu insan kalabalığından

    Gelmemiş gibi olacaksın dünyaya

    Sanki bu odada sen oturmadın

    Sen giymedin bu elbiseyi

    Ağlamadın

    Gülmedin

    Yemedin bu ağacın meyvasını

    Bütün maceran

    Bir varmış

    Bir yokmuş

     

    _________________________________________________

     

    Sebep

     

    Beni unutsun herkes

    Dinsin şehrin gürültüsü

    Odam kalsın öyle ıssız

    Bu gece çekilip kendi içime

    Ağlayacağım sessiz sedasız


  5. Ya Rasulüllah (s.a.v) ,San'a hayırlı ümmet ,Rahman'a iyi bir kul olamadığımızdan kendimi yine San'a şikeyet ederim.

    Bu küçük amma, büyük hedefli çocuğun yüzü suyu hürmetine biz acizler içinde Şefaat eyle.

    Zira ahir zamanın karanlığında boğulduk...


  6. Başbakan’ı hedef alan kampanyaya bakın;

    Diaspora, Ermeni lobisinin birbiri ardına çıkarttığı “soykırım” kararlarına tepki olarak, “İllegal faaliyetler içindeki Ermenilerin durumunu değerlendirebileceklerini” söyledi diye...

    “Hukuk neyi gerektiriyorsa onu yapacaklarını” ifade etti diye...

    Ne hezeyanlar...

    Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin Başbakan’ı, kaçak çalışan Ermenilerden “Özür dileyecekmiş!..”

    Öylesine çığırdan çıkmış ki adamlar; “taraf”lısıyla, “taraf”sızıyla...

    Resmen;

    “Ermenileri soykırıma tabi tuttuğunuzu kabul edin” çağrısında bulunuyorlar.

    Hiç sevmem o lafı ama yeri geldi;

    “İhanet”in dik alâsı!..

    Hayır; kimsenin 1915’te işbaşında bulunan İ.T. takımını savunduğu filan yok;

    Bugün CHP çatısı altında temsil edilen ve günümüzün hassas kurumlarında da bolca uzantısı olan İttihatçıların her türlü “pisliğe” bulaşmış olabileceklerini teslim ederiz.

    Lâkin; bunlar “parmak hesabıyla” karar verilebilecek işler midir?..

    Tarihi yargılamak, Parlamentoların mı, yoksa “namuslu” tarihçilerin mi işidir?..

    Belgeler mi konuşacak, yoksa “satılık” parmaklar mı?..

    ONLAR NEYSE DE MUHAFAZAKÂR TAKIMINA NE OLUYOR!..

    Evet; bir de bunlar var; dünyaya solun “bacak arasından” bakan hastalıklı muhafazakârlar!..

    Onlar da, Başbakan’ın bu haklı tepkisine ya “sessiz” kalarak, ya da “satır aralarında çakarak” destek veriyorlar.

    Başbakan tahmin ediyordur herhalde, ayağı kaydığı anda, “ilk itecek” olan da bu “ilkesiz” adamlar!..

    YİNE YALNIZ KALDIK, KAVANOZ DİPLİ DÜNYADA!..

    Malûm, geçtiğimiz günlerde Devlet Bakanı Aliye Kavaf, “Eşcinselliğin tedavi edilmesi gereken bir hastalık olduğunu” söyledi.

    Bundan daha doğru, daha isabetli bir söz olabilir mi;

    “Eşcinsellerin tedavi ihtiyacına” vurgu yapmanın neresi ayrımcılık?.

    Aksine; Kadın ve Aileden Sorumlu Bakan, görevinin gereğini yerine getirdi.

    Bir şekilde “düşmüş” olan bu “insanlara” yardım elini uzattı.

    Bunca olumsuz örneğe rağmen yine de şaşırıyor insan; medya, Vakit dışında neredeyse ittifak halinde Bakan’a cephe almaz mı!..

    Bir kısım medya denilen; açıktan destek verdi sapıklığa...

    “Kompleksli muhafazakâr takımı” da, Bakan’a yönelik “hafif” taciz atışları ile ya da “sessiz kalarak” sundu desteğini.

    İzlediniz; homoları Meclis’te toplayıp, “Bu bir hastalık değildir. Gaaayet normal bir durumdur. Herkese tavsiye edilir!!!” dedirten CHP’nin dengesini bozan sorular sadece bizden geldi.

    Anlaşılan o ki; bir bizmişiz bu “pislik”ten rahatsızlık duyan!..

    “Ermeni meselesi”nde de öyle...

    Muhafazakâr denilen gazetelerde köşe tutan, ahı bitmiş vahı kalmış “eski tüfeklerin” öncülüğünde bir kampanya yürütülmekte.

    Dün bu “adamlardan” biri çıkmış, her zamanki gibi ağzını burnunu yayarak, Başbakan’a çakıyor.

    Hayır; Başbakan’a muhalefet edilebilir de;

    “İllegal faaliyetler içindeki Ermenilerin durumunu gözden geçireceğiz” sözünün neresinde yanlış var?

    Ne yapacaktı, “Kaçak çalışanları koruyup kollayacağını” mı söyleyecekti.

    Ermeni’nin “teröristi bile” mübarek bu “adam”lar için!..

    “Hepsi Ermeni” ya; öyle bir “bağ” var aralarında!..

    Bakıyorum, nerede bir “sapık”; nerede bir “Kaçak Ermeni”; bir kısım medya hararetle destek veriyor.

    “Muhafazakâr medya” denilen ise, korkudan mıdır, ezik-büzüklükten midir, nedendir; bu takımın kuyruğuna takılmış gidiyor...

    Sağıma-soluma bakıyorum;

    “Kimse yok mu?..”

    Bakıyorum;

    “YOK” gibi!..

    Her birinin kendince hesabı var; kimi malı götürüyor, kimi “imaj” peşinde, öbekleşmeler olmuş, çeteler kurulmuş...

    Herkesin bir çetesi var; “Ergenekon yapılanmasına esas olan üzüm salkımı modelinde olduğu gibi”, herkes birbirinden habersiz sanki.

    Habersiz gibi de aralarında bir “bağ” var gibi!..

    Kimi “din karşıtı” görünümlü, kimi “dindar” ya da “dine saygılı”...

    Kimi “darbe yandaşı” “gibi” görüyor, kimi “karşıtı”..

    İlk bakışta birbirlerinden bağımsız gibiler ama... Bakıyorsunuz, hepsi aynı köke bağlı!..

    Aynı yerden “tutuluyor” üzümler...

    Hepsi bir “sap”a bağlı...

    Kimi farkında, kimi değil!..


  7. Beceri

     

    Papaz, günah çikartmaya gelen cambaza meslegini sordu. Cambaz :

    - Sanatçiyim, dedi.

    - Ne yapiyorsunuz yani sahnede? Bana gösterir misiniz.

    Cambaz ilginç numaralar gösterdi, perendeler atti.

    Onun isi bitti, sirada bekleyen kadin papazayaklasti :

    - Muhterem peder, benden önceki dindasimiza verdiginiz cezayi verecekseniz...

    hiç anlatmayayim, Ben hayatta beceremem..

     

    ----------

     

    Dogum Günü

     

    Çiçekçiye giren adamin kolunda siyriklar, sol gözünde büyük bir morluk vardi.

    - Bir düzine kirmizi gül istiyorum, dedi ve hemen ekledi : Karimin dogum günü

    için... Tazesinden rica ediyorum.

    Çiçekçi :

    - Basüstüne, dedi. Hangi gün için?

    Adam koluyla gözünü isaret etti :

    - Dündü...

     

    -----------

     

    Tanismak

     

    Paris te karsi kaldirima geçmek için yesil isigin yanmasini bekleyen güzel kizin

    yanina yaklasan delikanli :

    - Pardon matmaze, dedi. Georges Duval adinda bir genç taniyor musunuz?

    - Hayir. Ne yazik ki tanimiyorum.

    Delikanli gülümsedi :

    - Öyleyse onunla tanismak ister misiniz?


  8. Nazım elbette ki bizim ; aslen,"biz, siz " ayrımı hiç bir zaman hoş bir kelime gelmemiş olmasına rağmen kulağıma,yine de arada ki farkı anlamak için her zaman, belki kendimizi iyi hissetmemiz açısından kullanımı kolay olan bir kelime gibi geldiğinden kullanıyoruzdur,meçhul...

    Nazım Hİkmet fikriyat olarak tamamen zıt kutuplarda olsa da bizler için,nazımın şiirdeki iç dünya psikolojisinin kullanımının herkese hitap etmeside az bir şey değildir.Tabiki istisnalar olacak,nazım bu,"beni stalin yarattı" diyen bir ebleh.

    Belki hayatta olsa idi şimdi bende Üstad gibi "Nazım benim rejimim olsa seni asardım "kelimesini kullanmaktan çekinmezdim, ama şiirlerdeki hassasiyet o dur ki, zaman verdiriyor kendisine...

     

    Öylesine işte...‏

     

    Karşımdasın işte...

    Bana bakmasan da oradasın, görüyorum seni.

    Ah benim sevdasında be...ncil, yüreğinde sağlam sevdiğim.

    Kalbime gömdüm sözlerimi, ceset torbası oldu yüreğim.

    Tıkandığım o an,

    Elimi nereye koyacağımı şaşırdığım o an işte,

    Aklımdan o kadar çok şey geçti ki takip edemedim.

    Ellerim boşlukta, ben darda kaldım.

    Ellerim buz gibi, ben harda kaldım.

    Bir senfoni vardi kulağımda çalınan,

    bitti artık hepsi...

    Köşeme çekildim, hani hep kaldığım köşeme.

    Bakış açım belli oldu yine.

    Geride kalan, ardından bakar gidenlerin.

    Bir meltem olacak rüzgarim dahi kalmadı benim.

    Dağlara çarptım her esişimde.

    Yollara küfrettim her gidişinde.

    Demiştim sana hatırlarsan:

    "Önemli olan ''zamana birakmak'' değil,

    ''zamanla bırakmamak''tır.."

    Simdi bana, geçen o zamanın

    Unutulmaz sancısı kalır

    Gittigim eğer bensem, söyle bana kimden gittim?

    Sende yoktum zaten ben, ben yine bende bittim...

     

    Nazım Hikmet Ran


  9. Aslen dost olmayan, fakat dost görünen insanlara aklım erdi ereli şaşırırım.

    Sahtekârlara,Münafıklara,

    Yalan söyleyenlerden ürperir ve şaşarım.

    Kibirlilere,samimi olamayan gönüllere,merhameti olmayanlara,biri yemek yerken, karşısında izleyene ikramda bulunmayana,cömert olmayanlara şaşırırım...En önemli olan bana göre en azından,sabırlılara çok şaşırırım...

    Bunlar yazmakla bitmez:)


  10. "Ufuk bir tilkidir kaçak ve kurnaz"

     

    Ufuk, bir nevi istikbaldir ve kimse kendi hayatının istikbalini bilemez,bir bakarsın bir an seni dünyanın merkezi hissettirir kendine ,bu tilkilikdir çünkü, o an kendinden başkasını akıllı görmezsin.

    Kurnazlık ise; bencillik mehasinini gösterir insanın, çünkü kurnazlık, kendi hayatı için ne gerekirse onu yapmak, mücadele etmek, olumlu ya da olumsuz bir şekilde dünyayı ben merkezine çevirmektir.

    Aslen "Ufuk bir tilki ve kurnazlık" dır demek, hayatın neler getireceğini insana ,kestirememektir.


  11. Genç imamlar aralarından birini gaza getirip "oğlum sen hiç bir kıza laf atamazsın" o da "atarım lan"der

    sonra arkadaşları " tamam o zaman bizim gözümüzün önünde seçtiğimiz kıza laf atacaksın" derler.durağa giderler kızı gösteriyorlar.Oğlam kızın yanına gdiyor dürtükleyip kıza "şişşt kız sen subhanekeyi biliyon mu ?":tek_dis:


  12. Hayatta kaybetmek diye bir şey olduğunu sanmıyorum.

    Yaşayan insanlar, bilhassa da bilinçli yaşayan insanlar mutlaka "kaybettik" düşüncesinin kurşunu önünde dururken, aslında bunun bir kazanma kademesi olduğunu "bu da geçer ya hu" diyerek mutlaka geçeceğni bilerek yaşar.Bu da az bir şey değildir.

    32 yaşıma gireceğim ,içimdeki tek ukde okuyamamakdı ,oda ukde olmaktan çıktı ve son derece muntazam bir şekilde devam edip, hayatımdaki ukde lafzını alıp yerini tatlı bir lezzete bıraktı.

    Umut en son ölen şeydir.

    Hayat bu, malesef kötüyede yer var, ne mutlu ki iyide yok değil.


  13. Bir düşünün Allahın cezaları, bir düşünün.

     

     

     

    Osmanlı İmparatorluğu kurulduğunda Elazığ köylüleri nerede oturuyordu?

     

    Kerpiç evlerde.

     

    Birinci Meşrutiyet ilan edildiğinde nerede oturuyorlardı?

     

    Kerpiç evlerde.

     

    İkinci Meşrutiyet’te?

     

    Kerpiç evlerde.

     

    Saltanat kaldırıldığında?

     

    Kerpiç evlerde.

     

    Hilafet kaldırıldığında?

     

    Kerpiç evlerde.

     

    Cumhuriyet ilan edildiğinde?

     

    Kerpiç evlerde.

     

    Şapka devrimi yapıldığında?

     

    Kerpiç evlerde.

     

    1960, 1971, 1980 darbeleri yapıldığında?

     

    Kerpiç evlerde.

     

    28 Şubat darbesinde?

     

    Kerpiç evlerde.

     

    Şimdi nerede oturuyorlar?

     

    Kerpiç evlerde.

     

    1299’dan bu yana yaşanan onca olayın, savaşın, darbenin, gelişmenin Doğu ve Güneydoğu köylerine ne faydası oldu peki?

     

    Hiç.

     

    Hâlâ kerpiç evlerde yaşıyorlar, hâlâ kerpiç evlerde ölüyorlar.

     

    O imparatorluk, hilafet, meşrutiyet, cumhuriyet, laiklik, darbeler, savaşlar, cinayetler kimin içindi?

     

    Belli ki oralardaki köylüler için değildi.

     

    Yapılan hiçbir değişiklik, o köylülerin hayatını da ölümünü de değiştirmedi.

     

    Niye yaptık peki biz onca şeyi, kimin için yaptık?

     

    O köylerde yaşamayanlar için.

     

    Yapmasaydık o köylüler için ne değişecekti?

     

    Hiçbir şey.

     

    Bugün yeryüzünün hiçbir doğru dürüst ülkesinde insanlar 6 ölçeğindeki bir depremde ölmezler.

     

    Burada niye ölüyorlar peki?

     

    Cihan imparatorlukları kurmuşuz, cumhuriyetler ilan etmişiz, Atatürk’ün ilke ve inkılâplarını kabul etmişiz, şapka giymişiz, darbe yapmışız, çağdaş olmuşuz ama köylüler kerpiç evlerde sabah vakti yıkıntıların altında ölüyorlar.

     

    Ben yeniyetmeyken mahalle çocuklarının çok sevdiği galiz bir laf vardı, dayanamayacağım söyleyeceğim, “bana faydası olmayan kilisenin papazını öpeyim,” alın imparatorluğunuzu, cumhuriyetinizi, laikliğinizi, ilke ve inkılâplarınızı, şapkanızı, darbenizi, ne isterseniz ondan yapın.

     

    Bunlarının hiçbirinin o köylülere bir faydası yok, olmamış, olmayacak.

     

    Onların hayatını bunların hiçbiri kurtarmaz, onların hayatlarını, buralarda aydın geçinenlerin bile bir tür “fantezi” sandıkları “demokrasi” kurtarır ancak.

     

    “Önce cumhuriyet”, “önce laiklik”, “önce vatan” diye bağıranlar, “demokrasi gelirse ne olacak, memleket bölünecek” diyenler, gidin şimdi bunları Elazığ köylülerinin parçalanmış bedenlerine anlatın.

     

    Demokrasi, insanın her şeyden daha önemli ve kutsal olması anlamına gelir, demokrasi olsaydı, Meclis lojmanlarına, orduevlerine, memur kamplarına, Atatürk heykellerine harcadığınız parayı Elazığ köylerine harcamak zorunda kalırdınız, kerpiç evlerin içinde sabaha karşı yıkılan duvarların altında ezilerek ölmezlerdi.

     

    Asfalt yolları, sağlam evleri, çiçekli bahçeleri olurdu.

     

    Keyfinizce yağmalayıp paylaştığınız paraların, silahlara savurduğunuz paraların, gösterişe harcadığınız paraların hesabını size sorarlardı demokrasi olsaydı, “burada bu derme çatma kerpiç evler dururken o paraları nereye harcıyorsun” diye sorarlardı.

     

    Ama köydeki çobanla siz bir değilsiniz tabii, para sizin, keyif sizin, iktidar sizin, gösteriş sizin, eğlence sizin, babalanma sizin, efendilik sizin, kerpiç evlerle ölüm de zavallı çobanın.

     

    Demokrasi, “çobanla profesörün oyunun eşit” olması değildir, demokrasi, çobanla siyasetçinin, paşanın, profesörün, şehirlinin “hayatının eşit” olmasıdır, aslında istemediğiniz bu, değil mi?

     

    Sizin hayatlarınız, şaşaanız, debdebeniz, köylülerin hayatından besleniyor.

     

    Onun için istemiyorsunuz demokrasiyi, onun için istemiyorsunuz eşitliği.

     

    İmparatorluk yaptınız, meşrutiyet yaptınız, cumhuriyet yaptınız, laiklik yaptınız, inkılâp yaptınız, darbe yaptınız.

     

    Niye hiçbiri o köylülerin işine yaramadı?

     

    Niye ölüyor onlar, neyin eksikliği öldürüyor onları?

     

    Bir düşünün Allahın cezaları, bir düşünün.


  14. İslamda milliyetcilik diye bir kavram olsa olsa cahiliye devrinde olmuş, islamiyetin doğuşundan sonrada böyle bir kavram yerle bir olmuştur.

    O tarihte milliyetçilik diye bir kavram duyulmadğı gibi "eldevarhüzün" kardeşimin dediğine katılıyorum.

     

    "İslam'da eğer milliyetçilik ya da ırkçılık olsaydı Resulullah(sav) veda hutbelerinde şöyle buyurmazlardı:"

    "Arabın arab olmayan üzerine,arab olmayanın da arab olan üzerine hiç bir üstünlüğü yoktur."


  15. Dünya'nın tüm dağdası ile burun buruna kaldığım anda ve düştüğüm zaman beni sadece kaldıracak güce sahip Rab'bim.Sen bildirmezsen ben bilemem,Sen göstermezsen ben göremem,Sen korumazsan ben kendimi koruyamaz ahirette kendime kötü bir mekan düçar ederim,Sen Ulusun,Yücesin,kullarını çokca seven çokca gözetensin.

    Annemi,babamı diğer tüm din kardeşlerimi koru ve muhafazan altına al.Vatanımı ,milletimi fırsatçıların eline bırakma Kendi muhafazan altında sabit tut.Kabir azabından,cehennemin şiddetinden ,rezil rüsva; Habibullah'ını ümmeti adına utandırmaktan ,San'a ,merhametine sığınırım ,benide benim gibileride affet, göndereceğin tüm yardınlara muhtacım...

    Bu formda ,kimin gönlünde ne duası var ise onlarında hayırlı dualarının tümünü kabul et.

    Amin,amin,amin ...


  16. Aklın; nerede, nasıl, ne için ,ne ile kullanıldığını anlatan bir başkası varsa ben onada tabi olurum :tek_dis:

    Müthiş zeka,müthiş kavrama kaabiliyeti .müthiş teşhisler vs..

    İtiraf etmek gerekirse,bazen köşeye sıkıştığım anlar oluyor,o an da Üstad'ın bir iki satırını okumak kendimi toparlamama vesile oluyor..

    Böyle bir insanı hayatta iken tanımak bana nasip olmadı,lakin ölmeyen mehasinlerini hâlâ O yaşıyor gibi benimsemek bana yetiyor. Bir nevi rehber de diyebilirim.


  17. Yıl 1932. Belçika'da yapılan Dünya Güzellik Yarışması'nda ilk kez bir Türk çocuğu “Dünya Güzellik Kraliçesi” seçildi. Aynı yıllarda Sabiha Gökçen “Türklerin ilk kadın pilotu” oluyordu. Kadın, bu tür atraksiyonlarla Türk modernleşmesinin itici gücü olsun isteniyordu.

     

     

     

    “Dünya “Güzellik Kraliçesi” olarak Belçika'dan yurda dönen Keriman Halis, Sirkeci Garı'nda seferden zaferle dönmüş bir komutan gibi karşılanmıştı. 1850'de Osmanlı şehirlerini gezen Jakob Philip Fallmerayer, “Türkiye'de aşağılanmış ve güvenini yitirmiş durumda olan sadece hükümettir; halk ne fanatik enerjisinden ne de kendine güveninden bir şey kaybetmiştir” diyordu. Sanırım bu tespit 1930'lar için de geçerliliğini koruyordu ve fakat “hükümetteki aşağılanmışlık ve güvenini kaybetmişlik” daha da derinleşmişti.

    Devlet, “Bakın biz Türkler, tarihsel ve kültürel aidiyetlerimize rağmen dünya milletlerinin gerisine düşmüyoruz” mesajını hayatın bütün alanlarında vermeye çalışırken, bu çaba, halk nezdinde hiçbir karşılık bulmuyor, hatta anlaşılmıyordu bile. Bu anlayamama durumu, uzun yıllar halkı Keriman Halisleşmeye karşı korudu.

     

    Buradan umulan her neyse, aradan geçen uzun yıllar boyunca bu şey, geniş halk katmanlarına bir türlü ulaşamadı.

     

    1950 seçimlerinde halk “başında kimi görmek istemediğini” açıkça beyan etti. Başında kimlerin olması gerektiği konusunda bir karar vermek ise o dönemlerde hem nesnel şartların imkansızlığı bakımından, hem de tekamül yasalarının Türkiye özelinde sürekli tersine işletilmesi yüzünden, fazlaca lüks bir iddia gibi duruyordu.

     

    Ne olduysa oldu ve Türk modernleşmesi denilen planlanmış bilinçli süreç, zaman zaman kanlı ve zorba sahnelere de yol açan iktidar mücadelelerinin üstünde bir demir irade olarak devam ede geldi.

    Öyle ki cumhuriyetin ilk yıllarında ve tek parti dönemi boyunca uygulanan sert politikalara sistem içinde kalarak karşı çıkan veya karşı çıkıyor gibi yapan liberal sağ kesimler, bilerek veya bilmeyerek “tepeden inme” yerine “kökten sürme” retoriğinin yedeğine kendilerini oturttular.

     

    Yani bu kesimlere göre aslında bütün mesele modernleşmenin tepeden inme yöntemlerle ihdas edilmesiydi.

    Tek parti diktasına karşı gösterilen muhalefetin temelinde esasa yönelik kaygılardan çok, usule ilişkin itirazlar vardı.

     

    1980 sonrasında kısa bir “kaynaklara dönüş” ya da “bize dinimizin orijinal teori ve pratiği yeter” dönemi yaşandıktan sonra, aynı yıllarda “tabana yayılmış modernleşme hareketi” Nilüfer Göle gibi kimselerin yaptığı ilk temenni/tespitler doğrultusunda bir süreçte ilerledi. “Çocuk emzirmek zorunda değiliz” şeklinde bayraklaşan ilk talepler, sözüm ona birtakım dini söylemlerle gerekçelendirilmeye çalışılırken, 1990'ların sonuna doğru bu gerekçelendirmenin daha da zenginleştiği görüldü.

     

    2000'li yılların ortalarında ve özellikle bugünlerde ise artık bu “gerekçelendirmeye” de son verildi. “Hz. Ayşe, Hz. Zeynep, Hz. Hatice…” diye başlayan eski gerekçelendirme cümleleri tamamen ortadan kalktı. Onun yerine “bireyselliğini ön plana çıkararak özgürleşenler” türeyiverdi. Bunlar “çocuk da yaparım kariyer de” sözünü “namaz da kılarım eller havaya konserlerine de giderim” şeklinde muhafazakar versiyonuyla yeniden üretirken, cumhuriyetin ilk yıllarında görülen o kaba ve sert manzaralardan çok daha kaba, çok daha görgüsüz ve çok daha vahşi bir durum ortaya çıktı.

     

    Bu manzara öylesine görünür bir hal aldı ki artık bu kişiler, vaktiyle Keriman Halislerle, Sabiha Gökçenlerle modernleşme evrelerini tamamlamış kesimler tarafından da hem fark edilmeye hem de bu halleriyle içselleştirilmeye hazır bir kıvama gelmişlerdi.

     

    Büyük gazetelerin genel yayın yönetmenlerinin keşiflerine açık bir yapı arz eden yeni muhafazakarlık, o eski Anadolu utangaçlığını da çoktan üstünden sıyırıp atmış, “bakmayın böyle göründüğüme, aslında şunu da yapabilirim, bunu da yapabilirim” tarzında çok yönlü yeni bilişim teknolojisi ürünleri gibi her türlü pazarlama taktiğini kendi kendine çoktan geliştirmişti bile.

     

    Geriye bunları fark edecek zengin mahalle kalantorları kalıyordu. Fark edenler fark atarken, bu yeni teknolojiyi ihmal etmiş ya da ona eski alışkanlıkları yüzünden hor bakmış olanlar ise kaybediyordu.

     

    Keşfedilenler ile henüz keşfedilmeyi bekleyenler arasında da bariz bir fark vardı. Keşfedilenler, orada kalmayı başarabilmek için pişman itirafçılığın gerektirdiği bütün maharetleri ustalıklı örtbas girişimleri ve gerekçelendirme taktikleriyle sergilerken, henüz keşfedilmemiş olanlar için durum çok daha vahşi ve görgüsüz bir kırıp dökme sürecini zorunlu kılıyor. Öyle ki “çıktığı kabuğu beğenmemek” biçiminde özetlenen ve aslında toplumun yüce gönüllülükle geliştirdiği “ne yapsın, imkansızlıklar içinde büyüyünce böyle anasını da hor gördü garip” şeklinde bir vicdan savunusu bile onlar için değildi. Çünkü keşfedilmeyi bekleyenler, artık talep edilen her şeylerini ortadan kaldırmayı bile akıllarından geçirmeye başlamışlardı. O güne kadar sadece ismini telaffuz ettiklerinde bile kendilerini ayrıcalıklı saydıkları, ruhlarına sürekli özgüven esinleyen büyük “bayrak adamları” artık sadece terk etmekle kalmıyorlar, bir de onlara hayasızca sövüp saymayı kişisel ikballeri için kar sayıyorlardı.

     

    Bu noktadan sonra artık pişman itirafçılığın da ötesine geçerek, tetikçiliğe hazır hale geldiler.

×
×
  • Create New...