Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]

kurşunkalem

Editor
  • Content Count

    467
  • Joined

  • Last visited

  • Days Won

    4

Posts posted by kurşunkalem


  1. "Eğer diyorum bir toplu iğne ucu kadar yakınlarıma çıkar sağladığımı isbat edersen eyvallah... İsbat edemezsen, benim adımı yolsuzlukla anarsan ana a... söylemeyim, gerisini söylemeyim..."

     

    Tam da "Ana... a..." sesleriyle ağzından çıkacak kötü sözü engellemeye çalıştığı anda, miting kalabalığının tepkisine dikkat çekmek istiyorum; önce sâliselere sığan bir sessizlik, ardından, "Espriyi anladık üstad, yaşa, varol, iyi oturttun!" mânâsına gelen alkışlar, kahkahalar... Ne güzel cevap verdi, ne müthiş espri yaptı mânâsına gelen uğultulu tasvib sesleri...

     

    Nitekim, "Ana... a..." seslerini çıkaran kişi de, yaptığı nüktenin kalabalık tarafından beğenildiğinin farkındadır, espriyi patlatmış ödülünü de alkışlanarak almıştır; öyleyse şimdi efendilik ve centilmenlik zamanıdır. "Söylemeyim, gerisini söylemeyim..." cümlesiyle eserini taçlandırıp kendini ibrâ ediyor. Aslında söylemekten çekinmeyecektir ama gerek görmüyor, mânâ tamamlanmıştır.

     

    Bir anlık tatmin ve zafer hissi; kalabalıklara, onların istediği, bildiği, anladığı dilden kelimelerle dokunabilmenin hazzı...

     

    Herkes sözlerinden ötürü Kılıçdaroğlu'nu suçluyor fakat ben, sâliselik şaşkınlığın ardından bir anda patlayıveren alkış ve kahkahalarla liderini destekleyen kalabalığın onaylayıcı tepkisini önemsiyor ve anlamlı buluyorum. "Bunlar CHP'lidir, hep böyle yaparlar" demeye getirmiyorum, bilakis şu gerçeğin altını çiziyorum: Ne yazık ki -parti ayırd etmeksizin- her partinin kitlesi, yani bütün halkımız, aziz milletimiz bunu hep yapmakta, sin-kaflı imâlardan fena halde hoşlanmaktadır. Ayıplanması gereken "aziz" milletimizdir veya liderlerinin kabadayılığını, bıçkınlığını, delikanlılığını onaylayan, bundan hoşlanan kalabalıklardır; hepimiziz, biziz. Bunu daha önce de defalarca yaptılar ve biz hoşlandığımızı bir şekilde belli ettik. Necib milletimiz, icabında küfür edebilecek derecede halkının dilini öğrenen liderlerinin yeri geldiğinde kalayı basmasına, "Kodu mu oturtmasına" bayılmaktadır, bayılmaktayız. En azından, seçim meydanlarında oynanan bu sin-kaflı skeçlerden hiç mi hiç hazzetmediğimizi hissettiremediğimiz için vebâl üstümüzde kalıyor.

     

    Oylarımızla, insâni ve medenî tepkilerimizle, davranışlarımızla liderleri daha beyefendi, daha klâs, daha centilmen bir siyaset dili edindirme kabiliyetimiz olmadığının fotoğrafıdır bu, pardon videosudur. Bilelim ve anlayalım ki, biz böyle istediğimiz için onlar böyle konuşuyorlar. Danışmanlarıyla baş başa verip kendi aralarında kampanya taktikleri üzerinde kafa yorarken, belki de tabiatlarına ters düşmesine rağmen küfürbaz, saldırgan, bıçkın bir dil kullanmak lüzumuna kendilerini ikna ediyorlar.

     

    Aynı şeyi Başbakan da yapıyor, Devlet Bahçeli de, BDP sözcüleri de; ki bunlar, normal zamanlarda müeddeb, sâkin, çelebi şahsiyetlerdir. Kalabalık karşısında böyle konuşmaları gerektiğine inandıkları için böyle konuşuyorlar; bu davranışlarında kalabalıkları istihfaf, yani küçük görme davranışı saklıdır. "Onlar böyle istiyorlar, biz de onların istediğini veriyoruz" diye düşündüklerini tahmin ediyorum. Kayıkçı dövüşü yapıyorlar, inandıklarını değil rollerini seslendiriyorlar.

     

    Sair zamanda bizi aşağıladıkları anlaşılmasın diye ferâsetimizden, uzak görüşlülüğümüzden, basiretimizden dem vurarak gururumuzu okşuyorlar ama aslında pek de saygı duymadıkları açıktır. Peki, plâğın öbür yüzünü çalalım; onların zannettikleri gibi miyiz? Dürüst cevap isterim ama...

    • Like 1

  2. Dört vesait değiştidikten sonra yolun verdiği yorgunlukla iki dakikalığına dinlenmek için Eyüp'ün bir bankına oturdum oturur oturmaz sersemletici karelerle burun buruna geldim.

     

    Oraya kadar her şey alışıldıktı; evler, yollar, sokaklar, insanlar. Herşey bilindik gibiydi ki beni şoke eden görüntüler hariç.

     

    Elele gelmiş sevgililer mi dersin,"dua edeyimde Eyüp Sultan dualarımı kabul etsin" bahtsızlığına uğramış insanlar mı dersin,kapalı mı açık mı ne olduğu anlamsız olan birbirinden ilginç giyimli genç kızlar mı dersin,pantolanları düşecek endişesi ile gördüğüm delikanlı müsfetteleri mi dersin....

    Alıştığım bildiğim gibi değildi bu sefer Eyüp....

    Kirlenmişti,huysuzdu sanki oradaki cennet mekan mevtler.

    Felaket olacak endişesi taşıdım birden içimden.

    Ne olmuşsa olmuştu oralara,kim ne yapmış kim ne etmişse yazık etmiş.

    Her ne olursa olsun yinede kokusu,ruhu,mükemmeliği yerindeydi olmasına da ,burnumun direği sızladı oradaki maneviyatsız alemi gördüğümde.

    Kendimi fazlalık hissettim.

    Dört vesaitin ilkine bindim, ikincisinde düşündüm, üçüncüsünde karar verdim, dördüncüsünden indiğimde dolmuşun, yazmamak için kendimi tutamadım koştum.

    • Like 1

  3. ŞAŞIP KALMAK

    Sevebilirim,

    hem de nasıl,

    dile benden ne dilersen,

    canımı, gözlerimi

    ...

    Kızabilirim,

    ağzım köpürmez,

    ama devenin öfkesi haltetmiş benimkinin yanında,

    devenin öfkesi, kinciliği değil.

     

    Anlayabilirim

    çoğu kere burnumla,

    yani en karanlığın, en uzaktakinin bile kokusunu alarak

    ve döğüşebilirim,

    doğru bulduğum, haklı bulduğum, güzel bulduğum herşey için, herkes için,

    yaşım başım buna engel değil,

    ama gel gör ki çoktan unuttum şaşıp kalmayı.

    Şaşkınlık, alabildiğine yuvarlak açık ve alabildiğine genç gözleriyle bırakıp gitti beni.

    Yazık.


  4. Sabah yazarı Haşmet Babaoğlu, Modern dünyanın temaşa ve tefekkürü birbirinden ayırdığını söyledi.

     

    "Temaşa aynı zamanda tefekkürdür!" diyen Babaoğlu, "durup bakabilen mutlaka görürdü; seyretmeyi bilen düşünmeyi de bilirdi!" şeklinde yazdı.

     

    Modern dünyanın bu ikiliyi birbirinden kopardığına dikkat çeken Babaoğlu, yazısını şöyle sürdürdü:

     

    "Temaşa aynı zamanda tefekkürdür!

    Öyleydi, daha doğrusu!

    Doğu'da ve Batı'da eski kültürün derin kökleri bu ikisinin iç içeliği üzerine kuruluydu.

    Yani durup bakabilen mutlaka görürdü; seyretmeyi bilen düşünmeyi de bilirdi!

     

    Sonra modern dünya bu ikiliyi birbirinden kopardı. Seyretmek ya haz eylemi ya da tembellik olup çıktı. Düşünmek mi? O zihnin koşturmacası artık!

    Ama bazen bir pencere içimizde uykuya yatmış bu beceriyi canlandırmaya yetiyor.

    Emin olun, bir pencerenin önünde durup dışarıdaki hayata uzun uzun bakmak...

    Ruhun kapalı kapılarını açabilir.


  5. Sizinle ilk tanışmam "o ve ben" "para" isminde ki kitaplarınız vasıtasıyla olmuştu, muhteşem bir iz bırakmıştı bende.

    Küçüktüm tahmini 11 yaşımda filandım okuduğum da o kitapları.Tesirini ancak on yıl sonra farkedebildim ,galiba biraz da geciktim anlamak, üzerinde durabilmek için.

    Babam sizin cenaze töreniniz de bulunmuştu ,herşeyde gözyaşlarını "erkekler ağlamaz" sözüne meydan okurcasına gizlemeyen babam,hem ağlar, hem de anlatırdı ne büyük bir insanı kaybettiğimizi.Küçüktüm ,dinlerdim babamı lakin, o zamanlar en değerli varlıktan daha değerli olanın kaybını anlamaycak kadar da cahildim sanırım.

    Şimdi yıllar geçti ,ben kitaplarınızı okuyup dururken, teknoloji nimetleri sanki küstürmüştü beni de benim gibileri de kitaplara. Yinede internet deryasından arar olmuştum size ait ne varsa.Hiç unutmam,ilk “ nfk .com. Necip Fazıl Kısakürek” yazısını gördüğüm de hemen e mail yoluyla size ait aradığım kitabı sormuş ve kendisiyle bir iftar sofrasın da tanıştığım zannediyorum “Ahmed” kardeşim di” “ben ve ötesi” kitabı olmuştu.Boğaziçi üniversitesi kitaplığında bulabileceiğimi söylemişti ve haklıydı ,bulmuştum.Ahmed ile tanışmış olmama rağmen kendi gafımdan olsa gerek bir teşekkür bile edememiştim ona.

     

    Şimdi sizi karşımızda görüpte hasbihal etmekten yoksunuz maalesef …

    Serdengeçti’nin dediği gibi “Doldurulacak bir boşluk dahi bırakmadan” gitmiş olsanızda ,ardınızdan koca bir yığın gençlik var ki ,bu form ya da “gizli kahramanlar” edasıyla sizin yolunuzda tüm samimiyet ve hassasiyetlikle ellerinden gelenin en iyisini yaparak, sizi utandırmıyorlar, zira sizin bizler için çabanızın yanında yüz karartan bir gençlik olmaktansa ,boynunda ip asılı bir portre olmayı tercih ediyoruz.

    Ben sizi hayatta iken görmeyi çok arzu ederdim ,kısmet işte herşey birarada olmuyor ….

    Ancak sizden bize kalanlarla ,sizin yaptıklarınızın yanında bir hiç mahiyetinde olan, az biraz çaba sarfederek isminizi duyurmaya ve de sizin fikirlerinizin muhteşemliğine kendimizi bırakıyoruz hepsi bu.Bir de ardınızdan ettiğimiz dualarımız.

     

    Sevgimle

    kurşunkalem

    • Like 1

  6. <<Ne seninle olur, ne de sensiz>>. Akıl budur. Aklı yok ettin mi, bir adım atamazsın!.. baş tacı edince de baştan aşağı hatalara düşersin!..

     

    Akıl nedir ki ?

    Bir kılın üzerin de, en ufak bir handigapta arızaya uğrayan zavallıcık...


  7. Bu şiir benim doğduğum tarihde yazılmış

    Bu da demektir ki Üstad bu sözleriyle,umudunu kesmiş ve kahraman namına bir şey kalmadığını anlatmaya çalışmış...

    78 yılı tam da bir kaos dönemiydi ve kimse hayatından memnun değildi.şiir hakkında,bu benim fikrim,diğer arkadaşların yorumlarınıda okumak isteriz.


  8. Süheyl Batum’un AK Parti iktidarına karşı sessiz kaldığı yönünde eleştirdiği ordu için “kağıttan kaplan” sözlerini duyunca CHP’nin neden 60 yılda tek başına iktidara gelemediğini daha iyi anladım.

     

    “Acizlikten”…

     

    Korkarım ki, bu gidişle de hayallerini süsleyen iktidarı rüyasında bile göremeyecek.

     

    Korkarım diyorum, çünkü bir ana muhalefet partisinin düştüğü bu durum ülkemiz için büyük bir kayıp!

     

    Demokrasimiz için utanç verici.

     

    Çünkü, karşımızda acınacak bir muhalefet partisi var.

     

    Hem de iflah olmaz cinsinden…

     

    Zira hepimiz biliyoruz ki muhalefet sadece demokratik rejimlerde var. İktidar ise her rejimde.

     

    Demokratik cumhuriyetimizin varlığı siyasi partilerin varlığından, güçlü ve ileri demokrasimiz ise güçlü muhalefet partilerinden geçmektedir.

     

    Oysa bizim muhalefet partilerimiz çok partili siyasal sisteme geçtiğimiz 1950 yılından bu yana hep egemenliği halkla paylaşmak istemeyen seçkinci zümrenin arka bahçesini oluşturdular. CHP ise bu zümrenin en nadide ve en büyük bahçesi oldu.

     

    Sırtını halka döndüğü için halktan koptu.

     

    Bu kopuştandır ki sandıktan çıkamadığı için acizlikten hep siyaset dışı güçlerden medet umar hale geldi.

     

    İşte o yüzden 12 Eylül referandumunda özgürlüklerin karşısında yer aldı.

     

    O yüzden geçen hafta halkı AK Parti iktidarına karşı sokaklarda direnişe çağırdı. Baktı hiç biri bu halkı yolundan caydırmıyor genlerinde bulunan parti dışı kuvvetleri seçimlere 3 ay kala yeniden harekete geçirmeye başladı.

     

    Müjdat Gezen’in AKParti’ye oy verenleri önce aptal sonra saf, kandırılmış kitleler olarak nitelendirmesi, Süheyl Batum’un sessiz kalan ordu için kağıttan kaplan demesi ve Cumhuriyet Mitinglerinin yeniden düzenlenecek olması aslında CHP’nin kendi muhalefet etme gücünü yitirip, aciz duruma düşmesinden başka bir şey değildir.

     

    İşte bu yüzden itiraf etmeliyim ki, son bir kaç güne kadar CHP’nin izlediği politikalara kızıyor ve kızdığım için de anlamaya çalışıyordum.

     

    Nasıl olur da halktan uzaklaşabilirler diye?

     

    Nasıl olur da darbecileri desteklerler? İktidarın devrilmesi için darbe çığırtkanlığı yapabilirler diye?

     

    Ama artık kızmıyorum.

     

    Vazgeçtim.

     

    Aksine CHP için bir vatansever olarak üzülüyorum.

     

    Hem de çok!

     

    Çünkü içine düştükleri durum gerçekten içler acısı. Halka güvenmeyen ve halkın da güvenmediği bir ana muhalefet partisinden artık bu ülkeye hiçbir fayda gelmez…

     

    Kaynak : http://www.internethaber.com/chpye-kizmaktan-vazgectim.-11206y.htm#ixzz1FIOccKW2


  9. Konu hakkında herkesin güzel fikirlerini okumak bir zevkti.

    İşin aslı ben yazmasam da olurdu herkes son derece güzel fikir beyan etmiş.Olurdu da ben yazmadan nasıl durayım şimdi bu haklı üslüplar arasına.

    "Tecavüzcülere hadım cezası" nu duyunca keyiften o gün aslın da özel birşeyler yapmam lazımdı.Gaf yapmışım.

    Burada kim suçlu kim suçlu değil ne kadar tartışılırsa tartışılsın, bir gerçek var ki küçük çocuklara yapılan (benim açımdan en affedilmez olanı)tecavüzler en vahim tablo.tecavüzden ötürü,ömür boyu hasta bir ruha sahip olan çocukların hakkı bence hadım cezası ile bile alınmış sayılmaz. Benim rejimim olsa durum daha vahim olurdu.

    Dinimizde hadım cezası olmayabilir evet, lakin TC de böyle bir yasanın yapılanması ülkem adına gurur verici.Umuyorum bir an önce devreye girer.

    • Like 1

  10. İçinde büyüyüp yetiştiğim ortamda...

    Sorulduğunda, herkes "Elhamdülillah Müslüman'ım" noktasındaydı.

    Doğrusu, inanç meselesi ciddi merak konusuydu; hakkında çok okunur, öğrenilirdi.

    Dinleri ve içine doğduğun dinini bilmek önemliydi.

    Fakat iş dini yaşayıp "hissetmeye" gelince...

    İşte o...

    Bilinmez bir tarihte kapımızı çalacak ihtiyarlığa ertelenirdi hep!

    Elbette hayat koşturmacası içinde manevi krizlerin kapımızı çaldığı olurdu.

    O zaman da egzantrik spiritüel arayışların peşine düşülürdü.

    ***

     

    Neden bu konuyu açtım, anlatayım..

    Çocukluğum, yeni yetmeliğim, gençliğim boyunca

    Hz. Peygamber'in adı anıldığında...

    "O da bir devrimcidir" diyerek coşkuyla yumruğunu sıkan solcular...

    Ağzında akide şekeri yuvarlar gibi bir tonlama ve bilgiç bir edayla hemen "İslam Tarihi" dersine başlayan sağcılar...

    "Yanlış bir söz söylerim de günaha girerim" diye korkacak kadar naif kadınlar; her şeyi sadece aklın terazisinde tartmaya çalışan erkekler...

    Gördüm, tanıdım.

    Çok sonraları... Bir gün...

    Hz. Peygamber'in şefkat ve merhametinden söz eden bir ahbabımın yanaklarından süzülen gözyaşlarını gördüğümde irkilmiştim.

    Çünkü...

    Benim geldiğim çevrede gözyaşı ya gücünü yitirmiş aklın sonucu sayılırdı.

    Ya da gösterişçiliğe sapmış bir duyarlığın ifadesi olarak görülürdü.

    İmandan bir adım daha ilerdeki saf "sevgi"yi ve "hasret" hissini anlamam epey zamanımı aldı.

    ***

     

    Farkındayım...

    Ana akım medyada böyle şeylerden söz edilmesine pek alışılmamıştır. (Çok iyi hatırlıyorum, 2005'te Vatan gazetesinde "Selam olsun o eşsiz yetime" başlıklı yazım medyada küçük bir şok yaşatmıştı!) İlginçtir.

    Hayatının en mahrem yanlarından veya siyasetin ıcığından cıcığından hiç çekinmeden söz açabilen köşe yazarları konu dini inançlara ve kendilerinin bu konudaki hislerine gelince...

    Ayıpmış gibi sus pus olurlar!

    Sevgililer Günü, şu günü, bu günü üzerine coşkuyla kalem oynatıp onları kutsallık derecesine çıkartırlarken... İçinde yaşadıkları manevi iklimin kutsalları konusunda tutuklaşırlar!

    Tuhaftır! Yazıp çizeni de, satır aralarına "inançsızlık" veya "çok isteyip de bir türlü inanamıyormuş" vurgusu serpiştirmeyi ihmal etmez.

    ***

     

    Bu gece Mevlit (Kutlu Doğum) Kandili.

    Tamam! Mevlit çok sonra çıkmış bir âdet. Kandiller de...

    Bu ayrı konu ve önemli bir tartışma!

    Ama içimden gelen his çok açık...

    Bugün... Şu köşede...

    Hz. Peygamber'i selamla anmak ve ona ilk vahiy geldiğindeki halini okurlarıma hatırlatmak istiyorum.

    Hani ürkmüş bir halde mağaradan eve titreyerek koşmuştu da...

    "Üzerimi örtün" demişti.

    Rivayet odur ki...

    Onu şu sözlerle teselli edip inancını ifade etmişti Hz. Hatice:

    "Allah, seni asla mahcup etmez.

    Çünkü sen sözüne güvenilir bir adamsın, Akrabalık bağlarını gözetirsin, Kimsesizleri korursun, Konukseversin, Haklının hakkını almasına yardım edersin."

    • Like 1

  11. Çekirdek aile, dünya çapında bir aile nasıl olur?

     

    Bir arkadaşla sohbet ediyorduk. Dedim ki: "Arkadaşlar arsa, daire aldıkça çoluk çocuğunu haberdar ediyorlar.

     

    Onları sevindirmek istiyorlar. Yaş ilerliyor, mal artıyor... Ahiret yolculuğu başlıyor. Hiç değilse malımdan bir kısmını hayır işlerine vereyim dediği an, kıyametler kopuyor. Çocuklar büyümüş, hepsi düğün parası, sermaye vs. istiyor. Hepsinin arabaya, yazlığa ihtiyacı var. Hepsi konfor içinde yüzmek niyetinde. Kaç kişi hayra hasenata razı olur? Adamcağız da bu yaşta kavgayı gürültüyü göze alamaz. Dolayısıyla kendi malını dilediği yerde kullanamaz. Anlar ki, esirim..."

     

    Yanımdaki arkadaş dedi ki: "Ağabey, ben senin anlattığın gibiyim. Beş kuruşumu bir yere veremiyorum."

     

    İçimden asrî köleler ibaresi geçti. Pek çok kimse kasada can veren zengine benziyor. Kimisi maddeten kimisi manen ölüyor.

     

    Minyeli Abdullah romanı çıktıktan sonra Mahir İz hocam bana bir mektup yazıp göndermişti. Mektupta şöyle diyordu: "Minyeli Abdullah hamallığa devam edemez, sosyal seviyesini yükseltmek zorundadır. Apartmanlara karşı çıkılamaz. Parası olan apartman yapsın, mobilyalar alsın, bunların zekatını versin."

     

    Hocamın mektubu doktorun attığı neşter gibiydi; acıttı amma şifa oldu...

     

    Para bir alettir, kullanıldığı yere göre değer alır.

     

    Para kazanıldığı yere ve harcandığı yere göre değer alır. Materyalistlerin putlaştırdığı parayı Müslümanlar esir alıp İslam'ın emrine sokacak...

     

    Aile çerçevesi içinde kalmak... Ev, mobilya, araba, yazlık, arsa, servet... Komünistler, din düşmanları, masonlar, dünya çapında aile olmaya çalışırken, Müslümanlar çoluk çocuğun arasında kayboluyor... Misafirlik denilen evcilik oyunlarını da hizmet sanıyorlar. Halbuki "kimin himmeti milleti ise, o tek başına bir millettir."

     

    Ziyafetler ziyareti öldürdü. Bir arkadaşı ziyarete gideceğiz, düşünüyoruz, ziyaretimiz öğleye akşama denk gelmesin. Çünkü yemek zamanı gidersek, arkadaş kalkıp pirzola, tatlı, yoğurt alacak ki bize yedirsin. Şahane bir sofra hazırlıyorlar, yiyoruz içiyoruz, kalkıp eve dönüyoruz. Biz gidince, evin hanımı bulaşıkları yıkıyor, evi derleyip topluyor. Kocasına diyor ki: "Bir daha kimseyi çağırma!" Kocası da diyor ki: "Bu hizmettir, böyle devam edecek!" O da, "Devam etmez!" diyor, başlıyorlar inatlaşmaya... Sonra da dargınlık.

     

    Müslüman aile İslam'ın derdini kendine dert edinirse dünya çapında aile olur. Bir insan ulvi dertleri kendine dert edinmiyorsa, süfli dertler kendisine müptela olacaktır!.. En büyük meselemiz, imanımızı kurtarmaktır...

     

    Bediüzzaman Hazretleri, "Karşımda bir yangın var, içinde evladım yanıyor." derken, Müslümanların evinde kaybolması anormalliktir.

     

    "Ne baş yedi, ne kan içti bu meydan...

     

    Bu meydan âşıktan canını ister...." (Necip Fazıl)


  12. Organizasyon da, kimin işi?

     

    Bir fotoğrafın bütününü görebilirseniz, doğru değerlendirme imkânınız olur. Galatasaray'ın yeni stadının açılışında Başbakan Erdoğan'ın protesto edilmesine de öyle bakmalıyız.

     

    Türkiye'nin bir asırdır tek bir fotoğrafı var. Bugünün ileri ülkeleri demokratikleşme ile mesafe alıyor. Bizde ise bir zihniyet, halktan yetki almadığı halde ülkeyi yönetme ısrarından vazgeçmiyor. Kendini her sahada tahkim etmiş. Medyada, sivil toplum kuruluşlarında, siyasette, iş dünyasında, üniversitelerde, yüksek yargıda ama her yerde organize olmuşlar. Kurdun gövdeye girdiği gibi, her yere girmişler. Darbeler, balans ayarları, siyaset ve toplum mühendisliği hep onların işi. Türkiye'de her olayı, ancak vesayet sisteminin varlığını hatırlayarak doğru analiz edebilirsiniz.

     

    Onun için bu ülkede "öğrenci olayı" diye bir şey yoktur, olamaz da. Biz de 1968-1971 arasındaki kavgalarımızı öğrenci olayı zannediyorduk. Üniversitelerdeki, yurtlardaki sağ-sol çatışması denen olayların, nasıl da derinlerdeki adamların organizasyonu olduğunu yıllar sonra anladık. Çok iddialı bir laf edeyim, son günlerin o yumurtalı saldırıları var ya, onların hepsi organize. Vatandaşın evinin önünde park ettiği arabaların yakılması nasıl organize ise, o yumurtalı saldırılar da organize... İşte kalpaklı Prof. Yalçın Küçük, ağzından kaçırmış, "küçümsemeyin, o yumurtalı protestolar, 1960 darbesine zemin hazırlayan öğrenci olaylarının benzeridir" diyor... Ben de tam bunu söyleyecektim, bu ülkede bütün öğrenci olayları, meşru iktidarları yıpratmak ve darbelere zemin hazırlamak için kurgulanmış olaylardır. Bir gün bütün faili meçhul cinayetler gibi, bu olayların da nasıl organize olduğu gün yüzüne çıkacaktır/çıkarılacaktır. Bu ülkede, sıradan, kendiliğinden oluyormuş gibi görünen ve "öğrenci olayı", "taraftar tepkisi" diye ambalajlanan bütün protestolar organizedir. Organizasyonu yapanlar 80 senelik tecrübeye sahip profesyonellerdir. Ve 12 Haziran genel seçimlerine kadar, akla gelmedik daha ne provokasyonlar, tertipler sahnelemek isteyeceklerdir. Alevi vatandaşlar meydanlara sürüklenebilir, Cumhuriyet mitingleri benzeri gösteriler, statlarda yeni eylemler tezgâhlanabilir. Sokak anarşisi tırmandırılabilir, bakanlara, siyasilere ses getirecek fiili saldırılar, suikast teşebbüsleri olabilir. Açık söylüyorum, AK Parti'nin yeniden ve daha güçlü iktidara gelme ihtimali vesayetçileri tedirgin ediyor. Değilse, bir köşe yazarı, "Tunus'ta pişer, Türkiye'ye düşer..." diyerek, bizde de bir halk ayaklanması çağrısı yapar mı? Bir insan ancak tetikçi ise, Türkiye'yi Tunus'a benzetebilir.

     

    Bu oyunları, organizasyonları deşifre etmek, iktidar için çok önemlidir. Hızlı hareket edip, provokatörlerin kimlerle bağlantıları olduğunun tespiti gerekir. Oynanan oyunu hızlı ve doğru istihbarat, hızlı ve adil yargı bozabilir.

     

    Bugünden bir hususun altını çizmek gerekiyor. 12 Haziran genel seçimleri belki de Türkiye'nin en hayatî demokrasi merhalesidir. Evet, Demokrat Parti'nin, Anavatan Partisi'nin ve AK Parti'nin ilk iktidara geldikleri seçimler de çok önemliydi. Ama onların hepsinin ardından vesayetçiler güçlerini korudular. Yeni döneme göre "postmodern" yollar, yöntemler buldular. Medya da, anayasal kurumlar da tahkimatlarını güçlendirdiler. Darbe hazırlıklarından, darbelerden, muhtıralardan vazgeçmediler.

     

    Fakat 12 Haziran 2011'de "Ergenekon"dan yana olan partiler kaybederse, AK Parti, hem de yüzde 50 civarında bir oyla yeniden iktidara gelirse, vesayet bir daha belini doğrultamaz. Vesayetin bütün payandalarındaki kozmik adamlar, asker içindeki bütün cunta heveslileri havlu atarlar. Türkiye, demokratikleşmenin sağlıklı, güvenilir zeminlerine kavuşur.

     

    12 Haziran seçimleri işte bu yüzden vesayet için hayat memat meselesidir. AK Parti'nin önünü kesmek için her yolu deneyebilirler. Kimse meseleye, AK Parti meselesi olarak bakmamalıdır...

    • Like 1

  13. Ne müthiş bir teşhis;

    "İki (büyük) nimet vardır.İnsanların çoğu onlar hususunda aldanmıştır:Sıhhat ve boş vakit!"

    Bu hadisi anlamam için, iki gün boyunca yemeden ,içmeden yatmam gerektiğini ,iyilik derecesinin yükseldiği anda, elime aldığım kitabın ilk satırlarında okuduğum an itibari ile anlamam.

     

    Asırlar evvel gelmiş olan mesaj,geç idrak edilen bir düstûr,asırlar öncesi öğretmenin Pir'i (s.a.v.)e yeniden aşk tazelemek ve benim tekrar iman etmem...


  14. "Değerli kardeşim, yıllardır atama bekleyip evine bir ekmek götüremeyen, babasının emekli maaşı ile geçinen insanların haklı protestosunu ses duyurma çabasını, sınavlarda yapılan haksızlıkları belli insanlara soru cevaplarını verip tam puan geçirten hakedeni bırakanları, hile yapanları görmezlikten gelip, o insanlara it kopuk der, zulüm yapanlara ortak olursanız, yalancılardan zalimlerden dilsiz şeytanlardan olursunuz. başını kuma gömüp yok öyle herkes mutlu diyen merhametsizlerden olur günaha girersiniz.

    Kol kırılır, yen içeri kalır der; örtbas edersEniz, sınav öncesi, anahtarını, cüzdanını, toprağı eşeleyip gömeni,görmezden gelir sistem aynı devam etsin der, benim düşünceme göre dinci iktidar her yaptığı doğru haklı der,adalet hak diye haksızlığı savunursanız, çok günah olmazmı bu değerli kardeşim?. Vicdanınız rahatmı? it kopuk bunlar diye geçiştirirken.İnşallah inandığınız değer alnınızı kara çıkarmaz değerli kardeşim. Saygılarımla"

     

     

    Kardeş olmak için değerli olmaya gerek yoktur diye giriş yapalım,elbette ki kardeşiz.

    Yıllardır atama bekleyipte evlerine ekmek götüremeyen, babasının emekli maaşına talip olup o şekilde geçinen insanlar zaten atansalar da yaptıkları meslekte dahi en ufak bir sektede, yine baba maaşına göz dikeceklerine emin olmamak için bir haklılık payı gösteriniz bana."Atamam olmadı oturup baba eline bakayım" deyip başka bir iş icraatına grmeyen elemenlar bence ne o meslekte sabit kalsınlar, ne de baklesinler.Zaten baştan kaybetmişlerdir bu zihniyetle.

    Sizce burada ki bu insanların haklı protestosu, ses duyurma çabası diye ifadelendirdiğiniz "üzüm yemek değil maksat bağcıyı dövmek" değildir de nedir!?

    Devleti savunacak değilim ,son sınav kaosundan sonra araştırmalar da neticeye gidilecek yol için yapılan bir takım önlemleri ki "uyarmış oldukları halde" kendini sınav öncesi "anahtarını,cüzdanını toprağı eşeleyip gömen insaları mağdur olarak görmek gelmiyor içimden.

    Kimseye dincidir hakldır diye fikrimi layık görmüyorum, nice dinciler vardır ki cehennemin kör dibinde kendilerine yer etmiş olmasınlar.

    Vicdan diye algıladığınız sizde nedir bilmiyorum, fakat şu ekranlar da yazarlara dahi ağız açtırmayarak kullanılmaya baş eğmiş gençleri,ülkeyi selametten selametsizliğe götürme çabalarını, gençlik cesareti ile görmeyen ve kendilerini zay edenleri, siz haklı görüyorsanız, sizinde eminim vicdanınız rahattır.

    Saygılar bizden


  15. Şeb-i Arus kutlamaları yapılıyor. Mevlâna'nın, Mevlâ'sına yürüdüğü vuslat gecesinin üzerinden 737 yıl geçti. O büyük buluşma vesilesiyle hayatı, ölümü; var olmanın sebeb-i hikmetini konuşuyoruz. Ve Mevlâna'yı büyük bir hürmetle, hasretle yâd ediyoruz.

     

    Peki, 'büyük düşünür' son nefesini verirken aynı takdir ve taltifi almış mıydı? O çile dolu hayatı yaşarken birtakım vefasız davranışlara, hatta hoyrat tepkilere maruz kalmamış mıydı?

     

    Bir kere Mevlâna'nın yaşadığı dönemi bir kenara kaydetmek gerekiyor. Tam bir fetret dönemi. Anadolu, Moğol işgalcileri tarafından zapt edilmiş, yakılmış, yıkılmış; barbarlığın en vahşi örnekleri sergilenmiş. Ulemanın, Yecüc-Mecüc gözüyle baktığı kavim, ne kütüphane bırakmış ortada, ne medrese. Ümmet-i Muhammed umutsuzluk içinde. Belki de bu yüzden Anadolu'nun dört bir yanından gönül sultanlarının huzur bahşeden sesi duyulmuş. Tekkeler insanlara sabrı tavsiye etmiş, azmi tavsiye etmiş... Nasıl olmasın ki Selçuklu devleti çatırdıyor, iç savaş büyük bir karmaşayla devam ediyor.

     

    Mevlâna'nın sedası daha bir gür duyulmuş; çünkü o, içten, derinden gelen bir nidayla insanlara hitap etmiş. Dertli, hüzünlü; öteki âlemi önceleyen bir ses... İnsan kalbine odaklanan o billur nağme, vicdanlarda yankılanmış. İnsanları sevgiyle, saygıyla, ötekini anlama gayretine davet etmiş. Yangının tam orta yerinde 'kevser' dağıtma gibi bir şeydi Mevlâna'nın yaptığı. Ancak o kâseyi ikram etmenin ağır bir bedeli vardı kuşkusuz.

     

    Dönemini iyi okumuştu

     

    Hazreti Mevlâna'nın mülayim tavrını eleştirenler de oldu; üstelik bu tenkitler en mukaddes değerlerin hükümleri eşliğinde yapıldı. İşgalci Moğollara karşı fazlaca yumuşak davrandığını söyleyenler oldu. Mevlâna'nın Moğollara karşı gösterdiği müsamahanın iki sebebi vardı aslında. (1) Zâhiren Moğollarla baş edecek bir devlet yoktu ortada. (2) Bâtınen görülmüştü ki, temsil ve tebliğ yoluyla bu vahşi güruhu iman potasında eritmek mümkündü. Nitekim öyle de oldu. Bu ufku göremeyenler onu 'Moğol ajanı' sandılar ve ağza alınmayacak laflar söylediler. Hâlâ da aynı teraneyi homurdanan dar bir zümre vardır.

     

    Oysa Hazret, o günkü konjonktürü çok iyi okumuştu. Selçuklu'nun zevalini de aczini de fetret dönemini de gerçekçi bir gözlemle analiz etmişti. Ağır şartların rasyonel dayatmalarını gayet iyi biliyor, planını çağları aşacak bir ufukla yapıyordu. Mesela biliyordu ki Anadolu toprakları işgal maksadıyla gelenleri bile dönüştürecek, kendine benzetecek büyük bir ocaktı. O ocağa giren demirler eriyecek, Anadolu kıvamına erecekti. Dergâhını ona göre inşa etti ve herkesi, "Hamdım, piştim, yandım." dedirtecek bir yola çağırdı. Nitekim o çağrı kulaktan kulağa, kalpten kalbe yankılandı ve değişim meltemleri her bir ferdi Mevlâna'nın arzu ettiği iklime taşıdı.

     

    Tevazuda geri kalmamak

     

    Olaylara şartların getirdiği umutsuzluk içinde bakan ve hırçın yaklaşımlarıyla o gün bir hayli taraftar toplayanların uyardığı heyecana inat, Mevlâna'nın iniltisi asırların insan ruhuna ördüğü çeperleri yıktı geçti.

     

    Mevlâna farklı din mensuplarıyla diyalog kurdu, onların konumlarına saygı gösterdi, kendi konumunu onlara sevgiyle nakletti. Başka din mensuplarıyla karşılaştığında hep tevazu ile muamele etti, görüşmeler yaptı. Etrafındaki insanlara bu tür durumlar için örnek teşkil etti. Sokakta, eğilerek kendisine hürmetini ifade eden bir papazın karşısında daha da aşağıya eğilip, "Tevazuda papazdan geri kalmayalım." buyurdu.

     

    Kervana yukarıdan baktı

     

    Şaşırmaktan öteye geçip Mevlâna hakkında ileri geri konuşanlar, onun manevî dünyasını göz ardı edecek kadar haddi aşanlar, hatta tekfir edecek kadar akaid dairesinin hudutlarını zorlayanlar oldu. Mevlâna buna da aldırış etmedi. Çünkü o, Kur'an ve sünnetin kendine biçtiği çerçeveyi iyi biliyor, onun dışına çıkmıyordu. Ona karşı saygısız ifade kullananlar Kur'an'ın bazı ayetlerini göz ardı ediyordu. Hatta o nadanlar Asr-ı Saadet'te yaşasa ve aynı katı tutumlarını sergileseydi, başta Resûllullah (sav) olmak üzere, Hülefa-yı Raşidîn ve Ashab-ı Güzîne de itiraz edecek, belki onlar hakkında da ağır ithamlarda bulunup suizan edecek ve gıybet bataklığına dalacaklardı. Hâlbuki o görüşmeler sayesinde hem Hz. İsa'nın gerçek manasıyla anlaşılması, hem de Hz. Muhammed'in gönderiliş sebebinin idrak edilmesi sağlanıyordu.

     

    Ne var ki her mevzua huşûnetle yaklaşan bir zümre, dinler ve kültürler arasındaki bütün köprülerin yıkılmasını, sonsuza kadar harb-u darp yaşanmasını arzu ediyordu. Savaşın zaruretler neticesinde ortaya çıktığını, temsilin tebliğden önce geldiğini vs. göz ardı eden bir kitleye karşı Mevlâna'nın kendini anlatabilmesi, "Kim olursan ol gel..." deyip durduğu yeri tastamam anlatabilmesi, "Umutsuzlar dergâhı değil..." deyip tavrını şerh etmesi çok zordu.

     

    Mevlâna, zoru seçti. İğneyle kuyu kazmayı, kazmayla kömür aramaya tercih etti. Tohumlar ekti ki sevgi çiçekleri yeşersin. Köprüler kurdu ki karşı yamaçlardan birileri gelip gönül diyarımızı ziyaret edebilsin.

     

    O güzel insan, yalan-yanlış sözlerden; hatta kimi zaman iftira boyutlarına ulaşan dedikodulardan bîzar kalmış, bîtap düşmüş müdür? Elbette! Onun da sarsıldığını, üzüldüğünü, kalbinin kırıldığını söyleyebiliriz; zira dostlar bağından atılan güller gönül erbabını her daim kan revan içinde bırakmıştır. Ne var ki o, içinde bulunduğu kervana yukarıdan nazar ediyordu. Önden üç beş adamı, arkadan üç beş kişiyi görüp itişip kakışmayı mücahede sayanların o mutedil yaklaşımı anlaması çok da kolay değildi. Kuşaklar boyunca dinlenebilecek bir beste yaptı üstat. Aynı çağında atmosferinden beslenen ancak Mevlâna'nın aksine, olumsuz gelişmelere odaklanarak kendine bir yol haritası çizenlerin uzun vadeli bir planları yoktu. O yüzden Mevlâna'ya öfke duyuyorlardı.

     

    Zamanında anlayabilsek...

     

    Bugün Mevlâna'nın sevgi çağrısı dünyanın dört bir yanında yankılanıyor. Halbuki on üçüncü asrın dağdağalı atmosferinden olumsuz etkilenenler, o gün "Müjdeleyin (sevdirin), nefret ettirmeyin..." hükmüne kulak tıkamışlardı. Allah'ın Musa Peygamber'e Firavun'la görüşmeye giderken, "Ona yumuşak söz söyleyin..." dediğini göz ardı edenler, Mevlâna'yı da linç etmişlerdi. Hâlbuki bugün, 737. kez onun vuslatını dilimize doluyor, ölümle başlayan mesut hayatın ilk nefesini idrak etmeye gayret ediyoruz. Bugün dünyanın hangi ülkesine gitseniz ve orada büyük bir kitapçıya/kütüphaneye girseniz karşınızda Rumi'ye ait eserler çıkacaktır. Bir dönem o bilge insanı hedef tahtasına koyanlar, bugün dirilip gelseler Mevlâna'nın ektiği tohumların nerede nasıl serpilip geliştiğini rahatlıkla göreceklerdi. O zaman öyle yapanlar, Mesnevi müellifinden bugün utanırdı herhalde.

     

    Tarih, çağını aşanlar ile çağına takılıp kalanlar arasında çetin bir sınavdan ibaret. Kimin vicdanlarda ne kadar iz bıraktığını anlamak için bazen asırların geçmesi gerekiyor. Keşke her şeyin değeri zamanında anlaşılsa da büyük bir utanç dünyada da ahirette de insanı gölge gibi, kâbus gibi takip etmese...


  16. kimin eli kimin cebinde belli olmayan ülkem

    Yine gebesin kıyamete,yine gebe ülkem mateme.

    Sapipsiz çocukların sahibi oldu it kopuk!

    Gençler yine revançta ellerinde nimetle.

     

    Yumurta oldu ziyan, it kopuğun elinde,

    Benimse soframın en baş köşesinde.

    Siz atadurun vatan uğruna söz söyleyenlere,

    İçinden çıkan civciv elbet soracak sizede günün birinde.

     

    Civcivi bilmem yine de,

    Bilirim kimler neyin peşinde...

    Konuşan diller susmaz

    Atılan bir nimetle..

     

    Bunca yıldır kim susturmuş adaletin sesini?

    Ki sustursunlar ellerinde ki nimetle

    "Olmaz" desek de ne çare;

    İt kopuk gösterdi yine gövde...

    • Like 1

  17. Parazit

     

    Bu tabiri, evvelki akşam Şanlıurfa'da bağırıp çağırarak konuşmamı engelleyen 10-15 kişilik grup için kullanıyorum.

     

    Parazit, elektronik iletişimde gönderilmek istenen bilgi sinyaline karışarak mesajın ulaşmasını engelleyen veya zorlaştıran sinyallere verilen isim. Canlılar âleminde ise, ancak bir başkasına bağımlı olarak yaşayabilen, ona zarar veren asalak canlılar için kullanılıyor. Marjinallik böyle bir şey. Kendi başınıza, kimliğinizle ve kişiliğinizle meydana çıktığınız zaman ne söylediğiniz söz ne de eylem yapan örgütünüz ka'le alınıyor. Siz de bütün kapasitenizi, siyasetin asıl aktörlerini engellemeye hasredip, onları taciz ediyorsunuz. Bir parazit olarak normal iletişime kulaklarını vermiş olanlar sizin çıkarttığınız paraziti, yani gürültüleri duyuyor. Ve amacınıza ulaşıyorsunuz. Kendi başınıza bir hiçsiniz. Bir gürültüden ibaretsiniz. Sadece sömürdüğünüz emekler ve aksattığınız iletişim üzerinden varlık gösterebiliyorsunuz. Yani parazitsiniz.

     

    Daha açık tarif edeyim. Bunlar öğrenci kollektifleri, yani şu benim 'patolojik vak'a' teşhisi koyduklarım. Nitekim aynı teşhisi yüzlerine karşı tekrarladım.

     

    Şanlıurfa'da, Baro tarafından cuma akşamı düzenlenen 'Değişim sürecinde Türkiye'de insan hakları' başlıklı panelde konuşmacı idim. Niyetim, Türkiye'nin geçirdiği köklü alt-üst oluşu gösterip, yeni bir toplum sözleşmesi üzerine yeni bir ülke inşa etmeye girişmemiz gerektiğini anlatmaktı. Yeni Türkiye, insana saygıya dayanacaktı. İnsana saygının evrensel kriterleri insan hak ve özgürlükleriydi. Bizi korkutarak yöneten devletin yerini, sadece ve sadece insan haklarını korumakla görevli bir devlet alacaktı. İnsan haklarının eksiksiz saygı gördüğü bir ülkede devleti de, ülkeyi de, milleti de o mübarek insanlar zaten korumaz mı?

     

    Konferans salonunun girişinde durumu fark ettim ve Baro Başkanı İrfan Güven Bey'i ikâz ettim. Hiç olmazsa diğer konuşmacıların ifade hürriyetinin engellenmemesi için, oturum başkanından beni son sıraya yerleştirmesini rica ettim. Salon tıklım tıklım doluydu. Ayakta duracak yer bile kalmadığı için, içeridekiler kadarı kapıdan dönmek zorunda kalmış.

     

    Urfa, çok renkli bir kimliği ve kişiliği olan bir şehir. Urfa'ya özgü insan ilişkilerinde çok incelmiş bir medeniyetin izleri var. Medeniyet dediğimiz insan eseri toplumsal mimariye, farklı olanı bir zenginliğe dönüştürme becerisi olarak bakmak lâzım. Urfa bu zenginliğin şaheserlerinden biri ve özellikle şu günlerde Türkiye'nin geri kalanının bu zengin birikimden öğreneceği çok şey var.

     

    Demokratik Toplum Kongresi yürütme kurulu üyesi Altan Tan'ın ateşli konuşmasına aldığı alkışlar, salonun hemen hemen yarısının BDP'ye yakın dinleyicilerden oluştuğunu gösteriyordu. Cengiz Çandar'ın 40 yıl öncesinin nostaljilerinden yola çıkartarak koyduğu perspektif de, salondan aynı karşılığı aldı. Ben ağzımı açar açmaz parazit, yani sesimin duyulmasını engelleyen bağırtılar başladı. Konuşmaktan vazgeçmemin tek sebebi ise, BDP'li gençlerle protestocu gençler arasında başlayan kavgayı durdurmaktı.

     

    Gözlediğim iki noktayı, bu parazitlerin sesini medyada yükselten destekçilerin dikkatine sunmak istiyorum. Birincisi, ideolojik söylemlerini ve itirazlarını kendi dışlarındaki dünyadan ödünç alıyorlar. O akşam oturum başkanının bu gençlerle iletişim kurabildiği nadir anlardan birinde, protesto gerekçesinin, Kürt sorununu benim 'terör sorunu' olarak nitelemem ve Kürtçe eğitime karşı çıkmam olduğu ortaya çıktı. Her ikisi de gerçeğin tam aksi. Çıkartılacak sonuç, Kürt sorunu üzerinden parazit yapıyorlar.

     

    İkincisi, bu gençlerin hepsi 'iyi aile' çocukları. Kreşlerde büyüdükleri, annelerinin ellerinde kaşık peşlerinden koşarak karınlarını doyurdukları belli. Kıyafetlerine, duruşlarına ve yüzlerine ve en önemlisi özgüvenlerine yansıyan anne-baba eseri bir ihtimam göze çarpıyor. Muhtemeldir ki hepsinin anne-babaları toplumun ortalamasının üzerine çıkmış başarılı insanlar. Bu çocuklar, içine doğdukları bu emek mahsulü hayatları, kendi genç yaşamlarında kestirme yöntemlerle yeniden üretmek istiyorlar. Buldukları yöntem başka siyasal varlıkların ve emeklerin üzerine parazit gibi yerleşerek ses getiren bir siyasal kimlik edinmek. Urfa'da, Urfalıların arasında ve benim karşımda yaptıkları buydu.

     

    Türkiye'nin ciddi ve ağır sorunları bu parazitleri kaldırır mı? Bence bunu bir daha düşünsünler. Kendi emekleri ile oluşturacakları bir siyasal zeminin ilk adımı olarak da Urfalılardan özür dilesinler.

×
×
  • Create New...