Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]

kurşunkalem

Editor
  • Content Count

    467
  • Joined

  • Last visited

  • Days Won

    4

Posts posted by kurşunkalem


  1. Bir misafir geldi ki nazlı mı nazlı, işveli mi işveli.

    Sormadan, kapısının kulpu olmayan gönüllerimizn başköşesine oturttuğumuz misafirimiz Ramazan...

    Hoşgeldi sefa geldi de o bizden razı olacak mıdır tek derdim budur.

    Acaba haramdan gözümüzü sakınıp,dilimizi zincirleyip,kulaklarımızı hiddet sesinden uzaklaştırabilck miyiz?..

    Tartışmasız herkesin yüzünde binbir tebessümle, bu ayın idrakine varabilecek miyiz?

    Komşumuz açken biz tok olup derinlemesine onun iin bişeyler yapmalıyım,sızısını yüreğimizde hissedebilek miyiz?

    Bİr günü ''bugün dünkünden farklı geçirmem lazım'' kararı ile, ilk ışıklara merhaba diyebilecek miyiz?

    Vurana elsiz sövene dilsiz olabilecek miyiz?

    Cebimizi bir başkası için boşaltıp, olsun bu ramazan deyip, kendimizden evvel bir başkasını ihya edebilecek miyiz?

    Namaza ayrı bir duruşla durup bu sefer ben bu namazı ramazanın haşmeti ile derin duygularla kılacağım diyebilecek her akşam aksatmadan teravihleri kılabilecek miyiz?

    Muhakkak her iftar sofrasına bir misafir alabilecek miyiz?

    Bu fırsat ayını en güzel şekil nasılsa geçirmeye nasip olabilecek miyiz?

     

    Hakkı ile eda edebilmeyi Allah nasip etsin..


  2. Yavuz Sultan Selim zamanında, İran şahı kıymetli mücevherlerle süslü bir sandık hediye gönderiyor Sultan Selim’e.

     

    Sandık açılıyor. İçinden çeşit çeşit değerli taşlar, kıymetli atlas, kadife kumaşlar çıkıyor. Fakat bir de pis bir koku yayılıyor.

    Dehşet bir koku, herkes burnunu tıkıyor.

    içine iyice bakıyorlar en alttaki bohçadan insan pisliği çıkıyor ve durum anlaşılıyor.

     

     

    Cihan padişahı emir veriyor,

    “Herkes düşünsün, buna ince bir şekilde cevap vermeliyiz”

    Ve cihan padişahı yine çözümü kendisi buluyor.

     

    Aynı şekilde değerli mücevher ve kumaşlarla süslü bir sandık hazırlatıyor.

    İçine o zamanın Osmanlı İstanbul’unda imal edilen gül kokulu en nadide lokumlardan bir kutu hazırlatıyor, en altına da küçük bir pusula ve bir satır yazı gönderiyor.

     

    Şah sandığı açıyor. Açtıkça güzel bir koku ve en altta bir kutu lokum.

    Anlam veremiyorlar tabii. Bizim elçi yiyor önce, sonra oradakilere ikram ediyor.

    Kutunun içindeki pusulayı da şaha veriyor ,şah okuyor:

    “Herkes yediğinden ikram eder” !

     

     

    Böyle bir ecdaddan geldiğim için gurur duysam ileri gitmiş olmam sanırım..


  3. Düşününüz ki bir dairede bir dolu insan vardır fakat herkesin fikri bazı konularda başkadır ama yanlış değildir.

    Fakat hepsi aynı kapıdan çıkar en nihayetinde.

    Fethullah cı Nurcu diye nitelemeleri herzman yersiz buldum.Burada şunu hatırlatmak isterim.

    Bulunduğumuz formda zaten yazmaktadır.

    Necip Fazıl vapurla Karaköy'e geçerken, yanına biri yaklaşıp:

     

    "Üstad", diye sormuş "Peygamberlere ne diye gerek duyuldu, biz kendimiz yolumuzu bulabilirdik."

     

    N. Fazıl, okuduğu kitaptan başını kaldırmadan:

     

    "Ne diye vapura bindin ki, yüzerek geçsene karşıya" cevabını vermiştir.

     

    Burada önemli olan budur,Şu başıdönen, serzenişde olan dünyada,kendimize bir rehber edinmemiz şarttır,Elbette ki Efendimiz (s.a.v) önderimizdir lakin,bir yol göstericiye her daim ihtiyaç içersindeyiz.Doğru olanı bulup,bir an olsun ayağımızn kaymaması için buna ruhumuz açtır.Fethullah cı, Nurcu tabirleri yersizdir, sadece onlarda ALlah yolundadır, ellerinden gelenide Hak yolunda yapmaktadırlar.Benimseyip gidilir ya da gidilmez elbetteki mümkündür ,mabutlaştırmaya gerekde yoktur.Bazıları sevgilerinde aşırıya gittikleri için tabirleri yanlış kullanmış olabilirler ama arkadaşımında dediği gibi istisnalar kaideyi bozmaz.


  4. Okudukça ideallerine hayran kaldım

    Kendini "Laik, Atatürk'e tapan demokratik bir insan olarak" tanımlayan işkadını Nilgün Yerli İzmir Ticaret Odası'nın dergisinde yayınlanan makalesinde yıllar sonra Fethullah Gülen'i merak edip araştırdığını ve onun ideallerine hayran kaldığını söylüyor.

     

    Ne mutlu Türkiye'nin kıymetini bilene:

     

    Bir gün süpermarkette makarna bölümündeyken; 65 yaşlarında bir bey ve bayan yanımda duruyorlar, bayan eşine: "Sen makarna al ben de un bölümündeyim" diyor.

     

    Bay soruyor: "Bir sürü marka makarna var hangisini alayım hanım?", bayan sesleniyor: "Ülker olmasın da ne olursa olsun".

     

    Dayanamayıp soruyorum: "Affedersiniz, kulak misafiri oldum ve çok merak ettim, neden Ülker olmasın?"

     

    "Aha çattık Ülker yönetiminden birine", diyor bay.

     

    Bayan ise gayet sakin bir sesle: "Ülker dincilerinde ondan, onlara destek vermemeliyiz..."

     

    Halkın aklı sıra dincileri güçlendirmeme felsefesi.

     

    Halbuki unutulan birşey var, Ülker dinci ya da dinsiz olarak görülmüyor yurtdışında, Ülker şu anda çikolata dünyasında büyük isim yapan GODIVA'yı satın almış çok büyük kuvvetli bir Multinational, Avrupa ve Amerika Ülker'i saygı ile anmakta, ve Ülker'i anarken de dincilerin diye anmıyorlar ama Türklerin diye anıyorlar.

     

    Ülker gibi daha o kadar çok marka var ki...

     

    Otuz sene Hollanda'da yaşayıp Türkiye'ye döndüğümde, bir arkadaşımın oğlu bir kızla çıktığını ama ondan ayrıldığını söyledi.

     

    Neden diye sorduğumda, 'kız Fettullahçı çıktı', dedi.

     

    Nasıl yani ? Diye sorduğumda, 'Kız öğretmen oldu ve Amerika'ya Fetullah'ın okuluna ders vermeye gitti', dedi.

     

    "Ne güzel bir şey, bir Türk Amerika'da Türk okulumu açtı", dedim sersemce.

     

    Hiç de güzel değil, okulunda dinci asker yetiştiriyor.

     

    Kimdi Fettullah, Fettullahçılık ne demekti?

     

    Bir örgüt, bir terörist, kötü biri miydi?

     

    Arkadaşımın anlatış şeklinden iyi bir adam değildi galiba.

     

    Şimdi üç seneden beri Türkiye'de yaşıyorum.

     

    Fethullah Gülen'i çok merak ettiğimden onun biografisini aldım ve okumaya başladım.

     

    Çünkü bence asıl cehalet, başını bağlamak değil, asıl cehalet bir şeyi bilmeksizin çoğunluğun fikrine katılmak, koyun gibi sürü psikolojisinin kurbanı olmak, ve korku nehirine düşmek.

     

    Bazı radikal dincilerin Kuran'ı hiç okumamış olmasına rağmen, ne yazdığını bilmemelerine rağmen taptıkları gibi.

     

    Kitap sihirli bir kitap, okudukca Fettullah Gülen'e hayran kaldım.

     

    İdeallerini, hayallerini gerçekleştirmesine.

     

    Liberal arkadaşlarım inanamıyorlar, benim bu sözlerime.

     

    Ben laik, Atatürk'e tapan demokratik bir insan olarak nasıl Fettullah Hoca'ya saygı ve sevgi duyabilirim?

     

    Çünkü asıl Atatürkçülük, bence, objektif olabilmek.

     

    Karamsarlığa kapılmamak, korkularını yenmek.

     

    Ön yargılamamak.

     

    Ve de ve de en önemlisi Türkiye'yi hiçbir zaman ikiye bolmemek.

     

    Onun zamanında yobaz dediğimiz dindarlar daha fazlaydı, ama o hepimizi bir bayrak altında topladı ve ayırmadı.

     

    Fettulah Gülen'in ideali İslam Türkiye değil, İslamik bir Dünya olabilir, açtığı okullarda İslam teşviki olabilir, Türkçe teşviki de var.

     

    Olimpiyat yarışlarına seyirci oldum bir gün. İnanamadım, stadyumda on binlerce kişi vardı.

     

    Dünyanın her bir yerinden çocuklar mükemmel Türkçe ile şarkı söylüyorlardı. Biz Türkler çok pratik bir halkız, kendimiz fazla yabancı dil öğrenemediğimiz için, dünyaya Türkce öğretiyoruz.

     

    İlk etapta ürktüm, Fethullah Hoca dünyanın her yerinde okul açmış, Türkçe ve İslam dini aşılanıyor yeni nesile.

     

    Ama kendimi sorguladığımda, 10 tane sefaletten sokaklarda dilenen ve hırsızlık yapan genç mi seçimim olur, yoksa 10 tane okumuş, mesleğini eline almış, Türkçeye güzel hakim olan ve İslam dinine tapan bir genç mi görmek isterim.

     

    Elbetteki ikinci olanak tercihimdir. Ve sanırım, anladığım kadarı ile Fethullah Hoca bununla mesgul.

     

    Bunun arkasında liberal kesim de elbette ki yatan korku, Humeyni gibi Türkiye'ye dönüp, Türkiye'yi İran'a çevirirlerse düşüncesi var....

     

    Bu korkuyu yaşatmayalım, böyle birşey yok olamaz, olmayacak.

     

    Çünkü Türkiye'yi ve Allahını seven hiç kimse, bir ülkenin 50 sene geriye gitmesini istemez.

     

    Şu anda Türkiye; politikayi ve dini kenara bıraktığımızda, ekonomi olarak çok ileriye gitmekte, dünyanın huzurunda çok önemli bir durumda, Asya ve avrupa'nın köprüsü olarak çok çok değerli.

     

    Korkmayalım, ürkmeyelim.

     

    Başörtüye karşı çıkıldıkça, daha fazla insanlar örtünecektir, buda insanın iç güdüsüdür, dinini korumak, göstermek, sahip çıkmak gibi.

     

    Geçen hafta Hollanda'daydım, Schiphol Havaalanında bir süper marketteydim ve kulağıma gelen Türkce ilgimi çekiyor,

     

    "Derya çabuk gel buraya birşey göstermeliyim, bak Ülker biskuvileri, aferin, çok gurur duydum" diyor bir bayan kızına.

     

    Kendimiz bile, kendimizin değerini kabuğumuzdan çıkınca anlıyoruz...

     

    Biz gerçekten çok garip bir milletiz, ancak diğer ülkeler bize değer verince değerimizi anlıyor ya da tartıyoruz...

     

    'Ne mutlu Türküm diyene', yeterli değil artık.

     

    Ne mutlu, insanlığın Türklükten önemli olduğunu, ve insanlık namına birbirimize el uzatmamız ve destek olmamız gerektiğini, saymamız gerektiğini, ve yaşadığımız ülkeyi din, ırk, renk ayırımı yapmadan, radikal, liberal damgası vurmadan, sevmeyi bilene...


  5. Geçenlerde büroya gelirken, her gün kullandığım yolda yeni bir şeyler fark ettim: Yol boyunca güller, çiçekler, gelincikler açmıştı.

    Bunu fark ettim, çünkü otomobili bu kez ben kullanmıyordum. Anladım ki, dikkatimi tek şeye (otomobil kullanmaya) yoğunlaştırmam, aslında var olan, var olduğu için de görmem gereken bazı güzellikleri görmemi engelliyor.

    Ne dersiniz? Kendimizi tek konuya, yahut birkaç konuya (diyelim ki savaşa, paraya, işe, politikaya, ideolojiye) kilitlememizden dolayı, hayatın bazı güzelliklerini kaçırıyor olabilir miyiz?

    Yazının başlığı, aynı zamanda son kitaplarımdan birinin adıdır. Oradan size bir hatıramı aktarmak istiyorum...

    Bir gün ilkokul öğretmenimiz dedi ki:

    “Bugün değişik bir şey yapın, eve her gün kullandığınız yoldan değil de, başka bir yoldan dönün.”

    Üç kişi dışında kimse bu öğüdü tutmadı: O üç kişinin içinde ben de vardım. Biraz dolambaçlı, ama değişik bir yoldan gittim eve. İlk defa kullandığım için de çevreye dikkat ettim...

    Yolun iki tarafı yabani çiçeklerle süslüydü. Yer yer ağaçlar tepede kafa kafaya vermiş, patika yol tam anlamıyla yeşil bir tünele dönüşmüştü. Yeşilin her tonu yol boyu sere serpe uzanmıştı. Bizler bu muhteşem renk bestesinde notalara dönmüştük.

    Bir kulağımda Kalecik Deresi’nin çağıltısı, öbür kulağımda Karadeniz’in hırçın dalgalarının sesi vardı. O ana kadar böylesine bir duyum ve görüntü zenginliği yaşamamıştım...

    Her şey gerçekten de çok muhteşemdi.

    Hayatın ve hayatı güzelleştiren her şeyin benim için (insan için) yaratıldığını sanırım ilk o gün fark ettim. Galiba öğretmenimin de gayesi buydu.

    Ertesi gün, öğretmenimiz, kimlerin değişik yollardan eve döndüğünü sordu. İki arkadaşımla birlikte parmak kaldırdım. Karatahtayı gösterdi:

    “Gel ve gördüklerini arkadaşlarınla paylaş.”

    Dilim döndüğü kadar muhteşem güzelliği anlattım. Herkes hayran hayran dinledi. Ve o gün herkes aynı yoldan eve döndü.

    En çok neye şaştım biliyor musunuz? Hani birlikte yürüdüğüm iki yol arkadaşım vardı ya: Bunlardan biri ilk teneffüste koluma girdi ve benim sınıfta anlattığım hiçbir şeyi görmediğini söyledi.

    Anladım ki, görebilmek için bakmayı bilmek lâzım.

    Güzellikleri görebilmek için değişik yollar kullanmak bile gerekmeyebilir...

    Her gün kullandığınız yola (her gün gördüğünüz kişilere) biraz daha dikkat edin, yeter.

    Gözünüzden hep kaçırdığınız alımlı baharı belki o gün yakalarsınız, belki o gün fark edersiniz hayatın sırrını ve belki o gün tanışırsınız hayatın gülümseyen yüzüyle...

    İyisi mi, siz önce kendinizle iyice bir tanışın: Gözbebeğinizdeki “yaşama sevinci”ni dikkatle bir okuyun...

    Kendinizle birlikte hayata sımsıkı sarılın ve hayatı da okumaya başlayın.

    Hayatı okuyabilmek için her gününüzü hep “ilk gün” olarak yaşayın...

    Her yere ve her şeye “ilk kez” görüyormuşsunuz gibi bakın...

    Gülleri, çiçekleri “ilk defa” kokluyormuş gibi koklayın... (Hayatın olumsuzluklarına, yani dikenlerine öyle bir kilitlenmişiz ki, gülü göremiyoruz)

    Kelebekleri, renkleri, yıldızları “ilk” görüyormuş gibi yapın...

    Daha mutlu, daha huzurlu yaşamak için aslında dünyayı değiştirmemiz filan gerekmiyor, sadece dünyada hep var olan bazı güzellikleri fark etmemiz, bazen de keşfetmemiz gerekiyor.

    Yani dünyaya değişik pencerelerden bakmayı öğrenmeliyiz.

    Bunu yapabilmenk, hayata salt gözümüz ve beynimizle değil, biraz da yüreğimizle bakmayı gerektirir!

    Yani her bakışımıza biraz duygu katmalıyız...

    Hadi hemen bugün eski olumsuzlukları ve eski olumsuzluklardan kaynaklanan bazı kötü alışkanlıkları değiştirip dünyamıza yeni bir pencere açalım...

    Gökkuşağı’nın yedi renginde saklı sınırsız renk cümbüşünü, yıldız sağnağını, mehtabı, gece karanlığına sarınmış sır dolu güzellikleri görelim...

    Menekşelere, şebboylara, yediverenlere dikkat edelim...

    Kısacası, her güzelliğin bizi mutlu etmek için yaratıldığını bilerek hayata bakalım.

    Unutmayalım ki, hayatın tümünü değil, sadece görmek istediğimiz parçaları görürüz!


  6. Gece siyahi rengini almış,

    Sanki günün getirdikleri mazide kalmış.

    Ne eserdir ki gece,gökkubbe altında kaybolmuş şehir,

    Unutturmuş sanki tüm cilvesini,gün içinde ahengin.

     

    Sanki gün yaşanmamış da kalmış dünde,

    Halbu ki bugün,küçüklü, büyüklü neler vardı alemde görene.

    Her an yaşanan, kederli,yerli,yersiz, füsunlu halde,

    Şimdi hatırlattı gecenin derinliğinde gönlüme.

     

    Ne kaldı dense günden ki, çok şey...

    Belki bir sevda, belki bir anı, belki bir kavga.

    Yarın kimbilir nelere gebe.

    Yazmasam kalacaktı içimde bu ukde,

    Ah içimden sanki üfürdü bir seda ki, nefes nefese geldi dile...


  7. MERSİN'de uyuşturucu sattığı iddiasıyla tutuklanan 16 yaşındaki Yasin Akyüz, tutuklu bulunduğu Adana’nın Pozantı İlçesi’ndeki Çocuk Islahevi’nde ölü bulundu.

     

     

     

    Otopside, Akyüz'ün önce dövüldüğü, sonra da iple asılarak öldürüldüğü belirlendi. Cinayeti, koğuşta kalan 13 çocuğun işlediği iddia edildi.

     

    Uyuşturucu sattığı iddiasıyla 2.5 ay önce ıslahevine gönderilen ve mahkemesi devam eden Yasin Akyüz, 13 çocukla birlikte kaldığı koğuşta sabah saatlerinde ölü bulundu. Akyüz'ün yapılan otopsisinde, kaburgalarının kırıldığı ve iple asıldığı ortaya çıktı. Yasin Akyüz’ün otopsi tutanağında ölümün, “Künt torakatravmasına bağlı seri kot kırıkları ile birlikte akciğer yaralanması, hemotaraka boğmaya bağlı asfiksi” nedeniyle gerçekleştiği yazıldı.

     

    Akyüz'ün ailesinin oturduğu Mersin’e getirilen cenazesi, Güneş Mahallesi’ndeki Halil İbrahim Camii’nde kılınan namazın ardından toprağa verilmek üzere memleketi Mardin’in Midyat İlçesi’ne bağlı Etsel Beldesi’nin Çavpınar Köyü’ne götürüldü.

     

    Yasin Akyüz'ün ağabeyi 28 yaşındaki Mehmet Arif Akyüz, sorumluların cezalandırılması için ilgili bütün kurumlara başvuracaklarını söyledi. 14 kişilik koğuşta 13 kişinin bir araya gelerek kardeşini dövdüklerini söyleyen Mehmet Arif Akyüz, “Adli Tıp raporuna göre tüm kaburgaları kırılmış. Tartakladıktan sonra da iple asmışlar. Ondan sonra 12 yaşında bir çocuk suçu üstlenmiş. Biz buna inanmıyoruz” dedi.

     

    Anne Hasine Akyüz ise 2.5 aydır ıslahevinde olan çocuğunun bir iftiraya kurban gittiğini ardından da cezaevinden cesedinin geldiğini belirtti. Gözü yaşlı anne, “Benim çocuğumu bu hale getirenler cezalarını bulsunlar” diye konuştu.

     

    Olayla ilgili olarak ıslahevindeki çocukların ve yöneticilerin ifadelerini alan Pozantı Cumhuriyet Savcılığı soruşturma başlattı.

     

     

    ÜRPERDİM.RESMEN BU HABERİ OKUYUNCA ÜRPERDİM.VATANIMIZ DA ÇOCUKLARIN BİLE BİRBİRİNE TEHAMMÜLÜNÜ KALDIRAN BU GİBİ OLAYLARIN ASIL YATAKLIĞINI YAPAN BURDA KİMDİR YA DA SUÇLU KİM.!?..

    aİLESİ Mİ Kİ MUHAKKAK İLK FAİL BUNLAR, YOKSA YOZLAŞTIRILMAYA MAHKUM EDİLMİŞ EĞİTİM SİSTEMİMİZİN GETİRİLERİ MİDİR BUNLAR!?.DİN,AHLAK,SAYGI,SEVGİ KAVRAMLARININ ASR-I SAADETTE KALDIĞI MIDIR TÜM BUNLARA SEBEP YOKSA?...

    VAH ÇOCUKLAR, VAH ÇOCUKLAR...


  8. Bizim basının 60'larını geride bırakan kimi kalemlerini ağır bir dert sardı son günlerde...

    Durup durup o konuya dönüyorlar; girdikleri polemikleri bile ne yapıp edip oraya bağlıyorlar.

    Ne mi o dert?

    Belki şu soruyla özetlenebilir: "Nasıl yaşlanalım?"

    Bu sorudan kalkarak...

    Bazısı Ertuğrul Özkök gibi "acaba Jack Nicholson gibi umursamaz, başına buyruk, dalgacı hergelenin teki olsam fena mı olur?" endişesine kapılıyor.

    Bazısı da var ki, bedeni neyse ne ama ruhu iyice çürümüş, fakat farkında değil etrafa "iyi yaşlanma" dersleri vermeye kalkıyor.

    ***

     

    Ama bütün bunların altını eşelediğinizde, ortaya çıkan asıl meselenin "Ne yapsak da iyice yaşlandığımızda bile çekici, sözü dinlenilir, muktedir ve sevilir olsak?" sorusu olduğunu görüyorsunuz.

    Anlıyorum, anlıyorum da...

    Ara sıra hani istiyorum ki...

    Biraz da şöyle sorsalar...

    "Kocayınca da çevremdekileri huysuzluktan, kaprislerden uzak biçimde sevebilecek miyim? Sözümü dinletme inadından vazgeçip hiç değilse yaşlılığımda gençlerin sözüne kulak verecek miyim?"

    Veya bir kez olsun içten içe şöyle düşünseler...

    "Ya tuzum kuru olmasaydı yaşlılığımı böyle mi tartışırdım yoksa 'Allahım beni elden ayaktan düşürme' diye dua mı ederdim?"

    ***

     

    Yaşlılık...

    Gorki'nin dediği gibi "sizi hiç sevmeyen ve durmadan arkanızdan konuşan biri gibidir" yaşlılık.

    Jack Nicholson tarzı şımarıklıkları pek kaldırmaz aslında! (Siz bir de geceleri ziyaretine gelen kâbusları sorun Jack'a! Çevresindeki şakşakçılardan uzak olduğu zamanları sorun!

    Bakalım o müstehzi ifadesi sürecek mi?)

    Zaten modern kültürün "iyi yaşlanmak" tan anladığı bir türlü "dinç kalma" teknikleri ve sağlık sigortası endüstrisine kul köle olmaktan öteye gidemedi!

    Bir de tabii "geçmiş günahları yaşlılıktaki iyiliklerle telafi etme" tekniklerinden söz edebiliriz.

    Biraz yalan dolan, biraz imaj yenileme, biraz tasavvuf modasına ayak uydurma, vs.

    Ötesi var mı? Yok!

    ***

     

    Nasıl ihtiyarlayacağız?

    Bal gibi biliyoruz aslında cevabı...

    Çocuk gibi!

    Ama nasıl?

    Tatlı ve "uslu" bir çocuk gibi mi, yoksa huysuz ve huzursuz bir çocuk gibi mi?

    Bence bunu belirleyen de nasıl bir orta yaş geçirdiğimizdir.

    Pastanın en iyi yanını kapmak için sürekli başkalarıyla itişerek geçirilmiş bir orta yaştan...

    Bencilliğini neşe, öfkesini zafer sayan bir ömürden...

    Huzurlu bir yaşlılık çıkar mı?

    Hele ölümle bir türlü barışamamış; ölümün lafından bile bucak bucak kaçmışsak...

    Ve modern hayat yaşlanma kalitesini sadece paraya pula endekslemişse...

    Güzel yaşlanmamız mümkün mü?


  9. Hükümetin, on yıllardır süren ve 35 bin vatandaşımızın hayatını kaybettiği terörü sona erdirmek için başlatmış olduğu ‘demokratik açılım’ Türkiye’nin en önemli gündem maddesi olarak yerini koruyor. Hiç kuşku yok ki, hükümetin önyargısız tüm sivil toplum kuruluşlarından, siyasi partilere kadar toplumun tüm kesimlerini kapsayan bir uzlaşı ve diyalog çağrısında bulunması çok önemli. Hükümetin bu çağrısına Ergenekoncuları savunmakta da birlikte hareket eden MHP ve CHP dışındaki parti ve sivil toplum kuruluşları olumlu cevap verdi.

     

    Hükümetin başlatmış olduğu bu açılım Türkiye’nin kardeşliği için büyük önem taşırken, bu kardeşliğin pekiştirilmesi için yıllarca üniversiteden uzaklaştırılan başörtülü kızlarımıza reva görülen zulmün bitmesiyle pekiştirilmeli. Aksi taktirde ‘demokratik açılımın’ topal olmaktan öteye gidemeyecektir. Bu konuya dikkati çeken Mazlumder Genel Başkanı Ahmet Faruk Ünsal şu çarpıcı tespitte bulunuyor: “Demokratik sivil bir anayasa ile sadece Kürt sorunu değil Türkiye’de yıllardır aşılamayan başörtü yasağı gibi diğer pek çok toplumsal sorunun çözülmesi için de bir zemin sağlanmış olacaktır. Aksi takdirde yarın başörtülüler, ‘biz dağa çıkmadık da onun için mi bu sorun çözülmüyor’ demez mi?”

     

    İslam’ın, kavmiyetçiliği reddeden değerlerini bir gecede ortadan kaldıran zihniyet (Ergenekon’un ve PKK’nın beslendiği ideolojik zemin) Türkiye’nin yıllarını heba eden terör belasının da sorumlusudurlar. Bu zihniyet maalesef bugün de aynı şekilde sorunun çözülmesini istemiyor. Çünkü, sorunun devamı aynı ideolojik alt yapıdan beslenen her iki tarafa da rant sağlıyor.

     

    Oysa kardeşliği emreden ve üstünlüğün Türk, Kürt, Arap, Acem, siyah ya da beyaz olmakla değil ancak takva ile olduğunu söyleyen yüce dinimiz, sadece Müslüman toplumların kültürel haklarını değil, gayri Müslim halkların da aynı şekilde kültürel haklarını yaşamalarına müsaade etmiştir. Bunun en güzel örneğini 600 yıl yaşayan Osmanlı İmparatorluğu’nda bulabiliriz.

     

    PEYGAMBERİMİZİN VEDA HUTBESİ…

    Bugün sözde ‘ilerici’ ve Ergenekon zihniyeti taşıyan ‘Beyazlar İdeolojisi’, eline yüzüne bulaştırdığı sorunu çözmekten acizken, alemlere rahmet olarak gönderilen Yüce Peygamberimiz, 1367 yıl önceki Veda Hutbesi’nde, İslam kardeşliğine şu şekilde vurgu yapmıştı: Mü’minler! Sözümü iyi dinleyiniz ve iyi belleyiniz! Müslüman Müslüman’ın kardeşidir ve böylece bütün Müslümanlar kardeştirler. Bir Müslüman’a kardeşinin kanı da, malı da helal olmaz... Ey insanlar! Rabbiniz birdir. Babanız da birdir. Hepiniz Adem’in çocuklarısınız, Adem ise topraktandır. Arabın Arap olmayana, Arap olmayanın da Arap üzerine üstünlüğü olmadığı gibi; kırmızı tenlinin siyah üzerine, siyahın da kırmızı tenli üzerinde bir üstünlüğü yoktur. Üstünlük ancak takvadadır. Allah yanında en kıymetli olanınız en takvalı olanınızdır. Azası kesik siyahî bir köle başınıza amir olarak tayin edilse, sizi Allah'ın kitabi ile idare ederse, onu dinleyiniz ve itaat ediniz. Kimse kendi suçundan başkası ile suçlanamaz. Baba, oğlunun suçu üzerine, oğlu da babasının suçu üzerine suçlanamaz.”

     

    REFERANSIMIZ PEYGAMBERİMİZ…

    Biz Müslümanların referans aldığı Veda Hutbesi, bugün Batı’nın bir virüs gibi yaydığı ve içimizdeki uzantıları sayesinde Müslüman toplumlara enjekte edilen kavmiyetçilik sorunu, İslam’ın hakim olduğu hiçbir dönemde ortaya çıkmadı. Nasıl ki, Kürt asıllı Kudüs’ün Fatihi Sultan Selahaddin, tüm Müslümanların sultanı idiyse, aynı şekilde İstanbul’un Fatihi Fatih Sultan Mehmet de tüm Müslümanların sultanıydı ve hala öyledir. Bugün yeryüzündeki Müslüman toplumlarının kültürünü belirleyen yegane öge İslam’dır. İster, Türk, ister Kürt ya da Arap olsun, İslam’ı alıp bir kenara bıraktığınızda geriye kültüre dair hiçbir şey bulamazsınız.

     

    İnşallah, hükümet, hem terör belasını (PKK ve Ergenekon) çözer hem de Türkiye’nin kanayan yarası olan inanç özgürlüğü konusunda demokratik adımlar atar da, Türkiye de enerjisini bu tür konularla harcamaz. İnancından dolayı üniversitelere alınmayan ve kamu kurumlarında iş verilmeyen başörtülü kızlarımızın dışarıda bırakılacağı bir açılıma her zaman şüpheyle bakılacaktır.


  10. Biliyorum, hanımların büyük çoğunluğu, olduklarından genç ve güzel görünmekten haz duyarlar. Dünyada endüstriyel faaliyetin çok önemli bir kısmı, hanımların makyaj ihtiyaçlarını karşılamak üzere çalışıp duruyor.

    Miktarını bilmem fakat çok büyük rakamların söz konusu olduğu muhakkaktır. Yüzbinlerce insan bu sektörden ekmek yiyor.

     

    Değerli büyüğümüz, Ajda Pekkan Hanım-efendi'nin genç ve güzel görünmek için, pek çok hanım gibi kendine bakması, birtakım tedavi ve operasyonlara rıza göstermesi, bu uğurda mühim meblağlar harcayıp düzenli olarak sportif faaliyetlerle uğraşmasını anlayışla karşılıyoruz; onun "Süperstar" unvanını korumak için kendini salıvermek yerine müthiş bir azimle uğraşması ancak takdir edilebilir.

     

    Elbette bu arada, Ajda Pekkan'ın ilk filmlerini kısa pantolonlu halimle seyretmiş bir ilkokul öğrencisi olarak onun her daim genç ve güzel görünme gayretini hem takdir ediyor, hem de aynaya baktıkça, "Şu sıfatını süperstarımız görse sana baba diyesi gelir." diye kendimle dalga geçmeden edemiyorum.

     

    Biliyorum, artık erkekler hanımlarla "genç ve fit" görünmek kulvarında eşit avantajlara sahipler; bu uğurda didinip duran erkeklere "metro..." ile başlayan bir isim veriyorlardı fakat nedense gerisini hatırlamayadım (Metrobüs diyeceğim ama değil!...). Bu arkadaşlarımız aynen hanımlar gibi güzellik salonuna (Aslında yakışıklılık salonu olmalı değil miydi; mâlum, biz Türkçe'de erkeğe güzel demeyiz. Mâlum meseldir, derler ki, "Erkeğin çirkini güzeli olmaz.") gidiyorlar, kaşlarını aldırıyorlar, "istenmeyen tüyler"ini yolduruyorlar, cilt besleyici kremlerden kavanozlar dolusu kullanıyor, saçlarına ilave yaptırıyor (neydi onun adı?), fön bile çektiriyorlar.

     

    Kabul ediyorum; eğer azmetse idim, ben de şu yaşımda Süperstarımızın babası gibi değil de, şöyle en azından kuzeni veya yeğeni gibi görünebilirdim fakat yanlış eğitimin kurbanı olmuşum. O yüzden "Eğitim şart azizim!" diyenlerin akıllarına hayran oluyorum. Eğitim hakikaten şart, bize de vaktiyle "Bakımlı erkek olmak lazım!" diyenler, yol gösterenler olsaydı, el'an kuzularla kırkılıyor olmasak bile Ajda Pekkan'ın kuzeni imiş gibi görünmenin yolunu bulabilirdik.

     

    Olmadı.

     

    O yüzden değerli gazetelerimizin çok önemli sayfalarında Süperstar'ın genç duruşunu, sahnede müthiş bir enerji ile dans etmesini, saatlerce şarklı söylemesini ve o çok tekrarlanmış tâbirle geçen yıllara "Bana mısın?" bile demeyişini hikâye eden standart haberleri gıbta ile takib ediyorum.

     

    Siz bilmezsiniz; ben vaktiyle Ajda Pekkan'ın sinema sanatçılığından şarkıcılığa geçtiği yıllarda başına gelen o ufak iş kazasını bile hatırlıyorum.

     

    Sene 1948!

     

    Şaka şaka! Sene 1965'ten sonra bir yıl, belki 68. Ajda Pekkan bir konser vermek üzere Adana'ya gidiyor. Sahneye çıkıyor. Şarkısını söylüyor ve bilin bakalım Adanalılar ne yapıyor?

     

    Bunu ben söylersem şimdi birkaç Adanalı çıkar, "Hayır efendim, sen güzel ve sanatsever Adana'mıza hakaret edemezsin; biiz..." diye başlayan uzun bir nutuk çekerler; onun için söylemiyorum, sükût ile geçiyorum. Sadece şu kadarını çıtlatmakla iktifa edeceğim. Süperstarımız Ajda Hanım'ın o seyahatten pek de yüksek bir moralle dönmediğini yazmıştı gazeteler. Ben onların yalancısıyım şahsen.

     

    *

     

    Bu kadar şamata yetişir; şimdi işin ciddî faslına geçebiliriz.

     

    % 99'umuz aynanın karşısına geçip suretlerine bakıp bakıp, sonra hafiften iç geçirerek, "Demek ki nasibim bu kadarmış; Rabb'imin verdiğine şükür." diyerek öteki işlerle uğraşmaya başlarız.

     

    Müteveffa Michael Jackson böylelerden değildi; % 1'e girenlerdendi. O galiba bundan seneler önce aynaya baktı, baktı ve "Nedir bu be; şu suretimi değiştirmenin bir yolunu bulmazsam gözüm açık gider arkadaş!" diyerek modern bilim ve tıbbın kapılarını aşındırmaya başladı.

     

    Mâlumunuz modern bilim ve tıp el ele vermişler, hergün ilerleyip gidiyorlar; bunları iki gün üst üste aynı adreste bulana aşkolsun!

     

    Jackson azimliydi, işi gücü bırakmadan (Çünkü büyük para gerektiriyor bu faaliyetler; yüzünden şikâyeti olanların aklında olsun) bilimle tıbbı takip etmeye başladı. Değmiş, değmemiş derken burnunu, kulağını, ağzını, çenesini, şakak kemiklerini, kaşlarını düzelttirdi. Nitekim müteveffayı ilk gençlik resimlerinde Bronx sokaklarında rastlanabilecek sıradan bir siyâhi olarak görüntüleyen fotoğrafçılar, Jackson'un yıllar sonra nasıl da yakışıklı ve (hayrettir) beyaz tenli bir süperstar haline geldiğini hayretle tesbit edeceklerdir.

     

    Sonradan öğrendiğime göre siyahiler, cilt rengini beyaza doğru açmaya yarayan ve sert dalgalı, kıvırcık saçları düzleştiren ilaç ve merhemlerle büyük paralar ödemekte imiş, geçiyoruz.

     

    Neticede Jackson büyük şöhret kazandı, büyük paralar kazandı, gençlerin hayranlık duyduğu bir numaralı isim, en büyük pop sanatçısı oldu fakat kalemle kâğıda çizilmiş gibi düzgün ve usturuplu yüzünün formunu korumak için onun ne türlü iç hicranlara ve acılara tâbi kaldığını bilmiyorduk elbette. Ölümünden sonra gazeteler "Burnu kayıp." diye yazdılar. Bir insanın burnu niçin kaybolur? İçim cızz etti. Acıdım, üzüldüm.

     

    Jackson, herhalde ömrünün mühim bir kısmını, aynaya bakınca bir türlü razı olamadığı yüzünü değiştirmek uğruna harcadı. Uzman doktorlar nezaretinde ve bakımında geçen, her gün avuçla hap ve ilaç tüketilen uzun yıllar...

     

    Ölümsüzlüğün ve ebedî gençliğin iksiri mevcut olsaydı, şüphe edilmez ki, Michael Jackson kamyonla doları bastırır alırdı ama öyle bir şey yok. Hâlâ yok; galiba hiç olmayacak!

     

    *

     

    Rahmetli anamın, halamın makyaj malzemesi namına bütün bildikleri, şimdiki bir lira büyüklüğündeki alüminyum kutularla bakkalda satılan vazelinden ibaretti. Çamaşır ve bulaşıktan şerha şerha yarılan ellerine vazelin sürer, sonra da sızlanırlardı; yakardı herhalde çünkü ellerinin çatlaklarında bazan kızıl etlerini görürdüm.

     

    Bir de genç ve bekar yaşlarında düğün-derneğe giderken "Krepon kâğıdı" denilen boyasını çabuk veren bir kırmızı kâğıdı hafifçe ıslatıp yanaklarına sürdüklerini anlatmıştı bir gün gülümseyerek... Yokluk yılları imiş elbette.

     

    Ne rastık, ne saç boyası... Yaşlanınca, baş ağrısına iyi geliyor diye sık sık kına yakarlardı sadece.

     

    Sıkça da "Rabb'imin verdiğine şükür." diye iç geçirirlerdi.

     

    Bizim yaşlılarımıza bakıyorum, yaşlı hanımlara. Onların yüzleri erken buruşuyor, mihnet ve çileli ev işleri, belki ailevî gaileler bellerini, kaametlerini erken büküyor fakat nasıl da güzel ihtiyarlıyor bu hanımlar; nasıl da yaşlandıkça güzelleşiyorlar.

     

    Ne güzelsiniz sizler, ne kadar güzelsiniz!

     

    Şükretmeyi bildiğinizden midir o içten gelip yüzünüze yansıyan pırıltılı güzellik?


  11. Her sabah olduğu gibi bir sabah

    Yine gazetemi elime alacağım

    Sayfaların birinde bana inat

    Gülen yüzünle karşılaşacağım

    Yerimi almış bembeyaz buluta

    'Evlendik mutluyuz' yazısını içime akıttığım yaşlarla okuyacağım

    Ama kaybeden sen olacaksın

    Bundan böyle tüm ilanlar da sen beni arayacaksın

    Nafile...Bulamayacaksın.

    Saçlarına düşecek bir bir aklar

    Mutlu etmeyecek seni,yuvan,çocukların

    Hep benden bir haber bekleyeceksin

    Ve neden sonra,adıma verilen bir ilanla bana yöneleceksin.

     

    ÖLÜM VE TEŞEKKÜR

     

    Soyadıma ilişecek gözlerin,değişmediğini görecek daha da kahrolacaksın

    Deliler gibi ağlayarak bana son kez döneceksin.

    Nerden kaldırıldığımı okuduğunda,olduğun yere yığılıp,Kara gözlerinle şu satırları okuyacaksın

     

    ÇELENK GÖNDERİLMEMESİ VE ONUN GELMEMESİ RİCA OLUNUR.


  12. Konstantinopolis ve Norşin

     

    Devlet Bahçeli'nin, Güroymak'a Norşin diyen Cumhurbaşkanı'na yönelttiği soruda bir tutarsızlık var.

    Bahçeli, "Karayoluyla İstanbul'a giderken Gebze'den sonra İstanbul levhasını değiştirip Konstantinopolis mi yapacaksınız?" diye soruyor. Benim cevabım şu: "Yapsak ne olur? Ne değişir?" Cevabını vereyim: "Sadece bir alışkanlık değişir." Neden? Çünkü İstanbul isminde alışkanlık dışında Türk'e, Türklüğe ve Türkçeye dair hiçbir şey yok. Konstantinopolis ismi Türkçeye ne kadar yabancı ise İstanbul ismi de en az o kadar, belki ondan daha da yabancı.

     

    Kürt sorununu her boyutuyla tartışabiliriz. Bahçeli'nin ve Baykal'ın öfke ve hesap kokan muhalefetini de içimize sindirebiliriz. Nasıl olsa farklı görüşler özgürce karşı karşıya gelecek ve herkes savunduğu fikrin, aldığı tavrın hesabını verecek. Sonunda demokrasi hepimizi ortak bir çizgiye getirecek. Her türlü fikre tahammül edebilir ve olgunluk içinde tartışabiliriz. Ya cehaletle? Cehaletin elinde koca milleti bedbaht etmeye kimin hakkı var?

     

    İstanbul, Konstantinopolis'ten daha kadim Yunanca bir isim. Farklı yazılışları ve söylenişleri var. Stampoli en aslına uygun olanı. İstanbul "şehirli", "şehre ait", "şehre doğru" anlamına gelen Yunanca kelimenin Ermeni ağzıyla söylenişi. Biz bu güzel şehre İstanbul demeyi Ermenilerin "Esdanbol"undan almışız.

     

    Türkiye'de yerleşim yerlerinin çoğunun ismi Türkçe değil. Bolu başta olmak üzere sonu "bolu" ile biten bütün yerlerin (Gelibolu, Safranbolu, Tirebolu) "bolu"su İstanbul da öyle- bugün de hepimizin bildiği "polis" yani Yunanca "şehir" anlamına geliyor. Güvenlik birimlerine bütün dünyada olduğu gibi "polis" adını vermemizin arkasında da bu "şehir" kelimesi var. İskenderun, Helen uygarlığını yayan Büyük İskender'in (Alexandra) kurduğu şehir olduğu için bu isimle anılıyor. Kayseri, adı üstünde Roma İmparatoru anlamında da kullanılan "Kayzer"den (Sezar) geliyor. Bazı Kürtlerin Ermenilerin kullandığı Amed ismini tercih ettikleri Diyarbakır da Arapça bir isim. Doğuda çok sayıda yerleşim yerinin Ermenice ismi olduğu gibi duruyor. Bu durumun çok basit bir sebebi var. Türkçe bu topraklarda sadece bin yıldır var. Ama Anadolu, dünyanın bilinen en eski medeniyetlerinin beşiği.

     

    İnsanların yüzyıllardır kullandığı isimleri bir gecede değiştirmenin hakim milletin milliyetçiliği ile yakından uzaktan bir alâkası yok. İsim değiştirmek bir kültüre ve tarihe karşı tam anlamıyla Vandalca bir saldırı. Böyle bir saldırı ancak ilkel, kaba, sonradan görme ve kendisine benzemeyene nefretle bakan vahşi ve hasta bir kafadan gelebilir. Üstelik cahil. 12 Eylül darbesinden sonra yer isimleri değiştirilirken birçok özbeöz Türkçe ismin de değiştirilmesi bu vahşi cehaletin eseri. Ankara'ya yakın Dodurga köyünün isminin değiştirilmesi buna bir örnek. Biri çıkıp "Yahu ne yapıyorsunuz? "Dodurga" bir Türkmen boyudur." demiş de isim iade edilmiş.

     

    Sadece dil değil, sahip olduğumuz medeniyet de çok güçlü ve akıl kokan bir sentez. Osmanlı İmparatorluğu bu çok yönlü sentez üzerine kuruldu. Bu sentezin içinde Moğol töresi, Bizans Tımar sistemi, Sasanî (İran) bürokrasi kurumu, İslâm hukuku ve Türk gelenekleri yer alıyordu.

     

    "Norşin" bana yakın bir isim. "Nor"un "Nur" olmasından yola çıkarak bu ismin "Nurşen" gibi isimlerle bağlantısını kurabilirim. İstanbul'un ne anlama geldiğini çıkartabilmek için mutlaka etimolojiye inmem gerekir.

     

    1983 yılında askerî diktanın giderayak çıkardığı 2932 sayılı kanunla, Kürtler dillerinden mahrum bırakıldılar. Bugün, o yılların eseri olarak değiştirilen isimleri savunarak Kürtlere "kardeşim" demek tutarsızlıktan başka bir şey değil. Üstelik o gün bu yasağa ve isim değiştirmelere karşı çıkmayanların ben dahil- bir özeleştiri yapmaları gerekirken.

     

    İstanbul isminin Konstantinopolis olmasının Türkçe adına hiçbir sakıncası yok; ama Norşin'in Güroymak olmasına içinde cehalet olmayan bir açıklama getirmek, itiraz edenlerin görevi olmalı.


  13. Florya Plajı'ndan bahseden yazıya üç ilginç tepki geldi. İlki CHP İstanbul İl Başkanı Gürsel Tekin'in nâzik telefonuydu; hâl-hatır sordu, teşekkür etti, kısa sohbet esnasında ben de ona nezaketi için teşekkür ettim.

    İkincisi İBB Basın danışmanının açıklamasıydı; kısaca CHP'lilerin meseleyi abarttığını ve yanlış yönlendirdiğini, belediyenin İstanbul sahillerinde uzun yıllardır iyileştirme çalışmaları yaptığını, Florya'da ise deniz henüz temiz olmadığı için bölgenin kapatıldığını ifade ediyordu; onlara da konuya gösterdikleri ilgiden ötürü teşekkür ettim.

     

    Üçüncüsü bir CHP'liden gelen mektup; diyor ki, "Biz CHP'liyiz, burası tamam; sen ne ayaksın anlayamadık; Fethullahçı mı, faşist mi, komünist mi; nesin sen?"

     

    Memnuniyetsizliğini bildirmek, içindeki hıncı dışarı atmak veya düpedüz hakaret etmek isteyen okuyucu kitlesi genellikle "olsa olsa öyledir" zûm-ı bâtılıyla "Fethullahçı" sıfatını layık görüyor evvelâ; sonra saydırmaya başlıyor, "Siz zaten böylesiniz; devleti ele geçirdiniz vb..." Bir başka cins tür hakaret imâsı, hükümet yalakası olduğuma dairdir. Türkiye'de hükümeti herhangi bir konuda desteklemeyi ve haklı bulmayı kesinlikle en büyük alçaklık ve namussuzluk zanneder bir medium akıl kuşağı var çünkü; insanlara küfreder tonda, "sen hükümet yandaşısın" diyorlar.

     

    Bu arada "Türkçü, kafatasçı, faşist" diye niteleyenler de oluyor eksik olmasınlar, "satılmış, Amerikan uşağı, AB borazanı, dönek" diyenler de... fakat içlerinde en eğlendirici olanı, "İşine geleni elbette yazarsın, sıkıysa Deniz Feneri'ni de yaz da görelim" diye efelenen arkadaşlar...

     

    İşte yazıyorum: Deniz Feneri'nden kimseyi tanımam; hiçbir faaliyetine katılmadım, aynî-nakdî hiçbir alışverişim olmadı. Vaktiyle dindar insanlardan para toplayan kuruluşların ayağını denk almasını, elin üç düşündüğü yerde üçyüz kere dikkat kesilmelerini ifade eden bir şeyler yazmıştım. Yine altını çiziyorum: Hükûmet şu Deniz Feneri meselesini ciddiye alsın, soruştursun, tahkikat lazımsa açtırsın, mesulü varsa adalete teslim etsin; içinde çürük elma varsa ayıklasın veya "her şey tertemizdir; hodri meydan bre" diye bir kamuoyu açıklaması yapsın; biz de dahlimiz olmadığı halde şunun-bunun hakaretine uğramaktan kurtulalım. (Bu defa başka şey bulurlar ama!)

     

    Hükümet yandaşlığına, "yandaş medya yazarlığı"na geçelim mi?

     

    Geçelim haydi fakat hayal kırıklığına uğrarsanız karışmam: Hükûmetle, devletle, AK Parti ile, öteki partilerle, herhangi bir belediye veya kamu kuruluşu ile herhangi bir iş bağlantım, kazancım ve beklentim yoktur. Olsa da beceremem; iş takibi, aracılık hiç yapamam, utanırım, ta'bıma uygun değil. Bizimkisi lâf ü güzâf; o kadar!

     

    "Anladık yemedin, çalmadın, çırpmadın demek ki zevk için, spor olsun diye hükümet taraftarlığı yapıyorsun" diyecekler çıkabilir;

     

    Ve kırk defa yazmışızdır ki, AK Parti üç-dört yıl öncesine kadar, iktidar olmasına rağmen kurum kimliği oturmuş bir siyasi parti bile değildi, onu sizler zorla, ite-kaka demokrasiden, hukuktan yana tavır almaya mahkûm bir heyet haline getirdiniz; taşlaya taşlaya büyüttünüz ve sizin sayenizde artık AK Parti diye siyasi bir kurum var ve bu kurum yavaş yavaş, eğreti elemanlarını tâli derecede bırakarak kendi içinde rafine bir çekirdek heyetine doğru mesafe almaktadır.

     

    Sâyenizde, sâyenizde...

     

    Başa dönelim; "Biz CHP'liyiz" diye övünen okuyucuya imrendim ve adama hak veriyorum; ben de tek kelimelik sıfatlarla kendimi bir çırpıda tarif edebilmek isterdim; büyük saadettir; ben o saadetten mahrumum, fakat şikâyetçi de değilim. Bu durumuma uygun birkaç fıkra ve beyit aklıma geliyor ama yazamam, siz anlayın artık!


  14. Bulut olsaaam,rüzgar savuracak her yana.

    Rüzgar olsaam,eseceğim her an bilmediğim aleme.

    Çiçek olsaaam,hazan gelecek ya da bir kirli el olsun, temiz el olsun koparacak,hadi koparılamadım diyelim, solmaya mahkumum.

    Bahar olsam,yerimi yaz alacak, yaz olsam kış.

    Toprak olsaaam, kıymetim mi bilinecek sanki!?..

    Ağaç olsaaam, en nihayetinde bir baltalık halim var.

    Güneş olsam,ı ıh ay la müthiş bir rekabet var aramda mümkün değil.

    Taş olsaaam.her örnekte ilkim: (taş mıyım canım) hitabına mazhar olurum.

    Hayvan olsaaam, kedi, köpek, kuş vs. En nihayetinde ya vurulur, ya sokaklar da plakasını alamayacağım bir arabanın kurbanı.

    Ben en iyisi, her aynaya baktığım da insan olduğuma derinden bir şükreden olayım...


  15. Ne tuhaf,Üstad şimdi yaşıyor olsaydı takrar aynı röpörtajı kendisi ile yapmak zorunda kalacaktı belki.

     

    Çünkü;

    Herşey bırakıp gittiği gibi yerli yerinde...

    Bizde de feryadın kopmaması mümkün mertebe ki an meselesi..

    Değişiyor gibi görünürken aslında birşeylerin, değişmediğini, değişmeyeceğini, değişemeyeceğini görmemek içün kör olmak lazım...


  16. Bundan yıllar önce Efes harabelerini gezmeye gittim. Dedim ki, "Bir zamanlar mağmur olan beldeler; neden viran oldunuz?" Arkeoloji ve tarih kitaplarına baktım, araştırdım. Çok güçlü medeniyetler kurulmuş, çok güzel mabetler yapılmış. Fakat bunun yanı sıra içki tanrısı, kumar tanrısı, cinsellik tanrısı gibi putlaştırılmış zevkler, orada taş haline getirilmişti...

     

    "Tamam", dedim, "Efes'i viran eden, işte bu batıl, putlaştırılmış tanrılardır."

     

    Ey insan, yolun harabelere, viranelere, Efes, Bergama, Truva gibi yerlere düşerse buraları iyi gez. Gezerken düşün ve araştır. Neden buralar virane olmuş, neden buralardaki halk helâk olmuş? İşte o zaman heykellere dikkat et. Sonra başını etrafa çevir, heykeller gibi gezen, his bakımından taşlaşan, kendini arzularının ipine bağlayan, arzularına kul-köle olanlara bak; beldelerin viran olacağını hatırına getir. Sonra git tarihe sor. Neden bazı milletler yok olmuş, neden bazı beldeler yıkılmış? Sodom Gomore, Lut kavmi, Âd kavmi, Semud, Firavun kavmine ne olmuş? Haramların sıralandığı rafları, vitrinleri düşün. Haram imal eden, haram satan insanların vurdumduymazlığını, nice haramları mecbur edip farzları yasaklayan rejimlerin sonunun neye lâyık olduğunu hatırla ve de ki: "Başımıza taş yağmıyorsa, taş gibi kaya gibi dolular yağmıyorsa bu, Allah'ın bir lütfudur, insanların akıllarını başlarına almaları için bir fırsat ve mühlet vermedir!.."

     

    İslamiyet'ten uzaklaşan, insanlıktan uzaklaşır; Darwin'in de dediği gibi, maymun çocuklarına döner!..

     

    Geçenlerde bir arkadaş dedi ki: "Ağabey, Sultanahmet Meydanı'nda turistlerle yerlileri ayırmak mümkün değil. Neden başımıza kıyamet kopmuyor?" Dedim ki: "Sen Sultanahmet Meydanı'na bakmışsın. Fakat, saçının bir tek telini göstermeyen hanımlar da var. Allah her şeyi birden görüyor. Dünya üzerinde sevap işleyenlerin sayısı günah işleyenlerin sayısından fazla olduğu için kıyamet kopmuyor. Bu orantı tersine dönüştüğü vakit, kıyameti bekleyebiliriz."

     

    Necip Fazıl diyor ki,

     

    Günah, günah, hasat yerinde demet;

     

    Merhamet, suçumdan aşkın merhamet!

     

    Olur mu, dünyaya indirsem kepenk,

     

    Gözyaşı döksem, Nuh tufanına denk?

     

    Bugünün sefaheti insanları içine alıp eritmeye başladı. Buna kim dayanırsa kurtulur. Kim de bu sele kapılırsa... Gider, Allah muhafaza...

     

    İnsan aklının en önemli vazifesi, İslamiyet'i öğrenmek, anlamak ve yaşamaktır. Ey akıl, bu yolun neresindesin?

     

    Üstad Bediüzzaman'ı ziyarete gittiğimizde, "Ümitsizliğe düşme. Çünkü gübreli topraklarda büyük ağaçlar yetiştiği gibi, bozulan insanların içinde de büyük adamlar yetişir. Her şey zıddı ile kaimdir. Hindistan'da İmam-ı Rabbani'yi, Moğol istilasında Mevlânâ Celaleddin'i yetiştiren Allah, maddi ve manevi dünyanızı cennet edenleri gönderecektir, gözünüzü dört açın!" diyerek, parmağını gözüme uzatmıştı..


  17. Aklım kül bulutu şaşkın ördek yavrusu misali bakakaldım olanlara..

    Kendi mahallemizde bir adam eşinin kafasını kesmiş !...Sebep ise;ayrıldığı eşi çocuklarını göstermemekteymiş ve cinnet geçirmiş!Şimdi çocukları istesede bakmayacaklar yüzüne ki müstehak !

     

    Ürktüm,korktum,daraldım, üzüldüm...

    Nedir bir eşe bu kadar zalim olma hakkını veren, cellatlık kimliğine büründüren? Nasıl insan bu kadar insanlık dışı bir hareket edebilir ve ne kazanabilir karşılığında?

    Eş kabirde,koca mapus damında,çocuklar ise kaldı yaban ellere...

    Şİmdi bu çocuklar ne olacak,nasıl bir çocukluk evresi geçiripte nasıl bu psikolojiden kurtulacaklar!?...

    Ömür boyu buhranlı bir hayat geçirmeye mahkum edilen bu dört gözbebeği ,göz nuru çocuklar babalarını, nasıl baba hitabına müstehak edecek,annelerinin özlemi bir yana neden öldürüldüğü sorularına nasıl cevap verecekler?

    Bu insanlar nasıl bu hale geldi?

    Müthiş bir sınav,çocuklar için...

     

    Aileler çocuklarına küçük yaşda Allah korkusunu nakşetmiş olsalar idi ,kanaatimce belki sonuç bu kadar ürkütücü olmayacaktı ya da en azından küçük hasarlarla halledilebilirdi.Böylesine acımasız olunmaz, en azından çocuklar bu kadar perişan muallakda kalmayacaktı,,

    Şimdi bir ölünün değil altı kişinin ölümü gerçekleşti ..

    Eş,koca ve hiç tanımadığım,tanıdığımda da bir faydam olamayacağı,bir anne merhametine aç kalacak olan dört çocuk.......

     

    Hayat ne garip....


  18. Gecelerde kokuştu artık,düşüncelere bile yer yok.bir varmış bir yokmuş hesabı,kendi içinde açtığı konuları bile kapatıyor yürek..

    Yenildik;

    Hayatın geçim sıkıntılarına,kardeşin kardeşe düşman kesilişine,komşunun komşuya kapı açmayışına,arkadaşın arkadaşa itimatının yitirilişine,öz ana babamızla yüz göz olup haddi aşmaya,akşamları aile içi sohbet yerine,kendimizi ahlaksız dizilerin fırtınasına heba edişimize,ölüm haberi aldığımızda yürek telimizin titremeyişine,o kutuya birgün bizimde paketleneceğimizi düşünmeyişimize,yoldaki taşı başkası zarar görmesin diye,ayağımızla dahi kenara çekmeyip kibirlenişimize,yitirilen onca değerler altında ezildik, yenildik..

    Elimde sihirli bir değneğim olsaydı şayet,bir lahza düşünmezdim dünyanın düğmesine dokunupta değişmesi imkansız yargıların,ithamların,bina dizaynlarının bile değişmesi için.

    Evlerimiz bile artık kıble eksenli değil.Okuduğum kadarıyla Osmanlı evlerinin kıbleye dönük inşa ettirirmiş,kıbleye dönük olmayan evden kıbleye dönülmez derlermiş sonrada.şimdilerde evler hangi manzara daha güzel yerdedir fikriyle aranır oldu, o yönlü yapılmaya başladı.Hırs bürüdü benlikleri, ortada savunulacak davalar bile dava için değil, kişisel saldırılara dönüştü.Sen bana kaşın kara dedin, sen de bana gözün ela çıkışlarıyla, insanlıkla alakalarımızı hepten bitirdik.

    Bayram ve kandil gibi sadece bizim mahallemize mahsus olan değerler bile ziyaretle değil artık toplu mesajlarla halledilir oldu.Çocuklara bile ''Batsın bu dünya '' cümlesini kurduran bu karmaşık dünya hangamesi, özlettirmiyor artık çocuk olmayı.

    Kendi kabuğumuza çakildik ve yenildik ya da can çakişiyoruz...


  19. Gelmek çün ikinci bir hayata.

    Bir gün dönüş olsa âhiretten:

    Her ruh açılıp da kâinata.

    Keyfince semâda bulsa mesken;

    Talih bana dönse, nâzikâne;

    Bir yıldızı verse mâlikâne;

    Bigâne kalır o iltifata,

    İstanbul'a dönmek isterim ben.8

     

     

    yanlışlıkla yeni konu bölümüne yazmışım :)

×
×
  • Create New...