Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]

kurşunkalem

Editor
  • Content Count

    467
  • Joined

  • Last visited

  • Days Won

    4

Posts posted by kurşunkalem


  1. "Kavanozdaki adam" filmini çok küçük yaşta izlemiştim .

    40 metre kare gecekondumuzda hayli etkisi altına girip izlemiş olduğum bu film, Üstad'a ait olmasada gayet etkileyici bir filmdi.

    Devir geçmiş olmasına rağmen o filmi izlediğim tarihe doğru bir yolculuk yapmış oldum burada görünce.


  2. Bu konu çok şaibelere dönüştürülmesine rağmen ,umudumuz sandıktan hayır ne ise o çıkması yönünde inşallah.

    Kalben "evet"demek istesemde ne nedir tam mahiyetinde bir bilgiye sahip olmadığım için tereddütlerim vardı, insan bilmediği şeyden her zaman korkar olduğu için bir adım temkini elinden bırakmaz hiç.

    İki hafta önce bir yazarın konferansında içimdeki "evet" deme hissimin kuvvetlendiği olumlu neticeleride dinledikten sonra, 12 eylüle, ülkemin yıllar evvel felakete maruz kalıp, ülkemin gerilemesine vesile olan vahim olayların tekrar yaşanmaması adına, kalbi bir rahatlıkla oyum "Evet" yönünde olacak inşallah.


  3. Tesettür deyince aklımıza ilk gelen kadınlardır. Kadınlar arasında da gözümüze ilk çarpan başörtülülerdir. Aklımıza ilk geleni gözümüze ilk çarpan üzerinden düşünmeye başlayınca, bir de bakmışsınız aklımız gözümüze inmiş. Aklımızla değil gözümüzle düşünmeye başlamışız.

    Anlayacağınız o ki, sorunumuz "dandik" tesettür değil, tesettürü "dandik" anlamaktır. Dandikliğe bakın: "Başını örttün mü, tesettürlüsün. Ört(e)medin mi, tesettürsüzsün..." Tesettürü bir tür "aç-kapa" yüzeyselliğinde algılamamız üzerinde biraz kafa yoralım fırsat gelmişken:

     

     

    1. Tesettür önce erkeklerden beklenir: Nûr Sûresi'nde önce "mümin erkeklere", sonra "mümin kadınlara" hitap edilir. Sûrenin 30. ayeti, "Mümin erkeklere söyle..." diye başlar, 31. ayeti ise "mümin kadınlara söyle..." diye başlar. Erkeklerin tesettürü ile kadınların tesettürü arasında bir ayetlik öncelik farkı var demek ki...

    2. Tesettür önce bakışla ilgilenir. Bakılan şeyle sonra ilgilenir: Nûr Sûresi'nde mümin erkeklere de mümin kadınlara da öncelikle "bakışlarını haramdan kısma"ları söylenir. "Mü'min erkeklere söyle: gözlerini sakınsınlar..." "Mümin kadınlara söyle gözlerini sakınsınlar..." Zaten bakışlara tesettür kazandırmadan, bakılan saçını ve bedenini örtse bile hayalde"soyulur" kadınlar. Tesettür, işte o zaman dandikleşir.

    3. Tesettür sadece başını örtmek değildir: Nûr Sûresi'nde başörtüsü sorumluluğu olmayan erkeklere de, başörtüsü sorumluluğu olan kadınlara da "iffetlerini korumaları" söylenir ki, iffetlerini korumak başı açık erkeklere de başı kapalı kadınlara da farzdır. Başını örtmüş olsa da kadınlar ırzını korumuyor olabilir, başını ört[e]meyen her kadını hepten iffetsiz saymak kimsenin hakkı değil.

    4. Tesettür öncelikle bir iç duruş ve tavırdır. Kılık ve kıyafet bu içsel duruşun ve özümsenmiş tavrın üzerinde ve sonrasında durur. Başının açıklığı dert edilmeyen bir erkek de "iffetini korumayarak" tesettürsüzlük yapabilir. Kılık kıyafet tesettürün sonucudur. Sonucu sebebin önüne koyarsak, temeli olmayan böylesi dandik "sonuç"lar görmeye devam ederiz. Böylece sözde bir takım gazetecilerin "tesettür kılığına girdim" diye caka satmasına fırsat veririz.

    5. Tesettür önce iman etmektir: Nûr Sûresi'nde "iman eden" erkeklere ve "iman eden" kadınlara tesettür emredilir. Örtmek anlamına gelen "tesettür", görmesini Allah'ın görmesine açık, sözünü Allah'ın işitmesine açık, niyetini Allah'ın bilmesine açık bilmektir ki bilinçli bir kapalılığı besler. Yine örtmek anlamına gelen "küfür" de, kendini Allah'tan gizlediğini sanmaktır ki sorumsuz bir açık-saçıklığı doğurur.

    6. Kadının da erkeğin de ziyneti imandır. İman kendini Allah'la markalamaktır. "Ben Allah'ın kuluyum. Ben Allah'ın sanat eseriyim..." diye/bilmektir. Sanat değeri yüksek olan eserlerin kıymeti maddesine üzerinden belirlenmez. Antik paralar kilo ile satılmaz. Bakır bile olsalar üzerlerindeki damgaya ve imzaya bakılır. O zaman birkaç gramlık bakır bile kilolarca altın kıymetinde olur. Kendi değerini Allah'tan bilirse insan, bakışını eşsiz bir hazine bilir, orda burda yağmalatmaz. Göz nurunu haramdan sakınır, setreder. Bedenini Allah'ın sanat eseri olarak bilirse bir erkek ya da kadın, saçını da bakışını da ziynet bilir. Başını örtmeyi kendine kendisi farz eder, içinden gelir örtünmek. Dışarıdan giydirilmez. Giyinişini içeriden başlatır.

    7. Başını örtmüyor diye, örtemiyor diye, hatta örtmek istemiyor diye, bir kadını Allah'ın kulu ve sanatı olmaktan çıkarmaya hevesli dandik bakışlar asıl müstehcendir. Saçını açık bırakınca, her şeyi açıkta mı kalır kadının? Saçı görüneni iffetinden de soymak başlı başına tesettürsüz bir bakış değil mi?

    8. Başörtüsü tesettürün hepsi değildir ama "füruat"/"teferruat" kelimesinin çağrıştırdığı, "olsa da bir olmasa da bir" gereksizliğinde görülmeyi de hak etmez. Tesettürün zirvesidir, örtünmenin baş tacıdır başörtüsü. En azından bu ülkede başının örtüsü yüzünden mesleğini, itibarını, geleceğini, yurdunu terk ederek bedel ödeyen kardeşlerimizin çabasını küçümseriz. Onların içten dirençlerini düşmanları karşısında yağmalatmak hiçbir gerekçenin örtemeyeceği bir kabalıktır. Hasetçileri karşısında onların elini güçsüzleştirmek apaçık bir insafsızlıktır. "Dandik" bir duruştur.

    9. "Aşk"ından dolayı başını bağlamayan sözde "sufi" ehline gelince... Başını örtmemek ve hatta örtmek istememek başkadır, başını örtmesen de olur demek başkadır. Kurala uymayabilirsiniz. Hoş, benim de uymadığım onca kural varken, sizin ayıbınızla uğraşma hakkım yok. Ama kural uyduramazsınız. Kuralı Allah koyar; siz değil. Allah'tan kural koyma rolünü ç/almaya kalktığınızda herkesin hakkını açık açık yersiniz. Gerçek aşk ehli başkalarına farz olmayanı kendine farz kılar... Farzı kendine farz olmaktan çıkaran sizdeki bu aşk, aşk değil.

     

    10. Bütün bu notlar, "benim kalbim temiz" kıvırtmasına malzeme olsun diye yazılmadı. Kalbinin temiz olmasını isteyenler, çağına örfüne, iklimine mevsimine, kültürüne çevresine göre hesaplar yapmadan önce Nur Sûresi'nin 30-31. ayetinin anlam ırmağına yatırırlar kalplerini. Önyargısız ve hesapsız. Kitabına uydurmak yerine Kitab'a uyarlar.

    • Like 1

  4. Türkiye’de yaşayan insanların psikolojisiyle ilgili ciddi araştırmalar yapılmasını çok istiyorum.

     

    Bu toplum, bir psikiyatrın kanepesine uzansa da anlatmaya bir başlasa.

     

    Sorunların nereden kaynaklandığını bir anlasak.

     

    Bir toplumun içinde “çıkar çatışmalarının” olması anlaşılır bir şeydir, sınıflar ya da zümreler kendi çıkarları için birbirleriyle çatışırlar.

     

    Ama Türkiye’deki ciddi sorunların hiçbiri bildiğimiz “çıkar çatışmalarıyla” açıklanamaz.

     

    Alın şu başörtüsü meselesini.

     

    Beş on bin genç kızın üniversiteye başörtüsüyle gitmesinin engellenmesini hangi somut “çıkar çatışmasıyla” açıklayacaksınız?

     

    Kızlar üniversiteye başörtüsüyle gitse kimin “somut” çıkarı zedelenecek ya da kim bundan somut çıkar sağlayacak?

     

    “Laik bir düzen isteyenlerin çıkarları zedelenecek” derseniz, beş on bin kız öğrencinin başörtüsü takmasıyla “zedelenecek” laiklik zaten gerçek değildir, gerçek laiklik öyle kolayından zedelenmez.

     

    Anadolu’da milyonlarca kadın başörtüsüyle dolaşıyor “laiklik zedelenmiyor” ama birkaç bin öğrenci başörtüsü takınca zedeleniyor, öyle mi?

     

    Buna inanıyor musunuz?

     

    Kemal Kılıçdaroğlu bile inanmıyor buna ki “başörtüsü sorununu biz çözeceğiz” diyor.

     

    Bunu söylerken o kızların başörtülerini “zorla çıkartarak” sorunu çözmeyi düşünmediğine göre, bunu “laiklikle ilgili bir sorun olarak” değerlendirmediği için çözmeye talip oluyor.

     

    Gerçi daha sonra kendi partisinden korkup sustu ama bunu laiklikle ilgili bir sorun olarak görmediği anlaşıldı.

     

    Zaten başörtülü kızların derslere istedikleri kıyafetle girmesinin de laikliğe bir zararı yok.

     

    Niye olsun?

     

    Diyanet İşleri diye bir kurumun olması, bütün imamların vaazlarının resmî devlet kurumu tarafından belirlenmesi “laikliği zedeler” ama başörtüsü takmak zedelemez.

     

    Laiklik konusunda hassas olanların başörtüsüyle değil Diyanet’le uğraşması gerekir ama hiçbir “laiklik takıntılı” insanın Diyanet’i eleştirdiğini duymazsınız.

     

    Çünkü sorun “laiklik” değil, sorun psikolojik.

     

    Kendini “gelişmiş ve modern” sanan insanlar, “beğenmedikleri” halka kendi “efendiliklerini” bu tür anlamsız jestlerle kanıtlamaya çalışıyorlar.

     

    Başörtüsünü yasaklayabildikleri sürece kendilerini “güçlü” hissedecekler.

     

    Ama bu “hastalık”, sadece bu “modernlik” meselesini bir obsesyona döndürenlerde bulunmuyor.

     

    “Modernlerin” ezmeye uğraştığı Sünni dindarlar da aynı baskıyı Alevilere yapıyorlar.

     

    Alevilerin cemevlerini “ibadethane” olarak kabul etmiyorlar.

    Somut bir çıkar çatışması değil bu.

     

    Tümüyle psikolojik, “kim daha güçlü” çatışması.

     

    Kürt meselesinde de aynı psikolojik takıntıyı bulursunuz.

     

    Türkler, Kürtlerin kendileriyle “eşit” olmasını bir türlü kabullenemezler.

     

    Eşit olsalar ne olacak?

     

    Türklerin bundan dolayı uğrayacakları hiçbir “somut” zarar yok.

     

    Ama “eşit” olurlarsa, “buranın efendisi benim” duygusunu” yitirecekler.

     

    Geliyoruz, geliyoruz hep aynı yere takılıyoruz.

     

    “Ben senden daha güçlüyüm.”

     

    Aslında işin acıklı yanı, “daha güçlü olduğunu kanıtlamak” için hayatı birbirlerine zehir eden bu insanların hiçbiri gerçekten güçlü değil.

     

    Tam aksine.

     

    Kendi aralarında girdikleri bu “güç kavgasından” dolayı “güçsüzleşen” bir ülkede, mutsuz ve güvensiz, kan revan içinde yaşıyorlar.

     

    Birbirlerine “güçlerini kanıtlamaya” çalışmaktan vazgeçtiklerinde, bu toplum gürbüzleşip gelişecek ve hep birlikte gerçekten “güçlü” olacaklar ama bunu istemiyorlar, “tek başlarına güçlü olmak” takıntısı yüzünden hep birlikte güçsüz oluyorlar.

     

    Bana, başörtüsü meselesinde, cemevi meselesinde, Kürt meselesinde, birbirimizi parçalamamızı “anlaşılır” kılacak bir neden söyleyin.

     

    Daha mı zengin olacaklar dövüşerek? Hayır.

     

    Daha mı mutlu olacaklar? Hayır.

     

    Daha mı güçlü olacaklar? Hayır.

     

    Bu toplumda güçlü olan kimse yok ki, bu toplum güç kavgasına giren güçsüzlerin toplumu.

     

    Peki, niye bunca yıldır birbirlerine böylesine acı çektirip duruyorlar?

     

    Bunun cevabını bilmiyorum işte.

     

    Onun için biri alıp bu toplumu bir kanepeye yatırıp, derdini dinlesin istiyorum.

     

    Çocukluğu mu kötü geçti bu toplumun, sevgisiz mi kaldı, nedir?


  5. Bu konu güzel açılımlara vesile olur umudundayım.

    Üstad'ın "sömürülmesi"konusunda fazla ileriye gidilmeden, bu yıl ki Üstad'ın kitap fiyatlarına bakmak yeterlidir diye düşünüyorum zira ben,dört beş kitap birden alabilirken şimdi sahaflara gittiğimde ki yayın evi BD olmuş olmasına rağmen ancak iki tane alabiliyorum.

    Bİr başka buuddan bakarsak ;Üstad fikirlerini kimseden korkusu olmadan dile getiriyor ,gözünü bile kırpmadan hapse girebiliyordu.Bİr davası vardı ve bunun sonuna kadar arkasındaydı.

    Elebtteki Üstad'ın tüm yayınlarının meydana çıkıp köyden şehre herkese uşlaştırılması verimlemesi çok iyi olur ,bu form elinden geleni bunun için yapıyor.

    Bİrde şöyle bişey var ki ;Üstad'ı hepimiz okuyoruz, fikirleri fikirlerimize tamamen neşter vuracak yapıda ve bizde onun gibi olmaya çalışıyoruz .Lakin şimdi biz kalkıp da bir haksızlığın karşısında vatan millet adına (biride ben) meydan okuyoruz ve "neden böyle yaptın" sorusuna davamız adına seslice bağırabiliyor muyuz?

    Üstad öyleydi. Meydan okuyordu haksızlığa ve bir Necip Fazıl Kısakürek çıkmıştı meydana.Benim kanaatim önce bu duruşu insanların karşısında sergilememiz lazım.

    Üstad hayatta olmuş olsa idi kendisinin prim yapılmasına müsade etmezdi bir ve kendisini ön palanda hiç tutmazdı iki.sadece davasının uğrunda canhıraş çalışırdı ki meteliksiz BD çıkıyor,az bir kitlesi varmış gibi görünürken dünyaya sesini duyurabiliyordu.


  6. Başımda kasırga mı kopuyor ,

    Yoksa ben mi alevlendirdim beynimdeki yanardağı?

    Rüzgâr her zaman böyle sert uğultulu muydu?

    Yoksa ben mi bir başka dinliyorum rüzgârı bugün

     

    Baktığım her yer yerli yerindeyken,

    Nasıl oluyor da gözlerimin içine bir başka bakıyor bugün ;

    Karşıdaki kavak ağaçları...

    Yoksa gözlerim mi bugün gerçekleri gösteriyo bana?

     

    Dünyanın bütün cıvıltısı varken kulaklarımda,

    Şimdi nasıl da bu kadar suskun bütün kainat?

    Ben mi tıkadım yoksa kulakları mı?

    Yoksa küstü mü bana dünya?

     

    Hadi bakalım çık işin içinden şimdi.

    Ver soruların cevaplarını.

    İster test sistemli olsun, ister yazılı, sözlü,

    Nasıl olsa cevabada kapalı şimdi sözün özü...


  7. Twitter'da Gülben Ergen'in 'ülkemle ilgili darmadağın endişelerim var' şeklindeki sözleri için Cumhurbaşkanı'nın oğlu Mehmet Emre Gül "Nedir o endişe ve korkular?" diye sormuştu. Ergen'den Gül'e cevap geldi.

     

    Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ün 19 yaşındaki küçük oğlu Mehmet Emre Gül'ün, twitter'da Gülben Ergen'in "Ülkemle ilgili darmadağın endişelerimi tüm korkularımı annem daha da coşturdu" şeklindeki sözlerine karşı "Nedir o endişe ve korkular?" diye sordu.

     

    Ergen, "Endişelendim deyince gösterilen tepkiler, neden endişelendiğimin kanıtı gibi... Soruya cevap vermedim. Versem ne olurdu, düşünün. Türkan Saylan'ın suçlu muamelesi gördüğü, Hüseyin Üzmez'in korunduğu bir ülkede endişe yersiz mi?" açıklamasını yaptı.

     

    Ilıcak ve Ahmet Hakan

     

    Cumhurbaşkanı Gül'ün küçük oğlunun, Ergen'e endişelerini sorması twitter'da da günün en çok konuşulan konularının başında geldi. Nazlı Ilıcak önce "Bravo. Doğru soruyu sordun? Kimse karnından konuşmasın. Açık ve net olalım" diyerek Gül'ün sorusuna destek verdi. Ilıcak, Ergen'e de "Böyle bir tartışmanın diyalog kurulmasını sağlayacağına inanıyorum. Kutuplaşmanın azalmasına katkın olabilir. Vatandaş Gülsün Diye" diye yazdı.

     

    Bunun üzerine Ergen de Ilıcak'a "Nazlı Hanım Cumhurbaşkanımızın oğlu Emre Gül'ü tanımıyorum. Kendisine 'hiç' cevap vermedim. Annesi ve babasını tanırım" yanıtını verdi.

     

    Tartışmaya espri yaparak dahil olan Ahmet Hakan ise Gülben Ergen'in 3 yaşındaki oğlu Atlas'ı kastederek, "Gülben'in gizemli endişesine katılıyorum. Hiç kimse endişelerini açıklamaya zorlanamaz! Emre Gül'ün hakkından Atlas gelecek. Hepimiz Gülben'iz" diye yazdı.

     

    Milliyet


  8. Kemerlerinizi bağlayın "şenlik" başladı:

     

    Genelkurmay Başkanı: Yılmaz Özdil

     

    Genelkurmay İkinci Başkanı: Can Ataklı

     

    Kara Kuvvetleri Komutanlığı için iki adayım var. Biri Bekir Coşkun, diğeri Süheyl Batum.

     

    Benzer özellikleri; ikisi de espri yapabiliyor.

     

    Süheyl Batum geçen gün demokratik açılıma da anayasa değişikliğine de "evet" diyen Sezen Aksu hakkında "Biz onu Sezen Aksu zannediyorduk, ne bilelim onun 'Sazan Aksu' olduğunu..." dedi.

     

    Koca profesörün "Sezen"den "Sazan" çıkarabilme yeteneğini gördünüz işte!

     

    Bekir Coşkun daha yaratıcı tabii; hiç değilse "sayın"dan "ayı", "reception"dan da "Recep" üretmeyi başarabilmişti.

     

    Ayrıca, Süheyl Batum bilebildiğim kadarıyla köşe yazarlığına CHP MYK üyesi olması hasebiyle ara vermişti.

     

    Dolayısıyla Kara Kuvvetleri Komutanı olarak Bekir Coşkun öne çıkıyor.

     

    Şayet Bekir Coşkun "mahalle baskısına" direnemez, Emin Çölaşan'ın Genelkurmay Başkanı olma yolunu açmak niyetiyle istifa ederse, M. Yakup Yılmaz'ı düşünebiliriz.

     

    İnanmayacaksınız ama o da espri yapabiliyor. (Kara Kuvvetleri Komutanı olmak için elbette espri yapmak şartı aranmıyor Şinasi.)

     

    Deniz Kuvvetleri Komutanı: Ertuğrul Özkök.

     

    Yakışır. Hatta müzik zevki, şarap kültürü ve hijyenikliğiyle diğer adaylara fark atar.

     

    En mühimi de Deniz Kuvvetleri Komutanı'ndan Genelkurmay Başkanı olmuyor. Yazılı bir kanun yok; teamül böyle. (Ertuğrul Beyciğimin darbelere düşkünlüğünü göze alırsak, hiç de fena bir teamül sayılmaz bu.)

     

    Hava Kuvvetleri Komutanı: Oray Eğin

     

    Jandarma Genel Komutanı: Serdar Akinan

     

    Birinci ordu Komutanı: Emin Çölaşan

     

    Çölaşan'da bir sıkıntı çıkarsa Ruhat Mengi olabilir diyeceğim ama, kadın olması hesabiyle teamüllere aykırı. Her ihtimale karşı Mustafa Mutlu'yu apartta bekletmek lazım.

     

    Eğitim Ve Doktrin Komutanlığına da Özdemir İnce yakışır. Ya da boş verin, Orgeneral Saldıray Berk aynen kalsın daha iyi.

     

    Mezkur köşe yazarları diretirlerse yahut topyekûn istifa tehdidinde bulunurlarsa hiç merak etmeyin kriz çıkmaz.

     

    Cumhuriyet gazetesinin köşe yazarları ne güne duruyor!


  9. İnançlı insan, inandığı için dua etmez, bilâkis dua ettiği/edebildiği için inanır. Dahası, dua ettikçe inanır.

     

    Ne kadar dua ederse/edebilirse o kadar inanır.

     

    Pascal ne güzel söylemiş:

     

    — "Agenouillez-vous, priez et vous croirez!"

     

    Yani:

     

    — "Diz çökün, dua edin; inanacaksınız!"

     

    Önce secdeye kapanmayı bilmeli insan; aczini... güçsüzlüğünü... muhtaç olduğunu... yardıma değil, yaşama ihtiyaç duyduğunu... yaşamaya... ve bir gün ölmeye...

     

    Aczini idrak, güçsüzlüğünü itiraf edebilmeli.

     

    İnsan kendinden saklanmamalı.

     

    ***

     

    Düşünerek inanmaz insan. Aslâ, ama aslâ bir düşünme eyleminin sonunda inancı bulmayı beceremez. Bilâkis düşünemediğinde, düşünmek kâr etmediğinde inanır. Eylediğinde yani. Eylemin içinde... yaşamın ve yaşamanın tam da içindeyken...

     

    Belki acı çekerken, belki eğlenirken... ama her hâlukârda istemini/duasını eylemiyle gerçekleştirirken...

     

    İnancın kökenini boşuboşuna serebral korteksin kıvrımlarında aramamalı bu yüzden! İnanç, varlığının kokusunu ancak gönül-yaşam diyalektiğinde duyurur yoksunlarına.

     

    Anacaddelerde değil, bir arasokakta, kimbilir belki bir çıkmazsokakta...

     

    Birdenbire engel(ler) kalkar, yol açılır, ve yürür gidersin. İnanca doğru değil, inancınla birlikte gidersin. İnanmayı, yani güvenmeyi öğrenmiş olarak gidersin.

     

    Yapman gereken oturup düşünmek değil, yürümektir.

     

    Yeter ki yürü, inanırsın.

     

    Dua et, seslen, istersen sövüp say, hem de bütün öfkenle, duyar O, ve cevap verir.

     

    İnan!

     

    ***

     

    — "İslamiyet dahil hiçbir dine yakınlık duymadım, ama her dinin bir kültür olarak ritüelleri her zaman hoşuma gitti, her zaman takip etmek, hatta bir parçası olmak istedim." (Akşam, 28 Haziran 2010)

     

    Oray Eğin'in bu açıklaması ne kadar düşündürücü değil mi?

     

    Ve bir o kadar da dürüst ve samimi.

     

    Bu açıklama, bizlere, insanın en güçlü, en derin çelişkilerinden birini gözden geçirme imkânını veriyor.

     

    Yani inançla yaşam arasında gidip gelen bilinç sarkacının o kontrol edilmesi güç salınımını...

     

    — "Ezan Türkçe olsaydı ve ibadete Türkçe çağrılsaydık, belki inanmamıza katkısı olmazdı ama en azından bu topraklarda bir kesimin dine bu kadar yabancı, düşman, mesafeli hatta reddeden olmasının da önü kesilirdi diye düşünmeden edemiyorum.

     

    Açıkçası, ana dilde duayı çağdaşlık olarak da yorumluyorum ben.

     

    İlk defa bir cenaze beni etkiledi. Ve bunda Türkçe'nin rolü büyüktü."

     

    Meselenin siyasî cihetiyle ilgilenmiyorum. Doğrusu çağdaşlık söylemi üzerinden güncellenmiş vatandaş hâline gelmeyi de istemiyorum. Bu nedenle konunun klişelerle tartışılabilecek taraflarını ihmal edip üstüne basa basa şu kelimelerin altını çizmek istiyorum:

     

    — ... belki inanmamıza katkısı olmazdı ama...

     

    Sayın Eğin yanılıyorlar. Türkçe (veya Arapça) dua ve ibadetin inanmalarına katkısının olmayacağı sanısı kesinlikle doğru değildir.

     

    İnançlı insan, inandığı için dua etmez, bilâkis dua ettiği/edebildiği için inanır. Dahası, dua ettikçe inanır. Ne kadar dua ederse/edebilirse o kadar inanır.

     

    O duanın hangi dilde olduğu ise —duanın özü bakımından— hiç ama hiç önemli değildir.

     

    Niçin?

     

    Çünkü dua ve ibadet aklın değil, hislerin faaliyette olduğu zemindir. Dua ve ibadet logos'a (akla) değil, pathos'a (hisse) ihtiyaç duyar. Tutkuya. Acıya. Zevke.

     

    Logos'un fiili değil, pathos'un infialidir dua! Bu nedenledir ki insan dua ve ibadet sırasında, hem de bir çırpıda, suje mevkiinden obje mevkiine geçer; fail iken münfail olur. Eylemi kendisini dönüştürür. Bir bakar ki inanıyor. Aklı isyan ederken, gönlü boyun eğiyor.

     

    Duanın değil anadile, dile bile ihtiyacı yoktur.

     

    Ağlayan, çağıran bağıran, salya sümük zırlayan bir sarhoşun, bir mecnunun dua etmek için dile mi ihtiyacı vardır?

     

    Bazen nârâ, bazen çığlık!

     

    İçten. Sessizce. Bazen gözyaşlarıyla. Belki nefretle, belki aşkla.

     

    Belki dua, belki beddua.

     

    Hepsi bu kadar!

     

    ***

     

    Ne tuhaf değil mi, inanmak kolay sanılır. İnanmak, yani güvenmek... Oysa dünyanın en zor işidir inanmak. Nitekim "İnanmak için bir kolumu verirdim" der Cemil Meriç.

     

    Zavallı Kafka, ne kadar da uğraşmıştır inanmak için.

     

    Tolstoy'un veya Dostoyevski'nin o tumturaklı, o sert beyanlarına aldanmayın, sırf inanmak için yazılarında o denli radikal, o denli sekterdirler. Okurlarına sundukları onca delil, inandıklarını değil, inanmayı istediklerini gösterir sadece.

     

    İnanan insan, tedirgin olmanın değerini iyi bilir. Bilir ki tedirginliğine, huzursuzluğuna borçludur inancını.

     

    Mümin olmak emin olmaktır sanılır. Değildir. Mümin olmak, emin olmayı istemek demektir. Hem de iki anlamıyla: başkaları nezdinde emin olmak, ve başkalarından emin olmak...

     

    ***

     

    İste ey talib, istersen, olursun!

     

    Dua et, edersen, inanırsın!

     

    İnan ey talib, inanırsan, seversin!


  10. KABAĞIN BİR SAHİBİ VAR !

     

    Vaktiyle bir dervis, nefisle mücadele makamının sonuna gelir. Mesrebin usulünce bundan sonra her türlü süsten, gösteristen arınacak varlıktan vazgeçecektir. Fakat is yamalı bir hırka giymekten ibaret degildir. Her türlü görünür süslerden arınması gereklidir.. .

    Saç, sakal, bıyık, kas, ne varsa hepsinden. Dervis, usule uygun hareket eder, solugu berberde alır.

    - Vur usturayı berber efendi, der.

    Berber dervisin saçlarını kazımaya baslar. Dervis aynada kendini takip etmektedir. Basının sag kısmı tamamen kazınmıstır. Berber tam diğer tarafa usturayı vuracakken, yağız mı yağız, bıçkın mı bıçkın bir kabadayı girer içeri. Doğruca dervişin yanına gider, başının kazınmış kısmına okkalı bir tokat atarak

    - Kalk bakalım kabak, kalk da tıraşımızı olalım, diye kükrer.

    Dervislik bu... Sövene dilsiz, vurana elsiz gerek. Kaideyi bozmaz derviş. Ses çıkarmaz, usulca kalkar yerinden. Berber mahcup, fakat korkmuştur. Ses çıkaramaz. Kabadayı koltuga oturur, berber tıraşa baslar. Fakat küstah kabadayı tıraş esnasında da sürekli aşağılar dervişi, alay eder;

    -'Kabak aşagı, kabak yukarı.'

    Nihayet tıraş biter, kabadayı dükkândan çıkar. Henüz birkaç metre

    gitmiştir ki, gemden boşanmıs bir at arabası yokuştan aşağı hızla üzerine gelir. Kabadayı şaşkınlıkla yol ortasında kalakalır. Derken, iki atın ortasına denge için yerleştirilmiş uzun sivri demir karnına dalıverir. Kabadayı oracıga yıgılır, kalır.Ölmüstür. Görenler çığlıgı basar. Berber ise şaşkın, bir manzaraya, bir dervişe bakar, gayri ihtiyarî sorar;

    - Biraz ağır olmadı mı derviş efendi?

    Derviş mahzun, düşünceli cevap verir:

    - Vallahi gücenmedim ona. Hakkımı da helal etmiştim. Gel gör ki kabagın bir sahibi var. O gücenmiş olmalı!


  11. İslam büyüklerinin tatil anlayışları!..

     

    Tatil anlayışımız atıl kalmak, vakit öldürmek, mevsimi boşa geçirmek... şeklinde oluşuyorsa çok kötü bir tatil anlayışımız var demektir.

     

    Çünkü tatilde israf edip boşa geçirdiğimiz vaktimiz, aslında harcamaktan kaçındığımız nakdimizden de kıymetlidir. Ha nakdini israf edip boşa harcamışsın, ha vaktini... Hatta, vaktin nakitten de kıymetli olduğunu söyleyen İslam büyükleri demişler ki: "Vakitle nakdi kazanabilirsiniz, ama nakitle vakti kazanamazsınız. Para vererek dünkü boşa harcadığınız vaktinizi satın alıp geri getiremezsiniz. Öyle ise vakit nakitten de kıymetlidir. Onu boşa harcamaktan titreyin, tıpkı paranızı boşa harcamaktan çekindiğiniz gibi.

     

    Sahabenin tatil anlayışlarına şahit olan Basra'nın büyük velisi Hasan Basri Hazretleri der ki: "Ben öyle zatlara eriştim ki, onlar sizin paranızı boşa harcamaktan çekindiğinizden fazla vakitlerini boşa harcamaktan çekiniyorlar, dakikalarının dahi değerini düşünüyorlardı!" Özellikle İmam-ı Şafii Hazretleri'nin tatil anlayışı fevkalade düşündürücüdür. Der ki bu büyük mezheb sahibimiz:

     

    "Tatil, nakitten de kıymetli olan vakti boşa harcamak değildir! Belki tatil, meşgul olduğun işi bırakıp yeni bir işle meşgul olmak, yani usandığın bir işten uzaklaşıp usanmadığın yeni bir işe başlamak demektir. Bu sebeple tatili fırsat bilip değerlendirmeli, en azından kalbî, ruhî, fikrî mânâda kazançlar sağlamaya yönelik kitaplar okumalı, tefekkürde bulunmalı, nakitten de kıymetli olan vakit böylece israf edilmemelidir."

     

    Selef alimlerinden Abdullah bin Âmir'e gelen bir adam; "Biraz vakit ayır da seninle havadan sudan şöyle bir sohbet edip vakit geçirelim." demişti de şu karşılığı almıştı: "Tut Güneş'i gitmesin, seninle oturup havadan sudan konuşup vakit öldürelim." Adam şaşırmış: "Ne demek bu?" deyince Âmir:

     

    - Çünkü demişti, güneş durmuyor gidiyor, böylece vakit harcanıyor; ya vakti durdur seninle muhabbet edelim ya da geriye çekil, akıp giden vakti değerlendirelim. Nakitten de değerli olan vakti boşa harcama vebaline girmeyelim...

     

    Sahabeden sonra gelen selef alimlerinin vakit değerlendirme konusundaki titizlikleri çok dikkat çekicidir. Basralı alim Halil bin Ahmed'in bu konudaki bir sözü kitaplara şöyle geçmiştir. Diyor ki:

     

    - Ah şu yemek saatleri... Bana en ağır gelen saat, yemek saatidir. Çünkü onda mideden başka bir şeyle meşgul olamıyor insan!.. Hayatı boyunca hiçbir vaktini boşa geçirmemiş olan İmam-ı Ebu Yusuf Hazretleri ise vefatı anında bir ara bayılarak gözlerini yummuştu. Neden sonra gözlerini açtı, başında durana hemen bir ilmi mesele sordu. O da, "Şimdi mesele halletmenin zamanı değil, biraz istirahat eyle." deyince şu tarihi cevabı verdi:

     

    - Keşke ilimle meşgulken gelse bana gelecek olan. Ben de öylesine değerli bir meşguliyet içinde iken gitsem öbür tarafa! Ne büyük şeref olur benim için ilimle meşgulken gitmek...

     

    Vakti en iyi değerlendiren alimlerden biri de Hammad bin Seleme idi. Ya namaz kılar, ya halka hadis rivayet eder ya da öğrencilerine ders verir, gençlerle meşgul olurdu. Yani boş vakti hiç yoktu onun. Nitekim vefatı da namaz kalırken vâki olmuş, secdede iken ruhunu Rahman'a teslim etmişti. Anlaşılan, tatillerde bizim en kolay harcadığımız değerimiz, maalesef vakitlerimizdir. Hem de etek dolusu nakit harcasak da geri getiremeyeceğimiz vaktimiz. Onun için Efendimiz (sas) ikaz etmiştir bizleri:

     

    - İki nimet vardır ki insanlar kıymetini bilmiyorlar. Biri sıhhatleri, diğeri de boş vakitleridir!.. Evet hem sıhhatin hem de boş vaktin kıymetini tam olarak bildiğimiz söylenemez... Bu konuda halk arasında vaktin değerini ifade etmek için rivayet edilen bir menkıbeyle bağlayalım bahsimizi. Efendimiz (sas) yolda giderken kenarda bomboş oturan bir adam görmüş, selam vermeden geçip gitmiş. Sonra dönüşte aynı adama bu defa selam verip geçmiş. Bunun sebebini sormuşlar. Gerekçesini şöyle anlatmış:

     

    - Geçerken bomboş duruyordu. O yüzden selam vermeden geçtim. Dönüşte ise hiç olmazsa eline bir çöp almış toprağı karıştırıyor, boş oturmuyordu. O yüzden selama layık gördüm.

     

    Boş durmakla bir işle meşgul olmanın farkını anlatmak için söylenmiş bir misal bu...am büyüklerinin tatil anlayışları!..

     

    Tatil anlayışımız atıl kalmak, vakit öldürmek, mevsimi boşa geçirmek... şeklinde oluşuyorsa çok kötü bir tatil anlayışımız var demektir.

     

    Çünkü tatilde israf edip boşa geçirdiğimiz vaktimiz, aslında harcamaktan kaçındığımız nakdimizden de kıymetlidir. Ha nakdini israf edip boşa harcamışsın, ha vaktini... Hatta, vaktin nakitten de kıymetli olduğunu söyleyen İslam büyükleri demişler ki: "Vakitle nakdi kazanabilirsiniz, ama nakitle vakti kazanamazsınız. Para vererek dünkü boşa harcadığınız vaktinizi satın alıp geri getiremezsiniz. Öyle ise vakit nakitten de kıymetlidir. Onu boşa harcamaktan titreyin, tıpkı paranızı boşa harcamaktan çekindiğiniz gibi.

     

    Sahabenin tatil anlayışlarına şahit olan Basra'nın büyük velisi Hasan Basri Hazretleri der ki: "Ben öyle zatlara eriştim ki, onlar sizin paranızı boşa harcamaktan çekindiğinizden fazla vakitlerini boşa harcamaktan çekiniyorlar, dakikalarının dahi değerini düşünüyorlardı!" Özellikle İmam-ı Şafii Hazretleri'nin tatil anlayışı fevkalade düşündürücüdür. Der ki bu büyük mezheb sahibimiz:

     

    "Tatil, nakitten de kıymetli olan vakti boşa harcamak değildir! Belki tatil, meşgul olduğun işi bırakıp yeni bir işle meşgul olmak, yani usandığın bir işten uzaklaşıp usanmadığın yeni bir işe başlamak demektir. Bu sebeple tatili fırsat bilip değerlendirmeli, en azından kalbî, ruhî, fikrî mânâda kazançlar sağlamaya yönelik kitaplar okumalı, tefekkürde bulunmalı, nakitten de kıymetli olan vakit böylece israf edilmemelidir."

     

    Selef alimlerinden Abdullah bin Âmir'e gelen bir adam; "Biraz vakit ayır da seninle havadan sudan şöyle bir sohbet edip vakit geçirelim." demişti de şu karşılığı almıştı: "Tut Güneş'i gitmesin, seninle oturup havadan sudan konuşup vakit öldürelim." Adam şaşırmış: "Ne demek bu?" deyince Âmir:

     

    - Çünkü demişti, güneş durmuyor gidiyor, böylece vakit harcanıyor; ya vakti durdur seninle muhabbet edelim ya da geriye çekil, akıp giden vakti değerlendirelim. Nakitten de değerli olan vakti boşa harcama vebaline girmeyelim...

     

    Sahabeden sonra gelen selef alimlerinin vakit değerlendirme konusundaki titizlikleri çok dikkat çekicidir. Basralı alim Halil bin Ahmed'in bu konudaki bir sözü kitaplara şöyle geçmiştir. Diyor ki:

     

    - Ah şu yemek saatleri... Bana en ağır gelen saat, yemek saatidir. Çünkü onda mideden başka bir şeyle meşgul olamıyor insan!.. Hayatı boyunca hiçbir vaktini boşa geçirmemiş olan İmam-ı Ebu Yusuf Hazretleri ise vefatı anında bir ara bayılarak gözlerini yummuştu. Neden sonra gözlerini açtı, başında durana hemen bir ilmi mesele sordu. O da, "Şimdi mesele halletmenin zamanı değil, biraz istirahat eyle." deyince şu tarihi cevabı verdi:

     

    - Keşke ilimle meşgulken gelse bana gelecek olan. Ben de öylesine değerli bir meşguliyet içinde iken gitsem öbür tarafa! Ne büyük şeref olur benim için ilimle meşgulken gitmek...

     

    Vakti en iyi değerlendiren alimlerden biri de Hammad bin Seleme idi. Ya namaz kılar, ya halka hadis rivayet eder ya da öğrencilerine ders verir, gençlerle meşgul olurdu. Yani boş vakti hiç yoktu onun. Nitekim vefatı da namaz kalırken vâki olmuş, secdede iken ruhunu Rahman'a teslim etmişti. Anlaşılan, tatillerde bizim en kolay harcadığımız değerimiz, maalesef vakitlerimizdir. Hem de etek dolusu nakit harcasak da geri getiremeyeceğimiz vaktimiz. Onun için Efendimiz (sas) ikaz etmiştir bizleri:

     

    - İki nimet vardır ki insanlar kıymetini bilmiyorlar. Biri sıhhatleri, diğeri de boş vakitleridir!.. Evet hem sıhhatin hem de boş vaktin kıymetini tam olarak bildiğimiz söylenemez... Bu konuda halk arasında vaktin değerini ifade etmek için rivayet edilen bir menkıbeyle bağlayalım bahsimizi. Efendimiz (sas) yolda giderken kenarda bomboş oturan bir adam görmüş, selam vermeden geçip gitmiş. Sonra dönüşte aynı adama bu defa selam verip geçmiş. Bunun sebebini sormuşlar. Gerekçesini şöyle anlatmış:

     

    - Geçerken bomboş duruyordu. O yüzden selam vermeden geçtim. Dönüşte ise hiç olmazsa eline bir çöp almış toprağı karıştırıyor, boş oturmuyordu. O yüzden selama layık gördüm.

     

    Boş durmakla bir işle meşgul olmanın farkını anlatmak için söylenmiş bir misal bu...


  12. Şimdi olmuş. TSK'nın geçen sene kullandığı "Güçlü Ordu, Güçlü Türkiye" sloganı yanlıştı. Bu sloganı eleştirenlerden biri de bendim.

     

    Eleştirimin dayanak noktası şuydu: "Güçlü Ordu"dan "Güçlü Türkiye" çıkmaz, tersine zayıf bir ülke çıkar. Çünkü güçlü orduya harcanacak para, ülkenin ekonomisini zayıflatır. Ama "Güçlü Türkiye"den mutlaka "Güçlü Ordu" çıkar. Genelkurmay'ın eleştirileri dikkate alması ve sloganı değiştirmesi olumlu bir gelişme.

     

    Bir bürokratik kurum olarak orduya yönelik eleştirilerimi, askerlik mesleğine yönelik görenlerden ve üstüne alınanlardan sert tepkiler alıyorum. Adını vererek beni eleştiren Özel Kuvvetler'e mensup bir kurmay yüzbaşının yazdıklarını çok samimi ve temsil edici buldum. "Rüyanızda kabus olarak göreceğiniz yerlerde yıllardır görev yapıyorum" diyor ve görevi yüzünden çocuklarının doğumuna şahit olamayan arkadaşlarından bahsediyor. "Bizler göğsümüzde Türk bayrağı saklarız, vurulursak hemen üstümüze örtülsün diye" sözüyle ve arkasından sorduğu "sizin bayrağınız ne renk?" sorusuyla beni yere seriyor. Belli ki bu satırların yazarı yüksek bir vazife ahlâkına ve vatan sevgisine sahip şerefli bir Türk subayı. Ama bu ülkede o şanlı bayrağının ebediyete kadar nazlı nazlı sallanması için bu vasıflara ilave başka vasıflar da gerekiyor. Şerefli ve vatanperver Türk subaylarının, güçlü bir ülkenin daha ileri ve daha iyi organize olmuş "Güçlü Ordu"sunda görev yapmaları.

     

    Kalabalık bir ordunun güçlü bir ordu olmadığını, kurmay eğitimi almamış subaylar da bilir. "Neden bu kadar kalabalık bir ordumuz var?" sorusuna, herkesin anlayacağı basitlikte bir açıklama getirmek mümkün: "Nöbet tutmak için". Askerî birliklerin, sosyal tesislerin, lojmanların, hastanelerin, gazinoların etrafında yemekhanelerin, yatakhanelerin içinde Türk askeri nöbet tutar. Her nöbet yeri beş askerdir; adam başı sekizer saatten bir gün için üç kişi, biri izinde ve biri revirde. "Bu nöbetler ne için tutulur?" sorusunun ise mantıklı bir cevabı yoktur. Mehmetçiğin yaptığı bu işi Batı ülkelerinin ordularında çok büyük oranlarda artık çok ucuz hale gelen kamera sistemleri yapmaktadır.

     

    Ordunun güçlü hale gelmesi için Türkiye'nin güçlü olmasının yanı sıra esaslı bir askerî reforma ihtiyacımız var. Batı orduları yıllar önce sadece savaş zamanında değil barış zamanında da müşterek karargahın komutası altına girdiği operasyonel yapılanmaya geçti. Çağımızın güçlü orduları çok hızlı hareket edebilen, çok ileri teknoloji kullanabilen, subay kadrosunun entelektüel yetenekleri çok ileri uzmanlaşmış ordular. Bizim güçlü askerî geleneklerimiz var. Bu ülkede vatanı için ölecek adam kıtlığı çekilmez. Tarih boyunca çekilmedi. Ama modern savaş araç ve gereçlerini kullanabilecek uzmanlara ve modern savaş doktrinlerini uygulayabilen kurmaylara ve organizasyon yeteneğine sahip komutanlara sahip olmak her devirde çok zordur. 1774'ten itibaren kalabalık ordularla savaş meydanlarında çok can verdik, ama 1922'ye kadar savaş kazanamadık. Bütün derdimiz, bir topun namlusunun açısının trigonometrik hesabını bilen subaylara sahip olmak türünden sıkıntılardı. Bugün aynı hataları tekrarlayamayız.

     

    Ordumuzun ülke üzerinde kurduğu vesayetin, kendi iç yapısına ve savaşma yeteneğine epeyce zararı dokundu. Bütün bürokratik kurumlar değişime direnir. Ülke üzerinde söz sahibi bir bürokratik kurum daha fazla direnir. Ordumuzun temel organizasyonu, konvansiyonel silahların kullanıldığı döneme ait geri bir organizasyon. Verdiğim nöbet uygulaması örneği, bu geriliğin sadece basit bir göstergesi. Demokrasi ile uyumlu savaş eğitimi almamış, savaşı halk iradesine raptetme konusunu sadece "psikolojik harekât" olarak gören bir subay kadrosu, Kürt sorununda görüldüğü gibi çağın gereklerinin uzağına düşer.

     

    Bana sitem eden subaylar, ordunun aslî işinin terörle mücadele etmek olduğunu zannediyorlar. Bu zan büyük bir tehlike. Sinekler, dev eskavatörlerin kepçeleri ile vura vura yok edilemezler. Türkiye'nin güçlü ekonomi, diplomasi ve çağdaş dünya ile uyumlu ve bunlar için de demokratik değerleri içine sindirmiş çevik, akıllı ve küçük bir orduya ihtiyacı var. "Güçlü Ordu"nun bugünün dünyasındaki karşılığı bu.


  13. Tarihler 25 Mayıs 1983'ü gösteriyor. Üstad evinde gözlerini pencereden dışarıya çevirdi, derin karanlığa baktı ve...

     

     

     

     

    Üstad Necip Fazıl Kısakürek'in vefatından önce son sözü ne oldu? İşte ünlü şairin canını teslim etmeden önceki son sözü...26 Mayıs 1904 perşembe günü İstanbul'da doğan şair Necip Fazıl, 25 Mayıs 1983 tarihinde 79 yaşında vefat etti.

     

    Necip Fazıl ölmeden önce adeta ölümü hissetmişti. Prof. Dr. Osman Özsoy, Necip Fazıl'ın ölüm anını şöyle anlatıyor.

     

    "Tam 26 yıl önce yine gizemli bir Mayıs gecesinde, takvimlerin 25 Mayıs 1983 gece yarısını gösterdiği saatlerde, hastalığının ilerlediği dakikalarda yatağından hafifçe doğruldu, ela gözlerini pencereden dışarıya çevirdi, derin karanlığa baktı. Ne gördü bilinmez; ateşin verdiği etki ile kırmızıya yakın pembeleşen dudakları hafifçe kıpırdadı ve "Demek böyle ölünürmüş!.." dedi...

     

    Kimbilir belki de o an, ölüm meleğinin (Azrailin) evine teşrifini gördü... Nitekim bu sözlerinden hemen sonra şahadet getirerek son nefesini verdi."


  14. BEKLEMİYORLARDI

    BARİZ OLARAK İSLAM DÜNYASINA, MÜSLÜMAN TÜRKLERE YAPILAN BU MEYDAN OKUNUŞUN KARŞSISINDA, VERİLEN ŞEHİTLERİN VE DE AİLELERİNİN VE DE MİLLETİN VE DE DEVLETİN METANETİNİ BEKLEMİYORLARDI.

    "ONE MİNUTE" DEMEKLE SALDIRMIŞ OLABİLİRLER, SALDIRI SALDIRIDIR VELEV Kİ SÖZLÜ OLSUN VELEV Kİ SÖZSÜZ.AKILLARI SIRA İNTİKAM ALDILAR FAKAT TÜM DÜNYANIN ÖFKESİNİ ÜZERLERİNE ÇEKTİLER.

    TÜM DÜNYANIN AYAĞA KALKMASI KARŞISINDA YAPTIKLARININ NABZINI ÖLÇMEK İSTEDİLER VE DE ÖLÇTÜLER

    ALLAH A ŞÜKÜR Kİ BİLİNÇLİ BİR ÇOK İNSAN OLDUĞUNU GÖRDÜK, GÖRDÜLER.

    BU ELİM OLAYIN KARŞISINDA VEFAT EDEN DİN KARDEŞLERİMİZE DE PSİKOLOJİK OLARAK SARSINTI YAŞAYAN DİĞER İNSANLARA DA ALLAH DAN SABIR DİLERİM...


  15. YAHUDİLER Mİ DEDİNİZ ?

    “Yahudiler mi dediniz?

    Onlar, yumurtalarını pişirmek için, Dünyayı ateşe vermekten çekinmeyen lanetlilerdir".

     

    Necip Fazıl Kısakürek


  16. Fikirleri ve yazıları sebebiyle sık sık mahkemeye düşen, hapis yatan, dergisi kapatılan Necip Fazıl, bugün eserleriyle yaşıyor.

     

    Ölümünün 27. yıldönümü vesilesiyle, 100'e yakın eseri bulunan Üstad'ı tanımayan ve yeniden okumak isteyenler için mini bir kılavuz hazırladık. Şair ve yazarlara "Necip Fazıl'ı nasıl okumalı, hangi eserlerine öncelik vermeli?" sorusunu yönelttik.

     

    Şiiri, tiyatrosu, otobiyografik eserleri, dini-tasavvufi incelemeleri, konferansları, gazeteciliği, dergiciliği ile nev'i şahsına münhasır bir kişilikti Necip Fazıl. Büyük bir çile ve aksiyon adamıydı. 25 Mayıs 1983'te hayata gözlerini yumduğunda ondan geriye 100 cilde varan bir külliyat kaldı. Fikirleri ve yazıları sebebiyle mahkemeye düşen, hapis yatan, dergisi kapatılan Necip Fazıl bugün eserleriyle yaşıyor. Adı sokaklara, okullara veriliyor, sanatı hakkında paneller düzenleniyor; ülkenin başbakanı konuşmasında ondan şiirler okuyor.

     

    Biz de ölümünün 27. yıldönümü vesilesiyle Necip Fazıl'ı tanımayan ve yeniden okumak isteyenler için mini bir kılavuz hazırladık. Şair ve yazarlara "Necip Fazıl'ı nasıl okumalı, hangi eserlerine öncelik vermeli?" sorusunu yönelttik.

     

    Necip Fazıl, gözünün "büyük sanatkârlıkta" olduğunu söyleyen bir şair ve yazardı. Hayat hikayesine göz attığımızda şu bilgilerle karşılaşıyoruz: 12 yaşında şiire başladı. İlk şiir kitabını 17 yaşında iken yayımladı. Örümcek Ağı ve Kaldırımlar adlı şiir kitapları onu çok genç yaşta ünlü yaptı. Henüz otuz yaşına basmadan çıkardığı Ben ve Ötesi (1932), devrin edebiyatçıları tarafından büyük heyecanla karşılandı. Meslektaşları tarafından da çok sevilen şair "Üstad Necip Fazıl Kısakürek", olarak anılmaya başlandı. 30'lu yaşlarında bohem hayatını en koyu rengiyle yaşadığı günlerde Beyoğlu Ağa Camii'nde vaaz vermekte olan Abdülhakim Arvasi ile tanıştı ve bu tanışma onun hayatında yeni bir dönem açtı. Hayat felsefesini değiştirdi. İslami kimliği ile öne çıkmaya başladı. Hayatında meydana gelen değişikliği şu mısralarla özetledi:

     

    "Tam otuz yıl saatim işlemiş ben durmuşum;

    Gökyüzünden habersiz, uçurtma uçurmuşum..."

     

    Bundan sonraki hayatında mutlak hakikat kaygısıyla eşyanın güzelliklerinin perdesini aralamaya çalıştı. 1936'da Ağaç, 1943'te Büyük Doğu dergisini çıkardı. Sık sık kapatılan ve çeşitli bahanelerle toplatılan Büyük Doğu'nun çıkmadığı sürelerde günlük fıkra ve çeşitli yazılarını; Yeni İstanbul, Son Posta, Bâbıâlide Sabah, Bugün, Milli Gazete, Her Gün ve Tercüman gazetelerinde yayımladı.

     

    Büyük Doğu Hareketi'ni başlattığı Büyük Doğu dergisinde çıkan yazılarıyla İsmet Paşa ve tek parti (CHP) yönetimine şiddetli bir muhalefet sürdürmesi sonucu hakkında açılan çok sayıda davada yüzlerce yıl hapsi istendi. 163. maddeye aykırı bulunan yazıları ile birkaç yılda bir hapse mahkûm oldu.

     

    1980'de Kültür Bakanlığı Büyük Ödülü'nü, İman ve İslam Atlası adlı eseriyle fikir dalında Millî Kültür Vakfı Armağanı'nı (1981), Türkiye Yazarlar Birliği Üstün Hizmet Ödülü'nü (1982) aldı. Ayrıca Türk Edebiyatı Vakfı'nca 1980'de verilen beratla 'Sultan-üş Şuara' (Şairlerin Sultanı) unvanını kazandı.

     

    Toplu şiirlerinin yer aldığı Çile, 70 baskıya ulaştı. Satışı 500 bini geçti. Eserlerinden bazıları şunlar: Çile, Bir Adam Yaratmak, Çöle İnen Nur, Cinnet Mustatili (Yılanlı Kuyudan) Kafa Kâğıdı, O ve Ben, At'a Senfoni Sahte Kahramanlar - İman Ve Aksiyon - Özlediğimiz Nesil - Tanrı Kulundan Dinlediklerim, Batı Tefekkürü ve İslam Tasavvufu, Bâbıâli, Veliler Ordusundan Benim Gözümde Menderes, İdeolocya Örgüsü...

     

     

     

    Sıralama şiir, tiyatro ve hikÂye olmalı

     

    PROF. DR. Orhan Okay: Necip Fazıl, hemen her edebî türde, ayrıca siyaset ve fikir alanlarında yazdığından onu okumaya başlamak biraz da okuyucunun aradığına bağlıdır. Ben burada bir yazarın ideal seviyede okunmasını düşünüyorum. Yani onu bütünüyle tanımaktan, bunun için de eksiksiz bir okumadan bahsediyorum. Bunun için önce sanatkâr tarafıyla, Çile'nin hatta mümkünse Çile'ye girmemiş şiirlerinin de okunmasıyla başlanmasını düşünürüm. Ancak Necip Fazıl'ı anma günlerindeki dinleyicinin durumuna bakarak genel şiir zevkinin "Sakarya" ve benzeri birkaç şiirle sınırlı olduğu görülüyor. Şiirden sonra tiyatroları, sonra hikâyeleri gelmelidir. Daha sonra hatıraları. Başta Çöle İnen Nur olmak üzere dinî-tasavvufî mahiyetteki eserleri ile yakın devir tarihi ve siyasi eserleri de bunların arkasından. Farklı okuyucu için bu sıra tersten de başlayabilir. Bunların dışında onun bütün yazıları kitap haline gelmemiş olduğundan Ağaç ve Büyük Doğu koleksiyonları da gözden geçirilmelidir.

    ÇÖLE İNEN NUR'UN YERİ APAYRI

     

    RASİM ÖZDENÖREN: Necip Fazıl her şeyden önce bir şairdir. Dolayısıyla onun şiirini okumak öncelikli olmalıdır. Bu şiirin türk şiirine getirdiği yenilikler Otel Odaları, Çan Sesi, Kaldırımlar, Çile, Takvimdeki Deniz, Ölünün Odası vb. şiirler açısından özümsenip değerlendirilmelidir. Arkasından Necip Fazıl biyografileri sıra gözetilmeksizin okunabilir. Bu biyografiler bize hem Türkçenin imkanlarını göstermesi açısından hem de muhteviyatında içkin tezleri açısından tarihsel ve sosyal açıdan yol gösterici niteliktedir. Biyografilerin arasında da onun Çöle İnen Nur adını taşıyan siyer kitabına mutlaka yer verilmelidir. Ben sayfaları bu kitap kadar gözyaşlarıyla ıslatılmış bir başka kitap bilmiyorum. Ve elbette üstadın otobiyografik kitapları asla ihmal edilmemelidir. Ben ve O ile Babıali kitapları üstadın hem kendi yaşantısı hem de dönemi hakkında çarpıcı bilgiler verir. Bundan sonra da bütün kitapları okunmalıdır.

     

    ***

     

    Necip Fazıl'ı okumaya Çile ile başlayın

     

    MUSTAFA MİYASOĞLU: Necip Fazıl'ın kitapları arasında öncelikli olarak okunması gereken eserlerin başında Çile'de toplanan şiirleri gelir. Sonra Hikâyelerim adındaki çarpıcı hikâyeleri. Düşünen adamın dünya çapındaki trajedisini ortaya koyan Bir Adam Yaratmak ve Peygamberimiz'in hayatını şiir gibi anlatan Çöle İnen Nur, her zaman okunacak kadar canlı, gündemden düşmeyen eserleridir. Sultan İkinci Abdülhamid ile Sultan Vahidüddin adlı eserlerindeki tarih tezleri her çevrede yıllardır tartışılıyor. Tanrıkulu'ndan Dinlediklerim, İdeolocya Örgüsü ile Batı Tefekkürü ve İslâm Tasavvufu adlı eserleri de önemlidir. Mutasavvıfların hayatını anlattığı Veliler Ordusu kitabı da muhakkak okunmalıdır. Doğu kültürünün yirminci yüzyılda Türk dilinde ihya olmasında Necip Fazıl'ın mistik kişiliğinin çok önemli bir yeri var. Son Devrin Din Mazlumları'nın hukukunu ve İslâm'ın hakikatini onun kadar vukuflu ve cesur bir tarzda savunabilen, Ağaç, Büyük Doğu, Borazan ve Rapor gibi yayın organları çıkaran Necip Fazıl'ı doğru anlamak kolay değil. O da geç anlaşılan 'Büyük Mazlumlar' gibi zamanla anlaşılır inşallah...

     

    ***

     

    Üstad öncelikle bir şairdi

     

    İHSAN DENİZ: Bir şairin/yazarın dünyasına nüfûz etmenin yegâne yolu/yöntemi o şairi veya yazarı 'tüm eserleri'yle kavramaktan geçer. Bu olgu, birçok alanda eser vermiş Necip Fazıl Kısakürek söz konusu olduğunda çok daha önem arz edecektir hiç kuşkusuz. Öte yandan bir şair, yazar veya sanatçıyı ilkin ve öncelikle 'ibda' yeteneğinin çapına işaret eden alan(lar)da ortaya koyduğu eserlerle tanımak anlamlı olabilir. Necip Fazıl'ı keşfetmek için öncelik şiirine yer verilmeli. Zira Üstad, öncelikle bir şairdi; heceyi zirvelere taşımış bir büyük şair. Dolayısıyla Çile adlı toplu şiir kitabına başvurulmalı ilkin. Doğrusu, sanatkâr yönünün en parlak sahası olan piyes yazarlığı, Necip Fazıl'ı tanımanın ikinci ayağı olabilir. Bu bağlamda Bir Adam Yaratmak, Para, Tohum, Reis Bey okunabilir. Hikâyelerim başlığı altında toplanmış kitabı da bir başka adımdır. Dahası, zekâ pırıltılarını sezmek için Öfke ve Hiciv; hitabet ve savunma gücünü kavramak için Edebiyat Mahkemeleri; polemikçi yanını görmek için Hücum ve Polemik; dönemin edebiyat mahfillerini anlamak için Babıali; Peygamber sevgisini tartmak için Çöle İnen Nur; dava adamlığı ve fikir cephesi için İdeolocya Örgüsü okunmalıdır.

     

    ***

     

    Ruh dünyası, eserlerinin bütününde

     

    ALİ HAYDAR HAKSAL: Üstad, büyük bir şair. Bu, kabulümüz. Ama şiiri şahsidir. Şiirleri kendine özgü bir ada oluşturuyor. Üstad'ın şiirlerini okuyanlar onun diğer alanlarına girme ihtiyacı duymuyorlar. Şiiri, okuru düşünce eserlerine götürmüyor. 100 ciltlik bir külliyatın sahibi, şaşılacak bir durumdur ki sadece şairliğiyle anılıyor ve biliniyor. Oysa Üstad'ın piyesleri, denemeleri, hikâyeleri, konferansları, hatıraları, tasavvufi eserleri, O ve Ben'i, Sevgili Efendimiz'i ve Hazreti Ali Efendimiz'i anlatan özgün eserleridir. Gerek Sultan Abdülhamit, gerek Vahidüddin üzerine olan çalışmaları dönemi için oldukça önemli bir konumdadırlar. Mazlumlar üzerine olan çalışmaları farklı bir dil yakalıyor. Necip Fazıl bir filozof enginliğine sahip. Batı Tefekkürü ve İslâm Tasavvufu çalışması ayrı bir özgünlüğe sahip. İslâm düşüncesi karşısında Batı düşüncesini üstün zekâ ve dehasıyla yerle bir ediyor. Cinnet Mustatili bir büyük şairin iç dünyasını ruhsal gerilimini yansıtır. Bir insanın acı çekmesi ancak bu şekilde anlatılabilir. Romanları ve Babıâli eserleri de başlı başına bir öneme ve konuma sahiptirler. Piyesleri hem bir zekânın hem de bir dehanın ürünüdürler. Necip Fazıl'ın ruh dünyasının eserlerinin bütünlüğündedir. Nesrine giriş yapan diğerlerine doğru gitme ihtiyacı hisseder. Eserlerinin tadına varılınca bir daha elde bırakılamaz.

     

    Hatıra kitapları okunmalı

     

    SELMA GÜNAYDIN: Necip Fazıl, öncelikli olarak şair yönüyle tanınmalı; çünkü her eserine onun şair yönü yansır mutlaka. Onun yetiştiği ortamı, yetişme şartlarını bilmek için de O ve Ben, Cinnet Mustatili, Bâbıâli, Hac'dan Çizgiler, Renkler ve Sesler gibi hatıra kitaplarını okumak faydalı olur. Romanları, hikâyeleri ve tiyatro eserleri de Necip Fazıl düşünce dünyasını en iyi ve en akıcı anlatan eserleri olarak okunabilir. Ve daha sonra bütün eserleri...

    ZAMAN


  17. İnternet gibi büyük bir nimet var elimizin altında her ne kadar zaman azraili olsa da faydasız da değil .

    Genelde gündemi takip eder ne var ne yok haberdar olmak için tüm yazar çizerlerin yayınlarına bakarım.

    Bugün yine bir sitede haberlere bakarken bir anket bölümüne takıldı gözlerim " Demokratik açılım hakkında ne düşünüyorsunuz" diye bir anket.Bu konuda herkesin bir fikri vardır muhakkak, desteklenir desteklenmez bu bireyin tercihidir ama mutlaka iyide olsa kötüde olsa bir fikri vardır insanın beyninde nihayetinde.

    Ankete katıldım sonrasında sonuçlarına bir baktım, seçeneklerin bir şıkkının cevap yüzdesi vardı ki içler acısı.

    "Fikrim yok" Bu seçenek beni hançerledi sanki.

    "Fikirsiz insan olur mu?" diye düşünmeden alamadım kendimi.

    Fikrim yok demek ne demek?Ne yani bu insanlara ne sorulursa sorulsun hiç iç dünyalarında bir alevlenme olmuyor mu? Hani yarın öbürgün bu fikirsiz insanoğullarına "Senin neyin var neyin yok almak istiyorum ne dersin "denildiğinde de verilecek cevap "Fİkrim yok" aymazlığı mı olacak? Vahim yahu...

    Benim fikrimin olmaması benim olmamam demek ,bir hiçim demek,ne olursa razıyım demek...

    Mümkün müdür bu tablo ,elbette ki mümkün değildir.Bir ara Cem Yılmazın bir reklam sloganı vardı "Eğitim şart"

    Vallahi eğitim şart, yoksa çekirge biri daha atlamadan sobelenecek.Yazık yahu çekirgeyede.

    Fİkirsiz adam demek insanın kendi ülkesine sahip çıkmaması demek hatta daha ileri gitmek istiyorum adam olmaması demek.

    Bir ülkede fikirsizlik demek; o devletin milletinin kullanılmasının kaçınılmaz olduğu demek.

    Benim fikrimin olmaması demek; ezilmeye mahkumum demek.

    Benim fikrimin olmaması demek; vatan hainliği demek.

    Bu seçenekleri acımasızlaştırmak var ki, Allah dan fikrimi kullanıp susmam gerektiğini fikrediyor fikrime...


  18. GÜLÜŞÜN EKLENİR KİMLİĞİME

     

    Gün biter gülüşün kalır bende

    Anılar gibi sürüklenir bulutlar

    Ömrümüz ayrılıklar toplamıdır

    Yarım kalan bir şiir belki de

     

    Aykırı anlamlar arayıp durma

    Güz bitip sular köpürür de

    Kapanmaz gülüşünün açtığı yara

    Uçurum olur zaman her gece

     

    Her gece yeni bir savaş baslar

    Acı ses olur, ses deli yağmur

     

    Sığındığım her yer adınla anılır

    Ben girerim sokağı devriyeler basar

    Bir de gülüşün eklenir kimliğime.

×
×
  • Create New...