-
Content Count
467 -
Joined
-
Last visited
-
Days Won
4
Posts posted by kurşunkalem
-
-
YIKA DA GETİR
Süleyman Nazif ve Abdülhak Şinasi birlikte yemek yerken, Şinasi garsonu çağırır ve su ister. Şinasinin kirden ve mikroptan eldivenle el sıkacak derecede korktuğunu bilen Süleyman Nazif garsona seslenmeden edemez:
-Oğlum, beyefendinin suyunu yıka da öyle getir.
SUSTURUCU TEDAVİ
Zamane gençlerinden biri,bir toplantıda Akifi küçük düşürmeye çalışıp:
- Siz baytardınız, değil mi? Demiş.
Akif, istifini bozmadan şu cevabı vermiş:
- Evet,bir yeriniz mi ağrıyordu?
NE ALIRSINIZ?
Yahya Kemal bir yokuşu çıkıncaya kadar nefes nefese kalır. Yokuşun sonundaki lokantadan bir garson seslenir:
-Buyrun beyim ne alırsınız?
Yahya Kemal tebessümle:
-Evlat,müsaade edersen bir nefes alacağım.
SIR SAKLAMAK
Yavuz Sultan Selim, bir çok Osmanlı Padişahı gibi devletin selameti için sefer hazırlıklarını gizli tutarmış. Bir keresinde vezirlerinden biri ısrarla seferin yapılacağı ülkeyi sorunca, Yavuz ona:
- Sen sır saklamasını bilir misin? diye sormuş.
Vezir, Yavuzdan cevap alacağı ümidiyle:
-Evet hünkarım, bilirim dediğinde, Sultan Yavuz cevabı yapıştırmış:
-Ben de bilirim.
CENNETİN YOLU
Hristiyan din adamlarından biri, Ülkemize gelerek küçük bir çocuktan kendisine o şehirdeki kiliseyi göstermesini ister. Kiliseye ulaştıklarında, papaz:
-Aferin çocuğum, der. Yarın buraya gel de, sana cennetin yolunu göstereyim.
Çocuk, papazın niyetini sezerek:
- Siz, kilisenin yolunu dahi bilmiyorsunuz, diye cevap verir. Cennetin yolunu nasıl bileceksiniz ki?
NE ALIRSINIZ ?
Çok şişman olan Yahya Kemâl, bir yokuşun sonundaki lokantanın önünde dinlenirken,içeriden çıkan garson:
-Buyurun beyim, diye atılmış. Ne alırsınız?
Yahya Kemal, tebessüm edip:
-Evlât, demiş. Müsaade edersen biraz nefes alacağım.
ÇANAKKALE İÇİNDE
İngiliz garson, Türk müşteriye:
-Çanakkalede çok askerimizi öldürdüğünüz için sizleri pek sevmeyiz deyince, bizimkinden gayet soğukkanlı bir şekilde şu cevabı almış:
-Orada ne işiniz vardı?
HASTANIN YEMEĞİ
Lokman Hekime:
-Hastamıza ne yedirelim? diye sorduklarında, şu cevabı vermiş:
-Acı söz yedirmeyin de, ne yese olur.
NEYZENİN NEZAKETİ!
Mehmet Âkif, elini yıkadıktan sonra, Neyzen Tevfik'in kendisine uzattığı havlunun kirini görünce:
-Hayır, diye bağırmış. Elimi daha yeni yıkadım.
GÖNÜLSÜZ GÖNÜL
Abdülhak Hâmidin evindeki sohbette, konu gençlik ve ihtiyarlıktan açılır. Yaşı geçmiş bir hanım, Abdülhak Hamide döner ve:
-Efendim, gönül kocamaz! der.
Hamid cevap verir:
-Kocamaz ama, kocamış bir vücut içinde oturmak da istemez.
BÖYLE KORUNUR
Çok değerli olan kütüphanesini millete vakfeden Koca Ragıp Paşa, onların bakımı için tanıdıklarından birini memur tayin eder.
Bir gün ansızın kütüphanesini ziyarete giden Paşa, etrafı ve kitapları toz, toprak içinde bulunca canı çok sıkılır ve belli etmemeye çalışarak:
-Seni tebrik ederim yavrum, der. Gerçekten de gerçekten de emniyetli bir adammışsın. Teslim edilen şeylere hiç el sürmemişsin, âferin!
VELÂYETİN GÖRDÜĞÜ
Fatih Sultan Mehmet, çocukluğunda biraz yaramazlık yapınca, babası olan 2. Murat Han:
-Ne kadar yaramaz bir çocuksun, senden adam olmaz diye çıkışır.
Orada bulunan ve velâyet sırrıyla kalp gözü açık olan Akşemseddin Hazretleri, hafifçe gülümseyerek şöyle der:
-Peder ne der, kader ne der.
ÇIKMAYAN MANA
Mehmet Akif, Baytar Mektebinde müdür muavini olarak çalıştığı bir dönemde, muhasebeden gelen bir yazıyı anlayamaz. Yazıyı kaleme alan Salih Efendiyi aratarak yazıda ne demek istediğini sorar:.:
-Salih Efendi İki türlü mana çıksın diye böyle yazdık efendim cevabını verince, Akif dayanamaz ve:
-Hayret doğrusu, der. Biz birini bile çıkartamadık da.
SOKRAT VE BİLEYTAŞI
Talebelerden biri Sokrata sormuş:
-Herkese güzel konuşma dersleri verdiğin ve onlara hitabet sanatını öğrettiğin halde, niçin sen de çıkıp bir konuşma yapmıyorsun?
-Evlat, demiş Sokrat. Bileytaşı keskin değildir amma, en sert demiri bile keskin eder...
ANLADIĞININ İSPATI
Tanıdıklardan biri, yazdığı romanın müsveddelerini Neyzen Tevfike göstererek fikrini sorar:
Neyzen beğenmediğini ifade edince, adam:
-İyi ama, der. Siz hiç roman yazmadınız ki!
Neyzen Tevfik şu cevabı verir:
-Ben yumurtanın tazesini bayatını iyi anlarım. Ama bu güne kadar hiç yumurtlamadım.
BİRBİRİNE BAĞLI
Hâkim, kaza yaparak birkaç kişinin ölümüne yol açan bir şoförün ehliyetini iptal edince, şoför:
-Aman hakim bey, diye sızlanmış. Benim yaşayabilmem, şoförlük yapmama bağlı.
Hâkim cevap vermiş:
-Başkalarının yaşaması da sizin şoförlük yapmamanıza bağlı.
AKŞAM YEMEĞİ
Yahya Kemâl, dostlarından birine:
-Bu akşam yemeği benimle yer misin? Diye sorunca, arkadaşı:
-Hay hay! Der. Çok memnun olurum. Hiçbir mazeretim yok!
Yahya Kemal gülümseyerek karşılık verir:
-İyi öyleyse, bu akşam size geliyorum.
HAKLI ÖLÜM
Sokrat ölüme mahkum edildiğinde, eşi:
-Haksız yere öldürüyorsunuz, diye ağlamaya başlayınca,
Sokrat:
-Ne yani, demiş. Bir de haklı yere mi öldürseydim?
HZ. ADEMİN MİRASI
Fatih Sultan Mehmet, adamları ile gezerken, yanına sokulan dilenciye bir altın vermiş. Dilenci parayı alınca:
-Aman Sultanım, demiş. Koskoca bir padişah, kardeşine bu kadar para verir mi?
Fatih Sultan Mehmet, nereden kardeş olduğunu sorunca, dilenci:
-İkimiz de Hazreti Ademin çocukları değil miyiz? demiş. Elbette kardeşiz.
Sultan Fatih:
-Bu keşfini sakın başkasına söyleme, diye gülümsemiş. Diğer kardeşlerimiz de pay isterse, sana zırnık bile düşmez.
GÖNLÜMÜ FETHETTİĞİ İÇİN
Fatihe sorarlar:
-İstanbulu niçin fethettin?
Cevap verir:
-Önce o benim gönlümü fethettiği için!
DÜŞMANIN CANI
Şair Nefi bir toplantıda konuşurken, düşmanlarından biri içeri girmiş, fakat herkese selam verdiği halde kendisine:
-Merhaba canım! demiş.
Nefi durur mu? Hemen cevabı yapıştırmış:
-Derhal çıkıyorum.
FİKİR YAKALAMAK
Şahabettin Süleyman, bir gün Ahmet Haşim'e:
-Üç günden beri zihnimde önemli bir fikir saklıyorum, dediğinde, Ahmet Haşim, onun fikir üretmedeki kısırlığını ima ederek şöyle demiş:
-Günahtır yahu, salıver gitsin şu fikri. Zavallıcık günlerden beri tek başına kim bilir ne kadar sıkılmıştır?
UYKU KARDEŞLİĞİ
Mevlana Hazretleri, talebelerinin biriyle yürürken, yol kenarında birkaç köpeğin sarmaş dolaş uyuduklarını görürler.
Yanındaki talebesi:
-Güzel bir kardeşlik örneği, der. Keşke insanlar da bundan ibret alsa.
Mevlana, tebessüm ederek karşılık verir:
-Aralarına bir kemik atıver de, gör kardeşliklerini.
DÜNYANIN YÜZÜ
Hastalıktan ötürü gözleri kapanmış olan bir adam, halk şairi Seyraniye:
-Bende dünyayı görecek göz mü kaldı? diye şikayette bulununca, söz eri Seyrani:
-Hiç üzülme dostum demiş. Zaten dünyaya da bakılacak surat kalmadı.
BRAVO!..
Genç bir şair, saçma sapan şiirlerini Victor Hugoya okuduktan sonra:
-Üstad, diye sormuş. Şiirlerimi nasıl buldunuz?
Victor Hugo:
-Vezinsiz, kafiyesiz ve manasız bir şey yazmak istemiş ve tam muvaffak olmuşsunuz, demiş. Bravo doğrusu
-
dualarımız her daim sizinle......lakin dualarda müşterektir sizde bizleri unutmayın inş.İnşallah kardeşim inşallah..Allah'u zülcelali hazretleri şu an da kim duaya muhtaç ise hakkında hayırlı olan tüm dualarını kabul buyursun inşallah..
-
Neden insan kendini bi türlü kurtaramaz bi dolu çalişkilerden?
Neden sorular hep cevaplıyken;beyin bi türlü hükmedemez kendine?
Zaman içinde olan olumsuzluklar,nasıl yerde bitirir br girdap misali,akılla kalbin arasındaki tüm heceleri?..
Ezberler hep yanlıştır,ne yapsan yanlış gider bişeyler bazen.Yürürsün,yol ayağının altında kayar sanki,koşmak istersin delice bazen,onuda yapamazsın,koşunun sonunda da bi yol yoktur senin için artık.
Düzeltemezsn,sanki tüm yeteneğin kaybolmuş da, bütün bedeni uzuvlarında üstelik küsmüş gibidir sana.
Düşersin Yusuf (as) misali kuyuya, Yunus(as) misali balığın karnındasındır bazen,Eyyüb(as) misali belkide,sanki tüm bedenini ruhunu kaplamıştır yara bereler.
Çıkamzsın işin içinden.
Tek yol vardır aslında bildiğin;Peyganberi duruş...
Yusuf'a (as)mutlaka kuyuda bir ip uzandı,Yunus'a (as) mutlaka bir dua, bir necat yolu bulundu, Eyyüb'den(as) alınan herşeyinin karşılığı, muhakkak verildi.
Bilirsin tüm bunları aslında.Ama bazen insan unutuyor işte...
Dua inşallah kardeşlerim...
-
AŞK HİKAYESİ
Başımdan bir kova sevda döküldü
Islanmadım, üşümedim, yandım oy!
İplik iplik damarlarım söküldü
Kurşun yemiş güvercine döndüm oy!
Yağmur yorgan oldu, döşek kar bana
Anladım ki kendi gönlüm dar bana
Alev dolu bardakları yâr bana
Sunuverdi içtim içtim kandım oy!
Sevgi ektim, naz biçmeye çalıştım
Ne zamana, ne kendime alıştım
Kırk senede yedi hasret bölüştüm
Yedi dünya bana düştü sandım oy!
Gönül şahinimi yordum gerçeğe
Sonsuzda yüzümü sürdüm gerçeğe
Teselliden kanat kırdım gerçeğe
Tecellinin sinesine kondum oy!
_____________________________________________________________________-
BAMBAŞKA
Doktor, benim derdim bambaşka bir dert
Ağrıyan yerimi sorma boşuna.
Yazdığın reçete değer mi zahmet?
Kağıtla kalemi yorma boşuna.
Kerem eyle, fayda vermez yardımın
Tıp ilminde çaresi yok derdimin
Her tarafı gurbet olmuş yurdumu
Düşünceme tuzak kurma boşuna.
Gönlüm yığın yığın hasret yüklüdü
İçimde tarifsiz keder saklıdır
Sökemezsin yaralarım köklüdür
Merhem sürüp, sargı sarma boşuna.
Dost yolları nakışlandı kanımdan
Sevdiklerim vergi keser canımdan
Sükûta muhtacım, ayrıl yanımdan
İncitip günaha girme boşuna.
Aşk koymuşlar ıstırabın adını
Alamadım yaşamanın tadını
Yapacaksan eğer bana yardımı
Öldür kurtar, ilâç verme boşuna.
-
Yine mahkemede savunma yaparken bulunduğu konumdan ve etrafında gelen tepkilere sinirlenen Necip Fazıl kendisine hakim olmayıp "buradakilerin yarısı eşşek demiş". Buna oldukça sinirlenen hakim sözünü geri almasını söylemiş .Üstad bu tükürdüğünü yalar mı? Keskin zeka küpünün verdiği cevap :_"Tamam,sözümü geri alıyorum buradakilerin yarısı eşek değil"
evet reyhan kardeşime katılıyorum bu osman yüksel serden geçti ye ait bir cümledir
-
Eğilme
Zincirin altınsa da hattâ, koparıp kır!
Susmak ne demekmiş, yere göğe haykır!
Vicdân bile duymaz, çıkmazsa bir âhı
Sessiz kölelerdir, yaratan binbir ilâhı
Elbet put olurlar, öpülen eller, etekler
Elbet öpen oldukça, olur öptürecekler!
Hürriyet, o en son şerefindir, onu satma!
Bir Tanrı yeter, kendine bin Tanrı yaratma!
İnsanda ki dört tane ayak devrini bilme!
Mahvolsa eğilmezdi baban, sen de eğilme!..
-
İSTANBUL
Bütün hayatı uyur bir sema-yı mühmelde
Geniş ufukları efsanevi hikayelerin
Tasavvur ettiği gökler kadar beyaz, narin,
Minarelerle müzeyyen, sevimli bir belde...
O mai dalgaların bu sesiyle perverde
Sevahilinde güler ruhu başka bir denizin,
Gezer bu levhaya ait bir ihtiram-ı hazin
Melul hisli mükedder nazarlı gözlerde.
Bütün bedayi'-i ezman, nefais-i a'sar
Bu mai çehreli İstanbul'un beyaz ve uzun
Ufuklarında bulur penah şi'r ü füsun
Dalınca gözlerim ağlar bu hüsn-i sakinde;
Bu beldenin uyuyan bir başka güzellik var
Bütün tulu' ve gurubunda, subh u leylinde
-
ELİMDEN GELEN BU
Elimden gelen bu ben iki kişiyim
Çoğalmak neyse ne azalmak zor
Birisi seni her an bırakıp gittiğim
Öbürü kan gibi tutulmuş seviyor
Ağzındali acı alnındaki çizgiyim
Gözlerine kirli bir bulut getirdim
Hiçbir sevinç aydınlığı onu silemiyor
Elimden gelen bu ben iki kişiyim
Birisi kapadığın kapılardan gitmiyor
Yağmur yağmaksa o güneş açmaksa o
Bir yerin üşüse onun sıcaklığı
Öbürü en içten çağrını işitmiyor
Alıp tutmaksa o basıp gitmekse o
Bakışları kıyısız deniz uzaklığı
Elimden gelen bu ben iki kişiyim
İkisi birden çıkmaya uğraşıyor
Bilmem ki hangisinden nasıl vazgeçeyim
Birisi yeni baştan serüvene başlamış
Öbürü silahında son mermiyi sıkıyor
Çoğalmak neyse ne azalmak zor
-
SÜRGÜN ÜLKEDEN BAŞKENTLER BAŞKENTİNE
Gelin gülle başlayalım atalara uyarak
Baharı kolayarak girelim kelimeler ülkesine
Bir anda yükselen bir bülbül sesi
-Erken erken karlar ortasında
Güneş dönmüş ışık saçan bir yumurta-
Bana geri getirir eski günleri
...Paslanmış demir bir kapı açılır
Küf tutmuş kilitler gıcırdarken
Ta karanlıklar içinde birden
Bir türkü gibi yükselirsin sen
Fısıldarım sana yıllarca içimde biriken
Söyleyemediğim ateşten kelimeleri
Şuuraltım patlamış bir bomba gibi
Saçar ortalığa zamanın
Ağaran saçın toz toprağını
Bana ne Paris'ten
Newyork'tan Londra'dan
Moskova'dan Pekin'den
Senin yanında
Bütün türedi uygarlıklar umurumda mı
Sen bir uygarlık oldun bir ömür boyu
Geceme gündüzüme
Gözlerin
Lale Devrinden bir pencere
Ellerin
Baki'den Nefi'den Şeyh Galib'den
Kucağıma dökülen
Altın leylak
***
Ölüler gelmiş çitlembikler sarmaşıklarla
Tırmanmışlar surlarıma burçlarıma
Kimi ırmaklardan yansıma
Kimi kayalardan kırpılma
Kimi öteki dünyadan bir çarpılma
İçi ölümle dolu
Dönen bir huni
Doğarken güneş
Kesilmiş ölü yüzlerden
Bir mozayik minyatürlerden
Dokunur tenimize
Soğuk bir azrail ürpertisiyle ay
Ve birden senin sesin gelir dört yandan
Menekşe kokulu sütunlardan
Komşu dağlardaki nergislerden leylaklardan
Gözlerine ait belgeler sunulur
Ey aşkın kutlu kitabı
Uçarı hayallere yataklık eden
Peri bacalarının yasağı
Gönlümün celladı acı mezmur
Bana bıraktığın yazıt bu mudur
Ölüm geldi bana düğün armağanın gibi
Senden bir gök
Senden yıldızlar ördüler
Ateş böcekleri
O gece dört yanıma
Ey bitmeyen kalbimin samanyolu destanı
Sen bir anne gibi tuttun ufukları
Ve çocuklar gülle anne arasında
Seninle güller arasında
Tuhaf bir ışık bulup eridiler
Çocuklar dağ hücrelerinde erdiler
Aramızdaki sırra
Bir de ay ışığında büyüyen fısıltılar
Gençlik monologları
Seni alıp kaybolmuş zamanın çağıltısından
Bana getiren
Yasamız vardı
Öfkeyle yazardın sen bir yüzüne
Ölür ölür okurdum öbür yüzünde ben
-
AÇIK DİLEKÇE
Görmediğim bir bambaşka durum var
Sizin şehrin kızlarında savcı bey.
Yaklaşanı tâ yürekten vururlar
Kan kokuyor gözlerinde savcı bey.
Gayeleri gönül kırmak dal gibi
Bakışları çifte faul bal gibi
Ülkeler fethetmiş bir kral gibi
Gurur dolu pozlarında savcı bey.
Kaş yaparken, göz çıkarır elleri
Çok silâhtan tesirlidir dilleri
Hayret ettim, bir tuhaf ki hâlleri,
Poyraz eser yüzlerinde savcı bey! .
Derviş olup çıktım tığsız, tebersiz
İlk görüşte avladılar habersiz
Pişirdiler beni tuzsuz, bibersiz
Kebap oldum közlerinde savcı bey! .
Bölüştüler gönlüm ile aklımı
Davacıyım, ara benim hakkımı...
Bir yol göster, haksız mıyım, haklı mı?
Yorulmayım izlerinde savcı bey.
-
Büyük bir itina ile yaratılan insanlığımızın şükrünü bilmeyerek yaşıyoruz..
Sabah kalkıyoruz'çok şükür bugünde ölmedik' demeye dilimiz varmıyor.Gözümüzü açar açmaz günde yahut da dünden ne kalmışsa aklımızda onunla uyanıp, ilk olarak o düşüncenin ızdırabı ile hayatı bir sıfır yenilgi ile güne başlıyoruz..
Yemek yiyoruz. onca nimet önümüzde serili dururken onca aç insan aklımızın ucundan dahi geçmiyor,şükrü bırak içimizde en ilkin olması gereken merhamet duygularımıza bile neşter vuramıyoruz ki bu ne acizliktir..
Elimizin kolumuzun olması. dünyanın en pahalı kamerası olan gözlerimizi, ayaklarımızı, hayvandan bizleri ayırt eden akıl nimetini hiçe sayıyor üstüne üstlük birde 'ben akıllı adamım yaa' nidaları ile brde şeytani gurur sesleri ile kulaklarımızı kapatıyoruz şükre..
Ne acizliktir bu, düşünce ufuklarımızı nasıl kapadık böyle bu dünyaya, nasıl kaybettik insani değerlerimizi, bulunduğumuz yolu nasıl handigaplara çavirdik de zehrettik bu dünyayı kendimize ????
Allah'a sığın şaye sarıl hikmete ram ol
Yol varsa budur bilmiyorum başka çıkar yol...
Dememeyi ne zaman nerde kaybettik..
Biz nasıl unuttuk insan olmayı!!! ??? ...
Bize bu değerleri kim kaybettirdi, biz nasıl bukadar iradei kuvvetimizi başkalarna teslim ettik?
Bu soruların cevapları,ah keşkelerle gizli şirke dönüştü beyinlerimzde, hep kendimizi yaptığımız hatalardan sonra toparlamaya mahkum ettik, dedik sonra 'Hz.Adem babamızla Hz.Havva anamızda cennet gibi yerden bir anda kayıp kovulmadılar mı' diye kendimizi aldattık, oysa bir Rahmet olarak bütün bir kainata gönderlen Peygamberimiz i (s.a.v)kendimize yol gösterici olarak tayin etmedik peygamberi bakamadık hayata..
Sonra birileri farketti bu unutkanlıklarımızı ve ihlasla sarıldı işine,başardı. Bize dahada unutkanlığı benimsetmeyi
önce reklamlarda hayasızlığı işledi, şimdi utanılıp haya edilen reklemları aile içinde rahatlıkla konuşabiliyoruz
Sonra dizileri insanların en hassas karelerine oturtu ve sevgiyi o dizilerin içinde bize yaşatmaya çalışıp ahlaksız sevgileri normalmiş gibi gösterdi.Şimdi genç kız ve erkeklerimiz gayri meşru ilişki yanlısı oldu evliik gibi bir müessesenin şimdilerde kimsenin yamacında durması söz konusu bile değil.
Anne kızı ile baba oğlu ile aileler dağıknıklaştı konuşamaz hale geldi.Her odada bir tv ,bir bilgisayar kopardı tüm bağlarımızı,değerlerimizi.Kimse artık aile olarak bir araya gelip konuşabiliyor mu dostlarım ?!...Bizim ufak gibi gördüğümüz fakat birikdikçe koca yanardağ etkisi ile bizi yakan hatalarımız ve günahlarımız,bildiklerimizi bilmezden gelerek gafletle peynir ekmek yeme rahatlığında olan duyarsızlıklarımız....
Allah'şükür ki affı mağfireti bol bir Rab'imiz (c.c) var ve ruhumuzu temizleyecek tevbe gibi bir anahtarı da bize ilhak etmiş yoksa ne olacaktı halimiz bilmiyorum..
-
Edebiyat kelimesinin kökü "halkı ziyafete davet" anlamı taşıyan Arapça "edb" mastarıdır.
Sufilerin "edeb" kelimesini sık tekrarlamaları veya bazı ariflerin "Edeb ya hu!" şeklinde levhalar yazdırtıp duvarlarına asmaları belki de kelimenin bu mastar anlamına bir göndermede bulunmaktaydı. Çünkü "E-De-B" kelimesi "Eline, Diline, Beline (sahip olmak)" gibi bir hayat prensibini hatırlatıyordu. Nitekim edepli (terbiye ve haya sahibi, ölçülü, zarif) veya edepsiz (utanması olmayan, terbiyeden yoksun) kelimesinin açılımı da aslında "edb" kökünün bizzat insan için mutlak lüzumlu görülen bir anlamını bize sunar. İnsan ki yaptığı iş veya gösterdiği başarı ile halkı ziyafete davet etmeli, gelecek kuşaklar için bir şeyler üretip eğer mümkünse onlara bir ziyafet çekebilmelidir. Dünyaya gelişten maksat da zaten insanlık adına bir sofra donatmak, dünyaya yeni bir şeyler katıp öyle gitmek değil midir?.
Sufilere göre edeb, "hep güzel şeylerle birlikte olma" demektir. Zünnun-ı Mısrî, edeb gözetmeyen bir müridin sufilik yolunda mesafe alsa da bir gün başlangıç noktasına döneceğini söyler. Sufiler edebi genelde ikiye ayırır: Zahirî edeb (beden ve şeriatla ilgilidir) ve batınî edeb (kalb ve Hak ile ilgilidir). Burada önemli olan batınî edebdir. Çünkü işin güzel oluşu dışı da güzel gösterir, ama dışın güzel oluşu içe tesir etmez, bilakis riyaya kapı aralar.
Anlatırlar ki ünlü sufilerden Ebu Hafs müritleriyle birlikte hacca giderken Bağdat'ta Cüneyd'i ziyaret etmişler. Cüneyd misafirlerinin çok terbiyeli ve nazik tavırlarını görünce Ebu Hafs'a, "Maşallah!.. Müritlerini saray mensupları gibi edeplendirmişsin!" buyurmuş. Bunun üzerine Ebu Hafs, müritlerinin yapmacıklı birer gösteriş meraklısı olmadıklarını açıklamak üzere "Hayır, onların batınlarındaki edeb, zâhirlerine yansımıştır!" cevabını vermiş.
Edebin dünya ehli için ayrı, dindarlar için ayrı, ârifler için ayrı kıstas ve görüntüleri olduğu, her mesleğe veya toplum kademesine göre başka edeblerden söz edilebileceği, "Güzel ahlakı tamamlamak üzere gönderilen" Efendiler Efendisi'nin Muhammedî edeb ile ümmetine örnek olduğu, velhasıl "insan" olmak için edebin ilk şart sayıldığı açıktır. Başka bir ifadeyle, edeb, insanın gündelik yaşamını baştan sona kuşatmadığı sürece huzurlu bir hayattan söz edilemez. Her halin ve her tavrın bir adâbı (edebler silsilesi) vardır. Söz söyleme âdâbı, dinleme âdâbı, sofra âdâbı, sokak âdâbı, ev âdâbı, ziyaret âdâbı, ibadet âdâbı, oyun âdâbı, hatta tuvalet âdâbı...
***
"Edb" mastarının isim hali olan "edeb" kelimesi, "yerinde ve ölçülü davranma melekesi, herkese karşı iyi davranma, her hususta haddini bilip sınırı aşmama, terbiye, nezaket, usluluk, zarafet, incelik, kibarlık, beğenme, alışkanlık, gelenek" gibi anlamlar taşır. "Nefsi hatadan koruyacak şeyleri bilmek" veya "sahibini kınanıp utandıracak hallerden koruyan yetenek" anlamı da yine edeb kelimesi hakkında sözlüklerde kayıtlıdır. Eskilere göre edeb genel bir kavramdır ve "güzel ahlakın tamamı"nı ihtiva eder. Bu durumda edeb için, "güzellikler ve iyiliklerin toplu adı" da diyebiliriz. İnsanı hayra ve doğruluğa davet eden her şey, yani insaniyet kavramının içini dolduran bütün erdemler (iyilik, dürüstlük, çalışkanlık, yardımseverlik, güzel ahlak, gülümseme vs.) edeb kelimesinde bir karşılık bulur. O halde âdem olmanın, yani adam olmanın özü ve özeti edepli olmaktır. Bu yüzdendir ki daha VII. yüzyıldan itibaren İslam medeniyeti çerçevesinde yazılan ahlak kitaplarının çoğunun isminde edeb kelimesini görürüz. İbn Mukaffa'nın Edebü'l-Kebîr veya Edebü'-Sağîr adlı risaleleri insanın başarılı olabilmesi ve sağlıklı iletişimin yollarını gösterip iyi ahlakı öğütler. İbn Kuteybe'nin, Ebu Bekir Hassâf'ın ve Buharî'nin bu konudaki kitapları neredeyse günümüzün başarılı olmanın yollarını anlatan moda kitaplarına benzer. Yani insanlar her devirde güzele ve mükemmele ulaşmayı öğütleyen kitaplar yazmışlardır. Daha sonraki çağlarda yazılan edeb kitapları ise birdenbire didaktik ahlak ve edebiyat konularıyla dolmaya başlamıştır. Artık gelişip olgunlaşan ahlakî-edebî hikmetler, seçkin ve münevver zümrenin örmek alınabilecek duygu, düşünce ve hayat tarzları, insanı merkeze alan hikmet ve bilgi vs. konular herkesin merak ettiği şeyler arasına girmiştir.
Atalarımızın insanı edepli kılan, iyi ve güzel ahlaka ulaştıran bilgi için genel mânâda "edebiyat" kelimesini kullanmaları XIX. yüzyıla rastlar. Daha önce "ahlak, töre, muaşeret, karşılıklı güzel ilişkiler vs." demek olan edeb kelimesi Tanzimat yıllarından sonra literatür anlamında edebiyatı da karşılamaya başladı. Yani insanın ebed içinde sürmesi istenen mükemmel hayat, birdenbire edebiyatın omuzlarına yüklendi. O güne kadar süre gelen lugat (sözlük bilgisi), sarf ve nahiv (dilbilgisi), iştikak (kelime türeme bilgisi, etimoloji), meanî (anlam bilim), beyan (açık ve anlaşılır söz söyleme bilgisi ve edebi sanatlar), bedi (güzel ve doğru söz söyleme bilgisi), karz-ı şiir (şiir sanatı, poetika), aruz, kafiye (uyak), inşa (süslü nesir bilgisi), hat (güzel yazı, kaligrafi) gibi edebî bilimler de edebiyatın hizmetine verildi. Sonunda edebiyat sayesinde daha zarif, daha bedii, daha bahtiyar bir ömür tasavvuru geliştirildi.
Şimdi soru şu: Bu tasavvur yalnızca bir hayal olarak mı kaldı; yoksa gerçekten edebiyat ile dostluğumuzdan hayatımıza yeterince güzellik yansıyor mu?!.. Cevabı her kişi kendi edebiyat serüvenini yeniden değerlendirerek versin lütfen. Sonra da isteyenler edebiyat vasıtasıyla "edb"e ulaşsın, isteyenler derinlikli ve mutlu bir "edeb" ülkesinde yaşasın.
BERCESTE
Ehl-i irfân arasında aradım kıldım talep
Her hüner makbûl imiş, illâ edep, illâ edep
Laedrîa
Bilgeler arasında en makbul hünerin hangisi olduğunu çok arayıp sordum. Sonunda öğrendim ki her hüner makbul imiş, amma edeb hepsinden de üstünmüş (veya; edeb dairesinde yapılınca her hüner makbul imiş)!..
Selma
in Üstadın anıları ve hayatındaki kişiler
Posted · Report reply
Silik bir yüz var ki, nazarımda mana ışığının en nurlusunu yaşatır ve bende bir tesir noktasından herşeyi gölgede bırakır.Bir yaş küçüğüm,kız kardeşim Selma...Beş yaşına kadar yaşadı ve beim <<oku-yaz!>> devremin başında öldü.
Ailede onu doktor hatası,sürekli(lavman)yüzünden bağırsakları delinerek öldüğü kanaati vardır.
Gözler,gözler..Selma'nın gözleri...
Gözler,içinde ya merhamet,ya nefretin ışıldadığı bir kandildir;yahut tevekkül yada şüphenin tüttüğü...
Bazen de ve çok defa sönük ve bomboş.
Selma'nın gözleriyse,merhametle tevekkülün renklerini ela bir bal damlasında toplamış,acıyan ve razı olan mana yatağı...
O,annesine eş,konağın mazlum tipini beş sene yaşattı ve ağabeyinn bulduğu ve hatta bazen zalimliğe kadar götürdüğü itibara eremedi.
Ağabeyine yeni elbiseler ve papuçlar alındığı zaman,boynu bükük,uzaktan bakar ve hiç ses çıkarmaz.
Ayaklarında bebe iskarpinler ve sırtında satrançlı bir palto...
Ona,sanki öleceğini biliyormuş gibi bu ömür yeterlidir..zira kız çocuktur ve büyükbabamın kıymet bereminde kız çocukların değeri düşüktür.Annem de ,halalarım gibi hakkını zorla almak tabiatında yırtıcı bir insan olmadığı için,kızı adına mücadele gücünde değil...Hem büyüklere baş köşede yemeğe oturan,hem küçükler ve bazn çapkınca kadın hizmetçiler sofrasına tenezzül gösteren ben neredeyim,besleme tavırlı Selma nerede?..
Ona dair kayıtlı bir hatıram var ki,her aklıma gelişinde gözlerim sıcaklık basar.
Tekrarlamalıyım:
Bir gün,elimde büyük babamdan kopardığım bir lira çeyreği.Selma'nın karşısına dikiliyorum:
_Bak,elimde ne var!
Ve ki parmağımın arasındaki pırıltılı madeni gösteriyorum.
O da bana ısırılmış bir elmayı gösteriyor ve:
_İşte,diyor; bende de bu var! Onu bana ver de,ben de sana bunu vereyim!Biraz ısırdım ama ziyanı yok!
Bu masum eda o kadar hoşuma gidiyor ki,hemen lira çeyreğini uzatıp elmayı alıyorum ve kızın,gözleri altında,masum ve mesut bakışını seyrediyorum..
Entipüften, hafifçe bir hadise değil mi? Fakat bana öyle dokundu, öyle işledi ki, kızın ölümünden sonra, yıllar boyu hayli dövündüm:
_Niçin altını verdim de,elmayıda ona bırakmadım?..
Üstünde kız kardeşimin diş izleri bulunan elmayı bugüne kadar saklatacak akıl neredeydi bende o zaman?...