Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]

kurşunkalem

Editor
  • Content Count

    467
  • Joined

  • Last visited

  • Days Won

    4

Posts posted by kurşunkalem


  1. Olmak Demiştin

     

    hayat olmaktır demiştin

    hayat sevmek ve olmaktır

    demiştinki gündüz ölmek

    gece ise doğmaktır

    ölüm savmaktır sıranı sırası gelince

    ölüm yaşam kuşunu kafesinden salmaktır

    gözlerime öyle bakma demiştin

    gözlerin ateşe dalmaktır

    ne çıkar misk-u amber sacmasan etrafına

    gülün karı solmaktır

    değişir iklimler mesafeler seninle

    ve hüzün sevdanla dolmaktır

    bu beden her mihnete her belaya katlanır

    lakin maksat ne olmaktır ne ölmektir ne solmaktır

    maksat olmaksa demiştin

    olmak onu bulmaktır


  2. Kadın tüm hassaslığı ile yaratılmış ve örtünme emri de onların yine incitilmemeleri için emrolunmuştur.

    Elbette ki kitabın kezzap silahını takdir ettiğimizden bu konu hakkında destek yanlısı değilim, fakat herkesin ruhun da "bence en azından" kardeşi, ablası ,yahut tanıdığı ya da sevgilisi bile bu çerçeveye girebilir, bir kezzap anlayışı hakimdir. Çünkü görürüz ki, "ya benimsin ya toprağın" gibi sahiplenmek, en aptalca hareketin karşılığın da meydana gelen cinayetler de, çok da kezzaptan ayrıştırıcı değildir.

    Dedemiz, gördüğü mini etek manzaraların da, çıldırırcasına kendini görmemek için hapse tıktırmaya razı olmuş...

    Ben ise şu an mini eteği bırak, tesettür adı altın da giyinik çıplakların halini gördüğüm her saniye aynı fkriyatla aynı temennide bulunuyorum...

    Önceleri, Ayşe, Fatıma, Ahmet, Ömer vs.isimleri konulan,şimdiler de ise bu isimlerin yerine dizilerdeki karakterlerin isimlerinin çocuklara verildiğini görmek, hapis hayatı fikriyatına neşter vuruyor üstelik.

     

    ASRI SAADET, ASRI SAADET......


  3. Hiçbir şey olmayacak. "DTP kapatıldığına göre şiddet yeniden tırmanır" diye düşünenler yanılıyor. Çünkü açılım süreci bütün mekanik kanunları altüst edecek bir mantıkla yürüyor.

     

    Etkilerin doğurduğu tepkiler yerine, etkilerin yol açtığı yeni etkiler ve birkaç hamle sonrasının hesapları söz konusu. Geldiğimiz aşama aslında bilek güreşinde bir mola aşaması.

     

    Ahmet Türk, Kürt siyasetinin en itibarlı ismiydi. PKK'lı veya DTP'li olsun olmasın Kürtlerin, hatta Kürt olmayanların bile saygısını kazanmış sahici bir politikacı. PKK, otoritesine rakip gördüğü Türk'ü tasfiye etmeyi denemiş, sonra yerine koyacak adam bulamadığı için tekrar DTP'yi ona teslim etmişti. Anayasa Mahkemesi, PKK'nın beceremediği bu tasfiye işini tek hamlede bitirdi. Bu işte bir gariplik yok mu?

     

    DTP'nin kapatılmasından sonra şiddet tırmanmayacak. Türkiye yeniden bir kaosa sürüklenmeyecek. Bu tezin kanıtı, cuma gününe ait Öcalan'ın avukatlarıyla görüşme notları. Anayasa Mahkemesi kararı öncesine ait bu görüşmede Öcalan, DTP'nin kapatılacağını kesin bir şekilde öngörüyor ve bu kararın "dünyanın sonu olmayacağını" söylüyor. En önemlisi bu karar sonrasında şiddetin yaygınlaşacağı imasında bulunmuyor. Tersine "demokratik çözüm" vurgusu yapıyor ve DTP'nin yerine "her kesimden demokratları içine alan demokratik bir yapılanma" öneriyor. Öcalan'ın "açılıma karşı olmadığını" -yönteme karşı olduğunu- söylemesi de manidar. Aynı şekilde hükümete savaş açan Öcalan'ın "Erdoğan'ın iyi niyetine inancını" ifade etmesi de manidar.

     

    Son şiddet olaylarının, Öcalan'ın odasının değiştirilmesinden ve şikâyetlerinden kaynaklandığına kimse inanmadı. İnanmayanlar için bile çok önemli bir nokta var: Önemli olan Öcalan'ın -bir bahane bile olsa- şikâyette bulunması ve hemen arkasından şiddetin yaygın bir şekilde başlaması için bu şikâyetin yeterli olması. Öcalan, avukatları aracılığıyla mesajlarını veriyor ve PKK'yı kontrol ediyor. Adalet Bakanlığı'ndan gelen bir heyetle görüşmesi ve talebi üzerine kapının üstünden ve altından pencere açılması, şikâyetlerini -veya bahaneyi- ortadan kaldırmış görünüyor. "Şimdi ne olacak?" sorusunu soranların dikkat etmesi gereken en önemli ayrıntı: DTP'nin kapatılması Öcalan'ın umurunda değil. Demek ki PKK, Anayasa Mahkemesi kararına endeksli bir tepki vermeyecek.

     

    DTP'nin kapatılmasının en çok PKK'yı memnun ettiğini gözden kaçırmamamız lâzım. PKK, DTP'nin kapatılmasını demokratik siyasetin itibar kaybetmesi, kendisinin varlığının Kürtler nezdinde meşruiyeti artırması olarak görüyor. Başından itibaren DTP'nin kapatılmasını savunanların nerede, kimlerle hangi çizgide buluştuklarını görmeleri gerekir.

     

    Bu durum, PKK'nın kapatma kararını bahane ederek -şiddet yöntemi dışında Kürtler için bir çare olmadığını savunarak- yaygın kitlesel şiddeti başlatmamasını açıklamaya yetmiyor. "Barışçı çözüm umudu" ile gözden düşen ve otoritesini kaybeden örgüt, bu fırsatı kullanarak kitleleri motive edebilirdi. Etmemesinin veya edememesinin asıl sebebi şiddet yöntemlerinin PKK için bile artık bir çözüm olmaması. Aradaki farkı çok iyi kavramalıyız: PKK artık şiddete Kürt sorununu çözmek için değil örgütsel çıkarlarını korumak için müracaat ediyor. Bu yüzden DTP ile kendisi arasında Kürtlerin kurduğu dengeyi, Anayasa Mahkemesi kararı ile kendi lehine değiştirme fırsatı buldu.

     

    Öcalan'ın "açılıma karşı değilim, yönteme karşıyım" sözü aslında PKK'nın ve kendisinin örgütsel önceliğini vurgulamak dışında bir anlam taşımıyor.

     

    Evet, yakından bakınca karamsarlığa kapılanlar için durum sanıldığı kadar kötü değil. Açılım sona ermedi. Yaygın bir şiddet riski yok. Sadece oyunun dengeleri değişti. Bu değişimin PKK lehinde olduğunu kabul etmek lâzım. "Şimdi ne olacak?" sorusunu soranlara verilecek tek cevap var: Hiçbir şey olmayacak, yola kaldığımız yerden devam edeceğiz.


  4. Bir örgüt, kendi halkına böyle bir kalleşliği nasıl yapar?

     

    İlk gelen tepkilere, açıklamalara, maillere bakılırsa körü körüne PKKyı destekleyen bir kitlenin dışında kalan bütün Kürtler şaşkınlık içinde bu sorunun cevabını arıyor.

     

    Sanırım şu anda Kürtlerin duyguları, Kafes planını yapanların, Koç Müzesinde çocukları öldürmeye hazırlandığını öğrenen Türklerin duygularına benziyor.

     

    Onlar da böyle bir kalleşliğe ve çılgınlığa inanamamış, bunun nedenlerini anlamaya çalışmıştı.

     

    Koç Müzesinde patlamayan bombayı PKK Tokatta patlattı ve darbecilerin amaçladığı o kaosu yaratabilmek için üstüne düşeni yaptı.

     

    PKK, bunu ilk kez yapmıyor.

     

    Ahmet Türkün önceki gün vurguladığı 33 asker rezilliğinde olduğu gibi barışa her yaklaştığımızda barışı torpilliyor.

    Açın PKKnın eylemlerinin dökümüne bir bakın.

     

    Ne zaman bu ülkede askerî vesayet sarsılsa, ordu kışlasına doğru çekilmeye başlasa, demokrasi kapıdan başını uzatsa, PKK bir eylem yaparak, silahın, ordunun, baskının güçlenmesini sağlar.

     

    PKK, Kürtlerin özgürlüğü için hareket ettiğini söylüyor ama nedense hep baskıyı ve şiddeti özgürleştiriyor.

     

    Baskının ve şiddetin artmasının, ölümlerin çoğalmasının, cinayetlerin patlamasının Kürt halkına yararı ne?

     

    Tokatta yedi askerin şehit edilmesinden Kürt halkı nasıl bir yarar sağlayacak?

     

    Kürt ve Türk halkının önünde çok net iki öneri vardı.

     

    Barış ve savaş önerisi.

     

    AKP, bir barış ve demokrasi açılımı başlatmıştı.

     

    Bu açılımı yetersiz mi buluyorsun, eksik mi buluyorsun, art niyetli mi buluyorsun, Kürt politikacılar çıkar eksiklikleri, yetersizlikleri söyler, art niyetli gördüğü gelişmeleri ortaya koyar ve açılımın doğru yolda ilerlemesine yardımcı olurdu.

     

    Konuşarak, tartışarak, eleştirerek ilerlerdik.

     

    Ama böyle olmadı.

     

    Kandilden Aponun isteği doğrultusunda gelen PKKlıların özgür bırakıldığı, eve dönmek isteyenlere yolun açıldığı bir dönemde, PKK birden saldırıya geçti, Tokat gibi PKK militanlarının hiçbir tehditle karşılaşmadığı bir bölgede pusu kurarak yedi insanı öldürdü.

     

    Barışın ve demokrasinin önünü kesti.

     

    Bütün Kürtlerin Türklerle eşit olacağı, bu eşitliğin anayasal güvence altına alınacağı, silahların susacağı, cinayetlerin biteceği bir gelecek hayal ediyorduk.

     

    PKK sadece askerleri değil bu hayali de öldürdü.

     

    Kürt halkının özgürlüğü, huzuru, refahı savaşla mı sağlanacak?

     

    PKK yirmi beş yıldır savaşıyor, bu özgürlüğü savaşla sağlayabildi mi?

     

    Bu özgürlük ihtimali kapımıza geldiğinde neden bunun önünü kesti?

     

    PKK, bu eylemi Aponun daha rahat yaşaması için yaptığını söylüyor, aklı başındaki her hangi biri bu saldırıdan sonra Aponun hücresinde daha rahat bir hayat süreceğine inanıyor mu?

     

    Bu eylem, Aponun görünebilir gelecekle ilgili bir hayali varsa, onu da öldürdü.

     

    PKK, kendi halkına da, önderine de ihanet etti bence.

     

    Bana fevkalade kalleşçe ve alçakça gözüken Tokat eyleminin Kürt halkının özgürlüğüne, mutluluğuna, huzuruna bir katkısı olup olmayacağına, PKKnın varlığının ve eylemlerinin bundan böyle Kürt halkının çıkarına olup olmayacağına karar verecek olan Kürt halkıdır.

     

    PKK yönetimi, kendi siyasi hesapları için kendi halkının geleceğini feda etmekten kaçınmıyor, Türk darbecileri kendi iktidarları için Türk halkına ne yapıyorsa, PKK da Kürt halkına aynısını yapıyor.

     

    Peki, karşılaştığımız bu kalleşlik karşısında ne yapacağız, barış ne olacak?

     

    PKK konusunda Kürt halkı kendi kararını kendisi verecek.

     

    Ama hükümetin yapması gerekenler var.

     

    PKK, bu eylemiyle kendisini artık bir asayiş sorunu haline getirip barış denkleminden çıktı, bundan sonra hükümetin PKKyı da Apoyu da unutup Kürt halkının eşitliği ve huzuru için adımlar atması gerekiyor.

     

    Şimdi açılımın daha da netleşmesinin tam zamanı.

     

    Biliyorum Türk halkının büyük öfkesi ve tepkisi varken bunu yapmak çok zor ama bu hemen yapılmazsa savaş ortamı çok çabuk gelişir, bütün Türkiyenin geleceği kararır.

     

    At binmeyi öğrenirken attan düşenleri hemen yeniden ata bindirirler, hemen binemezse bir daha binemez çünkü... PKKnın kanlı çelmesiyle bu ülkenin insanları attan düştü, hemen yeniden ata binmemiz ve yola devam etmemiz gerekir.

     

    Barışı daha başından beri yakmak isteyen bencil Türk siyasetçileriyle, kendi çıkarlarını kendi halkından üstün gören bencil PKK yöneticileri için bu ülkenin geleceğinden ve çocukların hayatından vazgeçemeyiz.

     

    Bütün bencillere, kalleşlere inat barış yolunda yürümeliyiz.

     

    Barıştan başka bir çaremiz, barıştan başka bir umudumuz yok çünkü.


  5. Anayasa Mahkemesi DTP'nin kapatılmasına karar verdi. Kararın detayları ile ilgili açıklama yapılıyor

     

    HAŞİM KILIÇ'IN YAPTIĞI AÇIKLANIN SATIR BAŞLARI ŞÖYLE...

     

    - Türkiye siyasi parti mezarlığı gibi. Anayasa Mahkemesi kurulmadan önce 26 Ocak 1954 tarihinde Millet Partisi, Ankara Sulh Ceza Mahkemesi'nce, Demokrat Parti de, 20 Haziran 1960 tarihinde Ankara Asliye Hukuk Mahkemesi'nce kapatıldı. Anayasa Mahkemesi'nin kapattığı partiler ise şöyle: İşçi-Çiftçi Partisi (İÇP) - 1968 Milli Nizam Partisi (MNP) - 20.5.1971 Türkiye İleri Ülkü Partisi (TİÜP) - 24.6.1971 Türkiye İşçi Partisi (TİP) - 20.7.1971 Büyük Anadolu Partisi (BAP) - 19.12.1972 Türkiye Emekçi Partisi (TEP) - 8.5.1980 Büyük Anadolu Partisi - 24 Kasım 1992 Sosyalist Parti - 10 Temmuz 1992 Yeşiller Partisi - 10 Şubat 1994 Halk Partisi - 25 Eylül 1991 Türkiye Birleşik Komünist Partisi - 16 Temmuz 1991 Halkın Emek Partisi - 14 Temmuz 1993 Özgürlük Demokrasi Partisi - 30 Nisan 1993 Sosyalist Türkiye Partisi - 30 Kasım 1993 Demokrasi Partisi - 16 Haziran 1994 Demokrat Parti-2 - 13 Eylül 1994 Demokrasi ve Değişim Partisi - 19 Mart 1996 Diriliş Partisi - 1996 Emek Partisi - 1997 Sosyalist Birlik Partisi - 7.6.1994 Refah Partisi - 16.1.1998 Demokratik Kitle Partisi - 26.2.1999 Fazilet Partisi - 22.06.2001 Halkın Demokrasi Partisi - 13 Mart 2003 MAHKEME KAPATIYOR, YENİ PARTİ KURULUYOR Bugün Mahkeme tarafından kapatılan DTP'yle aynı gelenekten gelen ve bölge siyasetini benimseyen partilerin yolu da geçmişte Anayasa Mahkemesi'yle kesişmişti. Aynı gelenekten gelen partiler neredeyse aynı nedenlerle kapatılmış. Yerine yeni partiler kurulmuştu. İşte o gelenekten gelen ve kapatılan partiler... HALKIN EMEK PARTİSİ (HEP) "Devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü bozma amacını taşımak ve bu yolda faaliyette bulunmak" iddiasıyla kapatılması istendi. Anayasa Mahkemesi 11 üyenin oybirliği ile 14 Temmuz 1993'de HEP'in kapatılmasına karar verdi. ÖZGÜRLÜK VE DEMOKRASİ PATİSİ (ÖZDEP) HEP'in kapatılma ihtimaline karşı 19 Ekim 1992'de kuruldu. Ardından kapatma davası açıldı. ÖZDEP'li yöneticiler davanın sonuçlanmasını beklemeden 30 Nisan 1993'te fesih kararı aldılarsa da, bu karar Anayasa Mahkemesi'ne ulaşmadan partinin kapatılmasına karar verildi. DEMOKRASİ PARTİSİ (DEP) HEP'in kapatma davası sürerken 7 Mayıs 1993'de kuruldu. Genel Başkanlığı'na Yaşar Kaya getirildi. Ancak kısa süre sonra Yaşar Kaya ve yedi parti yöneticisi tutuklandı. SHP'den siyasete giren ancak partiden ihraç edilen Kürt milletvekilleri bir süre sonra DEP'e katıldı. Meclis 2 Mart 1994 tarihinde DEP milletvekilleri Hatip Dicle, Orhan Doğan, Leyla Zana, Ahmet Türk, Sırrı Sakık ve Bağımsız Şırnak Milletvekili Mahmut Alınak'ın dokunulmazlıklarını kaldırdı. Aynı gün Meclis'ten çıkan Hatip Dicle ve Orhan Doğan gözaltına alındı. Diğer milletvekilleri, arkadaşları serbest bırakılana kadar Meclis'ten ayrılmamaya karar verdi. Ertesi gün DEP milletvekili Selim Sadak'ın da dokunulmazlığı kaldırıldı. Meclis'te bekleyen milletvekilleri 4 Mart'ta Ankara DGM'ye giderek teslim oldu ve kararın iptal edilmesi için Anayasa Mahkemesi'ne başvurdu. Mahkeme Selim Sadak'ın dokunulmazlığını kaldıran kararı iptal ederken DGM'nin 16 Mart'ta tutukladığı miletvekilleri cezaevine konuldu. 3 Ağustos'ta başlayan dava 8 Aralık'ta toplam 89.5 yıl hapis cezası verilmesiyle sonuçlandı. Anayasa Mahkemesi, Demokrasi Partisi hakkında 16 Haziran 1994'te kapatma kararı aldı. HALKIN DEMOKRASİ PARTİSİ (HADEP) 11 Mayıs 1994'de bu kez Murat Bozlak ve bazı eski DEP'li milletvekili tarafından Halkın Demokrasi Partisi kuruldu. 1995 yılındaki milletvekili genel seçimlerinde 1 milyon 171 bin 623, 1999 yılındaki milletvekili genel seçimlerinde 1 milyon 482 bin 196 oy aldı. 1999 yılındaki yerel seçimlerinde 37 belediye başkanlığı kazandı. Partinin kongresinde PKK bayrakları ve Öcalan posterleri açılması, Türk bayrağının indirilmesi nedeniyle gözaltına alınan Bozlak ve bazı parti yöneticileri tutuklandı. 13 Mart 2003 tarihinde parti mahkeme üyelerince oybirliğiyle kapatıldı. Mahkeme Başkanı bir açıklama yaparak "Partinin PKK'ya yardım yataklık ettiği ve yasadışı eylemlerin odağı haline geldiği anlaşıldığından Anayasa'nın 68. ve 69. maddeleri ile 2820 sayılı siyasi partiler kanununun 101 ve 103. maddeleri gereğince kapatılmasına karar verilmiştir." Dedi. Demokratik Halk Partisi (DEHAP) 24 Ekim 1997'de kuruldu. 2002'de Anayasa Mahkemesi'nde, "örgütlenmesini tamamlamadan seçimlere girdiği" iddiasıyla hakkında kapatma davası açıldı. DEHAP, 19 Kasım 2005'de kendini feshetti. DEMOKRATİK TOPLUM PARTİSİ (DTP) Anayasa Mahkemesi'nce kapatılan Demokratik toplum Partisi (DTP) için Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı, 16 Kasım 2007'de DTP hakkında kapatma davası açtı. Başsavcılığa göre DTP, devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğü aleyhine eylemlerin odağı haline gelmişti. Partinin kapatılması için 141 neden sıralanırken, partinin eylemleri ile üyelerinin beyanlarına dayandırılan iddianamede bölücü nitelikteki fiillerin partinin genel başkan dahil bütün organlarınca açıkça benimsendiğine dikkat çekildi. DTP'nin terör örgütü tarafından kurdurulduğu ve yönetildiğine dair bilgiler, parti üyelerinin açıklamaları ve eylemleri, kesinleşmiş mahkeme kararları ve yerel savcılıkların açtığı soruşturmalar davaya delil olarak gösterildi. Bazı milletvekillerine ve yöneticilerine de yasak istendi.

     

    AYRINTILARI TAKİP EDİYORUZ...


  6. Bu yazı, bazı DTPlileri üzecek... Üzülsünler... Onlar da, Biz Kürt halkının temsilcisiyiz. Varsa yoksa İmralı... İmralıdaki zat muhatap alınmadan hiçbir şey hallolmaz dediklerinde üzüyorlar.

     

    Konuya girmeden önce, dostça bazı şeyler söylemek istiyorum.

     

    BİR- DTP, Türkiye partisiyiz savıyla ortaya çıkmıştı... DTPden önceki partiler de bu iddiayı seslendiriyordu. Biz de, Öyle diyorlarsa öyledir deyip, fazla kurcalamıyorduk. Fakat, pratik teoriyi aştı, süreç içinde DTP etnik duyarlıkların kendisini ifade ettiği biricik siyaset kanalına dönüştü. Olmadı...

     

    İKİ- Tamam, DTPnin (genellikle Kürt oylarına dayandığı için) bir temsil özelliği ve değeri var. Fakat, Kürt oylarına dayanan yegane parti DTP değil... Bunu, bölgedeki oy dağılımına bakarak anlamak mümkün. Dolayısıyla temsil iddiası havada kalıyor.

     

    ÜÇ- Meşru siyaset yapmaya çabalayan ve sadece halkın oylarına dayandığını öne süren DTPnin, bir an önce İmralı fetişi ve Önder yüceltmesinden kurtulması gerekiyor... Tamam, önderlerine gereken ihtiramı göstersinler. Ama, Her işin başı İmralı... İmralıdaki güneşimiz söylemimden de kurtulsunlar.

     

    Bu yazı, İmralıdaki güneşin bazı tuhaf halleriyle ilgili...

     

    Daha önce de yazmıştım, tekrar olacak...

     

    Olsun...

     

    Seveni, tapanı, hâşa Rab mesabesinde benimseyeni çok olabilir ama, bu güneş bana hiç güven vermiyor. Tuhaf bir adamla karşı karşıyayız.

     

    Bir zamanlar, henüz Stalinist örgütlenmesinin başındayken, Türkiyeden giden gazetecilere, TSKnın öncü ve modernleştirici rolünden sözediyordu. Hatta, daha da ileri gidip, bölgedeki feodal gericiliğe karşı, öncü modernleştirmecilerin işbirliği yapmaları gerektiğini öğütlüyordu.

     

    Bir ara kendisini Atatürke benzetmişti.

     

    Doğu Perinçekin 2000e Doğru dergisi de, olumlu tarafından bakarak, bunu kapak yapmıştı.

     

    İkinci karede, uçakta gözleri bağlı olarak vatana getirilen Abdullah Öcalan görüntüsü var.

     

    Hani, Levent Göktaş olduğu sanılan görevli, Vatana hoş geldin Öcalan demişti ya... Türk matbuatı henüz bebek katili yakalandı psikozundan çıkamamış, bir taraftan da PKK sempatizanları Öcalanın yakalanışını protesto etmek için kendilerini yakıp duruyor... Tam o günlerde ilginç bir laf etti önderlik, işbirliğine hazırım dedi.

     

    Benzeri şeyleri mahkemede de söylemişti.

     

    Hayır, bu işbirliği çabasını yargılamak için söylemiyorum...

     

    Madem önderliktir, kimlerle ne düzeyde ilişki kuracağına, hangi modernleştirici mahfillerle işbirliği tesis edeceğine kendisi karar verecektir...

     

    Bir gün, Emre Kongarla dirsek dirseğe verip Bu feodalizm bizi yedi bitirdi hacım, bir an önce modernleşelim dese, onu bile yadırgamam.

     

    Öcalan budur, PKK böyle bir harekettir zaten...

     

    Nitekim, demokratik açılım sürecinde önderlik cephesinden gelen açıklamalar, bunu teyid eder cinstendi.

     

    Mesela, Önder, Baykalın açılım konusundaki eleştirilerine hak veriyor... Eve dönüş projesinin devlet aklı olduğunu, AK Partinin rol çaldığını, iyi çalışılması durumunda, iktidar partisinin bölgedeki gücünün azaltılacağını söylüyor. Bütün mesele AK Partiymiş gibi... AK Parti giderse, ortada Kürt meselesi kalmayacakmış gibi...

     

    İlerici mahfillerle kankalık durumları devam ediyor gördüğünüz gibi...

     

    Önderlik, süreçten, muhtemelen gerici saydığı (elini taşın altına koymuş) AK Partinin değil, ilerlemeci ve modernleşmeci refiklerinin kârlı çıkmasını istiyor.

     

    Size de tuhaf gelmiyor mu bu durum?

     

    Bana tuhaf geldiği için ikinci baskıya gerek duydum.


  7. Önümüzde çok fazla seçenek yok.

     

    Gidebileceğimiz iki yol var.

     

    Barış ya da kaos.

     

    Yapacağımız tercih sadece bu ülkenin değil, kendimizin ve çocuklarımızın geleceğini de belirleyecek.

     

    Barış istiyoruz derken aslında ne istiyoruz?

     

    Herkesin ırkına, dinine, mezhebine bakılmaksızın eşit olduğu, herkesin çocuklarına anadilini özgürce öğrettiği, anadilini rahatça konuştuğu, dağdakilerin yeniden hayata karışabildiği, delikanlılarımızın gösterilerde vurulmadığı, genç kızlarımızın otobüslerde yakılmadığı, askerlerimizin şehit edilmediği, isteyenin din dersi gördüğü istemeyenin görmediği, türbanın özgür olduğu, başını açanın bir baskı hissetmediği, Alevilerin cemevlerinde yapacağı ibadetlerin açık bir hak olarak kabul edildiği, ordunun siyasetten çıktığı, seçim sisteminin her fikrin parlamentoya girmesine izin verecek şekilde düzenlendiği, düşünce açıklamalarına kısıtlamaların getirilmediği, silahların sustuğu, yargının adil ve tarafsız olduğu, emeğin hakkını aldığı, özgür bir ülke istiyoruz.

     

    Bütün bu hakların anayasa ve yasalarla güvence altına alındığı bir ülke istiyoruz.

     

    Silahların susması, böyle bir ülke kurmamız için yolumuzu açacak.

     

    Herkes kendi ırkına, dinine, diline, yaşama biçimine özgürce sahip çıkacak ne birbirinden, ne de devletten bir baskı görecek.

     

    Bu istekler bir bütün, bunlardan bir kısmını yapalım, bir kısmını yapmayalım dediğinde barışa ulaşamıyorsun.

     

    Ya hepsini yapacaksın ya da hiçbiri olmayacak.

     

    Böyle bir ülke istiyor musunuz?

     

    Böyle bir ülke istiyorsan barışı desteklersin.

     

    Barış olmadığı sürece bu ülkede siyaset normalleşmez, ordu her zaman siyasetin içinde olur, yargı keyfince parti kapatır ve hiç kimse özgür olamaz çünkü.

     

    Türkün özgürlüğü Kürdün özgürlüğüyle, Sünninin özgürlüğü Alevinin özgürlüğüyle, solcunun özgürlüğü sağcının özgürlüğüyle sıkı sıkıya birbirine bağlı.

     

    Bu ülkenin omurgasını oluşturan Sünni dindarlar yakın zamanlara kadar sadece kendi haklarını istiyorlar, Kürtlerin, Alevilerin, solcuların haklarını verilmesine karşı çıkarak, bu yasaklar konusunda devleti destekliyorlardı.

     

    Ama şimdi dindarların büyük çoğunluğu bu tavrını değiştirdi.

     

    Bu değişim, Türkiye için büyük bir şans.

     

    Ancak dindarların çok uzun zaman çifte standarda sahip çıkmaları, diğer kesimlerde dindarlara karşı bir kuşkunun oluşmasına neden oldu.

     

    Bugün dindarları temsil yetkisine sahip gözüken AKPnin bu kuşkuları dağıtması gerekiyor.

     

    Daha net konuşmalı, Kürtlere, Alevilere, solculara verilecek hakları daha açıkça söyleyip, bunları anayasal bir teminata kavuşturacağını da açıklamalı.

     

    Kürtlerin, Alevilerin, solcuların, dindar olmayan bir hayat sürenlerin kuşkularını gidermeli.

     

    Kürtler, Aleviler, solcular da bu güvenceler verildiğinde barıştan caymayacaklarını açıkça ortaya koymalı.

     

    Barışa giden yoldaki en büyük engel, birbirimize olan güvensizliğimiz.

     

    Ama barışın getireceği hayatı hep birlikte istiyorsak bu güvensizliğin üstesinden gelmeliyiz.

     

    Çünkü karşımızda bir de barışı istemeyenler var.

     

    Barışı isteyenlerin nasıl bir ülke hayali kurdukları çok açık ama barış istemeyenlerin nasıl bir ülke hayal ettikleri açık değil.

     

    Sanırım, hayallerini açıklamaktan korkuyorlar, o hayallerin taraftar bulamayacağından çekiniyorlar.

     

    Ve, barışı istemeyenler her kesimde var.

     

    Devlet Bahçeli, Deniz Baykal, Cemil Çiçek, Emine Ayna farklı kesimlerden, farklı partilerden insanlar ama barış karşısındaki direnişlerinde birbirleriyle benzeşiyorlar.

     

    Onlar, barış gelmediğinde nasıl bir ülke olacağını düşünüyorlar?

     

    Barış yoksa ölüm var, otobüste yakılan Serap, sırtından vurulan Aydın, pusuya düşürülen genç asker var.

     

    Korkuyla titreyen, içi yanan, öfkelenen, kinlenen, intikam peşinde koşan, darbecilerin bin bir tezgâhıyla, devletin içindeki çetelerle kirlenmiş bir Türkiye var.

     

    Niye böyle bir ülke istediklerini bilmiyorum.

     

    Ölümü ve kaosu isteyenleri anlamak kolay değil.

     

    Böyle bir kaosun kendilerini de vuracağını sezecek bir algıdan ve mantıktan yoksun olanların mantık yapısını kolayca çözemeyiz.

     

    Onlarla, onların planlarıyla ve niyetleriyle de uğraşmamalıyız.

     

    Özgür, eşit ve zengin bir ülke istiyorsak, elele verip birbirimize güvenerek, birbirimizin hatalarını düzelterek, bazen öfkelenip, bazen acı çekerek ama her zaman kararlı bir şekilde yürümeliyiz.

     

    Varacağımız yeri düşündüğümüzde, bu yürüyüşte çekeceğimiz her çileye katlanacak gücü de buluruz.


  8. Bugün beni değil ama fikirlerine çok değer verdiğim, uzun yıllardır yaşayışını gıpta ile takip ettiğim can dostumun sadrından satırlara dökülen değerlendirmelerini okuyacaksınız. Ona bu satırları yazdıran geçen hafta yayımlanan "Aşk ve İntihar" başlıklı yazım. Buyrun birlikte okuyalım:

    "Ne garip günler, devirler yaşıyoruz. Gün geçmiyor ki sonu ölüme varan bir aşk hikâyesi medyaya düşmesin. Hikâyeler eni-konu hep birbirini andırıyor: Genç birini seviyor ve ona sahip olmak istiyor. Fakat muhatabı onu istemiyor ya da bir müddet sonra sevdiğinin başka biriyle ilişkide olduğunu öğreniyor. Neticede aşkın sonu ölüme, öldürmeye varıyor. Genç ya delicesine seviyorum dediği kız arkadaşını öldürüyor ya da sevdiğine erişemediği için intihar ediyor.

     

    Ne garip tecelli.. aşktan, sevgiden hiç ölüm çıkar mı? Muhabbet, içinde bu denli keskin bir nefret tohumunu barındırır mı?

     

    İnsan bu tür örnekleri günbegün görmeye durunca, kollarını makas gibi açıp, avazı çıktığınca 'Aşık olmayın, çünkü neticesi ölümdür!' diye feryad edesi geliyor. Âşık olmayın; kendinizi bile bile ateşe atmayın!

     

    Fakat âşık olmamak kimin elinde? Hangi birimiz sevmedik? En azından bir ilkokul çağında uzaktan uzağa bir yâr-i güzine kapılmamış olanımız var mıdır? Eşimizden-dostumuzdan, anamızdan-babamızdan, hatta sevdiğimizden bile sakladığımız, kalbimizin bir kûşe-i uzletinde sadece bizim bildiğimiz, kendi başına büyüyen bu utangaç, ama bir o kadar da tatlı, sevecen duygu şöyle veya böyle hepimizi bulmuş, ziyaret etmiştir.

     

    Yunus'un dediği gibi, 'Âşksız âdem dünyada belli bilin ki yoktur / Her biri bir nesneye sevgisi var âşıktır.'

     

    Âşık olma! demek nafile...

     

    Peki ne yapacağız? Bu paradoksu nasıl aşacağız? Aşkın içinde sakladığı ölümden nasıl kurtulacağız?

     

    Bunun bir tek cevabı olsa gerek:

     

    Sevgisi ölüm değil, hayat bahşeden...

     

    Sevdiğimizde bize ihanet etmeyen...

     

    Sevildiğinde seven, bir iltifatımıza binler cilve ile cevap veren...

     

    Güzelliği bütün güzelleri gölgede bırakan yegâne Güzeli sevmekle.

     

    Aşkı, muhabbeti, sevgiyi...

     

    Şevki, iştiyakı, cezbeyi...

     

    Dehşeti, vecdi, hayreti.. kısacası aşka dair her şeyi, o duyguyu evvelen ve bizzat Kendisini sevmemiz için bize bahşeden Hazret-i Güzel'e tevcih ettirmekle.

     

    İşte o zaman aşk bize hayat getirecek. İşte o zaman ölümlüyü sevmekle ölüme yürüyenler, yüzleri ak, bakışları sevginin şarabı ile mahmur, kalplerinde neş'e, hayata, birliğe ve ebediyete yürüyecekler.

     

    Bir gün bir bedevi çıkageliyor Güzel'in makesi Hazret-i Muhammed'e, aleyhissalat u vesselam.

     

    Soruyor: 'Kıyamet ne zaman?'

     

    Efendimiz cevap veriyor: 'Kıyamet için ne hazırladın?' Zira anaların korkudan yavrularını göğüslerinden koparıp atacakları bir celal gününü soruyorsun.

     

    Bedevi cevap veriyor: 'Allah ve Rasulünün sevgisini...'

     

    Efendimiz, 'O halde şunu bil ki kişi sevdiğiyle beraberdir.' buyuruyor.

     

    Bir bedevi, çölde doğmuş çölde büyümüş bir adam, başta Allah'ı, sonra Rasulü'nü seviyor.. ve böylelikle hayata, varlığa, birlikteliğe ve ebediyete yürüyor.

     

    Bence Yunus'un torunları Yunus gibi olmalı: Başta Yaradan'ı, sonra da O'ndan ötürü yaradılanı sevmeli. Yüreğinde taşıdığı sevgiyi, başta o duyguyu kendisine veren Rabb'ine yöneltip, eşyaya saniyen ve bi'l-araz tevcih ettirmeli. Ressam dururken resme, asıl varken gölgeye yönelmemeli. Kendisini ucuza peylememeli. Zira "Müminlerin Allah'a olan sevgileri her şeyden daha ileri ve daha kuvvetlidir." (Bakara, 165)

     

    Eskaza bir gölgeye kapılsa 'Yâ Bâki Ente'l-Bâki, Ey Allah'ım bir tek Sensin Bâki' deyip, kalpteki geçici sevgileri izale etmeli.

     

    Hazret-i İbrahim gibi La uhibbu'l-afilin çekip, ben göçüp-gidenleri sevmem, kalbin alakasına değmiyor demeli.

     

    Gördüğü güzele 'Ne güzelmiş!' demektense, 'Ne güzel yaratılmış!' deyip o güzelliği vereni hatıra getirmeli.

     

    Ölümden sarf-ı nazar edip, hayata yürümeli.


  9. Başbakan Erdoğan, tanınmış Mısırlı gazeteci Fehmi Huwaidi ile yaptığı söyleşide İsrail'in, İran'a keşif operasyonları amacıyla Türk hava sahasına girdiği söylentilerini yalanladı. Buna karşın Erdoğan, böyle bir şey olması halinde İsrail'e "deprem"e benzer bir tepki verileceği uyarısını da yaptı.

     

    Başbakan Erdoğan, tanınmış Mısırlı gazeteci Fehmi Huwaidi ile yaptığı söyleşide İsrail'in casusluk amacıyla Türk hava sahasına girdiği söylentilerini yalanladı. İsrail'in o amaçla Türk hava sahasına hiç girmediğini de ifade eden Erdoğan, böyle bir şey olması halinde çok ciddi sonuçları olacağını söyledi.

     

    "Depreme benzer gibi yanıt alır" diyen Erdoğan, İsrail liderlerinden Türkiye ile ilişkiyi "üçüncü bir tarafa saldırı için bir kart olarak kullanmaktan kaçınmaları"nı da istedi.

     

    -ANKARA "KAYITSIZ" KALMAZ

     

    Jerusalem Post tarafından yansıtılan söyleşide Erdoğan ayrıca Ankara'nın nötr bir taraf olmayacağını, kayıtsız kalmayacağını da ifade etti.

     

    Erdoğan, Gazze Operasyonu'na değinirken de İsrail'in, Gazze halkını süpürdükten sonra Türkiye ile ortak bir askeri tatbikata katılmayı bekleyemeyeceğini de belirtti.

     

    Türk hükümetinin İsrail'e yönelik politikasının seçmenler tarafından desteklendiğini de vurgulayan Erdoğan, "Gazze'ye saldırı sırasında çok incitilen, Türk halkının duygularına meydan okunamayacağı"nın da altını çizdi. (ANKA)


  10. Tokat Reşadiye'de yedi askerimizin şehit edildiği saldırı, tek kelimeyle provokasyondur.

    Bu topraklarda, bir defa daha oyun oynanıyor. Bu oyun, koskoca bir milleti, birbirine düşürerek sürdürülüyor. 60 sene öncesine dönüp bir bakalım. Bütün darbe zeminleri birbirine benziyor. Önce anarşi hortlatılıyor. Aynı günde aynı tabancayla bir solcu, bir sağcı genç öldürülüyor. Gazeteciler, aydınlar, akademisyenler, sendikacılar, politikacılar suikastlara uğruyor. Günlük hayat çekilmez hale getiriliyor. Millet canından beziyor. Sonra, "size bir kurtarıcı lazım artık..." diye konuşulmaya, yazılmaya başlanıyor. Ve "kurtarıcılar" sahne alıyor.

     

    Bu oyun 27 Mayıs 1960'tan beri aleni, acımasızca, insafsızca oynanıyor. İnsan hayatının bu oyunda, hiç ama hiç önemi yok. Sadece 12 Eylül 1980 öncesi büyük çoğunluğu üniversite gençliği olmak üzere, tam beş bin insan öldürüldü. Güneydoğu'da son 25 senede tam 17 bin 500 faili meçhul cinayet var. Teröre verdiğimiz can sayısı 40 bin.

     

    Burası nasıl bir ülke? Bunca provokasyondan, bunca tertipten, bunca oyundan neden toplum olarak ders çıkaramıyoruz? Çünkü onlar çok güçlü. Ellerinde silah var. Emirlerinde kamuoyu oluşturan, yönlendiren güçlü bir medya var. Yüksek tepelerde himayecileri, dışarıda yaslandıkları merkezler var.

     

    Fakat şimdi bir fırsat doğdu. Daha önce olmayan bir durum var. Alternatif bir medya, bunların üzerine cesaretle gidebilen mangal yürekli insanlar var. Artık toplumun büyük çoğunluğu oyunu fark etti. İki şey insanımızın gözünü açtı. Biri Ergenekon davası, diğeri açılım.

     

    Mesela Ergenekon davası ile birleştirilen Danıştay saldırısı. Hain saldırı, dindarların üzerine yıkılmak istendi. Laik sisteme, Cumhuriyet'e saldırı diye yaftaladılar. Şimdi tezgâhın farkındayız artık. Mesela, Sivas'ta Madımak otelinde yakılarak öldürülen 37 insanımız. Buradan bir Sünni-Alevi çatışması çıkarılacaktı. Ama şimdi Alevi kardeşlerimiz sorular sormaya başladılar. Dört gün önce, Alevi Bektaşi Federasyonu Başkanı Ali Balkız; "Madımak'tan belki Ergenekon çıkacak, üstüne gidilsin. Tugay, iki adımlık yoldan neden saatlerce aşağı inmedi? Askerler, olay yerine 20 metre yakına kadar gelip neden ellerini bağlayıp baktı, sonra çekip gitti?" diye soruyor.

     

    Demokratik açılım da öyle. Güneydoğu insanımız, Kürt vatandaşlarımız ilk defa ümitlendi, heyecanlandı. Bir de baktık, sözde Kürt sorununun çözümünü en çok ister görünenler, tekere taş koymaya başladılar. DTP; açılımı, PKK açılımına döndürmenin Şark kurnazlığına yattı. Faili meçhullerle ilgili, "Albay Temizöz" davası diye bir dava başladı. Ne beklerdiniz? Güneydoğu'nun sivil toplum örgütleri, DTP'li belediye başkanları bu davaya sahip çıksınlar, değil mi? Ama öyle olmadı. Nihayet, yine birkaç gün önce uzun yıllar, DEHAP'ta, DTP'de genel başkan yardımcılığı yapan Taraf Gazetesi yazarı Orhan Miroğlu patladı: "Kürtler, Ergenekon ve Temizöz davasında iyi sınav vermiyorlar. Eğer DTP isteseydi, hem Ergenekon davasını, hem de bölgede süren JİTEM davasını, çok daha canlı biçimde kamuoyu gündeminde tutabilirdi..."

     

    Her geçen gün, resmi tarihin yalanları üzerine oturan vesayetçi sistemin temelleri sarsılıyor. Dün kendi gençlerinin birbirini öldürmeleri için provokasyon yapanlardan, onları birbirine kırdıranlardan, Güneydoğu'da 17 bin beş yüz faili meçhul cinayet işleyenlerden her şey beklenir.

     

    Onun için hissiyatlarımıza esir düşüp, provokasyonlara gelmeyelim. İnsan olarak, toplum olarak ağır tahrik altındayız. Daha büyük oyunlar oynayabilirler. Büyük şehirlerde daha fazla cana kıyabilirler. Sonra bize dönüp, "ey Türkler daha ne duruyorsunuz?", Kürt kardeşlerimize dönüp, "ey Kürtler daha ne duruyorsunuz?" diyeceklerdir.

     

    Türkiye, hiç bu günler kadar, bir iç savaş tehlikesi altına girmedi.

     

    Oyuna gelmeyelim. Hissi davranmayalım. Devletin güvenlik güçleri varken kimse kanunsuzluğa kalkmasın. Allah'ını seven provokasyona gelmesin...


  11. İsviçre'deki minare referandumunun mimarı Soli Pardo, Türk baba ve İsviçreli anneden İzmir'de doğup 5 yaşında İsviçre'ye gitmiş.

     

    İsviçre'de minare yasağına yol açan halk oylamasının mimarı, aşırı sağcı İsviçre Halk Partisi'nin (SVP) Cenevre Kantonu Başkanı Soli Pardo'nun babasının Türk olduğu ve İzmir'de doğduğu ortaya çıktı. Paro, referandumun sonucunu değiştirmenin mümkün olmadığını vurguladı.

     

    İsviçre'de 29 Kasım Pazar günü gerçekleştirilen referandumla ülkede minare yapılmasını yasaklayan partinin Cenevre Kantonu Başkanı Avukat Soli Pardo'nun babası Türk, annesi ise İsviçreli. İzmir'de doğan ve büyüyen Pardo, beş yaşındayken İsviçre'ye gelmiş.

     

    Küçük bir sanayici olan babasının 1976'da, kendisi 21 yaşındayken vefat ettiğini kaydeden Pardo, Türkiye'ye sık sık gittiğini ve en son iki yıl önce tatilini ailesiyle birlikte Bodrum'da geçirdiğini söyledi. Kendisini Türk dostu olarak tanımlayan aşırı sağcı politikacı, minare yasağıyla ilgili şunları söyledi:

     

    'Minareler simge'

     

    "Minarelerin ibadetle alakası olduğuna inanmıyoruz. Çünkü, minarelerden ezan okunmuyor yani ibadete çağrı fonksiyonu görmüyor. Camiye değil, 5-6 metrelik minarelere karşıyız. Minarelerin Avrupa'da simge olarak kullanıldığını biliyoruz. Müslümanlara en ufak bir tepkim yok. İsviçre'de İslamofobi olduğunu da kabul etmiyorum." (milliyet)


  12. İlginç bir ayrıntı: Maide Sûresi'nin 27 ilâ 31. âyetlerindeki kıssada Habil ile Kabil'in adı yok; bu isimler, büyük ihtimalle Tevrat geleneği aracılığı ile biliniyor. Kur'an'daki ifade şöyle: "Onlara Adem'in iki oğlunun haberini oku."

    Niçin aklıma takıldı ki? Hazreti Adem'in iki oğlundan biri ötekini haset sebebiyle öldürmüştü. Haset ve katil; ruhumuzun uğultulu derinliklerinden yükselen vahşi davet işte bu ânın hâtırasını taşıyor. O andan itibaren şiddet, beşeri lisanın bir kelimesi olarak lugatimize girmiş. "Senin 7 askerini pusu kurup öldüreceğim" diye tasarlayan mel'un, aslında basit bir cümle kurmuş oluyor. İki günden beri yüzlerce adam, uzman, kişi bu cümleyi tefsir etmekle meşgul.

     

    Nasıl kurtulacağız şiddetin dilini konuşmaktan? Bir binanın kullanılır hale gelmesi için onlarca kişinin yüzlerce saat emek vermesi gerekiyor; onlarca kişi yüzlerce saat çalışarak etraflı, anlamlı bir cümle kuruyorlar. Sonra birisi o binayı bir köşesinden kibritle tutuşturup yakıyor. Yapıcılara göre yakıcı-yıkıcıların emeği devede kulak mesâbesinde fakat onlar da yapıcıların kurduğu cümleye mânâ iriliği itibariyle denk bir cümle kurmuş oluyorlar, "Al bakalım, senin yaptığını yıktım işte; varla yok aynı mesâbededir işte..."

     

    Müteakip cümleyi kurmak için kültür, ilim-irfan gerekmez, vahşetin uğultulu çağrısına kulak kesilmek kâfi; o cümleyi hepimiz kurabiliriz: "Sen benim yaptığımı yıkarsan, ben de seni..."

     

    Bu hadisenin mânâsı ne? Reşadiye pususunda tetik çekenler, cinayeti duyunca hangi cümleyi kurmamızı hesap ettiler, tahmin etmek zor değil, "Alın başınıza çalın açılım siyâsetinizi, gördünüz işte, olmuyor, olmuyor, olmuyor" diye homurdanacakları hesap etmişler midir meselâ?

     

    Milletçe komplo çözme, dudak okuma, niyet kestirme uzmanı kesildik; sağlık alâmeti değildir tabii. 1970'ten beri terörle yüz-göz olmuşuz da, "terörize olmamayı", yani şiddetin birkaç kelimelik kekeme lisanı karşısında paniğe kapılmamayı, sâkin düşünebilmeyi, öfkeden kaskatı kesilerek intikam hissine yoğunlaşmayı öğrenememişiz. Terörün birkaç kelimelik yıkık-dökük cümlesi, aslında bizi, gözüne projektör sıkılmış tavşan gibi mefluç hale getirmek için kuruluyor.

     

    "Denedik, olmadı işte" diye mızıldanmaya başladılar, "Hadi artık, bölünmeyi de konuşalım" diyor projektör tavşanları; korkularını ter kokusu gibi sirâyet ettiriyorlar ortalığa. Tam da tetikçilerin dilediği, tahmin ettiği gibi konuşuyor olmasınlar sakın? Böylelerini görünce, katil takımın şiddet diliyle kurduğu iki kelimelik basit ama etkili cümlenin ferâsetine insanın daha çok saygı duyası geliyor, çünkü o basit cümlenin içine paniğe uğramışlardan daha çok akıl yoğunlaştırmayı biliyor katiller. Onlar bir ok atıyor, projektör tavşanları o oku kebap yapıyor; katiller bir ok daha atıyor, bizimkiler onu hemen zerdeli pilava tahvil ediyorlar...

     

    Zor zamanlar geçiriyoruz; canımız acıyor ama dayanmak lâzım. Paniğe kapılır, birbirimizi suçlamaya başlar, kararsızlığa düşer, öfkeden kaskatı kesilirsek, askerlerimizin aşağılık katillerini memnun etmiş oluruz.

     

    Kâğıt üstünde okuyana hakaret ediyormuş gibi görünüyor ama hakikaten sabırlı ve sakin olmak gereken bir berzahın tam ortasındayız. Sinirlerimizi denetleyebilirsek mutlaka galebe edeceğiz.


  13. Fedakârlığın ve samimiyetin olduğu her yerde aşk vardır.Sevgide tüm hacmiyle kenetlenir.

    Vardır, çünkü sevdiğin zaman ilk başlangıcı yapmış olursun, lakin bunun getirileri de götürüleri de vardır.

    Allah'ı seviyorum dersen sana bir soru sorulur ki bu soruyu genelde vicdan mahkemesi gündeminde hep tutar.

    O'nun (c.c) için ne yapıyorsun?

    Hz.Pir'i (s.a.v) seviyorum dersin elbet hem de boynum kıldan ince diyerek.

    Soru odur ki,bulunduğun yerde emaresi var mı?Yolun hangi çizgide ki yoldur?

    Sahabeleri seversin muhakkak.Hangi sahabeyi örnek alıyorsun? Sorusuna cevap kesin olmalıdır.

    Sonrasında da dünyadaki aşklar piyasaya çıkar.

    Mangalda kül kalmaz o vakit.

    Hep aşkla sevgiyle birileri vardır önünde.İşin garibi fedakârlık bu sefer ciddileşir,bakarsın ciddidir de hani.

    Parseller etrafını...

    Nankördür belki aşık olduğun ama inadına verebileceğin her şeyide verirsin tereddüt bile etmeden.

    Fedakârlık rolünü iyi oynar o ara.Doğru nere ve nerede kullanılır ayrıştırılamaz,kalakalır işte insan.

    Zor bir soru, ben cevap bulamadım aşk var mı yok mu diye...


  14. Bazıları hala bir şeyler öğrenemiyor tabiatıyla öğretemiyor.

    Hani doğar doğmaz çıkış yolunu sadece zırlamak da bulan bebekler var ya,hiç bir şey bilmezler,ancak bir öğreticinin yardımıyla öğrenirler, hayat da nasıl idame edileceklerini, yemek yemeyi, yürümeyi, konuşmayı,düşünmeyi,fikir çilesini vs.

    Bazıları şanslı bebeklerdir,aile denen mefhum aklı selim ise, çocuk, çok da çareyi zırlamak da bulmaz,ebeveyn gayet titiz yaşayarak anlatabilir ona dünya yı, iyiyi kötüyü filan.Faydalıdır, zira çocukluğu iyi geçenler ancak hayat verebilirler her şeye.

    Bazıları da vardır ki doğuştan kaybetmişlerdir.

    Ne ilk doğdukların da bir mefhum öğrenebilmiştir ne de büyüme sınırlarının içerisinde, ne gençlik de ,ne yaşlılık da, bir şekilde boy verir işte laneteyn yaşayarak hayat da.

    Sonra ne mi olur?...

    Ülkesinin başına tam bir baş belası...

    Her gün gazeteleri takip edenler bilirler ne demek istediklerimi.

    Aİle fonksiyonunun hiç bir emaresi üzerlerin de bulunmaz,kendi kendilerine öğrendikleri ile ki, yanlış baştan başlamıştır ve kendi öğretileriyle devam ettirir her şeyi, fikir, fikirlikten çıkar, olur fahişe fikir.

    Ne hazindir ki bunları tekrar tımar etmek mümkün bile değil...


  15. Ben de helal etmiyorum.

    Yetimin hakkını zorbalıkla gözardı eden,benden çok uzak olsa da Filistin de, Irak da, bildiğim, bilmediğim tüm haksızlığa uğrayan din kardeşlerimin eziyetlerine göz yumanlara da, onlara eziyette kusur etmeyen şeytanlaşmışlara da, din kardeşlerimin maruz kaldığı zulme, kıllarını dahi kımıldatmayan, bilmeyen, bilmeden konuşan, anlamayan, anlamak istemeyen, kendilerini vicdan muhasebesinden geçirmeyen yüreksizlere de, akılların da dahi endişe duymayanlara da, hakkımı helal etmiyor, etmiyor, etmiyorum!!!....


  16. Bir yol apaydın,çok uzak,

    Mesafesi kısadır ama çok uzun.

    Sol tarafı en cezbedici ışıklarla donanmış

    Uzun ışıklı direklerin aralarında

    Kısa kısa gül ağaçları,

    Yolun kenar tarafın da bir bank,

    İki sevgili var,birbirine bağlı..

    Gökyüzünde martıların kıskandığı.

    Sonra bir şeyler oluyor,bir kalabalık,

    Birden kararıyor hava, gece oluyor asi yıldızlarla.

    Uzakta bir tren görünüyor, kara tren.

    Karanlık da griye dönmüş haliyle.

    Gözleri yaşlı biri bakıyor uzaktan, görüyorum.

    Sonra bir bebek sesi geliyor kulaklarıma,

    Gülümsüyor her şey,gülüyor.

    Kalmıyor uzun boylu mutluluk öyle,

    Alaca karanlık oluyor her yan

    Bu sesler de ne!?...

    Mutluluk gidiyor,keman sesi eş.

    Asılıyor yüzü mutluluğun,

    Birden yaşlanıyor her şey,

    Bir kadın görünüyor ellerin de papatya,

    Elleriyle dağıtıyor tüm manasızlıkları,

    Kocaman bir deniz feneri koyuyor dünyanın tam ortasına

    Ağlıyor ,ağlıyor,ağlıyor...

    Birden hayal nüksediyor benliğinde.

    Ahşap bir ev,etrafın da bağıra bağıra oynaşan çocuklar.

    Çiçek saksıları ile dolu pencere önü menekşeleri,

    Dışarıya bakıyor.

    Birde olmayan ona...

    Ağlamamak için tutmuyor kendisini,

    Rüzgara veriyor hayallerini

    Gidiyor...

    Arkasına baktığın da sadece bir resim görüyor

    Hayatın geride kaldığı bir resim...

    Oğuşturuyor gözlerini,

    Altına imza atıyor

    Yoktu bir şey...

×
×
  • Create New...