Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]

kurşunkalem

Editor
  • Content Count

    467
  • Joined

  • Last visited

  • Days Won

    4

Posts posted by kurşunkalem


  1. Yahya Kemal Beyatlı, 2 Aralık 1884'te anneannesi Adile Hanım'ın Üsküp'teki konağında doğar. Asıl adı Ahmet Agâh'tır. O doğduğunda daha on dokuz yaşında olan babası İbrahim Naci Bey, onun doğumunu eşi Nakiye Hanım'ın Kur'an-ı Kerîm'inin son sayfasına tarihi ve saatiyla kaydeder

     

    Ahmet Agâh, çocukluğu, çevresi ve ilk eğitimi

    Yahya Kemal'in annesi ve babası, hem mizaç olarak hem de hayata bakış tarzı bakımından birbirinden bir hayli farklıdır. Nakiye Hanım, "marazî bir derecede titiz ve temiz"1 ve beş vakit namazını muntazaman kılan, her gün huşu içinde Kur'ân okuyan, "beyaz başörtüsü ile, elindeki kitaba imanla eğilen,"2 oğluna peygamber sevgisi aşılayan dindar bir kadındır. Babası İbrahim Naci Bey ise, sert, merhametsiz ve kızdığında küfürbaz olabilen,3 ayrıca dinin "Ramazan'ından, bayramlarından, kandillerinden başka şartlarıyla pek meşgul" olmayan, "her akşam içkisini içen,"4 hayatını gönlünce yaşamak isteyen bir adamdır.

     

    Ahmet Agâh, 1889 yılında, beş yaşında Mahalle Mektebi'ne gönderilir. Bu okula üç yıl devam eden bu zeki çocuk, duyarak öğrendiği Amme Cüzü dışında okumayı bile sökemez. Oğlunun bu durumunu gören babası İbrahim Naci Bey, "benimsemediği bu eski usul eğitime, fırsat buldukça küfredecektir. Bayramlarda, evlere tepsiyle baklava siparişi veren Gani Hoca ile, sorduğunda alfabedeki harfleri tanıyamadığını gördüğü (oğlu) Ahmet Agâh ona bu fırsatı zaten vermektedir."5

     

    Ahmet Agâh'ın eğitiminin son derece verimsiz sürüp gittiğini gören İbrahim Naci Bey, sonunda dayanamaz, oğlunu alıp Üsküp Valisi Müşir Ahmet Paşa'nın açtırdığı, yeni öğrenim metotlarının kullanıldığı Mekteb-i Edeb'e yazdırır. Fakat bu durum, ailede bir tedirginlik ve endişe meydana getirir. Çünkü "Yahudi mahallesinde açılmış olan okulun, Müslüman ahâlî arasındaki imajı hiç de hoş değildir. Müdürlüğünü Selanik dönmelerinden Ali Galip Efendi'nin yaptığı okula şüpheyle bakılmaktadır."6

     

    Bu yeni okulda, Ahmet Agâh ile bizzat okul müdürü Ali Galip Efendi ilgilenir ve "yeni usulle hazırlanmış bir alfabeden çocuğa harfleri şaşılacak bir hızla bir günde öğretir. Ahmet Agâh, iki ay içinde de okumayı sökmeye başlayacaktır. Baba, gelişmelerden memnundur. Çocuk da ilk kaygılarının aksine okulu sevmiştir. Bu okul değişikliği, onun için bir inkılâp olacak ve yıllar sonra bu durumu, ‘Şark'tan Avrupa'ya geçiş' şeklinde tanımlayacaktır."7

     

    Ahmet Agâh, Mekteb-i Edeb'i 1895 yılında bitirir. Aynı yıl Üsküp İdadisi'ne kaydolur. İşte o yıl, bu küçük çocuğun aile felâketi başlar. Artık küçük Ahmet Agâh'ın mutlu çocukluk yılları bitmiş, baba, bu küçük çocuğun diliyle söyleyecek olursak "kötüleşmeye" başlamıştır. İbrahim Naci Bey, Üsküp'te, iç güveyisi olarak yaşadığı hayattan bıkmış, kendi babası ve kardeşlerinin olduğu Selanik'te bir memuriyet bularak, orada "medenî bir insan gibi" yaşamaya karar vermiştir. Fakat bu kararı uygularken eşini ve çocuklarını üzmüş, kırmış ve yıkmıştır. Bütün bu üzücü hâdiseler sonrasında Nakiye Hanım, verem olur ve yatağa düşer. Fakat aile her şeye rağmen Selanik'e göç eder.

     

    Selanik hayatında Ahmet Agâh'ın annesi Nakiye Hanım'ın hastalığı gittikçe artmış, kendilerinden yakın ilgi beklediği eşi ve oğlunun ilgisiz tavırları, ona derin bir hayal kırıklığı yaşatmıştır. İbrahim Naci Bey, Selanik'te, kendini içki ve eğlence âlemlerine bırakmış, gönlünce yaşamayı tercih etmiş, Ahmet Agâh ise benzer bir duyarsızlıkla arzularının esiri olmuştur. Zavallı Nakiye Hanım, kendini yapayalnız hissetmiş, memleketi Üsküp'e dönmek, o Müslüman şehrinde, (Ona göre Selanik "Yahudi ve gâvurla karışık bir ağyar diyarı idi") yakınlarının arasında İslâmî bir atmosferde ölmek istemiş, bu yüzden Selanik'ten ayrılıp Üsküp'e geri gelmiştir. Bir süre sonra, İbrahim Naci Bey ve Ahmet Agâh da Üsküp'e geri döner. Ahmet Agâh, tekrar Üsküp İdadisi'ne kaydolur. Fakat çok geçmez, Nakiye Hanım 1897 Eylül'ünde ölür.

     

    Annesinin ölümü, Ahmet Agâh'ın üzerinde, hayatı boyunca atamayacağı, vicdan azabıyla dolu derin bir tesir bırakır. Artık o, gittikçe dindarlaşır. Her akşam, annesinin ruhuna Yasin okur. Üsküp'teki Rifai Dergâhı'na ve Mevlevî tekkesi olan Sâdi Tekkesi'ne gidip gelmeye, oradaki zikirlere katılmaya, büyük bir çoşkuyla ilâhiler söylemeye başlar. Ebcet hesabını öğrenir, Sâdi Tekkesi'nin şeyhi Kadri Efendi'den Arapça ve Farsça dersleri alır. Bu arada evlerinde babasının kitaplığından faydalanır. Muallim Naci, Recaizâde Mahmut Ekrem, Ziya Paşa, Namık Kemal, Abdülhak Hâmit ve Mehmet Celal'in eserlerini okur. Şiire karşı ayrı bir ilgi gösterir.

    Ahmet Agâh, 1900 yılında tekrar Selanik İdadisi'ne yatılı öğrenci olur. Bu yıllarda Tevfik Fikret ve Cenap Şahabettin'in eserleriyle tanışır. Servet-i Fünun dergisini okur. Gerek Üsküp'te gerek Selanik'te, 2. Abdülhamid aleyhtarı bir çevresi ve hocaları vardır.

     

    Bu arada Ahmet Agâh'ın ilk şiiri, 10 Ekim 1901'de İstanbul'da çıkan Musavver Terakki dergisinde yayımlanır. İdadi (lise) eğitimini tamamlamak üzere, 1902 Nisan'ında on sekiz yaşında bir genç olarak İstanbul'a, Humbaracı Yaşar Bey'in konağına gönderilir. Bu bir mânâda, onu Üsküp'ten uzaklaştırma operasyonudur. Çünkü bu genç delikanlının babası ve üvey annesiyle geçimsizliği iyice artmıştır.

     

    İlk defa İstanbul'a geliş (1902)

    "Ahmet Agâh, bir sabah Selanik'ten bindiği trenle, yine bir sabah vakti İstanbul'a, Sirkeci Garı'na gelir. İstanbul'a ilk defa gelmektedir. O günkü uygulama gereği bu şehre, gümrükten girer gibi, yeni bir ülkeye ayak basar gibi, yol tezkeresini kontrol ettirerek girecektir. Polislerin kontroller sırasındaki tavrı, o gün orada bir şeyi hissetmesini sağlar; o, ‘dışarı'dan gelmiş biridir, bir taşralıdır."8

     

    Üstelik İstanbul'a geldiği bu ilk günlerde, Rumeli şivesiyle konuşmasının, İstanbullu çocuklar tarafından alay konusu olması9 da, Ahmet Agâh'ta derin bir taşralılık kompleksinin oluşmasını hızlandırmıştır. Münevver Ayaşlı da hatıralarında, Yahya Kemal'in bu taşralılık kompleksini hayatı boyunca üzerinden atamadığını anlatır. Hattâ, Yahya Kemal'in 1902 yılında geldiği İstanbul'dan bir yıl sonra Paris'e kaçışını, bu taşralılık kompleksiyle açıklar.10

    Ahmet Agâh, İstanbul'da, Malumat ve İrtika dergilerinde şiirlerini yayımlar, şiirlerinde artık Agâh Kemal adını kullanmaktadır. Bu rast gele bir tercih değildir. Ondaki Namık Kemal hayranlığının tipik bir ifadesidir.

     

    İstanbul'a lise eğitimini tamamlamak üzere gelen Ahmet Agâh, nedense bir okula kaydını yaptırmaz. Kendini tamamen duygularına teslim eder. O günlerde Tevfik Fikret, Halit Ziya, Ahmet Şuayıp gibi Edebiyat-ı Cedîde yazarlarının eserlerini okur. Onların, ülkelerine, içinde yaşadıkları topluma ve o toplumun değerlerine yabancılaşma duygusunun tesiri altında kalır. Yine o günlerde tanıştığı, ordudan atılmış, İslâm'a, Türklüğe ve bütün millî değerlerimize düşman, Serezli Şekip Bey'in de Ahmet Agâh üzerinde önemli tesirleri olur. Bu kozmopolit adam, etrafına topladığı gençlere, "memleketi zindan, Avrupa'yı nurlu bir âlem" gibi göstermeyi başarmış azılı bir 2. Abdülhamid muhalifidir. Serezli Şekip Bey, İstanbul'da âvâre âvâre dolaşan ve üstelik tek kelime Fransızca bilmeyen Ahmet Agâh'a da, Paris'e kaçmasını telkin ve tavsiye eder. Ahmet Agâh, 1903 Temmuz'unun son günlerinde, elinde bir bavul, başında bir şapka "hür Fransa" bayrağının gölgesi altında yaşamak ve 2. Abdülhamid idaresiyle mücadele etmek üzere Paris'e kaçar. Daha on dokuz yaşındadır.

     

    Paris yılları ve Yahya Kemal adının ortaya çıkışı (1903–1912)

    Reşat Beyatlı, ağabeyi Ahmet Agâh'ın "İstanbul'dan Paris'e giderken istibdat korkusuyla, hüviyetini kaybettirmek için"11 adını Yahya Kemal olarak değiştirdiğini söyler. Yahya Kemal ise, bu konuyla ilgili "Vaktiyle, bir gazetede yazılar yazıyordum. Bir gün baş makale yazmam icap etti. Yahya Kemal diye imza attım… Bunun üzerine ismim Yahya Kemal olup çıktı."12 diye bir açıklama yapar. Paris yıllarından itibaren artık karşımızda Ahmet Agâh değil, Agâh Kemal değil, Yahya Kemal vardır.

     

    Yahya Kemal, kısa süre içinde babasıyla haberleşmenin bir yolunu bulur. Babasını, Paris'e eğitim maksadıyla geldiğine inandırarak, her ay kendisine düzenli olarak para gönderilmesini sağlar. Bir talebe otelinin küçücük bir odasına yerleşir. Yahya Kemal önce, Paris'e üç saatlik uzaklıkta bulunan College de Meaux'ya yatılı öğrenci olup, bir yıl Fransızca öğrenir. Üsküp İdadisi'ne (lisesine) kaydolduğu 1895 yılından, Paris'e kaçtığı 1903 yılına kadar geçen sekiz yıl içinde bir türlü liseyi bitiremeyen Yahya Kemal, Paris'te 1904 yılında, "lise diploması istemeyen (iki yıllık) özel bir okula, kendisinin Ulûm-ı Siyasiye Mektebi diye Türkçeleştirdiği Ecole Libre des Sciences Politique'in Hârici Siyaset Bölümü'ne"13 kaydolur.

     

    Yahya Kemal daha Paris'e gelir gelmez, Ahmet Rıza, Abdullah Cevdet, Dr. Nazım, Hüseyin Siret gibi rejim muhalifi Jön Türklerle tanışır. Kısa bir süre sonra, onların haftalık toplantılarına katılır. O yıllarda Paris'te, aydınlar arasında, kilise ve din düşmanlığı iyice artmıştır. Zaten, Paris'e rejim muhalifi düşünceler, dinî ve millî değerlerden uzak pozitivist bir altyapıyla gelen gelen Yahya Kemal, Paris'in bu dine karşı havasından kuvvetle etkilenmiş, anarşist bir genç hâline gelmiştir. Üsküp'te ezan sesleriyle büyüyen genç adam, Paris'te ne hâle geldiğini, hatıralarında bakın nasıl anlatır:

     

    "Mitinglere ve nümayişlere karışıyordum. Sokaklarda International'i dinlerken, kalbim geniş bir insanlık sevgisiyle doluyordu ve gözlerim yaşarıyordu. Jaures, Pressence, Vaillant, Alman anarşist Sebastien Faure ve Malato'nun nutuklarını hararetle dinliyordum. Dinsizlik ve ihtilâlcilik heveslerim arta arta, anarşist Jen Grave'ın Temps Nouveaux gazetesinin ateşli bir kaarii ve müfrit bir tilmizi oluverdim."14

     

    Yahya Kemal, çok geçmez Paris'te kendini bohem hayatına kaptırır. Paris'in eğlence merkezlerine alışır. Tamamen arzularına göre bir hayat yaşar. Fransa'nın Albert Sorel, Albert Vandale gibi ünlü tarihçilerinin, Emile Bourgoix gibi en ünlü milletlerarası hukuk hocalarının ders verdiği Siyasal Bilgiler Okulu'ndan gerektiği şekilde faydalanamaz. 1906 yılında Londra gezisine çıkar. Orada Abdülhak Hâmid'i ziyaret eder. Bir İngiliz ailenin yanında iki buçuk ay pansiyoner olarak kalır. 1906 sonbaharında İngiltere'den Belçika'ya, Brüksel'e geçip, Paris'e geri döner. Dersleriyle ilgilenmeye, imtihanlara girmeye çalışır. Fakat okula ciddi bir şekilde devam etmeyen Yahya Kemal, imtihanlarda başarılı olamaz.

     

    Bu arada, öğrendiği Fransızcasıyla eski Yunan ve Lâtin şiirini inceler. Fransız edebiyatını anlamaya çalışır. Bu çalışmaları onu, eski şiirimize yöneltir. Eski şiirimize "vukuf ve ünsiyet" için, Paris'teki Şark Dilleri Mektebi'nde Arapça ve Farsçasını geliştirmeye çalışır. Divan şiirini anlama yollarını araştırır. O günlerde eski şiirimizin güzelliği konusunda anlaştıkları Ali Kemal'le tanışır, dost olur. Genç şair, daha sonra Eski Şiirin Rüzgârıyla adlı şiir kitabında toplanacak olan şiirlerinin ilk örneklerini o günlerde vermeye başlar.

     

    Bütün bu işler arasında, Siyasal Bilgiler Okulu'nu bitiremeyeceğini anlayan Yahya Kemal, 1908'de kaydını Sorbon Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü'ne yaptırır. O günlerde Türkiye'de 2. Meşrutiyet ilân edilmiş, Paris'teki rejim muhalifi jön Türkler iktidara gelmiştir. Yahya Kemal, Paris'ten tanıştığı İttihat ve Terakki'nin önde gelen isimlerinden Dr. Nazım'ın yardımıyla Paris'te burslu öğrenci olmuş, babasına olan bağımlılığı ortadan kalkmıştır.

    1910 yılında İsviçre, 1911 yılında tekrar İngiltere gezisine çıkan Yahya Kemal, bu başıboş ve gönlünce hayatı yüzünden, yıllardır Avrupa'da olduğu hâlde, 1908'de kaydolduğu ikinci okulunu da bitirememiştir. 1903'te geldiği Avrupa'dan, dokuz yıl sonra, 1912'de diplomasız bir şekilde yurda dönmektedir. Beş yıl babasının, dört yıl devletin maddî imkân sağladığı genç adam, bu uzun yılların ardından çaresiz bir şekilde ülkesine, İstanbul'a dönme kararı vermiştir. O günlerde hüzün doludur. Paris'ten ayrılmak, gönlünce yaşadığı bir hayata veda etmek, ona çok zor gelmektedir. Paris hayatı onun için,

     

    "Başka yıldızda bir hayat imiş o, His ve haz yüklü kâinat imiş o."15

    mısralarıyla tasvir ettiği bir hayattır. Yahya Kemal, Paris'te yaşadığı bu dokuz yılı ve sonunda memleketine dönüşünü, bakın bir şiirinde nasıl tasvir eder:

     

    "Her zevki bir haram olan efsunlu cennetin,

    Koynunda vardı, lezzeti bin türlü nimetin.

    Bir gün veda edip o diyarın hayatına

    Döndüm bütün bütün vatanın kâinatına."16

     

    İstanbul'a dönüş, Balkan Savaşı ve 1. Dünya Savaşı yılları (1912 – 1918)

    Genç şair 1912 Mayıs'ında "emsalsiz bir bahar sabahı" gemiyle İstanbul'a gelir. Gemiden iner inmez bir araba tutar ve arabanın sahibine Divanyolu'na gitmesini söyler. Köprü'den, Bahçekapısı'ndan, Bâbıâli Caddesi'nden geçerken sanki bir rüya görüyor gibidir. O günlerde, Paris'in, bu genç adam üzerindeki tesiri o kadar büyüktür ki, Divanyolu'na giderken, arabadan bakınca "Gelip geçen halkın esvapları soluk, vücutları bücür, hâl ü şanları zibidi görünür."17 Yahya Kemal'in bu cümlesi, Tanzimat'tan beri, bu milletin büyük maddî fedakârlıklar yaparak Avrupa'ya eğitim için gönderdiği Türk aydınlarının, ülkelerine nasıl bir zihniyetle döndüklerini ve içinde yaşadıkları toplumla bağlarını nasıl yitirdiklerini göstermesi açısından son derece önemlidir.

     

    Yahya Kemal, İstanbul'da arkadaşı Şefik Esat'ın Divanyolu'ndaki evi ve Kıbrıslı Şevket Bey'in Kandilli'deki yalısında kalır. O, bu evlerin el üstünde tutulan şeref misafiridir. İstanbul'da kısa bir sürede geniş bir çevre edinir. Yakup Kadri'den Tevfik Fikret'e, Cenap Şahabettin'den Ömer Seyfettin'e, Rıza Tevfik'ten Süleyman Nazif'e, Ruşen Eşref'ten Halit Fahri'ye, Faruk Nafiz'den Orhan Seyfi'ye, Enis Behiç'ten Şahabettin Süleyman'a, Hakkı Tahsin'den Abdülhak Şinasi'ye kadar, tanınmış ve yeni yeni tanınmakta olan birçok şair ve yazarla tanışır. Yine Paris'ten tanıdığı, İttihat ve Terakki'nin önde gelen isimlerinden Dr. Nazım vasıtasıyla, Ziya Gökalp'le görüşür. Büyük musiki üstatlarımızdan Tanburî Cemil Bey'i tanır. Hayatının son yıllarını yaşayan (ölümü1916) bu büyük musiki üstadı, ona, Hafız Post'u, Itrî'yi, Seyyid Nuh'u, Tanburî İshak'ı, İsmail Dede'yi anlatıp benimsetecek, onun Türk musikisine bakışını bütünüyle değiştirerek, Fransız kültürünün derin bir tesiri altında kalmış bu genci, kendi kültür değerlerimize yönlendirecektir.

     

    Sanat anlayışını, dost konaklarında, Türk ocağı salonlarında, dergi ve gazete yazıhanelerinde, etrafında onu merak ve ilgiyle dinleyenlere büyük bir zevkle anlatan bu genç adam, bu yıllarda sanat ve edebiyat toplantılarının en seçkin misafiridir. Paris'ten geldikten sonra, henüz hiçbir şiiri yayımlanmadığı hâlde, şiirleri, mısraları, dilden dile dolaşmakta, büyük bir hayranlık uyandırmaktadır. Şiirlerinin sayısı, son derece azdır. Biblos Kadınları, Sicilya Kızları, Mehlika Sultan, Nazar, Leyla, Sene 1140, Mahurdan Gazel, Bir Saki gibi çok az şiiri bilinmektedir.

     

    Yahya Kemal, 1913 yılında Daruşşafaka'ya tarih ve edebiyat hocası olur. 1914 yılında, Medresetü'l–Vâizin'de ve Haydarpaşa İttihat Mektepleri Lisesi'nde medeniyet tarihi ve Türkçe derslerine girer. 1915 yılında, Ziya Gökalp'in teklifi ve İttihat ve Terakki üzerindeki nüfûzunu kullanarak, Darülfünun'a Medeniyet Tarihi müderrisi yani öğretim üyesi tayin edilir. Hâlbuki ne lise ne de üniversite diploması vardır.18

     

    1913 yılından itibaren yazları Büyükada'da, kışları Şişli'de oturur. Yahya Kemal, aktif siyasetin içinde olmamakla beraber, İstanbul'a geldiğinden beri birlikte olduğu Şefik Esat, Kıbrıslı Şevket, daha sonra Büyükada'da görüştükleri Paris'ten arkadaşı Ali Kemal, Necip Şakir, Tahsin Nahit, Ahmet Refik gibi isimler, genel olarak İttihat ve Terakki Partisi'ne muhalif kişilerdir. Özellikle İstanbul'da Yahya Kemal'i basın yayın dünyasına ilk tanıtan Ali Kemal, hızlı bir İttihat ve Terakki muhalifidir.

     

    Yahya Kemal, 1916 yılında, Ziya Gökalp'i de Büyükada'da oturmaya ikna eder. Ziya Gökalp gelince, Ahmet Ağaoğlu, Hamdullah Suphi, Celal Sahir, Necmettin Sadık, Fuat Köprülü gibi Türkçü aydınlar da Büyükada'ya toplanır. Genç şair artık, iktidar partisi İttihat ve Terakki'nin önde gelen bu isimleriyle de beraber olup, dostluklar kurar.

     

    Yıllar, 1. Dünya Savaşı yıllarıdır, ülkede savaşın doğurduğu büyük bir yokluk, kıtlık yaşanmakta, binlerce, yüz binlerce Anadolu çocuğu, hayatının baharında, Çanakkale'den Sina çöllerine, Kafkasya'dan Galiçya'ya kadar uzanan uçsuz bucaksız coğrafyada, savrulup gitmekte, vatanını müdafaa için şehit düşmekte, elini, kolunu, ayağını, gözünü, yüzünü kaybetmekte, evine ya hiç dönmemekte veya bütün umutlarını, hayallerini kaybederek dönmektedir. Bütün Türkiye coğrafyasında bu büyük acılar yaşanırken, Büyükada'da toplanan ve kendisini aydın olarak niteleyen bir avuç insan, gününü gün etmekte, hayatın tadını ve lezzetini çıkarmaktadır. Maalesef bunların içinde, Yahya Kemal de vardır. Tuhaf bir şekilde askere alınmayan Yahya Kemal, 1. Dünya Savaşı'nın bu acı yıllarında, eğlenceli günler yaşamakta, çeşitli kadınlarla hissî yakınlıklar kurmaktadır. Meselâ, genç şair Büyükada'da kaldığı bu yıllarda, Heybeli Bahriye Mektebi'nde de tarih hocalığı yapmakta ve talebesi Nazım Hikmet'in, eşiyle arası bozuk olan annesi Celile Hanım'la, bir aşk yaşamaktadır. 1916–1919 yılları arasında üç yıl devam eden bu aşk, ancak delikanlılığa yeni adım atmış olan Nazım Hikmet'in, Yahya Kemal'i tehdidiyle biter. Nazım, genç şairin, annesinin yanına, evlerine geldiği bir gün, pardösüsünün cebine gizlice, "Hocam olarak girdiğiniz bu eve, babam olarak giremezsiniz."19 diye bir not bırakır. Evden ayrılınca bu notu görüp okuyan Yahya Kemal, büyük bir korkuya kapılır, İstanbul'a gidip günlerce ortadan kaybolur ve Celile Hanım'la olan bütün münasebetini keser. Bu aşkın evlilikle neticelenmemesini, Yakup Kadri, Yahya Kemal'in kıskançlık kuruntularına ve sosyal mevkiini düşünerek "bu kadar dile gelmiş bir kadınla" evlenmek istemeyişine, Vâ-Nû ise, Yahya Kemal'in kendini, maddî ve mânevî bakımdan evliliğe hazır hissetmemesine bağlar


  2. Edebiyat tarihleri; yüzlerce, binlerce sanatkârın hayatı, karakteri, fikirleri, şahsiyeti ve sanatı hakkında bize bilgi verir. Bunlar arasından "pek az sanatkârın eserleri ve fikirleri ile şahsiyeti arasındaki benzerlik, hattâ ayniyet, Mehmet Akif'inki kadar olabilmiştir." Sadece edebiyatçıların değil, birçok idealist insanın, hattâ lider, önder durumunda, örnek insan konumunda olan bazı kişilerin bile; sözleri ile hayatları ve yaptıkları arasında önemli tezatlara rastlarız. Fakat bir de özü sözü bir, söyledikleriyle yaptıkları birbirini tutan, hayatları ve eserleri arasında tezat bulunmayan, ömürleri boyunca dupduru yaşayan, gökteki yıldızlar gibi pırıl pırıl, tertemiz olan, herkesin imrenerek, büyük bir gıptayla baktığı insanlar vardır. İşte İstiklâl Marşı şâiri Mehmet Akif, böyle bir şahsiyettir. Biz bu yazımızda onun, bu örnek ahlâk ve karakterini ana çizgileriyle vermeye çalışacağız.

    1. Kur'an ahlâkı

    Yakın dostlarının hâtıralarından öğrendiğimize göre, Akif'in ahlâk ve karakterinin özünü Kur'an meydana getirmiştir. O, devamlı güzel, lâhutî bir sesle Kur'an okunan, Kur'an'ın prensiplerinin harfiyyen yaşandığı bir evde doğdu. Hem annesi, hem babası örnek bir İslâm ve Kur'an ahlâkına sahipti. Kendisi de altı ayda Kur'an'ı ezberledi ve ömrü boyunca ona bağlı kaldı. Kur'an'a karşı en küçük bir saygısızlığa bile tahammülü yoktu. Meselâ, bir gün bir dostunun evinde tanıştığı Kur'an'dan, Fransızca telâffuzuyla Koran diye sözeden Servet-i Fünûn yazarı Ahmet Şuayb'a öylesine canı sıkılmıştı ki, ömrü boyunca onunla bir daha selâmlaşmadı.

     

    2. Örnek insan

    Akif, Kur'an ahlâkının gereği olarak hayatı boyunca mütevazı yaşadı. Hiçbir zaman kendisini başkalarından üstün görmedi. Gurur, kibir onun semtine uğramadı. Daima insanlardan bir insan, düz insan oldu.

     

    Dostlarına karşı, daima onlardan fazla dost davrandı. Haksızlık etmektense, haksızlığa uğramayı tercih etti. O ki, hakiki Müslümandı, aldatılabilir; fakat kimseyi aldatmazdı.

     

    Akif; kimsenin özel hayatını, tercihlerini, kusurlarını söz konusu yapmazdı. Yalnız toplumu, toplum hayatındaki yanlışları tenkit ederdi.

     

    Kendi olmayanlara kızardı. Benzemek, taklit, kopya sinirlendiği şeydi, hayatının bir kısmı da bu öfkeden ibaretti. İki yüzlülere garazı vardı; fakat yaşı ilerledikçe: "İki yüzlüleri artık sever oldum. Çünkü yaşadıkça yirmi yüzlü insanlar görmeye başladım." diyordu.

     

    Onun, üzerinde uzun uzun düşünülmesi gereken hayat ölçüleri vardı. Dostlarını, arkadaşlarını, çevresini hep bu ölçüleri kullanarak seçerdi. Mithat Cemal Kuntay anlatır:

     

    Akif, Tevfik Fikret'le üniversitede tanıştı. Meşrutiyet'te ikisi de orada hocaydı. Akif'e;

     

    -Fikret, sende ne gibi bir tesir uyandırdı, dedim. Akif, bu adamı sevemedim, dedi ve sebebini şöyle anlattı:

     

    -Benim gibi daha ilk defa görüştüğü adama, yirmi senelik arkadaşlarını çekiştirdi.

     

    3- Muzdarip şâir

    Dünyaya gelmekte geç kalmış gibi muzdarip bir yüzü vardı. Hep muzdarip yaşadı, muzdarip şâir olarak edebiyat tarihlerine geçti. Fakat onun ızdırabı kendisinin değil, milletinin ızdırabı idi. O da Namık Kemal gibi; "Sen zanneder misin ki benim hep elemlerim / Heyhat! Ben nevâib-i eyyâmı inlerim" diyordu. Yine; "Bâis-i şekvâ bize hüzn-i umûmîdir Kemal / Kendi derdi gönlümün billâh gelmez yâdıma" diyen Namık Kemal gibi, kendi derdiyle değil, milletinin dertleriyle, ızdıraplarıyla muzdaripti. Milletinin maddî-manevî dünyası yıkılırken, alt üst olurken o gülemezdi. Bu yüzden ömrü boyunca; "Irzımızdır çiğnenen, evlâdımızdır doğranan! / Hey sıkılmaz, ağlamazsan, bâri gülmekten utan!" diye haykırıp durdu.

     

    4. Hiçbir şey ve hiçbir kimse karşısında eğilmeyen baş

    Akif, hayatı boyunca durmadan, dinlenmeden her gün on altı saat çalıştı. Bazen evine dört gün sonra dönüyordu. Sabahleyin evinden çıkınca önce Tarım Bakanlığı'ndaki memuriyetine koşuyor, akşam Halkalı'da Veteriner Fakültesi'ndeki hocalığa yetişiyor, ertesi sabah memuriyete dönüyor, akşam Acıbadem'deki Ratıp Paşa'nın, ertesi gün Suadiye'deki Ragıp Paşa'nın, daha ertesi gece Erkân-ı Harp müşiri bilmem kimin neredeki çocuklarına derse gidiyordu.

     

    Alaturka selâmların yüz türlü verildiği bu paşa konaklarına Akif, ölçüsü ömrünce hiç değişmeyen tek selâmıyla girip çıkıyordu. Hiçbir kapı, altından geçerken onu eğilmeye mecbur edemedi. O, bu saray parçalarının yüksek tavanları altında küçülmüyor, üstünde yalnız gökyüzü duran bir başla oturuyordu. Akif'in yakın arkadaşı Mithat Cemal Kuntay, bu derslerle ilgili şu hâtırasını anlatır:

     

    "Hususî derslerini anlatırken Osmanlı İmparatorluğu'nun müşirlerinden birinin oğluna verdiği hususî dersini söylemedi, ben sordum.

     

    -Onu bıraktım, dedi. Müşirin oğlu bir gün Peygamberimizin aleyhinde ağzından bir lâkırtı kaçırmıştı.

     

    Biteviye yürüyorduk. Ortalık kararıyordu. Birdenbire durdu; yüzüme dik dik baktı. Sesi değişti.

     

    -Mithat Bey, dedi; isteyen Güneş'e tapar, isteyen ateşe... Ben kimsenin Allah'ına, peygamberine karışmam; fakat kimse de benimkine karışmamalı. Biri yüzüme karşı babama sövebilir mi? O halde Peygamberime nasıl söver?

     

    Karanlıkta gözleri parlıyordu."

     

    En çok okuduğu kitap Kur'an olan ve görüyor gibi Allah'a inanan adama bu hakareti kim yapabilirdi?

     

    Akif, hayatı boyunca birbirine hiç benzemeyen, farklı devirler gördü ve yaşadı: II. Abdülhamit Devri, II. Meşrutiyet Devri, Mütareke Devri, Cumhuriyet Devri. O, bu devirlerin hiçbirinde, hiçbir kimse karşısında eğilmedi, bükülmedi. Her zaman onuruyla yaşadı. Hiçbir şey ve hiçbir kimse onu, inandıklarıyla ters düşüremedi. O, bütün ömrünce beğenmediği, inanmadığı hiçbir şeyi alkışlamadı. Hak bildiklerini söylemekten çekinmedi.

     

    5. Verilen sözün ne mânâya geldiğini bilen adam

    Akif, bir insan için verilen sözün ne mânâya geldiğini çok iyi biliyordu. Verilen söz, onun namusuydu. Her şey olabilirdi; fakat bir insanın sözünde durmaması kadar çirkin, kötü bir şey olamazdı. O, sözün ayağa düştüğü, verilen sözün hiçbir öneminin ve değerinin kalmadığı, edilen yeminlerin bile önemsenmediği günümüzden ne kadar uzaktı. O sanki bir "Asr-ı Saadet Müslüman"ı gibi sözünün eriydi. Arkadaşı Mithat Cemal, Akif için verilen sözün ne mânâya geldiğini, bir hâtırasında bakın nasıl anlatır:

     

    "Meşrutiyet'in ilk seneleri, bir cuma, adam boyu kar yağdı. O gün Akif'in haz etmediği şeyler işlemedi: Araba, tramvay, şimendifer ve vapur... Çapa'daki bizim eve o gün sütçü, ekmekçi gibi adamlar bile gelmedi. Öğle yemeğinden sonra biz hâlâ ekmekçiyi beklerken, nihayet kapı çalındı; fakat... Akif Bey gelmişti! Bıyığının yarısı donmuştu. Şaşırdım. Nasıl geldiğini merak ettim. Beylerbeyi'nden nasılsa Beşiktaş'a bir vapur işlemişti. 'Bu kadar mı?' dedim. Tabiî ki bu kadardı. Ve tabiî ki Beşiktaş'tan Çapa'ya işleyen bir şey yoktu; ancak bunu sormaya da lüzum yoktu; çünkü Beşiktaş'tan Çapa'ya bu havada insanlar yürüyerek de gelirdi. Bu karda, tipide yaya yürünülen mesafeye ben şaştıkça, Akif de benim hayretime şaşıyordu:

     

    -Gelememem için kar, tipi kâfi değil, vefat etmem lâzımdı. Çünkü geleceğim, diye söz vermiştim.

     

    İnsanların birbirlerine verdikleri sözün bu kadar korkunç bir şey olması o gün beni ürküttü.

     

    -Akif, dedim; sen eğer verilen sözün mânâsını bu türlü anlıyorsan bana izin ver de, ben bu türlü anlamayayım. Benim verdiğim sözün şiddetli lodosa bile tahammülü yoktur!

     

    -Ben böyleyim! dedi.

     

    -Ben de böyleyim! dedim.

     

    Bu vak'adan sonra, ona söz vermekten korktum. Dediğim gibi onun gözünde ne karayel fırtınası, ne diz boyu kar, mâzeret-i meşrûa değildi."

     

    Yine Mithat Cemal'in anlattığı aşağıdaki olay da, Akif'in verdiği söze ne kadar önem verdiğini gösteren bir başka örnektir:

     

    Veteriner Fakültesi'nden sınıf arkadaşı Hasan Efendi'yle Akif, o kadar dost olmuş, o kadar birbirlerini sevmişlerdir ki bir gün birbirlerine söz verirler:

     

    İleride çoluk-çocuk sahibi olurlarsa, ölenin çocuklarına kalan bakacaktı. Ve aradan yıllar geçti. Hasan Efendi ve Akif evlenip çoluk-çocuk sahibi oldular. Bu arada Meşrutiyet ilân edilmişti. Mehmet Akif de Tarım Bakanlığı'nda Genel Müdür Yardımcısı olmuştu. İşte o günlerde, Akif'in Genel Müdürü, Tarım Bakanı tarafından haksız yere görevinden alındı. Akif, bu haksızlığa dayanamadı ve Genel Müdür Yardımcılığı görevinden istifa etti. Artık, işsizdi. Para biriktirme âdeti olmayan, elindeki avucundakini anında çevresindeki yoksul ve kimsesiz insanlar için harcayan Akif, eşi ve çocuklarıyla büyük bir maddî sıkıntıya düştü. O kadar ki, o günlerde Akif'in evine beraber kitap okumak için sık sık gelen ve öğle yemeklerini Akif'in evinde yiyen Mithat Cemal, bu maddî sıkıntıyı açıkça gördüğünden, çeşitli mâzeretler bularak, Akif'e yemekten sonra gitmeye başlamıştı. Gerisini Mithat Cemal'den dinleyelim:

     

    "Bir cuma Akif'in evinde sekiz çocuk buldum. Teker teker çok sevimli olan çocuklar bir araya gelince ne manzara alırlar malumdur. Evde sekiz kişilik bir kıyamet kopuyordu. Akif'in beş çocuğuna katılan bu üç çocuğun komşudan gelmiş ufak misafirler olduğunu zannettim ve ertesi cuma bu çocuk gürültüsüyle artık karşılaşmam sandım.

    Fakat her cuma sekiz çocukla sofada aynı kıyamet kopuyordu. Akif de buna katlanıyordu. Bu üç çocuğun gelişi, Akif'in çocuklarına da fazla hürriyet vermişti.

     

    Bir cuma, sofada, çocuklardan birinin yanağını, hıncımdan çimdikler gibi sıkarak, Akif'e sordum:

     

    -Kim bu yavrular?

     

    -Akif cevap vermedi.

     

    -Odaya girince, bu üç ızdırabını, bu misafir çocuklarını Akif'e takılarak tebrik ettim. Akif'in yüzü değişti:

     

    -Misafir çocukları değil, benim çocuklarım! dedi.

     

    Üç beş haftada üç çocuğu nasıl olurdu?

     

    -Hasan Efendi öldü de...

     

    Dedi; ve çocuklar, kim evvel ölürse hayatta olanın bakacağı çocuklardı, rahmetli Hasan Efendi'nin çocukları.

     

    Fakat Akif bu çocuklardan daha güzeldi: Mektepte verdiği sözü hâlâ unutmayan bir çocuk."

     

    6. Geride utanılacak bir şey bırakmayan adam

    Akif, hayatını öylesine güzel, temiz, duru yaşadı ki, geride utanılacak hiçbir şey bırakmadı. Bu, öylesine berrak bir hayattı ki "Yalan söylemeye muhtaç olmayarak" size anlatılabilirdi. Halbuki dünyada çok az insan bunu başarabilmiştir.

     

    Akif, herkesin çok iyi bildiği parayı bilmiyordu. (Mithat Cemal'in verdiği bilgiye göre bu mefhumu, sadece Umûmî Harp'te biraz heceledi; fakat sökemedi.) İnsanların, çoğunlukla çirkin oldukları para meselelerinde Akif, çok güzeldi. Muhtaç olduğu, maddî sıkıntı çektiği zamanlarda bile paraya hiç önem vermedi. Mısır'da Prens Abbas Halim Paşa'nın misafiri olarak yaşadığı yıllarda, yirmi bin lira gibi, o gün için çok büyük bir para olan emekli ikramiyesini bile hükümete müracaat edip almadı.

     

    Mısır'da öyle mütevâzı bir hayat yaşadı ki, karşısına çıkan maddî fırsatlardan istifade etmeyi hiçbir zaman düşünmedi. Eşref Edib'in verdiği bilgiye göre, "eşya nâmına odasında birkaç kanape, iki demir ayak üzerine konulmuş birkaç tahtadan ibaret karyola vazifesini görür bir şey, bir hasır seccâde, bir çift nalın, bir divit, bir de duvarda Hikmet Bey'in Afganistan'dan gönderdiği bir seccâde. Bu seccâde lüks sayılırdı. Fakat o, en kıymettâr bir hediye idi.

     

    Üstad, evden eve taşındığı zaman geceleri taşındığını söylerdi. Konu komşu eşyasını görmesin diye."

     

    O sadece Mısır'da değil, Millî Mücadele yıllarında, Ankara'da milletvekili iken de böyle yaşadı. Yakın arkadaşı Hasan Basri Çantay o günleri şöyle anlatır:

     

    "Hiç unutmam, Akif bir akşam bizi, Ankara'da evine çay içmeye çağırmıştı. Biz tam ona gitmek üzere iken o, koşa koşa geldi, dedi ki:

     

    -Akşam çayını sizde içeceğiz.

     

    Ben tabiî buna memnun oldum. Fakat sebebini öğrenmek istedim. Sordum. Gülerek dedi ki:

     

    -Bizim odanın kilimini bir fakire vermişler.

     

    O oda ki, mefrûşatı zâten tek kilimden ibaretti ve o tek kilimi bir fakire veren de kendisiydi."

     

    Koca Akif, bütün ömründe dünya nimetlerinden uzak yaşadı. O, ne ünlü Fransız yazarı Andre Gide gibi "Dünya Nimetleri" diye bir kitap yazıp, insanı sadece bu nimetler ve bunların verdiği hazlar içinde yüzen bir varlık olarak görüyor, ne de "Dünya Nimetleri"ni bir başucu, bir el kitabı haline getiren Orhan Veli, Cahit Sıtkı, Sait Fâik neslinin içine düştüğü acınası duruma düşüyordu. O, dünya hazlarına kapılarını kapatmıştı.

     

    Yine Mithat Cemal'in ifadesiyle, "Akif için dört şey çamur kadar pisti: Cimrilik, ikbal şımarıklığı, kibir, bir de maddî pislik. Cimrilerle, daima acı acı eğlendi. Zengin, nekes ve ağır bir hastaya:

     

    -Bir hekim çağırtsanız diyordu. Ağır hasta, Akif'e nasihat ediyordu.

     

    -İsraf etmemeli oğlum, dünyanın binbir hâli var!

     

    Akif acı acı gülüyor:

     

    -Dünyanın binbir hâlinden biri de insanların böyle hastalanmasıdır diyordu."

     

    Safahat şâiri, hayatında bir tek defa bile bayağı olmadı. Onun iç yüzüne bakanlar, her zaman gökyüzüne, denize bakar gibi ferahladı. O altmış üç yıl dupduru yaşadı. Bu ne berrak altmış üç yıldır ki, siyah ve pis bir tek dakikası yoktu.

     

    Bütün bu özellikleriyle Akif, sadece Safahat şâiri değil, sadece Çanakkale'yi destanlaştıran şâir değil, sadece İstiklâl Marşı şâiri değil, aynı zamanda örnek bir ahlâk ve karaktere sahip, ideal bir insandır. Onun bu örnek ahlâk ve karakterinin, yeni yetişen nesillere anlatılması, sevdirilmesi bugün bir vazifedir. Çünkü içinde yaşadığımız olaylar, böyle bir ahlâk ve karakterden mahrum kişilerin, ülkeyi nasıl içinden çıkılması zor bâdirelere sürükleyeceğini apaçık ortaya koymaktadır.

     

    Kaynaklar

    1- M. Orhan Okay, Mehmet Akif, Bir Karakter Heykelinin Anatomisi, Akçağ Yayınları, Ankara, 1989.

    2- Mithat Cemal (Kuntay), Mehmet Akif Hayatı Seciyesi Sanatı, Türkiye İş Bankası Yayınları, Ankara, 1986.

    3- Hasan Basri Çantay, Akifnâme, İstanbul, 1966.

    4- Eşref Edib, Mehmet Akif Hayatı Eserleri, 2. Baskı, İstanbul, 1960.


  3. BİLEMİYORUM

     

     

    Bilemiyorum yıllardır neredeyim?

    Hergün yediğim ekmek, susayıp içtiğim su,

    Kolundan tutup gitmek istediğim kadın,

    Yaşamak kaygısı, gök hasreti, ölüm korkusu,

    Ve Rabbim senin adın!

    Yıllar var ki içindeyim hayatın.

    Anıyorum gençliğimi, özlüyorum çocukluğumu,

    Fakat bilemiyorum yarını.

     

    Bilemiyorum Rabbim, maksadını, kararını.

    Hepimiz işte dünyadayız,

    Yataktaki hastamız, topraktakı ölümüz;

    Neyiz, ne olacağız?

    Birşey bilmiyorum... Nefes almaktayım yalnız.

    Rabbim! beni yaratmışsın,

    İnsan şeklinde görünüyorum,

    Terlerim yazın, üşürüm kışın,

    Düşünüyorum, düşünüyorum...

    ___________________________________________________________

     

     

     

    BİR ODA BİR SAAT SESİ

     

     

    Bir oda, içinde bir saat sesi

    Hayatın sırtımdan giden pençesi,

    Ve beni maziye götüren bir el,

    Eski günlerimiz, sessiz ve güzel...

    Bulduğum kayıplar, her günkü yerin,

    İşte konsol, ayna, köşe minderin,

    Seccaden, tesbihin, namaz başörtün.

    Bir şey değişmemiş, sanki daha dün.

    Yine ortancalar altı camının,

    Dışarda sükûnu yaz akşamının,

    Bahçemiz sulanmış, ıslak her çiçek.

    Kapı çalınacak, babam gelecek...

     

    _____________________________________________________________

     

    BÜTÜN SAADETLER MÜMKÜNDÜR

     

     

    Bütün saadetler mümkündür...

    Şu kapının açılması,

    İçeri girivermen,

    Bahar, kuşlar, gündüz.

    Ve bütün dünya

    Bir an içinde gürültüsüz.

     

    Bütün saadetler mümkündür...

    Bahtsızların biraz gülümsemesi...

    Körlerin gün görmesi,

    Mümkündür bütün mucizeler...

    Ana, baba, evlât, bütün kaybolanlar...

    Ebedî bir sabahta buluşmamız bir daha.

     

    Ölüler! Hepimiz için yalvarın Allaha...

    • Like 1

  4. ACABA

     

     

     

    Uyuyan göllere ay ışığında

     

    Sevginin resmini çizsem kim anlar?

     

    Tomurcuk ayrılıp, gül açtığında

     

    Yağmurun saçını çözsem kim anlar?

     

     

     

    Bir mekan kaplamış ne varsa nerde

     

    Kendi ötesini saklar her perde

     

    Sonsuzluğun sona erdiği yerde

     

    Huduttan bir kulaç kazsam kim anlar?

     

     

     

    Aşk, kömür beyazı; kin, süt karası

     

    Eklenir yarama her dost yarası

     

    Et oldum bıçakla kemik arası

     

    Cellatla ahdimi bozsam kim anlar?

     

     

     

    Doğumda yalan var, ölümde gerçek

     

    Bir şeyler anlatır balık, kuş, çiçek

     

    Kırık gönülleri toplayıp tek tek

     

    Toplayıp göğsüme dizsem kim anlar?

     

     

     

    Gün geldi zamanı gömdüm kabire

     

    Dağ oldu aklımın verdiği fire

     

    Bağlasam telaşı çelik zincire

     

    Sabrın derisini yüzsem kim anlar?

     

     

     

    İçte deprem olur dışın düğümü

     

    İhlâssız çözülmez işin düğümü

     

    Aklımdan geçeni, düşündüğümü

     

    Okusam kim dinler, yazsam kim anlar?


  5. Anne gitti mi herşey biter...

     

     

     

    Ana gibi yar, Bağdat gibi diyar olmaz demiş atalarımız… Şimdilerde, Bağdat ile birlikte anne yürekleri de tahrip ediliyor. Belki de tahrip edilen anne yürekleri sebebiyle, Bağdat'lar harap ediliyor. Zira bir anne yüreğinin şefkatine doymuş olan hiçbir evlat, hayvanları bile utandıracak bir vahşete, dünyanın hiçbir yerinde imza atamaz.

    Anlaşılıyor ki, anne yürekleri de, Bağdat gibi işgal altında… Bağdat sahip olduğu petrolün, anneler de yaratılıştan getirdikleri letafetin kurbanı oluyor. Aslında, her ikisi de imansızlığın, maddeciliğin ve menfaatçiliğin mağduru ve mazlumu… Önce güç kaybına uğratılıp, savunma mekanizmaları tahrip ediliyor, sonra da, en acımasız saldırıların hedefi kılınıyorlar.

    Ama önce anne yüreği tahrip ediliyor. Anne yüreğinin yangın yerine çevrildiği bir dünyada, Bağdat'ın, Bağdat'ların sözü mü olur?..

    Anne şefkatine açlığı ile kuduran insan, aslında evvela kendi yüreğine savaş açıyor, vicdanını ve merhamet duygularını tahrip ediyor… Varlığını bütün yüce ve kutsal duygularından soyutlayıp; kendisini yemek, yatak ve tuvalet üçgenine hapsedip insanlıktan uzaklaşıyor. Böyle bir ucubenin yapamayacağı tahribat düşünülebilir mi?

    Sırf kendi maddi ve bedeni zevklerini sınırsızca yaşamak için var olduğunu sanan bir hayvan durumuna düşmek, insanın en acı ve acıklı dramıdır.

    Bu insanlık dışı hal dolayısiyle, acıyı acıyla bastırmaya çalışıyor ve düştüğü bataklıkta çırpındıkça daha çok batıyor. Bir canavarlık duygusuyla, en küçük ve geçici bir zevki uğruna bütün varlığı heba ve feda edebilen insan, artık insan değildir.

    İşte, bu insanlıktan uzak ortamda, en çok ezilen ve harcanan kadındır. Görülen o ki, kadınlar, fiziki zayıflığı ve kalbi saflığı ile bu acımasız kurtlar sofrasının sarhoşlarına meze olmaktan kurtulamıyor.

    Sadece bir oyun ve eğlence vasıtası kılınan, şehevi zevklerin aracı durumuna düşürülen kadın, tabii ki annelik duygusundan uzaklaştı, hatta nefret eder hale getirildi. Böylece en önemli gücünü kaybetti. Kadın annelikle birlikte, kendisini ulaşılamaz bir makama çıkaran yücelik vesilesini yitirdi ama insanlık da kaybolan annelerle birlikte, yüreğini, sevgisini, şefkatini kaybetti…

    Zira annesiz sevgi zor; şefkat ise imkânsızdır…

    Batı dünyası, kaybettiği değerlerin gününü, haftasını icat ediyor. Anne muhabbetini yitirince anneler gününü gündeme getiriyor. Sonra babalar günü, yaşlılar günü, komşular günü, engelliler günü vs… Bu gidişle, insani kayıplarımızın günleri bir yıla sığamayacak…

    Annelerin günü var olalı beri, kendileri yok gibi…

    Annelik, bir güne sığdırıldı… Ödeşilemeyecek hakları da, birkaç hediye ile geçiştirilmeye çalışıldı.

    Batı dünyası, kaybettiği özü, söze, gösterişe döktü. Yitirdiği ruhu maddede ve bedende bulmaya çalıştı. Ama özsüz söz ve eylem işe yaramıyor, kaybedilen mana ve ruh da, maddede bulunamıyor.

    Bu acı gerçek bize şunu emrediyor:

     

     

     

     

    İNSANLIK DÜNYASININ

     

     

     

    EN ÖNEMLİ HAZİNESİ, ANNE YÜREĞİDİR.

    Bu sebeple, ne pahasına olursa olsun, o şefkat kaynağını korumalı ve kurtarmalıyız. Manevi yangınlardan ilk kurtarılacak olan değer, anne yürekleridir.

    Bu gerçeği önce kızlarımıza anlatmak zorundayız.

    Kendi değerlerinin farkına varmalılar. Kendilerini, bütün şer odaklarının saldırılarından korumalı, basit, geçici, fiziki bir takım zevkleri uğruna, hiçbir alçağın istismarına geçit vermemelidirler.

    Anneler, iman, ahlak ve erdem ölçülerini hâkim etmek hususunda çabalarını yoğunlaştırmalı, gerçek insanlık değerlerine sahip evlat yetiştirmelidirler. Çünkü şikâyet edilen her erkek, aynı zamanda bir kadının, bir annenin eseridir.

    Yani iş dönüp dolaşıp kadına, yani anneye gelmektedir. Anneleri korumak ve kurtarmak da öncelikle annelere düşmektedir. Bu sebeple, önce anneyi gerçekten anne yapmalı, bir şefkat kahramanına dönüştürmeliyiz.

    Çünkü kadın kurtulursa, insan kurtulur.

    İnsanın düzeldiği yerde, her şey düzeltilmiş olur.

    Her insan, bir annenin eseridir.

    Annedir yürekleri şefkatle yoğuran,

    Annedir kalpleri sevgiye doyuran…

     

    * * *

    Osmanlı anaları yürekleriyle dağı, taşı, ovayı denizi, gölü, ağacı toprağı, suyu kavrayıp kuşatmıştı. Onların muhabbetiyle ve onlara muhabbetle, tabiat coşar, bereketini taşırır, aş, ekmek olur, varlığı doyururdu. Rahim isminin tecellisine mazhar o güzel gönüllülerle, her şey güzelleşir, gelişir ve fıtratına uygun bir biçimde bu dünyaya bir fayda sunar, görevini mükemmel biçimde yapıp giderdi.

    Önce Osmanlı anasının iklimi, ortamı, atmosferi bozuldu. Sonra da, her şey çirkinleşti, kabalaştı, katılaştı, sevgisizleşti… Yalnız meyveler değil, ruhlar da hormonlandı. Sun'ilik herkesi ve her şeyi kapladı. Tabiattan uzaklaşmak, bir bakıma tabiatın yaratıcısından da uzaklaşmak anlamına geldi…

    Tabii ki bu olumsuzluk, yavaş yavaş oldu, azar azar geldi, bu yüzden de hissedilmedi. Hatta olumsuz değişim fark edilmedi bile…

    "Bize bir nazar oldu

    Cumamız pazar oldu.

    Bize her ne olduysa

    Hep azar azar oldu."

    Osmanlı'yı çözüp dağıtmak isteyen düşmanlar, ailenin önemini fark ettiler. Toplumumuzu ayakta tutan ailenin temelinde annelerimiz vardı. Anne yetiştiren anne yürekleri tahrip edilmeden Osmanlı çökertilemezdi. Evet, bu gerçeği gördüler ve insan yetiştiren ocağı, ailemizi ortadan kaldırmak için hücuma geçtiler. Şunu da apaçık gördüler ki, anne varken aile tahrip edilemezdi. Öyleyse, ilk hedef anne olmalıydı.

    Kadın, cinsi bir meta haline getirilip, nefsinin esiri kılınırsa, annelik makamından da düşürülmüş olurdu. Bu yüzden, manevi topların ilk hedefi, şefkat kahramanı olan anneler oldu.

    Batılı toplum mühendislerinden birinin, içimizdeki işbirlikçilerine verdiği şu emir, bahsinde bulunduğumuz konuyu bütünüyle özetlemektedir:

    "Batılı bir topluma dönüşebilmeniz için, Kur'an'ı kapatın, kadınları açın!"

    Aslında bu teklif, tek maddeden ibaret de olabilirdi.

    Zira Kur'an kapandıkça açıldı kadınlar…

    Kur'an kapandıkça kapandı iyiliğin, doğruluğun, güzelliğin yolları…

    Annelerin şefkatli kucakları kapandı Kur'an kapandıkça…

    Bunu anlayamayanlar, kadınlarımızı açıldıkça açılmaya, daha da, daha da açılıp saçılmaya teşvik edenleri de anlayamadılar. Kılık kıyafet üzerinde neden bu kadar çok durulduğuna şaşırıp durdular… Oysaki yapılan tersinden doğruydu. Toplumu tahrip için, aileyi, aileyi bitirmek için de anneyi ortadan kaldırmak gerekirdi.

    Çıplaklığı çağdaşlık sanan kadın, büyük bir hızla annelikten uzaklaştı. Evlenmekten, evden, çocuktan kaçtı… Bu suretle toplum sevgiyi, şefkati, merhameti unutmaya başladı. Anneler gerçekten anne olmadan, insanlar yaratılış çizgilerini, yani normal olanı yakalayamazlar. Sevgisizleşmiş Batı toplumları bu gerçeğin en önemli göstergesidir. Bu sebeple de, onların Bağdat'ta bir damla petrol için, bin damla kan dökmeyi hoş görmelerine hiç şaşırmamak gerekir. Bu sebeple de, Bağdat'ın, Bağdatların kurtulması için, önce anne yüreklerinin kurtarılması gerekir diyoruz.


  6. Yassıada'daki dava konularından biri de ''örtülü ödenek'' ti.Uygunsuz para dağıtıldığı iddiasıyla Menderes sanık sandalyesine oturtulmuştu. Yassıada heyet örtülü ödeneklerden para alanlardan Necip Fazıl'ı şahit olarak mahkemeye çağırdı.Ünlü şair güçlü hitabetiyle Yassıada Makemesi başkanı Salim Başol'la ilginç bir diyaloğa girişti. Duruşma tutanaklarında Necip Fazıl 'la Salim Başol arasındaki konuşma özetle şöyle cereyan ediyor.

     

    Başkan:Ne iş yapıyorsunuz?

     

    Kısakürek: Bİrşey yapmıyorum.

     

    Başkan:Sanıkları tanıyor musunuz ?akrabalık vesaire suretiyle şahitliğe mani bir haliniz var mı?

     

    Kısakürek:Hayır.

     

    Başkan:Örtülü ödenekten size muazzam yardım yapılmış,gerçi ceste ceste almışsınız.Hangi hizmete mukabil aldınız?

     

    Kısakürek:Evet, ben örtülü ödenekden ben para aldım. Ne aldığımdan ziyede bir neden,ne yüzden aldığım mühimdir.Ben örtülü ödenekden methiyeci,kasideci, Eski roma cenazelerinde sahte ağlayıcıları gibi vicdan kiracısı olarak para almadım. Ve bunlardan hiçbirisini yapmadım.!943 ten 1960 a kadar taştan taşa vurulan,zindandan zindana sürdürülen mukaddesatçı.milliyetçi, Anadolucu,âhlakçı bir idealin himayesi yolunda para aldım ve bunu bir fikir hakkında en tabi...

     

    Başkan:bu notları yazmışsınız,okuyorsunuz,okuyamazsınız,öyle olmaz.Ara sıra oraya bakarsanız...Sizden fazla alan gazeteci var mı,biliyor musunuz?

     

    Kısakürek:Onu bilmem muhterem reisim.Şunu bilirim ki,ilk Türk gazetesi olan Takvi-i Vekayi'den bugüne kadar fikre müstenit bir tek gazete mevcut değildir ki ,şu veya bu şekilde hükümetten yardım görmesin.

     

    Başkan:Yazı yazmak şu şekilde olmaz.

     

    Kısakürek: Bu,kemmiyetten ziyade keyfiyet meselesidir.bu yazıları niçin yazmış olduğumu söyleyeyim. Adnan Menderes'le ilk temasım 1951 senesinde İzmirde verdiği bir bayanla başlar.Çünkü ben o zmanda muhaliftim.Zatıâliniz bana bir dava dolayısıyla 15 dakikada beraat kararı verdiniz.Adaletin ulvi simasını ben o zman sizde gördüm.

     

    Başkan:Malum beyanından bahsettiniz,bu neydi?

     

    Kısakürek: Bu İzmir de Müslümanlara karşı olan beyanı idi.O zaman ümidimizin mihrakı olarak gözümüze Adnan Menderes'i getirdik.

     

    Başkan:Bundan da din istismarcılığı çıkıyor.

     

    Kısakürek:Samimi bir adam istismarcı olamaz.Samimi olan herşeye istismardır demek mümkündür..1952 de Ankara'ya gittim.Çok yakınlık hissttiğim Tevfik İleri ile temas ettim ve günlük Büyük Doğu'yu kurdum.

     

    Başkan:Üniversite gençliği ki, süt gibi temizdir.Onlar sizin yazış istikametinizi beğenmiyorlar. Geçici buluyorlar,zaman zaman protesto etmişlerdir.

     

    Kısakürek:Üniversite gençliğinin bana gerici diyen kısmı,sesi fazla duyulan ve önde görülen kısmı. Üniversite gençliğinden on binlerce gencin benim idealime bağlı olduğunu;fakat sesini yükseltemediğini yakınen bilenlerdenim...

     

    Başkan: İdealiniz nedir?Formüle edin.

     

    Kısakürek: İdealimi arz edeyim: Garb'ın bütün müspet bilgilerini rönesans anlayışı içinde almak ve Şark'ın ruhunu aynen muhafaza etmek,bu inanca sahip etmek ve din aslına sahip etmek,bütün hakikat ve gerçeği idrak etmek,dinin paklığını ve saffetini ,asaletini Garb'ın büyük kafasında tekamül ettirmek ve bu ruha tatbik etmektir..


  7. Dönülmez Akşamın Ufkundayız

     

    dönülmez akşamın ufkundayız, vakit çok geç

    bu son fasıldır ey ömrüm nasıl geçersen geç

    cihana bir daha gelmek hayal edilse bile

    avunmak istemeyiz, böyle bir teselli ile

    geniş kanatları boşlukta simsiyah açılan

    ve arkasında güneş doğmayan büyük kapıdan

    geçince başlayacak, bitmeyen sükûnlu gece

    guruba karşı bu son bahçelerde keyfince

    ya aşk icinde harab ol ye şevk icinde gönül

    ya lale açmalıdır göğsümüzde yahut gül

    ah dönülmez akşamın ufkundayız vakit çok geç.


  8. Sağolasın Mecelle!

    Mecmua: Zaman GazetesiTarih: 25 Nisan 2009, CtsBunlar Çeşmebaşı dedikodusudur beyler, mahalle çeşmelerinin başında su keşiği beklerken şunu bunu çekiştiren kadınların gıybet ve iftirasından farklı değildir netice bakımından. Fasa fisodur, gayrı ciddidir.

     

    Adam gitmiş dağın başına kazıyor; bir defa kazı iznin var mı kardeşim; bu memlekette tarihî eser aramak, Kültür Bakanlığı’nın özel iznine bağlı. Sen alıyorsun eline kazmayı dere tepe cephanelik arıyorsun. Bulduğun da bir şeye benzese? Beşinci sınıf tarihî eser, kıytırık şeyler. İşte bu yüzdendir ki, usule uygun kazı yapılmadığı gerekçesiyle bulunan lav silahlarının hukukî bir mesned taşıması imkânsızdır. Belki de soba borusu, ne bileyim tarımda kullanılan geniş plastik su borusunun ucuna bir şeyler takar lav diye yutturursunuz ahaliye. Neticede cahil milletimiz; inanır.

     

    O tabancalar, tüfekler var ya; kesinlikle tarihî eserdir, kaçaktır. Patlamaz onlar, zaten mermileri yeşil küf tutmuş. Taşla ezsen yine infilak etmez. Öyle çakar almaz şeylerle darbe yapılır mı ayol? Hem kimmiş bu darbeciler, çeteciler? Akıl var, yakîn var! Darbeci diye tutup cezaevine konulan adamları toplayıp günübirliğine pikniğe götürseniz, ikindiye kalmaz yorulur, acıkır, hastalanır, perme-perişan olur bunlar. Kısm-ı âzâmı yaşlı, asır-dîde insanlar. Zaten görüyorsunuz, kime tutuklama kararı çıktıysa ertesi güne kalmadan vahim derecede sağlık problemleri nüksetti, apar-topar hastaneye kaldırıldılar, müşahede altında tutuluyorlar. Bu kadarı da bir tesadüf olabilir mi; olamaz elbette!

     

    Efendim patlayıcı maddelermiş, plastik bombalarmış; ne malum plastik oldukları, belki cam macunudur bunlar; bilirsiniz hani eskiden camcılar çerçeveyle cam arasına macun çekerlerdi, ondan işte. Belki oyun hamurudur, hatta pekmez bile olabilir. Siz tutuyorsunuz bu muhterem insanları bombacılıkla itham ediyorsunuz, yakışıyor mu?

     

    Üstelik bir de şöyle bir durum var; ne zaman sanıklar lehinde bir hava oluşsa, ne zaman basındaki arkadaşlar -eksik olmasınlar- dört bir koldan çalışıp çabalayıp güzel bir rüzgâr estirseler, patt diye bir cephanelik bulunuveriyor. Hay cephanelik kadar sizin başınıza… desem, buyrunuz bizi de darbecilikten alıverirler içeriye. Senin gömmediğin ne malum kardeşim o tarihî eserleri oraya. Hem sen nereden buluyorsun bakalım o silahları, şeyleri? Nereden bulup da gömüyorsun dağ başlarına, sonra gidip elinle koymuş gibi buluyorsun?

     

    El bombaları! Nedir el bombası? Demode bir silah. Gerçek olduğu nereden belli? Gidersin bir dökümcüye, verirsin resmini, iki gün sonra sana istediğin kadar sahte el bombası… Götür göm dilediğin yere, sonra kazmacıları, gazetecileri getir… Ooh!

     

    Bunları moral bozmak için yapıyorlar, tam, “bu kadar hasta, yaşlı ve muhterem bir insana bu reva görülür mü?” diye yekinecek oluyoruz, haydii bir cephanelik; tam psikolojik üstünlüğü ele geçiriyoruz, al sana bir dinleme kaydı. Onca emek, kampanya foss diye boşa gidiyor.

     

    Bilgisayardan anlayan arkadaşlar söylüyor; birader herkesin sesi taklid edilebiliyormuş; korkunç bir şey yahu. Sadece ses taklidi değil, görüntüler de böyle yapılabiliyormuş. Hatta bizim arkadaşın yeğeni var, o demiş ki, “İsterseniz Oktay Amca’yı Hitler’le tavla oynarken, şakalaşırken gösteren bir video yaparım ama biraz tuzluya patlar!” Bak bak bak… Teknolojideki ilerlemeler müthiş azizim…

     

    Ha, ne diyordum? Kardeşim adamı oraya silah gömerken gördün mü; suç üstü yakaladın mı? Yok! Belki de çobanlar gömdü oraya, ne mâlum. Çobandır bu, lav silahı da lazım olur, roketatar da… Geçiniz efendim geçiniz. Delil dediğin şudur, “kılıç kında iken”, dört erişkinin şahâdetini isterim ben azizim, anlıyor musun? Şekk ile yakîn hâsıl olmaz vesselâm; sağolasın Mecelle!


  9. MEDİNE'NİN GÜLÜ

     

    Andım yine Sen’i her şey yâdımdan silindi,

    Hayâlin gönlümün tepelerinde gezindi;

    Bu bir serâp olsa da hafakanlarım dindi..

    Andım yine Sen’i her şey yâdımdan silindi.

     

    Keşke hep aşkınla oturup aşkınla kalksam,

    Rûhlar gibi yükselip de ufkunda dolaşsam;

    Bir yolunu bulup gönlünden içeri aksam..

    Keşke hep aşkınla oturup aşkınla kalksam.

     

    Bir bilsem, vuslata ne zaman ferman gelecek?.

    Yoksa bu yanan gönlüm durmadan inleyecek;

    İnleyip en taze hislerle hep bekleyecek..

    Bir bilsem, vuslata ne zaman ferman gelecek?.

     

    Kalbim bir güvercin gibi titrerken adından,

    Ne olur Sana ulaşmam için kanadından;

    Bana bir tüy ver, pervaz edeyim hep ardından..

    Kalbim bir güvercin gibi titrerken adından.

     

    Ey kupkuru çölleri Cennet’e çeviren Gül;

    Gel o bayıltan renklerinle gönlüme dökül!

    Vaktidir, ağlayan gözlerimin içine gül!.

    Ey kupkuru çölleri Cennet’e çeviren Gül!

     

    Mecnûn gibi arkanda koşan kulun olayım,

    Bir kor saç içime ocaklar gibi yanayım;

    Sen’siz geçen bu acı rüyâdan kurtulayım..

    Mecnûn gibi arkanda koşan kulun olayım..

     

    Aklım uzakta kaldığı günleri saymakta,

    Rûhuma sisli-dumanlı bir kasvet yaymakta;

    Göster çehreni ki, güneş gurûba kaymakta..

    Aklım uzakta kaldığı günleri saymakta...

     

    Son demde hiç olmazsa gurûbum tulû olsun,

    Gönlüm ufkunun en taze renkleriyle dolsun;

    Her yanda tamburlar çalınsın; neyler duyulsun..

    Ne olur, hiç olmazsa gurûbum tulû olsun..!

     

    M.FETHULLAH GÜLEN


  10. Sen

     

    Zamanlar içinden göçtüm

    Duvarın taşın içinden geçtim

    Dağı taşı bıraktım

    Sana geldim

     

    Sevgi dolu çocukluğum

    Sevgi dolu içim dışım

    Babacığım

    Kollarına al beni

    Ben senin çocuğunum

     

    Zemherir kışlar geçirdim

    İliklerim üşüdü

    Sıcak adın kucağım

    Huzurmarın huzuru

    Sevgilerin sevgisi

    Adın

    Benim adım

    Benim huzurum

     

    "Uşşakı katar eyledi aşk içre Muhammed"

    Davullar çalınır

    Uzaktan

    Uzaktan

    Sabahın sevinci içimde

    Bayramın sevinci içimde

    Katar

    Katarın içinde

    Gözüm açık

    Gözüm kapalı

    Gözüm kapalı

    Götür beni

    Götür

    ___________________________________________

     

     

    Şehir

     

    allahtan pencereler açmışlar içi sıkılan evlere

    pencereler olmasaydı

    nasıl gezerlerdi

    karanlıklarda

    ayağa kalkmış büyük böcekler

    nasıl tırmanırlardı

    merdivenlerden

     

     

    tahta evler eski kutulardır

    apartmanlar yaldızlı nisan şekeri kutularıdır

    içinde siyah ve sarı başlı böcekler oturur

    başka küçük bir kutudan

    uzaktaki başka böceklerin

    cızırtılı seslerini duymaya meraklıdırlar

     

    sevgilim bir böcektir

    taşdan duvarlar içinde

    karafatmalarla yaşar

    beş senedir getirdiğim şekerleri yiyip

    elimi ısırmıştır

     

    karafatmalar onu benden ayırdılar

    o şimdi bana küsülüdür

    kutu duvarları içinde

    _______________________________________

     

    Ayna

     

    bana aynadan bir suret göründü

    benden başkası

    bilmem memleket-i çînden midir

    ya mâçînden mi

     

    sordum kimsin diye

    bir kahkaha atıp

    ben çîn padişahının kızı

    çoktandır âşıkınım

    dedi

     

    dedim çık

    o aynadan

    hayalimi çalan

    hayalim olmazsa olmasın

    yalnız

    var olduğuna inanmak için

    ellerim sana dokunsun

     

    bana çîn padişahının kızı

    gelemem

    dedi

     

    ancak bir gün

    hayalin gibi seni de

    bu aynanın içine alıp

    kaybolacağım

    _____________________________________________________

     

    Ayna

     

    aynadan bakan benim

    küçük gotamacık

    duvarlardan karşına çıkan

    aynalardan hayalini çalan

    mahabbet olup vücudunu saran

    küçük câriyen

    nigâr-i çîn

     

    nigâr-i çîn

    bin bir aynada oynar

    ayna ayna içindedir

    nigâr-i çîn

    nigâr-i çînin içinde

    ve zaman

    zamanın dışında

     

    uzat ellerini küçük gotamacık

    hayal hayal içinde

    dünya bir hayal dolabıdır

    aynalardan geçer

    küçük gotamacık

    çok sürmeden hayallerimiz

    aynaların arkasından geçer

     

    aynaya bakan benim

    hayal annemin oğlu

    bodhista gotama

     

    dünyada en güzel şey

    seni buldum

    artık hiç bir şey istemem

    küçük câriyem nigâr-i çîn

    uzat ellerini

    aynaların dışına çıkalım


  11. adımı unuttum

    adı olmayan yerlerde

    ne in

    ne cin

    ne benî adem

     

    zamanlar içinde

    kuşlar uçuyor

    kervanlar geçiyor

    bir iğne deliğinden

     

    çarşılar kuruluyor

    sarayları oyuncak

    insanları karınca şehirler

    zamanları gördün mü

    bir iğne deliğinden

     

    adımı unuttum

    adı olmayan yerlerde

    geçip gidenlere bakarak

    _____________________________________________

     

    annemin dili

    babamın dili

    İstanbulumun dili

    İstanbullumun dili

    İstanbulumun efendisi

    hanımefendisi

    sokaklarımın bekçisi

    yoğurtçusu, balıkçısı

    can dilimi konuşanım

    canım benim

    ninnilerimi bu dil söyledi

    masallarımı bu dil

    bu dille duydum türkülerimi

    bu dille okudum şairlerimi

    "zalim beni söyletme derunumda neler var"

    _____________________________________________

    ejderhalar çıkarıyorum

    duvar kovuklarından

    alevler çıkarıyorum

    yağmur karaltılarında

    hazîn

    yürüyorum

     

    uzattım ellerimi

    çok uzaklara gitmiş

    yıldızlar düşürmüş gelirken

    yıldızsız kalınca gece

    uyunur

    tavanı yok siyah gök

     

    sırt üstü yere yattım

    tavansız göğe düşüyorum


  12. Dertlerimi düğümledim tellere

    Sazım üşür sızlar aklım balacan

    Kışlarımı serdim gurbet ellere

    Yazım üşür sızlar aklım balacan

     

    Hasretindir çile çile ördüğüm

    Sılam ırak yollarımız kördüğüm

    Sen değilsin vatan değil gördüğüm

    Gözüm üşür sızlar aklım balacan

     

    Oy balacan

    Yazım üşür, gözüm üşür, özüm üşür

    Sözüm üşür, közüm üşür sızlar aklım balacan

     

    Kabul olmaz niyazında gurbedin

    Kart karayız beyazında gurbedin

    Kan munduran ayazında gurbedin

    Özüm üşür sızlar aklım balacan

     

    Yaz günümde kar yağıyor kar desem

    Yarar mısın şu bağrımı yar desem

    Vatan desem, sıla desem, yar desem

    Sözüm üşür sızlar aklım balacan

     

    Gülüşüm yok dudağımda güllenne

    Bakışım yok gözlerimde tüllenen

    Hasretinle yüreğimde küllenen

    Közüm üşür sızlar aklım balacan

     

    Oy balacan

    Yazım üşür, gözüm üşür, özüm üşür

    Sözüm üşür, közüm üşür sızlar aklım balacan


  13. BENİ BU HAVALAR MAHVETTİ

     

    Beni bu güzel havalar mahvetti,

    Böyle havada istifa ettim

    Evkaftaki memuriyetimden.

    Tütüne böyle havada alıştım,

    Böyle havada aşık oldum;

    Eve ekmekle tuz götürmeyi

    Böyle havalarda unuttum;

    Şiir yazma hastalığım

    Hep böyle havalarda nüksetti;

    Beni bu güzel havalar mahvetti...

    ___________________________________________________

     

    İSTANBUL İÇİN

     

    Nisan

     

    İmkansız şey

    Şiir yazmak,

    Aşıksan eğer;

    Ve yazmamak,

    Aylardan nisansa.

     

    Arzular ve Hâtıralar

     

    Arzular başka şey,

    Hâtıralar başka.

    Güneşi görmeyen şehirde,

    Söyle, nasıl yaşanır?

     

    Böcekler

     

    Düşünme,

    Arzu et sade!

    Bak, böcekler de öyle yapıyor.

     

    Dâvet

     

    Bekliyorum

    Öyle bir havada gel ki,

    Vazgeçmek mümkün olmasın.

     

    ORHAN VELİ KANIK


  14. Beyhude gamlanma divane gönül

    Cümle alemin rızkını veren vardır

    Yaptığın hatayı görmüyor sanma

    Kalpte gizli en derin sırları bilen vardır

     

    Mal-ı emlakım var deyu güvenme

    Arkam var deyu dayanma

    Sırt üstü insanı yere varan vardır

     

    Beyhude gamlanma divane gönül

    Cümle alemin rızkını veren vardır

     

    Derdime vakıf değil canan

    Beni handan bilir

    Hakkı vardır şad olanlar

    Herkesi şadan bilir

     

    Söylesem tesiri yok, sussam gönül razı değil

    Çektiğim alamı bir ben birde Allah’ım bilir

    • Like 1

  15. Bu Yavuz Bağadıroğlu'nun yazısı gibime geliyor. Ayrıca, sizde kendi dininizin misyoneri olun ifadesi ilginç geldi bana. Bağadıroğlu'nun güzel niyetinden şüphe etmem tabi ama, ifade biraz sıkıntılı.

    Dua ile...

     

    Evet Yavuz Bahadıroğlu nun yazısı.Çok güzel değinmiş unuttuklarımızı hatırlatan bir yazarımız...Dualar müşterek inş.


  16. Türkân Saylan aşağı, Türkân Saylan yukarı! Annesi, Katolikmiş... Ne yapalım. Katolikler de, Protestanlar da, Ortodokslar da, Yezidiler de, ateistler de bu ülkede yaşama hakkına sahiptir. Saylan’ın kendisi de Katolik olabilirdi. İnanç farkı, saldırılara mazeret teşkil eder mi? Hasta Katoliklerin hastalığına “oh” mu çekmek lâzım? Hem “Fatih Sultan Mehmed, Hıristiyanları Müslümanlardan ayırmadığı, “öteki”leştirmediği için yeni bir çağ açtı” diyeceksiniz, hem de bir kanser hastasını “öteki”leştireceksiniz.

    Türkân Saylan Hıristiyanlığı yayıyormuş, misyonerlik yapıyormuş. Siz de kendi dininizin misyoneri olun; dernekler, vakıflar kurun, daha fazla çocuğa burs ve imkân vererek onu geçin.

    Elbette kimsenin suç işleme imtiyazı yoktur. Ama suç sabit olana kadar da herkes “masum”dur. Bu ilkenin hasıraltı edilmesinin en çok dindar Müslümanları mağdur ettiğini ne çabuk unuttuk. Hani, “düşene vurulmaz”dı dostlar, neden vuruyorsunuz?..

    Biz değil miydik, şartlar ne olursa olsun daima mazlumun yanında yer almaya yemin eden “hakikatli” dindarlar?.. Biz değil miydik, “dövene elsiz, sövene dilsiz” dersi verenler?.. Biz değil miydik “Yaradandan dolayı yaradılanı” hoş görenler? Farklı düşünenleri aşağılamak, farklı giyinenleri yargılamak, farklı inananları sorgulamak yazılı mıydı lügatimizde?

    Ağır ve yoğun kemoterapiden dökülen saçları yüzünden insanlarla dalga geçmenin, hastaya “Oh olsun!” demenin yeri var mıydı kitabımızda?

    Kendisini taşlayanları bile “Onlar ne yaptığını bilmiyor” diyerek mazur gören, sevgili amcasını öldürenleri bir süre sonra affeden “Sevgi Peygamberi”nin ümmeti değil miydik biz?

    Örneğimiz o şefkat-hamiyet manzumesi değil mi artık?

    Her şey kendimizi “güçlü” hissedene kadar mıydı sahi?

    Kendimizde “güç” vehmettiğimiz an, “güç odakları”nın bir türevine mi dönüştük?

    Neler oluyor dostlar?..

    Siyasal ve parasal anlamda güçlendiğimiz ölçüde, imanımız “güç” mü kaybetti?”

    Ne oldu tüm hayatı içindeki canlı ve cansızlarla birlikte kucaklayan “sevgi” anlayışımıza?

    ¥

    İleri derecede bir kanser hastasına, belki de ölüme mahkum bir kadına bu hışımla saldırının anlamı nedir? (İsnat edilen “suç” sabit bile olsa)... Yani tümü yalan mıydı “şefkat” ve “merhamet” üzerine attığımız nutukların?

    Saldırdığınız kadına bir daha dönüp bakar mısınız: Avurtları çökmüş, elmacık kemikleri çıkmış, gözlerinin feri sönmüş, saçları-kaşları dökülmüş; sözün tam manasıyla bir deri bir kemik kalmış hasta bir kadın var karşınızda...

    Ben baktım: Bakarken de geçmişini düşündüm: Buna rağmen içimde ne Ergenekon dalgalandı, ne intikam hissi uyandı; sadece merhamet hissettim ve şifa diledim.

    Tamam, ezelden öfkelisiniz ona!.. Sizi çok kızdırmış, çok incitmiş, çok yormuş, çok ezmiş... Güç odakları yanında iken “Allah yarattı” demeden vurmuş ha, vurmuş!

    Anladık, lakin “dindar Müslüman”la “sıradan Müslüman”, ya da “sıradan insan”ın farkı zaten burada kendini göstermiyor mu? Dindar Müslüman, ezilse de ezmemeli, yorulsa da yormamalı, dövülse de vurmamalı, incinse dahi incitmemeye dikkat etmeli değil mi?

    Çünkü “Ahsen-i takvim” üzere yaşamayan insan da “Ahsen-i takvim” esası üzerine yaratılmıştır. En azından bu tarafına saygı gösterilmelidir.

    İşte bu anlayış dindar Müslümanları diğerlerinden ayıran çizgidir.

    O sevilmese de sevmeyi, anlaşılmasa da anlamayı, görmezden gelinse de görmeyi, tahammül edilmese de tahammül etmeyi, küçümsenmelere, incitmelere, aşağılamalara, kindarlıklara karşı sabretmeyi bilir...

    Bediüzzaman’ın deyişiyle, “Cennet ucuz değil, Cehennem dahi lüzumsuz değildir!”

    Başkaları Deniz Feneri’ne farklı, Ergenekon’a farklı bakabilirler... Bu konuda ve her konuda çifte standart kullanabilirler...

    Deniz Feneri olayında mazlum olanları bile mahkum ederken, Ergenekon olayında “Ergenekon avukatlığı”na soyunabilirler... Bunlar bizi bağlamaz. Biz kendimize bakmalıyız. Biz çifte standart kullanmamalıyız.

    Başkalarının yaptığının tersini, aynı ilkesizlik, omurgasızlık içinde yapmak, bizi de aynı noktaya götürür. İlkesizlikle eleştirdiklerimizin saflarına düşeriz.

    Dostlar, “müstehak” bile olsalar, düşenlere düşkün hallerinde o kadar insafsızca vurdunuz ki, korkarım Allah’ın şefkatini tahrik edeceksiniz.

    Oysa biz, hiçbirimiz hüküm mevkiinde değiliz!.. Öyleyse “cezalandırıcı” yahut “mükâfatlandırıcı” konumda da olmamalıyız.

    Kendimizde nasıl bir güç vehmediyorsak artık, insanlar hakkındaki hükmü ne mahkemelere bırakıyoruz, ne de (hâşâ) Allah’a...

    Karar verip infaz ediyoruz!

     

    Ben Saylan taraftarı değilim lakin müslümansak ve bunuda bünyemizde 'müslüman öylesine canlı ve diri ol ki seni öldürmeye gelen sende dirilsin' cümlesi ile ezenlere karşı, duruşumuzla onları mahçup edip kendi kurşunlarıyla vurulmalarını izlemek daha manidar geliyor bana...

     

    saygımla hatam var ise affola...


  17. Adım Eric Elm Danimarkalıyım boyum 133 santim sizin tabirinizle cüceyim Altmış beş yaşındayım Alışverişe çıktığımda küçük çocukların kimisi tekme atar kimisi Merhaba küçük adam der Bir sirkte palyaço olmamı istediler kabul etmedim Ticaretle uğraştım sonra Odense'de arşiv dairesinde çalışıp emekli oldum Para problemim yok fakat süpermarkette boyumun ulaşamadığı bir malı almak istesem Danimarkalılar yardımcı olmaz onların işi varmış fakat Müslüman hem yardımcı olur hem de işini bırakıp benimle dolaşır ben kasadan çıkınca o da alışverişe döner Arkadaşım beni arabasına almazken bir Müslüman istediğim yere beni götürür Gerçi bana uygun özel arabam var ama Müslümanların benimle alay etmemesi üstelik bir de yardımcı olmaları dikkatimi çekiyor Çok güzel Danimarkaca konuşan Müslüman bir hanım bana İslamiyet'le ilgili kitaplar verdi hepsi İngilizceydi Bir Hıristiyan olarak onları okudum Hem okuyup hem de içkimi içerdim Kitaplardan birini bitirdim ve kendi kendime sordum İtiraz edeceğim bir konu var mı Yok Devam ettim bazı cümlelerin altını çizdim onları Müslümanlara sordum Beni evlerine davet ettiler Çaylar içtik kurabiyeler yedik Yemek zamanı gelince kalkmak istedim ısrarla beni oturttular Akrabalarımda ve kırk yıllık arkadaşlarımda görmediğim yakınlığı bunlarda gördüm Çocuklar bana dede diyor diğerleri de saygılı davranıyor İnsanlarla beraber yaşamanın tadını tattım Kendimi güvenli bir hayatın içinde buldum Namaz dikkatimi çekti Sordum her türlü pislikten uzak durulacakmış gusül abdesti namaz abdesti yani mecburi bir temizlik Sonra namazda okunan ayetlerin manası Allah'a hamd için secdeye gitmek Allah'ın sıfatları Peygamberin bir kul olması bunların bütünü beni öyle sardı ki Müslüman oldum Artık ismim Muhammed Abdullah Muhammed hamd eden demekmiş Abdullah da Allah'ın kulu tam bana göre severek bu isimleri aldım Saatimi kurdum güneş doğmadan kalkıyorum pencereyi açıyorum o saatlerde dünyada bir sır var göğsümde bir şeyler oluyor sevinçliyim Sana Kur'an'a Hazret—i Muhammed'e inanıyorum Allah'ım diyorum Tarif edilmez bir hal ve rahatlık içindeyim Güneş doğmadan balkonumdan etrafı seyrediyorum İnsanlar görünmeyince dünya daha güzel Sabah namazını evde kılıyorum secde etmem başımı eğmem yere koymam ne güzel Sakal bıraktım bembeyaz Küçük adamın kocaman sakalı Diğer vakitlerde Odense'deki Türk veya Pakistan camilerinden birine gidiyorum Samimiyet ne güzel sohbet ne güzel Namazdan sonra çay içip sandviç cinsinden bir şeyler yiyoruz Garson gelince erken davranan parayı veriyor ikram etmek ne güzel Hayatı sevdim dünya güzel Sureleri ezberlemede zorluk çektim Her gün fatihayı yüz kere okudum Üç günde ezberledim Şimdi Kur'an da okuyorum Arapçaya başlayacağım Organlarımı yaratan ve yaşatan Allah'mış Bunu düşündükçe Allah'a yakınlığımı daha iyi anlıyorum Muhammed Abdullah'ın anlattıklarını okudum bitirdim gazetedeki resme baktım Yuvarlak bir masa seten kaplı sandalyeler klasik bir kanepe duvarlarda yağlıboya tablolar çocuk sandalyesinde manen büyük maddeten küçük beyaz sakallı gözlüklü bir mü'min Karanlık tünelden aydınlığa çıkmanın sevinci yüzünden okunuyor Danimarka'da da güneş doğuyor...


  18. seni bir kilimin nakışlarında

     

    devlerin şimşekli bakışlarında

     

    kanı sevgi olan hatıraların

     

    göklere uzayan yokuşlarında

     

    bulamaz ayağı prangalılar

     

     

     

    yayını terkederken kırılan bir ok gibi

     

    doğarken ölen bir çocuk gibi

     

    çekingen çeşmelerin suyunda eriyen güz

     

    yorgun patikalarda sevda arayan öksüz

     

    bulamaz izlerini tilkiler kurt ininde

     

    yağmur hala murada ermedi teninde

     

     

     

    mağrur bir kıvılcım görünce seni

     

    başın alıp gitmiş karanlıklara

     

    mehtabı beklemiş seneler boyu

     

    yüreğinde duymuş hep o korkuyu

     

    ardına bakınca gamlı bir akşam

     

    duymuş tenhalarında çalan şarkıyı

     

     

     

    ceviz sandık bomboş ; kapılar kırık

     

    senden artakalan mor bir hıçkırık

     

     

     

    okunmamış esrarlı bir öykünün

     

    memnu satırları gibidir yüzün

     

    vuslatın eflatun gecelerinde

     

    uykusunu kaçırmışsın gündüzün

     

    oysa ne yerdesin , ne gökyüzünde

     

    derindesin rüya kadar derinde

     

     

    ---------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

     

    PİŞMANLIK VE HÜZÜN

     

     

     

    Elim silahlı sermayem: Gurur

     

    Ne çiçekler benim; ne ben çiçeğim

     

    Bir gün hesap için divan kurulur

     

    Ayaklar altında kalır yüreğim

     

    Elim silahlı sermayem: Gurur

     

    Korkarım beni de alnımdan vurur

     

     

     

    Pişmanlık ve hüzün hep yığın yığın

     

    Bütün varlığımdan soyuluyorum

     

    Ortasında kaldım bir bataklığın

     

    Kurtarın dostlarım, boğuluyorum

     

    Pişmanlık ve hüzün hep yığın yığın

     

    Bahçesi harâbe tüm insanlığın

     

     

     

    Karşımda yokluğun alev gözleri

     

    Zindanlar içinde zavallı ruhum

     

    Mükâfat mı, bana şu kan gölleri

     

    Yoksa işkence mi, avutulduğum

     

    Karşımda yokluğun alev gözleri

     

    Bana diş biliyor yıllardan beri

     

     

     

    Dilene dilene eğilmiş belim

     

    Yüzüm kaktüs yaprağına benzemiş

     

    Bİlmiyorum, neden böyle tembelim

     

    Kim bana 'çalışma, yaşarsın' demiş

     

    Dilene dilene eğilmiş belim

     

    Artık görmüyorum, sağırım, kelim

     

     

     

    Acaba çıkar mı yollarım düze

     

    Yoksa yokuşlar mı öldürür beni

     

    Birgün kavuşursam belki, gündüze

     

    Talih bir defacık güldürür beni

     

    Acaba çıkar mı yollarım düze

     

    Sonsuzluğa, mutluluğa, denize.


  19. Çok sevenlerin boynu hep büküktür. Ve tarifsiz acılar içinde, iki dünya arasının yapayalnızıdırlar. İçinde bitimsiz sevgi taşıyor olmak da diğer hususiyetler gibi bir insani varlık sorunudur.

    Aşkın aşk kişisi olmak bir nevi seçilmişliktir. Çevredekilerden farklı oluş senin için sadece soyut bir özgürlük/özgünlük olanağı değil; sahibini zamanla yalnızlığa, keskin ve acılı bir varlık hesaplaşmasına, aslında arzu edilmeyen bir toplum dışılığa iten ciddi bir yadırganma anlamı da taşır. Zamanla sinsi bir yabancılaşma boy atmaya başlayacaktır 'öteki'lerle arana. Eğer böyle bir sevgi bitimsizliğinden söz ediyorsak; var oluşsal sevgi seçilmişliğinin öteki yüzü; tek kelimeyle, anadan üryan, buz gibi bir yalnızlıktır.

    Yüksek sesle söylenilemeyecek şeyler düşünür o/onlar.. -O ve onlar diye ayırışımızın sebebi; aslında ikircikli bir tereddüdün sonucudur. Aslına bakarsanız sayılarının o kadar çok olması ontolojik olarak mümkün değildir.- Ama biz gene de iyimser düşünüyor ve sayılarının çok olacağı savı üzerinden yorumlar yapmayı tercih ediyoruz. Böylesi insanlık namına daha çok işimize geliyor çünkü.

    Düşündüklerini dile getirdiğinde duyanların hoş karşılamayacağını bil/ir/ler. Diyelim düşündü ve dille ifade etti; duyanların dudakları ya komik bir küçümsemeyle büzülecek veya hafifmeşrep bir göz süzüşle dışlayarak “işin mi yok” kabilinden bir el hareketiyle yok sayılıverecektir.

    Oysa karşı konulamaz bir şekilde sevmiştir o esmer kızı. Siyah ipek saçları -ten rengi ne olursa olsun saçlar illaki ipektir- takılmıştır bir kez gönlüne. Alelade bir hareketi, bir gülüşü, aslında başkalarına komik, hatta gülünç bile gelecek bir devinişi ona olağanüstü ve dünya harikası geliverir.

    Nasıl olmuştur bu? Hâlbuki aynı kızı daha önce binlerce kez görmüştür. Derken bir akşam onu başka bir ışık altında, bir kız arkadaşıyla konuşurken görmüş, değişik, haşarı bir kahkahayla başını yana eğdiğini fark etmiştir. Küçücük zarif elini -aslında hiç de zarif olmayan bir hareketle- ensesine götürdüğünü, bunu yaparken, ince beyaz dantelâlı yeninin geriye doğru dirseğinden aşağı kaydığını görmüştür. Bir kelimeyi, alelade bir kelimeyi nasıl belli bir biçimde vurguladığını, bunu yaparken sesine sıcacık bir tınının gelip yerleştiğini duymuş, kalbi daha küçük, budala bir oğlanken topaç çevirdiği erkek arkadaşlarını gördüğünde duyduğu sevinçten çok daha güçlü bir sevinçle sıkışmıştır.

    Artık o akşam ve sonraki bütün akşamlarda onun o kalın, uzunca kesimli siyah örgülü saçı, gülen kara gözü, ensesine uzanan eli, dirseğine kadar sıyrılan yeni, incecik teni ve burnunun üzerinde hafif kemer çizen çillerle dolu görüntüsünü de beraberine alacaktır. Sonraki geceler boyu o sesindeki tınıyı duyumsayacak, o alelade kelimeyi söylerkenki vurguya usulca öykünmeye çalışacak, bütün bunları yaptığı için ürperecek, titreyecek ve hayatının dış etkilere bağlı olarak oluşan ilk uykusuz gecelerine “merhaba!” diyecektir. Bu, yepyeni bir deneyimdir adına aşk denilen.

    Aşkın ona birçok acılar, birçok işkenceler ve aşağılanmalar getireceğini bilmez. Ayrıca huzurunu bozacağını da, yüreğini içinde acıdan başka bir şey olmayan ezgilerle doldurup taşıracağını da bilmez. Artık hiçbir işi dört başı mamur bir şekle sokamayacağını, bundan yavaş yavaş bütünlüğü olan bir şey yaratmasına izin vermeyeceğini de bilmez. Yakasına neyin yapışacağını bilmeden aşkı gene de sevinçle kabullenmiştir. Eski alışkanlığına dört elle sarılmış görünür, can havliyle götürmeye çabalar. Okulda dersin zerresi girmez aklına. Hocalar başka telden çalmaya başlar, kendisi başka.

    Aşkın kişiyi zenginleştirip canlandırdığı doğrudur. Ama derslerden alınan notlar zayıflar da zayıflar. Zamanla bütünlüğü olan bir şey yaratmak yerine zenginleşip canlanmak ister, kalbinin sıkıştığı anlarda bunu özler durur.


  20. Yalnızım.

    Gündüzler, geceler boyu yalnız,

    Ne elimden tutan dost, ne yüzüme gülen kız

    Dolaşıp durduğum sokaklar ıssız.

     

     

     

    Sokaklar unutturmaz yalnızlığımı,

     

     

     

    Bekarım.

    Beklemez yolumu penceresinde karım.

    Ne bir türkü duyarım bekar odamda ince

    Ne dağınık eşyama değer kadın eli

    Ne olurdu her akşam eve gelince

    Masal gözlü bir çocuk ‘Baba’ desydi.

     

     

     

    Rüyalar unutturmaz bekarlığımı

     

     

     

    Çirkinim.

    Usandım tek başıma türküler çağırmaktan

    Biliyorum güzel değil gözlerim, dudaklarım

    İçinizden çıkıp gitsem bir gün diyordum

    Başladığım bütün türküler yarım

    Öyle bakmayın yüzüme kahroluyorum…

     

     

     

    Türküler unutturmaz çirkinliğimi…

     

     

     

    Üstelik şairim bilemezsiniz

    Her akşam rüzgar gibi sokaklara düşürek

    Elleri ceplerinde birisi gezer

    Bir yürek taşı gögsünde duygulu, ürkek

    Ceylan Yüreğine benzer

     

     

     

    Mısralar anlatmaz şairliğimi.


  21. Önce en basit kuralları sıralayalım.

     

     

    Dürüstlük iyidir.

     

    Açıklık iyidir.

     

    Netlik iyidir.

     

    İkiyüzlülüğe tenezzül etmemek iyidir.

     

    Kaypaklığa, kayganlığa kaçmamak iyidir.

     

    Bunlarda anlaşıyor muyuz?

     

    Anlaşıyorsak devam edelim.

     

    Askerî darbelerin her türü alçaklıktır.

     

    Kendi halkına silah doğrultmak ihanettir.

     

    Bunda anlaşıyor muyuz?

     

    İşte burada bir sessizlik oluyor.

     

    Kendine “sol” diyen, kendine “aydın” diyen, kendine “yazar” diyen insanların bir kısmında bir kayganlık ve kaypaklık beliriyor bu noktada.

     

    Sizi bilmem ama bende bir tür iğrenti duygusu yaratan bir kaypaklık bu.

     

    “Ergenekon” meselesi ortaya çıktığından beri ortalık iyice bir kaypaklaştı.

     

    Çünkü Ergenekon dediğiniz şeyin ana damarı darbecilik.

     

    Ergenekon’u savunmak için kıvranıp duran bu “solculara, yazarlara, aydınlara” açıkça, net bir şekilde sormalıyız.

     

    Darbe konusunda ne düşünüyorsunuz?

     

    Bir askerî darbeden yana mısınız?

     

    Değil misiniz?

     

    12 Eylül’ü “lanetleyen”, 12 Eylül’de acı çekmiş çok insanda darbe heveskârlığı görmek insanı şaşırtıyor.

     

    Bunlar ya mazoşistler...

     

    Ya da “12 Eylül’de solcuları astılar, o kötüydü, bu sefer dindarları, Kürtleri, demokratları asacaklar, o iyi” diyen ikiyüzlü, aşağılık, vicdansız bir inanışları var.

     

    Sanırım “darbe” konusunda bir türlü açık konuşamamalarının arkasında, “bunun nasıl aşağılık bir iş olduğunu fark eden” bir düşünceyi hâlâ içlerinden silememiş olmaları yatıyor.

     

    Yakında o “düşünce kırıntısından” da kurtulup maskelerini iyice atarak yüzlerini bize gösterirler.

     

    O güne kadar onlara sormalıyız.

     

    Darbeden yana mısın, değil misin?

     

    Darbeden yanaysan, yap darbeyi.

     

    Cezası neyse çekmeye de razı ol.

     

    Bu sefer darbeyi de, darbecileri de affetmeyecekler çünkü.

     

    Yok, “darbeye karşıyım” diyorsan, o zaman Ergenekon’u niye savunduğunu, dilini kulağından çıkarıp açıkça anlat.

     

    Ergenekon’la darbe arasında bir bağ olmadığına mı inanıyorsun?

     

    Ergenekon sanıklarının, bir darbe hazırlığında olmadıklarına mı inanıyorsun?

     

    Eğer öyle inanıyorsan, bulunan cephanelikleri, Danıştay baskınını, Cumhuriyet Gazetesi’ne atılan bombayla Ergenekon cephaneliğindeki bombaların aynı seri numarasına sahip olmasını, darbeci paşaların hazırladıkları “lahikaları”, fişlemeleri, kayıtlara geçen konuşmaları, yazışmaları, toplantıları, Özden’in ve Balbay’ın günlüklerini, İlhan Selçuk’un “paşaya” söylediklerini, Manisalı’nın General Ersöz’e tavsiyelerini, rektörlerin “hemen harekete geçelim” önerilerini nasıl açıklıyorsun?

     

    Ne bunlar sence?

     

    Oyun mu?

     

    Eğlence mi?

     

    Ergenekon sanıkları arasında bulunan JİTEM’cilerin Güneydoğu’da öldürdükleri insanlar “hayal” mi?

     

    O kuyulardan çıkan kemikler ne?

     

    “Darbeye karşıyım” diyorsan ve Ergenekon’u savunuyorsan bunlara ne diyorsun?

     

    Kıbrıs’ta yapılanlar hakkında, “oğula babasını öldürtecek” beyin yıkamaları hakkında, dağıtılan milyonlarca dolar hakkında ne düşünüyorsun?

     

    Bir sendika başkanının milyonlarca doları darbecilere vermesi sana normal mi geliyor?

     

    Profesörlerle darbecilerin işbirliğini olağan mı karşılıyorsun?

     

    Niye Ergenekon’u savunuyorsun?

     

    Niye gerçekleri gizlemeye çalışıyorsun?

     

    Söyle bize, bunları niye yapıyorsun?

     

    Darbecilerin gelip dindarları, Kürtleri, demokratları asması çok mu mutlu edecek seni?

     

    Çok mu sevineceksin?

     

    O insanların öldürülmesi için çalışanları desteklemek sana “solculuk” gibi mi gözüküyor?

     

    Böyle bir şeyi desteklemek insanca mı geliyor sana?

     

    Yeryüzünde darbecileri destekleyen kaç aydın gördün?

     

    Faşistlerle kolkola giren kaç sanatçı tanıyorsun yeryüzünde?

     

    Biliyorum var birkaç tane ama onlar da “lanetliler” arasında çoktan yerlerini aldılar.

     

    Onların arasına mı katılmak istiyorsun?

     

    Kendine sanatçı diyen, aydın diyen, yazar diyen, gazeteci diyen daha da önemlisi kendine “insan” diyen biri için “darbeyi desteklemekten” daha büyük bir günah, daha büyük alçaklık, daha büyük bir suç yoktur.

     

    “Ben AKP’ye kızıyorum onun için darbeyi destekliyorum” demek insanı alçaklıktan kurtarmaz.

     

    AKP’ye karşıysan ona oy verme, ona karşı bir partiye gir çalış ama “halk benim seçtiğim partiyi seçmez onun için darbe olsun” dersen küçük bir Kenan Evren olursun.

     

    Oluyorsun da.

     

    Üstelik o, darbeyi yapmıştı, sen sadece “işbirlikçisin”, darbecilerin peşinde “paşam, paşam” diye dolaşan bir arsızlıkla kirlenmişsin.

     

    “Dindarları, Kürtleri, demokratları assınlar”, bunu mu istiyorsun?

     

    Sen buna “solculuk” mu diyorsun, sen buna “sanatçılık” mı diyorsun, sen buna “ilericilik“mi diyorsun?

     

    Bunlar ilericilikse, “rezillik” nedir be oğlum, kaypaklık nedir, alçaklık nedir?


  22. Sultan Çelebi Mehmet'ten sonra padişah sülalesinin erkek evlatlarına "şahın oğlu, padişah oğlu" anlamında şehzade denildiğini biliyorsunuzdur. (Daha önce "Çelebi" denilmiştir).

    İtiraf etmeliyiz ki; bizim gibi erkek egemen toplumlarda eşi erkek çocuk doğuran bir baba kendisini bir hükümdar, oğlunu da şehzade gibi hisseder. Nesillerin gitgide efemine olmaya başladığı, dişil kromozomların eril hücreleri istila ettiği böyle bir çağda erkek çocuk sahibi olduğu için sevinci ikiye katlanan bir babayı ayıplamayacağız; lakin aynı babanın kendisini hükümdar gibi hissettiren oğluna bir şehzadeye yakışacak eğitimi vermemesinden biraz şikâyet edeceğiz. Doğuşta şehzade zannedilen çocuğun gitgide ayak takımına karışmasına müsaade eden babalaradır sözümüz. Söyleyeceklerimizin parasal zenginlik veya imkân sahibi olmakla da alakası yoktur; yalnızca bakış açımızı değiştirmemiz, onlara işe yaramaz mahlûklar değil de şehzade gibi muamele etmemiz, öyle hissettirmemiz yeterlidir belki de. Modern çağın şehzadelerini yetiştirmemiz için bazen bu kadarı bile yeterlidir. Baba ile oğul arasındaki her şey, belki de oğulları şehzade gibi görme alışkanlığımızı kaybetmemizden kaynaklanıyordur, kim bilir. Gelin şimdi, ben size bir şehzadede bulunan özellikleri sayayım, siz de şehzadelerinizi bunlardan hangileriyle donatabildiğinizi gözden geçirin.

     

    ***

     

    Eskiden bir şehzade doğduğu zaman özel merasimler yapılır, toplar atılmak sûretiyle doğum İstanbul halkına ilan edilir, bu vesileyle fakir fukaraya ve medrese öğrencilerine yardımlarda bulunulurdu. Şehzadelerin doğumdan hemen sonra mahkeme sicillerine kaydolunması da gelenektendi.

     

    Osmanlı şehzadelerinin beş, altı yaşına gelince elifbadan başlayarak dinî bilgiler başta olmak üzere tarih, edebiyat, şiir, astronomi, matematik ve bazen de yabancı dil öğrenmeleri sağlanırdı. Bunun yanında sportif talimlere çok önem verilir, çocuğun hem zihinsel, hem bedensel gelişimi desteklenirdi. İçlerinden kabiliyetli olanlara bir sanat veya zenaat öğretilmesi de mutlaka sağlanırdı. Osmanlı'nın yükseliş dönemlerinde bir şehzade yetişip takriben on yaş ile on beş yaş arasına geldikten sonra bir sancağa gönderilir ve eğer yaşı küçük ise yanına bir de lala verilirdi. Lala, devlet işlerinde tecrübeli ve hanedana sadık biri olur ve şehzadeye daima yol gösterirdi. İmdi, kendi şehzadelerimizin lalası olmak her vakit elimizdedir; yeter ki kuşak çatışmasına zemin hazırlamayalım ve bu yüzden çocuklarımızı aşağılamayalım, onları biraz olsun anlamaya çalışalım.

     

    Şehzade gençlik yıllarında genellikle bir sanat dalıyla meşgul olur ve kişiliğini onunla tamamlardı. Bu yaşta sancakta bulunan şehzadeler artık "Çelebi Sultan" olarak anılırdı ve bunlar belli zamanlarda divan kurarlar, kendi sancaklarına ait işleri görürler, zeamet ve tımar tevcih ederler, berat verip bir yere gönderdikleri hükümlerde ve verdikleri beratlarda isimlerini havi tuğra çekerlerdi. Ancak yapacakları bu tayin ve tevcihlerin payitahta bildirilerek esas deftere işaret edilmesi lazımdı. Demek ki biz de çocuklarımızı gençlik dönemlerinde bir sanata yönlendirmeli, onların okullarıyla birlikte bir sanat dalında kendilerini ifade etmelerine imkân tanımalıyız. Öte yandan aynı çağlarda pekâlâ onları gurbete gönderebilir, orada kendi başlarına hayatı tedvir etmelerine fırsat tanır, arada sırada da nezaret veya müzaheret ederek yol gösterebiliriz.

     

    Eski çağlarda saltanat hırsı, dışardan ve içerden tahrik, can kaygısı gibi sebepler şehzadeler arasında sık sık mücadelelere kapı aralar ve onları birbirine düşürürdü. Bugün çok şükür böyle bir problemimiz yok. Yine de çocuklarımız arasında rekabet veya eşitsizlik tesis edecek her hareketten kaçınmak gerekir. Onları birbirlerine özendirebilir, gıpta ettirebiliriz, ama kıskandırmak asla!..

     

    Devlet nizamının sarsılmaması ve devletin bölünüp, parçalanıp yok olma tehlikesiyle karşılaşmaması için şehzadelerin kardeşlerini öldürmelerinin caiz olacağı Fatih Kanunnamesi'nde belirtilmiştir. Şehzadelerin öldürülmesi meselesi, devlet nizamını ve devletin geleceğini ilgilendirdiği için üzerinde önemle durulmuştur. Devletin bütünlüğüne kasteden bir başkaldırı veya olay karşısında suçluya verilecek ceza çekinmeden şehzadeye de verilmiştir. Çünkü onların iktidarı değiştirmek üzere giriştikleri isyanlardan düşman devletler istifade etmişler ve muhalefete geçen şehzadelere maddî ve manevî yardımlarda bulunmak sûretiyle devleti çökertmek istemişlerdir. Bugün evlatlarımızı birer şehzade gibi göreceksek onların devlete sadakati adına da bilinçlendirilmesi gerektiğini söylemeye gerek yoktur sanırım.

     

    Şöyle ağzı dola dola kendi evladına "Şehzadem!.." demeyi istemeyen bir baba olabilir mi? O halde, elimizden geliyorsa onları şehzadeler gibi yetiştirelim!..


  23. Selamlar Sayın kurşunkalem,

    Açmış olduğunuz konu, daha önceden açılan bu başlıkla birleştirilmiştir. Üyelerimizin açtıkları bir konu eğer daha önceden açılmış ise, konu ya silinir (çünkü önceden açılmıştır) ya da burada olduğu gibi daha önceden açılan aynı konu ile birleştirilir. İlk açılan konu ile sizin eklediğiniz konu aynı olmasına rağmen, eklediğiniz konudaki bazı ifade farklarından ötürü konunuz silinmemiş ve buraya eklenmiştir. Forumun eklenen aynı yazılar mevzuundaki işleyiş tarzı böyledir.

    Saygılarımla

     

     

    Teşekkür ederim reyhan kardeş.Tahmin etmiş fakat anlayamamıştım.


  24. Kitabı okuduğumda bu iki cümleden çok etkilenmiştim. O anı yaşar gibi olmuştum ve gözlerim dolmuştu. Çok dokunaklı...

     

     

     

     

    yahu onur kardeş bu bölümde anlamadığım bişey oldu sanıyorum

    Selma nın gözleri diye yazdığım yazı şimdi başka isimle selma adı altında yazılmış

    daha önce yazıldı mı denmek istiyor yahut da ben mi anlamadım yahu.:)(((((((

×
×
  • Create New...